Odak Noktamız Futbol
Armut Dibine Düşmeyince
Yaramaz Çocukları İlaçlamayın!
BILL BESWICK
ANDREW SOLOMON
PROF. MUTLUHAN İZMİR
H
“O
er anne baba, evladı biraz olsun kendine benzesin ister. Ama bazı çocuklar inadına farklıdır. “Armut Dibine Düşmeyince”, tam da bu duruma uygun çocukları ve ebeveynlerini anlatıyor. Ebeveyn-çocuk ilişkisine dair alışılagelmiş beklentileri de tersyüz ediyor ve ebeveynliğin tanımını değiştiriyor. Devamı sayfa 12
dak Noktamız Futbol” sadece futbol branşını ilgilendirmiyor. Sporun psikolojik antrenman boyutu üzerine yazılmış önemli bir rehber kitap. Beswick kitabında zihinsel antrenmanın uygulanmasını sağlayacak, sistematik bilgiler veriyor. Kitap, zihinde canlandırma çalışmalarına da sayfalarında geniş bir yer ayırmış. Devamı sayfa 6
R
E
M
Z
İ
K
İ
T
A
B
E
V
İ
T
oplum, insanı etkiletleme kolaycılığına kaçmayı alışkanlık haline getirdi. Yaramaz, hareketli ya da farklı çocukları hemen bazı hastalık tanılarıyla etiketliyor. Peşinden gelsin ilaçlar... Prof. Mutluhan İzmir, kitabında ilaç sektörünün değirmenine su taşıyan bu sistemi deşifre ediyor ve ebeveynleri uyarıyor. Devamı sayfa 15
ARKA KAPAK KONUĞU Tevfik Uyar
SAYI 128 - AĞUSTOS 2016 - ÜCRETSİZDİR
EDEBİYATIN DELİLERİ, DELİLİĞİN EDEBİYATI D
elilik tıpkı hayatta olduğu gibi edebiyatta da birçok farklı çehreyle karşımıza çıktı. Patolojik derecede hayalperestler, psikopatlar, megalomanyaklar ve daha nicesi. Bazen sürreal bir kurgunun parçası, bazen günlük hayatın içinde gizlenen delilerdiler. Kimi zamansa “Esas deli acaba yazarın zihninde mi gizli?” diye sormadan edemedik kendimize. Delilik çoğu zaman korkulan, kaçılan, bazen de görmezden gelinen bir gerçeklik oldu. Kimi yazarlar içinse huzura kavuşmanın tek yoluydu. Her yazarın kaleminde farklı bir yönüyle tanıştık deliliğin, hatta kendi deliliğimizi keşfettik bazı metinlerde. Delilik sadece bir kahramanın değil, kurgunun bütünü oldu kimi eserlerde. İnsanlığın başlangıcından
Sputnik Sevgilim
beri aramızda olan deliler, edebiyatın var oluş serüveninde de hep önemli bir role sahipti. Bugün geldiğimiz noktada, edebi birikimin içinde delilerin “normallerden” çok daha önemli bir rolü olduğunu söylesek yeridir belki de. Bu sayı dosya sayfalarımızda hem deliliğin edebiyatına, hem de edebiyatın deliliğine baktık. Delilik üzerine yazılmış kitaplardan deliliğin ironisini yapan kült yapıtlara bir gezintiye çıkalım istedik… Foucault’un “Deliliğin Tarihi”nden, Erasmus’un “Deliliğin Övgüsü”ne, delilik üzerine pek çok deneme/kuram kitabından el aldık, çağdaş edebiyatta deliliği yazanlara uzandık. Devamı sayfa 8-9
6
HARUKI MURAKAMI
Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın
7
BURCU KARAKAŞ
Enayinin Portföyü
10
KURT VONNEGUT
Ne Yapabilirim?
10
GÜNDÜZ VASSAF
Edebi Aforizmalar Merhaba Cancağızım Ya sou vre!
14
UFUK KAAN ALTIN
Yaramaz Çocukları İlaçlamayın!
15
PROF. MUTLUHAN İZMIR
7
“Sevgi Aslında Politik Bir Eylem”
13
MEHMET EROĞLU
3
KARİN KARAKAŞLI
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Edebiyat Neye Yarar?
Gelecek, Gelecek mi?
Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-1
K
arin Karakaşlı’nın yeni kitabı “Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz” günümüzün gerçeğine tanıklık ederken edebiyatın ve dilin gücünden yararlanıyor. Türkiye’nin yakın tarihine dair gerçek belgelerle yazarına hesap soran kurmaca karakterlerin iç içe geçtiği kitapta, metinler birbirine epigraflarla bağlanıyor. İstanbul’dan Berlin’e, katı gerçekten kurgunun derinliklerine geçiş yaparken Asiye Kabahat’in, dünya üzerine hüzünlü şarkısını dinlemiş oluyoruz. Parça parça metinlerin meydana getirdiği kitabın aynı zamanda yazamama halinin bir dışavurumu olduğu da söylenebilir. Kitap, yazarın gerçekliği kurguya dönüştürme sürecini açıkça ortaya koyması bakımından da dikkat çekici. Bu ay Karin Karakaşlı’yla, birçok şair ve yazarın da çağrışımlar aracılığıyla eşlik ettiği son kitabı, sözün işlevi ve gerçekliğin sınırları hakkında söyleştik.
“İlk sorum kitaplarınızdaki yaşam-kurmaca ilişkisi hakkında olacak. Bana biraz Vüs’at O. Bener metinlerini hatırlatıyor. Bu bir benzerlik olduğu kadar karşıtlık da aslında. Onun metinlerinde ‘Yazıklanmanın yararı ne?’ diye sorar, sizde bu ‘yazık bana’ya dönüşüyor.” “Bu kitabın yazımı sırasında okuduğum hiçbir şeyi düşünme alanım olmadı. Bu kitabın çıkışı, üzerinde en az kontrollü davranabildiğim süreç oldu. Bir yandan kurgu olarak matematiğine, mimarisine çalıştım ama bir yandan da ipleri elimde tutmadığım bir süreçti. Temel olarak da edebiyatla hayatın anlatıcı ses olan benim üzerimden hesaplaşması gerçekleşti. Bu kitabı ‘ben’i anlatmak gibi bir gayeyle yazmadım. ‘Ben’ orada samimiyeti pekiştiren ve her bir okura kendi hikâyesiyle anlatının içine katılma imkânı sağlayan, meramı anlatDevamı sayfa 4-5 manın aracı oldu.
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2016
NERMİN YILDIRIM:
“Anlatmak Değil, Anlamak İçin Yazanlardanım” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ
İ
lk romanı “Unutma Beni Apartmanı” 2011’de yayınlanan Nermin Yıldırım, dört yıla dört roman sığdırdı. Bu yönüyle yeni kuşak edebiyatçılar arasındaki en üretken isimlerden biri. Bu üretkenliğin ardında nasıl bir yazma yordamı olduğunu merak ettiğimi söylemeliyim. Söyleşimizi aramızda ülke sınırları olduğu için internet üzerinden gerçekleştirdik ama her güne bir soru ve bir cevap yöntemiyle karşılıklı bir sohbete dönüştürdük. Buraya oradan bir kesit alabiliyoruz ancak...
“İlk romandan bu yana, yazma sürecinde herhangi yöntem oluştu mu, yoksa her roman kendini farklı şekilde mi yazdırıyor?” “İlk roman kendi yolunu çizen, zaman zaman yazara rağmen ilerleyen bir metindi. Ama diğerlerinde ne yazacağımı, nasıl yazacağımı en başından hep bildim. Karakterlerin dilini, romanın sesini, yazmaya başlamadan evvel kurdum. Detaylı haritalar çizip, hatta bazen karakterlere özel sözlükler oluşturup öyle oturdum masaya. Buna rağmen yazarken çok şey değişti. Yazmanın bir matematiği olsa da, yazma eyleminin tümden matematik işi olduğunu düşünmüyorum. Metin bazen kendi sesini arar. Bunu her şeyi ince ince planlamış bir yazara rağmen yapıyorsa, bir bildiği vardır diye düşünmek gerekir. Yani en başından yazacağım metinle ilgili her şeyi bilmeye çalıştım ama bilmeye haddinden fazla anlam yüklememeye de çalıştım. Sezgilere de pay bıraktım.”
“‘Bilmeye haddinden fazla anlam yüklememek’ ifadesi merakımı celp etti. Fazla bilmek, ya da öyle olduğunu düşünmek yazarın ayağına dolanır mı?”
“Başta kendisi olmak üzere herhangi bir şeyi haddinden fazla önemsemek, yazarın, insanın ayağına dolanır bence. Sezgiyle birleşmeyen bilginin, yazara ve metne katabilecekleri kısıtlı. Tabii ki bilmeyi, bilgiyi küçümsüyor değilim. Aksine, elbette bilmeliyiz. Sadece ne yaptığımızı anlamak için olsa bile bilmeliyiz. Ama yazarken, yeri geldiğinde bildiklerimizi unutmayı da bilmeliyiz.”
“Fazla bilgi belli bir otoriter tutumu beraberinde getiriyor mu sence? Yazarın okuruyla demokratik bir ilişki kurması gerektiğine inanıyor musun?”
“Bu sorunun cevabını iki bölüme ayırabilirim. Çünkü yazım süreci için ve yazdıktan sonrası için tamamen farklı düşünüyorum. Yazarken okuru mümkün olduğunca unutmaktan yanayım. En azından kendi adıma, böyle yapmazsam farklı kaygılara bulaşmaktan, yolumu şaşırmaktan korkarım. Fakat dosya yayınevine teslim edildikten sonra işler değişir. Metin artık yazarın değil,
okurun hakimiyetine geçer. Yazar istediği kararı versin, istediği manipülasyonu yapsın, okurun bilgi ve arzusu yönünde yeniden anlam bulur. Malum, her metin her yeni okur tarafından baştan yazılır.”
“Çalışma ve disiplin özellikle romancı için ne ifade eder?”
“Yazmak mekanik bir iş olmasa da kesinlikle disiplin isteyen bir iş. Mesela ben yazmaya başlamadan önce kafamda olgunlaştırıyorum hikâyeyi. Notlarımı alıyorum, gerekli okumaları yapıyorum, gerekiyorsa danışmanlardan destek alıyorum, farklı coğrafyalarda geçen ya da tarihsel bir arka planı olan romanlarda, seyahatlere çıkıyorum, röportajlar yapıyorum filan. Yazacağım dünyayı anlamak, oradan yola çıkarak romanın dünyasını kurabilmek için elimden ne gelirse onu yapıyorum yani. Bu arada neyi nasıl ve neden öyle yazacağım da iyice netleşiyor zaten. Ama romanın gerçekten içine girdikten sonra, yazarken esneyebilecek bir netlik bu. Yazmaya başladıktan sonra da o masanın başına her gün saatlerce oturuyorum. Bazı günler daha verimli oluyor, bazı günler daha verimsiz. Fark etmez, yazamadığım günler de evvelce yazdıklarımı okuyorum, geriye dönüp dille oynuyorum ama bir biçimde metinden hiç kopmuyorum. Öyle her yazdığına bayılan tiplerden de değilim. Her gün çalışırım, bir kelime için iki gün düşündüğüm olur, bir romanı ortalama yedi kere en baştan yazarım.”
“Yazdıklarına tapmamak neden gerekli? Bu bağlamda yazma eylemi huzursuz bir eylem midir?”
“İnsanın kendine hayran olması, başına gelebilecek en acıklı durumlardan biri çünkü. Kendinden nefret etmesi kadar yıkıcı. Yazarın kendini değil, hatta bir noktaya kadar belki yazdıklarını bile değil, ama yazma eylemini ciddiye alması gerektiğine inanıyorum. Ben kendi adıma kitabın bittiği anla değil, yazıldığı süreçle ilgilenenlerdenim. Son noktayı koyduğumda elbette büyük bir coşku duyuyorum ama asıl yazma motivasyonum, onaya ve beğeniye sunulacak bir ürün elde etmekten ziyade, bizatihi o süreci yaşayabilmekle ilgili. Bir derde binaen yazanlar için çoğu zaman metin bir neden değil, bir sonuç. Böyle bakınca yazı, daha iyisini arayarak, yeni yollar keşfetmeye çalışarak, bulmak için kaybederek, bile isteye labirentlere girerek, pek de ulaşılamayacak bir huzur uğruna huzursuzluktan geçerek ve her şey bittikten sonra bile şüphe duymaktan vazgeçemeyerek eşelendiğimiz bir oyun alanı. Belki hayatta bana en iyi gelen şey yazmak ama gene de bunun huzurlu ve neşe ihtiva eden bir eylem olduğunu katiyen iddia edemem.”
“Yazıyla çareler ürettiğini ya da yanıtlar bulduğunu düşünen değil de, soruların içinde oyalanan yazarlardan mısın?” “Oyalanmak biraz ağır oldu Irmak! :) Ama evet, aslında sanırım öyle yapıyorum. Anlatmak değil, anlamak için yazanlardanım. Doğru cevapları bulmaktan çok doğru soruları sormakla ilgileniyorum. Çareler üretme konusunda doğru insan olmayabilirim. Yani edebiyatın üreteceği en temel çare, okumanın kendi şifası dışında bir de birbirimizi anlamanın şifasıyla ilgili olabilir bence. Onun dışında ne biliyorum ki ne anlatayım? Çok çok anlamaya çalışabilirim. Hayatta genellikle cevaplar değişir, ama sorular aynı kalır. Varoluş serüvenimizde cevap aradığımız bilmece hep aynı bilmece çünkü. Bu yüzden ağırlığı kati bir cevap bulmaya değil, doğru soruları aramaya vermek de bir yöntem olabilir belki. Yazarak dünyayı kurtaramayacağımın farkındayım. Ama doğru soruların peşine düştüğümde, çözümün küçük de olsa bir parçasına yaklaşmış gibi hissedebiliyorum kendimi. Gene de anlamaya çalışmak yeterince büyük bir erek bence, gözüm çözümde değil. Ve sohbetin ilerleyen kısmında çapraz bir soruyla bana bunun tam tersini de söyletebilirsin. Çünkü cevaplar, sorunun soruluş biçimine, yerine, zamanına, cevap verenin anlık psikolojisine, o sırada karnının aç olup olmadığından, aşk acısı çekip çekmediğine kadar bir sürü şeye göre değişebilir. Velhasıl belki de bir soru üzerine kafa yormak, bir cevaba gönülden bağlanmaktan daha akıllıca olabilir.”
Remzi’de En Çok Satanlar (Temmuz 2016) KİTAP (KURGU)
1 2 Oz 3 Gözyaşı Konağı 4 Ela Gözlü Pars Celile 5 50 Muhteşem Kısa Hikâye 6 Senden Sonra Ben 7 Kırmızı Saçlı Kadın 8 Lontano 9 Bir Kadının Hayatından 24 Saat 10 Kürk Mantolu Madonna Havva’nın Üç Kızı
Elif Şafak, Doğan Kitap
Adam Fawer, April Yayınevi
Şebnem İşigüzel, İletişim Yayınları Osman Balcıgil, Destek Yayınları
Kolektif, Tefrika Yayınları
Jojo Moyes, Pegasus Yayınları
Orhan Pamuk, YKY
Jean-Christophe Grange, Doğan Kitap Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınevi Sabahattin Ali, YKY
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 2 Gerçek Hesap Bu! 3 Beyin Senin Hikâyen 4 Muazzam Muazzez 5 Incognito Beynin Gizli Hayatı 6 Büyüleyici Bağırsak 7 Galat-ı Meşhur - Doğru Bildiğiniz Yanlışlar 8 Küresel Terör ve Türkiye 9 Atatürk Sesleniyor 1 0 Bir Toplum Nasıl İntihar Eder Hayvanlardan Tanrılara Sapiens Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Ağustos 2016
Nejat İşler, Can Yayınları
David Eagleman, Domingo Yayınları Sedef Kabaş, Asi Kitap
David Eagleman, Domingo Yayınları Giulia Enders, Büyükada Yayıncılık
Soner Yalçın, Kırmızı Kedi Yayınevi Emre Kongar, Remzi Kitabevi Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi
A. M. Celal Şengör, Ka Kitap
Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Ağustos 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Yerdeniz Serisine Yeni Öykü Ursula K. Le Guin’in ünlü fantastik serisi “Yerdeniz”in ellinci yılı şerefine seriye bir öykü ekleniyor. İki yıl önce e-kitap olarak piyasaya sürülen “The Daughter of Odren” (Odren’in Kızı) “Yerdeniz” serisine ait tüm kitapların tek ciltlik yeni baskısına eklenecek.
Artık öykü yazmanın bile çok zamanını aldığını, bir roman yazmaya ise gücünün olmadığını söyleyen 86 yaşındaki yazar, “Yerdeniz”i yayınlamasının otuz iki yılını aldığını, onu olması gerektiği gibi tek bir hikâye olarak bastırmanın da bir on altı yıl daha sürdüğünü ama buna değdiğini de söylüyor.
alan bir film çekiyor. Kenneth Slawenski’nin “J.D. Salinger: A Life” (J.D. Salinger: Bir Hayat) adlı kitabından uyarlanan film, J.D. Salinger’ın kült romanı “Çavdar Tarlası Çocukları”nın yazımından önceki yıllara odak lanıyor ve kitabın yazılış sürecine ışık tutmayı he defliyor. Film okula uyum sağlayamayan, Eugeune O’Neills’ın kızına kur yapan ve Charlie Chaplin tarafından tartaklanan genç Salinger’la başlayıp, İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı günlerine, oradan da Salinger’ın yazarlık yıllarına değiniyor. Kaynak: Kara Buckley, The New York Times, 8 Temmuz 2016
Saddam’ın Romanı Eski Irak Başkanı Saddam Hüseyin tarafından yazılan “Defol Git, Lanetli” adlı novella ilk defa İngilizce olarak basılmaya hazırlanılıyor. Kitap 2016 Aralık’ında okurla buluşacak. Ülkemizde de yayınlanan kitap, günümüzden 1500 yıl önce Fırat Nehri kıyısında yaşayan ve bölgelerini zorla ele geçirmeye çalışan bir gruba karşı koyan bir kabilenin hikâyesini anlatıyor. Kitabın el yazmalarını Saddam Hüseyin’in kızı tarafından bulunmuş ve kitap ilk olarak 2005 yılında Ürdün’de basılmış, hemen akabinde hükümet tarafından yasaklanmıştı. Yasağın ardından ise korsan kopyaları tüm Ortadoğu’da elden ele gezmeye başladı. 2006 yılında ise Japon bir yayınevi, kitabı “Şeytan’ın Dansı” adıyla bastı. 2003 yılına kadar Irak’ta okullarda okutulan Saddam Hüseyin’in, “Yazar” mahlasıyla yayınladığı üç romanı daha var. Bunlardan ilki 2000 yılında yayınlanmış “Zabibah and the King” (Zabiba ve Kral), ikincisi 2001 yılında basılan politik roman “The Fortified Castle” (Güçlendirilmiş Kale), üçüncüsü ise otobiyografik öğeler de içeren “Men and the City” (Erkekler ve Şehir). Kaynak: Sian Cain, The Guardian, 11 Temmuz 2016
irmakzileli@gmail.com
Edebiyat Neye Yarar?
ZEYNEP ŞEHİRALTI
“Buffy the Vampire Slayer” ve “Gilmore Girls” gibi televizyon dizileriyle kariyerine başlayıp daha sonra “Empire”, “The Buttler” ve “Açlık Oyunları” gibi filmlerin senaristliğini yapmış olan Danny Strong, Amerika’nın özel hayatıyla en çok konuşulan yazarlarından J. D. Salinger’ın hayatını konu
IRMAK ZİLELİ
Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 15 Temmuz 2016
Dünyada Kitap Salinger’ın Hayatı Film Oluyor
Devrik Cümle
Margaret Atwood’dan Çizgi Roman Kanadalı yazar Margaret Atwood’un yeni projesi bir hayli ilginç; kendisi şu sıralar bir çizgi roman hazırlamakla meşgul. 9 Eylül’de okuyucuyla buluşacak olan “Catbird” (Kedikuş) yarı kedi yarı kuş olan bir süperkahramanın maceralarını konu alıyor. Tahmin edebi leceğiniz gibi bu karışım süper güçlerle çatışmaları ve kişilik sorunlarını da yanında getiriyor. Kanadalı çizer Johnnie Christmas ve renklendirmeci Tamra Bonvillain’ın hayat vereceği çizgi romanın gelirleri de Nature Canada öncüllüğünde yürütülen bir hayvan hakları projesine gidecek. “Catbird” Atwood’un çizgi romanla ilk tanışması değil. Kanadalı yazar 1970’lerde “Kanadian Kulture Komiks” adlı bir çizgi roman köşesi hazırlamıştı. Kaynak: CBC, 15 Temmuz 2016
Hint Yazara İyi Haber Yazdığı roman sonrasında aşırı sağ gruplardan tehditler alan ve bu tehditler üzerine yazın hayatını bıraktığını açıklayan Perumal Murugan’a Hint bir yargıçtan destek geldi. Yazar, “One Part Woman” (Bir Parça Kadın) adlı romanında bir kadının hamile kalmak için tartışmalı bir Hindu doğurganlık ayinine katılmasını anlatıyordu ve “Hindu âdetleri ve dini yazılara hakaret ettiği” gerekçesiyle aşırı sağcı Rashtriya Swayamsevak Sangh örgütü tarafından hedef gösterilmişti. Yazar hakkında suç duyurusunda bulunulmasını isteyen dilekçelere yönelik olarak Madras Yüksek Mahkemesi yargıcı Sanjay Kishan Kaul, Murugan’ın ifade özgürlüğünü savundu ve yazdığı 150 sayfalık hükümde fikirlerini şöyle dile getirdi: “Perumal Murugan korku altında yaşamamalı… Yazmaya ve edebi sınırlarını geliştirmeye hakkı olmalı. Başkaları onun kullandığı malzeme ve tarzını eleştirse bile yazdıkları edebiyata yapılan bir katkı olarak ele alınmalı…” Kaynak: Vidhi Doshi, The Guardian, 7 Temmuz 2016
Bazen siyaset çoğu zaman siyasetçi, güruhlar yaratıyor. Onun vizöründen baktığımızda yüzlerimiz buzlanmış gibi görünüyor. Kalabalıklar tek tek insanlardan oluştuğu halde birileri onu kütle halinde görüyor. Siyasetçi, insanları zihninde önceden ipoteklenmiş çekmecelere yığmayı seviyor. Bunda konjonktür marifetiyle oluşan kamplaşmaların da etkisi inkâr edilemez. Kendilik algımız böyle böyle biçimleniyor. Hangi kampa yazıldığımızı sorgularken yakalıyoruz kendimizi. Siyasetin borusu diğer sesleri bastırdığında kendimizi hiç alışamayacağımız bir kefe(n)in içinde bulmamız kaçınılmaz. Bizden matbuu bir anlatının figüranı olmamız bekleniyor. Bana “tuzu kuru” diyebiliriz ama bunlar aklıma “Edebiyat Ne İşe Yarar?” isimli kitabı getiriyor. Kitabın içeriğinden çok kapağındaki soru nedeniyle: Edebiyat Ne İşe Yarar? Siyasetin bireyleri bu matbuu anlatı içinde erittiği zamanlarda, edebiyatın o erimeye karşı insanın hikâyesini anlatmayı sürdürmesinin güçlü bir direniş olduğuna inanıyorum. Aslında bu, yalnızca edebiyatçıya has bir direnme biçimi değil. Boru öttürmeye gönül indirmeden, kendi halinde gerçekleşen ama giderek yayılan bir direniş kültürünün de parçası. Bu, “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabının yazarı Clarissa Pinkola Estes’in de bahsettiği kültür: "Bizim görevimiz bütün dünyayı tek seferde düzeltmek değil, ama onarım için dünyanın bir bölümüne ulaşabildiğimiz kadar uzanmak. Bir ruhun yapabileceği herhangi bir, küçücük ve sakin şey başka bir ruha yardımcı olabilir, bu zavallı acı çeken dünyada birine yardım etmek gayet yeterli olacaktır. Dramatik bir değişim için gerekli olan; bu davranışı arttırmak, arttırmak ve daha çok ekleyerek devam etmektir." Dilerseniz bana “çok bilmiş” de diyebilirsiniz ama edebiyatçı dünyayı değiştiremez. Zaten hiç kimse dünyayı değiştiremez. Bir parti, bir siyaset, bir ülke lideri de dünyayı değiştiremez. Dünya bu şekilde değişmez. En azından son birkaç bin senede öyle değişmedi. (Tekerleği bulan arkadaşa haksızlık etmemek gerek tabii.) Öte yandan sık sık karşılaştığım, “Edebiyatın toplumları dönüştürme gücüne inanıyor musunuz” sorusuna bugün çok daha kararlı bir biçimde, “evet” diyorum. Ama bu soruyu sorarken sizin zihninizdeki “dönüştürme gücü” ile benim zihnimdeki örtüşmüyor olabilir. Ben, edebiyatçının da görevinin “bir ruhun başka bir ruh için yapabileceği herhangi bir küçük ve sakin şeyi yapmak” olduğuna inanıyorum. Bu, yazarın kendisi için de yaptığı bir şey olacak. Çünkü ancak böylelikle kişi kendini büyümsemekten kurtulabilir ve bu, bir insan için az şey değildir. Ursula Le Guin’in “devrim yapamazsınız, devrim olabilirsiniz” sözünü de buraya ekleyebiliriz. Devrim yapmanın kibrinden kurtulmak için devrim olmak gerekir. Ancak bu şekilde büyük ve gerçek bir anlatının parçası olabiliriz. Bu anlatının diğerinden farkı şudur ki, küçük küçük hikâyelerden yaratılmış olduğunu hiçbir zaman unutmaz. O, hikâyelerin zaman içinde birikmesiyle kendiliğinden oluşmuştur. Bu son derece demokratiktir. Edebiyatçı da böyle demokratik bir bütünün parçası olduğunu hep hatırlamalı, anlatının tek yazarı olduğu vehmine kapılmamalıdır. Bugün bize dayatılan çekmeceler, tribünler, kamplar karşısında “edebiyat ne yapabilir ki” diye soranlar var. Bu soruyu zaman zaman ben de soruyorum. Yazının başından beri yanıtın etrafında geziyoruz; insanı tek bir anlatının içinde sıkışmaktan kurtaracak şey, hem kendisinin hem de ötekilerin hikâyelerine sahip çıkmaktır. Farklılıkları yok saymayan, dahası bu farklılıklar sayesinde var olan başka bir anlatının parçası olabilmek. Edebiyatçı, inatla ve ısrarla kütlenin içindeki insanı arar, ne yapar eder onu bulur ve biricik olanın hikâyesini yazar. Bir başkası, bir başka yerde yoksul bir insanın karnını doyurur. Diğeri hasta bir hayvanı iyileştirir. Ve bunları yaparken eylemini küçümsemez, çünkü küçümsemek büyüklenmekten gelir.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2016
KARİN KARAKAŞLI:
“Sevgi Aslında Politik Bir Eylem” Söyleşi: NEŞE PELİN KAYA, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)
Bir yerden sonra da anlatıcı ‘ben’in kendi yolculuğuyla Asiye Kabahat’e dönüşmesi de var. Hatta kurgunun kendi içine yazılmayan bir romanı dâhil edişi de var. Dolayısıyla türler arası gidip gelen bir durum var. Nereye kadar hayat kurgulandığı gibi yaşanır nereye kadar yazıldığı gibidir? Edebiyat olanca egemen haliyle bütün hayatı kapsayabilir mi? Yoksa en büyük kurgu hayat mıdır? Bunlar benim bitmeyen sorularım aslında. O nedenle de kitap bir miktar bu sorular ekseninde o anlatıcı ‘ben’ üzerinden şekillendi.”
“Aslında bir paralellikten bahsedilecekse en çok Tezer Özlü metinleriyle ilişki kurduğunuzu söyleyebiliriz. Bitmez yolculuklarda geçmişe dönüşler, epigrafların etkisiyle de belki, onu hatırlatıyor.”
“Bu kitap özelinde öyle oldu. Tezer Özlü sadece edebiyatıyla değil ruhuyla da hayatımda olan bir insan. Her edebiyatını takdir ettiğin yazarla da böyle bir bağ kurarsın diye bir şey yok. Sevgi Sosyal ve Tezer Özlü; duruşları, kadınlık halleri, hesaplaşma yolları, kendilerine ait ikisinin de çok farklı mizahı ile benim için böyledir. Bu kitapta alıntıların pek çoğu ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’tan. Ben yollardayken yolculuk fikriyle de çok ödeştim. Giderken aslında kendinden de mi gidiyorsun? Yolculuk bir yere varmak mıdır yoksa yolun kendisi midir? Bu kitap, ‘Yaşamın Ucuna Yolculuk’un doksanlı yıllarda ve iki binlerde çok yoğun kimlik politikası eksenli versiyonu gibi oldu. Şiirlerden bağımsız, metin olarak en fazla alıntıladığım da Tezer Özlü’ydü ve bana yoldaş oldu bu kitapta.”
“Kitabın en temel noktası Hrant Dink’in ölümü, öldürülmesi oluyor. Anlatının dönüp dolaşıp geldiği yer sizin bu acıyla yazı aracılığıyla başa çıkma süreciniz. Bu, kitabın biçimini de belirliyor sanırım.”
“Yazıyla hesaplaşma hatta yazamama halini kabullenişim 2008 sonrası oldu. Ben üretken bir yazar olarak görülüyorum. Parça işlerde özellikle o dönemde antolojilere, bağımsız öyküler yazabildim; şiir kitapları, çocuk kitapları çıkarabildim. Bunlar o alanların sana dayattığı kurallara yaslanabilmektendi. Bütünlüklü bir kitabın çıkmadığını aslında sadece ben biliyordum. Her şey parça parçayken bunu yapamıyordum. Bu kitap da
başlangıçta bir word dosyasına alınmış notlardı, yıllar yılı da sadece notlar halinde kaldı. İyi bir okur fark edecektir, epigraflarla birbirine eklemlendi. Bütün metinlerin bağımsız olarak birbirine canhıraşça bir el uzatıp, ha gayret devam etme hali var. Açıkçası bendeki hissi bu. Dolayısıyla Hrant Dink’in öldürülüşüne değil ondan sonraki sürece odaklandım. O dönem hissettiklerimi yaşadıklarımı, o dönem tanımadığım bütün insanların yas ve şifa bulma hallerine denk gelebilmesini ümit ederek yazdım. Çünkü kişisel bir hikâyenin bu kadar kalabalık bir dünyada fazla bir ehemmiyeti olacağını düşünmüyorum. Bencil tınlayan bir ‘ben’le benim hiçbir alıp vereceğim yok. Hayatımda Hrant Dink’in yeri ve üzerimdeki emeği çok ayrı ama Türkiye yakın tarihinde oluşturduğu milat da var. Edebiyat aracılığıyla, onların da bir nevi kayıt tutuculuğuna sığınmak istedim. Çünkü zaten bize her an yaşadığımız gün yalana dönüştürülerek bir düzen dayatılıyor. Edebiyatın yazarın hayal dünyasını onun edebi dilini yansıtması dışında bu tip coğrafyalarda tarihin bizden esirgendiği ya da inkâr edildiği yerlerde gayri
konulması gereken bir iyilik. Sözü nasıl, hangi amaç için kullandığınla ilgili. Dili neye dönüştürdüğünle ilgili; çünkü dil dönüşebilen bir şey. Bu anlamda bir sözle ödeşme hali; çünkü hepimizin öfkeye nefrete sarılacak türlü gerekçesi var. Hatta bunu yapmadığımız oranda mucizevi insanlarız. Ben sözün iyi gelmesine inanan bir insanım. İyi gelsin istiyorum. Gaye bu olunca kendinden başlıyorsun, başkasına söylenebilecek büyük cümlelerden, nasihatlerden, koca genellemelerden imtina ediyorsun. Önce kendine dönüyorsun.”
“Son dönemde edebiyatımızda aforizma ön planda, belki sosyal medyanın da etkisiyle. Sizin metinlerinizde böyle ifadelere rastlamıyoruz. Bu aforizma meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz”
“Çok oyunbaz bir hayat var. Çabucak değişebilen canlılarız. Tanıma halimiz hiç bitmiyor ki! Mutlaka bir yerden kendimize dair bir şey keşfediyoruz. Ben kısa, öz cümleleri çok önemsiyorum. Onları söylemek büyük aforizmalardan daha zor. Sadeleşmeye çalıştıkça daha fazla tökezliyorsun. Bayağılaşmayan bir sadelik çok zor.”
Nereye kadar hayat kurgulandığı gibi yaşanır nereye kadar yazıldığı gibidir? Edebiyat olanca egemen haliyle bütün hayatı kapsayabilir mi? Yoksa en büyük kurgu hayat mıdır? Bunlar benim bitmeyen sorularım aslında. O nedenle de kitap bir miktar bu sorular ekseninde o anlatıcı ‘ben’ üzerinden şekillendi. resmî tarihin kaydı olma gibi bir misyonu da var. Bunu kendine dert ediniyorsa yazara sağladığı böyle bir olanak var. Ben kendime gerçekten dert edindiğim için bu zamanların kaydını da tutmak istedim.”
“Anlatıda dikkat çeken noktalardan biri de isimler. Başlangıçta Karin adı üzerinde duruyorsunuz sonra o Asiye Kabahat’e dönüşüyor. İsimler üzerine kafa yordunuz mu?”
“Çünkü yazının ve sözün böyle bir gücü var. Kimse çok masum değil. Ben de yeri geldiğinde sözü bir silah gibi kullanabilmeyi biliyorum ama bunun yarattığı tahribatı da biliyorum. Yani durduk yerde iyi olunmuyor. İyilikle de benim hep bir derdim var. İyi insan olma hali hep küfür gibi hissettirilir. O iyilik; emek isteyen, irade
“Ben seviyorum isimlerin hikâyesini. Sözlük karıştırmayı, mitolojiyi, hikâyeleri severim. Eskimeyen, zamanın bizden alamadığı hâlâ anlatılmaya ihtiyaç duyulan her şey gibi, isimler de böyle. İsimlerimiz kaderimizi belirliyor noktasına gelmeyeceksem bile gerçekten bir etkisi olduğuna inanıyorum. Bir de kendini adlandırmaya kalkıyorsan ilan ederek ya da sadece kendinin bileceği şekilde, bu artık başka bir ‘ben’e dönüşeceğinin akdi, taahhüdü olur. Mutluluklardan doğmayız da ağırlıklı
“Böylece bu kitap tarihe tanıklık ederken hem yazarı hem okuru için bir şifa bulma sürecine dönüşüyor. ”
Ağustos 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
olarak acılardan, aldığımız derslerden doğarız. O doğduğumuz anların bir nişanesi gibi oradan anlatılabilecek ve daha fazlamıza dokunabilecek hikâye olduğunu düşünüyorum. Yine aynı şeye, şarkının gücüne geliyor. Şarkı, zamanı da mekânı da insanların sıkı sıkıya sarıldıkları kültürel, etnik, dini farklılıkları da aşan; seni yerle bir eden acayip büyülü bir şey. Yazı benim için şarkıya yaklaşabildiği oranda kıymetli. Çünkü düşünsene ben şu anda senle konuşurken de bir dil kullanıyorum, küfrederken de aynı dili kullanıyorum. Şarkı ne kadar özerk ve kendi içinde duruyor, resim keza öyle. Bu kadar kullanım altındaki bir şeyden o biricik, daha farklıyı yaratmak başka bir hikâye.”
“Kitabın adındaki Zeki Müren göndermesi, onun tüm o şaşalı kıyafetleriyle toplumun her kesimince benimsenmesine ve şarkıların gücüne işaret ediyor sanırım. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?”
“LGBTİ hareketi içerisinde özellikle ∄ki kitapta da yansımaları var∄ kendini yeniden doğur diye bir ritüel var. Heteroseksüel dünyadan bağımsız, daha biricik bir özellik olarak öne çıkıyor. Trans arkadaşlar özellikle bunu çok iyi deneyimler. İki cinsiyetten birinin sınırları içinde durmayıp daha büyülü bir yaşamı tercih edenler bunu bilir. Kendine ad vermek o kadar da kolay bir şey değil. Kendine ad verip sonra o adı bir şekilde kabul ettirmek ya da öbürünü ardında bırakmak zor. Zeki Müren de hem hayatındaki duruşu hem de sahneye getirdiği özellikleriyle önemli. Mesele cinselliğe ve cinsiyete geldiğinde o kadar riyakâr bir toplumuz ki! Bu çok ötede diye kodladığımız, diğer tüm kimliklerden yakın olan LGBTİ hareketinin hem politik mücadelesinden hem de tek tek bireylerinden öğrenecek çok şeyimiz olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ilhamların büyük kısmı doğrudan LGBTİ hareketine de dayanıyor.”
“Kitabın bir kısmını da basın açıklamaları, gazete haberleri, bildiriler ve başka kitaplardan parçalar oluşturuyor. Anlatı epigraflarla olduğu kadar bu katı gerçeklikle de birbirine bağlanıyor diyebilir miyiz?”
“Orada iki şey vardı, biri dediğin kayıt mekanizmasının içinde gerçeğe tutunma. Bütün bu bilgi kalabalığı ve sağanağı altında belki dikkatimizden kaçan ya da bu kitabın kendi kurgusu içinde bambaşka bir çerçeveden görebileceğimiz kayıtlar, basın açıklamaları, makale alıntıları, kimi telefon konuşmaları yer aldı. İkincisi de çok üzerinde durduğum dilin farklı kullanımları idi. Ben yazının farklı türlerini denemekten ve onlardan beslenmekten çok mutlu olan bir insanım. Hem gazeteci hem yazar olmaktan gelen iki dili birbirinden ayrı tutma mücadelem, bu kitapta dönüp dolaşıp ‘Dil nelere dönüşebilir?’ sorusuna dayandı. Dil içinde ne gibi olanaklar barındırır ya da hangi kalıplara hapseder? Bunları göstermek açısından da çarpıcı geliyor.”
“Kitapta anlatıcıdan ‘içimdeki kadın’ diye bahsedilirken birden anlatının orta yerinde, gelip kendini dayatan Thomas, ortaya çıkıyor ve kurmaca için diretiyor. Belki başka bir kitap için kurgulanmış hikâyesini bu kitabın içine yerleştiriyor.”
“Ben gelip yazarından hesap soran Thomas’tan, başka bir roman için kurguladığım Thomas’a göre çok şey öğrendim. Onun gerçekten eve gelip beni sarsması, hesap sorması gerekiyormuş. Kitapta okurken gerçekdışı gelmiyor. Dolayısıyla kitap, aynı zamanda neyin nereye kadar gerçek neyin nereye kadar kurgu olduğunu, akıl oyunları soğukluğuna kaçmadan sorgulama ve sorgulatma imkânı da verdi bana. Hakikat, yalan ve kurguyla ∄tek başına olmadığımdan emin olarak∄ çok ama çok büyük derdim var. Sadece edebiyatçı falan olduğum için değil bizatihi hayatın içinde her günümüzde, bizden gerçeklik alınmaya çalışıldığı için. Bu nedenle de öfke, acı, infial gibi duygulardan çok delirme gibi bir tehlikeyle somut olarak karşı karşıyayız.
“Thomas ve annesinin hikâyesi pekâlâ ayrı bir kitap olarak da basılabilirdi. Neden bu anlatıya dahil ettiniz?”
“Bu çerçeveyi arzu ettiğini düşündüm Thomas’ın. Fotoğraflarda vardır ya poz vermenin kendisi kadar arkası da önemlidir. Arka plan olmayan o arka, o bakış, o perspektif, o çerçeve ile Thomas’ın buraya geleceği vardı. Kendi hikâyesini, bu anlatının içerisinde önü ve arkasıyla tıpkı hayattan bir kesit gibi sunmak istiyordu. O bölük pörçüklük bana çok gerçekçi geliyor. Hayatı da insanlarla ilişkilerimizi de biz böyle parçalı yaşıyoruz. Çok sevdiğimiz insanların kimi zaman ya da çoğu zaman düşündüğümüz kadar yanında olamıyoruz. Kendimizi türlü rutinlerin içinde buluyoruz. Bir an yanaşıyoruz sonra tekrar hayat alıp götürüyor. Bu akış içerisinde Thomas da kendine bu kitabı seçti.”
“‘Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz’ özelinde ben biraz hayatın gerçekliği karşısında pes etmiş bir yazar gördüğümü söyleyebilirim.”
“Öyle aslında. Kitabın ilk bölümlerinde de var, ses ‘Hayat edebiyata beş basarmış,’ diyor. Melek de çıkıp diyor ki ‘Sen altıdan başla’. Hayatın kudretini kabullenip teslimiyeti o noktaya koydum. Bunun yanında hayata “Sen kudretlisin ama ben de bu muktedirlik hikâyesinden başlar, zaaflarına kadar inerim,” deyip, yine o noktadan meydan okumak istedim. Hayata, ‘Sen de edebiyattan etkilenmiyor değilsin, hoşuna gidecek şeyler elbette vardır,’ deyip kurgumu oradan başlattım. Yani kabullenip, kimi zaman yelkenleri indirip pes ettim ve tam da oradan tekrar ayağa kalktım. Ben o düşmelerin önemine inanan bir insanım. Bazen düşmekten daha büyük bir yükselme hali yok. Kemiklerin sızlar, dibine kadar inersin ve aslında o noktada bütün kısa devrelerin de attığı için sen dünyanın en güçlü insanısındır. Bütün korkularını korkmuşsundur, kaybedeceğin hiçbir şey kalmamıştır, kendine ettiklerinin yanında başkalarının sana edebileceği bir şey kalmamıştır. Oradan ayağa kalkıp devam edersin, bunlar öyküye yakışan anlardır.”
“Sizin anlatılarınızın genelinde hayatı keşfeden saf, iyi niyetli karakterin bir noktada isyan ettiğini görüyoruz. Yazmak da bu isyanın neticesi mi?”
“İyi niyetin aptallıkla eş tutulduğu bir çağda yaşıyoruz. Dolayısıyla aptal değilsen ve iyi olmak çok iradeli bir çabansa ‘bir dakika arkadaş’ deme ihtiyacı hissediyorsun. Seçenekler belli o noktada. Sen de üzerine sıçrayan çamuru şöyle bir her tarafına sıvazlayıp oyuna dahil olabilirsin ya da o kirle pasla mücadelene devam edersin. Bu sefer de bir korunma zırhı gerekir. Bu kadar da herkesin seni yaralamasına imkân tanıyamazsın. Sevgi çok büyük bir emek ve aslında çok politik bir eylem. Seçtiğin kişilere yönelmeli; seçtiğin değerlere yoğunlaşmalı. Böylece büyüyebilirsin. Ben kitapta hayatın bitimsizliğinin de hissedilmesini istedim. Bu benim anlatmayı tercih ettiğim kadardı. Hayattan bir kesitti, hayatımdan bile değil. Aynı zaman dilimi içinde benim için çok kıymetli bambaşka insanlar da oldu, onların da
hikâyeleri bundan daha az kıymetli değildi ama bir tercih yapıyorsun. Çünkü üzerinde yoğunlaştığın bir mesele var ki zaten kurgu o. Anlatıcının ben dediği yerler bile bir yerden sonra Karin olmaktan o sebeple çıkıyor. Bu noktada bir okur Karin Karakaşlı olsa bunu şöyle devam ettirirdi diyorsa, hatta kendi hissiyatıyla dâhil olabileceği boşluklar hissediyorsa benden daha mutlusu yok. Çünkü ben çağrışıma da çok inanıyorum ve arzu ediyorum oraya birileri teyellensin. Çember genişlesin.”
“Son şiir kitabınız ‘İrtifa Kaybı’ 2015’te yayımlandı. Anlatılarınızın parçalı formunun şiirlerinizle bütünlendiğini söyleyebilir miyiz?”
“Doğru diyorsun aslında. Aynı insan yazdığından türler ne kadar farklı olsa da yine o meselen değişmediği için birlik oluyor. Şiir kendisi o kadar ayrıksı, özerk cumhuriyet gibi duruyor ki yazıda ne kadar parçalara teslim oluyorsam şiirde onların bütünlüklü bir akışta birbirini takip edişi önemli hale geliyor. Tek tek hiçbirinde dert yok aslında hepsi ayrı ayrı şiirler olarak duruyorlar. Peki ama bütün bu şiirlerden sırf sen onları yazdın diye şiir kitabı olmuyor. Orada kurgudan ziyade şiirin iç sesi önemli. Şiire sormak, ‘Sen kimle yan yana durmayı tercih edersin, derdin ne, senin yanına önüne arkana ne yakışır?’ demek gerekiyor. ‘Böyle bir şiir var mı?’ diye sormak, eğer oluşmamışsa beklemek zorundasın, onların bir kitaba dönüşmesi için. Şiirler birbirini çağırıyor ve bir yapı oluşturuyorlar. Öyle ki ondan sonra sen onları sarsamazsın. Tabii ki okur tek tek bir şiire, hatta bir şiirin bir dizesine odaklanacaktır. Bu şiirin ona tanıdığı bir armağan, hepimizin yaptığı. Bunun dışında bir akma halleri var ki aslında romanlardan bile daha zorlayıcı aslında.”
“Peki, şu sıralar yazdığınız bir şey var mı?”
“Metin olarak bir şey yok. Bir süre duracakmışım gibi geliyor. Yeni bir çocuk romanı teslim ettim. Yine o bahsettiğim özel alan olmalarından yararlanıp. Şu anda bir şeyler geldiğinde sadece şiir olarak geliyor. Muhtemelen bir süre şiir olarak gidecek. Bu benim nefes alma halim. Sadece şunu biliyorum, bir daha bir şey yazmak nasip olursa içinde anlatı falan olarak da ben olmayacağım. Bu benim ‘ben’le olan son hesaplaşmamdı. Bundan sonra daha farklı bir kurguya teslim olabilirim. Eğer anlatılması beni bu kadar sarsacak bir hikâye de varsa, yoksa sorun da değil bu da yetebilir bir süre ve şiirden devam ederim. Şimdi benim biraz, durma beslenme ve dolma zamanım.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2016
Murakami’den Yeni Roman Haruki Murakami kadar üretken yazar az bulunur. Ülkemizde de her yıl mutlaka bir ya da iki kitabı çevrilen Murakami, en az “İmkânsızın Şarkısı” ve “Sınırın Güneyinde Güneşin Doğusunda”da olduğu gibi derin bir aşkı anlatan yeni kitabıyla Türkiyeli okurun karşısına çıkıyor. Kitabın adı “Sputnik Sevgilim”. Yazdığı roman ve hikayelerle dünyanın en çok okunan yazarlar listesinin başında yer alan Japon Haruki Murakami, Japonya’dan bir Yunan adasına uzanan, üç kişiyi birbirine kenetleyen büyüleyici bir aşkın hikâyesini anlatıyor bu kez. “Ben âşık oldum. Şüphe yok. Buz soğuktur, gül kırmızı. Ve bu aşk beni sürükleyip bir yerlere götürmeye çalışıyor; öyle güçlü bir akıntı ki ondan kendimi korumam neredeyse olanaksız. Ama artık dönüş yok.” Bu cümleler herhalde hayatında bir kez âşık olmuş herkesin duygularına tercümandır. Murakami, okurun da bu aşkın akıntısına kendini bırakmasını sağlıyor. Özellikle finaliyle okurun kalbine dokunacağını düşündüğümüz roman, Murakami’nin önceki romanlarında olduğu gibi yine yalnızlık, cinsellik, gerçek ve rüya gibi kavramların etrafında bir kurgu oluşturuyor. Peki “sputnik” ne demek? Romanın adında geçen bu kelimenin anlamı: Yoldaş. Bir aşk hikâyesine daha güzel bir isim bulunabilir miydi, diye düşünmeden edemiyor insan. Anlatıcısının sürekli yalnızlığı sorguladığı bu hikâyede, “yoldaş” bir özleme mi, bir arayışa mı işaret ediyor, okur ona kendi karar verecek. “Sputnik Sevgilim”, Haruki Murakami, Çev: Ali Volkan Erdemir, 224 s., Doğan Kitap, 2016
Dört Dublinli Bir Kitapta Oscar Wilde, James Joyce, Samuel Beckett ve William Butler Yeats’i bir kitapta buluşturan ne olabilir? Yazınsal akrabalıkları mı, yoksa kişisel yakınlaşmalar mı? “Dört Dublinli” isimli bu kitapta, Wilde’ın Londra'da akrabası bulunmayan Yeats'i 1888 yılında, Noel yemeğinde büyük bir incelikle ağırladığı anlatılıyor. Yeats de, ahlaka aykırı davranışları nedeniyle Wilde hakkında bir dava açıldığında, yazara destek veren tanıklığıyla karşılık vermiş buna. Birkaç yıl sonra, Yeats gün doğumunda kalkıp Joyce'un trenini karşılamaya Euston Garına gitmiş; daha sonra Joyce'a iş bulmak için Londra'daki yayınevlerini birlikte dolaşmışlar. Beckett'in bıçaklanmasının ardından, bir hastane odasında Joyce'la Beckett arasında sessiz ama sevgi dolu bir iletişim yaşanmış. Kuşkusuz bu dört yazarın metinleri arasında da bir bağ var. Joyce biyografisiyle haklı bir ün yapan Richard Ellmann bu küçük, ama yoğun kitapta edebiyatın müthiş dörtlüsünün temel izleklerini karşılaştırmalı olarak ele alıyor. Yani elimizdeki kitap, bir edebiyat dedikodusu olmaktan öte. Hem metinler arası bir yolculuk, hem de edebiyatın bir dönemine dair ufuk açıcı, belki bir parça da imrendirici bir anlatı. Yeri gelmişken Ellmann’ın sadece Joyce değil, bu dörtlünün her biri hakkında yazdığı müstakil biyografi ve incelemeler olduğunu da belirtelim. Henüz Türkçeye çevrilmemiş olan bu çalışmaların da dilimize kazandırılmasını umutla bekliyoruz… “James Joyce - Samuel Beckett - Oscar Wilde - William Butler Yeats Dört Dublinli”, Richard Ellmann, Çev: Zeynep Çiftçi Kamburoğlu, 142 s., Alfa Basım Yayın, 2016
Hayat Futbolu Taklit Eder * PROF. DR. ACAR BALTAŞ
P
sikolojinin futbol ile ilişkisi denilince akla ilk gelen genellikle, bir psikoloğun, koçun veya yöneticinin soyunma odasında “motive edici” bir konuşma yapmasıdır. Medya da “... bir konuşma yaptı ve takımı ateşledi” başlığı atarak bu inancın pekişmesine neden olur. İnsanlar, başarının formülünü merak ederler, bu konudaki kısa ve kestirme yolları çok sever, onları başarıya ulaştıracak “sır”ın peşinde koşarlar. Bu nedenle, bir takımın geri dönüş yaptığı bir maçtan sonra en çok, “soyunma odasında ne konuşulduğu” merak edilir ve şehir efsaneleri üretilir. Futbol hayatın küçük bir modelidir. Heyecan dozu yüksek bir maçta, neredeyse bütün hayata yetecek kadar ders vardır. Ancak bunların farkına varmak için sahaya çıkan takımlardan biriyle kuvvetli bir duygusal bağ kurmamış olmak ve topu mümkün olduğu kadar az izlemek gerekir. Topu izlemek oyunun bütününe yönelik ayrıntıları –örneğin, saha içinde kaytaranları, arkadaşlarının emeğine ortak olanları, rakip meslektaşlarının emeğini çalanları, hakemi aldatanları– gözden kaçırmaya neden olur. Benzer şekilde, öncesini dikkate almadan sadece sonuçlara bakarak hayatı değerlendirmek de çok kere yanıltıcıdır. Çünkü hayatta ortaya çıkan her sonuç, daha önce yapılmış ve yapılmamış olan doğru ve yanlışların ürünüdür. Futbolda da top kendi kendine amaca (gol) ulaşmaz. Dikkatli bir göz, gol öncesinde her iki takım oyuncularının doğru veya yanlış yaparak doğurduğu sonuçları görür. Öğrenme ve gelişmenin en etkili yolu deneyimdir. Başarısızlık da en değerli öğretmendir. En çok başarısızlık duygusu yaşayan sporcular, rekortmen sporculardır. Onlar, ulaşılması zor bir sonucu elde etmek için birçok başarısız deneme yapmak zorunda kalmışlardır. İnsanların çoğu hayatta yaşadıkları başarısızlıklara çeşitli kılıflar bularak kendilerini rahatlatır, dış faktörlerin kurbanı olduklarına kendilerini inandırır ve böylece farkında olmadan yeni başarısızlıkların kapısını açarlar. Futbolun en güzel tarafı her 90 dakikanın sonunda performans değerlendirmesi yapmak için eşsiz bir fırsat sunması ve görmek isteyene “daha farklı ne yapılması” gerektiği konusunda yol göstermesidir. Ancak ülkemizde olumsuz sonuçlardan “hakem, federasyon, medya, malum (her kimse) dış güçler” sorumlu tutulur; böylece başarısızlıkta sorumluluğu olan herkes rahatlar ve sorunları aşmak için farklı bir yol düşünmeye ve denemeye gerek duyulmaz. Futbol Türkiye’de çok sevilen ve profesyonel seviyesi için ülke imkânlarına göre orantısız kaynak ayrılan bir spordur. Ancak istenilen sonuçlar bir türlü alınamamakta ve yakın gelecek için de, durumun değişeceği yönünde bir işaret görülmemektedir. Ülkemizde başarı için kullanılan yöntem, yüksek prim vaat etmektir. Ancak gerçekçi olmayan yüksek ödüllerin verilmesi, doğal olarak, uğruna mücadele edilen amacın değersizleşmesine ve bireysel sporlarda doping, takım sporlarında ise şike gibi dürüst olmayan yollara sapılmasına neden olmaktadır. Bugüne kadar yaptığım çalışmalarda gerek üst düzey sporcularda, gerekse futbol antrenörleri gelişim ve lisans kurslarına katılan eski futbolcularda gördüğüm, bütün başarısızlıkların kurban yaklaşımıyla değerlendirildiğidir. A Milli Takım dü-
zeyindeki bir futbolcudan duyduğum şu söz durumu özetleyebilir: “Hocam sen maçın sahada mı kazanıldığını sanıyorsun?” Antrenör gelişim ve lisans kurslarında yürüttüğüm “genç sporcularda karakter gelişimi” programında katılımcılar, ülkede futbolun istenilen seviyede olmamasını “ortama, yöneticilere, medyaya, seyircilere”, kısaca kendileri dışında her şeye bağlamışlardır. Buna karşın, aradıkları birçok sorunun cevabını bulmaları muhtemel olan oturumlara, not almak için herhangi bir şey getirme ihtiyacı duymamışlardır. Genç sporcular para ve şöhret kazandıklarında bütün sorunlarının çözüleceğine inanırlar. Oysa aynı yoldan geçmiş ve futbolu bırakmış ağabeyleri esas sorunun bundan sonra başladığını bilir. Ne yazık ki, onların kendilerinden öncekileri dinlemediği gibi, kimse de onları dinlemez. Herkes kendi yanlışlarını yaparak hayatı öğrenmeye çalışır. Oysa insan ömrü, bütün yanlışları yapacak kadar uzun değildir. Bu nedenle başkalarının yanlışlarından öğrenmekte yarar vardır. Bunu sağlamak için, karakter gelişiminini, genç sporcu gelişiminin bir parçası olarak görmek ve bu konudaki çalışmalara altyapıda başlamak gerekir. Barcelona Futbol Takımı’nın altyapısı olan La Masia bu konudaki en iyi örneklerden biridir. La Masia’daki bir genç sporcuyu Barca’nın birinci takımına yerleştirmek yaklaşık on yıl alır ve La Masia’daki antrenörlerin hepsi gelişmeyi aceleye getirmenin kaliteden ödün vermek anlamına geldiğini bilir. La Masia’nın eğitim sisteminin ilginç özelliklerinden biri, gün içinde futbola ayrılan sürenin sadece 90 dakika olmasıdır. Bu süre içinde koçlar top kontrolü ve taktik eğitimi verir. Günün geri kalan bölümü genç zihinleri eğitmeye ayrılır. Bu eğitimin içinde saygı, sorumluluk, adanma, disiplin ve alçak gönüllülük temellerine dayanan olumlu tutum ilkeleri ve değer gelişimi yer alır. Her sorunun hızlı, ucuz ve kolay bir çözümü vardır ve böyle bir çözüm –tıpkı ülkemizde yaşandığı gibi– bir sonraki daha büyük sorunun temel sebebini oluşturur. Bu nedenle Bill Beswick’in bu kitabında başarı için basit ve hemen uygulanabilecek bir sır aramamak gerekir. Elinizdeki kitap psikoloji disiplininin bir takımın başarısında ne denli önemli olduğunu gösteriyor. Beswick’in kitabı sadece sporcular için değil, ekiplerini ve genç oyuncularını geliştirmek isteyen çağdaş ve aydınlık spor psikologları, antrenörler, spor doktorları, beden eğitimi hocaları ile genç sporcuların anne ve babaları için de bir rehber işlevi görüyor. “Odak Noktamız Futbol”, okuyucularını bir yolculuğa çıkarıyor. Ülkemizin aydınlık spor geleceğini oluşturacak her okuyucu için bu yolculuk büyük önem taşıyor. Dileğim okuyucuların kazanacakları bakış açısıyla, genç sporcuların potansiyellerini sadece performanslarına değil, ondan daha da önemli olarak, yaşamın bütününe yansıtmaları için yol göstermeleridir. Böylece onların ışığından ilham alan gençler, sadece iyi bir sporcu olmayacak, aynı zamanda bulundukları topluluk içinde bütün hayatları boyunca “iyi vatandaş” olarak sorumluluk üstlenecek ve kurban rolünden çıkıp, kaderlerini ellerine alacaklardır. “Odak Noktamız Futbol”, Bill Beswick, Çev: Engin Süren, 304 s., Remzi Kitabevi, 2016 * Kitabın sunuşundan alınmıştır.
Ağustos 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Çürümenin Öyküsü: 1990’larda Medya ADALET ÇAVDAR
Ç
ok yaşlı sayılmam henüz ve hayatımın kalanını iyi niyet ve güzelliğin serpildiği bir dünyada yaşamayı, ne işe yaradıklarını yeni yeni anlamaya başladığım peri masallarından birini anlatabilmeyi arzu ediyorum. Dünyayı hiçbir siyasetin parçası olmadan vicdanımla kavramaya, anlamaya çalışıyorum. Okuduklarım, gördüklerim ve işittiklerimle… İnsanın insana ettiklerine dair okuduklarım kalbimi sıkıştırıyor ve ciğerimi acıtıyor. Ötekinin ötekiye duyduğu öfkeden korkuyorum. 1990’lara dair yaşanmış öyküleri okurken de hissiyatım bu. 2013’ün yazında hep beraber yan yana durmanın ne demek olduğunu anlamıştım ilk kez. Nâzım Hikmet’in “bu memleket bizim” dizelerinin gerçek olduğunu hissetmiştim. Aynı zamanda yıllardır bildiğim, ama artık büyük şehirlerde ve ülkenin batısında yaşayan bizlerin de başımıza gelen bir şeyi yaşayarak öğrendim; televizyon ve gazeteler bağıra çağıra yalan söylüyorlardı. Sokakta olan bizlerin gördüklerinden bambaşka şeyler yansıyordu ekranlara, manşetlere. Topluca yalana durmuştu medya. Taraflı olmayan, olanı olduğu gibi anlatan, hikâyeye istediği gibi şekil vermeden anlatan tek bir yayın yoktu… Sosyal medyada isteyen istediğini yazıyor, isteyen istediğine inanıyordu ve insan kendi yaşadığını bile bilemez oluyordu. “Bu memleket bizim”den “çok yalnızız” hissiyatına geçmem uzun sürmedi. Yıllardır gazetecilik yapan Burcu Karakaş’ın İmge Yayınevi tarafından basılan yeni kitabı “Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın: 1990’lı Yıllarda Gazetecilik” kitabı aslında her daim başımızda, içimizde ve aramızda olan bir belaya odaklanıyor; medyanın saygınlığını ve inandırıcılığını nasıl yitirdiğine. Ayşenur Arslan, Celal Başlangıç, Mete Çubukçu, Mehmet Y. Yılmaz, Doğan Akın, Ruşen Çakır, Nurcan Akad, Ragıp Duran, Rıdvan Akar, Özcan Sert, Tuğrul Eryılmaz söyleşilerinden oluşan kitap, 1990’lardan bugüne Türkiye’de medyanın nasıl bir işleyişe sahip olduğunu anılarla, ayrıntılarla, yorumlarla aktarıyor okuyucuya. Gazetecilerle röportajlar; barış süreci hâlâ devam ederken, ana akım medya savaş çağrıları yapmaya başlamadan, Cizre, Sur ve Silopi’de çatışmalar ve sokağa çıkma yasakları yaşanmadan önce yapılmış. “Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın” başlığı 1990’lı yıllarda medyanın Kürt meselesini anlamaktan ve anlatmaktan ne denli uzak olduğunun öyküsü. Büyük medya patronlarının meseleye ve bölgeye bakış açılarını, istihdam ettikleri gazetecilerin gözlemleri ve yaşanmışlıklarıyla anlatıyor. Karakaş kitabını “‘Ben bu kurşun sesini nerde olsa tanırım’ diyen barış elçisi Tahir Elçi’ye, özlemle” ithafıyla başlıyor. Tahir Elçi’nin eşi hepimizi çeşitli kurgular yaptığımız, ama gerçeğin ne olduğunu bilmediğimiz şu günlerde sosyal medyadan bir açıklama yaparak “Bir ihtimal, eşimin katilini gözaltına alırsanız sakın işkence yapmayın, işkenceye karşı ömrünü adamış birinin katili bile adil yargılanmalı” diyerek gösterdiği duruşuyla aklımızın orta yerine bir kere daha insanlığı kazıdı. Kitabın önsözüne Gezi günlerini hatırlatarak başlıyor Burcu Karakaş, o günlerin medyada yer aldığı halden ve gerçekte olanlardan bahsediyor. İnsanın bazen kendini yaksa dahi sesini duyura-
adaletcavdar@gmail.com madığı çaresizlikten ve kendini ateşe atan kimilerinin isimlerini asla unutamayacakları, kimilerininse isimlerini bile hiç duymadığı çocuklardan. Gezi’de birçoğumuzun ilk defa karşılaştığı iktidar/polis/devlet şiddetinin yıllardır bu ülkenin topraklarına nasıl, ısrarla işlendiğinden söz ediyor. Çocuklarının kemiklerini bile bulamayan annelerden sonra. Ana akım medyanın “milli basın” olma hevesiyle bugünkü haberciliğin ilk tohumlarını nasıl attığına değiniyor. Bu ülkenin birçok haline gazeteci olarak şahitlik eden insanların anlattıklarından anlıyorsunuz ki ilk taşı atan, insanları “onlar ve bizler” diye ayıran taraflardan biri medya. Bu dil, “yukarıdan" gelen telefonlarda değişen iktidar/devlet dili aynı zamanda. Halkın tepkilerinin olduğu durumlardan da bahsediliyor, ama kim ne dersin, hangi haberde hangi tamlama ve kelimelerin kullanılacağına başkaları karar veriyor. Öyle ki bölgede gözle görülen olayların aktarıldığı haberler bile büyükşehirde yazı işlerinin masasına geldiğinde tamamıyla bambaşka bir şekilde ve istenilen dilde yazılıp altında imzayla yayınlanabiliyor. Kitapta uzun uzun konuşulması gereken yığınla mesele var. Bunlardan biri de gazeteciliğin ciğerinin nasıl söküldüğü. Haberin kaynaklardan doğrulanmadan, 5N’sini 1K’sını sorgulanmadan, sadece insanların görmek istedikleri şekilde yayınlanması örneğin. Muhalif medyada çalışan insanların ana akım iktidar yanlısı kuruluşlarda çalışan insanlar tarafından nasıl görüldüğü. Bir gazeteci öldürüldüğünde meslek kuruluşları bu cinayetin hesabını sorup sormayacaklarına en son hangi gazetede çalıştığına bakarak karar verebiliyorlar mesela. İnsanın tüyleri diken diken oluyor, çünkü en vicdanı hür ve en tarafsız olunması gereken mesleğin bu kadar taraflı ve vicdansız icra edilmesini anlayamıyor insan. Öte yandan medyanın bu hali, Türkiye toplumunun komplo teorilerine neden bu denli açık olduğunu açıklıyor: Gerçekleri öğrenemeyeceğiniz bir yerde herkes hep en kötü ihtimale inanır. Halen serbest gazeteci olarak çeşitli yayınlarda yazılar yazan ve röportajlar yapan Burcu Karakaş, Marmara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra Boston Üniversitesi’nde gazetecilik ve Ortadoğu üzerine aldığı yüksek lisans eğitimini “Devlet Söyleminde Kürt Meselesi: Diyarbakır Askeri Cezaevi Üzerine Bir Çalışma” başlıklı teziyle tamamladı. Yurtdışında başladığı gazetecilik mesleğine Türkiye’de devam eden Karakaş, çeşitli basın ödüllerine de layık görüldü. 2013 yılında Bawer Çakır’la birlikte kaleme aldığı “Erkeklik Ofsayta Düşünce” adlı kitabı İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. “Manşetleri Gör Aklını Kaçırırsın: 1990’lı Yıllarda Gazetecilik”, Burcu Karakaş, 156 s., İmge Kitabevi Yayınları, 2016
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Gelecek, Gelecek mi? Ne zamandır onun, Uğur Kökden’in yazınsal emeği üstüne bir şeyler yazmak istiyordum. Geçenlerde Kuzguncuk, Çınaraltı’ndaki kahvede buluşup eski günlerden konuştuk. Ataol Behramoğlu’nun “Cumhuriyet” gazetesindeki inceliklerle dolu yazısı da kışkırttı bu arada. Yeni kitabını edindiğimde ise 25 yıllık bir yaşantı yumağı çözülüverdi birden. Ah akıp giden günlerimiz… 1990’ların ilk yılları olmalı. Şişli Belediye Başkanı Fatma Girik’in yardımcısı Uğur Ağabey. Yeni tasarılarından söz ediyor her karşılaşmamızda. Nihayet Şişli postanesinin daracık sokağını Kitapçılar Çarşısı yapmayı öneriyor belediyeye. Kabul görüyor. Biz bir avuç kitapsever onun özendirmesiyle o sokağa doluşuyoruz. Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya... Sonuç hüsran elbette... Açılan işyerleri kısa sürede el değiştiriyor. Zaten belediye yönetiminde bu projeye sıcak bakan yalnızca Uğur Kökden… Uğur Ağabey içindeki bu kitap sevgisini “Tiksinti Çağı” olan ilk kitabından bu yana tüm denemelerinde de sürdürdü hep. Yeni kitabı “Yüzler, Gizler, İzler”de (YKY, 240 sayfa, Mart 2016) bu kokuyu duyumsamamak elde değil. Üstelik yakınlık duyduğumuz edebiyatçılar, sanatçılar hep aynı: Tolstoy, Andre Malraux, Albert Camus… Tevfik Fikret, Tanpınar, Refik Halit, Nermi Uygur… Ve daha niceleri... Malraux’nun anılarını (“Karşı Anılar”) ara ara hep okurum. Çetrefilli bir metindir. Tıpkı felsefe kitapları gibi… Onun üslubuna uygun bir Türkçeyi keşfetmek ancak Attilâ İlhan’la mümkündür diyorum. “Umut” ve “Kanton’da İsyan” bu anlamda, yani çeviride birer başyapıttır. Malraux okumalarım ayrı bir öyküdür aslında. Attilâ İlhan ustanın deyimiyle söyleyecek olursam, hepsi ve hepsi birer sarsıla sarsıla okumadır benim için. Ve de tüm Malraux tutkunları için. Albert Camus ise insana bakışıyla hep güncel kalacak bir yazardır Uğur Kökden’e göre. İnsan psikolojisinin derinliklerini onun metinleriyle keşfetmeye başlarız. Zorlandığımız anlarda hep şu bilinen efsane aklımıza gelir. Onu örnek veririz kendimizi anlatmak için. Bir işi bitirmek için uğraşırız ve kendimizi bu mitolojik kahramanla özdeleştiririz. Bu arada Sartre-Camus çatışmasına da eğiliriz. Bunları Uğur Ağabey’le konuşmak öğreticidir. Keşke kaydetseydik diye pişmanlık duyarız, yeni buluşmalara yelken açarken… Bakın bu konuda ne diyor Uğur Kökden: “Denemenin elindeki biricik silah, gerçekler! Özellikle de, çağın temsil ettiği tehlikeler karşısında sahip çıkmamız gereken o tek ve etkin silah! Deneme, günceli ve gündeme yığılıp duran sorunları tartışmak, sorgulamak zorunda. Bu denemelerde, geçmişin olayları –söz konusu yazarlar aracılığıyla– hep bugünün bağlamına diziliyor ve günümüz yaşamının bir parçası durumuna geliyorlar. Aynı zamanda, insan serüveninin doruk anları ve doruk kişileri de –elbet, sanatçı yaşamları içinde– sergileniyor… “İnsanın kimi olayları, yaşadıktan yıllar ve yıllar sonra ancak anlamlandırabildiği söylenir. Bir tür, sanki mumyalanmış bir anımsayış. Kuşkusuz, gelecek üstünde soru işaretleriyle dolu, aynı zamanda da yorgun sayılabilecek bir bakışa sahibiz: Orada burada terkedilmiş birtakım umut yıkıntıları arasından geçerek güç zamanlar yaşıyoruz.” Ve sonunda asıl soruyu bir kamçı gibi şaklatıyor Uğur Kökden: “Gelecek, acaba gelebilecek mi?” Emeğine saygılar Uğur Ağabey... Öneriler:
“İtaatsiz Portreler”, İlyas Tunç, deneme, 304 s., Dafne Kitap, 2016 “Aşkın Ne Derin”, Lütfiye Aydın, roman, 240 s., Bence Kitap, 2016 “Beyaz Zambaklar Ülkesinde”, Grigory Petrov, Çev: Resul Mehmedov, 144 s., Say Yayınları, 2016
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2016
Edebiyatın Delileri, Deliliğin Edebiyatı OZAN EZGİ BERBEROĞLU ozanezgiberberoglu@gmail.com
D
ünyayla araya konmuş bir mesafe midir delilik? Gerçekdışı duygulanımlar mıdır yoksa başkalarının algılayamadığı bir dünyanın varlığını bilmek midir? Deliliğin tam olarak tanımlanmasının ne denli zor olduğunu biliyoruz. Burada kastettiğimiz tıbbi sınıflandırmalar değil elbette. Toplumsal algıda delilik zamana ve coğrafyaya bağlı bir karakter göstermiştir. Toplum her dönemde kendi normallerini oluşturmuş ve bu normalin dışında kalan tüm bireyleri ayıklama eğilimine girmiştir. Bu stigmatizasyon, imha ya da değiştirme çabası şeklinde vücut “Halk arasında hâkim olan delilik ve çılgınlık türlerini burada anlatmaya kalkışsam, delilerin en delisi olurdum. O zaman da Demokritos bana kahkahalarla gülmekte haklı olurdu... Şairler bana o derece minnet borçlu değildirler; meslekleri doğrudan doğruya benim sunduğum armağanlara doğal bir hak kazandırır. Bildiğiniz gibi, şairler, durmadan delilerin kulaklarını saçmalarla, komik masallarla dolduran başına buyruk bir millettir.” Erasmus, “Deliliğe Övgü”de deliliği bir vücuda tanımlar ve konuşturur. Dünyanın ona, deliliğe ne denli ihtiyacı olduğunu vurgular. Aslında bilgelik denen şey delilikten başkası değildir; bunun yanında, kendini bilge olarak görenler de ancak delilerdir. Birbirine tamamen zıt görünen bu iki durum aslında birbirinin sinonimidir. Tıpkı bir çemberde birbirine en uzak konumdaki iki noktanın diğer taraftan bakıldığında birbirine en yakın konumda olması gibidir. Bu vesileyle Erasmus’un gülmecenin içine düşüncenin yörüngesini değiştiren küçük saptamalar koyarak bu felsefi yaklaşımı da ilk kez dile getirenlerden olduğunu söyleyebiliriz. Delilikle ilgili yazılmış en kapsamlı araştırmalardan biri Louis A. Sass'ın “Delilik ve Modernizm”i. Nietzsche’nin “Büyüyen bilinç tehlikedir, hastalıktır” sözüyle başlayan eser, deliliğin Batı imgelemindeki yerini, düşüncenin varoluşundaki etkisini, akıl kavramının çıkışı ve bugünün dünyasına taşınmasına dek geçen serüveni anlatıyor. Sass aynı zamanda, deliliğe
bulabilir. Ama netice hep aynıdır. Toplumun normalinin dışında kalan herkes "delidir". Foucault "Deliliğin Tarihi"nde bu noktanın üzerinde kapsamlıca durur. Kişinin deliliğine karar verirken hangi düşünsel mekanizmaları kullandığımız üzerine yoğunlaşır. Zıtların birbirini kavramsal olarak anlamlandırdığı düşüncesinden hareket eden Foucault, aslında "normal"in, kabul görür tanımını "normal olmayan" üzerinden aldığını gösterir. Zira delinin olmadığı yerde bir mutlak akıl ve akıllılık durumundan da bahsedilemeyecek, “normal” fark edilemeyecektir.
dokunan sayısız esere gönderme yapıyor ve geniş bir kaynakça ortaya koyuyor. Delilik gerçekte bir eksiklik mi, hastalık mı ya da günümüz dünyasının faydacı akımına darbe vuran bir hiççilik hali mi? Tüm bu sorulara “Delilik ve Modernizm”de cevap bulmak mümkün. Deliliğin bilimsel boyutlarıyla ilgilenenler için de sayısız eser mevcut. Bunlardan birisi de Psikanatist Darian Leader'in Türkçeye yeni kazandırılan kitabı "Delilik Nedir?". Leader bu eserinde kendi hastalarından yola çıkarak, onların gerçekdışı deneyimleri sahiplenişlerinden, hezeyanların yaşamın bir parçası olarak topluma yayılışına kadar pek çok konuya Lacancı bir perspektifle yaklaşıyor. Psikotik öznenin bireyden çok bir çalışma malzemesi, tedavi edilecek bir nesne haline gelmesinden yakınan araştırmacı, deliliği tüm yönleriyle masaya yatırıyor ve onun toplumsal algılarla ilişkisini, yoğun bilimsel dilden arınmış metilerle okura sunuyor. Edebiyatta Delilik Delilik tıpkı hayatta olduğu gibi edebiyatta da birçok farklı çehreyle karşımıza çıktı. Patolojik derecede hayalperestler, psikopatlar, megalomanyaklar ve daha nicesi. Bazen sürreal bir kurgunun parçasıydılar bazense günlük hayatın içinde gizlenen deliler. Amerikan Rönesansı’nın simge romanlarından “Moby Dick”teki Kaptan Ahab’ı hatırlayın. Herman Melville’in eserin-
de tanrıdan ve şeytandan korkmayan, kötülüklere savaş açtığını iddia eden geçkin bir adamdır Ahab. Tüm kötülükleri simgeleştirdiği beyaz balinanın peşine düşen kaptan aslında narsizmin kucağındadır. Yıkıcıdır, sabit fikirlidir, her daim doğruyu bildiğinden emindir, hastalıklı bir tutkuyla Moby Dick'in peşindedir. Burada gerçekten kötülüklerin öncüsünü yok etmek mi yoksa en büyük kötüyü öldürerek onun yerine geçmek mi istediği tam olarak bilinmemektedir. Deliliğin edebiyata girişi yeni değil. Belki de insanlığın varoluşuyla yaşıt bu kavram edebiyatta da her zaman var oldu. Bundan dört asır önce Cervantes, yeldeğirmenlerine karşı savaşan bir şövalyenin maceralarını yazıyordu. Dostoyevski, “Don Kişot”u her ne kadar bir ironi olarak yorumlasa da, aslında kitap düpedüz bir delilik öyküsü üzerine inşa edilmişti. Gü-
Ağustos 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
nün yarısını at üzerinde geçiren Don Kişot, Panza’ya, karşısına çıkan yeldeğirmenlerinin tanrı yolunda savaşmaları gereken devler olduğunu söylüyordu. Sanço Panza ise bu deliliğin dışında, şövalyenin sanrılarına şahitlik ediyor ve ona bu hayali savaşında yardımcı oluyordu. Edebiyatta deliliği iki koldan ele alabiliriz. Bunlardan biri deli olduğunu bildiğimiz, romanın örgüsünde deliliği kahramanlarca bilenen karakterler, bir diğeri ve daha da cazip olanı ise romanın bütününde, tüm sürreal deneyimleri doğrudan aktarılan kahramanlar. İşte bu kahramanlar aslında hiçbir zaman deli olarak değerlendirilmez. Bunun yerine sanrısal hayatlarının izdüşümlerinin peşine düşer okur. İçindeki ironiyi, mesajı arar. Edebi makyajı silip materyalist bakışla ele alındığında ise düpedüz zırdelidir bu kahramanlar. Bu noktada sanrıyı kahramana mı yoksa yazara mı yoracağı elbette okurun kararı olacaktır. Kim bilir, belki de kahraman değil kalemi tutandır esas deli olan. Kendi sanrısal evreninden bir kapı açıp, hayali bir ismi besliyordur gerçeküstü yanılsamalarıyla. Ya Hepimiz Deliysek... Yazarın deli olduğuna inanmak istediğimde ilk aklıma gelen isim Charles Bukowski oluyor. İlkokul öğretmenine sevişmeyi teklif etmesi her ne kadar cesur bir çocukluk dönemi yaşadığına yorulsa da bunun hiç de normal bir davranış olmadığını anlamak zor değil. Eserlerinde dışlanmışlık, ağır ruhsal devinimler ve bağımlılıkların ön planda olduğunu gördüğümüz Bukowski “Sıradan Delilik Öyküleri”nde insanların en doğal hallerini öyküleştirir. Bu noktada belki de delilik dediğimiz şeyin normalin ta kendisi olduğunu gözümüze sokar. Ölümle dalga geçenler, kavga, cinayet, alkol... Hayatımızdan kesitleri alıp adına “delilik öyküsü” demesi kanımca Bukowski’nin “hepimiz deliyiz” mesajından başka bi şey değildir. Deliliğin salt kavramsal olarak ele alındığı, irdelendiği ve kimi zaman çarelerinin arandığı eserler psikoloji çevrelerini etkileyedursun, “gerçek delilik” hallerinin hikaye edildiği eserlerin edebiyattaki en güçlü sesler olduğunu düşürüm. Misal kendinizi hiç sonu gelmeyen bir bekleyiş içinde hissetmediniz mi? Hani olur da bazen bir hiçliğin içinde zamanın geçişini izlemek isteriz. Geçen her saniye olmayan sona yaklaşmanın hazzını verir. Belki buna haz denemez. Paradoks ya da bir girdap. İşte Didi ve Gogo’nun durumu tam olarak da budur. Gelmeyecek, hatta kim bilir belki de gerçekte hiç olmayan Godot’yu beklemektedirler. İnsan zihninin, bir hiçlikten gelip yine aynı hiçliğe dö-
neceğini bilmesinin, bunun farkındalığı içinde yaşamasının diyetidir Godot. Samuel Beckett’in bu başyapıtına daha sayısız anlam atfedilebilir şüphesiz. Ne var ki, hiçbirimiz gerçek dünyada Didi ve Gogo’nun deli olmadığını söyleyemeyiz. Belki de söyleyebiliriz? O halde bizler de deliyiz. Bir kurbağa uşakla duyurulan, Kızıl Kraliçe’nin düzenlediği kroke partisindeyiz. Evet, Dodgson’ın Lewis Carrol mahlasıyla kurguladığı masalı “Alice Harikalar Diyarında”dan bahsediyoruz. Bahçe bembeyaz güllerle bezeli ancak üç bahçıvan gülleri harıl harıl kırmızıya boyuyorlar. Çünkü burası Kupa Kraliçe’sinin bahçesi ve o her şeyin kırmızı olmasını ister. Bir çemberin etrafında yarış kıyasıya devam ederken Kızıl Kraliçe o meşhur sözünü haykırıyor: “Aynı yerde kalabilmek için sürekli koşmalısın.” Kraliçenin bu sözü kitabı aşarak felsefeye ve biyolojiye de “Kızıl Kraliçe Etkisi (Teorisi)” olarak girmiştir. Eser bir deliyi anlatmaktan öte delilik halinin en uç örneğini gözler önüne serer. Hatta öyle sürreal bir örgü ki, buna “rüyanın deliliği” ya da “delinin rüyası” diyebiliriz. Zira bu anlatım delilik sınırlarını aşar. Tüm bu gerçekdışılığın göbeğinde, garipliklerin farkında tek kişinin Alice olduğunu sanırsınız. Çünkü o, anın içinde gerekeni yapsa da yaşananların ne denli absürd olduğunu sürekli tekrarlar. Ancak okurun bu yanılgısı uzun sürmez. Öyle ki, bu sanrıda tüm karakterler aslında bir delilik oyununun içinde olduklarının farkındadır. Alice’in “Benim deliler arasında ne işim var?” sorusuna kedinin verdiği cevap, küçük kızın da bu sanrıda bir aktör olduğunu kanıtlar niteliktedir: “Biz burada, hepimiz deliyiz. Ben de, sen de...” Diğer bir deli, Gregor Samsa, birgün uyandığında kendisini bir böcek olarak bulur. Kimseye görünmemek için kendini odasına hapseden Samsa sırtına saplanan bir elma ile ölür. Kafka’nın “Dönüşüm”ünü bireyin toplumdan kopuşundan bireyin özüyle yabancılaşmasına kadar farklı yorumlayan oldu. Hatta Saul Friedländer’ın “utancın ve suçluluğun şairi” olarak tanımladığı Kafka, yarattığı Samsa karakterinde saklı eşcinsel yanına ayna tutmuş, iç hesaplaşma, çatışma, izolasyon korkusu ve günah arasında sıkışmış bu karakterde cinsel utancı sembolize etmişti. Bunların hepsi bir yana Samsa’nın deli olduğundan hiçbirimiz şüphe etmiyoruz sanırım. Edebi metinleri parçalayıp edebiyat çerçevesi içinde değer-
lendirirken metaforik olarak gördüğümüz birçok deneyim, gerçek hayatta bir dizi sanrıdan başka bir şey olamaz. Uykusunda böceğe dönüşerek sırtında çürüyen elma ile ölen bir adam ancak ağır bir delüzyonun ürünü olabilir zira. Delilik çoğu zaman korkulan, kaçılan, bazen de görmezden gelinen olmuştur. Kimi zamansa delilik huzura kavuşmanın tek yoludur. Halil Cibran deliliğin fark edilişini şöyle özetler: “Nasıl delirdiğimi soruyorsun. Şöyle oldu: Tanrıların çoğu daha doğmadan çok uzun zaman önce bir gün, derin bir uykudan uyandım ve bütün maskelerimin –kendi yaptığım ve yedi hayatta taktığım maskelerin– çalışmış olduğunu gördüm, kalabalık sokaklarda, ‘Hırsızlar, hırsızlar, Tanrı’nın cezası hırsızlar’ diye bağırarak koştum.” Burada “deli” maskelerinden arınmış insandır. İlk başta bu bir kayıp gibi görünse de aslında sonradan tam bir zafer olduğunu hissettirir. “İlk defa için güneş çıplak yüzümü öptü ve ruhum güneşe karşı sevgiyle tutuştu. Bir daha maskelerimi aramadım ve kendimden geçercesine haykırdım: ‘Şükürler olsun, maskelerimi çalan hırsızlara şükürler olsun!’ Deliliğimde hem özgürlüğü hem güvenliği buldum; yalnızlığın özgürlüğünü ve anlaşılmazlığın güvenliğini, bizi anlayanlar bizden bir şeyleri tutsak ederler çünkü.” Kavram, edebiyat ve felsefenin o denli içine girmiştir ki, deliliği kaleme alanların yalnızca isimlerini bile ansak sayfalar alacaktır. Yine de, unutulmaz Akaki karakteri üzerinden sınıfsal katmanları, dışlanmışlığı, fakirliği ve daha birçok toplumsal olguyu akıl sağlığı pek de yerinde olmayan birinin hikâyesiyle okura sunan Gogol’u, “İnsanın doğasında akılılıktan ziyade delilik vardır” savıyla Bacon’ı ya da “Delilik sandığınız şeyin sadece duyuların keskinleşmesi olduğunu söylememiş miydim ben size?” diye soran Edgar Allan Poe’yu anmadan olmaz. Onlar yüzyıllarca cadı sanılıp yakıldılar, şeytanın esiri diye zincirlendiler, tanrılara kurban edildiler, kabullenildiler... Kimi zaman düşman gibi görüldü, kimi zamansa baş tacı edildiler. Başka başka biçimlerde muamele görseler de onlar hep vardılar. Her zaman toplumun bir parçası olarak yaşadılar. Modern dünyada ruhsal hastalıklar her geçen gün daha başarılı biçimde tedavi ediliyor. Bilim gelecekte diğer tüm hastalıklar gibi ruhsal bozuklukların da tamamen tedavi edilebileceğini öngörüyor. Sakın bu gidişle dünya delisiz kalmasın! Zira delilik her insanın içinde gizlenen, bir yanıyla hep kendini gösterip kaçan bir dost belki de. Hatta biraz daha iddialı olalım: Kim bilir belki de deliler dünyayı döndürüyor. Eğer olmasaydı deliler, nasıl bu kadar renk bir arada olabilirdi ki hayalgücümüzde?
Pablo Picasso tarafından 1937’de yapılan, İspanya İç Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na ait 28 bombardıman uçağının 26 Nisan 1937’de İspanya’daki Guernica şehrini bombalamasını anlatan tablo insanı düşündürüyor: Hangisi delilik; tüm dünyayı acıya boğan savaşlar mı, normal diye dayatılan toplum düzeninne sığamayan sanatçıların yarattığı eserler mi?
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2016
Gündüz Vassaf’tan Gençlere Armağan Gündüz Vassaf’ın yeni deneme kitabı “Ne Yapabilirim?” küresel Gezi gençliğine ve ebeveynlerine ithaf edilmiş. Kitabın alt başlığı “Geleceğe Kartpostallar” da olunca şunu düşünüyor insan, acaba bu, Vassaf’ın kendinden sonra gelen kuşakla diyalog kurduğu bir metin mi? Sonra öğreniyoruz ki, bu kitap zaten yazarın ODTÜ öğrencileriyle barış üzerine yaptığı konuşmanın genişletilerek kitaplaştırılmış hali. Yani evet, bir bakıma Vassaf’ın genç kuşakla arasında bir köprü. Önsözde şöyle diyor Vassaf: “‘Ne Yapabilirim?’ benim gibi, bir harekete, örgüte, partiye, hatta ideolojiye bağlı olmayanlara sesleniyor. Tepkilerimizde kendimizi tekrarlamadan, çaresiz çırpınışlarda tükenmeden, ‘ne yapabilirim’i düşünmeye, yeni bir yaşam ahlâkını tartışmaya açmak istiyorum. Kötümserliğe kapılıp edilgenleştikçe, değişim erteleniyor, düzen sürüyor. Değişim biziz.” Gündüz Vassaf, bu ifadenin pratikte önemli bir örneğini sergileyen gençlere selam göndermiş oluyor böylelikle. Gezi direnişinin etkileri, yansımaları, bir aydın olarak Gündüz Vassaf’ın düşünce dünyasına nasıl sızdığı, oradan okura nasıl yankılandığı görülüyor. Ayrıca kitabın “Genç-Yetişkin Uçurumu” başlıklı bölümünde yer alan yazılar, Vassaf’ın genç kuşakla arasına köprü atma çabasının açık bir ifadesi. “Hedonist 68, Özverili Gezi” başlıklı yazı da yine kuşaklar arası diyalog ve değişim açısından dikkate değer bir metin. “Ne Yapabilirim?”, Gündüz Vassaf, 287 s., İletişim Yayınları, 2016
Şafak’tan Türkiye’nin Temsili Roman “Türkiye, en nihayetinde, gerçekleşmemiş potansiyeller diyarı değil miydi?” diyerek başlıyor Elif Şafak’ın son romanı. “Havva’nın Üç Kızı”, “Meyhane ile cami kadar uyumsuzlardı babası ile annesi” diye tarif ettiği bir ailede yetişen Peri’nin romanı. Peri laik baba, tarikat müridi anne, biri sosyalist biri milliyetçi iki erkek kardeşli bir ailede yetişiyor. Peri’nin bugününü anlatırken kimlik mücadelesi veren, medyumdan medet uman sermaye sınıfına eleştirel bakan bir modern kadın olduğunu söylemek mümkün. Peri’nin okumak için gittiği Oxford’da yaşamını değiştiren iki kadın Şirin ve Mona; Tanrı, bilim, kimlik ve aidiyet tartışmalarının tam ortasında duran aykırı bir adam ve yarım kalan aşkı romanın bütününü oluşturuyor. Peri’nin Tanrı’yı arayışı içinde geçen yaşamı, şaşırtıcı olay örgüsüyle aktarılıyor okura. Elif Şafak’ın romanının çevirisini Omca A. Korugan yapmış. İki farklı kapak tasarımıyla satışa sunulan roman, yazarın yaptığı açıklamalardan dolayı pek çok başlıkta da tartışma yarattı. “Havva’nın Üç Kızı” için Elif Şafak, “Kendi kendine yazık eden bir Türkiye’yi anlattım” derken tam da buradan hareketle Ömer Türkeş tarafından “Herkesin ve her şeyin temsil edilmek istendiği roman” tanımlaması ile eleştiriliyor. Doğan Kitap’tan 200.000 adet baskıyla satışa çıkan romanın ardından, Elif Şafak’ın “Uluslararası Man Booker Ödülü”nde jüri üyeliğine seçildiğini de anımsatalım. “Havva’nın Üç Kızı”, Elif Şafak, 418 s., Doğan Kitap, 2016
Vonnegut Okuru İçin Bir Seçenek KEREM GÖRKEM
K
urt Vonnegut’un adını, geride bıraktığımız birkaç aydır daha sık duyar olduk. Yakın zamana dek sıkı Vonnegut takipçisinin ayırdında olduğu bir baskı problemi vardı: Dost Kitabevi’nin yayımladığı Vonnegut kitapları tükenmeye başlamıştı. Nihayet April kısa aralıklarla “Kedibeşiği”ni, “Ölümlüler Uyurken”i, “Gece Ana”yı, “Şampiyonların Kahvaltısı”nı bastı… Kervana Can Yayınları katıldı ve “Mavi Sakal” ile “Allah Senden Razı Olsun Bay Rosewater”dan sonra geçen ay içinde üç Vonnegut kitabını aynı anda bastı: “Galapagos”, “Kör Nişancı” ve “Maymun Evine Hoş Geldiniz”. Yine mayıs ayında, Nora Kitap etiketiyle yazarın daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış öyküleri kitaplaştı: “Enayinin Portföyü”. Bütün bunlar Türkçede Vonnegut kitapları konusunda çekilen yoksunluk hissini hayli doyurdu. Hele hele yazarla yeni tanışacak olan bir okurun önüne Vonnegut kitapları adeta diziliverdi. İşbu yazıda, karşılaşılması muhtemel bir “önce hangisini okumalı?” problemini, “Enayinin Portföyü” ile bertaraf etmeye çalışacağım. “Enayinin Portföyü”, Kurt Vonnegut’un daha önce yayımlanmamış altı buçuk öyküsünden ve bir kurgu-dışı makalesinden oluşuyor. Buçuğun anlamı şu: “Robotkent ve Bay Caslow” başlıklı yarım-öykünün daktiloya çekilmiş hali bir sayfanın başında kesiliyor ve editör notundan öğrendiğimiz kadarıyla devamı (şayet varsa) bugüne dek ortaya çıkmamış durumda. Altı öyküye eklemlenen “Son Tazmanyalı” başlıklı kurgu-dışı makale ise Vonnegut’un alışık olduğumuz gerçek-üstü ve/veya bilimkurgu zeminli metinlerinin tam karşısında, olabildiğince rasyonel ve “o güne” bakarak yazılmış satırlardan meydana geliyor. Bu yönüyle ayırt edilen ve önem kazanan bir metin “Son Tazmanyalı”. Ressam David Harnden’ın hikâyesiyle tanışıyoruz ilkin. Kurguya göre, iki hafta önceki bir otomobil kazasında karısını kaybetmiş olan David onu çok özlüyor ve karısıyla birlikte geçirdikleri günlere geri dönmeyi arzuluyor. Dolaylı yoldan bir zaman makinasının icat olunma hayalinden bahsediyorum. Onlarca kurgu metne malzeme olmuş bu hayalden Vonnegut da nasibini almış; fakat “olası” bir hikâyeye yedirdiği bu “hayali”, kahramanın duygulanımlarından faydalanıp neredeyse okuru ikna eden bir “ihtimale” çevirmeyi bilmiş. Bu sayede öyküsünü bayağı olmaktan kurtarabilmiş. Ressam David, geçmiş zamana referans vererek anlattığı “durduk yere denize düşen bir adamın kurtarılma” anında tanıştığı (ve kendisini okura tanıttığı) Dr. Boyle’dan, zaman makinasının icadı meselesinde yardım isteyebileceğini, hiç olmazsa Boyle’un kendisini ciddiye alabileceğini umuyor ve kapısını çalıyor. Gelgelelim umduğunu bulamıyor, deli yaftası yiyor ve kapı dışarı ediliyor… “Zaman, zaman, zaman. İlgimi çekmiyor, anlıyor musun? Neden ilgisini çekecek birine yapışmıyorsun? Yakın bir dostuna, rahibe veya bir psikoloğa ya da böyle saçmalıklarla ilgilenecek bir uzmana.” Vonnegut her zamanki muzipliğiyle, öyküye doğrudan “Zaman” adını vermek yerine, “Zalim ile Zambak Arasında” diyerek esas kelimenin sözlükteki yerini tarif etmiş. Çünkü “Zaman”, sözlükte “zalim” ve “zambak”
mkgorkem@gmail.com sözcüklerinin arasına denk düşüyormuş. Öykü, bu noktadan sonra bir çabalama ve yenilme hikâyesine dönüyor. David icat hırsını iyiden iyiye körüklüyor ve kurduğu senaryoya Dr. Boyle’u dahil etmeyi deniyor. Hikâyenin sonu, belirttiğim üzere, ağır bir yenilgiye çıkıyor. “Roma” ve “Nehir Kıyısında Cennet” başlıklı öyküler de sözünü ettiğim kurgu-dışı makale gibi, Vonnegut’u Vonnegut yapan metinlerden ayrılıyor. “Roma”da bir tiyatro oyununun sahnelenme hazırlıklarını okuyoruz. Aynı anda bir aile öyküsü olarak da yorumlanabilecek olan “Roma”, babasından ayrılmak durumunda kalan bir kız çocuğunun “dış dünyaya” adım attığında karşılaştıklarını bir tiyatro oyunu ve o oyunu sahneleyen ekip üzerinden anlatıyor okura. Hal ve tavırlarıyla okurun aklına sudan çıkmış bir balık imgesini getiren Melody isimli karakter, tam da “sudan çıkmış bir balık” oluşuyla öykünün diğer karakterlerinin ilgisini çekiyor. Melody, oyundaki öpüşme sahnelerinden çekiniyor, babasının öğütleri aklına geliyor… Babasına olan bağlılığını uzağında da olsa sarsılmaz bir güvenle sürdürmeyi deniyor karakter. “Hiç televizyon görmedim, dedi Melody. Hiç film izlemedim. Hiç tiyatro izlemedim. Babam diyor ki bugünlerde televizyon, kitaplar ve onun gibi şeyler gençlerin zihnini kirletiyormuş.” Ne ki, hikâyeyi hikâye yapan biraz da onun bu toyluğu oluyor: Karakterin olgunlaşmamış oluşu kendisini tarifleyen bir özellik haline dönüşüyor. Öykü boyunca karşılaşılan sürprizler ve gelgitler, yine bu “olgunlaşmamışlık” zemininde anlam kazanıyor. “Nehir Kıyısında Cennet” başlıklı öykü ise pastoral bir anlatıyla başlıyor. Doğal bir peyzajda taşla oynayan ve Avcı adlı karakterin görüş açısında olan oğlan ile kızın zaman zaman kimi sınırları zorlayan arkadaşlıklarını okuyoruz. Öykünün ilk paragraflarında karşılaştırmalı bir kadın-erkek analizini deneyen Vonnegut, neyse ki bundan kısa zamanda vazgeçiyor ve hikâyenin akışı bir anda değişiyor. Oğlan ve kız, nihayet eve geldiklerinde onları bir kadın karşılıyor ve bir düğün bahsi açılıyor. Okurun ilk afallatan bu sahne oluyor: Öyle ki okurla tanıştırılan kadın, kıza bir an evvel hazırlanması gerektiğini, misafirlerin neredeyse geleceğini söylüyor. Bütün bunlar olurken oğlan sessizliğini koruyor, ta ki hikâyenin sonunda konuşana ve okuru ikinci defa afallatana kadar. “Artık konuşmaya, kıza onu sevdiğini söylemeye hazırdı. Kelimeleri dilinin ucunda, ruhunu yakıyordu. Fakat kızın eli soğuk, kolu tahta gibi kuruydu. Yüzü kendisiyle alakası olmayan bir gülümseme halinde donmuştu. Oğlan çok geç kalmıştı. Nehir kenarında cennetteyken yakaladığı şansı kaçırmıştı.” Vonnegut bu öyküde, tıpkı “Roma”da olduğu gibi, aile meselesine dokunmayı deniyor. “Enayinin Portföyü”, içerisindeki metinlerin salt daha önce yayımlanmamış olmalarıyla değil, Vonnegut yazınında durdukları yerle de değerini kanıtlıyor. “Enayinin Portföyü”, Kurt Vonnegut, Çev. İmra Gündoğdu, 151 s., Nora Kitap, 2016
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Ağustos 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“Benim Terapi Aracımdır Kainat” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Selnur Aysever: “Tek Kişilik Firar” için “Johnny’lerden, Richard’lardan çok, Hasan’ların, Fikret’lerin öyküsü” tanımlaması yapıyorsunuz. Neden? Tevfik Uyar: Johnny’i tanıtmaya gerek yok, onu herkes kitaplardan, filmlerden tanıyor. Yabancı olan Hasan… Bence bilimkurguyu Hollywood’tan ve Amerikan eserlerinden takip etmek, çok kötü bir alışkanlığa sebep oldu. Bilimkurgu yazmaya heveslenenler, oradaki isimler yerli olursa hikâyelerinin gerçekçiliğini yitireceğine inanıyorlar. Tamam… Bazen buna mecbur kalabiliyorum. NASA’da geçen bir öyküm var mesela. Orada Johnny olmak zorunda zaten. Dayanamayıp bir adet Umut yerleştirsem de, Voyager 1 ile ilgili olan bu öyküde karakterlerim yabancı ‛veyahut beynelmilel‛ olmak zorundaydı. Ya da uzak gelecekte bir öykü kurgularken, artık milliyetlerin önemini yitireceği varsayımıyla hareket ediyorsanız karakterler ve öyküleri de bugün bildiğimiz kültürlerin ürünü olmayacaktır. Ancak Türkiye’de geçebilecek bir öykü için bunu yapmaya gerek yok bence. Ben bir Amerikalının, bir Fransızın düşünme biçimini kendi insanımızınkini bildiğim kadar bilemem. Hem bilsem ne olacak? Bizim en çok kendimizi anlamaya, anlatmaya ihtiyacımız var. Kendi geleceğimizi tahmin etmeye… Uzaylılar Dünya’yı istila ettiğinde sadece New York’u etmeyecekler ki. İstanbul’da da bir şeyler olacak. Uzaylı istilasında Johnny’nin ne yaptığını değil, Hasan’ın ne düşündüğünü, Leylâ’nın ne yaptığını yazmaktan keyif alırım. Eminim okur da bunu okumaktan keyif alacaktır. Selnur Aysever: “Yüz Elli” adlı öykünüz dikkat çeken öykülerinizden. Yaşamın bir simülasyona döndüğü öykünüzün öne çıkma sebebi nedir? Tevfik Uyar: Bilimkurgu öykülerimle bilimsel ya da felsefi okumalarım arasında zaman zaman paralellik olabiliyor. O öyküyü yazdığım dönemde, Fermi Paradoksu’na iktisat temelli yeni bir yanıt bulmaya
fında kurduğumuz yanıtın en önemli eleştirim olduğunu söyleyebilirim. Genel olarak söyleyeceğim şey de, bilim üretme ile bilimkurgu üretme arasında bir paralellik olduğu… Bilimkurguda önderlik bilim üreten ülkelere ait olacak her zaman. Hem yeni fikirlerin kurgu dünyasında kendine yer bulmasının kolaylığından, hem bilim ve bilimkurgu okurunun yaygınlığından. Komşu kasabasından uzaya roket gönderilen bir çocuğun hayat boyu bilime ve bilimkurguya bakışı farklı olur. Bizim gençlerimiz bu tür şeyleri ikincil, üçüncül kaynaklardan takip edebiliyor. Onlar da yalan yanlış… Buna keza, Türkiye’de de siyasi romancılık gelişmiştir. Bizim komşu kasabada da bunlar oluyor sonuçta. Evdeki malzeme neyse yemeği ondan yapıyor herkes. Nadiren egzotik meyve sebze geliyor masaya. Selnur Aysever: Siz iyi bir bilimkurgu okuru musunuz ve hangi yazarları tercih ediyorsunuz? Tevfik Uyar: Çok iyi bir okur olduğum söylenemez. Okumadığım klasikler olduğunu duyunca şaşırıyor bazı arkadaşlarım ve meslektaşlarım. “Bilimkurgu okuru” nasıl olur sorusuna net bir yanıtım yok. Bana kalırsa özel bir fark yoktur. İyi okur, iyi okurdur. Bilimkurgu seven ‘iyi okur’ olur o kimse herhalde. Ancak bazı bilimkurgu okurlarının sıklıkla düştüğü bir hatadan bahsetmezsem olmaz: Eser içerisindeki spekülatif cihaz ya da teknolojilerin ya da bilimsel anlatının mantıklı olmasını beklemek. Bu bir tür anakronizmdir. Kurguladığınız mekanizmayı tam olarak açıklayabilen birisi bilimkurgu değil, bilim yapmış, icat yapmış olur. Elbette bize sunulan içeriği günümüz bilimsel bilgileriyle tutarlı olmasını bekleyebiliriz ama bunu abartmamak gerek. Sözgelimi, bugünkü fizik bilgimiz bize geçmişe gidilemeyeceğini söylüyor. E ne yapacağız o zaman? Zamanda geriye gidilebilen müthiş eserleri bilimkurgudan saymayacak mıyız? Öte yandan hiç açıklamamak, bilimsel anlatıya hiç başvurmamak eseri bilimkurgu
Bilimkurgu eskiden bilimi besleyen bir pozisyondaydı. Bu vasfını büyük ölçüde yitirdi. Bugünün bilimkurgusu daha çok bir uyarı niteliğinde. ‘Bu teknoloji hayatımızı böyle etkileyebilir, aman haaa!’ demek derdinde gibi. Yeni bir “bilimsel devrim” gerçekleşmedikçe de bilime yol gösteren, spekülatif buluşlara işaret eden bilimkurgu yazınını yeniden bulmak kolay olmayacak. çalışıyordum. Bunun için de “büyük sessizlik” dediğimiz literatürü taradığım bir dönemdi. Bu konuda da “astrolojinin bilimle imtihanı” benzeri yeni bir kitap düşünüyordum hatta… Okuduğum kuramlardan biri de Hayvanat Bahçesi kuramıydı. Özeti şu: Belki de bizler, gelişmiş bir medeniyetin yarattığı bir Güneş Sistemi’nde, bir deneyin konusu olan türleriz… İmkânsız mı? Değil... Fikir hoşuma gittiği için de bu konuda bir öykü yazmaya karar verdim. Gerçekle ilişkisini Voyager 1 üzerinden kurdum. Hikâyede yer alan tüm tarihler, sayılar, ölçüler gerçektir. Belki simülasyonda olduğumuz da gerçektir. Selnur Aysever: Bilimkurgu edebiyatı hakkında ne düşünüyorsunuz? Tevfik Uyar: Bilimkurgu eskiden bilimi besleyen bir pozisyondaydı. Bu vasfını büyük ölçüde yitirdi. Bugünün bilimkurgusu daha çok bir uyarı niteliğinde. “Bu teknoloji hayatımızı böyle etkileyebilir, aman haaa!” demek derdinde gibi. Yeni bir “bilimsel devrim” gerçekleşmedikçe de bilime yol gösteren, spekülatif buluşlara işaret eden bilimkurgu yazınını yeniden bulmak kolay olmayacak. Spekülatif kurgu her şeyi sündüreceği kadar sündürdü zaten. Türk edebiyatı hakkında, az önce Hasan ve Johnny etra-
olmaktan çıkarıp fantezi edebiyatı dünyasına sokabilir. Açıklanmasa dahi, bilimsel bir temel sunulmalı. “Ölümsüzlüğü” süper yetenekli rejeneratif dokularla açıklarsanız bilimkurgu olur. Ne idüğü belirsiz güçlerdense fantaziye girer. Selnur Aysever: Öykülerinizde felsefe baskın bir şekilde yer alıyor. Bilimkurgu ve felsefe arasında nasıl bir ilişki söz konusu? Tevfik Uyar: Bilimkurgunun bilimden ziyade felsefeyle olan ilişkinin daha yoğun olduğunu düşünü yorum. Bilim gerçeklikle ilgilenir, spekülasyonlara verdiği izin sınırlıdır. Felsefede bu imkân daha fazladır. Belki de bilim + kurgu kelimelerinden ilki adı da üzerinde olduğu üzere bilimi temsil ederken, kurgu tarafı daha çok felsefeye dayalıdır diyebilirim. Bilimkurgunun ana konularına bakıldığında hep felsefi tartışmalarla ilişkili olduğunu görürüz zaten. Günümüz felsefe sorularından bir kaçını söyleyeyim mesela: Yapay zekâyı da bir birey olarak kabul etmeli, onlara da aynı hakları sunmalı mıyız? Bir zihin makineye aktarılırsa, o kişi yine aynı birey midir? Evrende başka bir zeki yaşam formuyla karşılaşırsak toplum bundan nasıl etkilenir? Gün gelip de DNA’yı manipüle ederek çocuklarımızın karakterini belirle-
yecek olsak, bu etik bir seçenek olur muydu? Bunlar modern tartışmalardan sadece birkaçı ve dikkat ederseniz her birisi iyi bir bilimkurgu konusu. Az önce de sorduğunuz “Yüz Elli” öyküsünün dayandığı “büyük sessizlik” literatürü aynı zamanda çok geniş bir felsefe literatürüdür. Öte yandan antik çağ felsefesi bile rahatlıkla bilimkurguda kendine yer bulabilir, bulmaktadır da. Selnur Aysever: Evrenin keşfi sürerken ve dünyanın küçücük olduğunu görmek, bilmek size ne hissettiriyor? Tevfik Uyar: Müthiş hissettiriyor. Benim terapi aracımdır kainat. En sıkıldığım zamanlarda evrenin ne kadar büyük olduğunu, bizlerin ne kadar küçük olduğunu düşünürüm. Bir yıldızın etrafında dönen tüm bu uydu ve gezegenlerin işlerini nasıl sessiz sedasız hallettiklerini, kocaman bir okyanus yüzeyinde dalgalarla birlikte yükselip alçalan bir yaprak gibi olduklarını düşünürüm. Bizler o yapraktaki bir toz tanesi kadar bile değiliz. İşte biz de o yıldızın çevresinde dönen üçüncü sıradaki gezegeniz. Var ettiğimiz tüm medeniyet, yarattığımız tüm değerler, inandığımız ve uğruna savaştığımız kavramlar… Hepsi zihnimizde inşa edilmiş. Bunu düşünmek ayrı bir dinginlik veriyor. İşte şu kafatasımın içinde iki avuç kadar bir yumru var. İçinde de kimyasallar… Bir yanda koca galaksi, bir yanda da kalsiyum bir tas içerisindeki sinapslarım… Selnur Aysever: Tevfik Uyar yazarlık yaşamında kendine nasıl bir yer seçti? Tevfik Uyar: “Yazarlık yaşamı” kelime öbeği bende bir şey uyandırmadı şu an. Her neyle meşgul olsam yine aynı şekilde yaşardım herhalde. Ancak giderek daha asosyal oluyorum sanırım. Bazen “bir an önce eve dönüp bir şeyler yazsam” derken buluyorum kendimi. Her zaman değil, ama hatırı sayılır bir çoğunluktaki zamanlarda, uzayan sohbetler, tatiller bir şeylere zorla tahammül ediyormuşum ve bir an önce oradan kaçmam gerekiyormuş hissi uyandırıyor. Bakın siz sorunca buldum yanıtı: Yazmak benim için bir kaçış mahiyetinde sanırım…
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2016
KISA KISA Tüketilmiş David Cronenberg, YKY Teknoloji fetişizmi, cinsellik, bedenin hastalık veya kaza sonucu dönüşümleri, beden ve teknoloji ilişkisi… Cronenberg'i filmlerinden tanıyanların yabancısı olmadığı temalar yönetmenin bu ilk romanında da var. Üstelik yer yer hınzır bir mizah duygusuyla harmanlanmış olarak.
Yüz Yüze Kolektif, Pegasus Yayınevi Kitap, çift ve aile terapistlerinin terapi odasındaki yolculuklarını anlatıyor. Duygular, beklentiler, ihtiyaçlar su yüzüne çıkıyor, geçmişten gelen ile anda yaşanan yeniden anlam kazanıyor. Çift olmak ve aile olmak için yaşadıklarımız üzerine yeniden düşünmeye sevk eden bir çalışma.
Bitik Adam Giovanni Papini, Monokl “İtalya'da benim tükenmiş, güçten düşmüş, bitik bir adam olduğum söylentileri dolaşıyor, öyle mi?” diye soruyor ve ardından meydan okuyor Papini, “Bitmek de neymiş! Daha başlamadım bile”. Aykırı düşünceleriyle dikkat çeken bir gazetecinin kaleminden, aykırı bir metin.
Ev Hanımlarına Mahsus Alafranga Pastacılık Rabiha Fırat, Ruhun Gıdası Kitaplar 41 adet tarifin yer aldığı kitap Avrupa’dan uyarlanan “Osmanlı bir eser” olarak tanımlanıyor. Osmanlı'da pastacılık ve pastaneler hakkında bilgiler ve Rabiha Rifat Hanım’ın biyografisi de kitapta yer alıyor.
Medya Nasıl Kuşatıldı? Merdan Yanardağ, Halk Kitabevi Kitap, Merdan Yanardağ'ın medya yazıları ve analizlerinden oluşuyor. Radikal bir medya eleştirisinin yapıldığı bölümlerde, somut olaylar, kişiler ve olgular üzerinden medyanın ekonomi-politiği, mimarisi, iç işleyişi, açmazları ve muhtemel çıkış yolları ortaya konuluyor.
Teknoloji ve Siyasal İletişim Zühal Fidan, Literatürk Academia Özellikle internetin yaygınlaşması ve teknolojinin her alanda kullanılması siyasi kampanyalarda teknolojiden faydalanmayı zorunlu kıldı. Bu çalışma, iktidar ve muhalefet partilerinin yeni iletişim teknolojilerinden ne düzeyde yararlandığını da gösteriyor.
Kırık Kalpler Reçetesi Tom Formaro, Novella Yayınları İşini çok seven başarılı bir şef olan Dante Palermo tam evlenme teklifi edeceği gün sevgilisi Abby tarafından terk edilir. Üstüne, açacağı restoranın ortağı sırra kadem basar. “Kırık Kalpler Reçetesi”, yemeği ve sevgiyi aynı mutfakta buluşturup okurlara aşk dolu bir hikâye vaat ediyor.
Çürük Çıkan Armutlar Üzerine KÜLTİGİN KAĞAN AKBULUT
M
odern dönem açısından ebeveynlik çocuğun fiziksel, duygusal, sosyal, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlarını yetişkinlik dönemine kadar destekleme anlamını taşıyor. Her ne kadar insanlık tarihinin en eski fenomenlerinden biri olsa da şu anki anladığımız anlamda ebeveynlik hızlıca dönüşen bir kavram. Hızlıca dönüşmesinin en temel nedeni de bir soyu, genetiği ve kültürü yeniden üretmenin bir parçası olarak binlerce yıldır uygulanan aile pratiklerinin tersyüz edilmesinden ileri geliyor. Artık insanların büyük bir kısmı soyunu devam ettirmek gibi evrimsel sebeplerle aile kurmuyor. Modern yaşamda aile de kabilesel kökenlerinden koparılıp bireyci sebeplere indirgeniyor. "Yaşlanınca bakılmak" gibi şu an için kulağa itici gelen eski tarz çocuk yapma saikleri, "Bu dünyaya bir şey bırakmak" gibi çağdaş formlara büründüğünde bireysel bir meseleye dönüşüyor. "Kavramın böylesine çekici görünmesini sağlayan bilinçaltı hayallerimizde hoşumuza giden şey, kendine özgü kişiliğe sahip birinin değil, çoğu kez kendi varlığımızın hep yaşayacağını görmektir," diyor Andrew Solomon. Tabii ki böyle bir bireysel iz için çocuğunuzun tam da sizin istediğiniz gibi olması gerekir. Yani armudun dibine düşmesi. Ancak işler her zaman beklendiği gibi olmuyor. "Armut Dibine Düşmeyince: Anne Babalar, Çocuklar ve Kimlik Arayışı" kitabında Andrew Solomon tam da bu duruma uygun çocukları ve ebeveynlerini anlatıyor. Sağır, cüce, down sendromlu, otistik, şizofren, engelli, trans, harika çocuk, tecavüz sonucu doğan çocuk, suça yatkın çocuk gibi toplumdan dışlanmaya neden olacak özellikteki çocuklar, ebeveyn-çocuk ilişkisine dair alışılagelmiş beklentileri de tersyüz ediyor ve ebeveynliğin tanımını değiştiriyor. Solomon, "Birçoğumuz anne babamızdan farklı olmakla gurur duyarken, kendi çocuklarımızın bizden farklı olmasından sonsuz üzüntü duyarız," diyerek yaşanılan çelişkiyi ortaya koyuyor. Eşcinsel olduğu için kendisini de "armutun dibine düşmediği" çocuklardan biri sayan Solomon, sağırlar üzerine yaptığı bir araştırma vesilesiyle çocuğunun sağır olduğunu fark etse implant takarak bu durumu düzeltmek gibi bir refleks geliştireceğini itiraf ediyor. Ancak yazar araştırmasında sağır kültürünün bu implanta karşı çıkışıyla eşcinsel "onarım terapilerine" karşı çıkışı arasında paralellikler kuruyor ve bu vesileyle kendi çelişkisini de vurguluyor. Solomon kitabında kimlikleri ikiye ayırıyor. Anne babamızdan aldığımız ve çocuklarda da devam etmesi beklenen dikey kimlikler DNA, kültürel normlar gibi yapıları kapsıyor. Etnik köken, din, dil gibi unsurlar dikey kimliğin parçalarıdır. Ancak bunun yanında aileden değil de bir akran grubundan gelen kimlikler de vardır. Çekinik genler, tesadüfi mutasyonlar, doğum öncesi etkiler gibi belirsiz sebeplere bağlı bu unsurlar da yatay kimlikleri oluşturur. Eşcinsel olmak, otizm ve zihinsel engel gibi durumlar, hatta psikopatlık gibi faktörler yatay kimlik kategorilerine girer. Tahmin edeceğiniz üzere aileler dikey kimlikleri pekiştirmeye yönelirken, birçok kimse yatay kimliklere karşı çıkar. 2000'li yılla-
kultigin.akbulut@gmail.com rın başında New Yorker dergisi tarafından yapılan bir ankette anne babalara çocuklarını eşcinsel, partnerinden hoşnut, hedefine varmış ve çocuklu olarak mı, yoksa heteroseksüel, bekâr ya da partnerinden hoşnutsuz ve çocuksuz olarak mı görmeyi tercih edecekleri sorulmuş. İkinci şıkkı seçen anketörlerin üçte biri yatay kimliklere yönelik hoşnutsuzluğun en büyük göstergelerinden biri olsa gerek. Derginin hitap ettiği kitlenin ABD'nin en liberal okur grubu olduğunu da eklemek gerek. Ancak son yirmi yılda öne çıkan kimlik siyaseti ve tıptaki ilerlemeler ailelerin çocuklarıyla olan ilişkisini de dönüştürüyor. Solomon'un kitabı da çoğunlukla çocuklarını kabullenen veya kabullenmeye çalışan ailelerin katkılarıyla oluşturulmuş bir çalışma. Klinik psikoloji alanında profesörlük görevini sürdüren Solomon, onlarca ebeveyn ve çocukla yaptığı görüşmeleri okurun empati kurmasına yarayacak bir dille aktarıyor. Her ebeveyn ile çocuğu arasında kuşak çatışması yaşanmasının doğal olduğunu söylemeye gerek yok, ancak ailenin onaylamadığı yatay kimlikler bu çatışmanın uçlaşmasının örneklerini sunuyor. Ancak aynı şekilde ailenin kabullendiği durumlarda ise bildiğimiz aile bağlarından çok daha güçlü bir bağla karşılaşıyoruz. 850 sayfalık kitap ilk başta göz korkutsa da gazete/dergi yazarlığı, klinik psikoloji alanında akademisyenlik, sivil toplum ve kamuda danışmanlık gibi farklı şapkaları yıllardır başarıyla sürdüren Solomon genel okur kitlesinin ilgisini çekecek bir kitap hazırlamış. Solomon ne bir tıpçı gibi konuşuyor, ne de tek amacı yaşananları aktarmak olan bir gazeteci gibi yazıyor. Bağıran bir aktivistten çok kendi babalık deneyimlerini aktardığı kitabın "Baba" başlıklı son bölümünde de göreceğimiz üzere aslında kişisel bir ebeveynlik ve çocukluk arayışının yansımalarını görüyoruz bütün kitapta. Can Candan'ın yönettiği “Benim Çocuğum” filmini duymuş olabilirsiniz. LGBTİ'lerin ailelerinin hikâyelerinin anlatıldığı belgesel LGBTİ hareketi açısından etkili bir yer edinmişti. Ancak daha da önemlisi anne babalığa dair ezberlerimizi bozmuştu. Solomon da bu kitabında benzer bir noktadan hareket ediyor. "Bu anne babaların öğrenmeyle vardığı mutluluğu yayımlamak, günümüzde yok olma tehlikesine açık kimlikleri ayakta tutmada hayati bir önem taşır. Onların hikâyeleri hepimiz için insan ailesi tanımını genişletmenin bir yoluna işaret eder." Ailenin tanımı hızla değişiyor, biyolojik ebeveynlerin çocuklarıyla kurduğu ilişki geçmişin tabulaşmış ve içi boşalmış kalıplarından sıyrılıyor, yeni ilişki biçimleri oluşturuluyor. Bunun yanında biyolojik aileler olduğu kadar seçilmiş aileler de önem kazanıyor. Önümüzdeki yılların tartışma başlıkları içinde yer alacağı açık olan bu konu YKY'nin 21'inci Yüzyıl Kitapları serisi içinde önemli bir yer edinmiş oluyor. "Armut Dibine Düşmeyince, Anne Babalar, Çocuklar ve Kimlik Arayışı", Andrew Solomon, Çev: Nurettin Elhüseyni, 848 s., Yapı Kredi Yayınları, 2016
Ağustos 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Mehmet Eroğlu’nun Aforizmaları ELİF ŞAHİN HAMİDİ
R
omanının odağına tüm açmazları, çelişkileri, yaraları ve acılarıyla birlikte “trajik insanı” oturtan Mehmet Eroğlu, elde bir kurşun kalem ve ufak bir not defteri eşliğinde okunmalı bana kalırsa. Çünkü Eroğlu’nun eserlerini okurken kitapta geçen aforizmaların bir araya getirildiği ayrı bir kitap ihtiyacı bile uyanabilir okurda. Bu ihtiyacı hisseden bir tek ben değilmişim ki Eroğlu’nun romanlarından derlenen aforizmalar, 2010 yılında Agora Kitaplığı tarafından “Edebi Aforizmalar” adıyla kitap haline getirilmişti. Eroğlu’nun “Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı Yazma Seminerleri”ne katılan öğrencileri, büyük bir ısrar ve azimle böyle bir kitabın ortaya çıkmasına önayak olmuştu. Eroğlu’nun öğrencilerinin, incelikli bir çalışma sonucu yazarın romanlarından derledikleri özlü sözlerden oluşan bu “Edebi Aforizmalar” kitabı, İletişim Yayınları tarafından yeniden basıldı. Aforizmaların gözden geçirildiği yeni baskıda, “Fay Kırığı” üçlemesinin ikici kitabı “Emine”, üçüncü kitabı “Rojin” ve “9,75 Santimetrekare”den seçilen yeni aforizmalar da kendilerine yer buldu. Ayrıca Levent Cantek’in “Yazmak, Tıpkı Aşk Gibi, Öğretilemez Ama Öğrenilir…” başlıklı, hayli uzun (tam 71 sayfa), bir o kadar kapsamlı Mehmet Eroğlu söyleşisi de yeni baskıya kondu. Bu söyleşi Eroğlu’nu ve yazınını yakından tanıma olanağı sunuyor okura. Kitabın başında “Bir Tavşan” imzalı, “Tez Hocam Hakkında” başlığını taşıyan yazı da oldukça dikkat çekici. Eroğlu’nun öğrencilerinden birine ait olan yazı şu cümlelerle başlıyor: “Mehmet Eroğlu’yla karşılaştığınızda iki seçeneğiniz vardır: Onu ya sever ya da ‛nefret demeyelim‛ ondan uzak durmaya karar verirsiniz. Boşuna aramayın üçüncü bir yol yoktur.” Çok doğru bir tespit olduğunu düşünüyorum. Henüz kararını veremeyen, “sevmeli mi, uzak mı durmalı?” ikilemini yaşayan, Eroğlu’yla yeni tanışan okur için Cantek’in söyleşisi, yol gösterici olacaktır şüphesiz. “Belleğin Kış Uykusu”ndan seçilen aforizmada dile geldiği üzere “Edebiyat, hayattan ve insandan söz etmek demektir. Daha doğrusu, hayat edinirken yazgısını değiştirmeye çalışan insandan”. İşte bu insan trajik insandır. Yazının başında da dediğim gibi Eroğlu, eserlerinde trajik insanı resmeder. Tıpkı Dostoyevski yahut Shakespeare gibi. Kitaptaki söyleşisinde trajik insana dair şöyle diyor Eroğlu: “Ben Homeros, Shakespeare, Viktor Hugo, Dostoyevski, Conrad, Malraux, Romain Gary, Schoendoerffer gibi yazarların açtığı yoldan ilerleyenlerdenim: Trajik insanı yazmak. Trajik insan umutsuzca yazgısını değiştirmeye çalışır, yenik ve yaralıdır. Aşındırıp yatıştıramadığı, anılaştıramadığı bir hayatı vardır ve bu hayat pişmanlıklarla doludur. Aslında romancının tanrısının pişmanlıktan oyulmuş bir put olduğunu hatırlarsak, trajik insanın roman kahramanlığı rolü için biçilmiş kaftan olduğunu kavrarız.” Eroğlu, okumak, yazmak ve yazarlık üzerine çokça söz sarf ediyor bu söyleşide ve diyor ki: “Yazar olmanın birinci niteliği muhalif olmaktır. İşte bu nedenle yazar, hiçbir otoriteye, hiçbir politik sisteme bağımlı, angaje olmamalıdır. Ancak bağımsız ya-
elif.sahin@gmail.com zar sorumsuz olamaz; insanlığa karşı görevleri vardır. Bu görev, sorgulayarak yaşadığı zaman dilimine ışık tutmayı ve ona müdahale etmeyi de kapsar. Uyumsuzlukları, çelişkileri belirginleştirmek, en azından unutturmamakla görevli olan sanatçı, benliğinin kapılarını başka varlıkların acılarına açandır. Bu yüzden yazarı büyütüp değiştirebilen en önemli unsur, mayasında kendini suçlama isteği ve yeteneğinin var oluşudur. Sanatçı, her şeyden önce, adaleti tutkularının tanrısı kılandır. Yazarlar aynı zamanda şeytansı bir tanrının merhametsiz peygamberleridir.” Bu söyleşide bile görüyoruz ki Eroğlu’nun kurduğu neredeyse her cümle aforizma niteliği taşıyor ve okurları biliyor ki Eroğlu, roman kahramanlarına da büyük büyük laflar ettiriyor. Konu bu büyük laflara gelince şunları söylüyor Eroğlu: “Bana sorarsanız roman kahramanlarının küçük laflar etmektense, büyük laflar etmesi daha iyidir. Aforizma niteliğindeki ‛karakter ve durum‛ tespiti içeren bir cümle aslında uzun bir paragrafı içerir. Conrad, Shakespeare, Oscar Wilde, Dostoyevski, Schoendoerffer, Yourcenar, Graham Greene… Ben bu yazarları okurum, onların kahramanları da, kendileri de hep büyük laflar eder… İyi, derin tespit ve betimleme yazarın hem artistik kumaşını, hem de zekâ ve entelektüel derinliğini yansıtır diye düşünürüm hep…” Edebiyatın ana konularından biri de insanlığın kara yazgısı savaştır/savaşan insandır elbet. Eroğlu’nun kendi deyişiyle “Savaş çığırtkanlarına engel olmanın yolu, savaşı ‛taraf olmanın, kutsallığının yüklerinden kurtararak‛ bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktır”. Eroğlu da bunu yapmaya çalışır ve eserlerinde savaşa dair çokça konuşur, kahramanlarını konuşturur. “İnsanın savaşırken iyi kalması mümkün değildir” der örneğin “Kusma Kulübü”nde. “İnsanın savaşmaktan elde edebileceği tek kazanç, yaşamak; belki bir de kendini anlamaktır,” der “Fay Kırığı-1/Mehmet” kitabında. “Savaşta gelecekten söz edenler ya yalancıdırlar ya da hayal güçleri geniş olanlar” der sonra “Zamanın Manzarası”nda… “Edebi Aforizmalar”da, Eroğlu’nun yapıtlarından derlenen özlü sözler, içeriklerine göre tasnif edilerek uygun başlıklar altında bir araya getirilmiş. Yazmaktan başlayıp aşk, toplum, özgürlük, bellek, vicdan, dostluk gibi pek çok konuya dokunan Eroğlu aforizmalarını bir kitabın içinde topluca görmek gerçekten şahane. Belki de kimi okur bu aforizmalar aracılığıyla Mehmet Eroğlu’yla tanışacak ve bu yazarı sevmek mi yoksa uzak mı durmak gerektiğine karar verecektir. Ki ben ikinci şıktan yana bir karar vereceklerini pek sanmıyorum. Zaten malumunuz, üçüncü bir yol yok. “Edebi Aforizmalar”, Mehmet Eroğlu, 320 s., İletişim Yayınları, 2016
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2016
KISA KISA Cinselliğin Önemi Ghislaine Paris, Ayrıntı Yayınları Fransız seksolog Dr. Paris soruyor: Mo dern yaşantılarımızda cinselliğe hak ettiği değeri veriyor muyuz? Toplumsal tabulardan kendini kurtarmış bir cinsellik mümkün mü? Cinsellikle ilgili düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmeye değerlendirmeye davet eden bir kitap elimizdeki.
Bitmeyen Savaş Paylaşılamayan Ortadoğu Kolektif, Evrensel Basım Yayın Bu kapsamlı çalışma, Sykes-Picot'dan bugüne Ortadoğu'daki yüz yıllık savaş ve paylaşım mücadelesini çeşitli boyutlarıyla irdeleyen ve bugün için sonuçlar çıkarmaya çalışan makalelerden oluşuyor.
Günah Kök Saldığında Cassie Dandridge Selleck, Nora Kitap Vicdanın ve adaletin sorgulandığı bu roman okura Harper Lee’nin “Bülbülü Öldürmek” kitabını hatırlatacaktır. Bir tecavüz vakası ve işlenen bir cinayet sonrasında 25 yıl boyunca saklanan korkunç bir sırrın hikâyesini anlatıyor yazar.
Unutamayan Adam David Baldacci, Doğan Kitap Aldığı darbe sonucu hiçbir şeyi unuta mayan bir adam haline gelen dedektif Decker bir gece eşi, küçük kızı ve bacanağını ölü bulur. Cinayetle ilgili hiçbir detayı unutamayan Decker polisliği bırakır. Cinayetleri işlediğini iddia eden bir adam ortaya çıkana dek…
Cinsiyeti Yazmak Kolektif, YKY Bu derleme, cinsiyetli varoluşumuzu, toplumsal cinsiyeti ve cinselliği daha iyi anlama ve anlamlandırma çabasının bir sonucu. Kadın yazar ve akademisyenlerin katkısıyla ortaya çıkan çalışma cinselliğin toplumsal ve tarihsel sorunlarla bağlantılarını ortaya koyuyor.
Kontrollü Güç Robert Aunger, Valerie Curtis, KÜY “Kontrollü Güç”, kuramsal temelini evrimsel biyolojiye dayandırarak insan davranış biçiminin diğer hayvan türlerinin davranış biçimlerinden nasıl farklı bir evrim geçirdiğini anlatıyor. Bu şaşırtıcı ve kışkırtıcı kitap, evrim psikologlarına ve biyologlarına taze bakış açıları sunuyor.
Tanrısız Gençlik Ödön Von Horvath, Jaguar Kitap Faşizm, genç bir öğretmeni vatana veya vicdanına ihanet etmeye zorlar. Devrin hâkim değerlerini ayaklar altına alır genç öğretmen. 20. yüzyıldaki en önemli yazarlardan biri olan Ödön von Horváth, çocukların bile masumiyetlerini kaybettikleri bir çağı anlatıyor.
Yunan Adalarında Tatil Düşünenlere... CEYHAN USANMAZ
“E
ge’nin iki yakası” tartışmalarına bu yaz başında bir yenisi eklendi! Ege’nin Türkiye kıyılarında mı, yoksa Yunanistan kıyılarında mı tatil yapmak daha avantajlıydı? Aslında kıyıda köşede yazılıp çizilen, kulaktan kulağa konuşulan bir mevzuydu bu ama “ana akım” gazetelerde art arda yazılar yayımlanınca daha da geniş kitlelere ulaşmış oldu. Dolayısıyla tartışma biraz daha büyüdü... Melis Alphan’ın “Niye Alaçatı’da kazıklanalım? Aptal mıyız?” başlıklı yazısı örneğin: “Cunda’ya kadar gitmişken tabii ki Midilli’ye, Çeşme’ye kadar gitmişken tabii ki Sakız’a, Bodrum’a kadar gitmişken tabii ki Kos’a, Leros’a, Kalymnos’a geçiyoruz. Zira biz parayı ağaçtan toplamayanlar, kendi ülkemizde işletmelere cüzdanımızı bırakıp gidecekken, Yunan adalarında insaflı fiyatlara şahane tatil yapabiliyoruz,” diyordu. Hatırlanacaktır, Ahmet Hakan, Aslı Aydıntaşbaş gibi köşe yazarları da katılmıştı bu tartışmaya... Üstelik konu yalnızca ucuzlukla ilgili değil. Restoranlardaki yiyeceklerin tazeliğinin ve lezzetinin, tesislerin sadeliğinin ve işlevselliğinin de Ege’nin “diğer” yakasında daha iyi olduğu söyleniyordu. Buna karşılık, Ege Turistik İşletmeler ve Konaklamalar Birliği (ETİK) Başkanı, “kamuoyunda sahil beldelerindeki turistik işletmelerin birer ‘kazıkçı’ olduğu ve Yunan adalarının son derece ucuz olduğu yönünde bir algı yaratıldığını,” söyleyip Türkiye’deki işletmeleri şöyle savunmuştu: “Meslektaşlarımız büyük bir haksızlıkla karşı karşıya. Basit bir örnek vermek gerekirse bizler faturasız balık alamıyoruz. Ancak Sakız Adası’ndaki işletme denizden tuttuğunu müşterisine veriyor. Haksız rekabet burada başlıyor. Biz en pahalı suyu kullanıyoruz. En pahalı katı atık bedelini ödüyoruz. Vergimizi son kuruşuna kadar veriyoruz. Çalışanımızın sigortasını ödüyoruz. Gelir giderimizin kayıtlı olması için kredi kartı kullanıyoruz. Çünkü bizler vatanını seven, devletini düşünen insanlarız. Ancak bunun sonucunda kazıkçı yaftası yapıştırılması bizlere yapılan en büyük haksızlık.” Tartışmaların bu kadar alevlenmesinin arkasında, bu yıl Türkiye turizminde yaşanan malum sıktıntıların da payı büyük elbette. Geçen yıllara oranla zor günler geçiren turizmciler, böylesi yazılara daha hassas yaklaşır oldular belki de. Kimin haklı olduğu bir tarafa, şu anda Yunan adalarıyla ilgili, “reklamın iyisi kötüsü olmaz” anlayışı geçerli gibi görünüyor! İlk uygun tatil günlerinde, “gerçekten de öyle miymiş” düşüncesiyle Yunan adalarını ziyaret edeceklerin sayısı, en azından yakın çevreme baktığımda bile, bir hayli artmış durumda. İşte bu noktada da Ufuk Kaan Altın’ın “Merhaba Cancağızım / Ya sou vre!” isimli çalışması yol gösterici olabilir. Ufuk Kaan Altın, ilk olarak 2011 Haziran’ında gitmiş Yunan adalarına, son ziyaretinin tarihi ise Ekim 2015. Diğer bir deyişle Girit, Kos, Mikonos, Rodos, Sakız, Santorini gibi adalara ilişkin yazdıkları çok taze. Her birinin tarihçesinden başlıyor anlatmaya. Mutlaka nerelerini görmeliyiz, plajları adanın neresindedir, nasıldır, nerede kalınabilir, nasıl ulaşılabilir gibi akla gelen ilk sorulara da cevaplar bulmak mümkün. Ve bir
ceyhanusanmaz@gmail.com de elbette, nerede yemek yiyebiliriz, neleri tatmadan dönmemeliyiz... Hatta kitabın asıl odak noktasının yemek olduğunu söylemeliyiz; yalnızca bir seyahat değil söz konusu olan çünkü, bir gastro-seyahat! Zaten kitabın üst başlığının “Bir Şikemperverin Gastro-Seyahat Notları” olması da boşuna değil. (Farsça kökenli “şikemperver” kelimesinin tam karşılığı “karnını seven, karnını besleyen”miş. Boğazına düşkün, iyi yemeğe meraklı olarak da çevrilebilir.) Ufuk Kaan Altın’ın sipariş ettiği (ve afiyetle yediği) yemekleri/mezeleri okurken (ve şimdilik yalnızca fotoğraflarına bakarken), kitabının hemen başındaki o sorusu geliyor aklımıza ister istemez: “Adalardaki deniz ürünü çeşitliliği bizde yok maalesef. Aynı deniz, aynı balıklar, aynı ürünler oysa... Orada bu kadar iyiyken durum, bizde neden böyle?” Yeniden, yazının başındaki tartışmaya dönmeyelim elbette ama işin sırrının saygıda olduğunu söylüyor Ufuk Kaan Altın: “Hem kendilerine, hem işlerine hem de bu kültüre saygılılar. Balık olmadan yok olacaklarının farkındalar.” Ayrıca, adalardaki hemen her lokantanın birer aile işletmesi olmasının da etkisi var sanırım. İnsanlar, daha bir dört elle sarılıyorlar galiba; mutfakta anne ya da baba, serviste oğullar ya da kızlar... Popülerleşen ve bunun etkisiyle tamamen turistik hale gelen adalar da var elbette ama genellikle hırstan arınmış, sessiz sakin yaşayıp giden insanlar olduklarını görüyoruz ada insanlarının. Eminim ki, on sene sonra gitsem de her birini bıraktığım gibi bulacağım, diyor örneğin Ufuk Kaan Altın, “Hiçbiri, ‘Bu yaz ikinci kata çıkayım, bahçemi büyüteyim, 8-10 masa daha ekleyeyim de parayı vurayım,’ diye düşünmüyor.” Özellikle “Zorba” romanıyla tanıdığımız Nikos Kazancakis’in, daha da önemlisi Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın doğum yeri olması sebebiyle Girit adasına ya da son zamanlardaki popülaritesi sebebiyle Mikonos adasına az çok aşinayız; başka birçok kaynaktan bu adalara ilişkin tüyolar almak mümkün. Ama özellikle Türkiye’den doğrudan ulaşım imkânı olmayan, dolayısıyla daha az tanınan adalar konusunda Ufuk Kaan Altın’ın “Merhaba Cancağızım / Ya sou vre!” isimli çalışmasını yanımızda bulundurmakta fayda var gibi görünüyor. Ufuk Kaan Altın, ilk sıraya Meis’i koymuş, benim özellikle merak ettiğim ada ise Siros oldu. Siros, tipik bir Yunan adasından ziyade zengin, bakımlı, korunaklı Avrupa şehirlerini andırıyormuş ama onların çoğundaki kasıntı hava yokmuş. Ayrıca “Yunanistan’ın Manchester’ı” olarak da tanımlanan bu adanın benim için en dikkat çekici özelliği ise, Yunanistan’ın rebetiko üstatlarından Markos Vamvakaris’in doğup büyüdüğü ada olması; hatta adada kişisel eşyalarının sergilendiği bir müze de varmış. “Merhaba Cancağızım / Ya sou vre!”, Ufuk Kaan Altın, 204 s., Mylos Kitap, 2016
Ağustos 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
İlaç Sektörünün Kurbanı Çocuklar MELİSA CEREN HASMADEN
P
sikiyatrik hastalıklar hızla yayılıyor. Hatta dönem dönem bazı hastalıklar moda oluyor. Depresyon, manik depresif, bipolar bozukluk, panik atak gibi hastalık adları günlük dile girdi bile. Eğer hayatınızda bir çocuk varsa dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, disleksi, öğrenme güçlüğü, otizm gibi tanıların da ne kadar yaygınlaştığını fark edersiniz. Peki bu sorunlar gerçekten bu kadar yaygınlaştı mı, yoksa bir “aşırı tanılama” sorunuyla mı karşı karşıyayız? Bu sorunun yanıtını verebilmek gerçekten önemli, çünkü yukarıda sayılan tanılardan herhangi birinin konulduğu çocukların önemli bir bölümü oldukça ağır, bağımlılık yapma riski bulunan ve yan etkileri tam olarak saptanmamış ilaçlarla “tedavi” ediliyorlar. “Antidepresan Tuzağı” kitabının da yazarı olan Psikiyatrist Dr. Mutluhan İzmir “Yaramaz Çocukları İlaçlamayın” adlı son çalışmasında ilaç endüstrisi, tanılama ve tedavi arasındaki ilişkiye değiniyor. Özellikle dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğuna odaklanan İzmir, yirmi yıl öncesine kadar çok ender rastlanan bir hastalık olan dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunun (DEHB), günümüzde her 7-8 çocuktan birinde rastlanır hale geldiğinin altını çiziyor. Üstelik DEHB tanısı otizm ve disleksiden farklı olarak klinik gözleme dayalı olarak konuluyor. Dolayısıyla bu tanılamada nesnel ölçütlerden söz etmek çok zor. Psikiyatrist Dr. Mutluhan İzmir ilaç endüstrisinin de etkisiyle tanılamalarda kullanılan nesnel ölçütlerin nasıl değişebileceğini, sermaye ve modern tıp arasında kurulan çıkar ilişkilerini doktorları daha fazla ilaç reçetelemeye nasıl ittiğini ve bu durumun modern tıbba olan güveni sarsabileceğini örneklerle açıklıyor. DEHB semptomlarının ortaya çıkmasına sebep olabilecek diğer etkenlere değinen yazar, en belirgin semptom olan dikkat eksikliğinin herkeste zaman zaman ortaya çıkabileceğine işaret ediyor. Günümüzde kullanım yaşı oldukça aşağı çekilmiş olan televizyon, akıllı telefon gibi teknolojik aletler yaydıkları ışıklarla kullanıcısının uyku kalitesini düşürüyor ve bunun bir sonucu da dikkat eksikliği oluyor. Mutluhan İzmir, beyin işlevlerimizin duygulardan bağımsız işlemediğini ve duygusal durum ile bu işlevlerin sağlığı konusuna değiniyor. Aile yaşantısının etkisiyle, yeterli disiplinden yoksun yetişen çocuklarda da yine aşırı hareketlilik, kurallara uymakta ve güdülerini kontrol etmekte zorlanma, bunların sonucu olarak da dikkat eksikliği görülebileceğini belirtiyor. Hastalık tanımlarının genişletilmesi sonucu ortaya çıkan aşırı tanılama ve ilaç endüstrisi bir araya gelince dikkati artırdığı, konsantrasyonu güçlendirdiği söylenen ilaçlar DEHB tedavisinde kullanılmaya başlandı. Psikiyatrist Dr. Mutluhan İzmir’e göre doktorlar tarafından tehlikesiz olduğu belirtilerek reçetelenen bu uyarıcı ilaçlar oldukça ciddi yan etkilere sahip. En büyük tehlike ise bağımlılık yapma riskleri. Uzun vadede ise ilgi ve dikkat kaybı, cinsel işlev bozukluğu, öğrenme güçlüğü bu yan etkilerden sadece bazıları. İzmir, bu ilaçlar üzerinde çalışmaların halen sürdüğünü ve yaratacakları tahribatın tam olarak bilinemediğini söylüyor. Mutluhan
melisahasmaden@gmail.com İzmir şöyle devam ediyor; “DEHB hastalığının, bipolar hastalıkla birlikte görülmesindeki sıklık ve DEHB tedavisinde kullanılan ilaçların bipolar hastalığın mani dönemini alevlendirmeleri, dikkat eksikliğini ve içe kapanıklığı tedavi ediyoruz derken hastayı kontrolsüz bir tabloya sokmamıza ve zarar vermemize neden olabilecektir. Yani kaş yapalım derken göz çıkarma olasılığımız büyüktür.” Bu noktada aşırı tanılama ve hastalıkların tanılanmasını sağlayan ölçeklerin genişletilmesi konusuna geri dönmekte fayda var. İlacın gerçekten ona ihtiyaç duymayan bir beden için zehir olduğunu söyleyen İzmir, çevresel faktörlerin etkisiyle, dikkat artırma egzersizleri, sosyal uyumu artırma çalışmalarına başvurmaksızın pek çok çocuğun bu bağımlılık yapan zehirlere maruz bırakıldığının altını çiziyor. Oysa yaşanan dikkat sorununun pekâlâ ilgi ve merak eksikliğinden kaynaklanabileceğini belirten yazar, bugün masa başında oturup ders çalışabilmesi için ilaca maruz bırakılan pek çok çocuğun eğitim sistemi ve toplumsal kültürümüzde zaten var olan aşırı korumacı tutumun kurbanı olabileceğini belirtiyor. Psikiyatrist Dr. Mutluhan İzmir’in ortaya koyduğu perspektif bize sayısı hızla artan DEHB tanısı almış çocukların tıbbi bir sorunun yanısıra toplumsal bir sorunu işaret ettiğini gösteriyor; “sorunlu” çocuk karşısında bir an önce çözüm yaratacak mucize bir ilaca başvurmak isteyen eğitimci ve ebeveynler, böyle bir çocuğun varlığını tolere edemeyen, çocukların ilgi ve meraklarını uyandırmaktansa katı disiplinle ilerlemeyi ezber edinmiş bir eğitim sistemi, kozmetik tıbbın yarattığı mucize ilaçlar arzusu, ilaç endüstrisinin bilimle kurduğu sıkı bağlar dolayısıyla daha çok ilaç yazmaya yönlendirilen hekimler. Tüm bu sorunlar yumağında bir neslin hatırı sayılır bir kısmı geri dönüşü olmayan ya da ilerleyen yaşlarında daha fazla ilaca ihtiyaç duymalarına yol açacak bir tedavi yöntemine maruz bırakılmakta. Oysa Dr. Mutluhan İzmir’e göre; “Bizim ve çocuklarımızın geleceğini kurtaracak olanın gerçek bilgi, gerçek bilim ve gerçek iletişim olduğunu unutmamak olduğunu aklımızdan çıkarmayarak, çocuğu kurtarabilmek için önce toplumu kurtarmanın gerekli olduğunu bilmek gerekir. Sorun sadece kendi çocuğumuzu değil, onun içinde yasayacağı toplumu oluşturacak çocukların tümünü kurtarmak sorunudur.” “Yaramaz Çocukları İlaçlamayın!”, Prof. Mutluhan İzmir, 112 s., Hayykitap, 2016
KISA KISA Afacan Beşler Enid Blyton, Artemis Çocuk Afacan Beşler serisinin dört kitabı aynı anda çıktı. Julian, Dick, George, Anne ve Timmy’nin maceraları renkli çizimlerle karşımızda. Blyton’la yeni tanışan okur için iyi bir başlangıç, hayranları içinse klasik hikâyelerin tadını yeniden çıkarmak için bir fırsat.
Kediler, Köpekler, Tavuklar ve Filler Cornelia Funke, Arkadaş Çocuk Hayvan dostlarımız hakkında altı öykü yer alıyor kitapta. Sirk çadırında canı sıkılıp şehirde gezintiye çıkan filden, Şehriyar adındaki papağana; yeni ev arkadaşı Korsan adındaki kediden hiç haz etmeyen Haydut isimli köpeğe kadar bir dolu hikâye hayvan dostu çocukları bekliyor...
Erkekler Kızlara Karşı Silvia Vecchini, YKY Annesi kamyon şoförü olan Zoe, yeni okulunda arkadaşlarının önyargılarını kıracak ve öğretilmiş rolleri sorgulamalarına neden olacak. Cinsiyetçi-ayrımcı kalıpların küçük yaştan yıkılması gerektiğini düşünen yazar, hem eğlenceli hem de düşündürücü bir kitap çıkarmış ortaya.
Ulduz ve Kargalar Samed Behrengi, 1001 Çiçek Kitaplar “Küçük Kara Balık”ın yazarı Behrengi’nin başka bir hikâyesi daha Farsça aslından Türkçeye kazandırıldı. Ulduz isimli bir kız çocuğunun kargalarla tanışmasını konu alan bu hikâye, insan ile hayvan arasındaki dostluğu anlatıyor.
Festival Mühendisi Kathryn Erskine, Günışığı Kitaplığı Ödüllü yazar Erskine, gençlerin üzerindeki meslek seçimi baskısını mizahi bir dille eleştiriyor. Başarı kavramını sorgulayan yazar, farklılıkları, umudu ve dayanışmayı yüceltiyor. Romandaki sözcük oyunları da okuma keyfini tadına doyulmaz kılıyor.
Sevgili Bill Alexandra Pichard, Domingo Yayınevi Mektup yazma alışkanlığımızı yitirmekten şikâyetçi olanımız varsa beri gelsin. Bu kitap çocuklara kaybolmaya yüz tutmuş bir alışkanlığımızı aşılamaya yardımcı olacak gibi. “Sevgili Bill”, Bill ile Oscar isimli iki karakter arasında gidip gelen mektuplardan oluşuyor.
Yara Bandı Fabrikası Nilay Özer, YKY Yaramaz mı yaramaz bir oğlan bu kitabın kahramanı. Yüzünün yara bere içinde olmasından anlamışsınızdır. Hiç yerinde durmadığından olacak, yara bandı fabrikası kendisine yara bandı yetiştiremez hale gelmiş. Adı ne mi: Tabii ki Ateş. Aklı çok, boyu kısa Ateş’in hikâyesi bu kitapta.
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Ağustos 2016
TEVFİK UYAR:
“Benim Terapi Aracımdır Kainat” Söyleşi: SELNUR AYSEVER Tevfik Uyar’la tanışmam “Herkese Bilim ve Teknoloji” dergisindeki yazılarıyla oldu. Ardından ödüllü bir bilimkurgu öykü yazarı olduğunu öğrendim. Bilimkurguya mesafeli olmakla birlikte “Tek Kişilik Firar”ı bir gecede okudum. Hem güldüğüm hem “neden olmasın” dediğim birbirinden keyifli öykülere imza atmış Uyar. Dili tertemiz. Üstelik duyguyu hep ön planda tutarak yazmış. Felsefenin ve psikolojinin de içinde olduğu bilimkurgu öyküleri yazıyor. Mizahı eksik etmediği öykülerinde heyecanlı sonlar ve sürükleyici olaylar var. Ben, uzaylıların var olduğuna inanıyorum, dedim. Tevfik Uyar, bilim insanı diliyle “var olduklarını düşünüyorum,” dedi. Ölmeden önce yanıtı öğrenmek istiyormuş mutlaka. Biz bu cevabı bilebilir miyiz, kuşkuluyum. Ama “Tek Kişilik Firar”ın düşlerimde bana eşlik etmesinden dolayı memnunum. Selnur Aysever: Uçak mühendisi ve sosyoloji mezunusunuz. İşletme yönetimi yüksek lisansı yaptınız. Dergi editörlüğünüz, radyo programı yapımcılığınız, sunuculuğunuz da cabası. Bunların yanında bir de yazarlık var. Henüz 31 yaşındasınız. Hepsi bir araya nasıl geliyor? Tevfik Uyar: Birçoğu zaten bir bütünün parçalarıymış gibi değerlendirilebilir. Bir şekilde birbiriyle bağlantılılar sonuçta; ancak temeline inmek gerekirse: Benim esas amacım Türkiye’de bilimin sevilmesine, bilimsel ama daha da önemlisi eleştirel düşünmenin yaygınlaşmasına katkıda bulunmak. Dergi, radyo, podcast… Bunların hepsi zaten bu amaca yönelik. Ve tabii doğal olarak kendim de bilimi seviyorum. Bu nedenle doktora çalışmama devam ediyorum. Kadrolu bir akademisyen değilim ama ders veriyorum, makale yazıyorum, konferanslara katılıyorum. Bu işin bilim kısmı… Bir de bunun kurgu kısmı var. Çocukluğumda hevesliydim öyküler, romanlar yazmaya. Kurgu yazmak iyi bir gözlem yeteneği, insan davranışlarına yönelik sezgisel bir kavrayış istiyor. Bilimkurgu yazmak ise daha fazlasını. Toplumları, toplumsal devrimleri, teknoloji ile hayatımız arasındaki ilişkiyi… Bir şekilde biraz daha teknik bir gözlem ve hatta “uygulaması”. Uzaktan öğretim imkânlarının gelişmesiyle sosyoloji okumaya karar vermemin arka planında da, hem sosyal bilimlerin de çalışma yöntemini öğrenme isteğim, hem de daha iyi bilimkurgu öyküler yazmam için gerekli olduğuna olan inancım vardı. Bir zamanlar ben de acaba maymun iştahlılık mı, çok yönlü bir ilgi alanı mı diye aynı soruyu sormuştum kendime. Hatta bir gün oturup, bir iki uğraşımı da elediğimi, “artık bu uğraşları bir kenara bırakıp, asıl amacımla ilgili olanlara odaklanmam gerekiyor” diye düşündüğümü ve tatbik ettiğimi itiraf etmeliyim. Müziği öyle bıraktım mesela… Selnur Aysever: Bilimkurgu öyküleri yazıyor ama karakterleri, olayları ve duygularını gerçek yaşamdan alıyorsunuz. Sizi gerçeklikle iç içe geçen öyküler yazmaya iten sebepler nelerdir? Tevfik Uyar: Öykülerimin pek azı dışında, merkezde hep insan var. Bir bilimkurgu öyküsünde bahse konu olan dünyanın bir kullanım
kılavuzu gibi anlatılmasından hazzetmiyorum. Yanlıştır demiyorum; ama ben hazzetmiyorum. İnsandan, insanın özünden yalıtılmış hiçbir sistem gerçekçi değildir. Bu illa bilimkurgu olmak zorunda değil. İnsan faktörlerini hesaba katmayan her tür tasarım eksiktir. Çernobil faciası da dahil, teknoloji ve insanın bir arada bulunduğu sistemlerde ortaya çıkan kazalar, felaketler hep sistemdeki insan faktöründen kaynaklanmıştır. Kim bilebilirdi Germanwings uçağında bir yardımcı pilot intihar etmek isteyecek? Ya da akla hayale gelmeyecek katliamlara imza atan terör örgütlerinin mensupları insanlar değil mi? Nükleer bombaları üreten de, atılmasına karar veren de, onu uçakla gidip bırakan da insan değil mi? Tüm bunlar öylesine insan davranışları değil ki. Hepsinin arkasında aşk, ihanet, hırs… Pek çok duygu var. Çok uç bir örnek vereyim: Mars’a göndereceğiniz bir koloni ekibini seçerken her türlü teknolojik ayrıntıya dikkat edebilir, türlü risk senaryolarını ele alabilirsiniz; ancak orada iki kişinin aynı insana âşık olup da, içlerinden birinin giriştikleri rekabette kaybetmesinden sonra kapıldığı öfkeyle tüm projeyi mahvetmeyi göze almasını rasyonel olarak değerlendiremezsiniz. Tabii, insan faktörleriyle ilgili hem profesyonel hem de akademik ilgim beni insanı anlamaya, insanı esas almaya iten başka bir neden olmalı. Ben havacılık sektöründe emniyet yönetiminde çalışıyorum zaten. İşim risk yönetimi. Kazaları ortaya çıkaran nedenleri anlamak, araştırmak, daha ortaya çıkmadan engellemek. Doğal olarak “İnsan neden yanılır? Neden aldanır?” sorusunun yanıtı emniyet yönetimiyle uğraşan kimseler için önemli… Son birkaç yılda çalışma hayatımla bilimsel merakım paralel ilerledi. Aldanma mevzuu, Yalansavar adı altında faaliyet gösterdiğimiz Türkiye’deki bilimsel kuşkucu komünite olarak esas çalışma konularımızdan biri… Özellikle astroloji, alternatif tıp yöntemleri, yani bir kısmı insanların umutlarını sömüren sözde bilimler. Zaten yazdığım kurgu dışı “Astrolojinin Bilimle İmtihanı” adlı kitabın üçüncü bölümü, “Neden inanıyoruz?” sorusunun psikolojik zeminini aktarıyor. (Devamı sayfa 11)
EMRE KONGAR Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-1 Türkçenin en büyük şairlerinden biri Fazıl Hüsnü Dağlarca’dır. Kültür Bakanlığı Müsteşarı olduğum dönemde, benim başkanlığımdaki jüri, ona Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü’nü vermişti. Kendisine saygımı göstermek için, araya sekreterimi filan sokmadan, evinden bizzat aramıştım. “Tören istemem” demişti. İsteğine uygun bir biçimde ödülü sessizce vermiştik. *** Sonradan Cumhuriyet’te köşe yazmaya ve gazetenin yayın kurulunda da görev yapmaya başlayınca, Dağlarca’yla yakın işbirliği önermiştim. Bu bağlamda o sıralarda 90 yaşını aşan büyük şairin evine bir ziyaret yapmıştık. Bu ziyarette içinde benimkilerin de olduğu sorulara çok ilginç yanıtlar vermişti. (Cumhuriyet 24.04.2006) Şimdi burada onu yeniden gün ışığına çıkarmaktan büyük bir onur ve zevk duyuyorum. *** Cumhuriyet: Cumhuriyet ve Cumhuriyetçiler olarak diyoruz ki her hafta pazar günü Dağlarca’nın bir şiirini birinci sayfadan koyalım. Müsaade ederseniz. Fazıl Hüsnü Dağlarca: Benim için şereftir. Günlük konuya göre seçip koyabilirsiniz. -Kitaplarınızı şöyle bir elden geçirdik. O kadar bugüne uyan şiir var ki, onları kamunun bilincine sergileyelim. -Zaten bütün tarih güne uygulanabilir. Günün dışında bir tarih veya yazı olamaz. Olaylar güneş gibidir. Aynı yeryüzünde döner döner durur. Herkes yeni zanneder, güneş eskidir. *** ‘Karşı Duvar’ Dergisi Günleri -Sizin Aksaray’da bir kitapçı dükkânınız vardı. Oradaki konuşmalar aklımıza geliyor. Aksaray’da eskiden meyhaneler de vardı. -Evet, çok güzel meyhaneler vardı. Kitapçı dükkânımın gece siperiydi onlar. Aksaray’ı severdim. Defterlere şiirler yazardım. O günleri severim. -Karşı Duvar dergisi vardı eskiden. Fakültedeyken Aksa ray’da otururdum. Tramvay durağının yanında sebze meyve satılan çarşı vardı. İçinde halkın, esnafın gittiği yerler vardı. Oraya giderdik. Halkla çok yakındık. Bir de eski halkevi vardı. -Halk edebiyattan uzak derler. Hayır. Orada benim duvara astığım, 15 günde bir değişen şiirleri belki en aşağı 100 kişi okur, defterlerine yazardı. Abartmıyorum. Bir gün bir adam geldi, o gün şiir değişmemişti, çünkü yazan çocuk hastaydı. ‘’Ben Kadıköy’den geliyorum. Neden bu şiir değişmemiş? Bana günah değil mi!’’ dedi. Adamı oturttum, çay kahve ısmarladım. Bayağı kerliferli bir adamdı. Yani halk yakın takipteydi. Ben meyhaneye giderdim, dönerken dükkâna bakardım uzaktan, önünde en az 10 kişi olurdu gece 12’ye kadar. Şiir halka sunulsa halk alıyor, severek kabul ediyor sunulanı. *** -Şiir devam ediyor sizde. Şiirin devam etmesi aklı ve bilinci de sürdürüyor. Belki saçta, başta, gözde veya kaşta değişiklik var; ama bilincinize diyecek yok. -Bilinç bıçak gibi veya keman gibi, ne kadar kullanırsanız o kadar bilinçtir. Şu an yazı yazamıyorum, çünkü gözlerim görmüyor yazıyı. Küçük harfleri hiç göremiyorum. Birine yazdırıyorum. 50 dizelik, 40 dizelik şiirleri hiç zahmet çekmeden, silmeden yazdırabiliyorum. Değiştirmeden, bir söyleyişte bazen 2 şiir birden yazdırıyorum.