Remzi Kitap Gazetesi / Aralık 2012

Page 1

‘Gün’ ‘O Gün’dür

Hah

Logicomix

BANU AVAR

BİRGÜL OĞUZ

A. DOKSIADIS - HRISTOS H. PAPDIMITRIU

B

B

anu Avar, yeni kitabında Türkiye iç siyasetine, küresel odaklar ve büyük devletlerin küresel oyunları bağlamındaki bakışını tüm netliğiyle ortaya koyuyor. Suriye meselesi, Avar’ın kitabının da ağırlıklı konusunu oluşturuyor. Avar, belgelere, tanıklıklara yaslanarak Türkiye ve Batılı devletler arasındaki ilişkiyi analiz ediyor. Devamı sayfa 6

R

E

M

Z

İ

M

irgül Oğuz’un ikinci öykü kitabı “Hah”, kaybedilen bir babanın ardından tutulan yasın karanlık evrenini yansıtıyor. Bir yandan edebiyat dünyasına göndermelerle de zenginleşen kitap, yazarın kendine has öykü dili ve üslubuyla çok ses getirecek bir esere dönüşüyor.

antığa, felsefeye, matematiğe insani duygulardan uzak bakmaya bir son vermenin zamanı gelmedi mi? Dünyaca ünlü çizgi roman “Logicomix”, 20. yüzyılın en büyük felsefeci ve matematikçilerinden Bertrand Russell’ın yaşam öyküsüyle bizi bilim dünyasında farklı bir yolculuğa çıkarıyor. Devamı sayfa 12

Devamı sayfa 10

K

İ

T

A

B

E

V

İ

itap Gazetesi

EMRE KONGAR Bernard Lewis’in Yeni Kitabı 3

SAYI 84 - ARALIK 2012 - ÜCRETSİZDİR

CANAVAR DEĞİL, SADECE YALNIZ... B

ir gün geri alamayacağınız bir hata yapsanız ve tüm dünyanız altüst olsa? Kimselere itiraf edemeseniz yaptığınız şeyi? Kendinizi yiyip bitirseniz? Çareyi herkesten uzaklaşmakta bulsanız? Vicdan azabı ve pişmanlıkla kıvrandığınız gecelerde yapayalnız inleseniz acıdan? Bir de diğer taraftan bakalım… Birisi sizin hayatınızı tümden etkileyecek bir şey yapsa? Yapayalnız kalsanız koca dünyada? Üstelik hiçbir umudunuz da olmasa? Günün birinde bu acıların bitmesi için ölümden başka bir seçenek sunulmasa size? İşte intikam, nefret, hınç gibi duyguların doğup yeşermesi için en ideal ortam. Bugü-

Vergilius’un Ölümü BROCH

Tango İstanbul ESMAHAN AYKOL

İyi Olan Metindir, Yazar Değil Hiç Adil Değil! SUZAN GERİDÖNMEZ

Arka Kapak Konuğu İSMAİL SAYMAZ

7 13 14 15 16

Eleştiri ve Özgürlük!

ENVER AYSEVER

B

ne dek defalarca sinemaya uyarlanan “Frankenstein”, korkutucu bir ucubenin fantastik öyküsü gibi yansıtılıyor. Oysa Mary Shelley’nin klasikleşmiş eseri “Frankenstein ya da Modern Prometheus” insani duygularla yoğrulmuş bir yalnızlık romanı. Üstelik kahramanlarına en büyük haksızlığı yaparak yaratılanı da yaratanın adıyla andığımız bir roman. Victor Frankenstein’ın vicdan azabı, “ucube”sinin intikam duygusu. “Frankenstein”ın Can Yayınları ve İthaki Yayınları’ndan çıkan çevirilerini karşılaştırmalı okuduk. İşte size “ucube”nin romanı… Devamı sayfa 8-9

u sayıya yeni bir romanın heyecanını taşıyarak Oya Baydar söyleşisi koyduk. Her yapıt yayınlandıktan sonra kendi hayatını sürer. “O Muhteşem Hayatınız” da artık okurundur. Sevenler ve eleştirenler olacaktır. Bu hakkını kullanan yazar arkadaşım Irmak Zileli’nin yazısını yayınlamayan Radikal gazetesinin sorumluluğu kendisindedir. Ben de kendi sorumluluğumu taşıyor ve köşemi Zileli’ye bırakıyorum. (Devamı sayfa 2)

OYA BAYDAR “Geçmişle Hesaplaşmak Değil Ödeşmek Gerekiyor” G

eçmiş ve geçmişle yüzleşmenin hem birey hem de toplum açısından son derece güç, zaman zaman travmatik bir süreç olduğunu söylüyor Oya Baydar. Böyle bir yüzleşme üzerine kurduğu son romanı “O Muhteşem Hayatınız”da, zahir olanın arkasındakini görmeye, göstermeye çalışıyor. Dünyaca ünlü bir opera sanatçısı, onun tutkulu hayranı müzik öğretmeni, yıllar önce koptuğu annesiyle tekrar bir araya gelen bir kadın ve Dersimli bir Alevi devrimci... Yolları bir şekilde kesişen bu dört karakterin her biri kendi geçmişiyle, kendi gerçeğiyle karşı karşıya kalıyor bu romanda. Perdeler açıldıkça arkasından başka başka şeyler çıkıyor, gerçeklik yeni anlamlara bürünüyor. Lakin sadece kişilerin değil toplumsal tarihin de derinliklerine dalıyor roman. Bir ucu Dersim’e, 1938’e uzanıyor. Yine de bir

son söz niyetine “Bu roman bir Dersim romanı değil” diyor Baydar kitabın sonuna düştüğü notta ve ekliyor: “(…) geç kalmış bir farkındalığın, dışarıdan bakışın ve anlamaya çalışmanın romanı…” Baydar’la hem romanı hem de romanda en çok altını çizdiği geçmiş ve gerçeklik kavramlarını konuştuk…

“Yanlış bilmiyorsam, tanımadığınız birinin size ait eski fotoğrafları bitpazarında bulması ve size ulaştırmasıyla aklınıza düşmüş bu romanın fikri. Nasıl oldu anlatır mısınız?” “Tam da sorunuzdaki gibi oldu. Eski belgeleri, gazeteleri, müzik kasetlerini, fotoğrafları toplamaya meraklı biri, bir koleksiyoncu çocukluk fotoğraflarımı, bazı aile fotoğraflarını bulmuş. Çaba harcayıp, zahmet edip bana ulaştırdı, tanıştık, konuştuk.” Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2012

Eleştiri ve Özgürlük!

(Baş tarafı sayfa 1’den)

Oya Baydar’ın Sıcak Külleri Kaldı, Erguvan Kapısı romanlarını sevmiştim. Kayıp Söz’le de bir mesele yoktu aramızda. Sonra, Çöplüğün Generali’yle birlikte Oya Baydar’ın okuru olmaktan uzaklaşmaya başladığımı söylemeliyim. Belki benim tersliğim, ama konjonktürel romanları edebiyatın bir parçası gibi göremiyorum. Başka bir projenin ürünü olduğu duygusu beni metinden de, yazardan da soğutuyor. Bu yüzden, artık Oya Baydar okumayacağımı düşünürken “O Muhteşem Hayatınız” çıkageldi. Fakat bu kez arkasına bir “son söz” eklemişti yazar. Orada, “Bu bir Dersim romanı değil” diyordu. Yazarın romanına nokta koyduğu andan itibaren olabildiğince sessiz kalması, okurun okuma serüvenine müdahil olmaması gerektiğini düşünmeme rağmen bu ibare dikkatimi çekti, acaba gerçekten de bir Dersim romanı değil miydi bu? Yine konjonktürel bir roman yazdığı önyargımı kırar umuduyla başladım okumaya. Ama kırılan umut oldu. Roman, dünyaca ünlü bir opera sanatçısı olan Diva’nın hayatındaki sırlar üzerine kuruluyor. Aslında 2 yaşındayken Dersim’den sağ kurtulan küçük kız çocuğunun orada görev yapan subay tarafından evlat edinildiğini ve özenle büyütüldüğünü daha ilk sayfalarda anlıyoruz. Üç bölümden oluşan roman, üç ayrı anlatıcıya sahip; Diva, kızı Arya ve fotoğraf toplayıcısı. Burada epey bir karışıklık olduğunu belirtelim. İlk bölümde italikle araya giren rüya anlatıları ve ikinci bölümde yine italikle giren, bir süre sonra kaybolan, ne olduğu, kime ait olduğu anlaşılmayan üçüncü tekil anlatımlar, anlatıcı sorunu üzerinde özenle durulmadığını düşündürüyor. Birinci bölümde bir de fotoğraf toplayıcısının günlüğünden parçalar var ki, bu, işi iyice karmaşıklaştırıyor. Başka meseleler öne geçtiği ve yer sıkıntısı nedeniyle, bu yazıda ne yazık ki dil ve üslup sorunlarına, metni gereksiz şekilde uzatan tekrarlara değinmek mümkün olmayacak.

Toplayıcı’nın Diva’ya ulaşması ve elinde ona ait fotoğrafların olduğunu bildirmesiyle başlıyor hikâye. İlk bölümde büyük ölçüde Diva’yı tanıyoruz. İkinci bölümde, Diva’ya ve Dersim’e Arya’nın gözünden bakıyoruz. Arya, Dersim’den bihaber, iki oğlu ve kocasıyla tipik orta sınıf hayatı yaşayan bir müzikolog. Bu bölüm de zaten onun bu “bihaber olma hali” ve bundan ne kadar sorumlu olduğu meselesine odaklanıyor. Yapmayı istediği bir araştırma, biraz da tesadüflerin yardımıyla, onu Dersim’e sürüklüyor. Üçüncü bölüm ise Toplayıcı’nın gözünden hikâyenin nasıl sonuçlandığını anlatıyor. Bu bölüm romanın en sorunlu bölümü. Çünkü burada Toplayıcı, Oya Baydar’ın mesaj kaygısına kurban gitmiş. Roman karakteri olma özelliğini yitirmiş, bir tipe dönüşmüş, karikatürize olmuş. Nitekim Baydar son sözde bunu da itiraf ediyor, tanıştığı bir “toplayıcı”dan esinlenerek bu karakteri yarattığını söyledikten sonra ekliyor: “Roman kahramanına dönüştürürken onu o kadar kendisi olmaktan çıkarttım ki, saygısızlık olmasın diye adını vermiyorum.” Bence iyi ediyor, çünkü Toplayıcı’nın günümüzde “Dersim katliamı”nın yaşandığını reddeden ve tarihi yeniden yazan siyasetin temsilcisi olarak romana girdiği çok açık. Hayranlık duyduğu Diva’nın Dersimli bir kız çocuğu olmadığını kanıtlamak için delirmişcesine fotoğraf imalatına girişmesi ondan. Kuşkusuz yazar, bir fikri işlemek için karakterlerini karikatürize edebilir, Baydar bunu yapmak istedi belki, ama bunu neden yapmak istediği anlaşılmıyor. Absürd absürd olamıyor, anlamsız oluyor. Romanda hiç kimse sadece roman kahramanı değil. Subay egemen ideolojiyi (devleti), Toplayıcı günümüzde onu aklamaya çalışan siyaseti, Diva asimile edilmeye çalışılmış Dersimliyi, Arya da köklerinin farkında olmadığı gibi, tarihte neler olduğundan bihaber olan orta sınıfı temsil ediyor. Böyle baktığınızda taşlar yerine oturuyor. Umudu kıran da işte o taşlar. Romanın sonunda “kimliğimizi oluşturan nedir?” sorusunu sormamızı istiyor yazar. Gerçekten de soruyoruz; Diva’yı büyük opera sanatçısı yapan nedir? Genetik mi, kültürel kodlar mı, eğitim mi? Yazar, en sonunda Diva’nın ağzından “hepsi birden” demeye getiriyor. Ama yukarıda dokunup geçtiğimiz bir nokta var ki, o aslında bize Diva’ya bu muhteşem sesi armağan edenin genetiği ve kültürel kodları olduğunu söylüyor. Öyle ki toprağından 2 yaşında kopmuş

olmasına rağmen keman sesleri, Munzır’ın havası, suyu, kokusu, dokusu Diva’nın belleğine yer etmiş, kimliğini o bilmeden belirlemiş gibi görünüyor. Romanın ilk sayfasından itibaren yer yer karşımıza çıkan rüya bölümleri, Diva’nın belleğinde iz bırakmış “kökleri”ne ve katliam tanıklığının bilinçaltında hâlâ canlı olduğuna işaret ediyor. Hikâye bu noktada biraz mistik bir havaya bürünürken, inandırıcılığını da yitiriyor. 1938’den kalma fotoğraftaki dedenin kemanından çıkan ezgiyi duyabilmesi roman karakterinin ürpermesine neden olsa da bizde aynı etkiyi yaratmıyor. Diva’nın sesinin “vahşi bir güzelliğe” sahip olduğunu söyleyen Dersimli Cansa, Diva’yı Diva yapanın genleri olduğunu da anlatmış oluyor. Buradaki “gen” vurgusu bilimsel verilerle ilgili değil. Diva’nın “genlerinden” doğan bu vahşi güzellik belli bir coğrafyaya bahşedildiği için olsa gerek, kulağa hayli şoven bir söylem olarak ulaşıyor: “İnanılmaz bir ses, inanılmaz bir ruh. Konservatuvarların tekdüze klasik müzik eğitimi sesin doğallığını bozar çoğu kez. Büyük sesler vardır, terbiye görmüş, usulüne uygun sestir ama gürül gürül akan bir ırmağın coşkusunu, özgürlüğünü taşımaz. Alanınıza giriyorum, çizmeden yukarı çıkıyorum; annenizin sesinde o vahşi güzellik, özgürlük var. Yıllar süren ağır, gaddar ses eğitiminin, sahne gereklerinin, vahşi rekabetin gemleyemediği özgür bir renk var. Çevresi düzenlenmiş, betonla tahkim edilmiş, zapturapt altına alınmış Avrupa ırmakları karşısında Munzur neyse o.” Munzur’un kazandırdığı vahşi, işlenmemiş, doğal ses fikri farklı farklı karakterlerin ağzından o kadar sık vurgulanıyor ki, bu cümlelerin yazara ait olduğunu düşünmekten başka çare kalmıyor. Bu kadar çok yinelenmesi de mesajın okura ulaştığından emin olmak isteği olsa gerek. “Vahşi rekabetin gemleyemediği özgür renk”, Cumhuriyet’in tüm çabalarına rağmen “gemleyemediği”, “zapturapt altına alamadığı”, “terbiye edemediği” coğrafyanın sesi aslında. Nasıl Toplayıcı Diva’yı “cumhuriyet çocuğu” olduğu için kutsuyorsa, Oya Baydar da onu Dersimli olduğu için kutsuyor. Böyle bakınca yazar ile Toplayıcı arasında pek bir fark kalmıyor. Toplayıcı, Diva’nın fotoğraflarına bakarken inanmak istediğine inanıyor ve bu inanca uygun kanıt imal ediyor, Oya Baydar da bunu yapıyor. eaysever@remzi.com.tr

Bize Yazın Etkin okur olun, Remzi Kitap Gazetesi’nde yer bulun kitapgazetesi@remzi.com.tr

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Aralık 2012 Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni: Enver Aysever Editör ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır.


Aralık 2012 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Moby Dick Maratonu... 160 New Yorklu edebiyat sever üç gün süreyle Herman Melville’in Moby Dick isimli eserini okuyacaklar. Amanda Bullock tarafından düzenlenen etkinlikte, Paul Dano, Zoe Kazan gibi oyuncularla Sarah Vowell gibi yazarlar, görsel sanatçılar ve gazeteciler bulunacak. Katı-

lımcılar arasında “Moby Dick” tutkunları olduğu gibi, “Moby Dick”i ilk kez okuyacak olanlar da var. Bu maratonun New York’ta yapılmasının üç nedeni var. İlki bu şehrin yazarın hayatında önemli bir yere sahip olması, ikincisi romanın Manhattan’da başlaması, üçüncü neden ise bu etkinliğin New York’u sarsan Sandy Fırtınası’nın ardından şehir sakinlerine moral vereceği düşüncesi. Kaynak: Amanda Petrusich, The New York Times, 15 Kasım 2012

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Bridget Jones Geri Dönüyor

Johnny Depp Yayıncı Oldu!

Bridget Jones, 13 yıllık aradan sonra yeni macerasıyla raflarda yerini almaya hazırlanıyor. Yazar Helen Fielding ve yayımcı Jonathan Cape kitap hakkında fazla sır vermediler, ama Cape’e göre yeni roman “Bridget’in hayatında farklı bir dönemi anlatacak”. Yayıncı Bridget’in ünlü âşıkları Mark Darcy ve Daniel Cleaver’in kitapta olup olmayacağına cevap vermezken, Helen Fielding’in verdiği ipucuna göre Mark’ın ya da Daniel’in kitapta görünmesi olası. Bridget Jones, 1996 yılında yazılan ilk kitap “Bridget Jones’un Günlüğü”yle tüm dünyada olay yaratmıştı. Birçok eleştirmen tarafından “kadın kitabı” (“chick lit”) fenomeninin başlangıcı olarak kabul edilen kitaptan sonra, 1999 yılında serinin ikinci kitabı “Bridget Jones: Mantığın Sınırı” yayınlanmıştı. İki kitap, dünyada toplam 15 milyondan fazla satmıştı. Daha sonra 2001 ve 2004 yılında, Renée Zellweger, Hugh Grant ve Colin Firth’ün oynadığı iki film de Bridget Jones’un ününe ün katmıştı.

Amerika’nın en ünlü yayınevlerinden biri olan Harper’la anlaşan Johnny Depp, oyunculuk ve yapımcılıktan sonra şimdi de “Infinitum Nihil” isminde bir kitap dizisi oluşturuyor. Depp’in sinema kariyerine baktığımızda, kitap uyarlamaları dikkat çekiyordu. Kitap uyarlamalarında oynamak Johnny Depp’e yetmemiş olmalı ki, şimdi de kitap basma kararı almış. Bir açıklamasında Johnny Depp amaçlarını şöyle açıkladı: “Infinitum Nihil adına insanların zamanları ve ilgilerine değen ve normalde insanlara ulaşamayacak kitaplar basmaya söz veriyorum.” Dizide basılacak ilk iki kitap ise, Doug Brinkley’in “The Unraveled Tales of Bob Dylan” (“Bob Dylan’ın Çözümlenmiş Hikayeleri”) ve folk şarkıcısı Woody Guthrie’nin daha önce yayınlanmamış romanı “House of Earth” (“Dünya Evi”).

Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 9 Kasım 2012

Pierre Loti’nin İstanbul Fotoğrafları Pierre Loti’nin İstanbul fotoğrafları bulundu. Fransa’da araştırmacılar Alain Quella-Villéger ve Bruno Vercier tarafından bulunan 500’ü aşkın fotoğraf Pierre Loti’nin İstanbul’la ilgili gözlemlerini de ortaya çıkardı. Bundan iki yıl önce yazarın çizimlerini bulup yayınlayan ikili, bu sefer de yazarın kendi çektiği fotoğrafları yayınladı. Yaklaşık 200 fotoğraf, yazarın 1903-1905 yılları arasında çektiği karelerden oluşuyor. Pazar ve kahvelerde çekilen fotoğraflar, İstanbul’da çalışan halkın portreleri ve Boğaz manzaraları Loti’nin günlüklerinde İstanbul’la ilgili yazdığı satırları hatırlatıyor: “Mermerden eski çeşmenin ve benim viran evimin karşısındaki kahvede Fénelon’la oturmuş istediğim kahveyle nargilenin gelmesini bekliyorduk. Ve bu değişmez köşede, her şey, sararmış yapraklar ve üzgün gökyüzü bile eski zamanlardan çıkma gibiydi.” Kaynak: Thierry Clermont, Le Figaro, 13 Kasım 2012

Kaynak: Carolyn Kellogg, Los Angeles Times, 16 Ekim 2012

Truman Capote’nin Kayıp Öyküsü Dünyanın en ünlü kültür ve moda dergisi Vanity Fair bu ayki sayısında Truman Capote’nin tamamlayamadığı “Answered Prayers” (“Gerçekleşmiş Dualar”) kitabının daha önce yayınlanmamış bir bölümüne yer verdi. Vanity Fair’de yayınlanan 6 sayfalık bu öykü, New York Halk Kütüphanesi’nde Capote’nin arşivleri arasında bulundu. Capote yaklaşık 20 yıl bu kitap üzerinde çalıştı. Edebiyat çevrelerinde dolaşan bir söylentiye göre yayıncı Capote’ye kitabı bitirmesi için 1 milyon dolar teklif etti, ancak Capote her şeye rağmen kitabı zamanında bitiremedi. Kaynak: Carolyn Kellogg, Los Angeles Times, 1 Kasım 2012

EMRE KONGAR Bernard Lewis’in Yeni Kitabı Bernard Lewis’in son kitabı yeni çıktı: “Notes On A Century, Reflections Of A Middle East Historian” (Bir Yüzyıl Üzerine Notlar, Bir Orta Doğu Tarihçisinin Düşünceleri) adını taşıyor. (Viking, 2012). Lewis bir Ortadoğu uzmanı, bir tarihçi. Türkiye’deki okurlar onu genellikle Emergence of Modern Turkey (Modern Türkiye’nin Doğuşu) adlı yapıtıyla tanır. Daha önce de “What Went Wrong?: Western Impact and Middle Eastern Response” adlı (“Hata Neredeydi” diye çevrilmiş) bir kitapta Arap-İslam ülkelerinin neden demokrasiye geçemediklerini irdeleyen çalışmasıyla okurların dikkatini çekmişti. Çok önemli bir özelliği, 1915 Ermeni olaylarını “Soykırım” (genocide) olarak nitelemediği için Fransa’da cezaya çarptırılmış olmasıydı. Lewis’in bu son kitabı da çok ilginç. Güncel açıdan Ortadoğu’nun ve elbette Türkiye’nin pek çok sorununa, bilge bir tarihçi olarak çok önemli yorumlar ve açılımlar getiriyor. Örneğin, kitabının bir bölümünü Osmanlı-Ermeni olaylarına ve Fransa’da kendisine yapılanlara ayırmış. 1985’te Amerika’da Ermeni olayının Kongre tarafından “soykırım” (genocide) olarak kabul edilmesi için kampanya başlatıldığına işaret ediyor; kendisinin uluslararası ilişkileri zedeleyeceği ve tarihi yazmanın politikacıların işi olmadığına inandığı için buna karşı çıktığını ve aleyhteki bir bildiriye imza attığını anımsatıyor. İki kitabının Fransızca çevirilerinin yayınlanması dolayısıyla 1993 yılında Paris’e gittiğini ve yapılan söyleşilerde bu konunun gündeme geldiğini, Le Monde’da da çıkan bu konuşmalarda Ermeni olayını Yahudi Holocaust’yla bir tutmanın yanlış olduğunu belirttiğini anlatıyor. Lewis’e göre Osmanlı-Ermeni olayı iki bakımdan Holocaust’la bir tutulamaz: 1) Ermeniler silahlı bir isyan hareketi içindeydiler, Yahudiler için böyle bir durum söz konusu değildi. 2) Osmanlı’da Ermeniler sadece ayaklandıkları bazı bölgelerde cezalandırıldılar, büyük kentlerdekiler ise bir ölçüde buna muhatap olmadı. Bu söyleşilerden sonra hakkında dört dava açılıyor. Kitapta bütün bunların ayrıntıları var. (s. 286-297) Benim “karşılıklı katliam”, “mukatele” olarak adlandırdığım Ermeni olayı hakkında uzman bir tarihçi olarak Lewis’in görülerini okumak ufuk açıcı. *** Kitap, sadece Ermeni konusunda değil, Ortadoğu’nun pek çok güncel sorunu hakkında da önemli görüşler içeriyor. Örneğin, Türkiye’nin PKK sorunu ile İngiltere’nin IRA sorununu karşılaştırıyor. (s.67-68). Bu karşılaştırmada, IRA ile İngilizler arasındaki farkın sadece milliyetten değil, aynı zamanda dinden de kaynaklandığını ve Protestan İrlandalıların, Protestan olan İngilizlerle iyi geçindiklerini, sorunun Katolik İrlandalılarla İngilizler arasında olduğunu vurguluyor… Bu nedenle, IRA örneğinin Türk-Kürt veya Arap-Kürt çatışmaları için geçerli olmadığını ancak Sünni-Şii çatışması açısından bir karşılaştırma yapılabileceğini söylüyor. Burada önemli olan, Lewis’in, ayrılıkçı terör açısından din ve mezhep farklılığına dikkat çekmesi! *** Şu anda dünyada iki büyük Ortadoğu, İslam tarihçisi yaşıyor: Biri Halil İnalcık, öteki Bernard Lewis. Meraklısı ikisini birden okursa, çok yararlanır!


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2012

OYA BAYDAR:

“Geçmişle Hesaplaşmak Değil Ödeşmek Gerekiyor” Söyleşi: MELİSA KESMEZ, Fotoğraf: SEVGİ CAN (Baş tarafı sayfa 1’den)

“Sonraki süreci, yani romanın oluşum sürecini özetleyebilir misiniz?” “Fotoğraflara birlikte bakıp konuşurken, onun topladığı fotoğraflar üzerinden hikâyeler, romanlar kurguladığı izlenimi edindim. Mesela benim süslü püslü çocukluk fotoğraflarıma, annemin babamın Cumhuriyet balolarında ya da deniz yolculuklarında falan çekilmiş fotoğraflarına bakarken ‘Ah o muhteşem hayatınız’ diye tekrarlıyordu sürekli. Oysa ben çok mütevazı bir ailenin çocuğuydum, hayatımız hiç de muhteşem değildi. Başkasının gördüğü, kurguladığı ile gerçek yaşam arasındaki çatışkı fikrinden esinlendim romanı yazarken. Konu farklı mecralardan akıp farklı duraklara uğrasa da, tema kurgulananla yaşanan arasındaki derin tezattır.”

“Söz konusu şahsın, romanda Diva karakterinin fotoğraflarını biriktiren ‘Toplayıcı’ karakteri olduğunu sanıyorum. Romanda gerçeğe ne kadar bağlı kaldınız?” “Evet, Toplayıcı karakteri için ondan esinlendim ama roman karakterine dönüştürürken ben de gerçeği eğip büktüm, değiştirdim. Fotoğraflarımı bulup bana iade eden kişiyle belki de hiç ilişkisi ve benzerliği olmayan bir karakter yarattım. Yani ben de kurguladım. Romancının işi bu değil midir zaten?”

“Bunun kısmen de olsa otobiyografik bir roman olduğunu söyleyebilir miyiz peki?”

“Sadece, nasıl olup da bitpazarında bulunduğunu merak etmiştim. Kayda değer bir duygu yaşamadım.”

“Eski fotoğraflar ve eskiyi çağıran diğer nesneler hakkında ne düşünürsünüz? Geçmişle buluşmayı sever misiniz onlar vasıtasıyla? Yoksa geçmiş ve onun nesneleri size yük gibi mi gelir?” “Özellikle eski fotoğraflar, sadece kendiminkiler değil, hiç tanımadığım kişilere ait olanlar da beni hep hüzünlendirir. İnsanlar gelip geçmişler; yaşamışlar, acı çekmişler ya da mutlu olmuşlar; umutları, tasaları olmuş ve hepsi fotoğraflarda kalmış. Bir de fotoğraflarda çoğunlukla gülümsenir, neşeli görünür insanlar. Şu ‘cheese de!’ komutu mesela. Gülüyormuşsun gibi dişle-

travmatik bir süreç. Romanı böyle bir yüzleşme üzerine kurdum. En sıradan görünen insanın bile geçmişi yüklüdür ve bilinmezlerle doludur. İnsan kendisi farkında olmasa da o geçmişin yükünü taşır, o geçmişin ürünüdür bir bakıma. Benim için de aynı şey.”

“Geçmişle nasıldır aranız, gerek bir romancı -ki romanda geçmiş duygusunu çok iyi verdiğinizi düşünüyorum- gerek bir insan olarak?” “İnsan belli bir yaşa gelince, geçmiş bambaşka bir anlam kazanıyor. Geri getiremeyeceğiniz, değiştiremeyeceğiniz, yükünü taşımak zorunda olduğunuz bir zaman kesiti. Geçmişe bakıp dövünenlerden değilim. Hatalarıyla sevaplarıyla o geçmiş bana ait, bugünkü

İnsan belli bir yaşa gelince, geçmiş bambaşka bir anlam kazanıyor. Geri getiremeyeceğiniz, değiştiremeyeceğiniz, yükünü taşımak zorunda olduğunuz bir zaman kesiti. Geçmişe bakıp dövünenlerden değilim. Hatalarıyla sevaplarıyla o geçmiş bana ait, bugünkü ben onun ürünüyüm. Geçmişle yüzleşmek ve hesaplaşmak değil ödeşmek gerekiyor. Yüzleşip de ödeşemezseniz huzursuz, hırçın olursunuz. Ben yüzleşebildiğimi ve ödeştiğimi sanıyorum. Geçmişim beni çok yıprattı ama gerek romancı gerekse insan olarak manevi açıdan zenginleştirdi de.

“Hayır; ne biyografik ne de otobiyografik. Hatta bütün romanlarım arasında benden hemen hemen hiçbir iz taşımayan bir metin diyebilirim. Böyle olması için de özellikle çaba harcadım. Baş karakter Diva’yı mesela en uzak, en yabancı olduğum bir alandan, operadan seçtim. Benim hikâyemden çok farklı, bambaşka bir hikâye onunki.”

rini göstereceksin. Ama belki de o anda için kan ağlıyordur ya da hüzünlüsündür.”

“Çocukluk fotoğraflarınız elinize geçtikten sonra neler hissettiniz?”

“Geçmiş ve geçmişle yüzleşme hem birey hem de toplumlar açısından son derece güç, zaman zaman

“Romandaki en belirgin konulardan biri, hatta en önemlisi sanırım, ‘geçmiş’ ve ‘geçmişle yüzleşme’. Eskiden kalan nesnelerle izi sürülen, sorgulanan ve deştikçe altından başka şeyler çıkan bir geçmiş bu. Sizin için nasıl bir olgu ‘geçmiş’?”

ben onun ürünüyüm. Geçmişle yüzleşmek ve hesaplaşmak değil ödeşmek gerekiyor. Yüzleşip de ödeşemezseniz huzursuz, hırçın olursunuz. Ben yüzleşebildiğimi ve ödeştiğimi sanıyorum. Geçmişim beni çok yıprattı ama gerek romancı gerekse insan olarak manevi açıdan zenginleştirdi de.”

“‘O Muhteşem Hayatınız’, adında da ipuçları gizlediği üzere, gerçeğe dışarıdan bakarak onu dışarıdan bir gözle anlamlandırma meselesine el atıyor


Aralık 2012 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

en çok. Gerçeğin, kişinin kendi malzemeleriyle yarattığı, herkese göre değişebilecek bir şey olduğunu hatırlatıyor sıklıkla. Çok katmanlı romandaki her karakterin, perdesini araladığı başka bir gerçeklik var. Diva’nın hayatı ve onun üzerinden kurgulanmış bir Dersim hikâyesi, deştikçe başkalaşan iki gerçeklik romandaki. Bu konuda neler diyeceksiniz?” “Bütünsel bir insan hikâyesinin farklı görünen ama birbirini tamamlayan iki parçasından söz ediyoruz. Kendini yaratmış ve aynı zamanda da çevre tarafından yaratılmış büyük bir sanatçı Diva karakteri; ama kendisi bile bilincine varmamış olsa da, bir yandan onu Diva kılan yeteneği, öte yandan kişiliğini oluşturan olumsuzluklar, korkular, kişilik bozuklukları kökenine, yani Dersim 1938’e bağlanıyor.”

“Evde bir gün subay babanıza ait bir madalya bulduğunuzu okudum kitabın arkasına düştüğünüz notta. Üzerinde ‘Ordu Manevrası Hatırası. Tunceli’ yazdığını belirtmişsiniz. Ki romanda bu olaydan izler var. Madalya sizin için ne ifade ediyor? Romanda dedesinin madalyasını bulan Arya karakterinde bir ‘suça iştirak’ duygusu peydah oluyor. Sizdeki de buna benzer bir şey miydi?” “O madalyayı, romanı tasarladığım süreçte rastlantıyla bulmam, önemli bir düğümü çözmemi sağladı. Hikâyenin dramatik yapısı ağır ağır yükselirken, Diva’nın kızı Arya’nın madalya ve bazı fotoğraflar bulmasıyla düğümün çözüleceği tepe noktaya ulaşıyoruz. Madalyayı bulduğumda itiraf edeyim ki ben de sarsıntı geçirdim. Suça iştirak duygusu diyemem, ama babamın o acı olaylarda payı olabileceği düşüncesi beni altüst etti. Önce reddettim, sonra araştırdım; babamın o tarihlerde Tunceli’de olmadığını ispat etmek istiyordum. Değilmiş, yani katliama katılmamış ama kurmay subay olarak harekâtın planlanmasına katılıp katılmadığını bilmem zor. Sanırım o duygular romandaki Arya karakterini daha güçlü yazmamı sağladı.”

“Nasıldı babanızla aranız? Nasıl hatırlıyorsunuz onu? Askeri garnizonlarda geçen bir çocukluk muydu sizinkisi? O yılları nasıl hatırlıyorsunuz?” “Babam aykırı bir subaydı, ordu disiplinine uyamayan, üstlerini açıkça eleştiren, doğru bulmadığı emirleri yerine getirmeyen biriydi. Askeri okuldan gelmiyordu. Yurtdışında siyasal bilimler okurken Kurtuluş Savaşı’na katılmak için dönmüş, sonra da orduda kalmıştı. Bu yüzden başı hep beladaydı ve generalliğe bir türlü terfi ettirilmemişti. Onu çok severdim çünkü bana sonsuz özgürlük tanır ve doğru bildiğimden şaşmamamı, isyandan korkmamamı öğretirdi. Askerî garnizonlarda, orduevi bahçelerinde geçti çocukluğum. Güzel yıllardı; köylerde, küçük Anadolu kentlerinde, kırlarda bayırlarda doğanın ortasında mutluydum.”

“Peki, annenizi nasıl hatırlıyorsunuz? Romanda anne-kız ilişkisi, ki ben hep bunun bir aşk-nefret ilişkisi olduğunu düşünürüm, çok incelikli bir şekilde kurgulanmış. Ben açıkçası epey ikna oldum bir okur olarak Diva ile kızı Arya’nın ikircikli, çelişkili ilişkisine…” “Anneme uzaktım. Anne-kız ilişkisinin sorunlu olduğunu düşünürüm ben de. Romanda, Diva ile kızının ilişkisinin inandırıcı olamayacağını düşünüp biraz korkuyordum. Çünkü Diva çok uç bir karakter, büyük bir yıldız, müzik ve kariyeri uğruna küçük kızını bırakıp gitmekten bile çekinmiyor. Ama korktuğum olmadı galiba, okuyanlardan iyi tepkiler alıyorum.”

“İki bölümden oluşan romanın ikinci kısmında karakterlerden biri olan ve bölgeye kaybolmaya yüz tutmuş ezgileri derlemeye giden Arya, yoğun bir şekilde Dersim gerçeğiyle yüzleşiyor. Bölgede ona rehberlik eden Cansa’yla ilişkisi, ondan dinledikleri, ona anlattıkları, orada keşfettikleri bence romanın en çarpıcı bölümlerini oluşturuyor. Yine de ‘Bu roman bir Dersim romanı değil’ notu düşmüşsünüz kitabın en sonuna, ‘Geç kalmış bir farkındalığın, dışarıdan bakı-

şın ve anlamaya çalışmanın romanı’ demişsiniz. Bunu biraz açar mısınız?”

motivasyonunuz nedir? Bir edebiyatçı olarak sırtınızda bir sorumluluk hissettiğinizi söyleyebilir miyiz?”

“Dersim’in, 37-38 kırımının romanını ben yazamam. Ama tarihimizin bu acı kesitiyle yüzleşmeyi anlatabilirim. Sarsıcı bir gerçekle karşılaşmanın, farkındalık geliştirme sürecinin, yüzleşmenin duygusuna sahibim. Duygusuna sahip olmadığımı yazamam. Amacım da zaten yara kaşımak değil farkındalık yaratmak, insanı insana kavuşturabilmek.”

“Politik meseleler yerine, toplumsal-tarihsel akışın dalgaları içindeki insanın meseleleri diyelim isterseniz. Evet, insanın trajedisinin büyük ölçüde kendi dışından kaynaklandığını ve ona dayatıldığını düşünürüm, bu noktada sorumluluk duyarım.”

“Romanda Dersim’e giden Arya’nın siyasete ve bölgenin tarihine bakışı, aslında çok yaygın bir tavra işaret ediyor. Sıklıkla siyasi konularla ilgilenmediğini hatırlatan Arya, şehirli bir Beyaz Türk aslında. Ve onun karşısına bölgede ne olup ne bittiğini bilen devrimci bir Alevi koyuyorsunuz. İkisinin diyalogları gerek Kürt meselesine gerek Alevi meselesine ‘iki’ tarafın bakışını, ortadaki tezatı incelikli bir şekilde ortaya koyuyor. Kelimeler de çok yardımcı oluyor buna: Tunceli / Dersim ya da terörist / militan ayrımı yapılıyor romanda. Arya ve Cansa dışında, romanın Batı yakasındaki karakterler ile romanın Doğu yakasındaki diğer karakterlerinin birbirlerine dair referanslarında da var bu. Bu dengeyi nasıl sağladınız?” “Dışardan bakışı iyi tanıyorum. Nihayetinde ben de dışardanım. ‘İçeri’ye siyasal-ideolojik gözlüklerle değil yürek gözüyle bakmaya çalışarak biraz nüfuz edebiliyorum ‘öteki’nin dünyasına. Öte yandan, Dersim ve tüm Doğu bölgesinden insanlarla epeyce zamandır haşır neşirim. Arkadaşlarım var, tanıdıklarım, tanıklıklarına başvurduklarım var. Romanı yazabilmek için üç yıla yakın süredir Tunceli/Dersim inançlarını, müziğini, kültürünü öğrenmeye çalıştım. Romanda Kızılbaş Alevi, Zaza asıllı Cansa karakteri tanıdığım benzer kişilerin bir toplamı.”

“Batı’nın, yani Arya’nın Doğu’ya bakışı, otantik bir ilgiden ibaretken, bilgi aktarıldıkça değişiyor. Bu karşıtlık söz konusu olduğunda, sizce en büyük derdimiz bilgi, yani bir şeyleri eksik ya da yanlış bilmek mi gerçekten?” “Gerçeğin bilgisi ve farkındalık önemli. Ama kuru bilgi aktarımı da yetersizdir bence. İnsanı tanımak, insanı anlamak ve anlatmak gerek. Bir de en önemlisi kafamızdaki ideolojik engelleri, ‘Sünni- Türk’ zihniyetini aşabilmek gerek.”

“Politik meseleleri kurmaca metin içinde sıklıkla kendisine malzeme eden bir yazarsınız. Bu konudaki

“Bugün siyasetin sadece bir siyasetçi faaliyeti olduğu iddiasında olan bir iktidar var. Edebiyatçıların, müzisyenlerin, sanatın diğer dallarıyla uğraşan herkesin ya da sıradan halkın bu alana dahil olması istenmiyor. Oysa gündelik hayat tek başına yeterince politiktir değil mi? Bu konuda neler diyeceksiniz?” “Söylediğim gibi, insan belli bir zaman, mekân ve toplum içinde yaşıyor, o toplumun bütün izlerini ve etkilerini taşıyor. Siyaseti daracık kısır anlamıyla değil geniş anlamda kullanırsak, evet insanın hikâyesi ve trajedisi politiktir.”

“Şunu söylemeden geçmeyeyim; romanda sesleri ve kokuları öyle gerçekçi aktarıyorsunuz ki, satırları okurken o bahsettiğiniz kemanlar çalınıyor kulağımda, o kokuları duyuyorum aniden. Bunu başarabilmek hiç kolay değil oysa…” “Övgünüz için teşekkürler. Ben de o kokuları, o müziği duyduğum, içimde hissettiğim için yazabiliyorum.”

“Son bir soru olarak, aklınızda bir sonraki romana dair şimdiden oluşmuş fikirler var mı? Ya da ‘şunu yazsam’ dediğiniz, hayalini kurduğunuz bir şey?” “Bir sonraki romanı hiç düşünmem, yazıp yazamayacağımı da bilemem zaten. Belki artık vaktim olmaz, ya da içim istemez, yazamam. Ama birikmiş küçük notlarla yazmaya çalıştığım bir metin var: Yetim Kalacak Küçük Şeyler... Duygu anları, saniyelik izlenimler, bir ses, bir hasta kedi, ölü bir çocuk, bir acı ya da sevinç anı... Bir ömürden geriye kalan, ben çekip gidince bu dünyadan kimsenin bilmeyeceği, hatırlamayacağı, duyamayacağı, ardımdan yetim kalacak şeyler.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2012

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

Hikâyeyle iş görüşmesi Yükseklik korkusu, kapalı yer korkusu, kalabalık korkusu... Bunlara bir yenisini eklemek gerekiyor artık: Unutulma korkusu. Bu korku edebiyatçılarda yılda bir kitap yayınlama şeklinde gösteriyor kendini. Diyelim, bir romanı çıktı, belleklerde bırakacağı iz raf ömrü kadarmış gibi bir duyguya kapılıyor yazar. Kitap, yeni çıkanlardan düştüğü an bir korku başgösteriyor, eyvah ya unutulursa? Etraf da az perçinlemiyor bu kaygıyı. Daha şimdikinin mürekkebi kurumadan öteki sorulmaya başlanıyor: Yazıyor musun yeni bir şey? Aman işi sıkı tut, en geç iki yıla yenisini çıkart. Piyasa malum, rekabet keskin, hiç olmadı orda burda çıkan yazılarını derle, göz önünde ol... Aslında yazarın bu “mahalle baskısı”na vereceği tepki, “neden yazıyorum?” sorusuna verdiği yanıtla doğrudan ilişkili. Herkesin nedeni kendine tabii, artık yazarlıkta da para olduğu söyleniyor. Bunun örnekleri var belli ki. O yüzden, para kazanmak, şöhret olmak, görülmek, izlenmek gibi nedenlerle yazanları kınamamak gerek. Sonuçta bir karşılığı var bu hayatta. Saydığım nedenlerle yazanların baskıya direnememesi normal. Hem niye dirensin ki, o da tastamam onlar gibi düşünüyor. Ne kadar sık yazarsa o kadar çok kazanacak, unutulmanın risklerini bertaraf edecek. Tıpkı bir pop sanatçısı gibi, albüm çıkarmanın mevsimlerini, yazın ne tür şarkıların “gittiğini” hesap edecek. Öte yandan kimse neden yazıyorum sorusunu açık yüreklilikle yanıtlamıyor. Sait Faik iyi ki zamanında o lafı etmiş de, yeni yanıtlar aramaya gerek kalmıyor. Herkes, “Yazmasa delireceği” için yazıyor. Doğrudur mutlaka, ama Sait Faik’in kast ettiği anlamda mı, emin değilim... “Yazmasam deli olacaktım” sözü, yalnızca yazmanın gerekçesini değil, yazının nereden doğup nereye kök saldığını da açıklıyor. Yazar ile yazı arasındaki ilişkinin hiç de “profesyonel” bir ilişki olmadığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla piyasa kavramının bir hayli dışında, piyasanın diliyle konuşup, düşünülemeyecek kadar uzağında olduğunu... “Yazmasam deli olacaktım” sözünün elimize tutuşturduğu ilmekten ilerleyelim... Sait Faik’in metniyle de ilişki kurarak düşünelim. Bu söz bize şunu söylüyor aslında; o öykülerin doğduğu topraklar yazarın kendi toprağı. Yazar, kendine bakma cesaretini gösteriyor, orada gördükleriyle yüzleşiyor. Bir dış göz olarak başkalarının hayatlarına bakmıyor, iç göz olarak kendine bakıyor. Ciğerini biliyor yazar, kendisinin. Bu sayede, okurun da ciğerini bilmiş oluyor. İnsanın özüne kendi özünden geçerek varıyor. Bu yolculuk sayesinde “delirmekten” kurtuluyor. Neden yazıyorsun sorusuna sahiden Sait Faik gibi yanıt veren biri, hikâyesini aramıyor, hikâye zaten kendi içinde olduğu için, onu oradan çıkarması gerekiyor yalnızca. Hikâye arayan kişi ise eleman arayan bir işverenden farksız. Hikâyelerle çeşitli iş görüşmeleri yapıyor ve profesyonel çıkarlar hangisini gerektiriyorsa onu seçiyor. Böyle bir ilişkide yazar ile hikâye arasına bir büro masası, bir sehpa, çeşitli ofis gereçleri giriyor. Yazar, hikâyesinin “iş dışındaki” hayatını bilmiyor. Hikâye de, mesai saati bitti mi, hadi bana eyvallah diyor. Sınırları bu şekilde çizilmiş bir profesyonel ilişkide yazar, hikâyenin hangi dertlerle boğuştuğunu nereden bilsin? Aslını bilmediği hikâyeyi yazmaya soyunan yazarın kaleminden çıkan metin, “gerektiği gibi” projelendirildiyse iyi bir mühendislik ürünü olabiliyor. Pek bir yenilik getirmeyip, belli bir şablonun tekrarı olsa da, ölçüler tutuyor, alıcısı var. Kimse de delirmiyor zaten.

Banu Avar’dan Türkiye ve Ortadoğu Gerçeği HADİYE YILMAZ

B

anu Avar, “‘Gün’ O Gün’dür!” adlı kitabının İlk Söz’ünde okura şöyle sesleniyor. “Bu kitapta, Türkiye tarihinde son derece büyük önem taşıyan son 3 yılın notlarından seçmeler okuyacaksınız. Türkiye’nin sokulduğu deli gömleğinde nasıl çırpındığını, iktidarın ve sahte ‘muhalefetin’ de aynı gömleğin içinde olduğunu, Amerika’nın ‘Arap baharı’ ve ‘Kürt baharı’ harekâtını, Suriye düşmesinin Türkiye’nin düşmesi demek olduğunu ve Türkiye’yi cinayete iteleyenlerin nihai hedeflerinin, onu, intihara da sürüklemek olduğunu okuyacaksınız. “Türkiye, 100 yıl önce emperyal odakların oyununu bozan tek ülke! Batı 100 yıldır bozulan oyunu yeniden sahnelemek peşinde. Hedeflerine çok yaklaştıklarını düşünüyorlar. Yüzyıl önce de öyle düşünmüşlerdi. Hedeflerine en yakın oldukları noktada düşmüşlerdi. Onları bu millet yendi! En ummadıkları zaman ve yerdi! Tarih tekerrür etti, benzer bir noktaya geldi. “‘Gün’ ‘O Gün’dür! ‘Zafer’ de tekerrür edecektir!” Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan “‘Gün’ ‘O Gün’dür!”, raflardaki yerini aldı. Avar’ın, Türkiye iç siyasetine, küresel odaklar ve büyük devletlerin küresel oyunları bağlamındaki bakışını, son kitabında da tüm netliğiyle okumak mümkün. Önerisi ise, yine kendi tarihimizden, yine öz gücümüze dayanan bir çözüm... Bir süredir Türkiye ve Batılı ülkelerin gündeminde baş sıraya oturmuş olan Suriye meselesi, Avar’ın kitabının da ağırlıklı konusunu oluşturuyor. Suriye meselesini, “gizli planın 55 yıl sonra yeniden sahneye konulması” olarak niteleyen ve Türkiye’nin de Suriye için seçilmiş “cellat” olduğunu ifade eden Avar’ın, meselenin gidişatına dair saptaması ise şöyle: “Suriye düşerse Türkiye düşer!” Çünkü ABD’li senatör McCain’in de dediği gibi Suriye düşerse İran da yenilecektir ve bölge kuvvetlerinin gardı birer birer düşecektir. Suriye meselesine ilişkin saptamasını daha ileri bir noktaya vardıran Avar’ın temel tezi ise, Suriye’nin bahane olduğu ve Batı’nın hedefinde asıl Türkiye’nin bulunduğu... “Ekranlarda ‘Esad zavallı insanları katlediyor’ diye müsamere yapanlar, 2001’de ABD Milli Güvenlik Teşkilatı başındaki NATO Generali Wesley Clark’ın işgal edilecek ülkeler sıralamasını dikkatle okusunlar. Liste Somali’den başlar, İran’la devam eder... “Planın adı ‘Ortadoğu’yu Dönüştürmek’tir! “Ve Türkiye, planın tam ortasındadır. Bağrına dikilen füze kalkanları, bölge güçleri kadar Milli güçleri de hedef alabilir...” Avar’ın diğer eserlerinde olduğu gibi “‘Gün’ ‘O Gün’dür!”de de ekseni, meselelere, tarihsel süreklilik ilkesini göz ardı etmeyen bir yaklaşım sergilemek. Türkiye ve Batılı devletler arasındaki ilişkiyi, bir başka deyişle kökleri geçmişe uzanan büyük küresel oyunun günümüzde sahnelenen perdesini analiz ederken, Avar, geçmiş ile bugün arasındaki süreklilik ilişkisini net bir çerçevede okura sunuyor. Türkiye’nin serüvenini bir yandan Sevr’den Lozan’a uzanan süreç, öte yandan “Yedi Düvel Anayasası”na giden yol bağlamında

hadiye.yilmaz@gmail.com değerlendirirken, içerideki aktörleri ise “sahte muhalefet” kimliğiyle tanımlıyor: “(...) ne ‘sol’ soldur ne ‘İslamcı’ Müslüman… Ne de ‘Türkçüyüz’ deyip, ‘Türk Dünyası’ndan bahsedenler Türkçü! Gerçek olanın yerine sahte olanlar devreye sokulunca, gerçek muhalefet soluksuz kalacaktır. Amaçlanan da budur.” Öte yandan Avar, yine kökleri geçmişe uzanan kültürel iğdiş programının da günümüzde hızına hız katarak varlığını sürdürmeye devam ettiğini, sahiplerinin ağzından okurunun dikkatine sunuyor. Önce Avar’ın kaleminden geçmişe bakalım: “Amerikalı uzman Max Von Thornburg, 1947 Ekim ayında The Fortune dergisindeki ‘Türkiye’ye niçin yardım etmeli?’ başlıklı raporunda, ‘İdeolojik taarruzun Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi için, atom bombası kadar önemli olduğunun’ altını çizmiştir. “‘Yalnız sermayemizi değil, hizmetlerimizi, geleneklerimizi, kültürümüzü ve ideallerimizi de Türkiye’ye konuşlandıracağız!’ demiştir.” Ve bugün... “Aç bırakılmış, fabrikaları yağmalanmış, iş umudu kalmamış, eğitimin zenginlere özel olduğu bir ortamda, üniversite ve liseleri iktidar desteği ile işgal eden bir ‘sivil örümcek’ gençlere, para, staj, eğlenceli seyahatler (work and travel), Avrupa’da eğitim (Erasmus), bol ödüllü film festivalleri gibi ‘eğlenceli akçeli gelecek’ balonuyla yaklaşıyor. ‘Avrupalı ol, kurtul!’ Bugünlerde slogan bu...” Avar’ın kitabının en ilgi çekici yazılarından biri ise Amerika’nın eski Ankara büyükelçilerinden, AKP liderini “koltuğa oturtan adam” olarak bilinen, CFR’nin (Dış İlişkiler Konseyi) uzmanı, Morton Abramowitz’in içinde bulunduğumuz yıl içinde yaptığı açıklamalar… Abramowitz’in tespitleri Amerika’dan görünen Türkiye manzarasını gözlerimizin önüne seriyor. İşte bu tespitlerden bazıları: • Erdoğan çözümsüz kaldı ve her sıkıntıda kalan Türk lider gibi MHP’den medet ummaya başladı. • Türkiye’de muhalefet yok. Halk, sessiz ve tepkisiz. • Erdoğan gerek PKK terörü, gerek Suriye ve gerekse bozulan ekonomi nedeniyle koltuğunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. • Erdoğan, ABD’nin has adamı; ama özellikle Kürt sorunu, onun sonunu getirecek güçte bir mesele. Bu dikkat çekici tespitlerin devamı ve daha fazlası, Banu Avar’ın “‘Gün’ O Gün’dür!” adlı eserinde yer alıyor. Avar, belgelere, tanıklıklara yaslanarak, dünden bugüne uzanan koşulların aynı tutumlarla karşılanması halinde akıbetin de değişmeyeceği gerçeğini bir kez daha okuruyla paylaşıyor. “‘Gün’ O Gün’dür!”, Banu Avar, 352 s., Remzi Kitabevi, 2012


Aralık 2012 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Vergilius Türkçede Yeniden Doğdu ELİF ŞAHİN HAMİDİ

A

vusturyalı yazar ve filozof Hermann Broch’un 1935 yılında yazmaya başladığı –başlangıçta bir radyo oyunu olarak tasarladığı– ilk kez 1945’te, hem Almanca hem İngilizce yayımlanma şansı bulan eseri “Vergilius’un Ölümü”, 20. yüzyıl edebiyatının başyapıtlarından biri olarak kabul görüyor. Broch’un geç dönem eserlerinden biri olan bu başyapıtın çeviri hikâyesi de oldukça dikkat çekici. Eser; Brecht, Kafka, Musil, Benjamin, Zweig ve Rilke gibi birçok Almanca eseri Türkçeye kazandıran Ahmet Cemal’in 40 yıllık çabasının sonucunda Türk okurla buluştu. Usta yazar Stefan Zweig’ın “Günümüze kadar Almanca olsun ya da diğer dillerde yazılmış olsun, en önemli eserlerden biridir” şeklinde tanımladığı bu yapıt aynı zamanda bugüne kadar yapılmış “en zorlu çevirilerden biri”. “Çevrilemez” denilen bir eser… Kitapta, “Bir Çevirinin Hikâyesi” adını taşıyan ilk bölümde Ahmet Cemal, “Aslında hiç bitmesin istemiştim” dediği bu zorlu ve sancılı çeviri sürecini ayrıntılı bir şekilde aktarıyor. 70 yıllık bir ömrün 40 yılını kaplayan ve kuşkusuz bundan sonrasını da kuşatan bu çeviri, Ahmet Cemal’in kendisini “çevirmen” saymasını sağladı. Öncesinde ise çeviri alanında bir çırak olarak görüyordu kendini. Ve büyük sınavı, “Vergilius’un Ölümü”nün çevirisini tamamlayarak verdi… Üniversitede derslerine girme şansına sahip olmuştum Ahmet Cemal’in. Neredeyse tamamen dolu bir sınıfta, pürdikkat, tek bir sözcüğü bile kaçırmamaya çalışarak, notlar alarak dinliyordum hocayı. Hakkında bildiğim tek şey paşa torunu olduğuydu; İttihat ve Terakki Cemiyeti, Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın torunu. Paşa torunu deyince de oldukça şaşaalı ve sıkıntısız bir hayat düşlüyor insan kuşkusuz. Ama ne var ki gerçek böyle değil. Ahmet Cemal, bu çevirinin hikâyesini anlatırken özel hayatına dair önemli bir ayrıntıyı aktarmayı da zorunlu görmüş. Zira bu ayrıntı Ahmet Cemal’i, “Vergilius’un Ölümü”nün çevirisini tamamlamaya itmiş. Cehennemden farksız, sevgisiz bir ailede büyümüş Ahmet Cemal; hatta doğumuyla anne babasının boşanmasına engel olduğu için istenmeyen bir çocuk olduğunu düşünmüş. Hal böyle olunca erken büyümek zorunda kalan bir çocuk olmuş. Günün birinde babası evi terk etmiş. Derken üniversiteyi kazanmış ve vakitlice bitirmiş; bu dönemde evin geçimini sağlamak adına çeviriler yapmaya başlamış. Elbette edebiyat çevirileri değil; Cağaloğlu’nun tozlu noter odalarında diploma ya da tapu gibi evrakların çevirisidir söz konusu olan. 70’li yılların başında Goethe, Schiller çevirileri ve “Vergilius’un Ölümü”yle hayatı bir başka yöne akmaya başlamış... Vergilius’ta kendini bulmuş Ahmet Cemal… Broch, iki bin yıldan beri okunan Romalı şair Publius Vergilius Maro’nun ölüme yol aldığı son 18 saatini anlattığı bu yapıtında, sanat üzerinden pek çok farklı sorgulamaya gidiyor. Sanatın, edebiyatın, şiirin anlamı üzerinde duruyor ve insanı bu konulara kafa yormaya sevk ediyor. Felsefeyle yoğrulmuş bu roman; iktidar, devlet, hakikat, gerçeklik, kader, Tanrı, ölüm,

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

elif.sahin@gmail.com aşk, erdem gibi ölümlü varlığın hesaplaşması, yüzleşmesi gereken konuları şiirsel bir dille işliyor. Bu eser, roman sınıfına dahil edilmişse de adeta 500 sayfalık bir şiirle karşı karşıyayız; Ahmet Cemal’in tanımıyla “500 sayfalık bir düzyazı şiir ‘Vergilius’un Ölümü’”. Romanın konusunu anlatması için sözü Broch’a vermek istiyorum; eserin yaratıcısı, konuyu da güzelce özetlemiş çünkü: “Kitap, ağır hasta olan Vergilius’un Brundisium Limanı’na varışından ertesi günü öğlenden sonra Augustus’un sarayındaki ölümüne kadar geçen 18 saati anlatır. Romanın tamamı, şair Vergilius’un iç monologundan oluşur. Bu nedenle kitap, her şeyden önce şairin kendi hayatıyla, bu hayatın ahlak açısından doğruluğuyla ve yanlışlığıyla, bu hayatın adanmış olduğu şiir sanatının yerindeliğiyle ve boşunalığıyla giriştiği bir hesaplaşmayı dile getirir.” Peki kimdir Vergilius? Dante’nin, İlahi Komedya’da, cehennemde kendisine rehber olarak seçtiği büyük şairdir. Şairlerin şairi, şairlerin şanı ve ışığıdır (“Vergilius Tefsirlerinin Gelişmesi”, Azra Erhat). Kimileyin Homeros’tan üstün tutulan şairdir Vergilius, kimileyinse ta aşağılara itilen… Roma İmparatorluğu’nun, Augustus döneminin en ünlü şairidir elbet. İmparatorluğun destanı Aeneis’i yazandır. Troya’nın düşüşünden sonra İtalya’ya dönen Aeneis’in yolculuğunu anlatan bu destan şairin ölüme beş kala yakmak istediği başyapıtıdır. Destanın geçtiği İlion şehrini görmek üzere yola çıkan Vergilius, hastalanıp geri dönerken Brundisium’da ölendir. O Vergilius ki sanatın kati suretle bilgi temelli ve eleştirel olması gerektiğini dile getirendir; ilhamla değil. Romandan bir alıntıyla Vergilius’un sanat olmayana ilişkin düşüncelerini yansıtan iç sesine kulak vererek bu yazıyı noktalayalım: “… bildiği bir şey daha vardı: sanat olmayanın ve yavanlığın yol açtığı tehlike, onu eskiden beri hep kuşatmıştı, hep tutsak etmişti, bu nedenle –her ne kadar bunu açıkça itiraf etmeye hiçbir zaman cesaret edememiş olsa da– aslında şiirini sanat diye adlandırmaya hakkı yoktu, çünkü her türlü yenileştirmeden ve enginleştirmeden yoksun olan bu şiir, gerçeklik yaratma ile ilintisiz ve iffetsiz bir güzellik üretiminden başkaca bir şey değildi, başından sonuna kadar, Aetna Şarkısı’ndan Aeneis’e kadar yalnızca güzelliğe hizmet etmişti, kendi kendisine yeterek, çoktan düşünülmüş olanı, çoktan bilineni, çoktan biçim kazandırılmış olanı güzelleştirmekle sınırlı kalmıştı, doğru diye nitelendirilebilecek bir iç ilerleme kaydetmemişti, sadece sürekli artan bir ihtişamı ve aşırı yüklemeyi sergilemişti; bu hiçbir zaman kendi kendisinden yola çıkarak varoluşun üstesinden gelmeyi ve onu gerçek bir simge düzeyine yükseltmeyi başaramayan bir sanat-dışılık olmuştu. Ah, evet, Vergilius, sanat olmayanın baştan çıkarıcılığının deneyimini kendi hayatından, kendi eserlerinden edinmişti (…)”. “Vergilius’un Ölümü”, Hermann Broch, Çev: Ahmet Cemal, 479 s., İthaki Yayınları, 2012

Kitap Koşusu… Kitap fuarlarını sabırsızlıkla beklerim. Yüzlerce yayıncı salonlar boyunca art arda sıralanır yolunuzun üstünde. Genellikle yayınevi sahipleri ve yönetmenleri de görevlidir sergilerde. Bir zamanlar Tepebaşı’nda açılan kitap fuarında ilk sırayı Can Yayınları alırdı örneğin... Ve sahibi Erdal Öz hep işinin başında olurdu orada. Gerçek Yayınları da öyle. Fethi Naci standda otururdu. Şimdi yeminli olan Enis Batur’u bile görebilirdiniz o zamanlar… Bizde fuarlar perakende satışa yönelik olduğu için aradığınız kitap için yardımcı olmaya can atar görevliler. Kısa da olsa tanıtımını yaparlar hızlıca. Satış temsilcisi olmanın gizli sırlarını da öğrenirsiniz böylece… İletişim araçları şimdi pek güçlü ama kimi özel kitaplar hakkında bilgiye ulaşmak yine de rastlantılara bağlı olduğu için kitap okyanusunda enikonu bir serüvendir yaşadığınız. Söz gelimi Turgut Uyar şiiri üstüne düşünmek istiyorsunuz yeniden. Yeni bir yayın görürsünüz alırsınız. Sonra “Şiirde Dün Yok mu” adlı kitabı görürüsünüz. Henüz okumadım ama ya evde varsa… Alır sizi bir düşünce… Bir başka bölümde yıllardır okumak istediğiniz bir kitabın yeni basımını görür dokunmak istersiniz. İşte Erhan Bener’in “Acemiler”i böyle bir kitaptır. İlk basımı Seçilmiş Hikayeler Dergisi Yayınları’ndan çıkan Bener’in ilk kitabı yeni basımıyla gülümser size. Bir başka bölümde “Kritovulos Tarihi” (Heyamola Yayınları) adlı kitapla karşılaşmayı düşlersiniz. Ama Heyamola Yayınları katılmamıştır bu kez. Sahibi Ömer Asanla burun buruna gelirsiniz kapıda. Kitaplar arasında bir sevinç yağmurudur tutulduğunuz… Sonra sıra gelir armağanlara… Kitapsever dosta ne götüreceğim diye düşünürken Musil’in “Üç Kadın” (Helikopter Yayınları) adlı anlatısı çıkar karşınıza. İyi bir seçimdir bu. Buna bir de yine Musil’in “Genç Törles’in Bunalımları”nı eklemek istersiniz (Çeviren: Kamuran Şipal, Alakarga Yayınları). Bulamayınca not alırsınız. Dostlarla buluşmak da olanaklıdır fuarlarda. Yılardır görmediğiniz arkadaşlarınızla karşılaşır hasret giderirsiniz. Merak ettiğiniz yazarları görürsünüz imza günlerinde… Hıfzı Topuz ilk günden oradadır. Hikmet Altınkaynak’a rastlarsınız, Aykırı Sorular’ın yaratıcısı Enver Aysever’e… Kitap dünyasının emektarlarından Müfit Taşçı’ya da… Can Yayınları’na uğradığınızda belki Oya Baydar, Faruk Duman orada oturuyordur. Uğrayıp Oya Baydar’la eski günlerden konuşursunuz. Taa 1970’lerden… İSTA Ajansı’ndan, Başmusahip Sokak, Tan Apartmanı anılarından… Ertesi günü Gün Zileli’ye, imza gününe nasıl uğrayamadım diye hayıflanırsınız. Başka salonlarda eski kitaplar sergilerini gezmek hem eğlenceli hem de sürprizlerle doludur. Örneğin bir başka dünya Sanat Fuarı’nda Osman S. Arolat’ı Nevzat Metin’le dertleşirken görürüsünüz. 1968’i konuşmak saatlerce sürer... Sahafların en “nedret”i Emin Nedret İşli’nin sergisi Turkuaz adıyla oradadır. Müteferrika Sahaf Lütfü de oradadır. Araştırmacı, halkbilimci Sabri Koz ve Dr. Mustafa Duman’a rastlamamak olanaksızdır. *** Kitaplar, yazarlar, kitap dostları ve tüm kitapseverler için bir coşkudur fuarlar. Ülkemizin kültürel geleceğine yaslanan bir çağrı, bir çığlık… Öneri: Bernard Bouwman, “Şehrin Sesleri-İstanbul’dan İnsan Manzaraları”, 240 s., Kitap Yayınları


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2012

AYŞE BAŞCI aysebasci@hotmail.com

T

evfik Fikret, “Promete” şiirinde şöyle der: “Kalbinde her dakika şu ulvi tahassürün / minkar-ı âteşini duy, dâima düşün: / Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım? / Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım?” Ne büyük bir acı, ne büyük bir yalnızlık… Ama ne günahı vardı ki Prometheus’un? Efsaneye göre Zeus katındaki tek suçu, ateşi çalıp insanlara armağan etmesi değildi. Bir de balçıktan insan yaratması vardı ki haddini fazlasıyla aştığını gösteriyordu. Bir kayaya zincirlendi ve bir kartal her gün gelip karaciğerini gagalamaya, Prometheus’u içten içe kemirmeye başladı. Didiklenen karaciğer her gece yenileniyor, böylece kartal her gün kendine ziyafet çekiyordu. Elbette kartalın Zeus’un simgesi olduğunu unutmamak gerek. Koca Zeus bu! Canı isterse adamı Frankenstein ismini çoluk çocuk, hepimiz duymuşuzdur. Çirkindir, kocamandır, ürkütücüdür, hayal gücümüzle daha da büyüttüğümüz bir “yaratıktır”. En çok beyazperdeden tanıyoruz onu. Bilinen en eski Frankenstein filmi 1910 tarihli. Daha sonra 1931’de bir kez daha filme alınmış bu roman. Ve ardından pek çok kez daha sinema ve TV için uyarlanmış. Hatta komedisi bile yapılmış. Ne yalan söyleyeyim, Mel Brooks’un 1974 tarihli “Genç Frankenstein”ı izlediğim en komik filmlerden biriydi. Ama tabii işin aslı, yani her şeyin kaynağı olan kitap hiç de “komik” değil. Ne var ki korkutucu da değil. Üzücü, çok üzücü… Kadın Gözüyle Frankenstein Üniversitede İngiliz edebiyatına giriş dersleri alırken hocamızın bir kez olsun Mary Shelley dediğini hatırlamam. Her zaman Mary Wollstonecraft Shelley olarak anardı bu yazarı. Ona hayran olduğu belliydi. Ben ise başlangıçta Wollstonecraft’ın baba-soyadı olduğunu düşünmüştüm. Elbette yanılmıştım. Mary Shelley’nin babası William Godwin gazeteci, felsefeci ve romancıydı. Wollstonecraft ise Mary Shelley’nin o 11 günlükken ölen annesinin soyadıydı. Anne Mary Wollstonecraft 18. yüzyılın ikinci yarısındaki kısacık yaşamına romanlar, çocuk kitapları, feminist hareket öncülüğü ve iki çocuk sığdırmayı başarmıştı. Toplumsal sistemler üzerindeki derin etkisi sonradan daha iyi anlaşılacak olan bu kadının kızı da farklı bir yol

her gün öldürüp diriltir. İşte bu Prometheus, insanlara ateşi getirip uygarlığın gelişmesini sağladığı için kahraman ilan edildi. Yüzyıllar boyunca kutsanan bu fedakâr adam nice yazıya, şiire de konu oldu. Tıpkı Tevfik Fikret’in ve Mary Shelley’nin yaptığı gibi… “Frankenstein ya da Modern Prometheus” eskiden filmlerin de etkisiyle korku romanı olarak adlandırılırdı. Bugün ise psikolojik roman, gotik roman gibi farklı sıfatlarla tanımlanıyor. Ama bana sorarsanız “yalnızlığın romanı” derim. Yaratılandan yaratana kadar müthiş bir yalnızlık var bu öykünün örgüsünde çünkü… Tarihin en tanınmış “ucube”lerinden (gerçi artık bu sözcük insanı “heykel” gibi buz kestiriyor ama) Frankenstein’ın acıklı öyküsüne buyurun…

çizecekti kendine. Ve bu yol günün birinde aşka çıkacaktı. Romantik akımın önde gelen şairlerinden olan ve o dönemde bir başkasıyla evli bulunan Percy Bysshe Shelley’ye âşık oldu Mary. Üstelik aşkı karşılıklıydı. Birlikte Fransa’ya gittiler ve ardından Avrupa’nın çeşitli ülkelerini dolaştılar. Percy Bysshe Shelley’nin karısı ölünce de evlendiler. Bu arada dört çocuklarından üçünü toprağa verdiler. Artık resmi kayıtlarda da “Mary Shelley” olarak geçen yazarımız 1822’de, henüz 29 yaşında olan kocasını kaybetti. Bundan sonra da kendini tamamen hayatta kalan tek çocuğuna, yazmaya, kocasının yazılarını derleyip yayımlatmaya adadı. Hikâyenin buraya kadar olan kısmı elbette çok hazin. Ama Mary Shelley’nin artık ismiyle özdeşleşmiş kitabı “Frankenstein”ın hikâyesi çok daha ilginç. Shelley ailesi 1816’da İsviçre’de Lord Byron’a komşu bir eve taşındılar. Akşam sohbetlerinde çeşitli hayalet öyküleri okunuyordu. Sonra herkesin bir hayalet öyküsü yazmasına karar verildi. En güzeli seçilecekti. Mary Shelley de bu oyuna dahildi ama hiçbir şey yazamıyordu. Sonra bir gece rüyasında tuhaf, “tiksinç” di-

yeceği bir yaratık gördü. Ok yaydan çıkmıştı artık. O hilkat garibesi, Mary Shelley’nin “çirkin evladı”, o yıl doğdu, macerası 1818’de yayımlandı ve bütün roman kahramanları gibi sonunda o da ölümsüz oldu. Frankenstein ölmezken, Shelley ailesinde ölümlerin ardı arkası kesilmedi. Rivayete göre Mary Shelley, annesinin ölümüne sebep olduğu düşüncesiyle üzüntüden ve vicdan azabından kıvranıyordu. Bu yüzden mi romanında ölümsüzlüğü keşfettirdi kahramanına? Çok mu yalnızdı? Bu yüzden mi kitabın girişine John Milton’ın ünlü “Kayıp Cennet” şiirinden şu dizeleri yazdı: “Ey Yaratan, ben mi istedim, çamurumdan / Beni, insanı yoğur diye, ben mi yakardım sana / Karanlıktan beni çıkart diye.” Çok mu karamsardı? Çok mu özlüyordu kaybettiklerini? Bu sorulara ne yanıt verirsek verelim, spekülasyon olacak. Dolayısıyla hepsini bir yana bırakıp şunu söyleyelim: Mary Shelley, öksüz bir bebek olarak başladığı hayatına âşık bir kadın ve acı çekmiş bir anne olarak devam etti. Ama her zaman çağına meydan okumuş bir yazar olarak anıldı. Ve Frankenstein’a çok haksızlık edildi. O sadece sevilmek istemişti…


Aralık 2012 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

Okur Gözüyle Frankenstein Modern fantastik öykülerde, romanlarda (en azından bu zamana kadar okuduklarımda) dikkatimi çeken üç nokta var: Birincisi, müthiş bir karakter bolluğu; ikincisi, son derece yaratıcı isimler ve mekânlar; üçüncüsü de çok sürükleyici ama hızla unutulmaya mahkûm bir akış. Bu kalabalık içinde, birkaç istisna kitap hariç, ne okusam hemen unutuveriyorum. Hatta bu kadar çok karaktere gerek var mı diye de düşünmeden edemiyorum. Bambaşka dünyalar, bu dünyalardaki sosyal ve fiziksel katmanlar, her bir katmanda farklı yöneticiler, köleler, kahramanlar… Mary Shelley’nin “Frankenstein”ı için bunların hiçbirini söyleyemem. Kitaptaki karakter sayısı sınırlı. Yani kitabın sonuna geldiğinizde, başta okuyup da sonradan unuttuğunuz hiçbir karakter olmuyor. İsimler çok etkileyici ama çok da sıradan. Almanya’da birden fazla Frankenstein kalesi bulmak mümkün örneğin. Mekân dünya. Bildiğimiz dünya… Ve kitabı iki günde okuyup bitiremiyorsunuz (tabii kesintisiz okumak gibi bir şansınız yoksa). Betimlemelerle süslenmiş zarif bir dili var. Sizi sarıp sarmalayıveriyor. Bana kalırsa edebiyattan alınacak zevk de bu duyguyla paralel gidiyor. Kitap sizi acele ettirmiyor. Kaptan Robert Walton’ın kız kardeşine yazdığı mektuplarla başlayan romanda Victor Frankenstein’ın öyküsünün başlaması için beş-altı mektubun gidip gelmesi gerekiyor. Ve sonra Victor Frankenstein anlatmaya başlıyor. Frankenstein aslında yaratığın değil, yaratıcının adı. Ama zamanla ikisi de aynı isimle anılmaya başlıyor ve yaratık ün kazanırken zavallı Victor’ın adı unutuluyor. Yine de biz onun hakkını verelim. Kaptan Walton, kız kardeşine yazdığı mektupların birinde Victor’ı şöyle tanımlıyor: “Onun gibi insanlar iki türlü var olur: Bir yandan derin acılar çeker, hayal kırık-

lıklarının altında ezilir, ama kendi içlerine çekildiklerinde, keder ya da ahmaklığın girmeye cesaret edemeyeceği bir haleyle kuşatılmış ilahi bir ruha benzerler.” Ve sonra bu “ilahi ruhun” hazin öyküsü başlıyor… Victor Frankenstein bilimin farklı disiplinleri arasında savrulduğu bir ilk-gençlik döneminden sonra, “Aydınlanma tuzağına” düşüyor. Bilimin sınırlarını zorlayan, doğayı çözmek için her canlıyı nesneleştiren, gelecek nesillerin Prometheus’u olmak için her türlü acıyı çekmeye razı gelen bu genç bilim adamı, günün birinde yaratmanın sırrını keşfediyor. Ve hiçbir sırrın aslında “sır” olarak kalamaması gibi, bu büyük güç de sandığa kapatılamıyor. Bilmek, yapmayı gerektiriyor. Victor Frankenstein “yapıyor”. Farklı yerlerden topladığı vücut parçalarıyla kendi devini “yaratıyor”. Ama hesaba katmadığı bir şey var: Yalnızlık. Bilimin çözemediği, gideremediği, yok edemediği yalnızlık. İnsanın kendinde görünce tedirgin olup başkasında görünce sırt çeviriverdiği yalnızlık. İşte böylece, “yaratığın” kaderini de çizmiş oluyor Victor Frankenstein. Sonrasında işler çığırından çıkıyor. Yalnızlık, insana da “yaratığa” da olmadık işler yaptırtıyor. “Kanım

damarlarımda özgürce akıyor, ama yüreğim kimsenin kaldırıp atamayacağı bir çaresizlik ve pişmanlık yükünün altında eziliyordu.” (Can Yayınları, s. 113) Victor böyle bir vicdan azabı içinde kıvranırken, “yaratık” şöyle diyor: “Çok yalnız ve mutsuzum. İnsanlar yanıma yanaşmasa da benim kadar korkunç ve çirkin biri benden uzak duramaz. Eşimin de benim türümden olması ve benim kusurlarımı paylaşması şart. İşte onu sen yaratacaksın.” (Can Yayınları, s. 176) Yani yaratan pişman, yaratılan yalnız. Dünyanın en tehlikeli iki duygusunun çarpışması ölümden, acıdan, daha fazla yalnızlıktan başka hiçbir şey getirmiyor. Yaklaşık 200 yıl öncesinden seslenen bu yalnızlık bana Robert Musil’in “Niteliksiz Adam”ındaki bir cümleyi anımsatıyor: “…ancak okyanusları ve kıtaları oyun oynarcasına aşıveren modern insan için hiçbir şey, bir sonraki köşede yaşayan insanlarla ilişki kurmak kadar olanaksız değildir.” (YKY, çev. Ahmet Cemal, İstanbul, 2009, 4. Baskı, s. 364) Daha fazla söze gerek var mı? Çevirmen Gözüyle Frankenstein Mesleki deformasyon denen kavramın bizim mesleğimiz açısından en kötü tarafı, okumaktan zevk almayı zorlaştırır hale getirmesi. Ancak çok iyi kitaplar, çok iyi çeviriler titretebiliyor kalbimizi. Bazen hiç olmayacak bir hata, koca kitabın başarısını alıp götürüveriyor. Malum, bu ülkede herkes dil biliyor, “İşsiz kalırsam, hiçbir şey yapamasam çeviri yaparım” diyor. “Frankenstein”ı iki ayrı çevirmenin elinden okudum. Biri Duygu Akın’ın (Can Yayınları, İstanbul, Temmuz 2012), diğeri ise Orhan Yılmaz’ın çevirisi (İthaki Yayınları, İstanbul, Temmuz 2012). Aynı kitabı iki farklı çevirmenden okurken ister istemez insan bazı noktalarda takılıyor, okuma zevkini kaybedecek gibi oluyor. Neyse ki sonra güzel cümleler çıkıyor karşımıza da işler biraz yoluna giriyor. İki çevirinin de bütününe baktığımda meslektaşlarımın çok emek verdiğini görüyorum. Ama bazı durumlarda bu emek yeterli gelmemiş. Genel anlamda Orhan Yılmaz çevirisinde cümle yapılarını tam olarak “Türkçeleşememiş” buldum. Şöyle bir örnekle açıklayayım: “Tanıyan herkes onun dürüstlüğüne ve kamu işlerinde gösterdiği sonsuz titizliğe hayranlık duyardı.” (Can, s. 42). “Onu tanıyan herkes tarafından dürüstlüğü ve kendisini kamu hizmetine yorulmak bilmez bir gayretle vermesi yüzünden saygı görürdü.” (İthaki, s. 25.) Çok önemli bir başka ayrıntı ise Victor Frankenstein’ın yarattığı “şey”in anılma biçimi: Her iki çeviride de “ucube”, “iblis”, “yaratık” gibi sözcükler yer alırken, Yılmaz çevirisinde zaman zaman “varlık” ifadesi de kullanılıyor. Böyle bir çeviride bazı sözcüklerin aktarımının kolay olmadığı aşikâr. Ama bence gözden kaçan bir ayrıntı var: Örneğin “yaratık” dediğimizde, bu “şey”de bir terslik olduğunu derinden hissediyoruz. Bu bir insan değil, bir hayvan değil, bildiğimiz herhangi bir şeye benzemiyor. Elbette bir “varlık” ama var olması doğal değil. İşte bu yüzden bence de Mary Shelley’nin “çirkin evladı” bir yaratık. Çevirinin en zorlayıcı ve en keyifli yanı da bu aslında. Her ne kadar kimileri çevirmeni dümdüz bir aracı olarak görse de metnin içinde alı-

nan kararlar o çevirmene virajlar döndürüyor, kasisler atlatıyor, bazen de maalesef kaza yaptırıyor. Son olarak kitabın son sayfasından iki örnek vereyim: “Sonra, ‘Pek yakında!’ diye haykırdı üzgün ama mağrur bir coşkuyla, ‘Öleceğim ve şu anki hislerim yok olup gidecek. İçimi yakan acılar buhar olup uçacak.’” (Can, s. 266) “‘Ama yakında,’ diye bağırdı üzüntülü ve ağırbaşlı bir coşkuyla, ‘öleceğim ve şimdi hissettiklerim artık hissedilmeyecek. Yakında bu yakıcı acılar yok olacak.’” (İthaki, s. 226) Son Söz İşin tekniğine bakarsak, Mary Shelley’yi Duygu Akın çevirisiyle okurken metne yabancılık çekmediğimi söyleyeyim. Dil, benim dilimdi; roman yabancıydı. Yani her şey olması gerektiği gibiydi. Ama diğer yandan da romanın kendisine bakmak gerek. Frankenstein’ı hangi çeviriden okursanız okuyun, karşınızda duran öyküdeki yalnızlığı iliklerinizde hissediyorsunuz. Kalabalık bir kafede kendinizi çok yalnız hissettiğinizde, işler ters gidip de hayatınız arapsaçına döndüğünde, hatta doğduğunuza pişman olduğunuzda dünyaya sırtınızı çeviriyorsunuz. Ama siz Frankenstein değilsiniz, sizin bir şansınız var. Gündelik yaşam sizi yine içine alıyor. Hayat her gün bitip bitip yeniden başlıyor. Çünkü bizler bu çağın çocuklarıyız. Bugün bizim çektiğimiz şımarık acıların kökeni; görünmeyenle görünenin, bilinmeyenle bilinenin, olguyla sezgilerin birbirine girdiği bir dönemdeki acılara gidiyor. Prometheus boşuna mı çaldı o ateşi?


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2012

AYŞE BAŞCI aysebasci@hotmail.com

Siz Okumazsanız, Ben de Okumam… Orhan Veli, “Quantitatif” şiirinde “Güzel kadınları severim, / İşçi kadınları da severim; / Güzel işçi kadınları / Daha çok severim” der. Ben de ondan ilham alarak “Güzel kitapları severim, yaratıcı fikirlere dayanan kitapları da severim; yaratıcı fikirlere dayanan güzel kitapları daha çok severim” desem bilmem olur mu? Eskiden kitapları kutsallaştırırdım. Okuduğum kitap ne kadar kötü, sıkıcı, sevimsiz de olsa yarım bırakmak korkunç bir suçmuş gibi gelirdi. Sonra kitaplarla aramdaki ilişki normalleşerek bugünkü “aşk” düzeyine geldi. Bu aşkta mutlak doğrular yok. Olmuyorsa olmuyor mesela, zorlamamak gerekiyor. Ya da bir kitabı neden sevdiğimi kendim bile anlayamayabiliyorum bazen. Bu aşk ilişkisinin en zor yanı ise hayal kırıklığı. Bazen öyle kitaplar oluyor ki ismiyle, kapağıyla, tanıtım yazısıyla beni büyülüyor. Ama vuslatın sonu hüsran oluyor. Bu durumu birkaç hafta önce yine yaşadım. Ne zamandır okumayı heyecanla beklediğim bir kitaptı “Platon Neden Yazdı?” İletişim Yayınları yine çok zarif bir kapak tasarımı yapmıştı. Üstelik kitabın ismi de çok cazipti. Sahi, Platon neden yazmıştı? Daha da önemlisi, bu soruyu sormak Danielle S. Allen’ın aklına nereden gelmişti? Bu soruların yanıtını bulma düşüncesi çok heyecan vericiydi. Kitabı okumaya başlayana kadar… Kitabın “Teşekkür” bölümü tehlike çanlarını çaldırdı. Aslında teşekkür ve ithaf bölümlerini çevirmek sanıldığı kadar kolay değildir. Yazarın üretim sürecinin sonlandığı noktadır bu bölümler. Rahatlamışlık duygusu içinde, gönül borcu öder gibi kaleme alınır genelde bu satırlar. Aynı içtenliği vermek zordur. Üstelik “teşekkür, minnet, müteşekkir” gibi sözcükler arasında sürekli döner dolaşır çevirmen. Ama çok iyi çevrilmiş teşekkür bölümleri de okudum defalarca. Dolayısıyla, falanca ve filancaya teşekkür edildikten sonra, “Hepsi sıcakkanlı ev sahipleri olan onların meslektaşlarına da müteşekkirim…” (s. 13) gibi Türkçesi kırık bir cümle okumak insanı üzüyor. Bu bölümden hiç ders almayarak kendimi ateşe attım ve okumaya devam ettim. Geldik “Önsöz”e. Dördüncü cümle: “İnsanlığın yüzyıllar içinde biriktirdiği Platon hakkındaki kolektif bilginin, Platon’un sistematik felsefesi üzerine uzmanlığı içerip içermediği sorusundan daha önemli olan, bizim kuşağın Platon’u anlayıp anlamadığıdır.” (s. 19) Demek ki neymiş? Yüzyıllar içinde Platon biriktirmişiz! “İnsanlığın Platon hakkında yüzlerce yıl boyunca biriktirdiği kolektif bilgi…” gibi bir cümle daha doğru bir Türkçe olmaz mıydı? Devam edelim: “İnsan bilgisinin toplamına dair bu ikinci kavrayışta, Platon üzerine bilimsel bir çalışma, şimdiki nesile, tıpkı daha önceki araştırmacıların kendi nesillerine yaptıkları gibi, insan yaşamı üzerine bir dizi soruyu ve fikri aydınlığa çıkarır.” (s. 20) Nasıl yani? Yine de yılmadım, okudum. Nice cümle düşüklüklerinden, karmaşık ya da çelişkili görünen ifadelerden geçtikten sonra, “Daha özelde Sokrates, Sokratesçi bir sohbetin hatırlanması çabasına yardımcı olacak bir metin üretmeyi dileyen öğrencisini isteyerek destekleyen biri olarak temsil ediliyor” (s. 48) cümlesini beş kere okuduktan sonra pes ettim. Çünkü önümde daha 240 sayfa vardı ve kalbim buna dayanamayacaktı. İletişim, çok iyi kitapları usta işi çevirilerle ve titiz bir düzenlemeyle yayımlıyor. Bu kitaba bu kadar güvenmemin nedenlerinden biri de İletişim’den çıkmış olmasıydı. Çevirmen Ayşe Batur hakkında internette bilgi bulamadım. Gördüğüm kadarıyla “Platon Neden Yazdı?” tek çevirisi. Kitabın künyesinde Berna Akkıyal editör, Burcu Tunakan da düzeltmen olarak geçiyor. Bu iki isim İletişim’den ve başka büyük yayınevlerinden çıkmış çok sayıda kitaba imza atmışlar. O zaman üzülerek sormak zorundayım: “Platon Neden Yazdı?” sorusunun cevabını öğrenemedim; siz okudunuz mu bu kitabı?

Yasa Boğulmak YANKI ENKİ

B

irhan Keskin’in küçük ama keskin şiir kitabı “Ba”, “dilimde yarım bir hece gibi kalan babamın güzel hatırası için…” diye açılıyordu. 2007’deki ilk öykü kitabı “Fasulyenin Bildiği”ni okuduğumdan beri yeni öykülerini sabırsızlıkla beklediğim Birgül Oğuz’un “Hah”ı da bu yarım hecenin hakikati hakkında, babaya yazılmış, daha doğrusu babayla yazılmış bir eser. Arka kapağında “yas üzerine” bir kitap olduğu söyleniyor, ama yas üzerine öykü olmaz, olamaz; yas üzerine makale olur, tez olur. Birgül Oğuz’unki yas üzerine değil, yasla yazılan, yasa yazılan bir eser. Kaybedilen babanın ardından hayat nasıl yaşanır? Birgül Oğuz bunun öyküsünü yazıyor kitabında. İlk bakışta tek tek öykülerin derlendiğini düşünebilir okurlar, ancak bütünlüğü olan, en sonunda tek bir metne dönüşen bir kitap “Hah”. Kitabın ilk öyküsünün kahramanının adı Gül, ancak o, takip eden öykülerde kaybolmuyor okurun zihninde. Yazarın, diğer öykülerdeki anlatıcıların ve ilk kahramanımız Gül’ün arasında bir paralellik kurarak okumaya devam ediyoruz diğer öyküleri. Buradaki paralelliğin kaynağı nedir diye düşünüyoruz okurken. Sanırım şudur: Kahramanlarla “bir” olmaya çalışmasıdır yazar ve anlatıcının. Yas, tanımlaması güç bir şey, çünkü kendi yokluğunu da içinde taşıyor. Eksik ve kayıp dediğimiz –ya da diyemediğimiz– şeyler birbirine karışıyor yası tanımlamaya çalıştığımızda. Sanki ille de bir yenilgi gerektiriyor yas. Zaman mı acaba asıl mesele; bir ölümün ardından bu yenilginin ne kadar süreceği mi? Yenilgiden yengiye giden bir yol bu. Bir ölümün ardından düşeriz hepimiz, ama kalkabilmek gerekir bu hayatta. Aslında yazar bunun umudunu okura verirmiş gibi yapıyor. “Gül ayağa kalkacak. Yasını yas evinde bizimle tutacak,” diye düşünüyor çünkü etrafındaki kişiler. Orada işte yazar / anlatıcı / kahraman devreye giriyor ve itiraf ediyor: “Gül ayağa kalkacak. Yasını sırtlanacak. Yoksa Gül değil.” Birgül Oğuz’un “Hah”ını daha derinden duyabilmemiz için yasın nasıl yasaya dönüştüğünü bize anlatacak parçaları birleştirmemiz gerekiyor. Kitaptaki her öyküde kaybedilen baba ve yastaki kızını ayrı ayrı pencerelerden okumak gerekiyor. Onlar birbirinin gölgesinde yetişmekle yükümlü adeta. Bir yasa bu. Bir de yas tutarmış gibi yapan gölgeli bir kalabalık var, hayattan aynen alınmış konmuş bir toplumsal performans var bu yazar / anlatıcı / kahramanın etrafında soluk alan. En acı günümüzde yanımızda olan, nasıl davranacağımızı şaşırdığımız kalabalıktan bahsediyoruz. Alıkonulmuş bir zaman var, akmayan ya da herkesin zamanıyla aynı yöne akmayan, kendi zamanını içinde taşıyan, mesafesini bilmeyen… Yaslanmadan, yas tutmadan yaşamak ve yasla yaşamak hakkında sorularla ve arayıp bulmak isteyenlere cevaplarla dolu bir öykü kitabı “Hah”. Oğuz’un bir önceki kitabı “Fasulyenin Bildiği” bir öykü derlemesiydi. “Hah” ise parçalayarak okuyacağımız bir eser değil, parça parça olunarak okunacak bir eser. Yazarın bıraktığı boşluklar da var bu parçalar arasında, ancak bütünselliği bozacak eksikliklerden ziyade, bu yas

yankienki@yahoo.com anlatısının anlamını dolduran boşluklar bunlar. Kitap bittiğinde okura “Hah!” dedirtecek boşluklar. Peki nedir bu “Hah”? Beklenen olduğunda ağzımızdan çıkar. Olacağı kesin olan bir şeydir söz konusu olan. Hatta gecikmiş bir şeydir belki. “Ah”la “vah”la geçiştirilemez, dönüştürülemez. Bu kitap da bu dönüşmemenin ve dönüşmenin aynı andaki öyküsüdür. Bu sahici ama korkutucu, yalnız ama kalabalık, sakin ama kurugürültülü, acıdığımız ve acındığımız hayatın kısa tarihidir. Bu tarihin trajedisi hep ama hep kısa olmasıdır. Birçok yazar ve şaire yapılan göndermelerle zenginleşen bir kitap bu. İlgili okurların gözünden kaçmayacak göndermeler bunlar. “Yas Yüzükleri”nin şairi Kemal Varol’un “anneler erken, ölümlerine yakın sevilir babalar” dizesi çok şeyin altını çiziyor Birgül Oğuz’un öyküsünde. Hem yazar / anlatıcıyı besliyor hem de okuru. Ancak sadece şair Kemal Varol değil Oğuz’un beslendiği kaynak. “Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde” diyen ya da “İnsanın insana raptolduğu cevher”i yazan İsmet Özel de var bu kaynağın damarlarında. Bir o kadar da T.S. Eliot var “Çünkü ummuyorum döneyim gene” diyen; tıpkı Nâzım Hikmet’in ve Shakespeare’in, Virginia Woolf’un, “Akan zaman değil mesafelerdir” diyen Cemal Süreya’nın ve hatta Kazancı Bedih’in, dahası Tevrat’ın yankıları duyuluyor sayfalarda: “Hem biz niçin doğunca ölmedik, rahimden çıkınca son soluğumuzu vermedik? Kederliye niçin ışık verilir, canları acı olana da hayat?”. Birgül Oğuz kendi öyküsünü anlatırken böyle besleniyor diğer eserlerden. Hepsi “Hah” dedirtiyor okura. Yine de (benim için) nasıl bir Varol dizesiyle başladıysa bu öykü, son perdesini indiren de Edgar Allan Poe ve onun “Kuzgun”u oluyor. Poe, “O aslında ölen bir sevgilisi için hiç durmadan yas tutan bir kalbin evrensel simgesidir,” diye yazmıştı kendi Kuzgun’u için. O yüzden boşuna değil son hah’ı bize dedirten kişinin Poe olması ve yazar/ anlatıcının “bir daha asla” dizesiyle ünlü kuzgunu kendi öfkesine ve kendi umuduna, ihtimallere ve artık bazı ihtimallerin imkânsızlığına yastık yapması. Bu kitabı okuduktan sonra Kemal Varol’a bir daha dönmek istiyor insan. “Yas Yüzükleri”ni süzmek istiyor tekrar tekrar. Ya da T.S. Eliot’a, bu sefer Birgül Oğuz’un gölgesiyle eğilmek istiyor. Ama bir ihtimal daha var; o da yazarın ilk kitabı “Fasulyenin Bildiği”ne dönmek. Öncelikle “Uzak” adlı öyküsünü okumak orada; sonra “Baba ve Oğul”u okumak yeniden, “Leke”yi okumak; “Hah”ın sayfalarında yeniden andığı “Pepe”yi okumak da var bu ihtimallerin içinde. Ve tekrar “Uzak”a dönüp yeni kitabı “Hah”tan öğrendiğimiz bir şeyi dile getirmek, “Hah” demek şu satırları okuyup: “Öylece bakakaldılar. Anlamadan. Gözlerinde birer küçük yaşam artığı ve bir ölünün kesif imzası. Diriltmek için ölüyü sımsıkı tutundular birbirlerine.” “Hah”, Birgül Oğuz, 88 s., Metis Yayınları, 2012


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Aralık 2012 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Gazetecilik Cesaret ve Gövde Gösterisi Değildir” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Savcı iki polisin kolları arasında gördüğü halde hırsızlık yapan arabayı kullanıyormuş diye tutukladı. Ertesi gün ölüsü çıktı cezaevinden. Bununla ilgili soruşturmayı onu cezaevine gönderen savcı yaptı ve takipsizlik kararı verdi. Böyle hukuksuzluk olur mu? Ümraniye’de her karakolun kamerası çalıştığı halde gözaltına alındığı karakoldaki kamera çalışmıyor. Ve karakolun gözaltı kayıt defteri yok. Gözaltına alınan birinin nasıl kaydı olmaz? Bu manzara insanın midesini bulandırıyor. Ailenin ölümden sonra dağılışını görüyorsun. Çocuklar büyüyemiyor, eşi evden kaçıyor. İkincisi Yasin Kırbaş. Balici bir çocuk. Bir insanın hırsızlığa itilmesindeki toplumsal, sınıfsal nedenleri zaten ayrı bir başlıkta düşünüyoruz. Daha önce bir avukatı dövmüş olan polis, çocuğu ensesinden vuracak ve hiçbir şey yapılmayacak. Devlet bunun hesabını kime verecek? Bu sadece polisin suçu değil ki? Zincirleme bir biçimde devletin bütün aşamalarında savcısıyla, hâkimiyle ve bütün bürokrasisiyle muazzam bir suç dayanışmasının sonucu. Selnur Aysever: “Sıfır Tolerans”ta şiddet ve ölümleri anlatırken her şey öykü tadında başlıyor. Diğer kitaplarınızda da benzer bir kurguyla karşılaşıyor okur. Edebi kaygı güdüyor olduğunuzu düşünebilir miyiz? İsmail Saymaz: Edebiyat kurgusal bir mesele. Benim öyle bir iddiam yok. Kitabı yazarken rahat okunmasına dikkat ediyorum. Okur sıkılıp kitabı yarıda bırakmasın. Mümkün olan en kısa sürede okuyabilsin. Bunun en iyi formülü bir vakayı öyküleyerek yansıtmak. Gazeteci edebiyatçı değildir. Gazeteci bir konuyu öykülerken onun yaşanmış ve gerçek bir vak’a olduğu hissini uyandırmalıdır. Öyküleyerek anlatıyorum ama bu öyküleme edebiyata girsin istemiyorum. O zaman olayın gerçek olup olmadığı konusunda kuşkular doğar. Benim edebi dilim vak’anın önüne geçmemeli. Selnur Aysever: Kitaplarınızda hep acı var. Kayıplar, yitirilen hayatlar, aslında kaybettiğimiz insanlığımız var. Gazeteci olmak ile insan olmak arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

yetiyor. Polisinden hâkimine, hatta bazı gazetecilerine kadar şöyle düşünüyorlar: Ben devletin polisine mi güveneceğim elin balicisine mi? Temel yaklaşım bu olduğu için vak’anın doğrudan kendisinden yaklaşan bakış açısı meseleyi anlatmaya yetiyor. O yüzden fazladan bir insani his koymamaya gayret ediyorum. Ben resmi şiddetin fotoğrafını çekerek kendi sözümü söylediğimi düşünüyorum. Selnur Aysever: Sizin için mesleğinizdeki en üst nokta nedir? İsmail Saymaz: Benim için gazetecilik, muhabirlik. Daha ötesi yok. Muhabirlik yaparken formu değişebilir. Kitap yazarken de muhabirliği sürdürürüm. Fikret Başkaya ya da İsmail Beşikçi olma hayalim yok. Bazı yerlere davet ediyorlar. Gazeteci-yazar diyorlar. Böyle söylendiği zaman benim gözümde Uğur Mumcu canlanıyor. Araştırmacı gazeteci deniyor. Ne araştırmacı, ne yazar. Ben sadece gazeteciyim. Ben sadece muhabirim. Bazılarına hafif gelebilir. Benim için çok ağır bu. Ben gazeteci olmayı yazarlık ve araştırmacı gazeteci kimliği üzerinde görüyorum. Ben gazetecilik mesleğimin bir parçası olarak araştırıyorum ve kitap yazıyorum. Benim üst kimliğim gazetecilik ve ben ondan mutlu oluyorum. Yetinmek bağlamında söylemiyorum, giderek yüzeyselleşen ve genişleyen değil de bulunduğun yere doğru kazan bir gazetecilik türünü önemsiyorum. Selnur Aysever: Basının bugünkü durumunu kaygı verici buluyor musunuz? İsmail Saymaz: Tabii öyle. Eskiden medyada bilgi, haber ve bunun dolaşımındaki tekelleşme üzerinden basın özgürlüğünü tartışırdık. Bu tartışma bitti. Bir kapitalist işletme bakımından tekelleşmeden söz etmiyoruz. Bir devlet medyasından söz ediyoruz. Bir iktidarı sistematik olarak destekleyen onlarca televizyon, gazete ve internet sitesinden bahsediyoruz. İktidarın bilgi ve haber özeti tekelinden bahsediyoruz. Başbakana hangi soruların sorulabileceği, başbakanın uçağına hangi gazetecilerin binebileceği, başbakana nasıl bir

Ne araştırmacı, ne yazar. Ben sadece gazeteciyim. Ben sadece muhabirim. Bazılarına hafif gelebilir. Benim için çok ağır bu. Ben gazeteci olmayı yazarlık ve araştırmacı gazeteci kimliği üzerinde görüyorum. İsmail Saymaz: Hak haberciliği böyledir. İnsan hak ve özgürlüklerini haber yapma çabası, Türkiye’de ekonomi, spor muhabirliği gibi kurumsal bir alan değil. Biz bazı gazeteciler mütemadiyen bu haberleri yaparak bir kurumsallık sağlamaya çalışıyoruz. Esasen değindiğimiz konular insanın hissi hayatına dokunan konular olduğu için orada vak’a ile gazeteci arasındaki mesafe ihlal edilebiliyor. Selnur Aysever: Bir karakolda tecavüz vak’ası var. Gazeteci ve insan olma konusunda zorlandınız mı? İsmail Saymaz: Ben her haberde polisin de doğru söyleyebileceği fikrinden hareket ediyorum. Konuya eşit yerden durarak başlamaya gayret ediyorum. Orada polisin savunmasına yer verdim. Ama tablo şunu gösteriyor; polisi de soruşturup tutuklayan kendi amiri ve emniyet müdürü. Kurum kendi içinde o müdahaleyi yapmış. Polise el çektirip cezaevine yollamış. Benim, hakkında haber yaptığım, kitap yazdığım konular insanın vicdanını yaralayan konular. Ben “ajitasyon” yaparsam okurda meselenin öyle olmayacağına dair kafasında soru işaretleri uyandırabilirim. Bundan korkarım. Benim yapabileceğim en iyi şey meseleye tarafsız bakabilmek. Selnur Aysever: Tarafsız ve yorumsuz… İsmail Saymaz: Özellikle yorumsuz. Çünkü benim yorumuma ihtiyaç yok. Vak’ayı tarafların anlatması

edayla soru sorulabileceği ya da kimlere nasıl gerdan kırmalı bir fikrimiz var artık. Gazetecilik çabasıyla değil ani dönüşlerle elde edilmiş bir gazetecilik başarısından söz ediyoruz. Başbakanın ya da iktidarın ya da cemaatin haz etmediği gazetecilere sistematik bir saldırı, onları işsizleştirme, işsiz olanları hapse atma, içerde olanları dışarı çıkarmama ve daha uzun yatmalarını sağlamaya dönük muazzam bir mesleki saldırı var. Bu tekele rağmen şunu görüyoruz: On yıllık iktidarın bakiyesi bir tane düşünür yaratmadı. Bir tane şair yok, bir tane romancı yok. Adam akıllı bir tane gazeteci de yok. Bizatihi polis şiddetiyle yapılmış, bizatihi hâkim ve savcı kullanılarak inşa edilmiş bilgi tekelinden bahsediyoruz. Bunların önemli bir kısmı –bazı saygın isimleri kenara koyarak söylüyorum– zor dönemlerde parmak kaldıracak cesarete sahip değillerdi. Dönem değişsin bunlara duvar gazetesini emanet etmezler. Geride sadece sözüne, kalemine inanan, dürüst, namuslu gazeteciler kalacak. Ve bunlar arasında dindarlar da olacak. Sadece seküler eğilimi temsil eden gazeteciler değil, içlerinde çok namuslu gazeteciler var dindar kesimde, onlar da bunun içinde kalacaklar. Selnur Aysever: Genç yaşta birçok basın özgürlüğü ödülü almışsınız. Bunu neye bağlıyorsunuz? Söz ettiğimiz yorumsuzluk olabilir mi?

İsmail Saymaz: Hakkımda açılan davaların büyük bir kısmı Ergenekon davasıyla ilgili yaptığım haberlerden açıldı. Bir kısmı da işkenceyle ilgili yaptığım haberlerden. Erzincan Davası’nda İlhan Cihaner cephesinden haber yaptığım iddiasıyla bu davalar bana açılırken diğer taraftan Mustafa Balbay, İbrahim Şahin, Ergenekon Mahkemesi Başkanı aleyhinde yaptığım haberlerden de yargılandım. Aynı anda birbirine zıt görünen davalarda yargılandım. Benim işim bu: Doğru gördüğüm yerde yazmak. Aynı anda ayrı davalardan yargılandığım için bir tereddüt oluşmadı. Benim için şu eksende haber yapıyor denilemez. Denilemediği için o ödülleri aldığımı düşünüyorum. Selnur Aysever: İyimser solcu olarak tanımlıyorsunuz kendinizi. İyimser kalmayı nasıl başarıyorsunuz bu kadar haber içerisinde? İsmail Saymaz: Ben şuna inanırım; yurtseverlik bir siyasal bakış, pozisyon alış değildir. İnsanların annesini sevmesi gibi, evini sevmesi gibi bir haldir yurtseverlik. Ben o bağlamda kendimi yurtsever diye tarif eden bir adamım. Ben bu toprakları seviyorum. Bu topraklara dair bir şey yapıyorum ve o benim çok hoşuma gidiyor. Bireysel bir haz alış bu. Bu toprakları seviyor olmasam bu insanı seviyor olmasam bu haberleri yazamazdım. Buna inanıyorum. Beni iyimser kılan da buraya olan bağlılığım. Benim için olabilecek en ağır pozisyon, görebileceğim en ağır sonuç bu topraklara dair umudumu kaybetmek olur. O zaman gazeteciliğin de bir anlamı kalmıyor zaten. İyimser olmanın bir ihtiyaç olduğunu, bu topraklara bağlılığın da doğal bir sonucu olduğunu düşünüyorum. İyimserlik hayalperestlik değil. Buraların değişebileceğine dair bir his. Bir mücadele biçimidir aynı zamanda. Bireysel anlamda da ben bir insanı öldürmüş polisin bile bir başına kötülük abidesi olduğunu düşünemem. Onun hatalarıyla, kıskançlığı, sevecenliği, âşık olma hali, aldatma hali, her şeyiyle bir insan olduğunu düşünüyorum. Öldürme halinde de bir insan. Ona dair de bir cümledir bu. Onu değiştirebilme ihtimaline karşı bir cümledir. O bakımdan kesin olarak yaşadığımız siyasal bağlamın da yarattığı siyahlar ve beyazlar dışında herkesin, her nesnenin, aynı anda hem olumluyu hem olumsuzu içerisinde barındırabileceğine dair ve bu ülkenin değişebileceğine dair bir umut sahibi olması gerekir. O bağlamda iyimser solcuyum.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2012

KISA KISA Siyah Giyen Adamlar John Harvey, YKY Siyah rengin Ortaçağ’dan bu yana özellikle erkek giyiminde tercih edildiği gerçeğinden yola çıkarak renklerin ve giysilerin hayatımızdaki yerine dikkat çeken bir araştırma. Kitap, “siyah giyimin” bireysel tercihlerin ötesinde sanat ve politikayla etkileşimini de inceliyor.

Ölümün Süt Dişleri Osman Şahin, Kırmızı Kedi Yayınevi Osman Şahin’in gerçek yaşam öyküsünü kaleme aldığı bu kitap birbirine bağlı 9 ayrı öyküden oluşuyor. Şahin’in çocukluğunun yaşamında bıraktığı izler öykülerin temelini oluşturuyor. Bu kitaptan sonra, Şahin’in öyküsünü okumak ufuk açıcı olabilir.

Mezarların Çağrısı Simon Beckett, İthaki Yayınları Uluslararası çok satanlardan olan dört kitaplık David Hunter serisinin yazarı Beckett, polisiye sevenleri hayal kırıklığına uğratmayacak bir kitapla okurla buluşuyor. Gerilimin son satıra kadar sürdüğü kitap, sonunu ise ele vermiyor.

Tuhaf Alışkanlıklar Kitabı Haz. Kadir Aydemir, Yitik Ülke Yayınları “Beni Hiç Tanımıyorsun” altbaşlığını taşıyan kitap farklı meslek gruplarından 126 kişinin bir araya gelerek oluşturduğu bir çalışma. Dünyanın en ünlü isimlerinin takıntılarını da öğrenme şansı doğuran kitapta, yazarlar en bilinmedik huylarını kendi kalemlerinden aktarıyor.

Ucube Orhan Gökdemir, Destek Yayınevi “Yeni Türkiye’nin Anatomisi” altbaşlığını taşıyan kitap Türkiye’nin siyasi dönüşümünü mercek altına alıyor. Cumhuriyet’le başlayan toplumsal değişimi bugüne taşıyan Orhan Gökdemir, merkeze din temasını oturtuyor.

Sesler Arnaldur Indridason, Doğan Kitap Kitapları 20 dile çevrilen Indridason’un “Sesler” kitabı, bir katilin peşinde ilerlerken okuru insan ruhunun derinliklerine de bir yolculuğa çıkarıyor. “Bir Reykjavik Polisiyesi” altbaşlığını taşıyan kitap, Noel Baba kılığındaki otel kapıcısının cinayetiyle geçmişteki sırları açığa çıkartıyor.

Devrimci Kadınlar Tui Gordon, Versus Kitap 2005 yılında feminist bir kitapçıda fanzin olarak hazırlanan bu kitap, tüm devrimci ikonların hep erkek olmasından yola çıkarak, “bizim kadın ikonlarımız kim ve neredeler?” sorusuna yanıt arıyor.

Emeksiz Mantık Olmaz! AYŞE BAŞCI

O

ğlum matematikten çok korkuyor. Karşısına bir problem çıktığında baştan pes ediyor. Oysa matematik de tıpkı dil gibi hayatın bir parçası. Her gün sayısız işlem yapıyor, pek çok problemi çözüyoruz. Düşünsenize, kek yapmak bile matematikle bağlantılı. 1 ölçü şekere 2 ölçü unun eklendiği bir tarifi yarım ölçüyle yapmanız gerekiyorsa basit bir bölme işlemi yeterli. Yemeğe misafir gelecekse, manavdan alınacak meyve miktarını değiştirmelisiniz. Kolay bir orantı… Matematikte her şey kurallara bağlı çünkü temelinde mantık yatıyor. Eski Yunan’dan zamanımıza kadar aynı temel üzerinde yükselip sürekli geliştirilen matematikte formüller ve sistemler nettir. Bu yüzden matematiği severim. Ve dilin de matematiği vardır. Her ne kadar dil değişken, evrilen ve zaman zaman kuralsızlıkla şekillenen bir olguysa da kendi içinde bir matematiksel sistem çerçevesinde işler. Şimdi bunların hepsini bir araya getirin. Yani matematik, mantık ve dil buluşsun. Üzerine çizgileri ve renkleri de ekleyin. İşte size “Logicomix!” 20. yüzyılın en önemli matematikçi ve felsefecilerinden Bertrand Russel’ın yaşam öyküsü çerçevesinde mantığı, dostluğu, sınırları, aşkı, savaşı sorgulayan bir “graphinovel”, yani çizgi roman. Treviso Çizgi Roman Festivali’nde En İyi Yabancı Çizgi Roman Ödülü kazanan “Logicomix”in ardında kalabalık bir ekip var: Apostolos Doksiadis (matematikçi-yazar), Hristos H. Papadimitriu (bilgisayar mühendisi-yazar), Alekos Papadatos (çizer) ve Annie di Donna (çizer) yer alıyor. Albatros Kitap tarafından hazırlanan Türkçesinde ise bu ekibe çevirmen olarak Özge Özgür de katılmış. Çok da iyi etmiş bence… Bertrand Russell standart okurların internette sürekli dolaşan aforizmalardan, felsefi okumalara daha meraklı olanların ise “Aylaklığa Övgü” gibi kitaplardan tanıdığı bir isim. Daha “ağır” kitaplarını ise muhtemelen sadece matematikçiler ve felsefeciler okuyordur. “Logicomix” ise Russell’ı herhangi bir zorluk derecesine mahkûm etmeden anlatıyor. Üstelik söze en baştan, yani çocukluğundan başlayarak. Russell’ın anne-babasının ilişkileri, yaşadıkları “sıra dışı” hayat ilk başta magazin gibi görünse de bir çocuğun büyüyünce nasıl bir yetişkine dönüştüğünü nedenleriyle anlamak açısından çok önemli. Dolayısıyla bu kitaptaki hiçbir bilgiyi “pas geçmemek” gerekiyor. Tıpkı mantıkta ve matematikte olduğu gibi, her şey bir noktada birbirine bağlanıyor. Paradokslar bile… Baskıcı bir büyükanne elinde sıkı bir dini eğitimden geçen Russell’ın sorgulamaları daha o dönemde başlıyor. Delilik ile dâhilik arasında var olduğu söylenen o ince çizgi, yaşamı boyunca az ya da çok korku ve kaygı içinde bırakıyor kahramanımızı. Sonra felsefe, mantık ve matematik günleri başlıyor. Ve araya giren evlilikler, ayrılıklar, dostluklar, ortaklıklar, küslükler… Yani biz “sıradan” insanların hayatının çekirdeğini oluşturan konular. Kitap, Russell’ı merkez almakla birlikte başka pek çok önemli konuğu da ağırlıyor. Bu konuklar Hilbert, Gödel, Poincaré gibi mantık, felsefe, matematik alanlarındaki diğer dâhiler. Ve

aysebasci@hotmail.com elbette senaryoya dahil olduğu andan itibaren Russell’dan rol çalan, benim de ortaya çıkmasını heyecanla beklediğim Wittgenstein. “20. yüzyılın en büyük filozofu” olarak da tanımlanan yalnız adam. Bana göre Wittgenstein’ı en ilginç kılan özelliklerden biri “dil”le olan derdi. Kullandığımız dilin yanlış yapılandırıldığını, kendimizi ifade etmek için bizim de dili yanlış kullandığımızı söylüyor. Dil ile anlam arasındaki o benzersiz etkileşimden söz ediyor. Üstelik bunu sözcük bazında bile ele alıyor: “61. Bir sözcüğün anlamı, onun bir tür istihdam edilişidir. Zira sözcüğün anlamı, o sözcüğü dilimize katarken öğrendiğimiz şeydir. (...) 64. Bir sözcüğün anlamını bir memurun ‘görev’iyle karşılaştır. ‘Farklı anlamlar’ı da ‘farklı görevler’le karşılaştır.” (Ludwig Wittgenstein, “Kesinlik Üstüne + Kültür ve Değer”, çev. Doğan Şahiner, Metis Yayınları, İstanbul, Kasım 2009) “Logicomix”, Wittgenstein ile Russell’ın yaşadığı her türlü ruh ortaklığını, anlaşmazlıkları, birbirini anlayan insanların sessiz bir ortaklıkla paylaştıkları yalnızlığı kısa cümleler ve müthiş çizimlerle okura aktarıyor. Kahraman sayısı birken iki oluyor ama insan bunu kesinlikle yadırgamıyor. Her türlü yazının en önemli bileşenlerinden biri kurgu olsa gerek. Harika bir diliniz ve ifade yeteneğiniz olabilir. Ama düşüncelerinizi odaklı ve akıcı bir kurgu içine yerleştiremediğiniz zaman cümleleriniz boşlukta yuvarlanır gider. İyi kurgunun bir başka özelliği de kendini apaçık ortaya koymamasıdır. Siz bir kitabı okurken o kitabı nasıl bir mantık yapısı içinde okuduğunuzu düşünmez, sadece okursunuz. Sizi rahatsız eden şeyler varsa ancak o zaman durup kurguyu gözden geçirirsiniz. Yani iyi kurgu bir anlamda “söylemeden söylemek”tir. Ve bunu başarmak hiç de kolay değildir. Hele ki çizgi romanda… “Logicomix” bu açıdan da çok başarılı bir kitap. Katmanlar halinde örülmüş kurgu bizi 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ortalarına, İkinci Dünya Savaşı arifesine taşırken, ara ara 21. yüzyıla da götürüyor. 21. yüzyılın insanları (yani kitabın yazarları ve çizerler) an geliyor eski Yunan’a atıfta bulunuyor. Üstelik bu geçişler sıkıntısız gerçekleşiyor. Kurgu içinde anlatıcının Russel olmasına karşın, akışı kurgulayan ekip ilk anlatıcılığı üstleniyor. Karışık mı anlattım? Şöyle özetleyeyim: Anlatıcı ekip (yani kitabın ardındaki isimler), Russell’ın kitabını Russell’a anlattırırken aralara girerek kurguyu sağlamlaştırıyor, mantık-felsefe-matematik tartışmalarını bugüne taşıyor. Her türlü bilginin hap gibi yapılıp avucumuza verilmesine alıştığımız bir zamanda “Logicomix” okurdan emek talep eden bir kitap. Akış çok net olsa da içeriği kavramak için düşünmek ve yorumlamak gerekiyor. Böyle emek isteyen kitaplardaki kriter, emeğin karşılığının alınıp alınmadığı olmalı. “Logicomix” okurdan aldığını fazlasıyla geri veriyor. Kitap bittiği zaman, “Son zamanlarda okuduğum en iyi kitaptı,” dedirtiyor. Daha ne olsun? “Logicomix”, Apostolos Doksiadis-Hristos H. Papadimitriu, Çev: Özge Özgür, 345 s., Albatros Kitap, 2012


Aralık 2012 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

KISA KISA

Kati Hirşel Geri Döndü CEYHAN USANMAZ

E

smahan Aykol’un, ilk baskısı 2001 yılında yapılan “Kitapçı Dükkânı” isimli romanıyla tanışmıştık Kati Hirşel’le. Aykol’un bir amatör detektif olarak çizdiği bu karaktere, “Kelepir Ev” ve “Şüpheli Bir Ölüm” romanlarıyla birlikte iyice de alışmıştık. Ne var ki beş yıldır buluşamıyorduk. Neredeyse –bir roman karakteri olmasına karşın– Kati Hirşel’i o çok sevdiği “kitapçı dükkânı”nın bulunduğu Galata sokaklarında aramaya çıkacaktık ki, “Tango İstanbul”, kitapçılardaki yerini alıverdi! Kitabı okuyanlar hatırlayacaktır, en son Türkiye’nin sayılı zenginlerinden Ankaralıgil ailesinin gelini Sani’nin cesedi, yalnız yaşadığı evinde bulunmuş ve Kati, arkadaşı Fofo’yla birlikte bu “şüpheli ölümün” bıraktığı soruların peşine düşmüştü. Aradan beş yıl geçtiğini düşünürsek, hikâyeye yabancılık çekmemiz doğal karşılanmalı. Kati Hirşel’de de hissediliyor sanki aynı yabancılık… Hem İstanbul’da, Tünel’in dar bir sokağında yalnızca polisiye kitaplar satan bir kitabevinin sahibesi, hem de haftada iki polisiye roman deviren biri olunca insanın merak duygusunun keskinleşmesi kaçınılmaz. Yakın çevresindeki olaylara burnunu sokmaması ya da belaya bulaşmaması beklenemez Kati Hirşel’den. Bu sefer de, kitabevinde yanında çalışan Pelin’in yıllardır görüşmediği çocukluk arkadaşı Nil’in durup dururken yoğun bakıma alınacak hale gelmesinin peşinden sürükleniyoruz hep birlikte. Genç ve başarılı bir gazeteci olan Nil, Handan isimli biriyle kafede otururken ağzından köpükler çıkmaya başlayarak bayılmış ve hemen Taksim İlkyardım Hastanesi’nin yoğun bakım ünitesine alınmıştır. “Yıllar boyu ininde uyuyan merak duygusu naralar atarak ormana fırlayan” Kati Hirşel’in, Pelin’e sorularının ardı arkası kesilmez elbette: “Pelin’in ağzından laf almak için kırk takla atmaya alışık değilimdir. Sabrım taşmak üzereydi. (…) ‘Hiç kimse kafede oturup arkadaşıyla laklak ederken düşüp bayılmaz. Acaba kavga mı ediyorlardı? Canı bir şeye mi sıkılmıştı? Sabah tatsız bir olay mı oldu? Veya dün gece? Madem sık görüşmüyordunuz durup dururken niye seni aradı?’” Elimizdeki romana ismini verense, Nil’in yazmakta olduğu roman; Nil’in yakın çevresindeki herkesin bildiği ama hiç kimseye tek bir satırını bile okutmadığı ilginç bir roman: “‘Konusu çok ilginç. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, biliyorsunuzdur, Mustafa Kemal kadınlarla erkeklerin bir araya gelmesini teşvik etmek için Cumhuriyet baloları düzenletiyor, tango Türkiye’ye tanıtılıyor. (…) Cumhuriyet’in kurulmasını izleyen yıllarda tango popülerleşiyor. Nil’in kahramanları 1944’te İstanbul’da, Pera Palas Oteli’nin Balo Salonu’nda tango yaparken tanışan bir çift. Kadın, Eleni, İstanbullu Rum; Naci Bey [Nil’in dedesi] ise Balkan Savaşları sırasında Makedonya’dan kaçan bir aileden… İstanbul’da tanışıp tangonun anavatanı Arjantin’e gidiyorlar. Buenos Aires’e yerleşiyorlar. Orada, Osmanlı’nın son döneminde, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında kaçıp gidenlerin oluşturduğu bir Ermeni ve küçük bir de Rum diasporası var. Bu insanların hikâyesi hiç yazılmadı. Nil romanında bu tangocu çift üze-

ceyhanusanmaz@gmail.com rinden diaspora insanlarını da anlatıyor…” Üstelik tango yalnızca konuda değil, Nil’in romanının yapısında da merkezi bir rol oynamaktadır: “Tango, Nil’in romanı açısından kahramanların tutkunu olduğu bir dansın ötesinde anlam ifade ediyor. Romanın kurgusu da tango adımları gibi oluşturulmuş; zamanda kayarak ilerliyor. Altı ileri, altı geri, on iki bölüm var. Yani altı bölüm günümüzde, altı bölüm geçmişte geçiyor ve kronolojik olarak ardı ardına dizilmiyor.” (Bu arada, Esmahan Aykol’un “Tango İstanbul” romanının da on iki bölümden oluştuğunun altını çizelim.) Nil’in romanının konusu, özel hayatı, çalıştığı gazetedeki konumu, siyasetçilerle içli dışlı medya dünyası vd. Esmahan Aykol’un biraz “arada” kalmış ama bu sayede dışarıdan bakabilan bir karakter olarak yarattığı Kati Hirşel’in topluma yönelik gözlemlerine alışığız. “Tango İstanbul”da da gözlemlerine takılan, derinleştirilebilecek meseleler yer alıyor; ancak Kati Hirşel üzerinden yalnızca değinmeyi tercih ediyor bu konulara. “Tango İstanbul”, her ne kadar bir polisiye seri kapsamında yayımlanmış dördüncü kitap olsa da; tek başına okunduğunda da anlaşılacak bir roman. Bazı yerlerde gerekli ayrıntılar verilerek “ilk okuyucu”nun hikâyeden uzaklaşması engellenmiş, seriyi takip edenler için de hatırlatmalar diyebiliriz bu parçalara. Üstelik Esmahan Aykol, diğer kitapları okutmak üzere merak uyandırıcı birkaç cümle de eklemiş “Tango İstanbul”a. Örneğin sahip olduğu tarihi yarımada manzaralı, yüksek tavanlı, ferah fersah evini “katil zanlısı olmak dahil başıma gelmeyen kalmadı, ‘Kelepir Ev’i hatırlayan vardır,” şeklinde anıyor. Kati Hirşel’le ilk tanışmamızla “Tango İstanbul”a kadar geçen zamana baktığımızda ise; karakterin sıkı takipçilerinin fark edeceği ayrıntılar mevcut. “Kitapçı Dükkânı”nda Türkiye’deki cep telefonu çılgınlığını anlamaya çalışıyordu Kati Hirşel: “Sokakta, işte, sevgilisiyle gittiği yemekte, hatta tiyatroda ve sinemada bile Türkler sürekli cep telefonuyla konuşuyor. Benim asıl merak ettiğim Graham Bell’in Türk asıllı olup olmadığı, değilse de bu kadar bayıldıkları bu aletin icadını Türklerin nasıl olup da başka bir millete kaptırdığı.” Aradan geçen yıllar teknolojiyi geliştirmiş, bu anlamda yerinde sayan Kati Hirşel’in alışmaya çalıştığı cep telefonları bir anda akıllı telefonlara dönüşmüştür! Arkadaşı Fofo, yine aşk acıları içerisinde ne yapacağını bilmez haldedir… (Gelişen teknolojiyle ilgili bir not olarak, Kati Hirşel’in karşısına çıkıp da kitapçısı olduğunu herkesin e-kitap meselesini sorduğunu da ekleyelim!) Kati Hirşel, aradan geçen beş yılın ardından sıcak bir karşılamayı hak ediyor elbette. Kurgu ve yapıya ilişkin ayrıntılara girmeden önce, bir “Kati Hirşel polisiyesi” daha bekliyoruz…

“Tango İstanbul”, Esmahan Aykol, 290 s., Mephisto Kitaplığı, 2012

Aya Tırmanmak Ursula K. Le Guin, Metis Yayınları Her kitabında bir başka dünyanın kapısını aralayan Le Guin, bu kitabında da insani olan her şeye duyduğu ilgi ve şefkatle donatmış öykülerini. On sekiz öyküden oluşan kitap, insanın derinlerinde sakladığı duygulara ve hayata tutunmak için verdiği mücadeleye tanık olmaya davet ediyor.

Denizatı Vadisi Selim Erdoğan, NotaBene Yayınları Bir bilim kurgu kitabı olan “Denizatı Vadisi”, ölümsüzlük tutkusunun peşinde koşan bir bilimadamının macera dolu hikâyesi. Acaba bilimadamı ölümsüzlüğe erişebilecek mi sorusunun yanıtını kitabın sonuna kadar bulamıyorsunuz.

Birand Can Dündar, Can Yayınları 32. Gün programı, haber programları, yaşadıkları döneme damgasını vuran politikacılarla yaptığı röportajlarla herkesin tanıdığı Birand’ın biyografisini Can Dündar kalem almış. Dündar, Birand’la yaptığı söyleşilerin yanında onu tanıyanlarla konuşarak kitabı hazırlamış.

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat Şemsettin Sami, Say Yayınları Türkçe yazılmış ilk roman olarak kabul edilen kitap, Tanzimat Dönemi’nin kadın erkek ilişkilerini anlatıyor. Âşık olduğu kadına yakın olabilmek için kadın kılığına bile giren bir adam ile evden dışarı çıkarılmayan bir kadının aşk hikâyesi dönemin gelenekleriyle birlikte değerlendiriliyor.

Güneşin Çocukları 2 Ali Ataman, Minval Yayınları “Güneşin Çocukları Maya 2012” kitabının ardından Ali Ataman Atlantis’te geçen yeni bir hikâyeyle okurla buluşuyor. Sırrı çözülemeyen Atlantis efsanesini yeniden hatırlatan, hiç azalmayan heyecanla bir çırpıda okunan ve gizemin bitmediği bir kitap.

John Cage Haz: Semih Fırıncıoğlu, Pan Yayıncılık John Cage’in yüzüncü doğum yılında yayınlanan kitapta, Cage’in hayatının dönüm noklarından seçilmiş ve Türkçeye ilk kez çevrilen on beş yazısı bulunuyor. Kitap, özellikle müzik alanında devrim yaptığı kabul edilen Cage’i yakından tanıma imkânı sunuyor.

Çadırdan Saraya Engin Akın, İş Bankası Kültür Yayınları Yazarın pek çok yemek ustasından yardım alarak hazırladığı bu kitapta, kültürel etkileşimler ve farklı yaşam biçimleriyle sürekli zenginleşen Türk mutfağından farklı yemek tarifleri yer alıyor. Çorbalar, salata ve çeşniler, hamurişleri, tatlılar gibi ilginç tarifleri öğrenmek mümkün.


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2012

SİMLA SUNAY

İyi Olan Metindir, Yazar Değil

B

ir yandan çocuk edebiyatı vardır/yoktur diye tartışmalar yürütülüyor olsa da, aslında çocuklar için yazmayan yazarların kaleminden çıkan kitapların basılması bu tartışmayı neredeyse geçersiz kılıyor. Klasik olmuş yazarların çocuklar için yazdığı, daha önce gün yüzüne çıkmamış bu eserlerini basan yayınevleri de “çocuk edebiyatı vardır/yoktur” tartışmasını pek önemsemiyor anlaşılan. Zamane çocuk kitaplarının dinamik, heyecanlı, bol renkli olduğunu gözetirsek, bu eserlerin çocuklar nezdinde yaygınlaşması zor görünüyor. Bu gibi basımlar büyük yazarlarla tanışmak için ilk adım olacaksa ne ala, ancak yazardan soğutması ihtimali de var. Aynı şey büyük klasik roman uyarlamaları için de geçerli. Çoğu özensiz olan bu uyarlamaları okuyan çocuklar bir daha romanların orijinalini eline almak istemiyor. Kendini o kitabı okumuş sayıyor; “ben Don Kişot’u nasılsa okudum” diyor. Burada peşin yargıda bulunmak değil niyetim. Bir tartışma başlatmaktan yanayım. Klasik yazarların çocuklar için yazdığı metinler iyi olmayabiliyor. Çünkü iyi olan metindir, yazar değil. James Joyce’un masalını daha önce bu sayfada incelemiş, sevmiştik. Yine Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından resimli kitap olarak basılan José Saramago’nun “Suların Sessizliği” adlı resimli hikâyesinin ise yazara hayran olmama rağmen bazı sakıncalar taşıdığını fark ettim. Balıkçı bir çocuk ile inatçı bir balık arasındaki mücadeleyi anlatan hikâye, av ve avcı ilişkisini de gözler önüne sermiş. Balığı bir türlü yakalayamamak çocuğu epey sinirlendiriyor. Hatta bu basit balık tutma eylemi “canavarla hesaplaşma” haline dönüşüveriyor. En sonunda avcı çocuk, sazan balığını yakalayamıyor ama onu başka bir avcı bir gün nasılsa tutacak diye düşünüp rahatlıyor. Ve olta iğnesinin sazanın yüzgeçlerinde kalması nedeniyle kendisini balığın sahibi ilan ediyor, öyle ki: “Üzerinde benim damgam var o benimdir,” diyor. Eğer bu kitap eleştirel okuma yapılmazsa pek de doğa dostu izlenimi uyandırmıyor. İnsanın doğaya olan hâkimiyet duygusuna karşıt bir duruş hissedilmiyor. Tam aksi vurgulanıyor. Yine Kırmızı Kedi’nin bastığı, Virginia Woolf’un kaleme aldığı “Yaşlı Kadın ve Papağan” adlı öykü de çocuk yazınına katkı sağlayacak gibi görünmüyor. Woolf’u seven bir okur olarak onun ahengini bu kitapta bulmadığımı söyleyemem ama çocuklara sıkıcı geleceğinden eminim. (Bir kitap için sıkıcı demek kolay değildir.) Büyüklerin dünyasının ayrıntılarına boğulmuş, geçim sıkıntısını merkeze alan ve hep büyüklerin hayatına odaklanan öykü sonu itibarıyla da Grimm Masalları’nı andırıyor. Yaşlı ve fakir bir kadına abisinden kalan kayıp mirası bulmak için yardım eden papağan, kitabın en sevimli karakteri. Ve tıpkı klasik masallarda sıkça karşılaştığımız gibi, bu yardımsever hayvan, öykünün sonunda yaşlı kadının zengin olmasını sağlayan bir kahraman. “Kime iyilik edersen bir gün seni zengin eder” gibi bir kıssa da armağan ediyor çocuklara, “Yaşlı Kadın ve Papağan”. “Suların Sessizliği”, José Saramago, Resimleyen: Manuel Estrada, Çeviren: Pınar Savaş, +6 yaş, Kırmızı Kedi Yayınları, 2012 “Yaşlı Kadın ve Papağan”, Virginia Woolf, Çeviren: İlknur Özdemir, +7 yaş, Kırmızı Kedi Yayınları, 2012

ÇOCUK KİTABINDA ETNİSİTE TARTIŞMASI “Kapı Komşumuz Korsanlar”, resimleriyle epey söz ettireceğe benzer. Son günlerde en göze çarpan resimli kitap olduğunu söylersek de abartmış olmayız. Daha şimdiden 2012 Waterstones çocuk kitabı ödülünü almış ve başka ödül listelerinde kazanmayı bekliyor. Birleşik Krallık, Galli yazar-çizer Jonny Duddle’ın çok şirin bir bloğu var: http://jonnyduddle.blogspot.com/ Bu blog’ta çocuk kitabı serüvenlerini içtenlikle paylaşıyor. “Kapı Komşumuz Korsanlar” adlı resimli öykünün teması Türkiye için pek tanıdık. Farklı yaşam tarzı olan komşularını kasabada istemeyen riyakâr kasabalıları anlatıyor. İşin ilginci dışlanan korsan ailesinin yaşantısındaki eğlenceyi, özgürlüğü ve özgüveni ancak küçük komşu kız çocuğu fark ediyor. Bıkkınkıyı Kasabası’nın nasıl bu kadar sıkıcı bir yer olduğuna hiç şaşmamalı.

Çünkü orada herkes birbirine benziyor. Farklı kişileri aralarına almıyorlar, ta ki onlardan bir çıkar elde edene dek. Hikâyenin sonu epey tartışma götürebileceğe benziyor. Korsan ailesi baskıya dayanamayarak kasabadan ayrılıyor, zaten pek çok yerden kovuldukları için buna alışıklar. İşin ilginci, gitmeden önce bütün komşuların bahçelerine paha biçilmez hediyeler gömüyorlar. Korsanlar gittikten sonra bahçelerini kazıp bu hediyeleri bulan kasabalıların fikri hemen değişiyor. Ne var ki artık çok geç. Korsanlar geri dönmez… Onlar zaten hep yolculuk eder... İşte neredeyse kapitalizmin çözemeyeceği etnik sorun yoktur demek isteyen bir çocuk kitabıyla karşı karşıyayız. Etnisite ayrışmasının giderek tırmandığı bu günlerde bir hayli ilginç metni, derinlikli, canlı ve harika resimleriyle güneşli kütüphanenize katmak isteyeceğiniz bir çocuk kitabı, “Kapı Komşumuz Korsanlar”… “Kapı Komşunuz Korsanlar”, Jonny Duddle, Çeviren: Turgay Bayındır, +5 yaş, Redhouse Kidz Yayınları, 2012

KENDİNİ FARKLI HİSSEDEN OLİVER Bu özgün kitap sayesinde Birgitta Sif’le tanışmak Türk okurları için büyük şans. Camebridge Çocuk Kitapları İllüstrasyonu Bölümü’nde yüksek lisans yapan Sif aslen İzlandalı. Genç yazar-çizerimizin bu duyarlı hikâyesi uluslararası kitap fuarlarında da yankı bulmuş. Çizerin kitabını ve kendini anlatan videosunu sizlerle paylaşmadan edemedim: http://www.birgittasif.blogspot.com/2012/10/video-about-oliver.html Oliver, kendini farklı hisseden ve sosyal iletişim kuramayan, kendi dünyasında yaşayan bir çocuk. Kitabın, otizmi bir bulut kadar yumuşak anlattığını söyleyebiliriz. Okuru üzmeden, gereksiz acıklı ortamlar yaratmadan usulca anlatması büyük başarı. Yukarıda önerdiğim videoyu izleyince kitabın resimlerini daha dikkatli inceledim. Kurşunkalem taramalar, birbiriyle uyumlu pastel renkler, sade kapağıyla ne kadar başarılı bir çocuk kitabı olduğunu fark ettim. Birgitta Sif’in henüz Türkçeleşmeyen daha canlı renklerle yapılmış kitaplarını bildiğimden “Oliver”da yer alan ara tonların ağırlıklı olduğu sayfaların temayla uyumlu olduğunu düşündüm. Bu da yazarı ve çizeri aynı kişi olan bir kitabın ne kadar başarılı olabileceğinin bir kanıtı… Oliver kuklaları, oyuncaklarıyla kendi dünyasında mutlu. Bu ona yeter gibi görünse de, asıl mutluluğu Olivia’yla tanışınca keşfediyor. Çünkü Oliver artık yalnız değil. Olivia da kendini onun gibi farklı hissediyor. “Oliver”, Birgitta Sif, Çeviren: Aslı Motchane, +5 yaş, Kır Çiçeği Yayınları, 2012

“Ejderler”, Derleme, Filiz Özdem, Resimleyen: Aysu Koçak, +9 yaş, 143 s., YKY, 2012 “Sevgi Kraliçesi”, Resimli Öykü, Kristien Aertssen, Çeviren: Aslı Motchane, +5 yaş, Kır Çiçeği Yayınları, 2012 “Sokrates’in Aşkı”, Felsefe Dizisi, Salim Mokaddem-Yann Le Bras, +9 yaş, 64 s., Metis Yayınları, 2012 “Nasreddin Hoca İle Düşünmek”, Felsefe Dizisi, Necdet Neydim, +8 yaş, 47 s., Kelime Yayınları, 2012 “Saklı Miras”, Roman, Christine Nöstlinger, +9 yaş, 177 s., Günışığı Kitaplığı, 2012


Aralık 2012 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

Hiç Adil Değil! RAİFE POLAT

A

raifepolat@antipopuler.com

dil yakışıklı bir delikanlı değil. Herhangi bir yeteneği ve özel ilgi alanı yok. Esprili, zeki ya da sosyal de değil. Tüm bu özellikleri bir araya geldiğinde oldukça “sıradan”, kimsenin ilgi göstermediği bir tip aslında. Ve bunun hiç “adil” olmadığını düşünüyor. Özel yaşamı da pek parlak sayılmaz. Annesi, babası ve ablasıyla kendi halinde bir yaşam sürerken, anneannesi ve dedesi yanlarına taşınıyor. Kendi odası onlara verilince, ablasıyla aynı odayı paylaşmaya başlıyor. Ama bu dayanılmaz halden bir punduna getirip kurtarıyor kendini. Böylece o dedesiyle, ablası da anneannesiyle odalarını paylaşıyorlar. Kısa süre sonra babası işten çıkarılıyor ve ev hali iyiden iyiye bunaltıyor onu. Elbette ki bunun da hiç “adil” olmadığını düşünüyor. Tüm bunlar yetmezmiş gibi yepyeni bir okula başlıyor Adil. Okulun ilk günü neredeyse sınıfa son giren olunca da boş bulduğu tek yer olan güneş gözlüklü bir çocuğun yanına çöküyor. Çocuk “Kör Ferhat’ın dükkânına hoş geldin,” diyerek hemen kendi durumunu özetliyor ona. Yani bir ameliyatla beyninden alınan tümörü, ama yeniden büyümeye başladığını, kemoterapi seanslarını, manik ataklarını, aslında çok zengin olduğunu, özel bir kolejden hastalığı nedeniyle bu okula geçtiğini vs. vs. O anlatırken ön sıralarında oturan ve sumo güreşçisini andıran kız Mina lafa karışıyor. Adil tüm bunların bir şaka olduğunu ve elbette ki hiç “adil” olmadığını düşünüyor. Ama Ferhat’ın gülüşünden dolayı Mona Lisa’ya benzettiği ve öyle çağırdığı Mina, Ferhat’a inanıyor ve Adil’i de ona destek olmaları gerektiğine ikna ediyor. Üçlü kısacık bir sürede sınıftaki diğer çocuklar tarafından TGŞ, yani TipsizGerzek-Şişko Takımı olarak adlandırılıyor ve bu durum Adil’in sabrını taşıran son damla oluyor. Bir an önce Ferhat ve Mina’yla yollarını ayırmazsa okul yaşamı boyunca “ezik” damgasını üzerinden atamayacak çünkü! Tahmin edeceğiniz gibi Adil bunu başaramıyor. Tam tersi günler geçtikçe Ferhat ve Mona Lisa’yla daha da yakınlaşıyor. Ferhat’ın yakında tedavi nedeniyle İngiltere’ye gideceğini ve gitmeden önce bir maceraya atılmak istediğini öğreniyorlar. Birlikte her şeyi göze alıp kesinlikle aptalca ama olmazsa olmaz bu maceraya atılıyorlar. Bu hızlı maceradan sonra yaşamında ismi dışında hiçbir şeyin adil olmadığını düşünen Adil’in, yaşama ve adalet duygusuna karşı düşünceleri köklü bir değişime uğruyor. Gençlik kitaplarında çokça karşımıza çıkan bir durum gençlerin önyargılı olma hali. Acımasız ve haksızca yaftalanan karakterler çeşitlenir hep kitaplarda. Almanya doğumlu gençlik kitapları yazarı ve çevirmen Suzan Geridönmez’in “Hiç Adil Değil!” adlı romanda okura anlatmaya çalıştığı tam da bu. Yazar burada TGŞ örneğiyle bir kez daha önyargılı olmamak gerektiğini ve hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını akıcı ve eğlenceli bir dille hatırlatıyor. Ölümle burun buruna yaşarken adalet gibi bir kavramın nasıl boyut değiştirebileceğini, dayanışmanın önemini vurguluyor.

Ölüm -ve yaşam- pek de üzerinde düşünmeyi sevmediğimiz, hatta çoğunlukla yok saydığımız bir durum. Özellikle de gençken ölümün uzak olduğunu düşünür herkes. Ancak yazar ölümle yaşamın iç içeliğini karamsar dehlizlere girmeden, gündelik yaşamın sıradan bir durumuymuş gibi olağan bir dil ve kurguyla aktarıyor “Hiç Adil Değil!”de. Ve ister istemez bunu düşündürüyor okura. Sıkıntılı, öfkeli ve kaçamak değil, umut ve sevgi dolu bir şekilde üstelik. Kriminolojk Bir Hikâye Yeşim Saygın Armutak uzun zamandır sessizdi. “Bataklığın Kıyısındaki Ev”in ardından yeniden ses vermesini bekliyorduk. Sonunda “Baykuş Yemini”yle bekleyiş sona erdi. Bu kitap, bir önceki kitabındaki kötü kişilik Baykuş’u anımsattı bana ve elime geçer geçmez bir solukta okudum. Kitabın baş kahramanları çocukluktan beri yakın arkadaş olan genç bir kız ve genç bir delikanlı; Siyam ve Pi. En sevdikleri şey, yaşadıkları sahil kasabasında fener bekçiliği yapan ihtiyar Jul ve kedisi Lokum’u fenerde ziyaret etmek. Pi ve Jul polisiye romanlara meraklı. Okuduklarını birbirleriyle paylaşmayı çok seviyorlar. Bir gün yine ikisi hararetli hararetli konuşurken fenere Jul’un çok eski arkadaşı Kuzgun geliyor ve bu son karşılaşma olmayacak... Gençlerin gündelik yaşamları, kasabadaki tek antikacıdan değerli bir tablonun çalınmasıyla değişiyor. Bu olayın arkasından Pi ve Siyam, Jul’un bazı tuhaf davranışlarına tanık oluyorlar ve bu meseleyi çözmeye karar veriyorlar. Ardından yeni bir hırsızlık olayı daha gerçekleşiyor ve elbette ki Jul’un gizemli halleri ile bu hırsızlıklar arasında bir bağ kuruluyor. Yazar, kahramanlarına kişiliklerine uygun takma isimler vermiş romanda. Hal böyle olunca genellikle karanlık, kötü durumlarla özdeşleşen kuzgun kuşundan dolayı Kuzgun’un kötü adam olduğunu, meselenin onda çözüleceğini tahmin etmek hiç de güç olmuyor. Dolayısıyla “Baykuş Yemini”nde yan öğelerle keyifli bir okuma yaratmayı başaran yazar, şüphelisini kim olduğunu en baştan gümüş tepside sunarak 1-0 yenik başlıyor. Ayrıca Jul’un esrarının da pek inandırıcı bir hikâyesi olmadığını eklemeliyim. Öte yandan olayların geçtiği kasabada yarattığı atmosfer soğuk, gri, puslu, ama hayatın canlılığını yitirmediği bir Kuzey ülkesi izlenimi yarattı bende. Pi ve Siyam’ın arkadaşlıkları, kendilerine kurdukları dünya, arkadaşlarıyla takıldıkları mekânlar gerçekten çok hoş. Önceki romanlarından alışık olduğumuz şiirsel betimlemelerle zenginleşen dili de -bir süre sonra biraz yorucu gelse de- cabası. “Baykuş Yemini”, Yeşim Saygın Armutak, 163 s., Günışığı Kitaplığı, 2012 “Hiç Adil Değil!”, Suzan Geridönmez, 176 s., Günışığı Kitaplığı, 2012


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2012

İSMAİL SAYMAZ:

Remzi’de En Çok Satanlar (Kasım 2012)

“Gazetecilik Cesaret ve Gövde Gösterisi Değildir”

1 Grinin Elli Tonu 2 Karanlığın Elli Tonu 3 Doğu’dan Uzakta 4 Bora’nın Kitabı 5 Çıplak Deniz, Çıplak Ada-4 6 Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer 7 Akra’da Bulunan Elyazması 8 Struma 9 Fırat Suyu Kan Akıyor Bak 10 Yedinci Gün

Söyleşi: SELNUR AYSEVER

KİTAP (KURGU) E.L.James, Pegasus Yayınları

E.L.James, Pegasus Yayınları

Amin Maalouf, YKY

Ayşe Kulin, Everest Yayınları

Yaşar Kemal, YKY

Laurent Gounelle, Pegasus Yayınları

Remzi Kitabevi’nin “yeni çıkanlar” rafındaydı “Sıfır Tolerans”. Festus Okey, Paulo Coelho, Can Yayınları oradan bakıyordu kitap dostlarına. Annesine para gönderebildiği için sevinmişti ölmeden kısa süre önce. Mustafa Kükçe’nin gözleri kocaman çocukları var. O çoHalit Kakınç, Destek Yayınları cuklar bugün babasızlar. Polis şiddetinin en ağırına maruz kaldı babaları: öldü! Yaşar Kemal, YKY “Sıfır Tolerans”; Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nda yapılan değişikliklerİhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları den sonra, artan polis şiddeti vak’alarını anlatıyor. Nasıl mı? İsmail Saymaz’la; “kahraman”larının hikâyelerini, çokça birbirimizin gözlerinin içine utançla bakaKİTAP (KURGU-DIŞI) rak konuştuk. Cumhuriyet’in İlk Yüzyılı Selnur Aysever: Hakkında çok sayıda dava açılmış bir gazetecisiniz. Üstelik ülkemizde dokunan gazeteciler yanıyorlar. Sizdeki “cesaret” nereden kaynaklanıyor? İsmail Saymaz: Benim için gazetecilik cesaret ve gövde gösterisi değildir. Ben cesaret algısından daha çok vicdan algısının önemli olduğunu düşünüyorum. Gazetecilik vicdan eksenli kurulur. Hakkaniyet eksenli kurulur. Cesaret sonra gelir. Ben meseleyi hak haberciliği ekseninde ve vicdan bağlamında okuyorum. Bir cesaret sonucu değil sadece vicdanım öyle gerektirdiği için yazarım. Devletin çeşitli biçimlerde şiddetine maruz kalabilirim. Bunu umursamıyorum. İnandığım bir haberi yazdığım için yaşayacağım resmi şiddet aklıma gelmez. Şundan korkarım; bir haberde emin değilsem kesinliğine ilişkin bir inanç sorununu kendi içimde yaşıyorsam o zaman korkarım. Haksızlık etmekten korkarım. Haksızlık ettiğimi düşünmüyorsam, saptadığım sorumluluk ve suç benim gözümde kesinleşmişse onun sıfatının, kudretinin benim gözümde hiç bir önemi olmaz. Selnur Aysever: Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’ndaki değişikliklerden sonra yaşanan polis cinayetlerini anlatıyorsunuz “Sıfır Tolerans”ta. Polislerden nasıl tepkiler aldınız bundan biraz bahsedebilir miyiz? İsmail Saymaz: Radikal’de on yıldır çalışıyorum. Sistematik olarak bu konuya dair haber yapıyorum. Kitapta ismini yazdığım, resmini bastığım polisler beni bilirler. Her haberden önce ve sonra haberleri oldu. Her önüme geleni yazıyor değilim. İkna olmadığım hiçbir haberi yapmam. İkna olmam için belli kriterler var. Örneğin, sağlık raporu olabilir darp gördüğüne dair. İkincisi, konunun savcılığa yansıtılmış olması gerekir. Ben savcı değilim. Ben gazeteciyim. Üçüncüsü o haberi yapmam için karşı görüşün alınması gerekir. İtham edilen kişinin görüşünün o haberde olması gerekir. Hakkında haber yapılacak polis haber yapılacağını bilecek. İtirazını orada yapacak. Ben bu kıstaslarla yıllardan beri haber yapıyorum. Dolayısıyla polisler için sürpriz olmaz benim bunları yazmam. Onları şaşırtan bir hamle değildi. Sonuç olarak kitap çıktıktan sonra hiçbir şey olmadı. Selnur Aysever: Festus Okey, kitabın kapağından okurun yüreğini delecek şekilde bakıyor. Okurunuzu irkiltmek mi istediniz?

İsmail Saymaz: Ben kitabı yazarken aynı zamanda ismi ve kapağını kendim tasarlıyorum. O benim çektiğim bir fotoğraf. “Oğlumu Öldürdünüz Arz Ederim”in kapağı daha irkiltici. O fotoğrafı da ben çektim. Çok seviyorum o fotoğrafı. Bilerek seçtim. Böyle çarpıcı olacağını biliyordum. Selnur Aysever: Tüm davalarda polis cephesinden verilen cevaplar aynı. Sunuş yazınızda yasanın değişmemesi halinde Türkiye’nin tetiğin ucunda olduğunu söylüyorsunuz. “Sıfır Tolerans” farkındalık yarattı mı? Kanun koyucu üzerinde etkisi oldu mu? İsmail Saymaz: Bu kitabı da ondan önceki kitapları da yazdıran bu devlet. Ben değilim. Ben durup dururken seçmeci bir bakışla bu dosyaları ayıklayarak bir tez yaratmış değilim. “Nefret” kitabının amacı nefret suçlarına dair bir katkı sunmaktı. “Nefret”, bir yıl içerisinde atıfta bulunulan, referans gösterilen bir hale dönüştü. Bu da öyle olacak ama tabii bu mesele sadece bir gazeteci olarak benim ya da kitabın omuzlarına yüklenecek bir mesele değil. Devletin kendisi bunu değiştirecek. En nihayetinde ben gazeteciyim. Peki aileleri devlet nasıl ikna edecek? Bugüne kadar şöyleydi: Özellikle siyasetle ilgili olmayan aileler, belediye başkanının, valinin “sana da bir ev veririz aslanım” denmesiyle ikna ediliyordu. Biraz dişli çıkarsa dava açıp, susturuluyordu. Şimdi bir direnç oluştu. Bundan sonra bir hak arama mücadelesi başlığı açıldı. Ya bu devlet bunu değiştirecek ya da bunun böyle devam etmesini göze alacak, o zaman yeni kitapları göze alacak. Selnur Aysever: “Sıfır Tolerans”ın içinde bir çok hayat var. Hangi olay kitabınızı yazmaya yöneltti sizi? İsmail Saymaz: Benim unutamadığım olay Mustafa Kükçe olayıdır. Olayın hemen ertesinde evine gitmiştim. Karısıyla tanışmıştım. Çocuklarını görmüştüm. Mustafa Kükçe’yle ilgili haberi tek ben yapıyorum. Fırsat buldukça yazıyorum ki unutulmasın. Çünkü o çok etkilemişti beni. Çok ağırıma gidiyor. Bir adam dört tane jant çalmış. Bu adam üç karakol gezdirilmiş. Üç karakol gezdirilirken ailesi onun peşinde dolaşmış. Yoksul, fakir, Alevi, çingene bir aile. Her kapıdan Alevi çingene diye kovulmuş bir aile. Savcının karşısına çıkarılmış... (Devamı sayfa 11)

1 2 Şifa Sende 3 Mesnevi Terapi 4 Dişilik mi Kişilik mi? 5 ‘Gün’ O Gün’dür! 6 Meleklerle Yaşamak 7 Yakın Tarihin Gerçekleri 8 Alkali Diyet 9 Mezopotamya Ekspresi 10 Atatürk İlber Ortaylı, Timaş Yayınları Erhan Özer, Doğan Kitap

Nevzat Tarhan, Timaş Yayınları Seda Akgül, Postiga Yayınları

Banu Avar, Remzi Kitabevi

Beki İkala Erik, Goa Basım Yayın

İlber Ortaylı, Timaş Yayınları

Ayşegül Çoruhlu, Okuyan Us Yayınları Cengiz Çandar, İletişim Yayınları İlker Başbuğ, Remzi Kitabevi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.