Remzi Kitap Gazetesi / Aralık 2014

Page 1

Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları

Ben Maymun muyum?

Susan Sontag: Bilincin Kapısını Aralamak

HARUKI MURAKAMI

FRANCISCO J. AYALA

JONATHAN COTT

“Y

E

eni Kafka” olarak anılan ve her yıl Nobel Ödülü’nü alıp alamayacağı merakla beklenen Haruki Murakami’den kaderinin gizemini çözmek ve içindeki iflah olmaz yaranın kaynağına inmek için büyük bir yolculuğa çıkan kahramanın romanı: “Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları” Devamı sayfa 6

R

E

M

Z

İ

vrim karşıtlarının argümanlarını yalın bir dil ama bilimsel veriler ışığında ele alan yazar, Darwin’in teorisinin nasıl olup da hâlâ tartışma konusu sayılabildiğine şaşırdığını gizlemiyor. Öte yandan pek çok insanın kafasını kurcalayan sorulara aydınlatıcı yanıtlar vermekten de gocunmuyor. Devamı sayfa 10

K

İ

T

A

B

E

V

İ

“S

usan Sontag: Bilincin Kapısını Aralamak”, ünlü yazar Susan Sontag’la yapılan uzun bir söyleşinin ilk kez yayımlanan eksiksiz metninden oluşuyor. Sontag, akıcı ve zihin açıcı bir sohbete sahne olan bu kitapta aşktan edebiyata, felsefeden cinsel kimliğe kadar birçok konuya değiniyor. Devamı sayfa 12

EMRE KONGAR

SAYI 108 - ARALIK 2014 - ÜCRETSİZDİR

Orhan Veli ve Nâzım Hikmet

3

KİM BİLİR HAYATIN ANLAMINI? B

ir gün bir baktık ki “Mutlu Olma İhtimalimiz” isimli bir kitap çok satanlar arasında. Yazarı, bugün psikolojiyle uzak yakın ilgili olan tüm kitapların referans noktası bir isimdi: Sigmund Freud. Kitabın Freud’a ait aforizmalardan oluştuğunu düşününce çok satması sürpriz sayılmazdı elbette. Bu dosya yazımızda, piyasa işi kişisel gelişim kitaplarını –aralarında iyilerin de çıkma ihtimali olabileceğini bile bile– bir kenara ayırdık. Zaman zaman kaderin bir cilvesi olarak kitapçılarda “kişisel gelişim” raflarına düşse de, özünde her biri yoğun bir birikim üzerinde yükselen felsefe ve psikoloji ki-

Okuma Güncesi AZİZ NESİN

Beethoven AYDIN BÜKE

Kedim Şiirimi Yedi Cumhuriyet Ekonomisinin Öyküsü

DOĞAN CÜCELOĞLU

13 14

ENVER ERCAN “Düzayak Şiirleri Okuyamam Bile”

15 16

Veda...

ENVER AYSEVER

A

Devamı sayfa 8-9

7

CAHİT KAYRA

Arka Kapak Konuğu

taplarına bakalım istedik. Okura mutlu olma ihtimalini yakalasın diye hap bilgiler ve ezber cümleler sunmayan, onu hayatın anlamı üzerine düşünmeye sevk eden zengin bir kaynakla karşılaştık. Tabii ki hepsini bu dosyaya alamadık ama birkaçını sizinle paylaşmak istedik. “Mutlu Olma İhtimalimiz”den çıktık yola, “Hayatın Anla­ mı”na vardık. Mutluluğun değil de “arayış”ın sihirli kelime olduğuna ikna olduk. Rollo May’in “Kendini Arayan İnsan”ında dediği gibi.

slında vedaları sevmem. O yüzden bu sayı değerli okurların affına sığınıyorum. Birgün yeniden buluştuğumuzda her zamankinden de güçlü bir “Merhaba” demek üzere şimdilik hoşçakalın...

O

nu ne zamandır göremiyordum. Aynı alanda çalışsak da farklı bölgelere savrulduğumuz için fiziksel olarak yollarımız fazla kesişmiyordu. Bunun tek istisnası o görkemli ödül töreni oldu. Necatigil Ödülü’nün düzenlendiği salon tıklım tıklım doluydu. Oradaki herkes onun şirinden söz ediyordu. Taşıtla olduğu kadar sürücüyle de iç içe bir şiir evreni kurmak belki de hiç denenmemiş bir tarz… Söyleşiye hazırlanırken “Geçtiği Her yeri Öpüyor Zaman” adlı kitabına da baktım. Orada “o gün sait faik’indi pera / kim bilir hangi öyküsündendi / o insan kalabalığı” diyor hemen kitabın başında. Ödül töreninde hal hatır sormaktan öteye zaman bulamadık. Ama aynı frekanstan olmak hep haberleşmemizi sağlıyordu. Dergileri Varlık ve Yasakmeyve benim için ondan arada bir gelen mektubu gibidir. Vaat edilmiş sayfalarda geleceğin şairlerini görür gibiyim. Büyük hizmet…

Öte yandan Enver Ercan’ın yazdığı yeni dönem şiirlerle ünlü ozanlarımıza yolladığı selamların kadirbilirlikten, vefadan öte bir anlamı var diye düşünüyorum. “Dilim sana değse/uyanıyor sözcükler.” İşte şairce bir duyarlık ki şapka çıkarmamak ne mümkün… Şimdi geçelim söyleşiye…

“Yeni şiir kitabın ‘Türkçenin Dudaklarısın Sen’i edebiyatla, şairlerle iç içe bir hayatın çiçek dürbününden bakış olarak değerlendiriyorum ben… Biz günlük konuşmalarımızda ‘her şey düzelecek…’ deriz. Ama sen ‘her şey güzelecek..’ diye şiirsel bir olumlamayı, umudu kattın dizeye.” “Bilirsin, övülünce yüzüm kızarır. Böyle sözcük oyunları yapmak, şiirin içinde imgelerle yürümek benim meşrebimde var. Düzayak şiirleri okuyamam bile. Az şiir yazmam bu yüzden aslında. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2014

Yeni yılda yeni bir başlangıç yaparken, birbirinRemzi Kitap Gazetesi, bundan tam sekiz yıl önce okurla ilk buluşmasını gerçekleştirdi. Remzi Kitabevi den önemli kitapların tanıtımları, ufuk açıcı söyleailesi olarak hepimizi heyecanlandıran bir başlan- şiler, derinlemesine işlenmiş dosya konuları ve yayın gıçtı bu. Hayalimiz, okurun iyi kitaplarla buluşma- dünyasından haberlerle buluşmak üzere... sına katkıda bulunmak, nitelikli edebiyatın peşine İyi kitaplar hiç eksik olmasın... düşmekti. Yıllar içerisinde yazar, editör, çevirmen, yayıncı dahil tüm okurların yararlanacağı bir kaynak ve birikim oluştu. Remzi Kitap Gazetesi fikrinin ortayı çıkışından içeriğinin oluşturulmasına dek, sekiz yıllık birikimin yaratılmasında değerli yazarımız Enver Aysever’in varlığının payı büyük. Bugüne dek gazetemizin genel yayın yönetmenliğini yürüten Enver Aysever’e en başta bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi olmak üzere, yaratıcı fikirleri ve yoğun emeği için teşekkür ederiz...

Bize Yazın Etkin okur olun, Remzi Kitap Gazetesi’nde yer bulun kitapgazetesi@remzi.com.tr

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Aralık 2014 Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni: Enver Aysever Editör ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap

Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Aralık 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Amazon’la Hachette Sonunda Anlaştı Amazon ile Hachette arasındaki gerginlik tatlıya bağlandı. Hachette’in e-kitap fiyatlarının kontrolünü Amazon’a vermeyi reddetmesi sonucunda, Amazon mayıs ayından beri Hachette’in kitaplarını satmayı bırakmıştı. Kitaplarının on doların altında satılmasını reddeden Hachette’e karşılık Amazon, yayınevine baskı yapabilmek için müşterile-

rinden Hachette’i boykot etmelerini istemişti. Aralarında Salman Rushdie, John Grisham ve Stephen King’in bulunduğu bin kadar yazar Amazon’a neredeyse savaş açmıştı. Amazon, nihayet 2015 yılından itibaren Hachette’in Amazon’da satılacak kitapların fiyatına karar vermesini kabul etti ve fiyatları düşük tutması halinde yayınevine özel bazı avantajlar sunacağını da anlaşmaya ekledi. Kaynak: Hannah-Ellis Petersen, The Guardian, 13 Kasım 2014

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Steinbeck’in Kayıp Öyküsü

Allende’ye Başkanlık Madalyası

Amerikan edebiyat dergisi “The Strand Magazine”, kasım sayısında Nobelli yazar John Steinbeck’in yetmiş yıldır kayıp bir hikâyesini yayınladı. “With Your Wings” (Kanatlarınla Birlikte) adlı öykü bugüne kadar yalnızca 1944 Temmuz’unda ünlü yönetmen Orson Welles’in savaş dönemi radyo programında okunmuştu. Steinbeck’in İkinci Dünya Savaşı’ndaki Afro-Amerikan savaş pilotunu anlattığı bu öykü programdan sonra bir dergi ya da kitapta yayınlanmadı. Steinbeck uzmanlarının bile haberdar olmadığı bu öyküyü yeniden ortaya çıkaran ise, derginin editörü Andrew F. Gulli olmuş.

Amerika Başkanı Barrack Obama, Başkanlık Özgürlük Madalyası’nın bu yıl Şilili yazar İsabel Allende’ye verileceğini açık­ladı. Amerika’nın en büyük sivil onuruna layık görünen İsabel Allende, Şili’nin efsanevi lideri Salvador Allende’nin yeğeni ve “Ruhlar Evi” isimli romanıyla tanınmış bir yazar. Obama, verilmeye başlandığı 1945 yılından beri 19 roman yazarının aldığı ödülü şöyle tanıttı: “Değişim için savaşan aktivistlerden, hayal gücümüzün en uç noktalarını araştıran sanatçılara, Amerika’yı teknolojik ilerlemenin son noktasında tutan bilim insanlarından, Amerikan tarihinin yeni bölümlerini yazmamıza yardım eden kamu çalışanlarına kadar bu vatandaşlar ülkemize ve dünyaya olağanüstü katkılarda bulunmuşlardır.”

Kaynak: Martin Chilton, The Telegraph, 7 Kasım 2014

Grimm Kardeşler’in Karanlık Yüzü Princeton Üniversitesi Yayın­ları, Grimm Kar­ deşler’in derlediği ünlü masalların karanlık yüzlerini açığa çıkardı. 1812 yılında yayınlayan ilk masallarının çok karanlık ve vahşi bulunmasının ardından iki kardeş Hıristiyanlığa dair referanslar ekleyerek onları yumuşatmıştı. Minnesota Üniversitesi’nde Alman dili profesörü olan Jack Zipes’ın yaptığı yeni çeviride ise, masalların orjinal hallerini okumak mümkün. Orjinal metinlere göre, Rapunzel kurtarıcı prensi tarafından hamile bırakılıyor, aç ve çaresiz bir anne çocuklarına onları yemek istediğini söylüyor, aslında Pamuk Prenses’in öz annesi olan kötü kraliçe, onun ciğerini ve kalbini sadece kanıt olarak değil, “tuzlayıp yemek için istiyor”, oyun oynayan çocuklar küvette birbirlerini bıçaklıyorlar… 156 masaldan oluşan kitap, Grimm Masal­ ları’nın unutulmuş taraflarını bize hatırlatıyor. Aslında masallar orjinal halleriyle çocuklara iki yüz yıldan uzun bir süre anlatılmışlar. Zipes’a göre Grimm Kardeşler’in masallarını sansürleme nedenleri ise, onları dindar orta sınıf ailelere ve çocuklara uygun hale getirmek. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 12 Kasım 2014

Kaynak: Carolyn Kellogg, L.A. Times, 11 Kasım 2014

Orwellvari Bir Tutuklama “El Mesir El Youm” gazetesinin bir üniversiteli gencin George Orwell’in “1984” kitabını taşıdığı gerekçesiyle tutuklandığını iddia etmesi Mısır’ı karıştırdı. Gazetenin haberine göre, adının Muhammed T. olduğu açıklanan lisans öğrencisi, Kahire Üniversitesi’nde üzerinde Orwell’in kitabıyla yakalandı ve gözaltına alındı. Hükümet karşıtları ve yabancı sosyal medya kullanıcılarının bu habere gösterdikleri tepkiler üzerine konuşan polis yetkilileri, “1984”ün herhangi bir önem teşkil ettiğinden haberdar olmadıklarını, çünkü Batı Edebiyatı’nı takip etmediklerini belirttiler. Yerel polis şefi Mahmut Faruk, tutuklamanın nedeninin öğrencinin izinsiz olarak güvenlik güçlerini kayda alması olduğunu söyledi. Kaynak: Patrick Kingsley, The Guardian, 10 Kasım 2014

EMRE KONGAR Orhan Veli ve Nâzım Hikmet Orhan Veli Kanık, 13 Nisan 1914’te İstanbul’da doğdu, 14 Kasım 1950’de 36 yaşında yine İstanbul’da öldü. Ankara’da Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda 1945 yılında çalışmaya başladı. 1947 yılında “Kurumda anti-demokratik bir hava esmeye başladığını” belirterek buradan istifa etti ve Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı Hür ve Zincirli Hürriyet adlı gazeteler ile Ulus’ta yazılar yazdı. *** Orhan Veli’nin düz yazılarına baktığımızda, hem sanat ve edebiyat hem de siyaset hakkındaki devrimci düşünceleri, oldukça da polemikçi bir dille savunduğunu görüyoruz. Bu yazıda Nâzım Hikmet için yazdıklarına değinmek istiyorum. Orhan Veli, aşağıda satırları ölümünden altı ay önce, kendi çıkardığı Yaprak dergisinde yazıyor. Bir Yargıcın Söyledikleri Doğruluğu ve hak severliği ile tanınmış merhum Temyiz Başsavcısı Fahrettin Karaoğlan’ın kızı Yargıç Rebia Şeref şunları söylüyor: Büyük Türk şairi Nâzım Hikmet’in adım adım ölüme yaklaştığı bu anda, babam Cumhuriyet Başsavcısı merhum Fahrettin Karaoğlan’ın bana Nâzım Hikmet hakkında söyledikleri bugün gibi hatırımda. “Fahrettin Karaoğlan ‘Bir hâkim olarak memleketimizde bana en büyük ıstırabı vermiş olan hâdise, Nâzım Hikmet’in hiçbir delile, hiçbir kanun hükmüne dayanılmaksızın 28 yıl hapse mahkûm edilmesidir… Adalet tarihimizi bu günahtan kurtarmak en büyük emelimdir. Ama ne yazık ki buna gücüm yetmiyor…’ diyordu. “Fahrettin Karaoğlan bu duygu ve düşüncelerini yalnız yakınlarına söylemekle kalmadı. Yanılmıyorsam, 1945 yılında Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu’nda açıkça belirtti. Ve bir gün Hipodromda Sayın Cumhurbaşkanına da açtı. “Bu hatıraları delaletinizle Türk halkına nakletmek imkânını bulursam, yalnız, bir insan, bir Türk olarak Nâzım Hikmet’e karşı değil, bir evlat olarak hak ve adalet âşığı babama ve asıl, bir yargıç olarak şerefini şerefim gibi saydığım Türk adaletine karşı olan vazifemi de yapmış olacağım.” *** Orhan Veli bu satırları yazdığı sırada Nâzım Hikmet hapistedir. Salıverilmesi için imzalar toplanmakta, açlık grevleri yapılmaktadır. Orhan Veli de bu eylemlere katılanlar arasındadır. Nitekim yazısının devamında kendi duygu ve düşüncelerini de şöyle aktarmaktadır. Birinci sayfada yazdığımız gibi bir şairin öldürülmesine şair gönlümüz razı olmadığı için, sırf onu kurtarmayı istediğimizi belirtmek için, iki gün aç durduk. Niyetimiz kimseyi tehdit değildi; sadece şairlik borcumuzu ödemekti. Bununla beraber birkaç fırsat düşkünü yazar bu hareketimize siyasal bir mana vermeye kalkıştı. Bizi, yabancı ülkelerde memleketimiz aleyhinde yapılan menfi propagandalara alet olmakla suçlandıranlar çıktı. Onlara uzun boylu söz söyleyecek değiliz. Yalnız, işin kolay bir tarafı olduğunu hatırlatmak istiyoruz. O da şu: Nâzım Hikmet, yabancı ülkelerde, aleyhimizde neşriyat yapılmasına mı sebep oluyor? Ne lüzum var sağa sola çirkef atmaya? Seviyorsanız memleketinizi, o aleyhteki neşriyatın durdurulmasını istiyorsanız, çıkarın Nâzım Hikmet’i hapisten de önleyin bütün o menfi propagandaları. (Orhan Veli, Şairin İşi, YKY, İstanbul, 2003, s.260-261) *** Orhan Veli, sadece devrimci bir büyük şair değil, hem ele aldığı konulardan hem de kullandığı dilden de anlaşılacağı gibi, devrimci bir yazardı da.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2014

ENVER ERCAN:

“Düzayak Şiirleri Okuyamam Bile” Söyleşi: ÖNER CİRAVOĞLU, Fotoğraf: BURCU ATAY (Baş tarafı sayfa 1’den)

İç dökmek, dert anlatmak benim harcım değil. Yoksa inan her gece beş şiir yazarım rahatlıkla. Şiir demek bir yapı kurmak demek benim için. O yapıyı da beklenmedik sözcüklerle, imgelerle inşa etmek. ‘Her şey güzelecek’ gibi şiirseverlerin diline pelesenk olacak sözler edemiyorsan şiir yazmak neye yarar? Maliyetine laf eder durursun. Şiir tercihin bir yapı inşa etmek olunca iş zorlaşıyor ister istemez. Şu anda yeni bir kitabın yazılma sürecini yaşıyorum. Sevdiğim şairlerin bana verdiği küçük armağanların şiirlerini yazıyorum. Kitabın adı bile belli ama söylemem! Proust’un sözünü hep aklımda tutarım şiir yazarken: ‘iyi bir yapıt, sanki başka bir dilde yazılmış gibidir.’ Çok doğru: aynı sözcükleri kullanacaksın, ama bitirdiğinde başka bir dilde yazılmış gibi duracak; imge düzeninle, sözcük seçiminle, sentaksınla… ‘Türkçenin Dudaklarısın Sen’in ilgi odağı olması sevindirdi elbette beni. Bu nitelemeyi bir kadın için yaptığım halde kimilerince kendimi kastettiğim sanılsa bile! Necatigil Şiir Ödülü’ne değer bulununca tabii ki çok mutlu oldum. Necatigil hepimizin hocası ve onun adına verilen ödül, bugün en saygın ödüllerden biri. Bu ödüle değer bulunmayı hep istemişimdir. Nasip bu kitabaymış. Söyleşi yaptığım şairleri tanımasaydım bu kitabı mümkünü yok yazamazdım. Onları tanımış olmak bana o kadar çok şey kazandırdı ki.”

“O söyleşilerden oluşan bir de kitabın var: ‘Şair Çünkü Onlar’… Bu başlık öncesinde edilen sözlerin tamamlayıcısı olarak algılandı. Ki doğrudur bence. Hangi şairler için bitiriş cümlesiydi bu? Ve o şairlerle yazınsal ilişkin nerelere dek uzandı?”

“En başta ben onları çok sevdim. Şairdi çünkü onlar. Onlar da beni sevdiler ki hayatlarına dahil ettiler. Hiç unutmam; Melih Cevdet Anday’ın kitaplarını tam dört ay hatmettim, sorular hazırlayıp kendisine götürdüm. Bir eli sarılıydı. Daktilo kullanamadığını, bu nedenle de yanıt veremeyeceğini söyledi. ‘Melih Bey sorularıma hiç değilse bir bakar mısınız?’ dedim. Baktı ve ‘Beni iyi çalışmışsın yahu, yanıtları elimle yazarım,’ dedi. Eliyle yazıp verdiği yanıtlar hâlâ bendedir. Bildiğin gibi, bir söyleşiler kitabım daha çıktı: ‘Şiir Uçar Söz Olur’. Bu iki kitabın birlikte basımı yakında yapılacak. Sorularımdaki

acemiliklere karşın içtenlikli yanıtlar, sahici birer kitap yaptı onları. Bu yüzden bugün bile aranıyorlar. Hatta akademik çalışmalara kaynaklık ediyorlar. Yurtdışındaki Türkologlar bile farkındalar bu iki kitabın. O şairleri tanımak benim için hep gurur vesilesi oldu. İlerde torunlarıma o şairlerle geçirdiğim zamanların anılarından daha güzel neyim var ki anlatacak?”

“Behçet Necatigil Ödülü’yle artık bir başka yolculuk başlıyor. Ödül konuşmanı burada anımsamakta yarar var… Tam sırası.”

“Bilirsin, konuşmalarımda önceden hazırlık yapmam, doğaçlamayı severim. Necatigil Şiir Ödülü benim için çok önemli demiştim. Ödül haberini alınca çok heyecanlandım. Ödülün verileceği gün bile heyecanım geçmemişti. Doğaçlama konuşacak halde bile değildim. Bir şeyler söyledim ve o anda ‘Behçet Necatigil beni tahtaya kaldırdı, şiir okuttuktan sonra aferin oğ-

melerle, hatta çay bardağını tutuşuyla… En başta da yazıp sana getirdiği, yer yer acemilikler taşıyan metinlerin dışında, henüz yazmadıkları ama mutlaka yazacakları sıkı metinleri de görürsün bakışlarında. Sezgi çok önemli, donanım tabii ki gerekli ama sende sezgi kumaşı yoksa yayınevinin gelen kitaplarla ilgilenen memuru olursun sadece. Denenmişe oynarsın, daha önce yazılmış anlatım biçimlerinin izinde gitmeyenlerden ürkersin, yeni şeyler yazabilen birini öne sürmeye cesaret edemezsin, gelen dosyaları okuyup düzeltip durursun. Ne yazık ki bazıları editörlüğü düzeltmenlik sanıyor hâlâ. Hatta bazıları da sadece kendi estetik tercihleriyle sınırlandırıyor bu işi; sözgelimi Edip Cansever’e yakın bir beğeniyle yazan bir şairi benimserken Ece Ayhan duyarlığındaki genç şaire yüz vermiyor, Ece Ayhan’ı sevmiyor çünkü… Sezgi dışında, geniş bir yelpazeden bakabilmek de gerekir Memet Fuat

Proust’un sözünü hep aklımda tutarım şiir yazarken: ‘iyi bir yapıt, sanki başka bir dilde yazılmış gibidir.’ Çok doğru: aynı sözcükleri kullanacaksın, ama bitirdiğinde başka bir dilde yazılmış gibi duracak; imge düzeninle, sözcük seçiminle, sentaksınla… lum, otur dedi sanki’ demek geldi içimden. Daha sonra bu cümleye epeyce atıfta bulunulduğuna göre hiç de fena değilmiş! Ben ödüllerin yararına inanırım. Şair için itici güç olur. Kısa süreliğine de olsa mikrofon uzatılır; şair ve yazar için önemli fırsattır bu. Biriktirdiği birçok şeyi söyleyebilme şansıdır. Tabii ki ödülün kimin adına verildiğinin yanı sıra seçici kurul da çok önemli. Saygı duyduğum şairlerin, eleştirmenlerin oy birliğiyle ödülü bana vermesi, ödülü iki kat değerli kıldı.”

“Deneyimli bir sanatçı olarak önayak olduğun, değerbilirlikle bize tanıtmaya çalıştığın kişiler oldu. Belki isim vermeye gerek yok ama onları nasıl keşfettiğini ve özendirdiğini anlamak isteriz.”

“‘Onları ayak seslerinden tanırım’ diyelim. İşin esprisi bir yana, yeni bir şair veya yazar her haliyle ‘ben yeniyim’ der, farkındalık yaratır… Odaya girişiyle, edasıyla, konuşurken seçtiği sözcüklerle, yaptığı gönder-

gibi… Sanki kendimi fazla övmüş olacağım ama hadi söyleyeyim: Yoksa Müge İplikçi’nin, Sema Kaygusuz’un, Tuna Kiremitçi’nin, Akın Sevinç’in, Süreyya Evren’in, Yusuf Uğur Uğurel’in, Nilay Özer’in, Mehmet Erte’nin, Şebnem İşigüzel’in, yani birbirinden çok farklı yazar ve şair adayının ileride sıkı birer edebiyatçı olacağını nasıl hissedebilirsin ki?

“İlginç hikâyeler de vardır sende…”

“Olmaz mı! Bir gün genç bir hanım geldi ve öyküleri olduğunu söyledi. Ben de ‘Buraya gelen herkes ya şiir ya da öykü yazıyor zaten, beni heyecanlandıracak bir şey daha söyleyin ki öyküler üzerinde konuşalım,’ dedim. Hemen anlamıştı klasik ‘tanrı editör’ olmadığımı. Üstelik ne atkım vardı, ne pipom! Birkaç çalışmasından söz etti, ilginçti ama edebiyata çok yakın şeyler değildi. Beni ikna edemeyeceğini anlayınca ‘Bir arkadaşla ortak çalışmamız var ama çok uzun, tam 60 sayfa’ deyiver-


Aralık 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

di. Yanındaymış, yazının adı merak uyandırmayacak gibi değildi. ‘Michel Tournier’nin “Cuma” adlı Romanına Feminist Eleştiri’. Yazıyı şöyle bir karıştırdım, Robinson Cruose’nun adayı bir dişi olarak algılayıp yaklaştığını ileri sürüyor, temellendiriyordu. ‘Öyküne bakabilir miyim?’ dedim. Kısa bir öyküydü ve gerçekten ilginçti. Tabii ona böyle demedim. ‘Fena değil, yayın programına alırım’ dedim. Ve o ay yayımladım öyküyü. Müge İplikçi’nin edebiyat dünyasına Varlık dergisi sayfalarından girişi böyle oldu. “Bazen kuşkuya düştüğüm zamanlar da oldu: Genç bir arkadaş Yaşar Nabi Gençlik Ödülleri’ne katılmıştı şiir dalında. Dosyasında çok iyi şiirler vardı. 18 yaşında birinin bu şiirleri yazacağına pek ihtimal vermedim açıkçası. Çünkü yaşam öyküsünde ‘bir tane ablam var’ diyordu. Böyle şiirler yazabilen biri ablasını cansız bir varlıktan söz eder gibi ‘bir tane’ diye niteler miydi hiç? Hatta o gün Erdoğan Alkan da vardı yanımda. Durumu anlatınca ‘ablası yazmıştır yahu!’ dedi. Dosyasını uzattım, şiirlerden birkaçını okuyunca şaşırdı: ‘Çekin üstümden göğü / beni ölüm temizler’, ‘gövdesi çatlak bir tekneyim şimdi / hazırlayın kayaları’ diyordu. Kendi halinde bir ablanın yazacağı cinsten şiirler olmadığını o da anlamıştı. Yarışmaya soksam kesin o kazanırdı. Telefonunu da yazmamıştı dosyasına. Oturup mektup yazdım, ‘bana bir şiir dosyası daha getir, yoksa dosyanı yarışma dışı bırakırım’ dedim. Mektubu alır almaz yeni bir dosyayla geldi. Benim de tanıdığım öğretmenlerinden selam getirdi. İkinci dosya daha güzeldi üstelik. İkna oldum tabii. Ödül iki kişi arasında paylaştırıldı, biri bizim genç Can Bahadır Yüce oldu. Hadi paylaştığı ismi de vereyim: Zafer Ekin Karabay. O da çok yetenekliydi ama intihar etti ne yazık ki.”

“Müge İplikçi’ye öyküsü için fena değil demişsin beğendiğin halde. Hep böyle mi davranırsın?”

“Evet… Beğenirsem kesinlikle böyle derim. Yazdıkları pek de bir şeye benzemeyen kişilere daha insaflı davranırım. Ama yakınlık göstermem. Umudu kırılmasın, fakat umudu bende aramasın diye. Aslında bir anekdottan aldım bu ilhamı. Velazquez’i bir resim okuluna davet etmişler, öğrencilerin resimlerini değerlendirsin diye. Ressam yanında durduğu her öğrenciye ‘Aferin’, ‘Çok güzel, devam et’, ‘iyi yoldasın’ diyormuş. Bir öğrencinin yanında fazla durmuş, önden bakmış, yandan bakmış, sonra da ‘bak işte bu fena değil’ demiş… Şimdi Cemal Süreya’ya da haksızlık etmeyelim. Okuduğu her şiirimi uzun uzun eleştirirdi. Bir gün bir şair dostumuz geldi, Cemal abiye şiirini okudu. Cemal abi olumlayıcı bir şeyler söyledi. Ben bozulmuştum tabii, ‘abi,’ dedim, ‘benimkiler iyi değil, tamam, ama onun şiiri benimkilerden de berbat’. ‘Yahu,’ dedi ‘onun şair olma şansı yok, nasıl olsa bir süre sonra vazgeçer. Sende bir ihtimal var onun için uğraşıyoruz’. Haklı çıkmıştı… Her iki açıdan da desem yine kendimi övmüş olacağım, en iyisi demeyeyim!…”

“1980’lerden sonra Düşün dergisinde, ardından gazetelerin kültür-sanat sayfalarında görev aldığın döneme ilişkin edindiğin deneyimlerden söz edelim şimdi…”

“En başta etkilendiğim birçok şairle tanışma olanağı buldum Düşün dergisi sayesinde, hatta onlarla bugün bile ilgi çeken söyleşiler yaptım dergi için. Hayatlarına dahil oldum, insan olarak da tanıdım onları. Bu tanışmaların heyecanını bugün bile duyarım anımsadıkça… Ayrıca bir derginin baskı sürecini yakından takip etmek de çok şey kattı bana. Sözgelimi, bugün hiçbir matbaacı bana herhangi bir baskı için palavradan ‘abi bunu yapmak mümkün değil,’ diyemez. Nasıl yapılacağını hemen tarif ederim! Düşün dergisi deneyimim olmasa, ne Varlık’ın yayın yönetmenliğini kabul edebilirdim, ne de Komşu Yayınevi’ni kurup ‘Siyahi’, ‘Eşikcini’, ‘Sıcak Nal’ ve tabii ki ‘Yasakmeyve’ dergilerini çıkarabilirdim.

“Gazetede çalışmanın şiirine katkısı oldu mu?”

“Tabii. Sözgelimi, bir haber laf kalabalığına boğmadan nasıl yazılır onu öğrendim. Ki bu sayede, şiir yazar-

ken ya da bir yazı kaleme alırken lafazanlıktan hep uzak dururum. Bir işi yaparken niteliği zaafa uğratmadan hızlı olmanın ne demek olduğunu yine o günlerde öğrendim. Hiç unutmam, şair olduğumu bilen yayın yönetmenimiz, ölüm haberini verip dostluğumu bildiği Oktay Rifat hakkında bir yazı yazmamı istedi. Ben ‘yarın getiririm,’ deyince, yüzüme garip bir biçimde baktı ve ‘1 saat sonra sanat-kültür sayfasının manşetini değiştireceğiz,’ dedi. Ben o yazıyı yarım saatte yazmak zorunda kalmıştım. Sonra neden dergicilikte karar kıldın dersen, gazete gibi büyük bir projenin içinde makinenin dişlilerinden biri olmak pek hoşuma gitmedi. Hani derler ya ‘gazeteci hayatla, yazar-şair ölümle hesaplaşır’ diye. Ben ikincisini tercih ettim. İnşallah yanılmamışımdır…”

“Seninle birlikte bir de Türkiye Yazarlar Sendikası serüvenimiz var. O dönemi kıyısından biraz anımsayalım dilersen. Ateşi ve ihaneti gördük değil mi?”

“Bu da büyük bir deneyim oldu benim için. Örgütsel çalışmalardan uzak duran biri oldum hep. Ama TYS’de bizim listemiz üst üste üç kez seçilince yönetim kurulu olarak tam üç dönem, altı yıl hem sendikanın iç işlerini yürütmek, hem politik ve kültürel ortama katılımcı olmak, bir yandan da kendi örgütünü bile devlete ihbar eden gözü dönmüş egosantriklerle uğraşmak kolay olmadı tabii. Sırt sırta verip üstesinden gelivermek de ayrıca güzel. Bildiğin gibi, devam etmemizi isteyen pek çok üye vardı. ‘Koltuğa alışırsam bir daha hiç kalkmam’ deyip sevgili arkadaşımız Mustafa Köz’e devrettik bayrağı, onun listesini destekledik. İyi ki de öyle yaptık… Yaptığımız işler televizyonlara haber bile olmuştu. Düşünsene, 21 Mart Dünya Şiir Günü’nde artık yaşamayan usta şairlerimizin maskelerini takarak ve onların şiirlerini okuyarak Taksim’deki Fransız Kültür Merkezi’nin önünden Tünel’e nasıl yürümüştük ama. Arif Damar yazmıştı 21 Mart Dünya Şiir Günü bildirisini ve İzmir’de okuyacaktı. Onun okuduğu dakikalarda ben Tünel’de Arif Damar maskesiyle bildiriyi eş zamanlı okumuştum. 2 Temmuz Sivas Yangını’nın 15. yıldönümünde önünde Türkiye Yazarlar Sendikası yazan otobüsümüz Madımak otelinin önüne çekmiştik hani, üstünde sevgili Hulki Aktunç’un ‘Yangın kavmindeniz / ne giysek alev’ dizelerinin yazılı olduğu tişörtlerimizle. 4 yıl sonra, 2 Temmuz’un 25. yıldönümünde var mısın, yine otobüs kaldıralım mı İstanbul’dan?”

“Kültür Bakanı edebiyat alanında ‘muhtar’ların olduğunu söylüyor. İlmühaber yani icazet verdiklerini belirtiyor. Belki vardır bu tipte birileri ama güçlü edebiyat, yaratıcılık muhtar dinler mi? Hangi muhtar Sezai Karakoç’u, İsmet Özel’i, Hilmi Yavuz’u, Cahit Zarifoğlu’nu engelledi ki?”

“Muhtemelen edebiyat memurlarını kastetmiştir bakan. Hani iktidarın her türlüsünün karşısında el pençe divan duran ve nemalanan. Çevresinde epeyce vardır mutlaka. Sahici bir yazar ya da şairin umurunda bile

değildir iktidar(lar), umurlarında olduğu anda biterler zaten. Doğası gereği muhaliftir çünkü. Evet, bugün işler biraz karışık Türkiye’de. Düşünsene, Gezi olayları sırasında, parkta olan yazar ve şairleri, bu konuda dosya yapan dergileri tek tek fişleyip afişe etmeyi görev sayan sözümona şairler ve yazarlar türemişti. Ve bu görevi büyük bir hazla yerine getiriyorlardı. İtiraz edenlere, bu ayıptır diyenlere salya sümük saldırıyorlardı üstelik. Hangi şairdi hatırlamıyorum, niye partiye üye olmuyorsun diye sorduklarında ayağa kalkıp ‘parti benim!’ demişti. Hâlâ anımsarım…”

“Biraz da edebiyatımızın ve özellikle şiirimizin dışa açılmasından konuşalım.”

“Bu dışa açılma işleri daha sağlıklı ve mantıklı yürüsün diye, biliyorsun Kültürlerarası Şiir ve Çeviri Akademisi’ni kurduk. Sağlık sorunlarım nedeniyle işleri yavaştan almak zorunda kaldıysam da bu yıl hareketlendik biraz. Slovenya, Romanya, İtalya, Slovakya, Danimarka, Letonya gibi ülkelerdeki arkadaşlarla işbirliği içinde karşılıklı etkinlikler gerçekleştireceğiz, kitaplar, antolojiler yayımlayacağız. Bugüne kadar hep bireysel çabalar ön plana çıkmış, kişisel ilişkilerle kitaplar yayımlanmış. Açıkçası ben de böyle teklifler aldım. Fakat başka bir Türk şairinin yayımlanmadığı ya da birkaç şairin çevrildiği bir dile kitabımın yayımlanması beni fazla heyecanlandırmaz. Neye bakıp benim yazdıklarımı değerlendirecekler? En önemlisi de çeviri işi sağlıklı biçimde nasıl kotarılacak? İşinin ehli çevirmenler yerine çevremizde İngilizce bilen şair arkadaşların özverili çabalarıyla bu işler rahat yürümez. İşin parasal yönünü de işin içine katarak, öncelikle 25 şairlik dönem, 50 – 60 şairlik genel antolojiler üzerinden konuşuyoruz daha çok. Elbette tek tek kitaplar da yayımlayacağız. Yapılabilecek çok şey var ve bu daha başlangıç!”

“Şair ve editörün bir günü nasıl geçiyor. Özellikle Varlık dergisinde zorlukların olsa gerek… Eleştiri oklarına, dedikodulara karşı nasıl bir zırh kuşanıyorsun?”

“Benim becerebildiğimi sandığım tek iş bu. Hiçbir mesleğim yok, açıkçası herhangi bir mesleği merak bile etmedim. Yaptığın işin oyuncul yanını es geçmezsen ve sırtın sıvazlansın diye yapmıyorsan editörlük keyifli bir iş. Tabii şairliğin ile editörlüğünü birbirine karıştırmaman şartıyla. O zaman yöneltilen eleştirilerin faydalanacağın kısmı seni ilgilendirir sadece. Dedikodu da öyle; yeter ki sen sağlam dur. Bir ara İnci Aral’ın bir romanındaki kahramanı genç bir şairle aşk yaşıyor diye, beni yazarın sevgilisi sanıp, dedikodusunu yaptılar. Oysa İnci Aral’ı tanımıyordum bile. Çeşitli dönemlerde farklı örgütlerle anıldı ismim. Oysa hiçbir partiye ve örgüte üye olmadım şimdiye kadar. Arkamda büyük güçlerin olduğu bugün bile ima ediliyor. Ama şu işe bakın ki ben Varlık dergisine metrobüsle gidiyorum ve matbaaya epeyce bir borcum var. Üstelik hiçbir kurum ve belediye tek bir ilan bile vermiyor. Ama söylenenlerin hiçbiri umurumda olmadığı ve ben bildiğimi yapmaya devam ettiğim için keyfim yerinde.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2014

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

Aslolan Kahramanın Yolculuğu MELİSA CEREN HASMADEN

Çok Olmanın Agresif Hafifliği

Çocukluğumuzun arındırılmış imgelerine takıntılıyız ve bu yüzden de yetişkinliğimizin gerekli geçişlerine karşı ilgisiz kalıyoruz. Joseph Campbell, “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu”, s. 21

Sosyal medyanın iyi yanlarından biri de kırk yıl geçse yokluğunu hissetmeyeceğimiz bazı yazarların düşüncelerinden haberdar olmayı sağlaması. Hoş, itiraf edeyim ki dâhiyane tespitlerle karşılaşmış olmaktan ileri gelmiyor bu memnuniyetim. Kapitalist ilişkilerin belirlediği popüler kültür hakkında düşünen biri olarak kendime malzeme topluyorum! Adını her duyduğumda kulağımda Metin Altıok gibi tınlayan ve bundan esef duymama neden olan Türkiye gazetesi yazarı Melih Altınok’un “Mario Levi’den hoşlanmayan o kişiyi arıyorum” başlıklı yazısı da böyle bir iş gördü benim için. Yalnız, yazıyı okuduktan sonra başlıktaki arayışın yersiz olduğunu fark ettim. Altınok, Mario Levi’yi “Kendi halinde, ne yazık ki pek de okunmayan kitaplar yazan biri” sözleriyle tarif edince “hoşlanmayan”ın kim olduğu hemen anlaşılıyor. Altınok kendi eşkâlini ele veriyor. Ama benim bu cümlede tartışmak istediğim kısım başka: Piyasa tarafından bir başarı ölçütü olarak dayatılan şu “çok okunma” meselesi. Yazının yayınlandığı günlerde Ursula K. Le Guin, ABD’de Ulusal Kitap Vakfı tarafından verilen Amerikan Edebiyatı’na Olağanüstü Katkı Madalyası’nı aldı ve bir konuşma yaptı. Dünyanın en önemli bilimkurgu yazarlarından biri olan Le Guin şöyle diyordu konuşmasında: “Şu an, bence bir piyasa metasının üretimiyle sanat pratiği arasındaki farkı bilen yazarlara ihtiyacımız var.” Le Guin haklı, çünkü bu farkı bilmeyen yazar ister istemez eserinin değil, piyasanın beklentileri doğrultusunda hareket ediyor. Piyasa, “kitaplar yazan biri”nden adeta bir parfüm markasının “yeni yüzü” gibi davranmasını, sağda solda boy göstermesini bekliyor. Promosyon diliyle söylersek kitabını, agresif bir tanıtım kampanyasıyla pazarlamayan kişinin “başarı” şansını daha en başından kaçırdığı ezberi yayılıyor. Bu şansı bir an önce yakalamak isteyenler sabır, emek ve tevazu gibi demode kavramları bir kenara bırakıyorlar. Kimilerinin açgözlülük ve böbürlenme olarak gördüğü yeni trendin adı ise; “kendine güven”. Bu “agresif tavır” yalnızca tanıtım aşamalarında değil, eserlerin kendisinde de görülsün isteniyor. Le Guin, “Kadınlar Rüyalar Ejderhalar” isimli kitabında, yazarın okurda nasıl bir etki yaratması gerektiği konusunda piyasanın telkinini şöyle özetliyor: “Şoke edin onları, sarsın, gıdıklayın, kıvranıp çığlık atsınlar – ama sakın düşündürmeyin.” Bu yaklaşım, sonuca kısa yoldan gitmeyi, meyveleri bir an önce toplamayı hedefliyor. Piyasanın kendi iç mantığı, sanatın iç mantığıyla çelişiyor. Sanatta yüzyıllardır kabul görmüş değerlendirme ölçütü olan “zaman karşısındaki direnme kuvveti”, piyasa açısından tümüyle geçersiz. Le Guin’in dediği gibi, “Şirket zihniyeti anında gelmeyen başarıyı başarıdan saymıyor”. Çünkü şirket eserle değil, kasasına giren sıcak parayla ilgili. Bu, onun doğasında var. Varoluşu buna bağlı. Peki yaratıcının varoluşu neye bağlı? “Sanatın kapitalizmle arası, en hafif deyişle, limonidir,” diyen Le Guin, “Kitabın, kalıcı, defalarca tekrar kullanılabilen bir değer olduğu gerçeği”ne dikkat çekiyor. Kalıcı ve defalarca kullanılabilen. Demek ki bir lokmada tüketilmeyen ve midede şişkinlik yapıp insanı hareketsiz halde bırakmayan. Peki ama hangi kitaptan söz ediyoruz? Bu kitabı tanımlarken çağımızda az bulunan bir kavramdan söz ediyor Le Guin; “dürüstlükle yazılan” diyor ve açıklıyor: “Bir yazar önemli bir konuyu enine boyuna düşünür, yüreğinin derininde hisseder ve söyleyeceğini açıkça söyler.” Bana öyle geliyor ki, insanın herhangi bir şeyi enine boyuna düşünebilmesi için, “kendi halinde” olmaya tahammül edebilmesi gerekir. Yine Le Guin’den bir alıntıyla bitirirsek: “Bu tevazu, insanı Shakespeare’in, Rembrandt’ın veya Beethoven’ın böbürlenmekten uzak kendinden eminliğine götürür.” Tabii aklı ve yüreği, uzun yolculukları kaldıracak kadar güçlü ise…

Haruki Murakami’nin haberi duyulduğu günden bu yana artan bir merakla beklenen, yayın tarihi yaklaştıkça kopartığı patırtıda iyiden iyiye yükselen yeni romanı “Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları” nihayet Türkçe çevirisiyle kitabevlerinde boy gösterdi. Haruki Murakami’nin metinlerinde karşılaştığımız pek çok karakteristiği bu romanda da görmek mümkün: Kent yaşamının içinde yalnız bir erkek, hep bir yanı eksik kalan ilişkiler, melankoli, arayış, geri planda gibi duran ama metnin kilit taşı olan kadın karakter ve elbette artık Murakami romanlarının alameti farikası olmuş müzik göndermeleri. Romanın kahramanı Tsukuru Tazaki 20 yaşında, üniversite ikinci sınıftayken yarım yılını ölmek isteyerek, ölümü bekleyerek, hatta umut ederek geçirir. Çünkü çocukluğunda tanıştığı ve neredeyse yaşamının en güzel günlerini paylaştığı dört arkadaşı tarafından hiçbir açıklama, suçlama, yargılama olmaksızın terk edilmiştir. Bu terk ediliş Tsukuru’yu öldürmez elbette, ama yarım yıl kadar derin bir bunalımın pençesinde kıvranmasına neden olur ve ruhunda neredeyse ömür boyu taşıyacağı bir yara açar. Bu yaranın gölgesinde geçirdiği yıllar boyunca “neden?” sorusu Tsukuru Tazaki’nin yakasını bırakmaz. Tsukuru’nun bulabildiği tek açıklama sıradan, dümdüz, renksiz, karşısındakine sunabilecek hiçbir şeyi olmayan bomboş bir insan olmasıdır. Adı bile bunu işaret etmektedir. Bir elin parmakları gibi birbirine kenetlenen arkadaş grubunda soyadında bir renk taşımayan tek kişi Tsukuru’dur ne de olsa. Üniversite yıllarını ve yetişkinlik hayatını boğucu denebilecek bir rutin ve sadelik içinde geçirir. Birkaç arkadaşı olur, birkaç kadınla flört eder. Ancak kendine güveni temelinden dinamitlenmiş, boğazına kadar değersizlik duygusuna gömülmüş Tsukuru, hiçbir zaman kozasından tam anlamıyla çıkıp yakın bir ilişki kuramaz. Ta ki Sara’yla tanışana kadar. Sara onda uzun bir zamandan sonra ruhsal yakınlık isteği uyandıran ilk kişidir. Tsukuru ruhundaki derin yarayı, içindeki kırgınlığı Sara’ya açar. Sara ilişkilerinin ilerlemesi, sağlıklı bir birliktelik kurabilmeleri için bu sorunu çözmesi gerektiğinde ısrar eder. Tsukuru yıllar sonra eski arkadaşlarıyla görüşmeli ve uğradığı bu haksızlığın nedenini öğrenmelidir. Bunun üzerine önce çocukluğunun geçtiği Nagoya’ya daha sonra da Finlandiya’ya olmak üzere iki yolculuğa çıkar. Peşine düştüğü “neden” sorusuna asla tam anlamıyla bir yanıt bulamaz. Ancak bu yolculukta Sara’yla ilişkilerine doğru daha sağlam ve kararlı adımlar atma cesaretin kavuşur. “Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları” tek bir karaktere odaklanan, Tsukuru dışındaki tüm karakterlerin sadece kurgunun gerektirdiği asgari düzeyde hikâyeye dahil edildiği ve pek de derinlemesine ele alınmadığı, ancak olay örgüsü ve akışının çok sıkı dokunduğu, merak unsurunun

melisahasmaden@gmail.com ise hep en yüksek perdeden seyrettiği bir roman. Murakami takipçileri yazarın müziğe düşkünlüğünü bilir. Yazar romanlarını neredeyse içinde bir dinleme listesiyle birlikte okura sunar. “Zemberekkuşu’nun Güncesi”ndeki beat şarkıları, “İmkânsızın Şarkısı”nda 68 dönemi şarkıları, “Sahilde Kafka”nın Kafka Tamura’sının walkmani ve illede Prince hayranlığı ilk aklıma gelenler. “Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları”nın merkezinde ise romanın adında da apaçık bir gönderme olan Franz Liszt’in “Années de Pèlerinage – Hac Yılları” adlı yapıtının “Le mal du pays – Sıla Özlemi” bölümü yer alıyor. Tazaki çocukluğunu geçirdiği Nagoya’dan üniversiteye gitmek üzere ayrılmıştır ve Tokyo’da eğitimine başlamıştır. Nagoya’da kalmayı seçen arkadaşları tarafından istenmeyen kişi ilan edildiğinde hem çocukluğunun cenneti diyebileceğimiz küçük arkadaş grubundan hem de memleketi Nagoya’dan geri dönmemek üzere uzaklaştırılmış, yaşamının geri kalanını bir çeşit sürgünde geçirmeye zorlanmıştır. Romanda 30’lu yaşlarında olan Tazaki’nin yaşamının neredeyse yarısını, işte bu kayıp cennetin özlemiyle geçirdiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla Murakami’nin “Le mal du pays – Sıla Özlemi”ni sadece romanın değil, Tsukuru Tazaki’nin yaşamının da merkezine yerleştirirken, parçanın roman içinde neredeyse ikincil, örtük bir karakter işlevi gördüğünü söyleyebiliriz. “Renksiz Tsukuru Taza­ ki’nin Hac Yılları” Amerikalı mitolojist Joseph Campbell’in Batı mitlerinden hareketle ortaya koyduğu “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” şablonunu hatırlatan bir kurgu izliyor. Çocukluğun tasasız ve kusursuz cennetinden kovulan Tsukuru, önce sessizce içine gömülür, sonra hem ruhsal ve hem fiziksel bir dönüşümden geçer, amaçsızca geçirdiği yılların ardından bir kadının (hani neredeyse bilge bir kadının) rehberliğinde bir arayış yolculuğuna çıkar ve yolculuktan dönüşünde –tüm sorunlarına yanıt bulamasa bile– ruhsal olarak takılıp kaldığı engeli aşmış, yaşam yolunda devam etmeye hazır bir birey olduğunun sinyallerini veren kararlar almıştır. Romanın omurgasını da işte bu arayış süreci oluşturur. Hatta arayışın kendisi; nedenlerin, niçinlerin ve sonuçların önüne geçer. Bu nedenle pek çok soru yanıtını bulmaz. Bu durum her şeyin tamama ermesini isteyen, tüm merak unsurlarının çözüme ulaşmasını bekleyen okuru hayal kırıklığına uğratabilir. Ancak öylesi bir anlatım tercihinde yanıtların verilip verilmemesi bir önem arz etmemektedir. Aslolan kahramanın yolculuğudur. “Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları”, Haruki Murakami, Çev.: Hüseyin Can Erkin, 320 s., 2014


Aralık 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Aziz Nesin Dürüstlüğü AYŞE BAŞCI

İ

nsanın okuma alışkanlıkları zamanla değişebiliyor. Mesela ben 14-15 yaşlarımdayken okuduğum kitaplarda beğendiğim cümlelerin ya da dizelerin altını çizerdim. 19-20 yaşlarındayken kitaba yüklediğim “abartılı kutsallık” nedeniyle bu alışkanlığımdan vazgeçtim. 30’lu yaşlarımda ise çok sevdiğim bir arkadaşımın kitaplarında kimi satırların altını çizmekle kalmayıp sayfa kenarlarına notlar aldığını, bu şekilde hem öğrendiklerini pekiştirdiğini hem de sonradan aradığı cümleleri kolayca bulduğunu fark ettim. Saklayacak değilim, düpedüz özendim bu sisteme ve yeniden çizmeye, yazmaya başladım kitapların üzerine. Bu şekilde içimin çok daha rahat ettiğini gördüm. Sanki notlar alınca, okuduklarım daha çok “benim” oluyor. Belki Aziz Nesin de benzer şeyler hissediyordu bu konuda. Belki bir arşivleme ve düzen ustasıydı. Belki “söz uçar, yazı kalır” düşüncesine yürekten bağlıydı. Sebebi her ne olursa olsun, oğlu Ali Nesin’in “Okuma Güncesi” adlı kitabın önsözünde de belirttiği gibi, “Aziz Nesin hiçbir şeyin kaybolmasını, yok olmasını istemezdi.” “Okuma Güncesi”, Türkiye’nin en üretken yazarlarından Aziz Nesin’in yıllar boyu okuduğu kitaplardan yüzlercesi hakkında yazdığı yazıların bir derlemesi. Yanlış anlaşılmasın, basılmış eleştirilerden söz etmiyorum. Nesin, okuduğu kitaplar hakkında ayrı ayrı incelemeler yazmış ve bunları dosyalayıp saklamış. Ali Nesin de bu yazılar “ziyan olmasın” diye, “Okuma Güncesi”nde topluca sunmuş bizlere. Gustave Flaubert’den Hüseyin Avni Dede’ye, Ataol Beh­ramoğlu’ndan D.H. Law­ rence’a, Çetin Altan’dan Zeynep Oral’a kadar onlarca yazarın/şairin kitapları var listede. Yani Aziz Nesin, çok okumakla kalmamış, neredeyse her şeyi ve herkesi okumuş. Şiirden romana, incelemeden anı kitaplarına kadar pek çok farklı türün örnekleri veriliyor “Okuma Güncesi”nde. Kitapta zaman zaman bundan biraz şikâyet de ediyor Nesin. Okuyup eleştirmesi için dosyalarını gönderen yazarların/şairlerin ve yazar/şair adaylarının sayısı epeyce bunaltmış ustayı, zamansızlıktan yakınıyor. Yine de olabildiğince okumuş, yanıtlamış, yönlendirmiş. “Böylesine çok okuyan biri verimli bir okur mudur?” diye de sorabiliriz. Elbette. Çünkü okumak, sayısal ifadelerle ölçümlenebilecek bir eylem değil. Okuduğumuzdan geride kalanlarla ilgili bir eylem olması daha muhtemel bana kalırsa. Bir kitabı bitirdikten sonra, “Bunu neden okudum ki? Okumasam da olurmuş,” demek bile, okumanın hakkını vermek aslında. Aziz Nesin de okuduklarının hakkını veriyor. Ali Nesin, bu yazıların eleştiri olmadığını, sadece bir okurun düşünceleri olduğunu ısrarla belirtiyor önsözde. Bunlar çeşitli mecralarda yayımlanmak üzere yazılmış eleştiriler olsaydı, herhalde birçoğu çöpe atılırdı. Özellikle de günümüzde. Neden mi? Çünkü Aziz Nesin’in okuduğu kitaplar hakkındaki bütün yazıları son derece dürüstçe yazılmış. Yeri gelmiş, arkadaşları, hatta dostları bile kurtulamamış dilinin giyotininden. Örneğin, Friedrich Dürrenmatt’ın “Yargıç ve Celladı” adlı romanı hakkında şöyle demiş Nesin: “Niçin, ne anlatmak için yazmış Dürrenmatt bu polisiye romanı? Bu adam-

aysebasci@hotmail.com lar böyle yapıtlarla nasıl ünlü olabilmişler! Çevirmeni Zehra İpşiroğlu’nu görünce bu romanı çevirme zahmetine niçin gerek duyduğunu soracağım.” Aziz Nesin bu dürüstlüğü cesaretle de güçlendiriyor. Mesela Márquez gibi dünyaca ünlü bir yazar hakkında şöyle diyebilmek için cesaret şart: “Düşsel, masalsı bir hava içinde birtakım ve çoğu belli olağanüstülüklerle okurun başını döndürüp, gözünü boyayıp, sanki çok şey anlatıyormuş gibi hiçbişey anlatmamak. O denli herşeyi anlatıyormuş gibi hiçbişey anlatmamak ki, kimi solcular onu solcu, kimi sağcılar da sağcı sanıyorlarmış.” “Dünyanın bilmem neresindeki yazar için Türkiye’den böyle atıp tutmak kolay,” diye düşünenler olabilir. Hemen açıklayalım: Aziz Nesin Türkiye’den yazarların/şairlerin kitaplarını da inceliyor. Örneğin Adnan Özer için umutlu sözler söylüyor; Cahit Sıtkı’nın çok az sayıda güzel şiir ürettiğini yazıyor; Turgut Uyar’ı hiç anlamadığını belirtiyor. Hatta diyor ki: “Okuduğum şiir bana bişey söylesin. Şiirin söylediği şey, şairinin söylemek istediği olmayabilir. Olursa daha iyi, olmazsa da ben kendi anladığım şeyi söylemiş olduğunu sanırım. Yeter ki söylesin bana bişey… Ama hiçbişey söylemeyen şiirler var. Ha, bana söylemiyor ama başkasına söylüyor mu? İşte bunu anlamak istiyorum. Gerçekten söylüyor mu?” Nice yazar ve şair geçmiş Aziz Nesin’in önünden. İçlerinden epeyce azı hakkında olumlu yorumlar yapmış Nesin. Ama daha da önemlisi, öyle bir yazmış ki düşüncelerini, okuyan kişi onun önyargılı ya da öznel olduğunu düşünmüyor hiç. Hani neredeyse, “Öyleyse öyledir,” diyesi geliyor. Bugün pek de alışkın olmadığımız bir okuma biçimi bu. Her şeyi çok sevdiğimiz ya da her şeyden çok nefret ettiğimiz bir dünyada, sevgimizin ya da nefretimizin somut gerekçeleri olmadığı gibi, ara renkleri de pek yok. Tıpkı sosyal medyadaki beğenilerimiz gibi, anlık bakıyoruz her şeye. “Bu şiirin son iki dizesi güzelmiş, hadi bakalım ‘layk’layalım.” Oysa Aziz Nesin, bu kitapta bize okuma dersi de veriyor adeta. Neyi sevdik? Neden sevdik? Veya neden sevmedik? Yazım kurallarından sözcük seçimlerine, tür tercihlerinden kitap isimlerine kadar her konu, okurun ilgi alanına girmeli. Okur, söz sahibi olmalı okuduklarında. Ve bir de aralara serpiştirilen, Aziz Nesin’in neden Aziz Nesin olduğunu hatırlatan birkaç cümle: “Ben öyle yazmıyorum şiiri. Şiir, yaşamımın bir anının birdenliği oluyor. Yükseklerden başıma birden bir taş düşer gibi şiir içime düşüyor; evet, tıpkı taş düşer gibi acıtarak, canımı yakarak ve birden, habersizden…” Okura Not: Aziz Nesin’in “Okuma Güncesi” kitabının geliri, Nesin Yayınevi’nden çıkan tüm kitaplar gibi Nesin Vakfı’na bağışlanıyor. Daha bilinçli okumanın ve yazmanın ipuçlarını almanın yanı sıra çocuklar için güzel bir şeyler yapmak için de iyi bir fırsat bence. Ne dersiniz? “Okuma Güncesi”, Aziz Nesin, Nesin Yayınevi, İstanbul, 704 s., 2014

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Şiir Yazar Gibi Yapayalnız… Edebiyat araştırmacısı, eleştirmen Hikmet Altınkaynak imzalı kitaplar hep sevindirir beni. Bu kez iki sevinci birden yaşadım. Sevgili ağabeyim, hep özendiğim Oktay Akbal’a mektuplar derlemesi onun imzasıyla çıkageldi. “Oktay Akbal’a Mektuplar”, 1943 ile 2014 yılları arasından aslında küçücük bir seçmeyi içeriyor. Ünlü edebiyatçılar, kültür insanlarının yanı sıra ünlülere ait olmayan ama önemleri olan mektuplar da bu ciltte. 324 sayfa boyunca 1940’ların yazın ve yayın dünyasına dalmak bir hayli coşturuyor… Kimler yok ki… Sabahattin Kudret, Faik Baysal, Salâh Birsel, Adnan Binyazar, Necati Cumalı, Kenan Harun, Cahit Külebi, Nezihe Meriç, Behçet Necatigil, Fikret Otyam, Hilmi Yavuz, Egemen Berköz ve daha niceleri… Benim gözüm elbette Sait Faik’i, Dağlarca’yı, Sabahattin Eyuboğlu’nu da aradı ama belki onlar daha sonraki ciltlerde ortaya çıkar. Oktay Akbal’daki mektupların bu kadar olduğunu sanmam. En çok merak ettiğim yazarlar arasında öncelikle Besim Akımsar, Nahit Ulvi Akgün, Vehbi Belgil, İlhami Emin, Fahir Onger, Behçet Necatigil ve Mehmet Seyda’yı sayabilirim. Çünkü onlarla tanışamadım, kimilerine de yetişemedim. Tanıştıklarım arasında küçük merhabalarla yer alanlar da var, uzun sohbetlerle tanıdıklarım da… Örneğin Sabahattin Kudret Aksal YAZKO’nun müdavimlerindendi. Memet Fuat’ın ve Adnan Özyalçıner’in yanına uğrardı. Hatta bir gün beni bir dil sürçmesi dolayısıyla Sennur Sezer’e karşı kurtardığını da söyleyebilirim. Benim de onu Kemal Özer’e karşı savunduğumu anımsıyorum. Faik Baysal’la Altın Kitaplar Yayınevi’nde rahmetli Dr. Turhan Bozkurt’un odasında tanışmıştım. Salâh Birsel’le sohbetimiz her uğrayışında derinleşmiştir. Basılacak bir kitabının adını birlikte koymuştuk. Kitabın adını “İşte Buna Yandı Yüreğim” diye koyup getirmişti. Sonra “Halley Kimi Kurtarır” isminde karar kıldık. Necati Cumalı ise kitaplarının basım sorumlusu olarak bir ara beni düşündü. “Bir yayınevi kur, kazan, yalnızca bana telif hakkı öde,” demişti. Amacı “kavgalı” olduğu kimi yayıncılardan kurtulmaktı. Bu konuda kendisi başarısız bir deney de yaşamıştı. Bastırdığı oyunlarının sırtına isminin bir harfini koyuyordu. Böylece kitaplar sırttan yan yana gelince Necati Cumalı olarak okunacaktı. Hey gidi günler… Ali Gevgilili’yle sanırım yine YAZKO yönetim odasında tanıştık. Onun “Yeni Dergi”deki sinema yazarlığından çok şey öğrenmişimdir. Bunu kendisine söylediğimde hem şaşırmış hem de gönenmişti. “Demek o yazıları boşuna yazmadık,” demişti. Ayhan Hünalp çok ilginç bir yazardı. Çıkardığı şirket dergisine benden de yazı alıp, telif ödeyerek inceliklerde bulunurdu. Gelelim Cahit Külebi’ye… Türk Dil Kurumu Genel Yazmanı olduğunda buruk bir sevinç duymuştum. Sağlığında şiirleri ders kitaplarına giren ender bir ozanımızdı. Hele son dönem “geri gelmez bir daha” ünlü dizesiyle taht kurmuştu şiir dünyamızda. Ama 1960’ların ikinci yarısında siyasal iktidara şirin görünmek için “Süt” adlı şiir kitabını Hisar Yayınları’na vermekle ne yapmak istemişti? Bu karar yıllarca düşündürdü beni. Cumhuriyet gazetesinin yazarlar katındaki Sami Karaören’in odasında karşılaştığımda bunu belirtemedim ve içimde kaldı. Bu arada gözden kaçan bir yanlışlığı belirtmek isterim. Kitaptaki mektupların bir tanesi Özdemir Balkan diye geçiyor. Mektubun orijinalini ben Aydemir Balkan diye okudum. Hıfzı Topuz’la arkadaş olduklarını sanıyorum. Yeni basımda düzeltilir umarım. Albüm bölümündeki ilk sayfada Sait Faik’in adı unutulmuş… Özet olarak dolu dolu içtenliklerle örülü bir kitap ortaya çıkmış. Dileğim böylesi yapıtların çoğalması. Çünkü kitaplarla çoğalıyoruz.


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2014

Kim Bilir Hayatın Anlamını? ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com

Sigmund Freud

“H

ayatın anlamı nedir?” sorusu, belki de insanoğlunun yeryüzünde var olduğu günden bu yana sorulagelen en kadim felsefi sorulardan birisidir. Hem de yanıtlaması en zor olanlarından… Albert Camus’ya göre “hayatın anlamı, en acil meseledir”. Antik Yunan’da tüm filozofların üzerine hayli kafa yordukları bu soruya bugün bile tek ve kesin bir cevap vermek olası değil. Anlamının sırrına bir türlü tam olarak eremediğimiz şu hayatta, mutluluk denen şeyi arar dururuz bir de. Sanki Kaf Dağı’nın ardındadır o. Ve insanoğlu, hayatını anlamlı kılacağına inandığı bu hazinenin peşindedir. Hayatın anlamı mutlu olabilmekte, “Yaratılış’ın planında ‘insanoğlu mutlu olacaktır’ diye bir kaide yoktur” diyen Freud, mutsuzluğu deneyimlemenin daha kolay olduğuna da vurgu yapıyor: “Mutlu olma ihtimalimiz bünyemiz tarafından zaten sınırlandırılmıştır. Mutsuzluğu tecrübe etmek ise, mutluluğa nazaran daha kolaydır. İnsan, üç farklı yönden gelen acı çekme tehditleriyle karşı karşıyadır. Bunlardan biri, bizzat kendi bedenimizden kaynaklanan ve bir süre sonra yok olup gitmeye mahkûm olan ve uyarıcı bir işaret olarak ağrı ve endişe olmadan yapamayan acılar; diğeri dış dünyadan kaynaklanan ve bunaltıcı ve acımasız yıkımlarla daha da hiddetlenen acılar; sonuncusu ise diğer insanlarla aramızdaki ilişkiden kaynaklanan acılardır. İşte bu sonuncusundan kaynaklananlar, diğerlerine nazaran muhtemelen en ıstıraplı acılardır”. Sophokles, Kral Oidipus adlı tragedyasında “Hiç kimse ölünceye, sonunda acıdan kurtuluncaya kadar mutlu sayılmaz,” der. Dünya ve hayat hakkında karanlık bir tablo çizen, handiyse kötümser bir aydın ve gerçek bir dâhi olan Alman düşünür Arthur Schopenhauer da, mutluluğun erişilemez olduğuna vurgu yapar: “Her şeyden evvel hiçbir insan mutlu değildir; bütün hayatı boyunca hayali bir mutluluk peşinde koşup durur, onu nadiren ele geçirir ve ele geçirse bile, geçirmesiyle birlikte bir yanılsamadan, bir düş kırıklığından başka bir şey kalmayacaktır geride ve kural olarak sonunda bütün umutları suya düşecek ve limana bir enkaz halinde girecektir.”

mutluluğu saklandığı delikten çıkarabilmektedir belki de. Ama her nedense mutluluk peşinden azimle koşan insan­ oğlu adeta mutsuzluktan ölür. Psikoanalitik Kuram’ın kurucusu Sigmund Freud’un dediği gibi “İnsan mutlu olmak ister; bu yüzden berbat haldedir”. Freud’un tüm eserlerinden derlenmiş aforizmalardan oluşan “Mutlu Olma İhtimalimiz” isimli kitaptaki şu sözler, neden berbat halde olduğumuza açıklık getirir sanki: “Haz ilkesinin insana empoze ettiği nihai amaç olan mutluluk, ulaşılabilir bir amaç olmamasına rağmen, bizler gene de bu amacı gerçekleştirmekten vazgeçemez, bu ya da şu şekilde ona ulaşmaya çalışırız”.

Schopenhauer’ın “Kim ne derse desin, mutlu insanın en mutlu anı, uykuya daldığı andır ve mutsuz bir insanın en mutsuz anı, uykudan uyandığı andır. İnsan hayatı, bir tür hata olmalı,” şeklindeki sözleri de, mutluluk konusunda ne kadar karamsar olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Schopenhauer, “Hayatın Anlamı” adlı kitabında mutlu bir hayatın imkânsızlığına dikkat çekerken kahramanca bir hayattan dem vurur: “Mutlu bir hayat imkânsızdır; insanın erişebileceği en iyi, en fazla şey bütün insanlığın hayrına olacak bir işte ve bir yolda ezici talihsizliklere, bunaltıcı güçlüklere karşı mücadele eden ve her ne kadar eline sadece önemsiz bir ödül ya da hiçbir şey geçmese de sonunda bundan galip çıkan kimsenin yaşadığı gibi, kahramanca bir hayattır”. Schopenhauer’a göre hayatın anlamını “istenç” ve “can sıkıntısı” belirler; yalnızca insan hayatı değil bütün gerçeklik İstenç’in bir ürünüdür. Gerçekleştirilmiş Bir Hayat Britanya’nın yaşayan en önemli düşünürü Terry Eagleton, “Hayatın Anlamı” ismini taşıyan kitabında, hayatın anlamını sorgulamanın çetrefilliğine dikkat çekiyor ve şöyle diyor: “Eğer varoluşun anlamını büyük ölçüde soruşturmak zorundaysanız işlerin sarpa sarması muhtemeldir. Oysa bireyin kendi varoluşunun anlamını sorgulaması farklı bir konudur. Çünkü denilebilir ki böyle bir özdönüşüm faaliyeti, gerçekleştirilmiş bir hayat yaşama uğraşının ayrıl-

maz bir parçasıdır. Kendine ‘Hayatım nasıl gidiyor?’ ya da ‘Hayatım daha iyi olabilir mi?’ gibi sorular sormamış bir kişi bilhassa özfarkındalık bakımından eksiktir.” Yirminci yüzyıl, hayatın anlamı üzerine çokça düşünülen bir çağdır. Eagleton, yirminci yüzyılın, hayatın anlamı üzerine pek çok çağdan daha ıstıraplı bir şekilde derin derin düşünmesinin nedenlerinden birinin, insan hayatını korkunç derecede değersizleştiren bir çağ olması olabileceğini belirtiyor. Ve şöyle diyor: “Bu yüzyıl, milyonlarca insanın boş yere ölümüyle tarih tutanaklarına geçen, açık ara en kanlı çağdı. Eğer hayat, pratikte bu kadar şiddetli bir şekilde değersizleştirilirse hayatın anlamının teoride sorgulanması da elbette beklenebilir.”


Aralık 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

Hayatın anlamı; varsa bu anlamın peşine düşmeye, onu aramak üzere yola koyulmaya ve daima yolda kalmaya mı bağlıdır? Hayatın bir anlamı var mıdır, yoksa ona biz mi anlam kazandırırız? Hayatın anlamının önceden hazır olmadığı, daha ziyade inşa edildiği ve her birimizin bunu farklı yollarla yapabileceği şeklindeki bir anlayışın peşinden giden Eagleton’a kulak verecek olursak: “Bugün Batı’da, en azından şaşılacak derecede mütedeyyin olan ABD dışında, eğitimli pek çok kişi hayatın bir rüzgâr dalgalanması ya da bir bağırsak gurultusundan başka hakiki bir anlam taşımayan tesadüfi bir evrimsel olgu olduğuna inanıyor. Hayatın belirli bir anlamının olmayışı, her insanın ona anlam kazandırmak için sürdürdüğü çabanın nedenini de açıklığa kavuşturur. Eğer hayatlarımızın bir anlamı varsa bu anlam bizim onlara kazandırdığımız bir şeydir; onların hazırlop donattığı bir şey değil.” Ölümün Gölgesinde Yaşamak İnsan, hayatın anlamını niye bilmek ister peki? Eagleton; “hayatın anlamı nedir?” sorusunu dilbilimsel açıdan irdelediği kitapta, bu soruyu daima sorabileceğimizi belirtiyor ve devam ediyor: “İnsanlar hayatın anlamını bilmenin daha iyi bir hayat sürmelerine yardımcı olacağından emin midir? Ne de olsa insanlar, bu sırra ermeden de mükemmel biçimde hayatlarını sürdürdü. Veya belki, öteden beri bunu bilmeksizin hayatın sırrına vakıftılar. Belki de hayatın anlamı nefes alıp vermek kadar basit ve farkında olmaksızın şu anda yapmakta olduğum bir şeydir. Peki ya saklı olması bir yana, gözümüzün önünde olduğu halde anlaşılmazsa? Hayatın anlamı belki peşine düşülen bir amaç ya da dibi taranan bir gerçeklik yığını değil, yaşamak ediminin ta kendisinde ya da belli bir yaşam tarzında dile gelen bir şeydir. Sonuçta bir anlatının anlamı, onun yalnızca sonu ya da gayesi değil, anlatının kendi sürecidir.” Eagleton, Aristoteles’ten Spinoza’ya, Wittgens­ tein’dan Nietzsche’ye, Baggini’den Strauss’a kadar pek çok filozofun felsefesinden yola çıkarak hayatın anlamını sorguladığı kitabında, Heidegger’in “Varlık ve Zaman” isimli çalışmasında insanın diğer varlıklardan kendi varoluşunu sorgulama yetisiyle fark-

lılaştığını dile getirdiğini belirtir: “İnsan öyle bir yaratıktır ki varoluşun yalnızca belli nitelikleri değil, başlı başına kendisi onun için sorunsaldır. Şu ya da bu durum, mesela bir yaban domuzu için bir sorunsal olabilir, ama teori hâlâ geçerlidir. Çünkü insanlar kendi durumlarıyla bir sorun, ikilem, endişe kaynağı, umut ilkesi, külfet, armağan, yılgı ya da saçmalık olarak yüzleşebilen özgün hayvanlardır. Bunun nedeni insanın özellikle, muhtemelen yabandomuzunun olamadığı bir biçimde, kendi varlığının sonluluğunun farkında olmasıdır. İnsan daima ölümün gölgesinde yaşayan belki de tek hayvandır.” İnsan, sonlu bir varlık olduğunun her daim bilincinde olmayı başarabilirse her zaman/her an olmasa da daha fazla mutlu olmayı da becerektir belki de. Freud, “Hayatın amacı nedir?” sorusunu bir tek dinin cevaplayabileceğini savunur. Çünkü ona göre; “bir amacı olan hayat fikri, sadece dini sistemlerle alakalı ve sadece onlarla uyum içerisindedir”. Eagleton da şöyle bir çıkarım yapar: “Hayatın aslında bir amacı varsa ve o bizim kendi tasarılarımıza aykırıysa? Belki de hayatın bir anlamı var ama bugüne değin, insanların büyük bir kısmı onun ne olduğu hakkında yanıldı. Eğer din bir yalansa durum gerçekten de budur.” Freud, dinin sorgulamayı reddettiğini söyler: “Din, gerçekliğin reddilmesinin yanı sıra, aynı zamanda arzu edilen bir yanılsamalar sistemidir. Ve böyle bir şeye de ancak mutluluk dolu bir sanrısal karışıklık halinde rastlanabilir. Dinin on birinci emri de şudur: Sorgulamayacaksın.” Koşulsuz bir teslimiyetin söz konusu olduğu, sorgulanmayan bir hayatta herhangi bir anlam aranması da gerekmez elbette. Freud, hayatın amacını haz ilkesiyle açıklar: “Hayatın amacını belirleyen şey, haz ilkesinin izlediği yoldur. Bu ilke ta en baştan beri zihinsel donanımların işleyişini kontrol eder. Ve haz ilkesinin verimliliği konusunda hiçbir şüphe olmamasına rağmen, izlediği yol neredeyse tüm evrenle kavgalıdır.” Freud’un şu sözleri de günümüz insanın mutsuzluğunun nedenlerinden birine işaret ediyor: “İnsanlar, çevrenin kontrolünü ele geçirip doğa üzerine o kadar söz sahibi olmuşlar ki, artık birbirlerinin kökünü kurutacak seviyeye gelmişler. Kendileri de bunu çok iyi biliyor. Ve şu anki tüm huzursuzluk, mutsuzluk ve kaygılarının sebebi de işte budur.” Hayat Kendini Aramaktır Rollo May, “Kendini Arayan İnsan” adlı kitabının önsözünde “Endişe çağında yaşamanın ender nimetlerinden biri, kendimizin farkında olmaya zorlamasıdır. Standartlar ve değerler alt­ üst olduğunda, içinde yaşadığımız toplum, Matthew Arnald’ın deyişiyle ‘ne olduğumuz ve ne olmamız gerektiği’ hakkında bize net bir tablo sunamadığında kendimize dair arayışımıza geri döneriz. Dört bir yanımızı saran acı verici güvensizlik duygusu, bize şu soruyu sormak için yeni bir dürtü sağlar: Acaba gözden kaçırdığımız önemli bir rehber ve güç kaynağı var mı? (…) Böylesine parçalanmış bir dünyada içsel bütünlük nasıl sağlanır? Ya da: Ne geçmiş ne de gelecek açısından hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dönemde kendini gerçekleştirmeye giden o uzun gelişme sürecine nasıl girişilebilir?” Cesar Pavese’nin “Yaşama Uğraşı”nda dediği gibi belki de “Hayat, yaşantı aramak değil, kendini aramaktır”. Mutluluk da, bu kendini arayış yolculuğu-

nun kimi duraklarında bizi karşılayacaktır muhakkak… Freud da insanın öncelikle kendini tanıması gerektiğine dikkat çekiyor ve şöyle diyor: “Ruhunun derinliklerine in ve önce kendini tanı. Bunu yaptıktan sonra, bu hastalığa neden yakalandığını anlayacak ve belki de bir daha hastalanmayacaksın.” Kim bilir insan kendini tanımayı başarabilirse mutsuzluluğunun kaynağını da keşfecek ve belki de mutluluğa giden yolun haritasına kavuşacaktır. Kendini keşfe çıkan insan yeteneklerinin ve asıl kapasitesinin de farkında olacaktır. Ve Eagleton’un ifade ettiği üzere; “Mutluluk aslında sevinçle parlayan bir yüz ya da hantal bir hoşnutluk değil, en azından Aritotales’e göre, insanın yetenek ve kapasitesinin özgürce gelişmesinden kaynaklanan bir yaşam kalitesi halidir”. Ölmeden Önce Yaşamak Gerek Çağımızın özgün yazarlarından biri olan ve ne yazık ki 2008 yılında intihar ederek hayatına son veren David Foster Wallace ise; hayata, hayatın gerçeklerine, yaptığımız seçimlere derinden bakan “Bu Su” isimli kitabında, ölmeden önce yaşamak gerektiği konusunda ısrar eder. İnsan aklının ve zihninin tuzaklarına parmak basan Wallece, “Ateşli silahlarla intihara teşebbüs eden yetişkinlerin hemen hepsinin kendilerini aynı yerden vurması bir tesadüf değildir. Kafalarından. Bu insanların çoğu aslında tetiği çekmeden uzun zaman önce ölmüştür,” derken çağımız insanının en büyük savaşının kendi zihni ve kendi yargılarıyla olduğunun altını çiziyor. Ve “Neye inanacağınızı siz seçersiniz” diyor. Wallece’ın kitabı şu vurucu hikâyeyle başlıyor: İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı balık başıyla onlara selam verip, “Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sormuş. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: “Su da neyin nesi?” İçinde bulundukları ortamdan bihaber bu iki genç balığın öyküsü, hayatı anlamlı kılabilmek adına etrafımızda olup biteni görebilmenin önemine işaret ediyor ve içinde yüzdüğünüz sularda yitip gitmeyin diyor. Dünya döndükçe insanoğlu hayatın anlamını aramaya devam edecektir şüphesiz. Ve bu sorunun tek ve kesin bir yanıtının olmadığı ortada. Eagleton’un dediği gibi “Eğer hayatın bir anlamı varsa bu anlam, olduğunu düşündüğümüz, ya da olmasını istediğimiz anlamdan bağımsız olarak, sizin, benim ve geriye kalan herkes için geçerlidir. Herhangi bir şekilde hayatın birden fazla anlamı da olabilir. Niçin tek bir anlamı olduğunu düşünmeliyiz ki? (…) Veya hayat, belki zaman zaman amacını aynen bizim yaptığımız gibi değiştiriyordur.” Kim bilir…


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2014

Benim Şairlerim ONUR BEHRAMOĞLU behramoglu@yahoo.com

Aziz dostum Enver Aysever’in içten davetiyle oluşturduğum ‘Benim Şairlerim’ köşesinde yirmi şairi yazdım bugüne dek. İlhan Berk, Orhan Veli, Melih Cevdet, bence şair de sayılması gereken Sait Faik’le ilgili dosyalar hazırladığım Remzi Kitap Gazetesi’nde, Salvador Dali üzerinden gerçeküstücü (ya da üstgerçekçi) şiire de selam göndermiştim daha evvel. Güncel ve popüler olan ile sürekli ve aslolanın hassas dengesini gözetmesi gereken bir yayında şiire böyle geniş yer verilmesi hiç şüphesiz devrimci bir tavır ve bunu yaratan da, Aysever’in ödünsüz aydınlanmacılığı ile benzerine bir tek Leylâ Erbil’de rastladığım şiir aşkı. “Her ay düzenli yazma fikri pek de şair işi sayılmaz” dediğimde, “İlk olarak benim için Cemal Süreya’yı yazar mısın?” diye sormuştu bile, hem muzip hem kederli gülümsemesiyle ekleyerek: “Aydınlanma mücadelesi veriyoruz. Kuşağımızın şairinin kaleminden diğer şairleri okumuş olacağız, bu sen dahil herkese katkıdır.” Bir tek insanın kalbinde bir küçücük perdeyi araladıysam tüm çabalarıma değer diye düşünüyorum elbette, lakin, ne kadar derin öngörüymüş dostumunki. Sahiden de en çok ben yüceldim bu yazılarla. Her birine ayrı ayrı borçlu olduğum şairlerin şiirlerini, onlara dair yazılmış ne varsa onları da, tekrar – kıyıda köşede kalmış kimi yazı ve kitapları ilk kez – okudum; her bir ustayla, her bir azizle, her bir ummanla söyleştim durdum. Hırsa kapılmak tehlikelidir, karanlık tarafa çeker insanı ya; hırsa benzer bir şeyler duyduysam, sadece, o şaire dair şimdiye dek hiç söylenmemiş bir sözü söylemek içindi. Ahmet Erhan şiirindeki ‘portakal’ın kokusunu, Benim Şairlerim için çalışırken duydum. Baktım ki Sokrates ile Ahmet Oktay konuşuyorlar, ben koca bir ay boyunca şairi satır satır okuduğumda. Max Jacob ile Behçet Aysan’ın yakınlığı ilk kez yazıldı; şairin sevgili kızı Eren Aysan’ın telefonda sevinçle çınlayan sesiydi ödülüm. Cemal Süreya’ya dair yazımın yanına eklenen, Karin Karakaşlı’nın duygu dolu yanıtıydı. Necatigil ile anneannemin masalı birleştiğinde duyduğum ürperti, belki bir şiirde yazılmak üzere kalbin arka odalarında. Edip Cansever ile Ertem Eğilmez, biliyorum ki ilk kez buluştular, Turgut Uyar ile Attilâ İlhan’ın en ünlü dizelerinin ardında Dağlarca etkisiydi gördüğüm. “Arifane bir tecahülle ‘Oktay’ı ‘ok’ ve ‘tay’ olarak duyacaklara ihtiyaç var” demiştim Oktay Rifat için; o arifane tecahül aslında her bir şair için beklediğim, umduğumdu. Öyle derin duyabilenler duydular, Sezai Karakoç’u, Ziya Osman Saba’yı neden bunca sevdiğimi. Kendi kuşağımın birkaç şairini de yazdım, dünya şiirinin Mayakovski, Yesenin, Ritsos, Neruda gibi devlerini de. Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Attilâ İlhan birer dosya boyutunda yazılmayı bekliyorlar. Gülten Akın, Can Yücel, Ülkü Tamer, Cahit Külebi, Arif Damar, Asaf Hâlet Çelebi, Cahit Sıtkı Tarancı, Ece Ayhan, Hilmi Yavuz, Özdemir İnce, Metin Demirtaş, Özdemir Asaf, İsmet Özel, Ergin Günçe, Metin Eloğlu, Hüseyin Ferhad, Âkif Kurtuluş, Veysel Çolak, Sina Akyol, Ahmet Telli, Şükrü Erbaş, Tuğrul Keskin, Haydar Ergülen, küçük İskender, Uluer Aydoğdu… henüz yazmadıklarımın listesi yazdıklarımdan uzundur elbet. Bir de dünya şiirinden çok sevdiklerim. “Aklım yeni bir akıldır çiçeklerden” der şair, öyledir, gece aklıdır şiir, başka akıl. Şiirse beklenen, gümbür gümbür çarpar kalp; kalbe dokunur, kendi kalbinle kan revan düellodur şiir. 2015’i üçüncü şiir kitabımın çalışmalarına, bir de yazılarımın kitaplaşmasına adamak istediğimden, 2014 yılıyla birlikte bu köşeyi de kapatıyorum. Her dizesinin gayesi tefekkür olan şairlerin, dervişlerin, âşıkların adıyla! Merhaba!

Akıllı Tasarımcı Doğanın Kendisiyse… OZAN EZGİ BERBEROĞLU

T

anrı’nın varlığının kanıtı olarak türetilen “akıllı tasarım” görüşü canlıların yüksek uyum özellikleri ve doğanın iyi organize olmuş yapısına sırtını dayamıştır. Bu fikri savunanlar düzenin ancak bir tasarım ürünü olabileceğini öne sürmüştü. Darwin’in bilim dünyasına en büyük katkısı ise, tasarım fikrini bilimsel olarak açıklayan süreci keşfetmesi oldu. Bu süreç doğal seçilimden başkası değildi. Canlılar rastgele değişimler göstermişti ve bu değişimlerin büyük kısmı bir akıllı tasarımın yansıması olmaktan çok uzaktı. Günümüzde rastladığımız örneklerin çoğunlukla “en iyiler” olması akıllı tasarım fikrini doğuruyor, zamanın tümüne şahit olamamanın yarattığı bir illüzyona saplanmamızı ve “mükemmelliğin” ardında bir tasarımcı aramamıza yol açıyordu. Oysa bilimsel gerçek çok daha basitti: Daha kötüler çoktan elenmişti. Bu ve benzer argümanları bilimsel temelde tartışan Francisco J. Ayala, kitabı “Ben Maymun muyum?”a evrimin halen sorgulanabilir olmasına duyduğu şaşkınlıkla başlıyor. İnsanlar da dahil bütün organizmaların kendilerinden çok farklı atalardan evrildiği düşüncesinin tartışmaya yer bırakmayacak kadar açık olduğunu vurgulayan yazar, bilimcilerin diğer doğrulanmış bilimsel kuramlardan (mesela dünyanın güneşin etrafında dönmesi, galaksilerin genişlemesi, atom kuramı ya da genetikteki biyolojik kalıtım kuramı) ne kadar eminlerse, organizmaların evriminden de o kadar emin olduklarının altını önemle çiziyor. Kitapta evrimi ısrarla algılamayan kitlelerin en çok tekrarladıkları sorulara anlaşılır yanıtlar üretiliyor. Ayala, evrim kuramına ve doğal seçilime bütünüyle hâkim olmayan insanların kafalarını kurcalayan sorulara odaklanarak, kuramın temel özelliklerini açıklamaya çalışıyor. İlk soru: “Ben maymun muyum?” İnsanlar entelektüel beyin kapasiteleri ve uygarlık üretme yetenekleriyle tüm evrende eşsiz olmayı istediler. Bunu destekleyecek birçok düşünce akımı tarih boyunca varlık gösterdi. Dindar kesimler Tanrı’nın suretiyle biçimlenmiş, diğer canlıların efendisi olarak yaratılmış ve doğaya hükmetme becerisiyle donatılmış olmak gibi üstün nitelemeleri insanı diğer hayvanlardan ayırmak için kullanırken, insanmerkezci yaklaşımlar seküler düşünce akımlarının içinde de var oldu. Yaradılışçı olsun ya da olmasın halen “üstün tür insan” anlayışı geniş bir çevrede rağbet görmektedir. Tam da burada, evrim ve ortak ata tartışmasını küçümsemek için sıkça kullanılan bu soru belirir: “Ben maymun muyum?” Bunun bir farklı şekli ise “Madem maymundan geldik o halde neden halen maymunlar var?” ifadesidir. İlginçtir ki, en çok açıklanmış nokta olmasına rağmen evrim karşıtları bu ifadeden vazgeçmeye yanaşmazlar. Yazar bu soruyu biyolojik yönden cevaplarken, bir primat olarak insanın şempanzeler ve diğer kuyruksuz maymunlarla paylaştığı ortak atalarını anlaşılır örneklerle tanıtıyor. İkinci bölümde yazar, evrimi adlandırırken yaşanan karmaşanın önüne geçmek için “Evrim neden bir kuramdır?” sorusuna yoğunlaşıyor. Kuram kelimesinin günlük hayattaki kulla-

ozan@ozanezgiberberoglu.com nımı ile evrimbilimcilerin yüklediği anlam arasındaki farkı vurgulayan Francisco J. Ayala, evrim kuramını anlatırken Darwin’in çalışmalarından yola çıkıyor ve DNA’nın bulunmasını takip eden sürece doğru ilerliyor. DNA’nın yapısı, genetik bilginin aktarımı ve mutasyon kavramları üzerinden evrimi tanımlarken biyolojik bilimlerin dışında kalanların da kolayca anlayabileceği bir dil kullanılıyor. Yine genetik bilimini daha kolay anlaşılır kılmak için örnekler üzerinden gidiyor. Araştırıcı, ilerleyen bilimin her geçen gün daha net ortaya koyduğu evrimsel mekanizmaları okura aktardıktan sonra evrim kuramının bilim dünyasında nasıl karşılandığını sorgulama yoluna gidiyor. Biyologların evrim kuramının gerçekliği konusunda hemfikir olduğu vurgusunu takiben farklı disiplinlerin evrimsel araştırmaya yaptıkları katkı ve bu bilimlerin uzmanlarının evrim kuramına bakış açıları irdeleniyor. Bu noktada fosil kayıtlarından, genetiğe uzanan evrim araştırmalarının bilimsel perspektiften aynı ya da benzer noktaları gösterdiğini tekrarlayan yazar, bilim dünyası için evrimin önemini ön plana taşıyor. Yaradılışçıların bir kısmı kendi inançlarıyla kısmen örtüştürdükleri evrimsel ifadeleri doğrulasa da, konu canlılığın ortaya çıkışına geldiğinde kesin olarak ayrışmanın yaşandığı gözlenir. Zira cansız bir evrende, maddenin birtakım reaksiyonlarla organizmaya dönüşmesi fikri yaradılışçılar için “akıl dışıdır”. Daha ironik olan ise yaradılışçıların cansız maddeden yaşayan organizmaya geçişi mantıksız bulurken, öncesi olmayan metafizik güç ya da güçlerin canlılığı “yoktan var ettiğine” kolayca inanabilmeleridir. Oysa, yaşamın ortaya çıkışını objektif olarak sorgulama niyetindeki herhangi bir kişi, yaradılış teorisinin yanında diğer tüm fizik ihtimallerin daha akla yatkın olduğunu kolayca fark edebilir. Ancak yaradılışçı bakışın maddenin ruhtan (mana ya da metafizik) geldiği yönündeki kuvvetli inancı, objektif değerlendirmeleri geride bırakarak dogmaya saplanmalarına neden olmaktadır. Yazar bu bariyeri aşmak için “Yaşam nasıl başladı?” sorusuna bilimsel argümanlarla açıklama getiriyor. Burada da anlamayı kolaylaştırmak için ülkelerin ulaşım ağları, bilgisayarlar ve daha birçok öğeyi canlılığın ortaya çıkışını örneklendirmek için kullanıyor. İnançlıların, evrimi bilimin dışında tutmak istemelerine paradigma değiştirerek çözüm bulmayı deneyen Francisco J. Ayala’nın, bilimi ve dini birbirine alternatif koşmamasının ardında, inançlıların bilime yabancılaşmasına engel olma isteği okunuyor. Evrimin bilimsel açıklamalarını karmaşık bulan ya da tam olarak anlayamayanlar için oluşturduğu basit anlatım, yazarın evrimi herkese tanıtma isteğinin bir yansıması. Araştırıcı, herkesin anlayacağı düzeyde hazırladığı kitabı “Ben Maymun muyum?” ile bizi varoluşun kayıp parçalarını bulmaya çağırıyor. “Ben Maymun muyum?”, Francisco J. Ayala, Çev: Ferit Burak Aydar, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 72 s., 2014


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Aralık 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Özgürlük, Kendi Öyküsünün Yazarı Olabilmekte” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Doğan Cüceloğlu: Bu sorunun cevabı kitabın öyküsünün içinde yatıyor. “Anlamlı yaşam insanı ‘şahsiyet’ haline getiriyor,” ifadesi okuru yanlış yönlendirebilir; kültür robotunun da yaşamı anlamlıdır. Ve kültür robotu bu anlam uğruna gözünü kırpmadan bir başkasını öldürebilir ya da kendisi ölümü göze alabilir. Herkesin yaşamı anlamlıdır. Ama bu anlamı kimin verdiği, kişinin seçimlerinin arkasında yatan bilincin kaynağının ne olduğudur temel konu. Yaşamının anlamını kendisi belirleyen insan olabilmek, kendi tanıklığını keşfetmek ve kendi değerleriyle seçimlerini yaparak davranmak! İşte öykü burada başlıyor! Çevrenizde böyle insanları ne kadar sıklıkta görüyorsunuz? Bu tür insanın bir toplumda çoğalması, “uygar bir toplum olma yolunda ilerliyor muyuz,” sorusunun yanıtıdır. Selnur Aysever: Kişinin hayatına anlam katması, başka insanın varlığı üzerinden mümkün olabilir mi? Söz gelimi bir ev hanımı için çocuğu, eşi anlam kaynağı olabilir mi? Doğan Cüceloğlu: Kitapta dört gereksinme alanından söz ediyorum: biyolojik gereksinmeler, akıl gereksinmeleri, gönül-ilişki gereksinmeleri ve yaşamımızdaki her şeyi ilişki içine sokup anlamlandıran büyük resim-anlam çerçevesi gereksinmesi. Kişinin yaşamındaki her şey onun anlam kaynağı olabilir. Anlamın kapsamı, derinliği ve tümle olan ilişkisi o kişiyi diğerlerinden ayırt eder. Sanırım bunu kısa yoldan açıklamanın bir yolu yok; Timur’un kitapta anlatılan öyküsü içinde bu söylediklerim anlaşılabilir. Selnur Aysever: Modern insanın sorunu “istediği hayatı yaşayamamak” olabilir mi? Bunu aşmak nasıl mümkün olabilir? Doğan Cüceloğlu: Bence modern insanın sorunu “ne istediğine kendisinin karar verdiğini sanması.” Modern insan “var olmak” sorunu ile “sahip olmak” arasındaki farkın üzerinde düşünmeye fırsat verilmeyecek şekilde “meşguliyet içinde” tutuluyor. Bu anlamda “kültür robotu modern insan”dan söz

ve öyle bir anlam çerçevesi içinde yaşama bakıyorlar ki, sürekli bir şükür duygusu içindeler. Şimdi “kim zengin” sorusu kadar anlamlı ikinci bir soru da, “kim özgür” sorusudur. Selnur Aysever: Kapitalist toplumlarda hep “daha fazla” istiyor insan. Rekabet çok. Daha fazla maaş, daha fazla kariyer, daha fazla dil, kıyafet, teknoloji… Hep tüketme üzerine kurgulanıyor yaşamlar. Bu kültürel bir dayatma mıdır, kişi bunu nasıl aşar, yoksa mutluluk onu aşmakla değil ona uyum sağlamakla mı mümkün? Doğan Cüceloğlu: Modern insandan söz ederken konuştuklarımıza geldik, yeniden. Yaşamın anlamı, insanın yaşamında kendisi olarak var olabilmeyi seçmesinde mi, yoksa sahip olduklarıyla başkalarının ondan beklentilerini karşılamakta mı? Özgürlüğünü başkasının “sen artık özgürsün,” demesinde mi bulacak, yoksa özgürlüğünü kendisine yaptığı tanıklıkta mı?İnsan farkında olsa da olmasa da onun yaşamının anlamına, kendisi adına ya da başkası adına, ama her zaman yine kendisi karar veriyor. Bunun farkına varan insan gerçek özgürlüğün kapısını tıklatmaya başlamış olur. Selnur Aysever: Neden emekli olunca sahil kasabasına yerleşme hayali kurar kentli insanlar? Bu bir kaçış mıdır yoksa hayata anlam katma çabası mı? Doğan Cüceloğlu: Hatırlarsanız yukarıda kişinin öyküsü içinde tutsak kalmasından söz ettik. Bu, kişinin kendi yazdığı bir öykü mü yoksa çocukluktan itibaren başkaları tarafından mı oluşturuldu? Emekli olunca sahil kasabasına yerleşme hayali böyle bir öykü içinde mi geliyor, yoksa bilinçli bir seçimin sonucunda mı? Her ikisi de olabilir. Kişinin anlam verme dünyasının içine girmeden dışarıdan onun seçimlerine bakarak karar vermek mümkün değil. Ama sanırım şunu söyleyebilirim; kültür robotluğundan kurtulup bir şahsiyet olma fırsatını bulmuş insanın özgürlüğü onun emekli olmasıyla ve nerede yaşadı-

Bence modern insanın sorunu “ne istediğine kendisinin karar verdiğini sanması.” Modern insan “var olmak” sorunu ile “sahip olmak” arasındaki farkın üzerinde düşünmeye fırsat verilmeyecek şekilde “meşguliyet içinde” tutuluyor. (...) Modern insan, “meşguliyet içinde tutulduğunun” farkına varmadan bir “şahsiyet olma” ve “kendi yaşamında kendisi olarak var olma” seçimini yapamaz. edebilirim. Modern insan, “meşguliyet içinde tutulduğunun” farkına varmadan bir “şahsiyet olma” ve “kendi yaşamında kendisi olarak var olma” seçimini yapamaz. Bir seçim yapabilmesi için insanın önce seçeneklerinin farkına varması gerek. Selnur Aysever: Görme engelli Altınok kardeşlerin yaşamı sarsıcı. Buradaki anahtar cümle “Kişinin mutluluğu fiziki durumundan çok beynindekilere bağlıdır” olsa gerek. Bunu engelli ya da değil tüm yetişkinler için söylemek mümkün olabilir mi? Doğan Cüceloğlu: Daha önce konuşmuş olduğumuz yaşama anlam verme sürecine güzel bir örnek Altınok kardeşlerin durumu. Yaşamın keşfedilecek yönlerinin o kadar farkındalar ki, her bir keşif ayrı bir heyecan kaynağı oluyor. Ne önemli ne önemsiz, ne anlamlı ne anlamsız, hiç kimse onlara söyleyemez; artık o konuda özgürlüklerini kazanmışlar. Muhteşem bir keşif yolculuğuna çıkmışlar, heyecanlılar. Dört temel gereksinmeden söz etmiştik; bakın Altınok kardeşler kendi gelirlerini çalışarak kazanıyorlar, akıllarını kullanıyorlar ve en üst derecede akademik başarı elde etmişler. Satranç oynuyor ve körlere satranç öğretiyorlar, müzik besteliyor ve konserler veriyorlar, öğrencilere ve kurumlara seminerler veriyorlar

ğıyla ilgili değildir. Yeniden altını çizerek söylemek istiyorum: İnsanın gerçek özgürlüğü onun kendine yaptığı tanıklıktadır. Kitap bu cümlenin ne anlama geldiğini anlatmak için yazılmıştır. Selnur Aysever: Tarımla geçinen insanlarda içsel yolculuk, mutluluk arayışı veya anlamlandırma kaygısı görmeyiz. Üretim midir bunu sağlayan? Buna basit hayat demek mümkün müdür? Doğan Cüceloğlu: Ben tarım toplumunda hayatını oluşturmuş halk ozanlarında ve dervişlerde ciddiye alınarak incelenecek çok derin anlamlar görmüş biriyim. Doğanın eğitmenliğini ve yoldaşlığını doğrudan gözlemleme ve deneyimleme imkânı bulunca insan ‘malumat’ yerine “bilgi” ediniyor. Bu bilgilerle zaman içinde bir büyük resim oluşturarak bilgeliğe yolculuk başlıyor. Böylece bir Yunus Emre veya Âşık Veysel yaşamla ilgili bana çok önemli bilgelik ve özgürlük kapıları açıyor. Yeniden söylemekte fayda var, diye düşünüyorum; eğitiminde, aile hayatında, mesleğinde, işinde “insanın kendisi olarak var olabilmesi” umursanmadan kişinin özgürlüğe yolculuk yapması mümkün değildir. Gerçek özgürlük gücünü kişinin kendi yaşamında kendisi olarak var olabilme bilgeliği ve cesaretinden alır.

Selnur Aysever: Ekonomik olarak varsıl kentli insanda tasavvufa yönelme, sadeleşme çabası gözle görülür olarak artmakta. Bunun nedeni üzerine düşününce neler geliyor aklınıza? Doğan Cüceloğlu: Mal, mülk, para edindikçe kişinin yaşamının şevkinin ve keyfinin oralardan gelmediğini bizzat deneyimlemesi mümkün oluyor. O zaman yeni bir ilişkilendirme ve bütünlük arayışı başlıyor. Bu arayış ciddi bir tavır içinde yapılmaya başlanınca yeni anlam çerçeveleri, büyük resimlerle tanışma oluşuyor. Bütün gençliğini, hayatını şirket kurmaya ve para kazanmaya vermiş biri, bakıyorsunuz bir vakıf kuruyor ve o vakıf içinde uğraşısıyla yaşamında anlam buluyor. Para kazanmak için geceli gündüzlü çalışarak ailesini ihmal eden bir başkası bu adama bakıyor ve “adam bunamış” diyor. Tabii dışarıdan bakarak bu konularda karar vermek gerçekçi ve dürüst olmaz. Altı, yedi kişiyi tek başına geçindirme durumunda olan bir adamın geceli gündüzlü çalışıp, ailesini ihmal etmesiyle, bir daire daha fazla almak için ailesini ihmal eden adam arasında bir fark vardır. Ayrıca, vakıf kuran herkes özgürlük yolunda adım atmış mı oluyor? Bence önemli olan kişinin öyküsünün yazarı kimi ona bakmak gerek. Kendi öyküsünün yazarı olabilmek, gerçek özgürlüğün ilk koşuludur. Selnur Aysever: Yaşadıkça bilgeleşmek arasında doğru bir ilişki olduğunu söyleyebilir miyiz? Böyle düşününce bir paradoks çıkıyor ortaya, hayatın sonlarına yaklaştıkça mı yakalayabileceğiz onun anlamını? Doğan Cüceloğlu: Hayatında sekiz yıl yaşamış ve yetmiş yıl onu tekrar etmiş çok kültür robotu var. Biri vardır 92 yıl yaşamıştır ve farkındalıklarını toplasan elliyi bulmaz. Biri vardır 42 yıl yaşamıştır ve ölmeden önce yazdığı bir kitap yeni bir çağın temelini oluşturmuştur. “Ne kadar farkındayız?” sorusudur önemli olan. Bir toplum için önemli olan çocuklarının doğuştan getirdikleri soruları sormasına izin veren ailelerin ve okulların olmasıdır. Bu tür ailelerin ve okulların gelişmesine izin verecek bir toplum/kültür yapısının oluşturulmasına hizmet etmeyi aklımda ve gönlümde canlı tutmaya gayret ediyorum. “Gerçek Özgürlük” böyle bir niyetin ürünüdür.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2014

KISA KISA Aykırı Yazılar Alâeddin Şenel, Bilim ve Gelecek Kitaplığı İnsanlık tarihi üzerine kitaplarıyla tanıdığımız Şenel, bu birikimini güncel konularla birleştiriyor. ‘Din-ahlak, saygı-biat üzerine’ yazılardan oluşan kitap, insanlığın tarihinden beslenerek bu kavramlara özgün bir bakış açısı getiriyor.

Âdem Âdemoğlu’nun Tek Muzaffer Günü Gökçe İspi Turan, Yitik Ülke Yayınları Türkçe polisiyeye yeni bir ses ve soluk getiren Turan, mizahi anlatımıyla dikkat çekiyor. İnsanlığın temel meselelerinin başında gelen ölümlü olmak ve yazgı kavramlarını polisiye kurmacanın içinde işliyor yazar. Roman kahramanı ise adıyla bile bir gizem yaratan Âdem Âdemoğlu.

Dekadans ve Ölüm Orçun Ünal, Raskol’un Baltası Güncelin gerçek sorunlarına fantastik öğeler katarak cevap arayan bu ilk kitapta yazar, her biri sorularla dolu karakterler etrafında örüyor öykülerini. Yok edilmeyi bekleyen dört haneli bir köy, hikâye yoksunluğu çeken insanlar, ölümü icat edenler ve daha niceleri bu kitapta.

Duvar Aytuğ Akdoğan, Destek Yayınları “Tüm ötekiler için hafızalara kazınacak bir manifesto” olma iddiasındaki roman, bilinç akışıyla yazılmış. Yazarın noktalama işaretlerini dilediği gibi kulllandığı bu psikolojik romanın kahramanları; bir yabancı, eroin bağımlısı genç kız ve direnişçiler…

Keçi Medeniyeti Cemal Ün, Ayrıntı Yayınları Keçi, insanlık tarihi boyunca etinden, sütünden yararlanılan bir hayvan olmadı yalnızca. İlk evcilleştirilen hayvan olan keçi sayesinden çıktı insanlık, medeniyetin merdivenlerini. İşte kitap bu tarihsel gerçeği anlatıyor okura, zengin ve ayrıntılı bilgiler eşliğinde.

Odak Daniel Goleman, Varlık Yayınları Yazar hepimizin kanıksadığı ve hafife aldığı “dikkat” üzerinde duruyor. İnsan beyniyle ilgili bilim alanında kaydedilen son ilerlemeler ışığında dikkat kavramını irdeliyor. Dikkatin bir kas gibi çalıştığını vurgulayan yazar, onu kullandıkça geliştirebileceğimizi bilimsel bilgilerle açıklıyor.

Ansızın Günbatımı Ayşe Sarısayın, Can Yayınları Kentli orta sınıftan herkesin kendinden bir şeyler bulacağı bu romanda Sarısayın, dışarıdan bakınca çok düzgün görünen hayatların karanlığına girmeye davet ediyor okuru. Kemikleşmiş değer yargıları ile kendi olmak savaşı arasındaki ikileme gelip dayanıyor en sonunda da.

Susan Sontag’la Konuşmak YANKI ENKİ

“E

n iyi röportajlar,” demiş İngiliz gazeteci Lynn Barber, “tıpkı en iyi biyografiler gibi, insanlığın tuhaflığını ve çeşitliliğini ortaya çıkarmalı”. Kendimizle ilgili yok yere dışavurmadığımız sırlarımızı kovuğundan çıkarabilecek bir davetiyedir röportaj. Yaratıcı insanların röportajlarını ya da nehir söyleşilerini okumanın, yaşam öykülerini okumaktan büyük bir farkı vardır. Yaşam öykülerinin daha kapsayıcı, hiçbir detayı atlamamaya çalışan ansiklopedik bir niyeti varken, röportajlar hem daha doğal hem de daha hesapsız bir sanatçı portresi çıkarabilir karşımıza. Sürprizlere açıktır. Biyografileri severiz, ama farklı biyografi yazarlarının aynı kişi hakkında kaleme aldığı eserleri incelediğimizde görürüz ki, her birinde kalemi tutan elin belirli bir bakış açısı, tutumu, ideolojisi, iddiası vardır. Otobiyografilerdeyse, özellikle bir roman ya da öykü yazarının hayatını okuyorsak, neye inanıp neye inanmayacağımızı bilemeyiz. Elbette biyografi okumanın zevki ayrıdır, ancak röportaj okurken özdeşleşme fırsatı doğar. Sanki soruları biz sorarız ve karşımızdaki deha bize özel cevaplar vermektedir. Bir roman okurken yazarın sesini duymak genellikle mümkün değildir; biz eserin sesini duyarız. Halbuki röportaj, hele ki kitap olabilecek denli uzunlukta bir söyleşiyse, o yaratıcı insanın hayatı, fikirleri, gündelik gerçeklikleri adeta bir roman gibi işlenir belleğimize ve bunların kurgu değil, gerçek olduğunu biliriz. Rolling Stone dergisinin kurucu editörlerinden olan Jonathan Cott’un Amerikalı yazar, eleştirmen ve film yapımcısı Susan Sontag’la yaptığı uzun söyleşi, artık bir kitap olarak da okunabiliyor. Sontag’ın ölümünün onuncu yıl dönümü yaklaşırken Zeynep Heyzen Ateş’in başarılı çevirisiyle yayımlanan bu eser, ilk olarak 1979’da bir bölümü yayımlanan röportajın tam metninden oluşuyor. “Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş”, “Başkalarının Acısına Bakmak”, “Fotoğraf Üzerine”, “Ben, Vesaire” ve daha birçok kitabın yazarı olan Susan Sontag, bizim hiç de yabancısı olmadığımız bir entelektüel. Başka bir deyişle, böyle bir söyleşiyi okumanın zamanı gelmiş artık. “Biçim olarak röportajdan hoşlanırım,” demiş Sontag bir keresinde. “Sohbetten ve diyalogdan hoşlandığım için röportajı seviyorum ve düşüncelerimin büyük bölümünün yaptığım sohbetlerin ürünü olduğunu biliyorum,” diye de eklemiş. Bunu önsözünde belirtiyor Jonathan Cott. Tam karşısına da ünlü yazar Coetzee’yi çıkarıyor karşıt örnek olarak, çünkü röportaj için şöyle demiş Nobelli yazar: “Hiç tanımadığınız biriyle görüş alışverişidir, üstelik türün kuralları gereği o kişiye yabancılar arasındaki normal bir sohbette asla zorlamayacağı sınırları aşma hakkı verilmiştir. Oysa benim için gerçek denilen şey, sessizlikle, düşünmekle, yazma eylemiyle bağlantılıdır. Konuşma gerçeğin ifade edilişi değil, yazma eyleminin donuk, yüzeysel bir versiyonudur.” İşin ilginci, bunu tam da bir röportajın ortasında söylemiş. Nispeten ince diyebileceğimiz bir kitaba yayılan bu renkli söyleşinin dar bir izleği yok; aşktan kadınlığa, edebiyattan müziğe, dinden cinselliğe kadar her konuya girip çıkıyor Sontag ve

yankienki@gmail.com Cott. Elbette yazarın diğer eserlerine sık sık atıfta bulunuluyor sohbet sırasında. Özellikle fotoğraf sanatı üzerine uzun bölümler dikkati çekiyor. Ne de olsa, Sontag’ın en önemli eserlerinden biri “Fotoğraf Üzerine” adlı çalışması. Hep, klişe bir şekilde, anın ölümsüzleştirilmesi olarak değerlendirilen fotoğrafın aslında bize ölümlü olduğumuzu hatırlatan bir şey olduğunu iddia ediyordu Sontag o kitabında. Zamanı durdurmaktan ziyade, zamanın eriyip gittiğini gösteriyordu fotoğraflar. Denemelerinden birini altı çizilecek şu cümleyle noktalıyordu: “Her şey bir fotoğrafta sona ermek için vardır.” Fotoğrafı bu şekilde yorumlamak oldukça karamsar bir yaklaşım gibi gelebilir ama Susan Sontag’ı diğer eserlerinden tanıyan okurlar için Cott’un söyleşisi bu noktada değer kazanıyor. “Fotoğraf hakkındaki kitabım… kimsenin işine yaradı mı bilmiyorum,” diyor Sontag. Diğer yandan söyleşinin ilk bölümlerinde üzerinde durduğu kanser meselesinden sonra, konu Sontag’ın “Metafor Olarak Hastalık” adlı kitabına geliyor. “İnsanlara yararı dokunacak bir şeyler yazmak büyük bir zevkmiş,” diye itiraf ediyor yazar. Kanser olduğunu öğrendiğinde Sontag’ın hayatının nasıl değiştiğini görebiliyoruz bu söyleşide. Biraz iç karartıcı bir meseleyle başlasa da, söyleşi yer yer naif ve eğlenceli bir sohbete dönüşüyor. Örneğin, “Çoğu kişinin sandığından daha cahilim,” diyor Sontag. Ya da hayatındaki gerçek aydınlanmayı kitaplarla değil, bir müzik grubu sayesinde yaşadığını anlatıyor. Yazılarını genellikle yatakta uzanıp yazdığını, sonra daktiloya geçirdiğini söylüyor. Okumayı üç yaşında öğrenmiş biri var karşımızda. Etkilendiği ilk kitabın “Sefiller” olduğunu öğreniyoruz. Bu klasik eseri okuduğunda hıçkıra hıçkıra ağlamış Sontag. Yazar olmaya ise “Martin Eden”ı okuduktan sonra karar vermiş. Böyle birçok ayrıntının yanında ders çıkaracağımız cümleler dökülüyor Sontag’ın ağzından. Okurken sanki sesini duyuyoruz. Bu röportaj, Susan Sontag gibi bir entelektüelin, bir kültür zengininin hayatına, fikirlerine, deneyimlerine, takıntılarına, onu var eden duygulara sızmamızı sağlıyor. Kitabın adı “Susan Sontag: Bilincin Kapısını Aralamak” olsa da, aslında yalnızca sevdiğimiz bir yazarın kapısını aralamış olmuyoruz. O kapıdan gördüklerimiz, öğrendiklerimiz yazarın bizimle paylaştığı detaylar... Bir de o kapının tam arkasında, asla bilemeyeceğimiz şeyler var. “Acaba kendi kapımızın ardında neler olduğunu biliyor muyuz?” diye düşünüyor insan kendi kendine ve o zaman anlıyoruz ki yazarın açtığı kapı bize kendi bilincimizi de gösteriyor. “Susan Sontag: Bilincin Kapısını Aralamak”, Söyleşi: Jonathan Cott, Çev: Zeynep Heyzen Ateş, 124 s., Sel Yayıncılık, 2014


Aralık 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

KISA KISA

Beethoven’ı Keşfetmek… ŞAKİR ALTINTAŞ

Ç

ok az insan vardır sanatçı olup da yaşarken ölümsüzleşecek derecede takdir gören… Bu çok az sanatçıdan biridir Beethoven. Avusturya tiyatrosunun en önemli trajedi yazarlarından Franz Grillparzer onun için tarihe geçen şu cümleyi kurar cenazesinde: “Onu takip edenler buradan devam edemezler, yeni baştan başlamaları gerekir; çünkü o, sanatı son noktasına getirdi.” Bu büyük sanatçı Mozart ve Haydn’den çok şey öğrenmiş ama bu öğrendiklerini hızla özümseyerek kendi müzik dilini oluşturmayı bilmiş. Ardından gelen tüm besteciler onun ayak seslerini duymuş ve bu duyguyla yapmışlar bestelerini. Onun üslubunu anlamayı ve çözmeyi başaranlar onunla birlikte anılmaya hak kazanmışlar. Daha önce Mozart, Bach, Clara Schuman ve Chopin’in de biyografilerini yazan Aydın Büke, bu kez Beethoven’ın hayatını kaleme almış. Büke, ünlü bestecinin hayatını büyük bir titizlikle, adeta bir romancı hassasiyetiyle ele alıyor eserinde. Çalışma kuru kuruya yazılmış bir Beethoven biyografisinden öte onun yaşamış olduğu dönemi de aydınlatan detaylı bir araştırma kitabı. Sanatçının hayatını okurken o dönemin de tanığı oluyor okur. Beethoven’ın ailesinin, dönemin ünlü siyaset adamlarının, prenseslerinin portrelerini de ustalıkla çizerek sunuyor okurun dikkatine. Beethoven, siyasi açıdan çok çalkantılı bir dönemin figürü. 19 yaşında iken 1789’da Fransız Devrimi yaşanıyor; bir yandan var olan imparatorluklar dağılırken bir yandan yeni devletler kuruluyor. Napoleon’un tarih sahnesine girdiği dönem bu aynı zamanda. Beethoven yaşanan gelişmelerin yakından tanığı oluyor. Hayatının büyük dönemini geçirdiği Viyana, Fransızlar tarafından işgal ediliyor. Müzisyen bir aileden geliyor Beethoven. Dedesi ve babası da hayatlarını müzisyenlikle kazanan iki insan. Sanatçının müziğe olan yeteneği çok küçük yaşta keşfediliyor. Sekiz yaşındayken ilk konserini vermesi onun dehasını gösteriyor. Bir kilise korosunda müzisyenlik yapan ve yaşamının yarısını koroda, diğer yarısını ise içki içerek geçiren babası, oğlunun yeteneğini fark ediyor ve daha çok küçük yaşta o minicik omuzlarına büyük yükler bırakıyor … Müzik tarihinin akışını değiştiren bu büyük sanatçı aynı zamanda çok büyük emekler sonunda kazanılan başarı hikâyesinin hem kahramanı hem de sembolüdür. Büyük başarısının ardında çok da büyük bir emek vardır. Beethoven’in gözlerini açtığı dünya, aydınlanma düşüncesinin kök saldığı, sanat ve felsefede önemli değişimlerin yaşandığı bir süreci yaşamış bir dünyadır. Tüm bu dünyanın etkilerini Beethoven’ın yaşamında görmek mümkün. Büke’nin çalışması o dönemin siyasi ve sanatsal yaşamını öylesine detaylı veriyor, o günü öylesine canlı anlatıyor ki bir okur olarak sıkılacağınızı hissettiğiniz anda bile sıkılmaya vakit bırakmıyor size. Adeta boşluk bırakmadan çağın tüm özelliklerini koyuyor önünüze. Evet, çok detaylı bir çalışma yapıyor yazar. Dönemini olduğu gibi büyük müzisyeni de tüm yönleriyle ele alıyor. Kitabında beni gülümseten

sakiraltintas@gmail.com sahnelerden birini aktarmadan geçemeyeceğim. Bu anekdot “dâhilik ile delilik arasındaki ince çizgi”yi düşündürdü bana. Yıllar sonra, 1809’da artık tüm Viyana’nın tanıdığı bir besteciyken ziyaretine giden Baron de Tremont, Beethoven’in çalışma odası hakkında bir arkadaşına şunları yazacaktı: “Gözünüzün önüne hayal edebileceğiniz en düzensiz ve pis yeri getirin: Küften kabarmış tavan; eski büyük bir piyano üzerinde el yazması nota sayfaları ve kabartmalarla yer kapma yarışına girişmiş tozlar. Piyanonun altında (hiç abartmıyorum) boşaltılmamış bir lazımlık; yanında küçük ceviz bir masa ve üzerinde sık sık devrilmeye alışkın bir yazı sehpası. Mürekkep içinde durmaktan kabuk bağlamış bir sürü kalem –meşhur meyhane kalemleri bile bunların yanında pırıltılı görünür– ve her yerde notalar.” Beethoven, klasik müzikle özdeşleşmiş bir isim, müzik tarihine geçmiş sayısız eseri olan bir sanatçı. Tarihe geçmiş, popülaritesi en yüksek isimlerden biri. Onun müziği, romantizmin özünü oluşturan korku, dehşet, nefret, acı ve sınırsız istek gibi duyguların kapısını açmıştır. Son dönemlerinde kavgacı, kaypak ve cimri olmaya başlayan sanatçı, yayınlanan eserlerinin satışından sağlanan gelirle oldukça rahat bir hayat sürüyor. Sık sık âşık olmasına ve kadınlar tarafından çekici bulunmasına karşın bir bekâr olarak yaşıyor. Fikirlerini defterlere yazıyor, tatmin olana kadar eklemeler, çıkarmalarda bulunuyor ve birçok değişiklik yapıyor. Ancak bu karalama aşamasından sonra beste yapacak düzene geçebiliyor. Bu süreç oldukça sancılı geçse de defterler üzerinde çalışılan şeyler sonunda ürünlerini veriyor elbette. 1803-1816 arası Beethoven’ın hayatının olgunluk döneminde gerek hayatında gerek sanatında yeni bir enerji ve cesaret görülüyor. Son döneminde ise müziği durgun ve içe dönük fakat en az eski eserleri kadar değerlidir. Aydın Büke’nin bu eseri Beethoven’la ilgili eksik bir şey bırakmıyor ve yapılacak başka yeni çalışmaların önünü kesiyor adeta. Franz Grillparzer’ın sözünü uyarlamakta bir beis görmüyorum: Beethoven’i yazmak isteyenler buradan devam edemezler, yeni baştan başlamaları gerekir; çünkü bu eser, Beethoven’ın yaşamıyla ilgili yapılabilecek Türkçe çalışmaların son noktasıdır. “Beethoven”, Aydın Büke, 380 s., Can Yayınları, Ekim 2014

Kederi Dağıtan Mavi Gürol Sözen, Tarihçi Kitabevi Ressam ve sanat tarihçisi olan Gürol Sözen, hem sanatçı hem de bilim insanı kimliğiyle dünyaya bakışını bu denemelerle aktarıyor okuruna. Anadolu coğrafyasının kültürü ve doğası denemelerin ana hattını oluşturuyor.

Kemal Gül Sunal, Doğan Kitap Yıllar boyunca tekrar tekrar izlemekten sıkılmadığımız ve artık evin bir ferdi gibi gördüğümüz Kemal Sunal’ı bu kez eşi Gül Sunal anlatıyor. Kemal Sunal’ın ekran dışındaki hayatı onu daha da yakından tanımamızı sağlıyor.

Demokratik Özgürlükçü İslam R. İhsan Eliaçık, Tekin Yayınevi Muhafazakârlaşmanın artmasından ürkenler ve laikliği tehdit altında görenler az değil. Öte yandan “gerçek din hangisi” sorusu da kafaları meşgul ediyor. Eliaçık, kitabında kimi sorulara yanıt ararken, Kur’an’ın “evrensel olana çağırdığını” söylüyor.

Yoldan Gönüllü Çıktım Beliz Kudat, Esen Kitap Kitap, genç bir kadının bir yetimhanede gönüllü çalışmak üzere Guatemala’ya gidişini, o coğrafyadaki deneyimlerini ve Guatemala, Meksika, Belize, Honduras ve El Salvador seyahatlerini günce şeklinde anlatıyor.

Sibirya-Batı Türkistan G. Ahmetcan Asena, Pan Yayıncılık Birinci kitapta Çin-Doğu Türkistan tarihini anlatan yazar, İpek Yolu serisini SibiryaBatı Türkistan’la tamamlıyor. Bölgenin coğrafi ve tarihsel kaynaklarını irdeleyen Asena, İpek Yolu’ndan geçen kültürleri tanımamızı sağlıyor.

Çikolatanın Yerli Tarihi Saadet Özen, YKY Çikolatanın Osmanlı döneminden 1960’ lara kadar uzanan ülkemizdeki tarihine odaklanan kitap, fotoğraflar eşliğinde çikolatanın ülkeye nasıl geldiğini, tanıtıldığını ve algılandığını ele alıyor. Çikolata meraklılarının ilgisini çekecek bir çalışma.

Doku Burcu Seçmeer, Potkal Kitap Oturduğumuz yerden hiç kıpırdamadan sekiz farklı dünyaya bizi götürebileceğini söylüyor Burcu Seçmeer. Haritalarda olmayan bu gizemli coğrafyalarda birbirinden ilginç karakterlerle tanıştırıyor okurunu.


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2014

SİMLA SUNAY

Kedim Şiirimi Yedi

B

ir kedimiz var, yeni. Adını küçük oğlum Güneş koydu, Cesur. Büyük oğlum Kuzey, ki güneşli kütüphanenin ilham kaynağı olduğunu müdavim okurlarımız bilirler, kediyle yavaş ama sağlam bir ilişki kurdu. Cesur’un en iyi yaptığı şey üst üste istiflenmiş çocuk kitaplarını devirmek. Ve de kuskus yemek. Bir arkadaşım bu haber üstüne şöyle dedi: “Sonunda sen de kedili çocuk kitabı yazarları arasına katıldın.” Böyle bir hal var gerçekten. Bir de kedileri yazan ve çizenleri var, ben onlardan değilim ama takipçileriyim. Aytül Akal ve Mavisel Yener’den yeni bir çocuk şiir kitabı çıktı. İki deneyimli yazarın daha önce birlikte yazdığı şiirleri ben çok seviyorum gerçekten. Resim ve öykü atölyesinde pek çoğunu okuduk, resimledik. Son kitap Redhouse Kidz’ten çıktı, “Reçelli Şiirler”. Renkli ikili yine temiz ve duru Türkçeyle, müzikli dizeler yazmış. Ancak, önceki şiirlerinden daha beylik kıtalar; daha süzgeçlenmiş, sanki otosansür uygulanmış. Diğer şiirleri aratıyor Reçelli Şiirler. Reçel bir tema olarak mutfağı ve anneyi mesnet tutmuş. Çocuk ve anne bağı yoğun işlenmiş. Mutluluk ve güzellikle dolu şiirler… Ses uyumlu dil hayli sevecen... Kafiyeler… Aytül Akal’ın her zaman cinsiyetçilik karşıtı özenli öykülerini bildiğimden bu kitapta gözden kaçan birkaç noktaya değinmek istiyorum. Ev hanımı anne profili baskın kullanılmış. Doğrudur, Türkiye’de kadınların çoğu ev işçisi. Ancak yazarken, hele ki şiirleştirirken biraz da mevzular yücelir, eğer eleştirilmiyorsa. Burada “mutlu çocuk”, annesinin ekmeğine reçel sürdüğü, babasının da akıllı cevaplar verdiği klişe bir dünyada yaşıyor. Annem reçel sürdü Babam şiirimi sordu Oku, dedi ezberden …………. Heyecanlandım birden

Düşürdüm ekmeğimi Şiirim reçellendi Başka başka şiirlerde kadın ve mutfak birliği vurgulanıyor. Obur Kedi şiirinde örneğin: Şiirime koydum En sevdiklerimi: Şeker, çikolata Külahta dondurma Annemin keki, makarnası Ninemin böreği, mantısı Onun sevdiği yemekleri Söylemedim diye Yine küstü kedim Şiirimi yedi Bir şeyi çocuklar için yapıyor olma eylemi bütün kitaba hâkim olmuş. Şiirlerdeki duygular, eylemler, sözcükler fazla yalın-basitleştirilmiş duruyor. İmge yok; naiflik, duygu dünyası eksik sanki. Bu her çocuk kitabı yazarının karşılaştığı ciddi bir sorun. “Çocuğa göre yazma dürtüsü” kalemin zaman içinde özgünlüğünü yitirmesine neden oluyor. Böylesi tatlı, oyunlu, hep olumlu, hoş dizeler çocuklarda duygu değişimine neden olmuyor. Şiir değiştirmeli. Okur çocuksa, onu da. “Reçelli Şiirler”, Aytül Akal-Mavisel Yener, Resimleyen Anıl Tortop, 6 + yaş, 64 sayfa, Redhouse Kidz, 2014

LEYLA FONTEN’DEN ÖYKÜLER Sekiz kitaplık “Leyla Fonten’den Öyküler” serisi üç kitapla okurlarla buluştu. Serinin ana kahramanı, seksen altı yaşındaki Leyla Fonten, La Fontaine’in torununun torununun torunudur ve evinde bu yaşına rağmen, genellikle başkalarınca getirilen, çeşit çeşit huya sahip dokuz hayvanı “mecburen” beslemektedir. Resimli öykülerin, La Fontaine’in hayvan masallarından (fabllar) esinlenerek yazıldığını söylüyor arka kapak metninde. Esinlendiği gibi fablları olumluyan bir yanı hatta misyonu da var. Ancak arka kapak metnini okumasak La Fontaine’le doğrudan bir ilişki kuramayız. Buradaki hayvanların hepsi olumsuz ruh halleri, “huylar” içinde, çocukların davranış sorunlarını temsil ediyorlar. Mutsuz kedi, öfkeli örümcek, inatçı kirpi… (Yazar huy demiş ama mutsuzluk bir huy değildir.) Öyküleri amacından içeriğine dek tartışmamız gerek. Ama önce tanıtım metinlerinden başlayalım, çünkü okuru bir yere, ‘La Fontaine-fabllar’ gibi yönlendiriyor. “İnatçı Kirpi” adlı kitap için: “Bu kitap küçük yaştaki çocuklarda görülen inatçılık problemini ele alıyor. Serinin diğer kitaplarında ise inatçılık, sabırsızlık, utangaçlık, mutsuzluk gibi sorunlar dokuz başlık altında inceliyor. Ödüllü yazar Tülin Kozikoğlu’nun eğlenceli öyküleri, ödüllü çizer Sedat Girgin’in sıradışı ve muhteşem resimleriyle bu seride buluşuyor.” “Çocuklarda görülen inatçılık problemi” pek doğru bir ifade gibi gelmiyor bana. Genelleme ne kadar doğru? Tanıtımda ebeveynden bakışla yazılmış bir dil var ama öykü öyle değil. Öykü daha çocuğun yanında, inatçı olmak için iki kişi olmalı diyor mesela. Öyleyse tanıtım yazısı öykünün amacından sapmış. Serinin genelinde La Fontaine’nin de o çok eleştirdiğimiz ve aslında toplumda yerini bulmayan, hayvanlar üzerinden ders verme amaçlı didaktik tutum egemen. “Mutsuz Kedi Dila” adlı kitapta balık kedinin ağzına girdikten sonra kurguda karışıklık seziliyor. Balık mideye ne zaman girip çıkıyor ve kediyi güldürüyor belli değil. Bir balık bu durumu neden seviyor muamma. “Öfkeli Örümcek Rıza”ya gelirsek; yine öfke bir huy değil, sinirli olmak sayılabilir. Mutsuzluk, öfke gibi haller daha çok geçici duyguları temsil ediyor. Kitabın sonunda örümceğin ağları çok iyi görünmediği için onları renkli sanat eserlerine çevirmesi kısmını çok sevdim. Tülin Kozikoğlu burada harika bir fikir yakalamış. Sedat Girgin’in resimlerini çok sevdim hele dantel ayrıntılar çok güzel. Dünya çocuk edebiyatında son yıllarda her ülkeden La Fontaine’e eleştirel bakan, bilinçli yeren eserler yoğun-

luktayken ondan yana bir eser üretmek yazarın tercihine kalmış. Bilgi içermeyen ama öğütsel tavrıyla -bilinçli bir seçim- didaktik hikâyelerin ara pasajlarında; kirpinin balonları patlattığı, elbiseleri yırttığı çok neşeli ayrıntılar var, bence çocuklar en çok o kısımları sevecektir. “Leyla Fonten’den Öyküler Serisi”, Tülin Kozikoğlu, Resimleyen: Sedat Girgin, 4+ yaş, Redhouse Kidz, 2014

ANTİKAPİTALİZMİ ÇOCUKLARA ANLATMAK Büyük usta Heinrich Theodor Böll’ün öyküsü “Balık Tutma Dersi- (Anecdote Concerning the Lowering of Productivity)”, Bernard Friot’un uyarlaması ve Emile Bravo’nun şahane çizimleriyle Desen Yayınları’nca sanatsal çizgiroman türünde çocuklar ve gençler için yayımlandı. Bu değerli kitap, şömizli ve özenli baskısıyla da dikkat çekiyor. Heinrich Böll bu dünyaca ünlü kısa öyküsünü 1963 yılında Almanya’da Norddeutscher Rundfunk radyosuna 1 Mayıs günü programı için yazmış. Dev şirketlerin ülkelerden bile güçlü olduğu günümüzde, sıradan bir balıkçıya işini büyütmesi için öğütler veren bir turistin düştüğü komik durum anlatılıyor. Balıkçı, sabaha karşı tek kere değil de günde çok kere balığa çıkarak geleceğin füme balık tesisinin kurucusu, zengin bir adama dönüşebilecektir, turiste göre. Turist insan­ oğlunun düştüğü en aptal hali simgelemekte. Sürekli ve amaçsızca fotoğraf çeken insan. Üstelik şipşak sesiyle balıkçının siestasını da bozuyor. Turistin uzayıp giden ticari öğütlerinin sonu balıkçının şimdiki haliyle ironik bir bağ kurar. Bütün ekonomik kalkınma ve gelişimin sonucunda elde edilecek şey bugünkünden farklı değildir. Aslında hikâye iyimser. Pek çok insan bulunduğu yere dönemiyor bu mecburi ekonomik büyüme çarkı nedeniyle, daha kötüleşiyor hayatlar; iflaslar, acı... Heinrich Böll bu kısa öyküsüyle, kapitalizmin birey için ne denli gereksiz olduğunu kanıtlıyor. Günümüzde zorla kırsaldan göç ettirilen tarım toplumuna ve yanlış şehirleşmeye değin mesajların alınabileceği metinde, baktığı şeyi küçümseyen ve dönüşebileceğine dair kafa patlatan turist karakter epey gerçekçi. Dünyanın mutluluk anahtarıysa çakır keyif, karın tokluğuna yaşayan bilge balıkçıda. “Balık Tutma Dersi”, Heinrich Böll, Uyarlayan: Bernard Friot, Resimleyen Emile Bravo, 8+ yaş, Desen Yayınları-TUDEM, 2014


Aralık 2014 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

Türkiye’nin Ekonomi Serüveni MERT ERPENÇE

C

umhuriyet tarihinin önemli tanık ve kaynaklarından Cahit Kayra, üç cilt halindeki eserinde Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinin gelişimini istatistiki bilgiler, kişisel deneyimler ve tarihi tanıklıklara başvurarak anlatıyor. Önemli bir başvuru eseri mahiyetinde olan kitap, bilhassa yazarın birinci elden verdiği bilgiler açısından, benzerlerinden bir adım önde. Bir Mülkiyeli olan Cahit Kayra’nın eseri, ezber bozan nitelikte. Yazarın çeşitli devlet kurumlarında yıllar süren hizmeti, okuyucuya akademisyenlerin belki de biraz kuru kalan araştırmalarında bulamayacağı canlı bir bakış açısı sunuyor. Eser, özellikle kuruluşundan itibaren Cumhuriyet’in ruhunu anlayabilmek isteyenlerin muhakkak okuması gereken bir seri. Yazarın akıcı dili ise okumayı kolaylaştıran önemli bir etmen. Hafızası zayıf olan toplumumuzda, yıllar sonra da kaynak olarak başvurulabilecek bir eser ortaya konulmuş. Tarihi olayların yanında kişiliklerin de yansıtılması, kitaba oldukça canlı bir anlatım kazandırmış. Kayra, ekonomik arka planı, dönemin siyasi ve sosyolojik durumunu da betimleyerek kimilerine “sevimsiz” ya da zor gelebilecek bir konuyu berrak bir dille de anlatarak anlaşılır hale getirmiş. Cumhuriyet ekonomisi “Devletçilik: AltınYıllar”, “Karma Ekonomi: Doğrular Yanlışlar”, “Umutlar ve Tüketim Ekonomisi: Küreselleşme” olarak üç ana bölümde ele alınmış. Cumhuriyeti kuran kuşağın idealizmiyle başlayan kitap, Türkiye’nin tüketim ekonomisine geçişiyle son buluyor. Batı demokrasilerinin ekonomik doktrini olan liberalizmi kuruluş yıllarında temel alan Türkiye’de ekonomik durumun liberal bir politikaya uygun olmadığı kısa sürede anlaşılmıştır. Avrupa, geçirdiği farklı tarihi sürecin sonucunda liberal bir ekonomi politikası izlemeye uygun altyapıya sahipti. Avrupalı devletlerin özellikle izlediği merkantilist politikalar uzun yıllar boyunca, yabancı devletlerin ürünlerini iç pazarlarından uzak tutabilmelerini, böylece kendi yerli sanayilerini geliştirebilmelerini sağlamıştı. Osmanlı’da ise kapitülasyonlar ve geç gelen sanayileşme sonucu, Batı’da fabrikada günde yüzlerce üretilen ürün, Osmanlı pazarına az bir vergi ödeyerek girebiliyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’dan devraldığı bu mirasla liberal bir politika yürütülemeyeceği açıktı. Ülkenin iç şartlarının yanı sıra 1929 ekonomik buhranının piyasalara etkisi de Türkiye’nin böyle bir politika uygulamasını engellemekteydi. Son olarak, ekonomimizin karşılaştığı yerel sorunlar, yani gerekli sermaye, bilgi, teknoloji birikiminin olmaması nedeniyle de liberal politika, yerini kısa sürede devletçi bir politikaya bırakmıştır. Bunun üzerine devlet iç piyasayı desteklemeye, bireyler tarafından gerçekleştirilemeyecek çaptaki yatırımları bizzat kendisi yapmaya başladı. Yazarın “Altın Yıllar” olarak ele aldığı bu dönem, fabrikaların, okulların, demiryollarının kurulduğu, Cumhuriyet’in kendi insanını yetiştirdiği bir dönemdir. Kısacası, Atatürk döneminde ekilen tohumların hasat edildiği kısa bir kesittir “Altın Yıllar.’’ 1950 ile 1980 arasında yine nispeten devletin önderlik ettiği karma bir ekonomi sistemine ge-

çen Türkiye’de hedef, her şeye rağmen belliydi: Sanayileşme! Avrupa ile “Gümrük Birliği”ne girişimiz ise, sanayimiz açısından sonun başlangıcı demek oluyordu. Gümrük vergisi olmayınca Avrupa ülkelerine karşı iç piyasanın rekabet gücü çok sınırlıydı. Avrupa Gümrük Birliği Anlaşması bu açıdan bakıldığında ikinci bir “Balta Limanı Anlaşması” olarak görülebilir. “Altın Yıllar’’da kaldırılan Batı’nın ayrıcalıklarının, aradan geçen süre sonrasında peyderpey geri geldiğini görüyoruz. Ama henüz durum umutsuz değildir. Olumsuz gelişmelerin yanında, Kıbrıs’a asker çıkarabilecek nitelikte gemisi olmadığı için harekâtı ertelemek zorunda kalan Türkiye’nin aynı zamanda kendi savunma sanayisinin temelini attığı dönemdir bu yıllar. Amerika’nın Türkiye’ye dayatması olan “tarım-turizm” ekonomisi ısrarına rağmen doğrusuyla, yanlışıyla yapılan sanayileşme hamlelerini, serinin ikinci cildi olan “Karma Ekonomi’’de takip edebiliyoruz. Burada, tökezlese bile hedefe ilerleyen bir Türkiye betimleniyor. Kayra, serinin bu cildinde genel olarak Türk toplumunun bir gün sanayileşeceği umudunu anlatıyor. 1980’den 2013’e kadarki dönemi kapsayan son cilt, demir perdenin kalkmasıyla kurulan yeni dünya düzeninde Türkiye’nin çabalarını konu ediniyor. İki kısımda ele alınan bu ciltte ilk olarak Türkiye’nin küresel ekonominin parçası olması, daha sonra da tüketim ekonomisine geçişi anlatılmış. Bu dönemin karakteristiği, yazar tarafından sanayi üretiminin gerilemesi, elde edilen kazanımların kaybı olarak işlenmiş. Tüketim ekonomisine geçen Türkiye, fabrikaların özelleştirilmesi ve kapatılması, tüm sınai ve zirai kurumlarının yok edilmesi ile sanayi üretiminin kösteklendiği bir ülke haline gelmiştir. Ekonomik krizler, belirsizlik, piyasalarda dalgalanmalar ve yüksek oranda işsizlik, toplumun sırtında önemli bir yük olarak belirmiştir. Üretimle uğraşmak yerine dışarıdan ürünü hazır almak, daha az meşakkatli ve ucuz olmuş, Türkiye kâğıdı bile kendi fabrikasında üretmek yerine başka ülkelerden alır olmuştur. Cumhuriyet, bu zaman aralığında sanayi üretimi yerine turizm, komisyonculuk, üçüncü ülkeler üzerinden ithalat-ihracat yapan, yani büyük oranda dışa bağlı bir ülke konumundadır. Ülkenin bugünkü ekonomi politikasını kavramak açısından Türkiye’nin ekonomi tarihini incelemek önem taşıyor. Bunun için de Cahit Kayra’nın eseri önemli bir kaynak kitap olarak dikkati çekiyor.

www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap

“Cumhuriyet Ekonomisinin Öyküsü”, Cahit Kayra, Tarihçi Kitabevi, 3 cilt, 2014

www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Aralık 2014

DOĞAN CÜCELOĞLU:

Remzi’de En Çok Satanlar (Kasım 2014)

“Özgürlük, Kendi Öyküsünün Yazarı Olabilmekte”

1 Handan 2 Aldatmak 3 Paris’te Bir Türk 4 Kürk Mantolu Madonna 5 Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları 6 Bilinmeyen Adanın Öyküsü 7 Bu Roman O Kız Okusun Diye Yazıldı 8 Pembe ve Yusuf 9 Çılgın ve Özgür 1 0 Küçük Prens

Söyleşi: SELNUR AYSEVER

KİTAP (KURGU)

Ayşe Kulin, Everest Yayınları

Paulo Coelho, Can Yayınları

Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi Sabahattin Ali, YKY

Haruki Kurakami, Doğan Kitap

José Saramago, Kırmızı Kedi Yayınevi

Enver Aysever, Doğan Kitap

Hayatta tesadüflere inanırım. Tesadüflerin, düşünsel yolculuğumuzda bir işaret Canan Tan, Doğan Kitap olduğunu düşünürüm zaman zaman. Doğan Cüceloğlu’nun yeni kitabı “Gerçek Özgürlük” de bana bir işaret oldu. İnsan hayatında kimi yaş dönümleri vardır, değiHıfzı Topuz, Remzi Kitabevi şime, dönüşüme sebep olan… Tam da “Ben neler yaptım, neler yapmak istiyorum, Antoine de Saint-Exupéry, Mavibulut Yayıncılık nasıl bir yaşlılık hayal ediyorum?” soruları kurcalarken aklımı, başladım okumaya “Gerçek Özgürlük”ü. Kitap bitince ne oldu? Yeni sorularım var artık: hayatımı yazan KİTAP (KURGU-DIŞI) ben miyim? Ben “özgür” birey miyim? Kararlarımı “istek”lerime göre mi verdim yokMutlu Olma İhtimalimiz Sigmund Freud, Zeplin Kitap sa “benden beklenen”lere göre mi? Bu durum kafamı daha fazla karıştırmıyor. AkHuzurlu Olmak İstiyorsanız Ufak Şeyleri Dert Etmeyin sine, farkında olmamı sağlıyor. Kitabın amacı da bu. Hayatımızın farkına varmak! Richard Carlson, Koleksiyon Yayınları Selnur Aysever: Yakup Bey, “Seni dinleyen biriyle konuşmaya ihtiyacın var” diyor kafası karışık Timur’a. Biz, farkında olarak ya da olmayarak, kendi kendine konuşan bir toplum muyuz? Doğan Cüceloğlu: Her insanın içinde devam eden bir iç konuşma vardır. O iç konuşma bize kendi öykümüzü tekrarlar ve o öykünün içinde tutsak kalırız. Kendi öyküsünün hapishanesindeki insan, öyküsünün tutsağı olduğunun farkında değildir. O öykünün dışına çıkabilmek için, birinin bizi dinlemesi gerekir. Kitabın kahramanı Timur, genç bir üniversite öğrencisi ve henüz ne iç konuşmasından ne de tutsak olduğundan haberdar. Aslında tüm kitap onun farkına varış yolculuğunun bir öyküsü. Selnur Aysever: İnsan insana ilişki kavramını, mürşit-mürit ilişkisine göre biraz açar mısınız? Biz, kendimizden büyüklerle “eşit” duruma gelebilecek kadar hayatın farkında mıyız? Doğan Cüceloğlu: “Kendimizden büyük” nasıl tanımlanır? Bilgiyle mi? Deneyimle mi? Doğru sorular sorup gözlem yapabilmekle mi? Mürşit-mürit ilişkisi geliştirmez, sadece mevcudu aktarır. Mevcudu aktararak düşünür, bilim insanı, sanatkâr olunmaz. Çocuk doğuştan gözlemci ve sorgulayandır. O zeminden başlamak gerek. Kitap, emekli profesör Yakup Bey ile genç üniversite öğrencisi Timur’un ilişkisini yaşamı sorgulama ve keşfetme yolculuğunda “yoldaş” olarak tanımlamaya çalışıyor. Bu yoldaşlık onları sorgulama ve keşfetme sürecinde “akran” kılıyor. Böylece Timur’un zihnindeki hiyerarşik korku kültürünün öyküsünü bozmuş oluyor. Selnur Aysever: Timur, yaşamı özgürce kucaklamak istiyor. Ne demektir bu? Doğan Cüceloğlu: “Kültür robotu”, robot olduğunun farkına varınca artık arayış başlar. Bir robotun özgürlük arayışı olacağını düşünebilir misiniz? Bilimkurgu olarak önemli bir felsefi sorudur bu: robot kendi programlarının dışında bir kişiliğe sahip olabilir mi? Timur, içinde yetiştiği ortamın koşullandırmalarının ötesinde bir kişiliğe sahip olabilir mi? Yakup Bey o olasılığa işaret ediyor. Ve özgür bir insan olmanın tek yolu robotluğunun farkına varmak ve ona son vermek görünüyor.

Selnur Aysever: Gerçeklik ve güven duygusu önemli. Ancak insan genel olarak kaygı dolu. Bunu neye bağlıyorsunuz? Doğan Cüceloğlu: Belirsizlik kaygı getirir. Bilim aslında bu kaygıyı gidermek için sistematik soru sormanın sonucu oluşmuştur. Oluşumu binlerce yıl aldı ama doğan her bir çocuk o kaygı ve soru sormayla bilimin oluşumunu devam ettiriyor. İnsanın bulduğu her bir “belirginlik” önemli bir gelişim adımı oluyor. Belirginliğin getirdiği coşku ve güven bir başka soruyla yeni bir belirsizliğin, yeni bir kaygının ve o kaygı da yeni bir keşfin yolculuğunu başlatıyor. Çocuklar doğmaya devam ettiği sürece bu kendini, yaşamı ve evreni keşfediş dansı devam edip gidecek. Selnur Aysever: Kişi kendine gençken tanık olabilir mi? Ne demektir kişinin kendine tanıklığı? Doğan Cüceloğlu: Kendine tanıklık çocukken başlıyor ama bu tanıklığın farkına varılması ve önemsenmesi, içinde yetiştiği ortama göre değişiyor. Korku kültürü sadece otoritenin tanıklığını önemseyen bir yaşam düzeni oluşturur. Korku kültüründe yaşam, anlamını kişinin kendi tanıklığından almıyor. Özgün demokrasi kendi tanıklığını keşfetmiş insanlar topluluğunda gerçekleşebilir. Kişinin kendine tanıklığı demek kişinin kendi gözünde kendisi olarak var olması, önemli olması, değerli olması, güvenilir olması, etkin olması ve sevilmeye layık olması demektir. Kendi tanıklığının üç türü vardır: Sen bilinci tanıklığı: “Ben hesaba alınacak biri olarak var değilim, sen benim efendim ol, beni yönet.” Bu kişi kendi yaşamında yoktur. Ben bilinci tanıklığı: “Benden başka kimse hesaba alınacak varlık değildir.” Bu kişi kendi yaşamında kendisiyle doludur ve onun yaşamında başka kimseye yer yoktur. Biz bilinci tanıklığı: “Ben ve sen hesaba alınacak insanlarız. Ben seni ne kadar hesaba alırsam, kendim o kadar hesaba alınacak insan olurum.” Selnur Aysever: “Gerçek Özgürlük”, insanın hayata anlam katmasının önemi üzerinde duruyor. Anlamlı yaşam insanı “şahsiyet” haline getiriyor. İnsan sizce hayatına nasıl anlam katar? (Devamı sayfa 11)

1 2 3 Abim Deniz 4 Yol 5 Bir Nefeste Dünya Tarihi 6 Dört İstanbul 7 Rothschild Hanedanlığı 8 Bir Nefeste Dünya Mitolojisi 9 Hayat, Ciddiye Alınmayacak Kadar Önemlidir 1 0 İşte İslamın ve Türklüğün Katilleri Can Dündar, Can Yayınları

Metin Hara, Destek Yayınları

Emma Marriott, Maya Kitap Radi Dikici, Remzi Kitabevi

John Coleman, Destek Yayınları Mark Daniels, Maya Kitap Oscar Wilde, Zeplin Kitap

Sabahattin Önkibar, Kaynak Yayınları

www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.