Remzi Kitap Gazetesi / Ekim 2015

Page 1

Leylâ’lı Hikâyeler

Uyku

Steve Jobs Gibi Düşünmek

ŞEBNEM KADIOĞLU

HARUKI MURAKAMI

DANIEL SMITH

B

B

ir köpeğin duygu dolu hikâyesi... İnsanlar ile hayvanlar arasındaki sevgi bağının sandığımızdan daha derin olduğunun kanıtı. Kadıoğlu hayvan sevgisini anlattığı bu kitabında ülkemize ve topluma yönelik güçlü bir eleştiri de getiriyor. Dünya üzerinde nefes alan tek canlının biz olmadığını hatırlatıyor. Devamı sayfa 6

R

E

M

Z

İ

ir kadının hikâyesi üzerinden tüm kadınları uyandırmak isteyen bir metin elimizdeki. Belki de eş ya da oğul olarak karşımıza çıkan erkekleri de. Derin uykusundan uyandığında “bir adamın karısı ve bir çocuğun annesi” olmaktan çıkan kahramanımız bu “uykusuzluk” sayesinde günden güne güzelleşiyor. Devamı sayfa 7

K

İ

T

A

B

E

V

Ç

ağımızın en ilgi çekici “işadamı” figürlerinden biri Steve Jobs. Birçokları onun gibi olmak, dahice bir iş başarmak ve zengin olmak istiyor. Kitap da bunun formülünü sunmayı amaçlamış. Kapitalizmin kuralları içinde doğru ata oynamanın yolu nedir? Bu sorunun cevabı Steve Jobs’un kimliğinde yanıt buluyor adeta... Devamı sayfa 13

ARKA KAPAK KONUĞU

İ

SAYI 118 - EKİM 2015 - ÜCRETSİZDİR

Gülayşe Koçak

ÇAĞDAŞ SANATI OKUMAK

T

ürkiye’de çağdaş sanata olan ilgi son yıllarda hızla artmasına rağmen okurluk konusunda halen emekleme dönemindeyiz. Estetiğin kendisinden çok kavramsala, düşünceye, tarihe, arşive önem veren çağdaş sanatı metinler olmadan anlamak imkânsız. Geçen ay açılan 14’üncü İstanbul Bienali vesilesiyle İstanbul’da çağdaş sanat ortamı hareketlenmiş ve ilgi yönelmişken biz de yeni başlayanlar için bir okuma listesi hazırladık. Önce çağdaş sanat tarihine baktık. Postmodernist düşüncenin bir ürünü de olsa çağdaş sanat tarihiyle ilgili okumaları

Grey

Devamı sayfa 8-9

6

E.L. JAMES

Dünya’nın Tüm Dertleri MARCUS CHOWN

Büyücünün Diyarı LEV GROSSMAN

Gösteriş

10 10 12

CAROL DYHOUSE

Ağaçların Özel Hayatı ALEJANDRO ZAMBRA

14 15

Çocuk Kitapları ve Cinsiyet

3

modern sanat tarihiyle başlattık. Sonra çağdaş sanatın düşünsel temellerini oluşturan makalelere yer verdik. Bu sanatın en çok tartışılan iki alanı olan eserin sunumu ve gösterilişi ile piyasayla ilişkisi konularını ele aldık. Ve son olarak da tek tek eser okumaları yapmak ve yazmak isteyenler için öneriler sunduk. Çağdaş sanat ilk başta şoke etse de okudukça içine girilebilecek, anlaşılabilecek bir yapı. Çağdaş sanattan korkmayın!

7

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

Cümleten Bozukluklar

Oktay Akbal’a Veda

Halide Edip Adıvar’ın Mandacılığı

HAKAN BIÇAKCI “Yazarken; Yüreğimin Götürdüğü Yere Gitmem” “D

oğa Tarihi”, “Apartman Boşluğu”, “Boş Zaman”, “Karanlık Oda”, “Rüya Günlüğü”... Daha çok romanlarını okumaya alışkın olduğumuz Hakan Bıçakcı, yeni bir öykü kitabı yayımladı. İletişim Yayınları’ndan çıkan “Hikâyede Büyük Boşluklar Var”da bir araya getirdiği öykülerinde de, Hakan Bıçakcı’nın önceki eserlerinden alışkın olduğumuz o netameli atmosferle karşılaşıyoruz. Günlük hayatın içinden çıkan kâbuslar; etrafına kalın çizgiler çekerek güvenli hale getirdiğimizi düşündüğümüz –sıkıcı ama rahat– günlük hayatta basit ve ufak bir sızıntının peşinden sürüklediği gerilim... Ve adımlarını hep huzursuzca atan, yaşadıklarının rüya mı yoksa gerçek mi olduğunu bir noktadan sonra kaçıran kahramanlar... İlk olarak 2003 yılında yayımlanan “Rüya Günlüğü” romanındaki kahramanı şöyle bir serzenişte bulunuyordu örneğin: “Normal bilimsel yasalarla açıklanamayan

ve doğaüstü de görülemeyecek bir olay bu. Keşke doğaüstü bir olay olsaydı diye geçirdim içimden. En azından yaşadıklarımı ‘doğaüstü’ diyerek etiketler, onların ne normal ne de anormal oluşunun korkunç belirsizliği altında ezilmezdim.” “Hikâyede Büyük Boşluklar Var”daki kişilerin yaşadıkları da, Bıçakcı’nın önceki kahramanlarınınkinden farksız. Üstelik tüm bu “korkunç belirsizlikler” vapurda, metroda, Candy Crush oynarken metrobüste, köprü trafiğinde, bir taksinin arka koltuğunda, Kadıköy-Taksim dolmuşunda gerçekleşiyor...

“Yeni yayımlanan ‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’ sekizinci kitabın. Tür olarak baktığımızda ise ikinci öykü kitabın. Bir ara çokça tartışıldı türler arası geçişin ‘doğru’ olup olmadığı. Ama artık bu tartışmanın alevi sönmüş gibi. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2015

“Kültür Servisi” Yayında!

Pulbiber Dergisi Yayında Kadın sesinin yükseldiği, kadın yazarların ağırlıkta olduğu aylık kültür, sanat, hayat dergisi Pulbiber çıktı. Derginin ismi, Didem Madak’ın şiiri Pulbiber Mahallesi’nden ilham alınarak konmuş. Yayın Yönetmeni Deniz Durukan, “Onu anmak ve gönderme yapmak bizim için

önemliydi. Çünkü onun da dediği gibi ‘Bizim familya uçar, uçarıdır, uçacağız’” diyor. Durukan derginin yayın politikasının, sadece kadın sorunlarına eğilmekle sınırlı olmadığının altını çiziyor. Yazar kadrosunu oluştururken tanınmış, alanlarında yetkin olmakla beraber belli bir tavrı olan isimlere yer açtıklarını söyleyen Durukan, yeni kuşağa ya da ilk kez öyküsü, yazısı, çizimi çıkacak isimlere de kapıyı açık tuttuklarını belirtiyor. İlk sayıda dosya konusu kürtaj ve beden algısı üzerine olan dergide her sayı röportajlar da yer alacak.

Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ

elif.sahin@gmail.com

Miletoslu Filozoflar Bu Kitapta… Türkiye Felsefe Kurumu’nun hazırladığı “Anadolu’da Felsefeye Yolculuk” isimli dizinin üçüncü kitabı “Miletli Filozoflar Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes” yayımlandı. Kitap, “Miletli Filozoflar Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes” başlıklı sempozyumun bildirilerini bir araya getiriyor. Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı İoanna Kuçuradi, kitapta, Anadolu’da doğup büyümüş olmanın, bu topraklarda yaşamanın, çoğumuzun farkında olmadığı bir ayrıcalık olduğunun altını çiziyor. “Çünkü bu topraklarda dokuzon uygarlık –Urartu, Hitit, Frigya, Lidya, Troia, İonya, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı uygarlıkları– yeşermiş ve birbirini etkilemiştir,” diyen Kuçuradi, bu toprakların aynı zamanda felsefenin ve felsefi bilgiye dayanan bilgeliğin de kaynağını bulduğu belirtiyor…

Jale Sancak ile Edebiyat Atölyesi Gergedan Kitabevi, 2015-2016 atölye programlarına bir yenisini daha ekledi; Jale Sancak ile “Yaratıcı Okuma ve Yazıya Giriş Edebiyat Atölyesi”. Ekim ayında başlayacak olan ve yorum, bilgi, paylaşım esaslı bu atölyede, 10 hafta süre ile edebi metinleri farklı okuma yöntemleri, bir başka deyişle okur merkezli, yazar merkezli ve yapıt merkezli okuma biçimleri çalışılacak; metaforlu simgesel

metin çözümlemeleri yapılacak; öykü ve roman yazma teknikleri öğrenilecek. Atölye haftada bir gün yapılacak ve iki buçuk saat sürecek. İletişim için: 0216 350 27 66 / 0549 609 55 46

Fotoğraflarla Anadolu Mirası…

Üç boyutlu fotoğraflarla Anadolu kültür mirasına görsel bir şekilde tanıklık etmeye olanak sağlayan “Anadolu Mirası-Heritage of Anatolia”, Affectum Libris tarafından yayımlandı. Kitap, beş yıllık bir çalışma süreci sonunda Türkiye genelinde çok sayıda antik şehir ve kalıntıları benzersiz üç boyutlu fotoğraf tekniğiyle fotoğraflayan sanatçı Efe Işıldaksoy’un, Anadolu kültür mirasının çarpıcı bir keşfini sunan koleksiyonundan oluşuyor. Bu fotoğraf kitapta; Likya, Klasik Yunan, Pers, Helenistik, Roma, Bizans ve Osmanlı yerleşim özelliklerini yansıtan Efes, Bergama, Truva, Kapadokya, Nemrut Dağı gibi 56 antik mekânda anıtsal tapınak, devasa tiyatrolar, geniş şehir surları ve tahkimatı, halk evleri ve hamamları, kaya mezarları ve lahit, ayrıntılı heykeller, süslemeler ve yazıtların kalıntıları heyecan verici 3D efektle canlı bir şekilde algılayıp güçlü görsellerle mekânsal derinliği bulabilmek mümkün.

“Kültür Servisi” 1 Eylül’de yayına başladı. www.kulturservisi.com adresi üzerinden, internetten yayın yapacak olan site, “Türkiye’nin ilk kültür gazetesi” duyurusuyla yola koyuldu. Sitenin kurucusu ve yayın yönetmeni Aslı Uluşahin bu ifadeyi önemsediklerini belirtiyor: “Her gün kültür alanını etkileyecek gelişmeler yaşanıyor ve bu haberler mevcut yayın organlarında çok az yer bulabiliyor. Oysa kültürel gelişmeler bugün kadar yarın olacaklarla ilgili de önemli şeyler söylüyor ve biz, tümünü bir mecrada, bütünlüklü bir biçimde aktarmak, görünür kılmak istiyoruz”. Kültür Servisi, “haberlerin derlendiği bir yer” olmaktan çok, özel haberler üreten, geniş bakış sunan bir yayın olmayı hedefliyor. Uluşahin, görünür olanı derinlemesine incelemeyi/tartışmayı; görünmez olanı/üzerinde durulmayanı gözler önüne sermeyi; kültürel değerleri/ özneleri gündeme taşımayı amaçladıklarını ifade ediyor. Kültür Servisi, kültürü gerçek anlamıyla değerlendirmeye çalışan, sadece sanat dallarıyla değil, arkeoloji, mimari gibi alanlarla da yakından ilgilenen bir site/gazete. Ve gazetenin önemli başlıklarından biri de kitap. Yeni çıkan nitelikli yayınları özenli bir içerikle duyurmanın yanında, bu alanla ilgili tartışma ve sorunları da gazetede işlemek istediklerini söyleyen Uluşahin, “Bunu yaparken sadece Türkiye’ye değil –diğer başlıklarla olduğu gibi– dünyaya bakmaya çalışıyoruz” diyor.

“Edebiyat Nöbeti” Başladı! Edebiyatımıza Karadeniz’den yep­­ yeni bir soluk getirmeyi amaç­layan “Edebiyat Nöbeti” dergisi yayın hayatına başladı. Dergi Bafra’da, Cumhuriyet dönemi sonrasında çıkan ikinci edebiyat dergisi olması nedeniyle özel bir yere sahip. Hiçbir sanatsal etkinliğin yapılmadığı, edebiyat dergilerinin gelmediği, kültürel anlamda büyük bir çoraklığın yaşandığı bu ilçeden yayın hayatına merhaba diyen “Edebiyat Nöbeti”, kültür, edebiyat ve sanat dergisi olarak kapılarını bütün edebi türlere açıyor. Derginin Genel Yayın Yönetmeni Semrin Şahin, “Geçmişi bugüne taşımayı, unutulanı hatırlatmayı, kaybettiğimiz değerleri anmayı bir ilke edindiklerini” söylüyor. Okuma hazzının yanında okuyucuyu edebiyatın merkezine çekmeyi amaç edinen dergi, her sayısında edebiyatın usta bir ismini dosya sayfalarına konuk etmesi; sinema, tiyatro, fotoğraf, eleştiri, öykü, şiir gibi edebi türlerin hepsini bir arada sunmaya çalışmasıyla da dikkat çekiyor.

Remzi’de En Çok Satanlar (Eylül 2015) KİTAP (KURGU)

1 2 Konstantiniyye Oteli 3 Ci 4 Bir Kadının Hayatından 24 Saat 5 Trendeki Kız 6 Pi 7 Uyku 8 Küçük Prens 9 Kürk Mantolu Madonna 10 Paris’e Son Tren Fi

Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları Zülfü Livaneli, Doğan Kitap

Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınevi

Paula Hawkins, İthaki Yayınları

Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları

Haruki Murakami, Doğan Kitap

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi Sabahattin Ali, YKY

Michele Zackheim, Remzi Kitabevi

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 Günübirlik Hayatlar 2 Aksaray’da İnecek Var 3 Başarıya Götüren Aile 4 İyi Fotoğraflar Çekmek İçin Bu Kitabı Okuyun 5 Steve Jobs Gibi Düşünmek 6 Masal Terapi 7 Kelebeğin Hayat Sırları 8 Dün, Bugün, Yarın 9 Türklerin Tarihi 1 0 Bir Nefeste Dünya Tarihi Irvin D. Yalom, Pegasus Yayıncılık Ergün Poyraz, Bilgi Yayınevi

Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi Henry Carroll, Remzi Kitabevi

Daniel Smith, NTV Yayınları

Judith Malika Liberman, Doğan Novus

Nil Karaibrahimgil, Doğan Novus

Sophia Loren, Kırmızı Kedi Yayınevi İlber Ortaylı, Timaş Yayınları

Emma Marriott, Maya Yayıncılık

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Ekim 2015 Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Ekim 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Milenyum Serisi’ne Yeni Kitap Stieg Larsson’ın dünyada seksen milyon satan Milenyum Serisi kitaplarına, yazarının ölümünden sonra yeni bir kitap eklendi. “Ejderha Dövmeli Kız” kitabı ve sıradışı kadın kahramanı Lizbeth Salander’la edebiyat tarihinde kendine yer edinen serinin dördüncü kitabı “Örümcek

Ağındaki Kız” tüm dünyada eylül ayında okuyucularla buluştu. Larsson’ın hikâyesi deneyimli gazeteci/yazar David Lagencratz tarafından yazıldı. Geçmiş romanların devamı niteliğinde olan kitapta Lizbeth bu sefer ailesinin yanı sıra Amerika’nın en önemli kurumlarından Ulusal Güvenlik Ajansı’yla karşı karşıya kalıyor. Kaynak: David Crouch ve Emma Graham-Harrison, The Guardian, 26 Ağustos 2015

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Yazarlar Mülteci Çocuklar İçin El Ele

Pratchett Listeleri Zorluyor

Aralarında Patrick Ness, John Green, Jojo Moyes ve Gayle Forman gibi ünlü isimler de olan bir grup yazar, mülteci çocuklara yardım toplamak için kolları sıvadı. “Save the Children” (Çocukları Koruyalım) vakfı aracılığıyla Suriyeli mülteci çocuklarına yardım toplamak için bir kampanya başlatan Patrick Ness, twitter’dan kampanyasını duyurdu. Bağışlar 10 bin sterlini bulduğunda bir 10 bin sterlin de kendi bağışlayacağını açıkladı. 10 bin sterlin iki saat içinde toplandı ve “Aynı Yıldızın Altında” kitabının yazarı John Green, rakam 20 bin’e ulaştığında 10 bin sterlin daha bağışlayacağını duyurdu. Yardımlar bir anda çığ gibi büyüyüp 171 bine sterlini buldu. Jojo Moyes, Gayle Forman, Darek Landy ve Hank Green gibi yazarların desteğiyle de büyüyen kampanyaya üç bin dört yüzün üzerinde kişi destek verdi. En son destek ise yardımlar 195 bin’e ulaştığında son 50 bin sterlini kendisinin vereceğini açıklayan Louisa Young’dan geldi.

Mart ayında Alzheimer hastalığı yüzünden 66 yaşında hayata gözlerini yuman ünlü yazar Terry Pratchett’ın ölümünden sonra yayınlanan romanı, İngiltere ve dünya listelerine birinci sıradan girdi. Yazarın ünlü Diskdünya serisinin son romanı olan “The Shepherd’s Crown” (Çobanın Tacı) 27 Ağustos’ta satışa çıktı ve İngiltere’de üç gün içinde 52 bin kopya sattı. İkinci sıradaki rakibinin iki katı satışa ulaşan roman, Tiffany Aching adındaki genç bir cadının maceralarını anlatıyor. Eleştirmenlerden tam puan alan roman “Pratchett’a uygun bir veda” olarak değerlendiriliyor. Pratchett’ın kızı twitter’dan duyduğu memnuniyeti, “‘The Shepherd’s Crown’ı listelerde bir numara yaptığınız için teşekkürler. Eminim yukarılarda bir yerde babam kadehini size kaldırıyordur,” sözleriyle ifade etti.

Kaynak: Kat Brown, The Telegraph, 3 Eylül 2015

Rushdie’nin 1001 Gece Masalı Salman Rushdie’nin yedi yıl aradan sonra yayınlanan romanı “Two Years Eight Months and Twenty-Eight Nights” (İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gece) okuyucularıyla buluştu. “Bin Bir Gece Masalları”nın modern bir versiyonu olan roman, günümüz New York’unda geçiyor. Şehri yıkan bir fırtınadan sonra evrenin kuralları değişiyor ve dünyaya efsaneler ve büyü hâkim oluyor. Sekiz yüz yıllık sürgününden dönen bir cinin yarattığı dünyada bahçıvanlar gökyüzünde yürüyor, öfkeli bir kadının parmaklarından şimşekler çıkıyor ve bir çizgi roman karakteri ete kemiğe bürünüyor. Bildiğimiz dünya ise batıl inançlar ve mantık arasındaki çatışmanın içine düşüyor. Kaynak: NPR, 5 Eylül 2015

Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 3 Eylül 2015

Murakami Japonya’yı Karıştırdı Japonya’nın en ünlü yazarı Haruki Murakami’nin “Novelist as a Vocation” (Bir Meslek Olarak Yazarlık) kitabı daha çıkmadan Japon edebiyat çevrelerini karıştırdı. Kinokuniya adlı bir Japon kitabevi 10 Eylül’de satışa sunulacak kitabın ilk baskısını toplu halde Amazon’dan satın alınca ortalık karıştı. Yaklaşık 90 bin kopyayı daha kitap piyasaya sürülmeden satın alan şirket, böylece internet sitelerinin edebiyat dünyasında yarattığı sürdürülemez rekabet ortamına vurgu yapmak istediklerini belirtti. Mağazaların internet kitapçılarının yanında şansı olmadığını söyleyen şirketin, Amerika’da da olmak üzere toplam 66 dükkânı var. Şirket adına Japon “Asahi Shimbun” gazetesine konuşan bir yetkili, “Ülkedeki kitapçıların internet üzerinden satış yapan şirketlerle yarışmak ve geleneksel kitap pazarını canlandırmak için birlikte hareket etmesi gerektiğini” belirtti. Asahi Shimbun ve The Guardian haberlerini facebook sayfasından paylaşan Murakami ise konu hakkında yorum yapmaktan kaçındı. Kaynak: Nick Visser, The Huffington Post, 26 Ağustos 2015

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

Cümleten Bozukluklar Kısa bir animasyon film izledim internette. Adı: “El Empleo / The Employment.” Yönetmeni, Santiago ‘Bou’ Grasso. Çalar saatin insanı yataktan zıplatan alarm sesiyle başlıyor film. Çizgi karakter alabildiğine ifadesiz bir yüzle kalkıyor yataktan. Uyandığı andan itibaren çalıştığı holdinge gidene kadar geçtiği tüm aşamalara tanık oluyoruz. Buraya kadar sıradan bir hikâye gibi gelebilir. Ama yataktan kalktıktan sonra düğmesine bastığı abajurun bir insanın kafasına takılı olduğunu görünce bir gariplik hissediyoruz. Daha sonra adam insanların sırtı üzerinde duran bir masada kahvaltı yapıyor. Taksi durağından bir “insan” çevirip ona biniyor. Trafik direğinde yeşil ve kırmızı ışık görevini üstlenmiş iki insan asılı duruyor. Çizgi karakterin her adımında tanık oluyoruz ki, nesneler tarafından yapılması beklenen görevler insanlar tarafından yerine getiriliyor. Biz de giderek daha çok merak ediyoruz: Bizim adam ne iş yapıyor? Nihayet boş bir koridordayız. Karakter az ileride, bir ofise ait olduğu anlaşılan kapıya doğru ilerliyor. O kapıdan içeri gireceğini düşünüyoruz ama öyle olmuyor. Adam kravatını sıkıp, boylu boyunca uzanıyor yere; tam kapının önüne, paspasın durması gerektiği yere. Sonra bir başkası, mesaisine başlamak üzere kapıdan geçmeden önce bizim paspasa ayaklarını siliyor. Filmde en çok dikkatimi çeken insanların yüzlerinde hiçbir ifade olmamasıydı. “İfade edecek” bir şeyleri yoktu belki. “İfade etmeye” gerek duymuyorlardı ya da. Yüzümüzdeki manayı gerekli kılan şey nedir, diye sordum kendime. Duygu ya da düşünce yoksa anlam da yok. Dolayısıyla nesnenin ifadeye gereksinimi yok; varoluşunda bunun koşulu yok. Filmde görüyoruz ki nesneleşmiş özneler de zaman içinde ifadelerini yitiriyorlar. Nesneleşmek beraberinde kimlik yitimini getiriyor. Kimlik nedir peki? Bizi biz yapan şey nedir? Bizi özne yapan nedir diye de sorabilirim soruyu. İlk akla gelen yanıtlardan biri “eylemlerimiz” olsa gerek. Öyle ya bir cümlenin öznesi, yüklemin sorumlusudur. Özne, eylemi gerçekleştirendir. Özneyi çekip alırsanız cümle bozulur. Artık eylemin faili meçhuldür. İşte o yüzden kendi eyleminin sorumluluğunu üstlenmeyen özne artık yok hükmündedir. Ona en fazla “nesneleşmiş özne” diyebiliriz. Özne-nesne karşıtlığı üzerine düşününce aklıma Paulo Freire’nin “Ezilenlerin Pedagojisi” geliyor ister istemez. Yazar, egemen güçlerin insanı eğitirken “nesneleştirdiğinden” söz eder bu kitabında. İktidarın varoluşu gereği öznelere değil, nesnelere ihtiyacı olduğunu vurgular. O kitapta geçiyor muydu bilmiyorum ama bu nesneleştirme işlemini gerçekleştiren tüm iktidar aygıtlarının başvurduğu başlıca kavramlardan birinin “feda” olduğunu düşünüyorum. Özellikle çöküşe doğru gidildiği esnada şirketler çalışanlarından fedakârlık talep eder; ciro düşmüştür mesela ve o yıl zam yapılamayacaktır. Ekonomik kriz zamanlarında hükümetler vatandaşlarından fedakârlıkta bulunmalarını ister; kemerleri sıkma vaktidir. Savaş sırasında ordular askerlerinden gözlerini bile kırpmadan ölüme gitmelerini bekler; şehitlik fedakârlığın en yüksek mertebesidir. Örgütler mücadelenin keskinleştiği zamanlarda üyelerinden tartışmaları askıya almalarını, liderliğin kararlarına sorgusuz sualsiz itaat etmelerini talep eder. Fedakârlık sorgu sual kabul etmez. Oysa kişiyi özne yapan şey sorularıdır. Sabah ofisin kapısına paspas olarak yatan adam “Ben burada ne yapıyorum? Neden yapıyorum? Bu iş için neleri feda ediyorum? Karşılığında ne alıyorum?” diye sorduğu gün kravatını sıkmak yerine gevşetebilir. Hatta isterse arkasını dönüp gidebilir. Bu eyleminden de sorumlu olur. Onu üstlenir. Belki o zaman yüzü bir ifade de kazanır ve o ana dek ağzından tek kelime duymadığımız adam ilk kez kendi cümlesini kurar. Üstelik cümle bozuk da değildir.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2015

HAKAN BIÇAKCI:

“Yazarken; Yüreğimin Götürdüğü Yere Gitmem” Söyleşi: CEYHAN USANMAZ, Fotoğraf: UĞUR UÇAN (Baş tarafı sayfa 1’den)

Bir alışma mı söz konusu, yoksa zaten en baştan beri böyle bir tartışmanın ortaya çıkmış olması mı anlamsızdı? Özellikle de sınırların belirsizleştiği, hemen her şeyin birbiri içinde eridiği postmodern zamanlarda yaşadığımız düşünüldüğünde!” “Yaklaşık on sene önceki ilk söyleşilerde, ‘Roman mı öykü mü?’ sorusunu, ‘Kendimi daha çok romancı olarak görüyorum’ diye yanıtlıyordum. Şimdi o kadar emin değilim. ‘OT Dergi’nin ilk sayısından beri, yani iki seneden uzun bir süredir, her ay düzenli olarak öykü yazmak, öykü türü üzerine daha çok kafa yormak ve daha fazla emek harcamak bu sınırı belirsizleştirdi. Zaten de böyle olmalı. Temelde hikâye var. Hikâye bir kurgu mekanizmasından geçip diğer taraftan ya öykü olarak çıkıyor ya da roman. Postmodern zamanlarda disiplinler ve türler arasılık zirve yapmış durumda. Bu

karmaşadan sağlam örnekler de çıkıyor. Ancak bu durumdan tamamıyla hoşnut değilim. Bir yandan da her şeyin manasızlaştığı ve içinin boşaldığı zamanlardayız çünkü.”

“Öykülerinde ve romanlarında bir ortak paydadan rahatlıkla söz edebiliyoruz. Bütün kitaplarının merkezinde, günlük hayatın içinden çıkardığın kâbusların hikâyesini anlatıyorsun. Kahramanların da çoğunlukla kentliler... Yaşadığımız şehirlere baktığımızda, giderek daha distopik bir hayat içinde savrulduğumuzu fark ediyoruz; yakın zaman içerisinde pek de kurtulamayacağız gibi görünüyor bu distopik atmosferden.” “Aynı fikirdeyim. Ve gidişat konusunda epey karamsarım. Üstelik gündelik hayatın bu derece korkunçlaşmasıyla, bu konularda yazma isteği doğru orantılı değil benim açımdan. Gerçeküstü, fantastik, gerilim ve korku türlerine düşkün biri olarak gerçeğin bu türlere bu kadar yaklaşmasının bu konularda kalem oynatma isteğini köreltebileceğini de düşünüyorum. Okur da gazetede okuduğu dünyaya yaklaşan roman ve öyküleri ilginç bulmaz gibi

bu son kitabın ‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’da, epigraflardan başlayarak çok sayıda müzisyene, gruba, şarkıya göz kırpıyorsun.” “Hayatımda fazlasıyla yer kaplayan müzik, yazdıklarıma da sızıyor. Bu konuda kendimi frenliyorum bile aslında. Konu, ilginç müzik zevki paylaşımından ibaret sanılmasın diye. Aslında yer verdiğim müzikler doğrudan benim zevkimi yansıtmıyor. Duruma uygun bulduğum şarkılara yer veriyorum. Kendimi frenleme durumu da her geçen kitapta biraz daha azalıyor. Hayatımda bu kadar baskın bir rolü olan müziği neden yazdıklarımın dışına iteyim ki?”

“‘Apartman Boşluğu’ romanında bir müzisyeni anlatmıştın zaten, bir taraftan da ‘Karanlık Oda’ romanında bir fotoğrafçı çıkıyordu karşımıza, sen de bir süredir düzenli olarak ‘OT Dergi’de yazdığın öyküler için aynı zamanda çizimler de yapıyorsun... Edebiyat dışında, ileride, seni nerede görme imkânımız olabilir?”

“Edebiyatla ilgilenen çoğu insan gibi, edebiyat dışında yakınlık duyduğum sanat dalları var. Sinema, resim, illüstrasyon, fotoğraf, rock ve klasik müzik gibi... Yakınlık duymanın ötesinde bazılarıyla hobi aşamasın-

Temelde hikâye var. Hikâye bir kurgu mekanizmasından geçip diğer taraftan ya öykü olarak çıkıyor ya da roman. Postmodern zamanlarda disiplinler ve türler arasılık zirve yapmış durumda. Bu karmaşadan sağlam örnekler de çıkıyor. Ancak bu durumdan tamamiyle hoşnut değilim. Bir yandan da her şeyin manasızlaştığı ve içinin boşaldığı zamanlardayız çünkü. geliyor bana. Gerçi bir yandan da George Orwell’in ‘1984’ünün en çok okunduğu ülkelerdeniz. Oradaki ortama en çok benzeyen ülkelerden biri olduğumuz gibi.”

“Orwell’in ‘1984’ünden bahsetmişken; yazarlara aslında hep etkilendikleri diğer yazarlar veya kitaplar sorulur. Bu soruyu biraz değiştirme imkânım var; çünkü kitaplarında filmlere de sıklıkla atıfta bulunuyorsun. Hatta özellikle romanlarını okurken, zaman zaman bir Roman Polanski ya da Michael Haneke filmi izliyormuş gibi hissediyorum. En az edebiyat kadar sinemanın da hikâyelerine katkıda bulunduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım...”

“Roman Polanski ve Michael Haneke benzetmesi için teşekkür ederim ve ‘Aman efendim estağfurullah,’ demek isterim öncelikle. Evet, sinemayla en az edebiyat kadar ilgiliyim. Bu nedenle sinemanın üzerimdeki etkisi de en az edebiyat kadar olmalı. Atmosfer odaklı gerilim filmlerinin özel bir etkisi var yazdıklarımda. İzleyici olarak diğer türleri de seviyorum aslında ama yazarken referansım; anlatmadan gösteren, belirsizliklerle ilerleyen, hikâyesi atmosferinin geri planında kalan, olay akışı ile arka plan hikâyesi aynı doğrultuda seyir etmeyen, huzursuz ve ürpertici filmler.”

“Aynı şey müzik için de geçerli; hatta

da da olsa ilgileniyorum. Ancak sadece yazar olarak ortalıkta olmayı tercih ediyorum. ‘OT’a çizim yollama kararı için bile akla karayı seçmiştim. ‘Baak, hem yazıyorum hem de çiziyorum. İstersem gitar çalıp, resim sergisi açarım,’ diyormuşum gibi hissedeceğim diye. Ancak ‘OT’un editörü olan arkadaşımla konuşunca ikna oldum çizim yollamanın o kadar da sevimsiz bir durum olmayacağına. Kendini bilmek mi, tevazu mu, tutuculuk mu, demode bir tavır mı yoksa bu da ayrı bir kompleks türü mü bilmiyorum ama edebiyat dışı konularla ortaya çıkmak istemiyorum. ‘Komple sanatçılık’ta gözüm yok.”

“Ama ben yine de, sinemaya olan yakınlığın ve hikâyelerindeki sinematografik öğelerin yoğunluğunu düşününce, sinema alanında bir planın vardır diye düşünüyordum hep. Gerçi şu sıralar televizyon dizileri revaçta ama(!)”

“Doğru düşünüyormuşsun. Hatta yaklaşık bir yıldır bir film üzerinde çalışıyorum. Henüz taslak aşamasında ama. Bir yönetmenle birlikte senaryosunu yazıyoruz. Her şey yolunda giderse aynı yönetmen çekecek. Biraz gizemli oldu ama bu aşamada bu kadar anlatabiliyorum. Daha önce de senaryo çalışmalarım oldu. ‘Karanlık Oda’ romanımın uyarlamasını da yazmıştık bir başka yönetmenle. Ancak para pul, bütçe fon gibi engellerden dolayı rafta kaldı. Sinema, senaryo yazarı olarak hep ilgilenmek istediğim bir alan. Televizyon dizileri öyle değil. Televizyon böyle oldukça...”

“Kitapların için öne çıkan bir başka ortak özellik de ekonomik anlatımı tercih etmen... Bir önceki –2011’de yayımlanan– öykü kitabın ‘Ben Tek Siz


Ekim 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

Hepiniz’de, kitap yaklaşık 160 sayfa olmasına karşın neredeyse otuz öykünü bir araya getirmiştin; şimdi elimizdeki “Hikâyede Büyük Boşluklar Var” da 180 sayfa olmasına rağmen otuzu aşkın öykünü içeriyor...” “Evet, yazdığım öykülerin hemen hepsi kısa. Bu bir tercih ya da en azından karar değil. Bir tür istemsiz yönelim. Halbuki en sevdiğim öyküleri düşününce aklıma gelen örneklerin hemen hepsi uzun. Mesela; Italo Calvino’nun ‘İkiye Bölünen Vikont’, Dino Buzzati’nin ‘Yedi Kat’, Gogol’ün ‘Burun’, Robert Walser’in ‘Gezinti’, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Abdullah Efendi’nin Rüyaları’, Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’ öyküleri... Ama işte yazınca böyle kısa oluyor. Bunun nedeni de şu sanıyorum: Genellikle bir andan ve çoğunlukla tuhaf bir andan yola çıkıyorum. Bu sahnenin başı sonu kurularak oluşuyor anlatı. Hikâyenin çıkış noktası olan olay; metnin bazen başında yer alıyor, bazen ortasında, bazen de sonunda. Bu nedenle çok uzamıyor öyküler. Belki de öykünün odağını dağıtmamak konusunda fazla titiz davranıp kısa kesiyorum her seferinde.”

“Son zamanlarda da aslında böyle bir eğilim var gibi görünüyor. Kısa romanlarla, kısa öykülerle çokça karşılaşmaya başladık. Acaba sosyal medyanın bir etkisinden söz edebilir miyiz bu durum için? Genellikle görselliğin ön planda olduğu, metinlerin daha kısa tutulması gereken bir alan yaratmış durumda sanki twitter ve facebook gibi mecralar.”

“Kesinlikle etkisi var. İnci Sözlük’te uzun girişlerin hemen altına yazılan sloganlaşmış bir deyiş bile var bu konuda: ‘Kısa kes p*ç.’ Bu atmosfer hem okurları hem de yazarları etkiliyordur büyük ihtimalle. Ancak yazarken böyle hesaplara girmemek gerekir. Yani bu dönem şu uzunluk makbul diye düşünüp kafadaki anlatının ayarlarıyla oynamaktan bahsediyorum. Kriter kısa mı uzun mu değil, iyi mi kötü mü olmalı her zaman olduğu gibi. Dünya edebiyatı olağanüstü kısa roman örnekleriyle dolu ama uzun romanların yarattığı derinlik sarhoşluğunun da ayrı bir yeri olduğunu unutmamak gerekir. Örneğin Marcel Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’ romanını okumanın etkisi gerçekten başka türlü bir şey.”

“‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’da ‘Herkes Öykü Yazabilir’ başlıklı bir öykü de var. Gelişen teknoloji ve sosyal medyayla birlikte yazılanların kolaylıkla dolaşıma sokulabilmesi mümkün hale geldi. Bu ‘Kaos’tan bir düzen çıkacağını düşünenler de var elbette. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?”

“Metnin kurmacayı açık etmesi oyunlarını seviyorum ve bu kitapta birkaç yerde böyle denemeler var. ‘Herkes Öykü Yazabilir’ ise bu konuda iyice uç bir örnek. Öykünün ilk iki cümlesi şöyle mesela: ‘Öykünün ilk cümlesi önemliymiş. İkinci cümlesi değil mi?’ Yazdığı öykülerden memnun olmayan, yaratıcı yazarlık kursuna katılan, sonra yazdıklarından yine memnun olmayan bir gencin öyküsü. Öykü içinde öykü anlatmaya çalışan birini anlatan deneysel bir deneme… Kaos’tan düzen çıkması konusundaysa tam anlamıyla çelişkili düşüncelere sahibim. Bir yanım yayınevlerinin iktidarına karşı internetin demokratik, özgür ve sansürsüz zemininden yana. Diğer yanımsa bu özgür ortamı okuma zevkini gebertecek bir metin çöplüğü olarak görüp editöryel süzgecin hayat kurtaran öneminin farkında.”

“Başta dediğin gibi böylesi oyunlar var kitapta ama ‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’daki öykülerin tümünü ‘oyuncul’ öyküler olarak tanımlayamayız sanırım.”

“Evet, tümü için böyle bir yorum doğru olmaz. Tümü için ne diyebiliriz ondan da emin olamadım. Belki tek ortak nokta hikâyelerdeki büyük boşluklar. Bu nedenle kitaba öykülerden birinin ismi yerine bu adı vermeyi tercih ettim. Film eleştirisi yazılarında kullanılan bir klişedir ‘hikâyede büyük boşluklar var’ kalıbı.

Olay örgüsünün iyi kurulamadığına işaret eden olumsuz bir yargıdır. Bu cümleyi ödünç alıp içindeki ‘hikâye’ ve ‘boşluk’ kelimelerine başka yerden yaklaşmak istedim. Öykülerdeki bir başka ortaklık da, belirsizlik kaynaklı fantastik bir boyutla karşılaşmamız. Çoğu için geçerli bu durum. Tamamen gerçekçiden tamamen fantastiğe doğru bir yelpaze söz konusu. Kitabı oluşturan dört bölüm isminden ikisi olan ‘Nasıl Olur?’ ve ‘Ara Bölge’ de bu ton farkına işaret ediyor aslında.”

“Geçen yıl yayımlanan ‘Doğa Tarihi’ isimli romanında üzerinde bir hayli düşünülmüş bir dil kullanmaya özen gösterdiğin anlaşılıyordu; aynı şey ‘Hikâyede Büyük Boşluklar Var’ kitabındaki öykülerin için de geçerli. Ayrıca romanlarında ya da öykülerinde kurduğun yapı da kontrollü bir çalışmanın ürünü olduklarını açıkça belli ediyor; sayfanın ya da ekranın başına oturup ‘hikâye beni nereye götürürse’ anlayışında olduğunu sanmıyorum...”

“Ne kadar doğru. Yazarken asla yüreğimin götürdüğü yere gitmem. Zihnimin, aklımın, mantığımın götürdüğü yere gitmeye çalışırım. Yazacaklarımı önceden düşünüp her ayrıntısıyla tasarladıktan sonra başlarım yazmaya. Yazarken bazı değişiklikler ve sürpriz gelişmeler olur tabii ama ana hatlarıyla baştan bellidir her şey. Duygudan değil fikirden hareket etmeye çalışırım yani. Sonuçta yaratılan bir duygudur fakat çalışma aşamasında mantık duygulara ağır basmalıdır. Öbür türlü ‘iç dökme edebiyatı’ denen o korkunç manzara çıkabilir ortaya. Dolayısıyla her türlü ‘yürek/kalp’ söylemine karşıyım. Bu, edebiyat dışında da böyle. Dünya tarihindeki faşist hareketlere bakarsak hepsinin arkasında beyne değil kalbe, mantığa değil duygulara seslenen söylemler olduğunu görürüz. Akıl bireyin; duygu ise kitlenin, militarizmin, fedailiğin motorudur. Dil konusuna gelirsek. Atmosferin önemini konuşmuştuk. Bu atmosferi yaratan en önemli unsur da kullanılan dil. ‘Doğa Tarihi’nde mekanikleşmiş bir hayat anlatılıyordu; robot uyumluluğuyla hareket eden bir karakter vardı; rutinin boğuculuğu başroldeydi. Bu durum dile de yansımalı diye düşünmüştüm yazarken. Tekrar eden cümlelerle kurulmuş bir yapı denedim. Bir niyetim de şuydu. Aynı ya da benzer cümle sayfalar sonra tekrar okunduğunda farklı bir anlam yaratsın. Bunu ne kadar başarabildim bilmiyorum ama birkaç yerde, ‘Metinde çok fazla tekrar var,’ eleştirisine maruz

kaldım kaçınılmaz olarak. Metni daha akıcı veya daha süslü bir hale getirmek elimdeydi ama bunu özellikle tercih etmedim. Amacım hiçbir zaman ‘keyifli’ bir okuma sunmak olmadı. Rahatsız edici olmayı tercih ediyorum. Sıkı okur olan bir arkadaşım bu konu her açıldığında bana şöyle der: ‘Oğlum, insanları niye rahatsız ediyorsun?’ Yine aklıma geldi ve yine güldüm.”

“Kitaplarınla ilgili çıkan yazılara baktığımızda aslında çokça eleştiri alan bir yazar değilsin ama biraz önce dediğin gibi ‘metinde çok fazla tekrar var’ benzeri eleştiriler karşısında zaman zaman anlaşılamadığını ya da yanlış anlaşıldığını düşündüğün oldu mu?” “Oluyor tabii. Ama çok sık başıma gelen bir durum değil gerçekten de. Genel olarak anlaşıldığımı düşünüyorum. Bu konuda şanslı sayılırım. ‘Tekrar’ eleştirisi, takıntılı bir şekilde yeniden döndüğüm bazı temalar için de geçerli. Hak verdiğim de oluyor bu tip eleştirilere ancak baştan bunu göze alarak yazıyorum. Her kitapta bambaşka, yepyeni bir dünya vaadim yok. Bu takıntılı birkaç tema dışında, yazdıklarımın atmosferleri de birbirine benziyor. Arka plandaki hikâyeler ve bu anlatıların gündelik hayata göndermeleri farklılaşıyor bana sorarsanız. Artık sosyal medya sayesinde eleştirilere daha rahat ulaşılıyor. Bu güzel bir şey ancak şöyle bir sorun var; yazdıklarını eleştiren kişi, yazdığın her şeyi okumuş onun üzerine mi eleştiriyor yoksa sadece bir yerde yazından iki üç cümlelik bir alıntı hatta sadece fotoğrafını görmüş oradan yola çıkarak mı yazıyor bu kısım tamamen belirsiz. Bir de eleştirilerin birbiriyle çeliştiği oluyor bazen. Biri ‘İlk bölümü çok iyiydi ama son iki bölümde sıkıldım’ derken, başkası ‘İlk bölüm baydı ama sonrası çok iyi’ diyebiliyor. Bu durum çok doğal olmakla birlikte, eleştirileri dikkate almadan kafandakileri yazmam gerektiğini fısıldıyor bana.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2015

Grey’in Bakış Açısından Uzun yıllar televizyon sektöründe çalışan E. L. James, bir gün çocukluk hayallerinin peşinden gitmeye karar verdi ve yazmaya koyuldu. Böylece dünyayı sarsan, 52 dile çevrilerek 125 milyonu aşan bir satış rakamına ulaşan “Grinin Elli Tonu”, “Karanlığın Elli Tonu” ile “Özgürlüğün Elli Tonu” kitaplarına imza attı. Erotik romans türüne ait dizinin ilk kitabı “Grinin Elli Tonu” aynı adla sinemaya da uyarlandı ve gösterildiği her ülkede büyük yankı uyandırdı. Karizmatik iş adamı Christian Grey ile genç üniversite öğrencisi Anna’nın fırtınalı, sarsıcı ve tutku dolu ilişkileri üçüncü kitapta bir sona ulaşmış görünüyordu. Serinin hayranlarına müjde niteliğinde bir haberimiz var: E L James, yeni kitabı “Grey”le dünyanın dört bir yanında milyonlarca okuru kendine esir eden bu aşk hikâyesine, Christian’ın kendi ağzından; onun düşünceleri, duyguları ve hayalleriyle yepyeni bir bakış açısı getiriyor. Christian Grey her konuda kontrolü elinde tutmayı seviyor; dünyası düzenli, disiplinli ve bomboş - ta ki Anastasia Steele, biçimli bacakları ve birbirine girmiş uzun kahverengi saçlarıyla ofisine düşene kadar. Christian onu unutmaya çalışsa da anlayamadığı ve karşı koyamadığı bir duygu fırtınasına kapılıyor. Anastasia, Christian’ın “iş dünyasının züppe harika çocuğu” maskesinin altındaki buz gibi, yaralı kalbini görebiliyor. Bu efsanevi hikâyeyi bu kez Christian’dan dinliyoruz... “Grey”, E L James, Çev: İstem Erdener, 600 s., Doğan Kitap, 2015

Fransız Felsefesine Öznel Bir Bakış Yaşayan en ünlü felsefecilerden Alain Badiou’yu tanımak için felsefeyle haşır neşir olmanız şart değil. Gezi direnişinin ardından yaptığı bir konuşmasına Gezi’de yaşamını yitirenleri anarak başladığı ve ardından yaşananları değerlendirdiğini konuşmasını hatırlatsak, kim olduğunu çıkarırsınız. Türkçeleştirilen çalışmalarının sayısı her geçen gün artan Badiou, Metis Kitap tarafından basılan “Fransız Felsefesinin Macerası” kitabında yirminci yüzyılın ikinci yarısında öne çıkan Fransız filozof ve düşünürlerinin öznel denebilecek bir bilançosunu çıkarıyor. Alain Badiou, ansiklopedik bir düzenle istiflenmiş biyografiler ve özet bilgiler yerine, Sartre, Ricoeur, Althusser ve Lacan’dan Deleuze, Foucault ve Rancière’e bir dizi filozof üstüne derinlikli okumalar yapıyor. Odaklandığı dönemi ve okumalarının rotasını şöyle anlatıyor: “Fransız felsefesinin bu ânı, Alman düşüncesinin yeni bir şekilde sahiplenilmesi, yaratıcı bir bilim görüşü, siyasal bir radikallik, sanatta ve yaşamda yeni biçimlerin arayışı anlamına gelmiştir. Tüm bunlarda söz konusu olan, kavrama ilişkin yeni bir tertip, kavramın kendi dışıyla ilişkisinin değişmesi olmuştur. Felsefe varoluşla, düşünceyle, eylemle ve biçimlerin hareketiyle yeni bir ilişki önermek istemiştir.” “Fransız Felsefesinin Macerası”, Alain Badiou, Çev: P. Burcu Yalım, 176 s., Metis Kitap, 2015

Ah Şu Hayvanların Elimizden Çektiği! GÜN ZİLELİ

Ş

ebnem Kadıoğlu, esaslı bir gözlemci. Kedi ve köpek hikâyeleri üzerinden güzel bir toplumsal eleştiri kitabı çıkarmış. Elbette hikâyelerin merkezinde, Leylâ adlı köpek var. Tüm sevimliliğiyle, canlılığıyla. Ama kitap onun merakla okunan hikâyelerinden ibaret değil. Kitapta kediler, hatta zaman zaman başka canlılar da rol alıyor. Ve hikâyeler, yazarın veya arkadaşlarının çocukluğuna, gençlik günlerine uzanıp bugünlere kadar geliyor. İnsanın içini hayvan sevgisiyle taşıran hikâyeler bunlar ama aynı zamanda yürek burkuyor. Çünkü, hayvanlara ilişkin acıklı öykülerden de öte, insanlara ve içinde yaşadığımız topluma yönelik, gözlemlere dayanan eleştiriler sürüp gidiyor kitap boyunca. Okuyanı, hayvanlarla ve tüm canlılarla ilişkileri açısından kendine çekidüzen vermeye davet eden, taşı gediğine koyan eleştiriler bunlar. Üstelik, yazarın güçlü bir mizah içeren diliyle tatlandırılmış, yumuşatılmış, sevecen halleriyle. Bunu belirtiyorum ki, “eleştiri” sözcüğü sizi kitaptan uzaklaştırmasın; tam tersine. Yeri geliyor yazar, Leylâ’nın hikâyesinden bir ayva ağacının hikâyesine de atlayıveriyor. Çünkü bakışının merkezinde sadece kendi köpeği, kedisi ya da sadece kediler ve köpekler yok; tüm canlılar var. Ayva ağacının dalları yüzünden okula giden çocuğuna el sallamakta zorluk çeken “İclal Hanım”ın, bu ayva ağacını, çevreye çaktırmadan dibine tuz ruhu dökerek nasıl öldürdüğünü okuyoruz örneğin. Bir başka “hanım” ise, asırlık bir ağacı, sırf manzarayı kapattığı için yarısından kestirebiliyor. “…yaz-kış her sabah uyanır uyanmaz balkona koşmama neden olan o ağaçtı. Onlarca kuşa ev sahipliği yapardı.” (s. 66) İnsanların “manzarasını bozan” sadece ağaçlar değil, aynı zamanda köpekler ve kediler. Bazıları insan türünün dışındaki canlıların bu dünyadan silinip gitmesinin kendi sonları da olacağını akıllarının köşesinden bile geçirmeden çevreye nefret yayarlar. “Yanınızdaki hayvandan dolayı onaylamayan gözlerle bakanlar, şikâyet edenler çıkar. Karşıdan gelirken birden hoşnutsuz ifadeler takınanlar olur… ‘Aman aman çek köpeğini, yaklaştırma üstüme üstüme ayyyy, gibi kibar ifadelerle karşılaşabilirsiniz.” (s. 67-68) Ve bunun hemen ardından harika bir gözlem: “Zaten bazılarında ‘köpek bakacağına çocuk okut’ takıntısı var… Bunu söyleyenler Unicef’in gönüllü melekleri olsalar içim yanmayacak.” (s. 68) Yazar, irdelemelerini, sadece hayvan nefreti içinde olanlarla kısıtlamıyor, daha derine inip, kedi sever olup köpekten nefret edenleri, köpek sevip kedileri hor görenleri, cins köpeklere hayran olup sokak köpeklerini dışlayanları, sadece kendi kedi ya da köpeğini sevip diğer canlılara önem vermeyenleri de ele alıyor. “Yaz sıcağında kediler, bahçedeki çeşmeden damlayan suyu içmesin diye, çeşmenin ağzına poşet bağlayana bile rastladım.” (s. 71) Şebnem Kadıoğlu’nun hayvan ve insan davranışlarıyla ilgili kimi gözlemlerinin ise son derece yerinde olduğunu kendi deneyimlerimden hareketle rahatlıkla söyleyebilirim: “Leylâ’dan başka hiçbir köpek tarafından sevilmeyen bir ar-

gunzileli@hotmail.com kadaşım vardı. O kadar ki, en uysal köpekler bile onun yanında aslan kesilirdi. Sokaktakiler diş gösterir, uyuyan köpek o geçerken uyanır ve saldırır… O dehşete kapıldıkça, köpekler bunu negatif bir duygu olarak algılıyor ve ona saldırıyorlardı.” (s. 125) Ya, köpeklerin bebek ve çocuk “yediği” önyargısına sahip anne babaların fazlalığına ne demeli: “Uzaktan tasmalı bir köpeğin, sahibiyle birlikte sakin sakin yürüdüğünü gören anne, sanki bir uzay mekiği iniyormuş da onları uzayın derinliklerine kaçıracakmış gibi, küçük çocuğunun incecik kolunu koparma raddesinde çekerek korumaya alır… Böylece çocuk da köpek gördüğünde çığlıklar atarak sağa sola kaçışması gerektiğini birinci elden öğrenir.” (s. 166) Devamını ben getireyim. Büyükler, çocuklara köpek korkusu aşılar. Sonra da bu korkuyu kendi korkularını örtbas etmek için kullanırlar. Köpeklerden şikâyetin başlıca gerekçesi şudur: “Etrafta çoluk var çocuk var.” Yani aslında ona kalsa sorun yoktur da, somut olarak ortada olmayan çocuklar içindir bütün kaygısı! A tabii, köpek korkusunun gerekçesi olarak ileri sürülen, “küçükken beni köpek ısırmıştı da” başlıklı, herhalde dünyanın en yaygın hikâyesini de hatırlatmadan geçmeyelim. Şebnem Kadıoğlu, kedi köpek meselesinden hareketle eleştirilerini, Türkiye toplumunun sakat temizlik anlayışının ele alınmasına kadar genişletmiş: “… evde sürekli temizlik yapılır, ayakkabılar çıkar, iğrenç hayvanlar içeri sokulmaz... Evlerine bu kadar özen gösterip, üzerine oturmaktan çekindikleri koltuklarından sokağa çıkar çıkmaz bu insanlar izmarit, çiklet, pet şişe veya akla hayale gelmeyecek her türlü çöpü sokağa atmakta bir sakınca görmezler.” (s. 166) Şebnem Kadıoğlu, iyi bir gözlemci, başarılı bir yazar. Ancak, doğal olarak onun da bazı kusurları var. Birkaç küçük eleştiriyle bunları da belirteyim. Yazarın Leylâ’yı anlattığı hikâyelerde sürekli olarak yer alan, evde birlikte yaşadığı “hayalet” bir kişi var. Bu kişiden özellikle söz etmemesi dikkat çekici. Bunu bir gizem yaratmak istediği için yaptığını sanmıyorum. Belli ki bu kişiden söz etmek istememiş ya da o kişi kendisinin kitapta yer almasını istememiş. Ama bu kişinin var olduğundan haberdar olup da kimin nesi olduğu “gizli tutulduğunda” bu, okur açısından yanıtlanmamış bir soru olarak kalıyor. İkinci eleştirim şu: Yere düşürdüğü peçeleri silkeledikten sonra kullanmak isteyen garsona temizlik açısından takındığı katı tutum bu kadar duyarlı bir insan açısından şaşırtıcı. Londra’da bisikletle sandviç satıcılığı yaparken aceleden yolda sandviç arabasını devirmiştim. Sandviçleri toplarken çevredeki insanlar bana yardımcı olmuştu. Kimsenin de aklına, yere düşen bu sandviçleri satacak mısın, diye sormak gelmemişti. Ayrıca satmıştım da! Son olarak, Şimşek’i çalanların Çingene olduğunu vurgulamaya ne gerek vardı? Toplumun en fazla ötekileştirilmiş kesimidir Çingeneler. “Leylâ’lı Hikâyeler”, Şebnem Kadıoğlu, 200 s., Remzi Kitabevi, 2015


Ekim 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Kadının Uykusu ile Uyanışı YANKI ENKİ

E

debiyat bazı gerçekleri daha iyi anlatır. Yaşadığımız dünyanın, ülkenin, evin gerçekten ne kadar içinde olduğumuzu sorgulamamız, dışarıda bıraktığımızı sandıklarımızın aslında ne kadar yakında olduklarını fark etmemiz için hikâye sanatı gereklidir. Haruki Murakami, bu sanatı en iyi icra edenlerden biri. Bugüne kadar yazdığı eserleriyle gerçeklik algımızla oynamayı sevdiğini gösteren, bildiğimiz hikâyenin öteki tarafını anlatan, okurunu çelişkiye sürükleyen, bize başka bir dünyanın hayalini kurduran, gerekirse rüyasını ya da kâbusunu gördüren bir yazar. Yeni kitabı “Uyku” da, adından hareketle böyle bir beklenti doğuruyor. Daha okumadan büyülü gerçekçiliğin alanına girip çıkabileceğimizi, gerçek olana fantastik bir mercekten bakabileceğimizi hatırlatan bir eser. Kitabı bitirdiğimizde görüyoruz ki, Murakami bunu ustaca başarıyor; bizi müphem, karanlık, tekinsiz bir boşlukta, ama ağzına kadar dolu bir boşlukta bırakıyor. Bu boşluğun artçı sarsıntıları da eserin final perdesinin peşinden geliyor, çünkü Murakami, bizi çok güncel ve evrensel bir öyküyle baş başa bırakıyor. “Uyku”, lafı dolandırmadan söylemek gerekirse, bir kadının uyanışını anlatıyor. Kahramanımız ve aynı zamanda anlatıcımız olan otuz yaşındaki kadının adını bilmiyoruz. Çünkü o, erkek egemen aile yapısının evine, mutfağına hapsettiği; görev ve sorumluluklar yüklediği; ne zaman ne yapması gerektiğini ezberlemek zorunda kalan, adeta kurulmuş bir saat gibi mekanik bir şekilde yaşayan, özgürlüğünü ve bağımsızlığını ancak rüyalarında görebilecek, uyku halindeki kadınlardan sadece biri. Anlatıcımız, henüz öykünün başında zihin ile bedenin ayrılığından söz ediyor. Murakami, Batı felsefesinin köklerindeki meselelerden olan bu zihin-beden ikilemini, kadının içine sürüklendiği bir çelişki olarak anlatacağının sinyalini veriyor. Kendi içinde bölünen ve dönüşüm geçiren bir kadının öyküsünü kendi ağzından okumaya başlıyoruz böylece. Bedeniyle ataerkil aile yapısının bir enstrümanına dönüşen kadın kahramanımız, zihniyle özgür ve bağımsız yanını ortaya koymaya başlıyor. Kocasıyla ve çocuğuyla olan ilişkisi, bir uykusuzluk sorunu çekmesiyle eşzamanlı olarak değişmeye başlıyor. Artık uyuyamayan bir kadın olarak, daha doğrusu uykusundan uyanmış, aydınlanmaya başlamış bir birey olarak, ailedeki yerini, üzerine düşen görev ve sorumlulukları sorgulamaya yöneliyor. Uykusuzluk artık onun için bir sorun ya da hastalık olmaktan çıkıyor, bir lütfa dönüşüyor. Sıradan hayatı yavaş yavaş geride bırakıyor ve sadece bir kadın olarak, kendi bireysel tercihlerinin peşinden giderek yaşamaya başlıyor ve böylece hayatının kaybettiği anlamını yeniden bulmaya çalışıyor. Evlendikten sonra hayatında nelerin kaybolduğunu artan bir şiddetle fark ediyor ve evlilik öncesi hayatını yeniden inşa ediyor; eski zevklerine dönüyor. Saatler boyunca kitap okumak ya da çikolata yemek gibi uzun zamandır tatmadığı basit zevkleri hatırlıyor. Giderek sadece “bir adamın karısı, bir çocuğun annesi” olmaktan çıkıyor; içinde uzun zamandır bastırılmış bir şekilde yaşayan kadı-

yankienki@yahoo.com nı uyandırıyor. Gerçek kimliğine, kişiliğine geri dönüyor. Uykusuz olmasına rağmen günden güne güzelleşiyor, gençleşiyor, dinçleşiyor ve güçleniyor. Uykusuzluktan değil, uyanmış olmaktan bahsediyor artık. Uykusuzluk yaşadığını kocasından gizleyen kadın, önceleri bir yandan aile düzenini bozmamaya, ev işlerini aksatmamaya çalışıyor ama içinde uyanan kadının çığlığını da duymadan edemiyor. Adeta restore edilen bir yapı gibi, kendisini yeniden kurmaya başlıyor ve benliğinin uyandığını kabul ediyor. Hayatında yeni bir sayfa açıyor. Uykusuzluk çekiyor, ama deyim yerindeyse kocasını uyutuyor. Evde değişmekte olan bir kadın var, ama kocanın bundan hiç mi hiç haberi yok. O yüzden, Murakami’nin kitabına verdiği isim, kadının değil erkeğin “Uyku”su belki de. Sadece kocası değil, oğlu da payını alıyor bu uykudan. Onun da ileride yetişkin bir erkek olduğunda babasına benzeyeceğini, her evde, her mutfakta, her yatak odasında sürmekte olan erkek egemen düzenin bir parçası olacağını, bundan kaçamayacağını biliyor. İşte kitabın finalindeki karanlık da buradan ileri geliyor, çünkü uyanık kaldıkça, bu düzenin değişmesinin ne kadar zor olduğunu fark ediyor kahramanımız. Kendini evinde hissetmeyen bir kadının, benliğini yitireceğini, erkeğin gözünde belli görevler dışında bir anlam taşımayacağını biliyor. Öykünün müphem finali bizi sorularla baş başa bırakıyor. Tüm yaşananların bir rüya olup olmadığını düşündürüyor. Okurlara kalan ise, anlatılanların nereye kadar güzel bir rüya, nereden itibaren bir kâbus olduğunu ayırt etmek. Murakami’nin iyi mi yoksa kötü mü yaptığını tartışabileceğimiz tek bir konu var. Yazar, aslında 500 sayfalık bir roman olarak da tasarlanabilecek bir öykü anlatıyor. Kısa öykü şeklinde anlattığı için, fazlasıyla sade bir dil kullanıyor; olayları düz bir şekilde kurguluyor. Edebiyatın süslerinden, cambazlıklarından yararlanmak yerine meselesini göze batacak kadar bariz bir şekilde ele alıyor. Adeta bir bağımsız kadın manifestosu diyebileceğimiz, kılavuz bir metin ortaya koyuyor. Diğer yandan, üzerine ciltler hazırlanması mümkün olan bir konuyu kısacık bir öykünün içine sığdırmayı, basit bir dil kullanmasına rağmen edebiyat tadı vermeyi de başarıyor. Bu unsurların ağırlığı, okurdan okura göre değişebilir ve nihayetinde tercih meselesidir, ama bana kalırsa Murakami, çarpıcı bir eser olması adına kısa tutmuş bu öyküyü. Tek nefeste, ayraçsız bir okuma vaat eden bu kitap, uyuyan kadını kendine getirmeyi hedefliyor sanki. Kadına yönelik şiddeti, ama dışarıdan “görünmeyen” şiddeti göstermek; evin duvarları içine sinmiş benlik kaybını resmetmek; kadını uykusundan uyandırmak için çalan bir alarm… Sadece kadınlarla sınırlı bir çağrı değil bu, tıpkı eserdeki gibi, hâlâ uykuda olan erkeklerin, babaların ve kocaların da cevap vermesi beklenen bir çağrı. “Uyku”, Haruki Murakami, Çev: Hüseyin Can Erkin, 90 s., Doğan Kitap, 2015

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Oktay Akbal’a Veda Kirli ağustos devam ediyor. “Türk Dili” dergisi yönetmeni, ‘Perşembe’ toplantılarının ‘amiral’i Ahmet Miskioğlu sonsuzluğa doğru yola çıktı. Ardından da ilkgençliğimin heyecanı, ustam, ustaların da ustası Oktay Akbal… “Suçumuz İnsan Olmak” ve “Bizans Definesi”dir ilk okuduğum yapıtları. Roman ve öyküler… Ve elbette 15 günde bir Trabzon’da 24 Şubat Kitabevi’nin vitrininde görür görmez edindiğim “Varlık” dergisindeki yazılar. Özellikle de ‘Günlerde’ başlıklı günceler. Hikâyelerine “öykücük” dedi Oktay Akbal. Kısa olmalarının yanı sıra yaşanmışlıklarla örülü oldukları için. Örneğin insan olmanın erdemine tanık olursunuz onun yapıtlarında. “Bizans Definesi” adlı öyküde İstanbul’un gizemlerine ulaşmak için düşler kurarsınız. Bir çocuğun gözüyle serüvenler içinde Saraçhane’nin ara sokaklarında dalarsınız. Bizans’ın definesine ulaşmanız olanaksızdır. Burada çaba ulaşma aşkıdır en çok. Öykü bu duyarlığı işlemektedir. *** YAZKO için hazırladığı bir kitabı (“Ölümsüz Oyun”) teslim almak için gitmiştim Cumhuriyet’teki odasına. Nereden baksanız 1930’ların 40’ların beğenisiyle döşenmiş bir oda. Raflarda gelişi güzel kitaplar. Belli ki eve götüremedikleri… Yazarlar katındaydı odası. Hasan Nadi’nin sert bakışlarını geçebilirseniz... Sağda hep gülümseyen Sami Karaören’e bir selam verirsiniz ve bitişik odada Oktay Bey’i bulursunuz gazeteye gelmişse… Ardından Ali Sirmen, bitişiğinde yan yana Hasan Cemal ile İlhan Selçuk ve son durak Nadir Nadi… Sami Bey’in odasının önünde sekreter olur çoğu zaman. Orada konuklar bekler. Bazen Burhan Arpad’ı orada görürdüm bir put gibi kıpırdamadan dururdu. Belli ki Sami Bey’le pek arası yoktu. Melih Cevdet de belki bu nedenle yukarı kata çıkmaz Aydın Emeç’in odasına takılırdı. Neyse bunları ilk elden yazanlar çıkacaktır. *** Oktay Akbal hayranlığım hiç eksilmedi. Günlük yazılarının müptelası oldum. O kadar ki ilk kitabımın en önemli yazısı Akbal üstünedir: ‘Bir Coşkudur Akbal’ı Okumak…’ “Bir edebiyat dostu olan, edebiyatı neredeyse varoluş gerekçesi olarak gören Oktay Akbal’ın birbirinden ilgi çekici denemeleri edebiyat dünyasına sunuldu. “Yazmak.. Çalıştığı gazeteye günlük köşe yazıları yetiştirmek… Okuduğu her şey üstüne notlar almak… Özel olarak bir ‘tanıklık’ sorumluluğu ile sürdürmek okurlara karşı görevini… Bütün bunlar, bir yazar için yaşamanın ‘anlamı” oluyor. Yaşam da ‘yazmak’sız düşünülemiyor. “ Daha ne diyeyim. Her şeyi anlatmıyor mu? Ama Selim İleri’nin onun ölümünün ardından kaleme aldığı duyarlı yazılarını da anmak isterim. Tam bir değerbilirlik örneği… *** Elbette Akyaka’ya gidince seyrek de olsa telefonla konuştuk. Çoğu zaman Ayla Abla’yla. Ama İstanbul’daki evine Enver Aysever’le gittiğimiz günü unutmam olanaksız. Remzi Kitap Gazetesi yeni çıkmaya başlamış. Ona “sana genç bir arkadaşı getirmek istiyorum” deyince evini tarif etti hemen. Ben de ilk kez gidiyordum. Emektar daktilosu bir tarafta, kitaplar yığınla bir tarafta… O gün epey söyleştik. Fotograf çektiremedik sanıyorum. Yanarım… Eklenecek çok şey var ama Attilâ İlhan’dan ödünç alarak söyleyeyim: ‘Artık kalbimi susturamıyorum!’ Öneri:

“Tekne Kazıntısı”, Mustafa Öneş-Tülay Ferah, Şiir, Mustafa Öneş’in çizimleriyle, 72 s., Pia Yayınları, 2013


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2015

KÜLTİGİN KAĞAN AKBULUT kultigin.akbulut@gmail.com

B

Çağdaş Sanatın Tarihi var mıdır? Önce tarihinden başlayalım. Post-modern düşüncenin bir ürünü olan çağdaş sanatın tarihini ele alırken modern sanatın tarihinden başlamamız gerekir. Akademisyen ve sanat eleştirmeni Ahu Antmen’in kaleme aldığı “20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar” kitabı, temelde sanat öğrencilerine yönelik yazılmış olmasına rağmen, akademik literatürü genel okuyucunun anlayacağı bir dille aktaran bir ilk okuma olarak not edilebilir. İzlenimcilerle başlayan kitap, çağdaş sanatın bugünkü elementleri olan kavramsal sanata, ‘fluxus’a, performans sanatına ve ‘yeni kavramsalcılık’a uzanıyor. Yazar her bölüm içinde akımın doğuşu ve sanatçıların ilişkisini anlatıp bölüm sonunda sanatçıların konuyla ilgili yazılarından ya da röportajlarından uzun alıntılarla akımın kaynaklarına eğiliyor. Türkiye’de Batı sanatına dair akademik eğitim verilmesine rağmen Batı sanatının temel metinlerinin eksikliğinden yola çıkarak hareket eden Ahu Antmen, sadece öğrencilere yönelik değil bütün okur kesimlerine yönelik bir kitap hazırlamış oluyor. Maalesef bu tarz telifli (yani Türkiye’den bir yazarın ve yayıncının hazırladığı) sanat kitaplarında kullanım hakları nedeniyle görsel malzeme az oluyor. Ancak şu internet çağında bunu sorun etmeyip kitabı önerebilirim. Türkiye’den bir yazarın hazırladığı kitaplardaki olumlu yön ise hitap ettiği okuyucunun bu alandaki bilgisini ve algısını bildiği için ona uygun yazması oluyor. Antmen de Türkçe okur için rahat okunabilecek bir metin ortaya çıkarmış. “Modern Sanatın 150 Yıllık Şaşırtıcı, Sarsıcı, Kimi Zaman da Tuhaf Hikayesi” alt başlığıyla çı-

u yıl 14’üncüsü gerçekleştirilen İstanbul Bienali çağdaş sanat dünyasını hareketlendirdi. ARTINTERNATIONAL Sanat Fuarı, galerilerin ve sanat kurumlarının açtığı irili ufaklı sergiler derken yoğun bir program oluştu. Türkiye’deki izleyici açısından İstanbul Bienali çağdaş sanat dünyasının en çok ilgi çeken, daha doğrusu dik-

katleri çağdaş sanata yönelten etkinliği konumuna geldi. Biz de bu vesileyle çağdaş sanat kitaplarına eğiliyoruz. Nedir bu çağdaş sanat, tarihinde neler vardır ve nasıl okunur? Yakın zamana kadar çağdaş sanat alanındaki kitaplar genelde küçük ve alana özgü çalışan sanatçı-yayıncıların kitaplarından ibaretti. Ancak ilgi arttıkça hem büyük yayınevleri bu alanda kitap çıkarmaya başladı, hem de halihazırda çıkaranlar yoğunluklarını artırdı.

kan Will Gompertz imzalı “Pardon Neye Bakmıştınız?” akademik değil de daha rahat bir dille hazırlanmış bir kitap okumak isteyenler için biçilmiş kaftan.. Dünyanın en önemli çağdaş sanat mekânlarından Tate’te yöneticilik yapmış, BBC, The Times, Guardian gibi birçok yayında çalışmaları yayınlanmış Will Gompertz, “sanatın karşısında donakalmak yerine sanatın bir parçası olabilmemizi sağlayacak şekilde modern sanatı açıklamak için” bir stand-up şovu yaptıktan sonra bu kitaba girişmiş. Kitabın en kıymetli yönü sanat tarihi kitaplarının dilini altüst etmesi ve yepyeni bir dil yaratması. Çağdaş sanat; heykel, resim, müzik, video gibi birçok formatı yıkıp yeniden yaratmış bir sanat biçimi. Gompertz’in kitabı da bu yıkıcılık ve yeniden yapımı örnek alıyor. Bölümlerde sanatçıların hayali konuşmalarından, analitik incelemelere ve deneme tadında yorumlara kadar birçok formatı iç içe geçiriyor. Gompertz’in kitabı Antmen’in kitabının tersine Duchamp’ın 1917 tarihli Çeşme (Fountain) işiyle başlıyor. Çağdaş sanata dair ilk sansasyonel işlerden Çeşme ile başlamak kitabın sınırlarını çizmemize yardımcı oluyor. Sonrasında ise başa sarıp “çoğumuzun kendimizden emin ve huzurlu bir şekilde yaklaşabildiğimiz tek modern ‘izm’dir” dediği Empres-

yonizme dönüyoruz. Oradan da yazar “Hepimizin Babası” Cezanne, Kübizm, Bauhaus, Dadaizm, Sürrealizm, Pop Art, Kavramsalcılık ve Postmodernizm’den “Günümüzde Sanat” bölümüyle de son 20 yılın tartışmalarına eğiliyor. Gompertz kitabına temel çerçeve olarak Sovyetlerin yıkılması sonrasında yaşanan küreselleşme ve finansallaşma sorununu temel alıyor. Bu açıdan kitabın sağlam bir düşünsel yapı üzerine inşa edildiğini ve kitabın içindeki birçok tartışmanın bu noktadan yapıldığını görmek gerek. Kitapla hediye edilen Londra metrosundan esinlenilmiş 1870’ten günümüze sanata odaklanan sanat haritası ise arşivlik bir çalışma. Ali Artun ve Nursun Örge’nin yayına hazırladığı “Çağdaş Sanat Nedir?” kitabı ise alanındaki temel metinleri bir araya getiriyor. Tarihsel anlatıma sahip ilk iki kitabın başlattığı tartışmaları da derinleştiriyor. “Şimdilik ‘çağdaş sanat’ın, modern sanatın sonuna işaret eden bir kavram olduğu üzerinde uzlaşılmış gibi. Bir de bu kavramın, şimdiki zamanda olup biten bir hadise yerine, bir döneme karşılık geldiği ve bu dönemin


Ekim 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

de küresellik olduğu konularında herkes hemfikir,” tespiti yapılan kitapta çağdaş sanatın üzerine inşa edildiği faktörler finans ve iletişim olarak ele alınıyor. “Çağdaş döneminde sanat, iletişime ve finansa evrilerek modernizme ve avangarda son veriyor; hatta modernizmin pastişi olarak tanımlanan postmodernizme de.” Giorgio Agamben, Hito Steyerl, Cuauhtemoc Medina gibi halen çağdaş sanat üzerine kalem oynatan yazar ve sanatçıların metinlerinden oluşan kitap, çağdaş sanatın inşa edildiği küreselleşme, demokrasi gibi kavramları da gündeme alarak tartışmaları derinleştiriyor. Cuauhtémoc Medina’nın çağdaşlık, küreselleşme ve sol düşünce üzerine hazırladığı “Çağdaş Sanat: 11 Tez” makalesiyle başlayan kitapta Felsefeci Giorgio Agamben “Çağdaş Nedir?” makalesiyle birçok çağdaş sanatçının üzerine düşündüğü konuları ele alıyor. Hito Steyerl ise çağdaş sanatı post-demokrasi süreci üzerinden irdeliyor. Kitabın en uzun bölümünün yazarı Octavian Esanu ise Soros Çağdaş Sanat Merkezleri üzerinden çağdaş sanatta kurumsallaşma ve örgütlenme modellerini inceliyor, Sovyet sonrası dönemde çağdaş sanatın geçirdiği ekonomik ve sosyal dönüşümleri ele alıyor. Çağdaş Sanatı Nasıl Görürüz, Nasıl Satın Alırız? Gelelim spesifikleşmiş tartışmalara. Çağdaş sanata dair en büyük tartışmalar sermayeyle ilişkisi ve sunuluş meselesi üzerinden ilerliyor. ‘İş’in sunuluş biçimi, hangi koşullarda sergilendiği, nasıl bir ekonomik dolaşıma girdiği konularını tartışmadan çağdaş sanat üzerine düşünmek imkânsız. Brian O’Doherty imzalı “Beyaz Küpün İçinde, Galeri Mekânının İdeolojisi” isimli kitap, modern ve çağdaş sanatın sunuluş biçimine dair temel metinlerden biri. 1970’li yıllarda ArtForum dergisinde yayımlanan makalelerinde O’Doherty hem dönemin galericilik pratiklerini yapısöküme uğratmış, hem de galeri mekânı üzerine derdi olan ve mekândan taşmak isteyen birçok sanatçının da önünü açmıştır. “Modernizmin tarihi, o mekânın tarihiyle adeta iç içedir; hatta öyle ki modern sanatın tarihini o mekândaki değişimlerle, o değişimleri nasıl algıladığımızla ilişkilendirerek okumak mümkün görünmektedir,” diyen yazarın temel görüşü şu: “Biraz kilise kutsaliyeti, biraz mahkeme salonu resmiyeti, biraz deney laboratuvarı gizemiyle şık bir tasarım buluştuğunda, benzersiz bir estetik mekân ortaya çıkar.” Yazara göre “Bu mekândaki güç algısı o kadar yoğundur ki yapıtları mekânın dışına çıkarmak onları yeniden seküler bir statüye dönüştürebilir.” O’Doherty kitap boyunca sanat eserlerinin gösterilme biçimlerini, seyircinin gözüyle ilişkisini, içerik ile mekânın örtüştüğü ya da birbirini yediği örnekleri göstergeler üzerinden okuyor. Ahu Antmen’in, kitabın tarihi ve yarattığı tartışmaları özetleyen Önsöz’ü ise kitaba daha geniş bir perspektiften bakmamıza olanak sağlıyor. Çağdaş sanata dair en sansasyonel tartışmalar piyasa üzerine yapılıyor. Sovyetlerin yıkılması ve kamusal kaynakların belli ellerde toplan-

masıyla güçlenen yeni zengin sınıfın en önemli yatırım araçlarından biri haline gelen çağdaş sanatın piyasayla ilişkisini incelemeden sanatın kendisini incelemek neredeyse imkânsız hale geldi. Michael Hutter imzalı “Paha Biçilemez - Kültür, Ekonomi ve Sanatta Değer Kavramı” kitabı sanatta piyasalaşma meselesini farklı sanat dalları üzerinden bilimsel araştırmalarla inceliyor. Michael Hunter imzalı “Ekonomik Değerden Sanatsal Değer Yaratmak: Değişen Girdi Fiyatları ve Sanat” makalesi sanat eserlerinin üretim maliyetleri ile piyasa fiyatı arasındaki ilişkiyi ele alıyor. Arthur C. Brooks imzalı “Karşı Sanatın Kamusal Değeri: Sansasyon Sergisi” makalesi şu an dünya sanatının en pahalı sanatçılarının ilk kez sergilendiği Sansasyon sergisi sonrasında oluşan finansal yapıyı analiz ediyor. İletişim Yayınlarının Sanat Hayat dizisinden çıkan “Sanat A.Ş.” (Julian Stallabrass) ve “Kültürün Özelleştirilmesi: 1980’ler Sonrasında Şirketlerin Sanata Müdahalesi” (Chin-tao Wu) kitapları sanat piyasası alanında en çok okunan ve tartışılan eleştirel metinleri oluşturuyor. İki kitap da yeni siyasi ve ekonomik yapılanmaların çağdaş sanat ve fuarlar, bienaller, şirket koleksiyonları, müzeler gibi aktörler üzerinden sunuluş biçiminin nasıl değiştirildiği ele alınıyor. Son on yıldır Türkiye’de de görmeye başladığımız sermaye-çağdaş sanat işbirliğindeki kurumları dünyadaki örnekler üzerinden analiz ediyor. Sarah Thornton’un kaleme aldığı “Sanat Dünyasında Yedi Gün” ise çağdaş sanatın bugününe dair modern bir etnografi çalışması. Müzayede evi, akademi, fuar, ödüller, yayıncılık gibi alanlar üzerinden bir panorama sunuyor. Sosyologlar alan araştırmalarında genelde kendilerini etrafı gözlemleyen “duvardaki sinek” metaforuyla açıklarlar, ancak Thornton bazen sırnaşan, bazen de kaçan, uzaklaşan bir kedi olarak araştırma yaptığını belirtiyor. Yazar, kitap boyunca bazen önceden ayarlanmış, derinlikli röportajlar yapıyor, bazen de ayaküstü konuşmalar gerçekleştiriyor; bazen fuarda iş bakan koleksiyonerlerin sohbetlerinin arasına karışıyor, bazense küçük bir kız çocuğunun eser karşısındaki tepkisini kitaba dahil ediyor. Peki, Ne Anlatıyor Bu İş? Gelelim önümüze gelen bir işi nasıl okuyacağımıza. Çağdaş sanat tarihi ve teorisi üzerine bunca okumayı yapıp yine de bir iş karşısında ne yapacağımızı, işi nasıl okuyacağımızı bilememek olası. Çağdaş sanat işleri (eser yerine iş denilmesinden de görüleceği üzere) farklı parametreler hesaba katılarak analiz ediliyor. Michael Wilson imzalı “Çağdaş Sanat Nasıl Okunur? 21. Yüzyıl Sanatını Yaşamak” kitabı böyle bir çözümleme için ideal bir kitap. Alfabetik sırayla sanatçıların listelendiği kitap her

sayfada bir sanatçının kariyerine ve birkaç işine odaklanıyor. Bahsedilen işlerin görselleriyle de desteklenen kitap, nasıl yorumlayacağız bu işi diyenler için yol gösterici olabilir. Kitapta, Marina Abramovic, Takashi Murakami, Şirin Neşat gibi tanınmış sanatçılardan adı az duyulan ancak dönemine damga vurmuş birçok sanatçıya yer veriliyor. İşi daha da ileri götürüp çağdaş sanat üzerine kalem oynatmak isteyenler içinse Terry Barrett imzalı “Sanatı Eleştirmek (Günceli Anlamak)” çağdaş sanat eleştirini örneklerle açıklıyor. Tipik bir ders kitabı formatında ilerleyen kitap sanat eleştirisinin tarihiyle başlıyor ve kuram, betimleme ve yorumlama pratikleri üzerine tartışmalar açıyor. Eleştiri kuramlarından yazı formatlarına kadar birçok alana değinen kitap, eleştiri örnekleriyle de destekleniyor.

Çağdaş Sanat Tartışmaları Ali Artun yönetiminde hazırlanan İletişim Yayınlarının Sanat Hayat dizisi modern ve çağdaş sanata dair en tartışmalı metinleri bir araya getiren ve konuyla akademik düzeyde ilgilenen herkesin dikkatini çeken bir dizi. Onuncu yılını dolduran ve 34 kitaba ulaşan dizi halihazırda çağdaş sanata ilgi gösteren kitlenin başucu kitaplarını barındırıyor. Eleştirel yaklaşım eksikliği göz önüne alındığında daha çok okurun bu diziye dikkatini çekmek gerekiyor. Müzecilik, mimari, kültür politikaları, modernleşme gibi farklı disiplinleri tek bir bakış altında toplayan dizi çağdaş sanat tartışmalarını derinleştiriyor. Sanat tarihine dair klasik metinlerle akademik metinleri bir potada eriten dizi sadece sanat meraklılarının değil kültüre, sanat politikalarına, modernleşmeye dair söz söyleyen herkes için önemli bir kaynak. George Simmel’in “Modern Kültürde Çatışma”, Peter Bürger’in “Avangard Kuramı”, Charles Baudelaire’in “Modern Hayatın Ressamı” gibi klasiklerle yayına başlayan dizide bugün “Direniş ve Estetik”, “Sanat Emeği”, “Çağdaş Sanat ve Kültüralizm” gibi güncel tartışmalara dair örnekler yer alıyor.

Sanatçı Odaklı Bir Dizi Yapı Kredi Yayınları tarafından René Block editörlüğünde, Melih Fereli danışmanlığında hazırlanan “Türkiye’de Çağdaş Sanat” monografi dizisi Türkiyeli önemli çağdaş sanatçılar hakkında hazırlanmış en kapsamlı kitap serisi olma özelliğini halen koruyor. Toplamda 12 kitaptan oluşan dizide Hale Tenger, Gülsün Karamustafa, Füsun Onur, Ayşe Erkmen, Sarkis gibi birçok sanatçının sanat kariyerleri ayrıntılı olarak anlatılıyor. Sanatçı röportajlarıyla da desteklenen kitap sanatçıların artık dolaşımda olmayan eski ancak tarihi önemde olan işlerini basılı olarak görmek için de ideal.


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2015

Karanlık Bir Kurgu “Büyücünün Diyarı”, Büyücüler dizisinin üçüncü ve son kitabı. Dizinin takipçisi olmayanlar için kısaca hikâyeyi özetleyelim: Zekâsıyla yaşıtlarının arasından sıyrılan Quentin Coldwater, günlük hayatın monotonluğundan, Fillory adlı büyülü bir dünyada geçen fantastik kitapları okuyarak kaçmakta ama herkes gibi o da büyünün gerçek olmadığını düşünmektedir. Ta ki kendini New York’un kuzeyindeki çok gizli ve seçkin bir büyücülük okulunda bulana kadar. Hikâye böyle başlar ve Coldwater’ın türlü maceralarıyla devam eder. Buraya kadar anlatılanlar size “Harry Potter” ya da “Narnia Günlükleri” fantastik dizileri hatırlatıyorsa bunu hemen aklınızdan çıkarın. Çünkü karşımızda, iyi ve kötü ayrımının kılıçla kesilmiş gibi net olmadığı çok daha karanlık bir kurgu ve daha gerçekçi karakterler var. Coldwater’ın kendisine kaçabileceği alternatif bir dünya bulmasıyla başlayan hikâye, “Büyücünün Diyarı”nda her şeyini kaybetmesiyle sürer. Çocukluk hayallerinin büyülü diyarı Fillory’den atılmış ve kaybedecek hiçbir şeyi, hiç kimsesi olmadan hikâyesinin başladığı yere, Brakebills’e dönmüştür. Bu sırada Fillory’de baş gösteren sorunlar karşısında hükümdarlar, diyarı kurtarmak için son bir maceraya atılır ancak durumun herkesin tahmininden daha karmaşık ve vahim olduğu ortaya çıkar. Bu Coldwater için de maceranın çağrısıdır, belki de son kez... “Büyücünün Diyarı”, Lev Grossman, Çev: Selim Yeniçeri, 432 s., Pegasus Yayınları, 2015

Köpeğinizle Yeni Bir İletişim Mümkün Evinizde bir köpeğiniz varsa ya da bir köpek almaya niyet ettiyseniz bu kitap tam size göre. Köpek eğitimi konusunda şimdiye kadar duyduklarınızı unutun. Köpeğinizin burnuna vurarak cezalandırmak, ona sesinizin en sert tonuyla ve yüksek perdeden komutlar vermek, bir köpeği ancak onu sizi daha güçlü olduğunuza inandırarak eğitebileceğiniz gibi bilgilerin hepsini çöpe atın. Çünkü yirmi yıldır fiziksel engelleri ve özel ihtiyaçları olan insanlar için hizmet köpekleri eğiten Jennifer Arnold, size bambaşka bir eğitim ve iletişim modeli sunuyor. Köpeklerin zekâsı, hassasiyeti ve sıradışı hissetme becerilerine dair özgün anlayışıyla Arnold, korku ve boyun eğme yerine nezaket ve cesaretlendirmeye dayanan örnek bir eğitim yöntemi geliştirmiş. Arnold, anlattığı yöntemi eğitimlerinde rol üstlendiği köpeklerin hayatlarından anekdotlarla örnekliyor. Böylece sadece bir teknik değil, eğitim yöntemine dair ikna edici ve saygı uyandıran tanıklıklar da sunuyor. Köpeğinizle iletişimizi yeniden inşa edebilir; onu anlama yöntemlerinizi değiştirebilir; korkuya değil sevgiye dayalı daha tatmin edici bir bağ kurabilirsiniz. “Bir Köpeğin Gözlerinden” köpeğinizle ilişkinizi sonsuza kadar değiştirebilecek bir kitap. Bu kitapla işiniz bittiğinde değişeni sadece köpeğiniz olmadığını göreceksiniz. “Bir Köpeğin Gözlerinden”, Jennifer Arnold, Çev: Barış Satılmış, 304 s., Martı Yayınları

Her Şeyi Bilmek Mümkün mü? AYFER GENÇ

Y

azar ve yayıncı Marcus Chown, “Dünyanın Tüm Dertleri” isimli kitabında bir hayli büyük bir işe kalkışıyor. Yazar kitabında, insana ve gündelik hayata dair ne varsa üzerine kafa yormak iddiasıyla yola çıkıyor. Para, cinsellik, kapitalizm gibi fazlasıyla genel konulardan; kuantum fiziği, genetik, evrim ve uzay bilim gibi çok daha karmaşık meselelere uzanan yolculuğunda Chown, anlaşılmaz olanı okuyucusu için basitleştirmeye çabalıyor. “Dünyanın Tüm Dertleri” iyi yazılmış bir popüler bilim ve kültür kitabı olarak belli başlı konuları merak eden ama o alanda “kafayı kırmak” gibi bir düşüncesi olmayan okura sesleniyor. “En büyük marifetinin karmaşık fiziği, otobüste yanında seyahat eden birine kolay ve basitçe anlatabilmek olduğunu” ifade eden yazarın farklı, eğlenceli ve kendine özgü bir üslubu var. Chown, 368 sayfalık bu uzun ama konforlu yolculukta okuyucusuyla birlikte tartışarak ve düşünerek seyahat ediyor. Her şeyi anlamak ve anlatmak isteyen adam ile her şeyi az da olsa bilmek isteyen okuyucu buluşuyor. Kitabın içeriğinin ayrıntısına girmek aslında bir hayli zor. Kuantum fiziği, görelilik, evrim ya da genetik gibi konulardan herkesin hakkında söyleyecek bir söze sahip olduğu konulara kadar uzanan kapsamlı ama biraz da dağınık bir içeriğe sahip olduğunu söylemeliyim. Kuantum fiziğini kavramaya çalışırken yorulan, sıkılan ve zorlanan okuyucu, gündelik hayata dair konularla ilgili sayfalara ulaştığında bildik olanın konforundan yararlansa da tekrarlarda kaybolabiliyor. Evrim, Chown’un kitabında özenle incelediği konulardan bir tanesi. Chown, okuyucuya böylesine karmaşık bir konuda hap bilgiler sunuyor. Böylece okur bir akşam yemeğinde, arkadaş toplantısında mevzu açılınca konuyla ilgili sarf edebileceği birkaç cümleye sahip oluyor. İnsanın varlığı ve dünyası, Chown’un “çocuğa anlatır” gibi kurguladığı üslubu sayesinde biraz olsun anlaşılır hale geliyor. Bu sadeleştirme konunun meraklılarına umut veriyor; “bu konuyu anlayabilirim, o kadar da zor değil galiba.” Chown, cinsellik ve eşeyliliği ele aldığı bölümlerde konuya dair ilginç detaylara giriyor. Örneğin, menopoz konusunda bir kadının bile habersiz olabileceği bilgileri aktarıyor okuruna. İlgili sayfalarda menopoz, en sade anlatımıyla, dişinin yumurtalarının tükenmesi olarak tanımlanıyor. Bildiğimiz üzere kadın ya da dişi her döngüde yumurtalıklarından birini bırakıyor. İlginç olan ise toplam yumurta sayısının henüz daha biz doğduğumuzda belirlenmiş olması. Chown’un söylediğine göre her kadın ortalama olarak 400 adet yumurtayla doğarken bu yumurtalarını her aylık döngüde birer tane olmak üzere kaybediyor. Öte yandan kadınlar ya da dişiler olarak hepimiz aslında henüz annemizin karnındayken yumurtaları oluşmuş bir tür olarak insan doğasının hiç bilmediğimiz mucizeleriyle hayata başlıyoruz. “Bir İnsanın Hemen Herşeyi Anla(t)ma Girişimi” altbaşlığını taşıyan kitap, iddiasının farkında. Kitap her şeyi konu edinirken ve her şeyden bahsederken genelde ve özette kalmanın sıkıntısını çekiyor. Genel kültür olarak bu konu-

ayfergenc@gmail.com ları rastladıkça karıştırmış kimseler için aslında çok da fazla bir şey söylemiyor. Öte yandan, hiç bilmeden bu derin sulara dalmaya çalışan okur için de tam olarak umut vadedemiyor. Kitabın tüm satırlarına sinen önemli bir nokta da yazarın bilime ve bilimsele yaptığı vurgu. Ana tema da bu yönde gelişiyor. Chown en basitten en karmaşığa kadar her şeyin bilimsel olarak açıklanabileceğini savunuyor. Bilimsel olana yapılan vurgu ve bilimsel düşünmenin gerekliliği okuyucuya telkin ediliyor. Yazar, insanın varoluşundan evrimine; oradan da büyük patlamadan dünyanın uzaydaki konumlanışına kadar her konuda ısrarla bu noktayı vurguluyor. Sonuç olarak Chown ve kitabı, konularına hâkim kişiler için bilginin öteye taşınmasına vesile olacak bir kaynak değil. Evrim ya da kapitalizm üzerine derin okumalar yapmış birine katkı sağlayabilecek nitelikte ise hiç değil. Ancak kitap, bu konuları bugüne dek pek de düşünmemiş, anlamaya çalışmamış; bir yandan da denk geldikçe merak etmiş kimselere pratik ve anlaşılır tüyolar verebilecek ve meraklarını artırabilecek bir “başlangıç” çalışması olarak nitelendirilebilir. Chown’un ve “Dünyanın Bütün Dertleri”nin her şeyle ilgili olma iddiası ister istemez Amerikalı bilim kurgu yazarı Robert A Heinlein’in insanın çok yönlü bir varlık olduğuna dair inancını simgeleyen o meşhur sözünü hatırlatıyor: Uzmanlaşma böcekler içindir. Her şeyle biraz olsun ilgilenmek ve her şeyi bir o kadar merak etmek mi yoksa bir konuda uzmanlaşmak mı daha değerlidir? Merak mı tek başına değerlidir, bilginin niteliği mi? Yazar Chown’un bu sorulara cevabı kitabın önsözünden son sayfasına kadar açık bir biçimde hissediliyor. Bir bilim insanı olarak Chown, Heinlein’in görüşünü tümüyle paylaşıyor. Kitabın okuyucusu da her sayfada dünyayı bilimsel bir perspektiften ama bütün halinde görmek isteyen bir adamla karşılaşıyor. Orjinal adı, Louis Armstrong’un o meşhur şarkısından esinlenerek “What a Wonderful World”olarak konulan “Dünyanın Tüm Dertleri” Chown’un dünyaya olan merak ve sevgisinin bir ifadesi olarak kendini yeniden hatırlatıyor. “Dünyanın Tüm Dertleri”, sonuç olarak, dünyaya dair böylesine bütüncül bir algılayış ve bakış açısının ürünü. Uzay bilimden paranın kullanılmasına kadar uzanan merak etme, her şeyi öğrenme hevesi ve gayreti ile bunu anlatabilme çabası “Dünyanın Tüm Dertleri”nin varoluş nedeni. Hem Chown hem de onun gibi düşünen okuyucusu için ortaya çıkan ise kısaca bir dünya hikâyesi olarak ifade edilebilir. “Dünyanın Tüm Dertleri”, Marcus Chown, Çev: Zeynep Arık Tozar, 384 s., Domingo Yayıncılık, 2015


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Ekim 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Fazla Ego Yazmayı Zorlaştırabilir” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Bu galiba şununla ilgili: İnsanların içine girmeyi, iç dünyalarını deşmeyi seviyorum. Üçüncü tekil şahısta yazar ister istemez anlatıcı konumuna geçiyor, karakterlerle okurun arasına giriyor, oysa birinci tekil şahısta doğrudan karakterin içindesiniz; karakterle bütünleşiyor, kendiniz olmaktan çıkıyorsunuz; daha doğrusu, muhtemelen kendinizin başka, hiç tanımadığınız bir suretine bürünüyor, böylece hiç tanımadığınız özelliklerinizle tanışıyorsunuz. Bu, o kadar ilginç ve zevkli ki! “Bunlar benden nasıl çıktı?” diye şaşırıp kalıyorsunuz. Selnur Aysever: Çoğumuzun ego savaşları oluyor yaşamında. Egoyla mücadele etmek en çok bir yazar için zor olsa gerek. Ne dersiniz? Gülayşe Koçak: Yazar olunca otomatikman egolu mu olunuyor? Haksız sayılmazsınız; “yazar egosu” diye bir laf var, öyle değil mi? Valla, egosu şişkin biri olduğumu sanmıyorum, ama sıfır egolu da olsaydım kitabımın basılmasını, okunup okunmamasını umursamazdım. Öte yandan yazar çok da egolu olursa yazması zorlaşabilir çünkü egosu, yazarın kendini sürekli metnin içinde ortaya çıkarmasını gerekli kılar. Oysa yazar karakterlerine serbest alan tanıyabilmeli ki diledikleri gibi davranabilsinler, yazarı bile şaşırtabilsinler. Bir katil hakkında inandırıcı bir kitap yazmak için illa birilerini öldürmüş olmak gerekmiyor; hepimizin içinde zaten bir katil yatıyor; öfkeli hallerinizi bir düşünün. Ama egonuz şişkinse, kendi içinize bir keşif yolculuğuna çıkmaktan bilinçli ya da bilinçsiz olarak kaçınma ihtimaliniz yüksektir, çünkü böyle bir yolculuk risklidir. Karşılaşabilecekleriniz, örneğin içinizdeki katille yüzleşme ihtimali, korkutucu gelebilir. Egosu şişkin bir yazar, muhtemelen “hakkımda ne düşünürler?” diye korktuğu için de kendini salamayacaktır. Bu, aslında çok da haksız bir korku sayılmayabilir: Bakın, siz de biraz önce, “yazdıklarınız, hayatınızdan izler taşıyor mu?” diye sordunuz. Okurlar, okudukları romanlardaki, öykülerdeki karakterleri, olayları mutlaka bir şekilde yazarla bağlantılı düşü-

“Gözlerindeki Şu Hüznü…”nde ele alınan konular, hangi açıdan “kadın konusu”? Cinsel meseleler kadın konusu mudur? Hâşâ! Peki, kürtaj kadın konusu mudur? Erkeği de yakından ilgilendirmez mi? Kürtaj konusunun, bir erkeğin hayatını nasıl dönüştürebileceğini romandaki Mehmet karakteri sanırım yeterince gösteriyor. Ha, ama “Gözlerindeki Şu Hüznü…”nün yazarı bir erkek olabilir miydi? Şu yüzden pek olamazdı: İki doğum yapmış bir yazar olarak, kitabın bir yerinde doğumu anlattım; kendi yaşadığım gibi anlattım. Ayrıca, kadın bedenine, cinselliğine ilişkin belki de mahrem sayılabilecek sahneleri var kitabın, ki onları da bir erkek, normal şartlar altında kolay kolay yazamazdı. Ama biyolojik cinsiyet farklılıklardan kaynaklanan kadın - erkek meselelerini bir kenara koyarsak, neyin “kadın konusu”, neyin “erkek konusu” olduğunun, yani bu siyah-beyaz ayrımın tamamen toplumsal cinsiyet farklılığı olduğunu, doğduğumuz andan itibaren kendimizi içinde bulduğumuz, gözeneklerimizin ta köküne sinen ve derinlemesine öğrendiğimiz cinsiyet rollerinin dayatmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Selnur Aysever: Romanda müziğin, diyalogların etkisiyle biraz da sinema filminin tadına varıyor okur. Katılır mısınız bu düşünceme? Gülayşe Koçak: Öyle bir duygu uyandırdıysa kitap, ne mutlu bana! Yasemin’in kafasının içinde müzik zaten sürekli çalıyor; öyle ki, telefon numaralarını bile, tuşlarken çıkan bip’in tonuna göre ezberleyen bir kişi kendisi. İç konuşmalarla ilerleyen bir romanda –ki konuşma veya diyalog, zaten kendi içinde müzik ve ritim barındırır– böyle bir kadının iç müziğini sizin okur olarak duyabilmeniz, tam da amaçladığım şeydir. Selnur Aysever: Biraz da yaratıcı yazma atölyenizden söz etmek isterim. Öncelikle neden yazarlık değil de yazma? Gülayşe Koçak: “Yazarlık” statik bir durum, bir sı-

Biyolojik cinsiyet farklılıklardan kaynaklanan kadın - erkek meselelerini bir kenara koyarsak, neyin “kadın konusu”, neyin “erkek konusu” olduğunun, yani bu siyah-beyaz ayrımın tamamen toplumsal cinsiyet farklılığı olduğunu, yani doğduğumuz andan itibaren kendimizi içinde bulduğumuz, gözeneklerimizin ta köküne sinen ve derinlemesine öğrendiğimiz cinsiyet rollerinin dayatmasından kaynaklandığını düşünüyorum. nüyorlar. Hemen “Gözlerindeki Şu Hüznü…” romanım üzerinden bir örnek vereyim: Kitabın ilk baskısı yeni çıkmıştı; o sırada ailecek tatile gitmiştik. Orada tanıştığım bir kadın, tesadüfen, romanımı yeni okumuş. Oğullarıma hayretle baktı, sonra kaşlarını hafif çatarak, “ben sizi çocuksuz biri sanmıştım” dedi! Bozularak, adeta bir kandırılmışlık edasıyla söylemişti bunu. İşte, yazdıklarıyla özdeşleştirilme korkusu nedeniyle, yazarken insanın içinde daimi, acımasız bir sansür heyeti faaliyet halinde. Bu korku, beni aklıma gelen çok ilginç bir konu hakkında yazmaktan alıkoyabilir; çünkü kurguladıklarımız, fantezilerimizi de ele veriyor. Ama yazması bize en zor gelen konular, aslında en dinamizm yüklü, en üzerine gidilmesi gereken konulardır; bu sansür mekanizmasına kulak asacak olursak ancak sığ sularda seyredebiliriz; asla keşfe çıkamaz, kendi hakikatimizi yakalayamayız. İlginç olmaz yazdıklarımız. Selnur Aysever: Kadın yazarlar sadece kadın konularını mı yazar? Gülayşe Koçak: Bir kere, “kadın konuları”yla neyin kastedildiğini sorgulamakla işe başlayabiliriz.

fat, belki bir sonuç; “sonunda yazar oldu” falan gibi. Peki ama, kaç kitabınız basılınca yazar sayılacaksınız? Çok yetenekli, çok üretken blog yazarları var; onlar yazar değil mi? Yazarın amatör veya profesyonel olması, yazarlık niteliğini neden etkilesin? “Yaratıcı Yazmanın Hazzı” kitabımın girişine de yazdım; bana göre “yazarsan yazarsın, yazmazsan yazmayansın” bu kadar basit. “Yazar” kavramı fazlasıyla büyütülüyor, önemseniyor. “Yaratıcı yazarlık atölyesi” kavramını, sanki atölyelerin nihai hedefi “yazar” yetiştirmekmiş gibi bir izlenim uyandırdığı için pek sevemiyorum. Her piyano dersi alan, konser piyanisti mi oluyor? Ona “piyanistlik dersi” mi diyoruz? Yaratıcı yazma atölyesinin sonunda profesyonel anlamda yazar çıkabilir de, çıkmayabilir de, ama bunun ne önemi var ki? Böyle siyah-beyaz bir hedefe odaklanmak, buradaki en önemli ve en kolay yaralanabilir şey olan yazma cesaretini kırarak, yazma ve keşif sürecini baltalayabilir. Atölyelerin öncelikli amacı, katılımcıların, yayınevlerince beğenilecek metinler üretmesi değil; kendi “ses”lerini bulmalarına zemin hazırlamak olmalı. Buna karşılık “yaratıcı yazma”, atölyede yaşananların bir süreç olduğuna işaret edi-

yor: Yazma çekingenliğini aşmak, yazmanın ne kadar zevkli, yüzleştirici ve özgürleştirici bir etkinlik olduğunu deneyimlemek, çıkmaz sokaklara girmeyi, metnin içinde kaybolmayı göze alarak keşfe çıkmak, kısacası, yazma sürecinin, uyanıkken rüya görmenin lezzetine varmak. Selnur Aysever: ‘Sıfır Noktası’nı biraz açıklayabilir misiniz? Gülayşe Koçak: ‘Sıfır noktası’, yaratıcı düşünme ve yaratıcı yazma atölyelerimin özellikle ilk haftalarında sıkça başvurduğum ve ezber bozmak için gerekli olduğunu düşündüğüm bir kavram, bir bakış açısı. Kastettiğim, yeni doğmuş bir bebek gibi dünyayı ilk kez görürmüş gibi merakla, belki hafif garipseyerek, şaşırarak görmeye çalışmak. Küçük bir çocuğun hayatının her anı keşiflerle doludur, her şey büyüleyicidir; bu bakımdan çocuklarla vakit geçirmek, insanın algılarını çok açar. Oğullarım küçükken sık sık itfaiyecilere giderdik; inşaat alanlarına dalıp vinçleri, kepçeleri, greyderleri incelerdik. Heyecanlarını paylaşabilmek için onların gözüyle görmeye çalışmak, bana da yepyeni kapılar açıyordu. Şu sıralar en yakın arkadaşlarımdan biri, Elif üç yaşında. Onunla sokağa çıkmak öyle zevkli ki; trafik lambaları, kırmızıda araçların geçmesi, yeşilde durması bile büyülüyor onu. Küçük bir çocuk için dünya başlı başına büyülü bir âlem. Dahası, küçük bir çocuk önyargısızdır; karşısındakinin etnik kökeni, dini, uyruğu umrunda bile değildir. Zihinsel veya bedensel engelli olduğunu bile algılamaz. Yazarlıkta “sınıf noktası” şu açıdan önemli: Sıfır noktasından bakamayan kişi, kendinden, kendi olmaktan uzaklaşamaz, başka birilerinin bedeninde yeniden doğmakta zorlanır. Ayrıca, sıfır noktasını yakalayamayan bir kişi, yarattığı karakterlere de kanımca âdil ve eşit mesafeden yaklaşamaz. Elbette ki bazı karakterlerimize daha yakın hissederiz kendimizi, ama hepsini çok iyi anlamak zorundayız, aksi halde yazar olarak onları yargılama tuzağına düşebiliriz. Oysa her karakterimizi sevmesek de, her karakterimize merhametle, hakkaniyet duygusuyla yaklaşmak durumundayız. Ayrıca, sıfır noktasında olmayan kişi, fantastik, bilimkurgu veya büyülü gerçekçilik tarzında yazmakta zorlanır.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2015

KISA KISA Türkiye’nin Sırat Köprüsü Açılım Masalı Özdemir İnce, Tekin Yayınevi Kürt meselesi üzerine söylenip yazılanları deşifre etme amacı taşıyan kitap, arka kapak yazısında “Kürtçülük karşıtı, Kürt dostu” olarak tanımlanıyor. Özdemir İnce’nin gazete yazılarının bir derlemesi olan kitap, Kürt sorununun tarihinden hareketle güncel siyasete ışık düşürüyor.

Kemik İnadı Asuman Susam, Can Yayınları Kitap, yayınevi tarafından “Çağına tanıklık etmek zorunda kalan bir insanın şiiri sürdürme kararlılığı” olarak sunulmuş. Belgesel sinemadan edebiyat incelemelerine pek çok alanda emek veren Asuman Susam, bu kitabıyla şair yönünü bize hatırlatıyor.

İnci Çayırlı’nın Anıları Murat Derin, Pan Yayıncılık Klasik Türk müziği sanatçısı İnci Çayırlı’nın anıları, Türk Musikisi tarihine de ışık tutuyor. Türk müziğinin kalıpları içine kendini hapsetmeyen Çayırlı ile müziğin güzel günlerine yolculuk yaparken, yolunuz ister istemez birbirinden değerli sanatçılarla kesişiyor.

Menderes Üstün Dökmen, Remzi Kitabevi Üstün Dökmen’in, psikolog olmasından gelen ve romanda son derece iyi kullandığı bir becerisi var: insanın temel sorunlarını anlamak ve anlamlandırmak. Bu romanında da yazar, insanın “dışlanma ve aidiyet” meselesini hikâyesinin odağına yerleştiriyor.

Bir Faytoncunun Serüvenleri Ernst Christoph Döbel, Say Yayınları Elimizdeki bir seyahatname gibi de okunabilir, kültürün önemli bir unsurunun tarihi olarak da. “Saksonya’dan İskenderiye’ye” yaptığı yolculuklar esnasında yazdıkları, fayton imalat kalfası Döbel’in “tuhaf ve garip sergüzeştini” naklediyor okura.

Bu da Geçecek Milena Busquets, Domingo Yayınevi Kırklarında bir kadının kaybettiği annesinin ardından yazdığı bir mektup; kadın olmak, özgürce yaşamak ve yaşlanmak üstüne yazılmış son derece dürüst bir itirafname. En hüzünlü anlarda bile eğlenceli üslubundan vazgeçmeyen yazar, “Neşeli olmak bir zarafet biçimidir” diyor.

Castro Reinhard Kleist, Akılçelen Kitaplar Bir devrimcinin hayat öyküsü, sıradışı bir kurguyla ve üstelik çizgi roman olarak karşımızda. Castro’nın hayatı, Latin Amerika romanlarında karşılaştığımız kahramanların hayatına benziyor. Devrimin ve Küba tarihinin de çizgilere yansıdığı kitap, biyografi olmanın ötesine geçiyor.

1001 Yüzlü Gösteriş ÖMER AYHAN

S

osyal tarihçi Carol Dyhouse’un “Kadınlar, Tarih, Feminizm” altbaşlığını taşıyan “Gösteriş” adlı incelemesi, benzerlerinden ayrılan, okunması çok keyifli bir çalışma. Dyhouse her ne kadar toplumsal tarihe ilişkin çalışmalarıyla tanınsa da, ele aldığı tema “Gösteriş” olunca, yirminci yüzyılın devasa popüler kültür tarihine sondaj yapmış. Gösteriş’i ele almak çok da kolay değil, çünkü sözcüğün algılanışı (Glamour) Anglo-Sakson kültüründe hatta bizim dilimizde bile problemli. Sözcüğün etimolojisine bakmadan yol almak pek mümkün görünmüyor ve Dyhouse da işe o noktadan başlamış. İlk defa 19. yüzyılda kullanıldığında büyücülük ve sihirli cazibe gibi olumlu/olumsuz imaları birlikte barındıran sözcük, zaman içinde daha olumsuz eleştirilere maruz kaldı. Özellikle İngiltere gibi bir zamanlar muhafazakârlığın ağır bastığı ülkelerde itibarsızlık, hatta ahlaken lekelenmişlikle yaftalanan sözcük, bizde de görebildiğim kadarıyla olumlu herhangi bir anlam içermiyor. Dyhouse, İngiltere ve Amerika’dan birtakım karşılaştırmalarla inceliyor dişil Gösteriş’in tarihini. Ama söz konusu yirminci yüzyıl olunca, Paris sık sık temanın merkezine yerleşiyor. Örneğin 1939’da İngiliz hanımlara modanın nereden gelip hayatlarına girdiği sorulduğunda yüzde 23’ü Paris, yüzde 21’i Hollywood, yüzde 9’u da Kraliyet ailesi diye cevap vermiş. Günümüzde ileri tüketim çağının bir parçasıysak, kuşkusuz bunu yirminci yüzyılın kültürel ve endüstriyel dinamiklerine borçluyuz. Gösteriş’in süreç içinde geçirdiği evrim de ilginç. Karşılığını ilkin egzotik mekânlarda bulan sözcük, daha sonra değerli eşyayla, nihayet modanın palazlanmasıyla birlikte doğrudan kadınlarla ilişkilendiriliyor. Dyhouse kitapta parfümlere de geniş yer ayırmış. İngiliz toplumunun onyıllar içindeki dönüşümünü parfüm tercihleri ve parfüm reklamlarındaki spotlarla izleyebilmek şaşırtıcı. Bu noktada 1930’lar önemli bir dönüşüme işaret ediyor. Dyhouse’un başlı başına bir bölüm ayırdığı Hollywood’un kadın yıldızları, özendiricilikleriyle bir yandan üst-orta sınıf, hatta işçi sınıfı kızlarına rol modeli olurken, diğer taraftan feministlerin hışmına uğruyor. Gösteriş’i bir kavram olarak zenginleştiren ve gerilim yaratarak tartışmaya açan da bu ikilem. Feministler, Gösteriş’i ataerkil düzende kadını tüketim toplumunun bir kuklası haline dönüştürmekle suçlarken, Hollywood senaryoları da, gündelik hayatın zorluklarından kaçıp hayale sığınmayı tetikleyerek bu argümanı bir biçimde doğruluyordu. Gelgelelim tüm bunların tersi de geçerli. Kadınların yirminci yüzyıl tarihi içinde iş yaşamında yükselişi ve elde ettiği ekonomik bağımsızlıkla, kadın-erkek eşitsizliğinin kadın lehine bir dengeye doğru seyrinde, Gösteriş’in, kırılgan kadın imgesini teryüz edişi de çokça konuşuluyor. Dyhouse feminist düşünceye pek sıcak bakmadığını birçok yerde belli ediyor. Yazarın, bir itirazı da barındıran şu cümleleri, olumsuz yorumda bulunan püritenlerin ve bazı feminist grupların genelgeçer görüşleri hakkında bir fikir veriyor: “Gösteriş çoğu zaman sınır ihlali olarak al-

visage37@yahoo.com gılandı. 1930’larda gösterişi suni ve kendine dönük; 1950’lerde avam ve klastan yoksun; 1960’lar ve 1970’lerde gençlik ve masumiyetten yoksun; 1980’lerde ise hırsla ve kadınsı olmayan materyalizmle ilintili görerek savuşturmaya hazır gözlemcilerden yana kıtlık yoktu.” Gösteriş’i öne çıkaran makyaj, aksesuar, parfüm gibi unsurlar daima üzerinde dikkatle çalışılmış imajlara bağlanıyor. Gösteriş’in en önemli ateşleyicisi kuşkusuz kıyafetler ve bu noktada maalesef hayvanlar da gösteriş tarihinin kurbanları olarak sahneye çıkıyor. Kürk mantoların yirminci yüzyılın sonuna kadar süren etkinliği birçok hayvanın telef olmasına zemin hazırladı. Ama sık sık romantize edilen 1900’lerde de durum farklı değilmiş. O dönemde cennetkuşu ve balıkçıl tüyleri elde edebilmek için yılda ortalama 200 milyon balıkçıl öldürülmüş. Bu konuda çok çarpıcı iki reklam spotunu karşılaştırmak, zihniyet bağlamında nereden nereye gelindiğini apaçık gösteriyor. 1931’de yapılan bir çekimden bu korkunç sözler. “Yumuşak, ipeksi bir tilki olmak büyük bir talihsizlik... Sonunuz büyüleyici bir genç hanımın omzunu okşayan bir boyun kürkü olsa bile!” 1980’lerde sivil toplum kuruluşlarının iyice güçlenmesi sonucunda sloganlar tamamen yön değiştirmişti. “Tek bir kürk manto için kırk dilsiz hayvan gerekir, giymek içinse sadece bir.” Kürk mantonun neredeyse bir asır boyunca etkili oluşu ilk bakışta şaşırtıcı görünebilir. Hollywood yıldızlarının kürk tutkusu ve giysiyi hem filmlerde hem de gündelik hayatta mücevheratla birlikte zihinlere aşılamasına karşılık, kürk manto sınıfsal farkların belirleyici olduğu Britanya’da bir statü göstergesi olarak öne çıkıyordu. Dyhouse, bütün olumlu ve olumsuz özellikleriyle Gösteriş’in altın çağı olarak 1930’larla ve 80’li yılları öne çıkarıyor. İlkinde, İkinci Dünya Savaşı’na kadar Hollywood ateşleyici olurken, 1980’lerde kadınların iş dünyasında yarattığı devrim ve patlama yapan pop kültürü etkili olmuş. Burada prenses Diana ve pop ikonu Madonna’ya ayırdığı sayfalar hayli çarpıcı. Carol Dyhouse’un kitabını okurken aslında hemen her alanda kullanılan tarih tekerrürden ibarettir sözünü sık sık hatırladım. Zaten ana birimi moda olan bir kavramın kendine farklı bir yol haritası çizmesi mümkün olabilir mi? Yazının sonunda bir soruyla bunu açalım. Size diyet, egzersiz ve cilt bakımı desem hangi dönemi ima ettiğimi varsayarsınız? Bunlar, Gösteriş’i fenomene dönüştüren isimlerden Helena Rubinstein’ın 1930’lardaki değişmez mottoları. Dyhouse’un çalışması sadece Gösteriş’in yıldızlarını tanıtmıyor, bütçesine göre bu hülyayı yaşayan ev kadınlarının anketlere verdiği cevaplarla, çok boyutlu bir popüler kültür okumasına imkân veriyor. “Gösteriş”, Carol Dyhouse, Çev: Duygu Akın, 272 s., Can Yayınları, 2015


Ekim 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Steve Jobs Olmak OZAN EZGİ BERBEROĞLU

S

teve Jobs ölümünden sonra Apple’ın en parlak dönemlerinde olduğundan bile daha çok anılır hale geldi. Hayatı ve yarattığı markalar hakkında her yıl birçok kitap yazılmaya devam ediyor. İş dünyasındaki başarısı ve kimilerine göre dehası; Jobs ismini yenilik, değişim ve başarı kavramlarıyla özdeşleştirmiş durumda. İş adamının hayatını ve başarıya giden yolda ona yön veren olayları anlatan bir yeni kitap da “Steve Jobs Gibi Düşünmek”. “Steve Jobs Gibi Düşünmek”, Jobs’un hayatının, işe yaklaşımının ve inovatif (yaratıcı) düşünce gücünün detaylı bir analizi. Kitap iki büyük bölüme ayrılıyor. Birinci bölümde iş ve yaratıcılık alanlarında basamakları tırmanmak ve en tepeye ulaşmak için gerekli olan motivasyon ve stratejilere yer veriliyor. Burada çizilen yol haritası bireyin önündeki engeller karşısında nasıl bir tutuma yöneleceğini gösteren bir pusula niteliğinde. İkinci bölüm ise yazara göre daha kritik öneme sahip. Bu bölümde varılan noktada kalmanın sırları okura sunuluyor. Bireyin yükseldiği yerde kalması başarının devamlılığı anlamına geliyor. Başarının devamlılığını sağlamak ise en az yükselmek kadar zor ve önemli. Steve Jobs’un hayatı ve Apple markasının öyküsü kitapta geniş yer tutuyor. Jobs Suriyeli bir babanın oğlu. Evlatlık olarak büyüyen Jobs’un aile yaşamına ilişkin özlemleri olduğunu biliyoruz. Genç yaşta ölümünü de eklediğimizde aslında çok da talihli bir hayatı olduğu söylenemez. Kısa zaman içinde büyük girişimlere imza atması ticari dehasının bir yansıması olarak kabul edilebilir. Apple markasını aile evinin garajında kuran Jobs, 70’li yılların sonunda ikinci bilgisayarı Apple II’yi üretir. Bunu 1984 yılında efsane bilgisayar Macintosh takip eder. Ne var ki işler Jobs’un istediği gibi gitmez ve Apple firmasından çıkarılır. Jobs bu sırada boş durmaz ve günümüzün ünlü animasyon firması olan Pixar’ı kurar. Firmanın artan başarısı Apple’ın ilgisini çeker ve 1996’da Apple bu markayı satın alarak Steve Jobs’u tekrar bünyesine katar. Kitapta Steve Jobs ve Apple ile ilgili daha birçok hikâyeyi bulmak mümkün. Jobs’un çalkantılı eğitim hayatı, Apple markasının doğuşu ve Jobs’un iç disiplininin formülleri bunlar arasında. Bunun yanında başarıyı parayla ölçümleyenler için ona giden yolun Jobs’un bakış açısıyla şekillenişine tanık olmak bir şans olabilir. Jobs’un kariyerini yalnızca analitik düşünce yeteneğiyle sınırladığımızda sorun yok. Ancak paraya ulaşma gayesiyle şekillendirdiği hayatı ve ticari hamlelerini göz önüne aldığımızda kapitalizmin kurallarına sadık bir iş adamı olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Kitaptaki izlek Jobs’un kariyer planlamasında ne denli başarılı olduğunu işaret ederken, onun kötü yönlerine fazlaca değinilmiyor. Örneğin kendisinin arabasını hep engelli park alanına bıraktığını vurgulayan bir bölüm yok. Jobs’un gerek teknoloji gerekse idari alanda önemli başarılara imza attığını kabul etmekle beraber, büyük bir şirketin patronu olarak kişiliğinde ciddi defektler taşıdığını bilmeden böyle bir kitabı okumak, beraberinde bir başarı illüzyonu getirebilir. Jobs’un şirketine çalışan seçerken takındığı “titiz” tavrın bas-

ozanezgiberberoglu@gmail.com kıcı bir yönetici olduğu yönünde ciddi ipuçları verdiğini görebiliriz. Steve Jobs’un hayatı özellikle gençler arasında ölümü sonrasında da popülaritesini artarak sürdürdü. Onun bilinmeyen yönleriyle ilgili dünya basınında her gün yeni bir haber çıkmaya devam ediyor. Bunlar arasında şaşırtıcı detaylar da bulunuyor. Örneğin bu denli başarılı bir iş adamının hayatının bir kısmında LSD kullandığını biliyor muydunuz? Dahası Jobs madde kullandığı için hiç pişman olmadığını hatta bu sayede daha farklı düşünme gücüne ulaştığına inandığını duyduğunuzda şaşırabilirsiniz. Jobs, kariyeriyle birçok gence rol model olmaya devam ederken, insan ilişkileri konusunda iyi bir örnek olduğunu söylemek zor. Jobs kısır olduğunu iddia ederek çocuğunu reddetti. Bu nedenle öz kızı sosyal yardım kuruluşlarının desteğiyle büyütüldü. Adaşı Steve Wozniak ile büyük işler çıkarmalarına rağmen onu dolandırarak hak ettiği kazanç payını vermedi. Yine çalıştığı işçilere yoğun baskı uyguladığına dair çoğu kez farklı mecralarda eleştirildi. Sadece kariyer bakımından değerlendirdiğimizde Steve Jobs’un emin olduğumuz en önemli yanı işine duyduğu bağlılığıydı. İşin hayatındaki anlamını şu sözlerinden anlamak mümkün: “Yaşamınızda, neyi ve kimi sevdiğinize iyi karar verin. Çünkü yaşamınızın ekseni, sevdiğiniz kişiyle, sevdiğiniz iştir. İşiniz, her zaman yaşamınızın en büyük bölümü olacaktır. O nedenle, hayattan tat almanın tek yolu, yaptığınız işi sevmektir. İşinizi sevebilmenizin tek yolu ise, onun güzel ve yararlı bir iş olduğuna inanmanızdır.” Jobs işini seviyordu. Başarının ardındaki en büyük faktörün bu olduğunu söyleyebiliriz. “Büyüdüğünüz zaman size içerisinde bulunduğunuz dünyada nasıl yaşamanız gerektiği söylenir, bazı şeyleri çok zorlamamanız, ufak bir aile kurup, arada para biriktirmek suretiyle mutlu bir dünyanın kapılarını açmanız gerektiği öğütlenir. Bu fikirler pek tabii hayatımızı kısıtlamaktan ileriye gidemezler zira tüm dünyanın sizden çok daha zeki olmayan insanların yarattığı bir hayalden başka bir şey olmadığını gördüğünüz anda işler değişir. Bu dünyayı değiştirmek hepimizin elinde ve bir kez bu değişimi yapmayı öğrendiğiniz zaman artık o eski sizden eser kalmayacaktır.” Bu sözünde Jobs’un vurgulamak istediği değişimin önemiydi. Adıyla anmaya alışık olduğumuz inovasyonun ise ardında değişime duyduğu tutkunun gizlendiğini görüyoruz. “Steve Jobs Gibi Düşünmek” onun yaratıcı yönünü örnek alanlar için kolay okunur ve keyifli bir kitap. İş adamının hayatı hakkında güzel bir özet sunarken, özellikle başarıya giden yolu ve başarıyı muhafaza ederken kullandığı yöntemleri okura aktarıyor. Bir başarı öyküsünü, dünyanın en başarılı insanlarından birinin hayatı üzerinden okumak çalışma hayatına farklı bir bakış açısı getirmenize yardımcı olacaktır. Steve Jobs gibi düşünmek ister misiniz? Bunun cevabını vermek ise sizin kararınıza kalıyor. “Steve Jobs Gibi Düşünmek”, Daniel Smith, Çev: Kutlukhan Kutlu, 176 s., NTV Yayınları, 2015


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2015

KISA KISA Dinozorların Destansı Yolculuğu Scott D. Sampson, Alfa Yayıncılık Milyonlarca yıl önce devasa canlılar birdenbire yok olmuştu. Bu kadar büyük türlerin bir arada yaşamayı nasıl başardığı merak uyandıran bir soruydu. Kitap hem bu sorunun yanıtına odaklanıyor hem de bu yok oluşu anlamanın günümüze nasıl ışık tutacağına açıklık getiriyor.

Oscar Wilde’in Son Vasiyeti Peter Ackroyd, Yapı Kredi Yayınları Bu kitap, yaşadığı karanlık günleri aydınlatmaya çalışan yazarın kurgusal günlüğüdür. Oscar Wilde okurlarının yanı sıra, zirveden zindana daima aynı ışıltıyla var olmayı başarmış bir figürün öyküsüyle tanışmak isteyenlere de seslenen kitap, Tomris Uyar’ın çeviriyle okurla buluşuyor.

Pasifik Günleri Nazlı Eray, Everest Yayınları Fantastik Edebiyatın usta kalemi Nazlı Eray’dan düşler ülkesine ve insan ruhunun derinliklerine bir yolculuk hikâyesi. Pasifik Günleri’nde gerçek bir yolculuktan söz edilmiyor. Canlanan robotlar, tutkulu dans geceleriyle bir Nazlı Eray romanı elimizde tuttuğumuz.

Osmanlı Padişahları Reşad Ekrem Koçu, Doğan Kitap Reşad Ekrem Koçu “Osmanlı Padişah­ la­rı”nda tüm ihtişamları ve zaaflarıyla Osmanlı sultanlarını ete kemiğe büründürürken kısa bir imparatorluk tarihini renkli üslubuyla okurlara sunuyor. Kitap, bir tarih anlatısı olmasının yanı sıra, sürükleyici bir roman atmosferini yaratıyor.

Anadolu’da John Garstang’ın Ayak İzleri Kolektif, Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi Kitap, Prof. Gars­tang’in Türkiye ve Yakın­ doğu’daki arkeolojik çalışmalarını anlatmayı amaçlamakta. Türkiye’de de Anadolu Yüzey Araştırması ve Sakçagözü kazısını yürüten Garstang, arkeoloji biliminde pek çok ilke imza atmış biri.

Çevirimiçi Kız Zoe Sugg, Pegasus Yayınları Penny, Çevrimiçi Kız rumuzuyla arkadaşlık, erkekler, çılgın ailesi ve panik ataklarla ilgili hislerini blogunda paylaşmaktadır. İşler iyice sarpa sarınca, kendini hemen New York’a atar. Penny burada hem hayatını değiştirecek, hem de sahip olduğu her şeyi tehdit edecek bir aşkla tanışır.

Marakeş’te Sesler Elias Canetti, Sel Yayıncılık Develer, eşekler, dilenciler, çarşılar, türbeler, keşmekeş dolu gündelik hayat… Elias Canetti, Müslüman Arap bir şehirde yaşadıklarını edebi ustalığının hakkını veren bir renklilikle ve canlılıkla aktarırken okuru da sokak sokak, meydan meydan peşinden sürüklüyor.

Hatıralar ve Olasılıklar Arasında MELİSA KESMEZ

A

lejandro Zambra’nın nicedir beklediğim “Ağaçların Özel Hayatı” sonunda çıktı. Şükür kavuşturana. “Eve Dönmenin Yolları” ve “Bonzai”nin damağımda kalan tadından sonra bir sevgiliye kavuşur gibi kavuştum kitaba. Kitabın Türkçe çevirisi yine Çiğdem Öztürk’e emanet edilmiş. İçim rahat. Bir koşu aldım ve hemen okudum. Sonra dönüp bir daha okudum –çünkü bir Zambra kitabı ikinci okumada hep başka bir kapı açar okura– ve en nihayetinde sadık bir Zambra okuru olduğuma ve olacağıma emin oldum. “Ağaçların Özel Hayatı”, yazarın Türkçedeki diğer kitaplarıyla bir devamlılık arz etmese de aynı anneden doğup aynı sütü emmiş bir kitap olduğunu hemen belli ediyor. Üçünün de damarlarında yazarın aynı meseleleri dolanıyor. Belli detaylar ve karakterler kendini tekrar ederken, –bence en kıymetlisi– üç kitap da az cümle kurarak çok şey anlatmayı başarıyor: Küçük cüsselerine aldırmadan üçü de insan ruhunun derinlerine dalıyor. Günün sonunda her yazar yazdığı şeyi kendi bahçesindeki ağaçtan topluyor. İsterse çok uzak âlemlerden, çok farklı gerçekliklerden bahsetsin, her roman ya da her öykü onu zihninde tasarlayıp da kâğıda geçiren yazarın özsularından mürekkep. Tıpkı Zambra’da olduğu gibi. “Ağaçların Özel Hayatı”, ötekiler gibi bir novella ve yine süsten püsten uzak, çırılçıplak, iddiasız, göz boyamayan bir metin. Bu yüzden de daha ilk cümleden okuru elinden tutup Zambra’nın itiraflarla bezeli dünyasına götürüyor. Sahtecilikten epey uzak bir dünya burası. Hikâyenin öylece akıp gittiği, metnin içinde serbestçe gezinip durduğu ve yolunun hiç tıkanmadığı bir dünya. Okurun dikkatini dağıtmadan, asıl gideceği yere götürüyor, yolda gereksiz kalabalıklarla oyalamıyor, bunu yaparken sık sık durup düşünme fırsatı da yaratıyor. Anlatıcı bizden biri. Yukarıdan değil yanımızdan anlatıyor hikâyeyi. Onunla birlikte yol almamıza izin veriyor. “Ağaçların Özel Hayatı” Zambra’nın diğer eserleri gibi kısacık bir kitap, ama yoksunluk yahut yetersizlik duygusu vermiyor. Kitap tek başına az olanın çok olabileceğinin ispatı gibi. Hikâye, romanın başkahramanı Julian’ın karısı Veronica’nın resim kursundan dönmediği bir gecede geçiyor; Julian evde üvey kızı Daniela’yla birlikte eşi Veronica’nın dönmesini bekliyor. Ve beklerken küçük kızı oyalamak için ona “Ağaçların Özel Hayatı” adında, her seferinde bir yenisini uydurduğu masallar anlatıyor. Julian 30 yaşında, bir roman yazmaya çalışıyor. Aslında üniversitede edebiyat hocası; bir yandan yazılamayan kitabın girdaplarının içinde dönüp dururken, bir yandan gerçekliklerine sonradan dahil olduğu Veronica ve kızının hayatındaki yeri üzerine düşünüyor. Bekleyişin sürdüğü gece boyunca Julian geçmişi hatırlıyor, geleceğe gidiyor ve iki uçtan bakarak –hatıralar ve olasılıklar arasında gezinerek– şimdinin muhasebesini yapıyor. Peki, Veronica en sonunda dönüyor mu? Romanın daha başında masaya yatıyor bu soru: “…bu gece normal bir gece değil, en azından şimdilik. Sonraki günün başlayıp başlamayacağı henüz kesinleşmedi, çünkü Veronica resim kursundan hâlâ dönmedi. Dönünce roman bitiyor.

kesmezmelisa@yahoo.co.uk Ama dönmediği sürece kitap devam ediyor. Kitap o dönene ya da Julian onun dönmeyeceğine emin olana dek sürüyor. Veronica, Julian’ın küçük kızı ağaçların özel hayatına dair bir hikaye anlatarak oyaladığı mavi odada değil henüz.” Roman lineer bir yol izlemiyor ve hikâye her zaman Julian’ın gözünden anlatılmıyor. Anlatıcı, hikâyeyi Julian’ın şimdi’sinden hareketle romanın diğer kahramanlarının hayatlarına doğru genişleyen bir evrenden anlatıyor. Okuru her bir karakterin kafasının içine sokuyor. Julian’ın eski sevgilisi Karla’yı, Karla’nın onu evden kovuşunu; peşine Julian’ın Veronica’yla tanışmasını ve sevgili olmalarını; Veronica’nın eski kocasını ve kızları Daniela merkezinde iki babalı evrenin dengelerini okuyoruz roman boyunca. Hatta yer yer Julian merkezinden uzaklaşıp geçmişe, Veronica’nın üniversitede hamile kaldığı günlere ve Fernando’yla ilişkisine gidiyor; aynı şekilde geleceğe, Daniela’nın bir yetişkin olduğu ve yıllar sonra üvey babasının sonunda yazdığı kitabı ilk kez eline alıp okuduğu ana uzanıyoruz: “Julian silinip giden bir leke. Veronica silinen ama iz bırakan bir leke. Gelecek Daniela’nın hikâye­ si. Julian o hikâyeyi, gelecekteki o günü düşünüyor, yazıyor...” Zambra’nın kitaplar­ında ol­duğu gibi “iyi” bir eser­de hikâyenin özünü oluştu­ran şeyin, yani metnin kalabalığı­nın altında bir başına duran duygunun yazarın kalbinden süzüldüğüne inanıyorum. Yazar ile okuru yakınlaştıran şeyin de edebi açıdan sergilenen pek çok maharetin yanı sıra en çok o samimiliği ve kendiliğinden meydana gelen şey olduğunu düşüyorum. Zira okurun, yani başka bir gözün, artistik beklentilerini karşılamak mevzu bahis olduğunda kendi içinin çöpünü bir başkası tarafından okunur ve sevilir bir hale getirmek, aslında kitap yazmanın büyük kısmını oluşturuyor. Bu estetik biçim kendi doğal yollarıyla, kendi itme gücü ve basıncıyla cereyan ettiğinde tadından yenmiyor. Alejandro Zambra yeni nesil Latin Amerika edebiyatında, büyüdüğü toprakların edebi akımlarının içinde kendi sesini bulmuş, taşıdığı edebi mirasın yükü altında kalmadan başka bir yol keşfetmiş bir yazar. O bir takipçi değil, kendi yolunu çizmiş, kendi kurallarını koyan romanlar yazmış, yazarken sunum telaşına düşmemiş, okurlarını odanın dışında bırakıp belki de sadece kendini anlamak için yazmış bir yazar. Galiba yazdığı kısacık kitapların gücü de bundan geliyor. Duydum ki yazarın 2013’te çıkan öykü kitabı “Mis documentos” da yoldaymış. Notos’a şimdiden teşekkürler. Son olarak, Zambra’nın eserlerini peş peşe okumanızı öneriyorum. O vakit aralarındaki gizli sözleşmeyi keşfetmek ve kol kola verip yarattıkları atmosferin tadını çıkarmak mümkün. “Ağaçların Özel Hayatı”, Alejandro Zambra, Çev: Çiğdem Öztürk, 91 s., Notos


Ekim 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLA SUNAY

Çocuk Kitapları ve Cinsiyet

T

ürkiye gibi demokratik ve eşit yaşam koşullarını tam anlamıyla kuramamış ülkelerde çocuk edebiyatı pek çok sosyolojik projeye araç olabilir. Neden olmasın ki? Cinsiyet ayrımcılığına karşıt çocuk kitapları bin yıllardır erkeklerin egemenliğinde yönetilen bu coğrafya için önemli bir gereklilik. Demokratikleşme sadece yasalarla karşılanmıyor, sosyal davranışlar yasaların (ki eğer varsa) da gerisinde kalıyor. Ülkemizde kadın hakları cumhuriyet tarihi boyunca aldığı tüm kazanımları birer birer kaybetmeye başladı. Evet, artık başörtüsü nedeniyle kızlar üniversite kapılarından geri çevrilmiyor; bu demokratik bir gelişme. Ancak laiklik ilkesinden iyice sapan devlet yönetimi kürtaj, çocuk yaşta evlilik, çalışan kadınların evlenince kıdem tazminat hakkını kaybetmesi ve okullarda dindar aileden gelmeyen genç kızların giyim kuşamları gibi hususlarda yeni düzenlemeler yaparak hak kaybına yol açtı, açıyor. Tüm bunlar için kadınlar mücadele ediyor ama ülkemizde kadın haklarının önceliğini can güvenliği alıyor. Derneklerin çoğu kadın cinayetlerini önlemeye yoğunlaşmış durumda. Töre kurbanı Güldünya’nın adını alarak kurulan Güldünya Yayınla­rı’ysa geleceğe tohumlar atmak amacıyla “Küçük Feministin El Kitabı” adlı bir kitap yayımladı. Çeviri çocuk edebiyatında bir ilk olma özelliğindeki bu kitapta dünya kadın hakları tarihinden yola çıkan yazar, örnek kahraman kadınların yaşam hikâyelerine değinerek cinsiyet ayrımcılığına karşı bilinç yaratmayı amaçlıyor. İsveçli yazar-çizer Sassa Buregren kendi ülkesinin ve kadın haklarının en erken kazanıldığı bölge olarak Avrupa’nın tarihsel gelişimi çevresinde, sorunu tanımlayan ve çözüm arayan, tartışan bir dille anlatıyor. Örneğin, kadın hakları direnişlerinin dünya savaşları boyunca hız kazandığı ve hakların bu zamanlarda alınmaya başlandığı bilgisi çok ilginç. Kitaptaki sorular dünya liderlerinin G8 zirve toplantısında yan yana dizilerek verdikleri pozu içeren fotoğrafla başlıyor. Neden aralarında hiç kadın yok? Böylece Türkiyeli çocuklar bu kitabı okuduklarında meselenin bir dünya meselesi olduğunu kavrayacaklar. Henüz Avrupa hatta Amerika bile kadınlara haklarını tam olarak verememiş demek ki. Kitaptaki kronolojik veriler önemli. Kadınlar İngiltere’de ilk kez oy hakkı için mücadeleye başlıyorlar. Sokak eylemleri yapıyor, renkli, desenli, sloganlı, kentleri saran, şimdi müzelerde sergilenen afişler hazırlıyorlar. Devlet tarafından oy hakkı istedikleri için şiddet görüyor, hapse atılıyor hatta öldürülüyorlar. Bundan yüz yirmi yıl kadar öncesinde başlayan bu direnişin tarihi sanırım bu sene 2015’te Suu-

ANNEM BIYIK BIRAKTI Dilimizde cinsiyet ayrımcılığına dair çok çocuk kitabı yok ne yazık ki. Ülkenin en çok okunan yazarlarından Fatih Erdoğan son yıllarda artan tartışmalardan etkilendiği için olsa gerek “Annem Bıyık Bıraktı” adlı kitabıyla kadınların iş yerinde ve ev içinde uğradıkları haksızlıklara dikkat çekmek istemiş. Bu anlamda çabayı ve emeği gözden kaçırmadan yazar çıraklarının onu andığı ismiyle Fa Usta’yı kutlamak gerek. Hikâyede evin annesi Merve, müdürlüğü erkek olduğu için seçildiğini düşündüğü bir iş arkadaşına kaptırıyor. Arkadaşı daha az deneyimli olmasına karşın kolayca müdür oluyor, çünkü bıyıkları var. Merve buna direndiği için işinden kovuluyor. Aslında burada hukuki bir mücadele de dillendirilseydi daha inandırıcı olabilirdi ama yazar sanırım çocuk okuru bu işle bunaltmak istememiş. Çalışan anne evde artık. Dolayısıyla hayli asabi (biraz fazla sanki). Eşiyse tipik bir Türk erkeği. Burak, işyerindekileri haklı buluyor, erkeklerin üstünlüğünü apaçık dile getiriyor. Evde bütün işleri Merve yapıyor. Çocukları ve eşi sanki iki elleri yokmuş gibi Merve’yi adeta bir hizmetçi gibi kullanıyorlar. Yani ev işlerinin çoğu annenin üstüne kalıyor. Bu da evdeki en “normal gün” olarak betimleniyor yazarın anlatımında. Hepiniz merak ediyorsunuz, iyi de annenin bıyıkları nasıl çıktı, diye. Yazar buradaki kurgu zorluğunu ustalıkla aşıyor; büyülü gerçeklikten yararlanıyor. Oyun hamurundan yapılma taklit bir bıyığın bıraktığı iz ertesi gün gerçek bıyığa dönüşüyor. Hem

di Arabistan’da kadınların ilk kez oy hakkı elde etmesine kadar uzanıyor. Yani daha çok yol var. Özellikle doğu için. Kitap feminizmin tanımını, kavramsal anlamlarını ve sözcüğe karşı önyargıları da etraflıca tartışıyor. Feminizm kadar talihsiz bir “izm” var mıdır acaba? Ne olduğu o kadar açıkken her zaman şaibe altında bırakıldı. Sözcük de kadınlara yapılan zulmün, değersizleştirmenin kurbanı oldu. Bu kitap feminizmin ne olduğu konusunda çocuklara bir son söz niteliğinde. Yazar Buregren, feminizmi sadece kadın cinsiyetinin hakları bağlamında anlatmıyor; başka özgürlüklerle de birleştiriyor. Bu çok önemli. Bugün feminizm doğa savaşçılarıyla; LGBT bireylerle; siyahilerin mücadelesiyle; etnik direnişle kol kola ilerliyor. Tek başına değil, hepsiyle iç içe ve dönüşebilen “eleştirel” bir hücre yapısı var. Ayrıca sosyalist feministler de sınıfsal devrimi göğüslüyorlar. Yani feminizm kapitalizmle de savaşıyor; gelenekle, dinle, tabularla olduğu kadar. Sanırım yeryüzünde tüm özgürlükleri kapsayıp kucaklayabilen böyle bir direniş daha yoktur. Ben ekofeminizmi hayli önemsiyor ve son yıllarda üzerine pek çok okuma yapıyorum. Doğa üzerindeki tahakkümün kadın üzerindekiyle nasıl eşdeğer olduğunu gördükçe, bu düşünceyi geliştirmek için daha çok çalışmak gerektiğine inanıyorum. Bu halkaya çocukları da kolayca ekleyebiliriz. Doğa, kadın ve çocuk kentlerde en çok mağdur edilen, kırsaldaysa en çok kimliği yok edilen olarak ortak paydada buluşuyor. Buregren kendi ülkesine haklı olarak epey yer ayırmış. Bu kısımlar böyle bir kitabın Türkiye için de yapılması gerektiğinin ne kadar elzem olduğunu gösteriyor. Osmanlı zamanında başlayan hiç de azımsanmayacak bir kadın direniş tarihimiz var, ama hiçbiri okul kitaplarında okutulmuyor. Dilerim bu kitap çocuk kitabı yazarlarına ilham olur. Eşit haklar için kadın cinsiyetinin daha epey bir yolu olduğu düşünülürse, bunun için epey vakitleri olacaktır. Kitabın arkasındaki, çocuk ve genç okurları başka okumalara yönelten kısımlar çok isabetli olmuş. Her yaş için doğru bir kaynak. Şunu da bir çocuk kitabı vesilesiyle söylemeden geçmek istemem, ben bir feministim. Ve dünyadaki bütün kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olana dek bu böyle sürecek. Feminizm dilerim bir gün amacına ulaşıp son bulur. “Küçük Feministin Kitabı”, Sassa Buregren, 8+ yaş, 125 s, Güldünya Yayınları, 2015

de pala bıyık. Merve sayfa 72’de şöyle diyor: “Ben de bıyıklı olayım biraz. Hem galiba bıyıklıların hayatı çok daha güzel!” Ancak tek başına mücadele işe yaramıyor. Değişen bir şey yok Merve’nin hayatında. O da bir yere sakladığı o sihirli oyun hamuru sayesinde tanıdığı bütün kadınlara bıyık bıraktırıyor. Ve isyan başlıyor. Erkekler çok tepkili. Yine Merve’nin şu ifadesi tam yerini buluyor: “Anlaşılan bıyıklılar yeni bıyıklılardan korkuyor…” Fatih Erdoğan televizyonlarda çizilen klişe dişil davranışları gerçek hayatta karşılaşılan şeyler olduğu için eklemiş olsa gerek. Ancak kitabın amacından saptığı tek kısım da burası. Kadınların süse ve alışverişe düşkünlükleri ancak yüzeysel bakışta fark edilecek pek de önemli olmayan özellikler. Bu tutum çoğunlukla kadınları aşağılamak için sergileniyor gündelik hayatımızda. İsyanın büyümesi sonucu sıkılan basınçlı sular, biber gazları da gündeme dair bir kadraj ekliyor. “Küçük Feministin Kitabı”nda Sufrajetlerin (oy hakkı isteyenler) gördüğü baskıları anımsatan sahnelerde her türden özgürlüğün ne denli zor kazanıldığı gösteriliyor. Sonuçta Merve ev işlerinde eşitlik kazanıyor. Bunu bütün kadınlar kazanıyor mu, yazar burada önemli bir soru işareti bırakıyor bize. Bazı kadınlar kendileri direnmediği için muhtemelen ömürleri boyunca özgürleşemeyecek. Kadınlara yapılan haksızlıklardan sadece iki tanesinin (terfi önceliği ve ev işleri) işlendiği bu kitabı güneşli kütüphanenize ısrarla öneriyoruz. Daha pek çok haksızlık var çocuk kitabı üzerinden tartışılacak. Çocuk okurda düşünce kanalları açacak. “Annem Bıyık Bıraktı”, Fatih Erdoğan, 8 + yaş, 93 s., Mavibulut Yayıncılık, 2015


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2015

GÜLAYŞE KOÇAK:

“Fazla Ego Yazmayı Zorlaştırabilir” Söyleşi: SELNUR AYSEVER Gülayşe Koçak’ın yeni kitabı, “Gözlerindeki Şu Hüznü Gidermek İçin Ne Yapmalı”, bir aşk romanı gibi görünmekle birlikte kadın-erkek ilişkilerinden toplumsal sorunlara uzanıyor. Kadın erkek halleri, son bulan evlilikler, düş kırıklıkları, entelektüel hezeyanlar, her şey var romanda. Romanının bir de müziği var. Romancının piyano çalmasından ileri geliyor bu durum ve okur için eşsiz bir okuma keyfi yaratıyor. Selnur Aysever: Etkileyici bir özgeçmişiniz var. Farklı ülkeler, farklı şehirler... Yazarlığınızı etkiledi mi bu durum? Gülayşe Koçak: Deneyim çeşitliliği, yazarlığı çeşitli yönlerden besliyor olmalı ama bunun için ille farklı ülkelerde yaşamak gerektiğini sanmıyorum. Algılarınız açıksa, başkalarının hayatlarını merak ediyorsanız –burada dedikoducu bir merakı kastetmiyorum; anlama, başka insanlar üzerinden insanlık hallerini tanımaya çalışmaktan bahsediyorum– bütün hayatınızı tek bir mahallede geçirmiş de olsanız, beslenecek malzemeden bol hiçbir şey yoktur. Hele kitap okuyan biriyseniz, okuduklarınız sizi, gerçek hayatınızda yaşadıklarınızdan da çok besleyebilir. Bana gelince: Farklı ülkelerde, farklı okullarda okumuş olmamın, yazdıklarım üzerinde etkileri muhtemelen olmuştur. Örneğin, okula Kopenhag’da, bir Fransız Katolik manastırında başlamış ve bu okulda yedi yıl okumuştum. Koca okulun – bırakın Katolikliği– tek gayrı-Hıristiyan öğrencisi bendim. Ötekilemek, dışlamak, ayrımcılık gibi konulardaki duyarlılığımı bu deneyim törpülemiş olabilir. Bağlanmak–kopmak gibi meseleler de ilgimi çok çekiyor; bunları özellikle “Siyah Koku” romanımda gönlümce işlemiştim. Bunu da, tam yeni bir okula, yeni arkadaşlara, öğretmenlere alışmışken, pat diye, o mekânları ve kişileri bir daha hiç görmemecesine o ülkeden ayrılmak zorunda kalışıma bağlıyorum. Bugün olsa belki pek sorun olmaz, ama o yıllarda internet falan yoktu; Ankara’dan İstanbul’a telefon açmak için bile santrali arıyor, saatlerce sıra bekliyordunuz. Selnur Aysever: Romanların, yazarlarının hayatından izler taşıdığı şeklinde bir genelleme yapmak mümkün müdür? Gülayşe Koçak: Genellemeleri pek sevmem, ama sanırım, eğer alışveriş listesi hazırlamıyorsak, yazdıklarımızın bizi bir şekilde yansıtmasından kaçmak pek mümkün değil. Tamamen kurgusal bir metin üretseniz de sonuçta ortaya çıkan, neleri hayal ettiğiniz, hangi hayallerinizi kâğıda dökmeyi tercih ettiğiniz, neleri yazmaktan kaçındığınız; hepsi sizin bilinçaltınızın sonucu. Muhabir gazeteci bile olsanız, kişiliğiniz bir şekilde kurduğunuz cümlelere sızacaktır. Bu romanımdaki kadın, evet benim gibi piyano çalıyor, evet benim gibi kilise orgculuğu yapıyor, evet benim gibi müzik tutkunu, ama yaşadıklarının veya birebir kişiliğinin, düşündüklerinin benimle doğrudan hiçbir ilgisi yok. Selnur Arsever: Ya kocası, sosyal antropoloji

profesörü Mehmet? Gülayşe Koçak: Herhalde o da bir şekilde benim hayatımdan izler taşıyordur. Yirmi beş yıl evliydim; bir ağabeyim, bir erkek kardeşim, iki de oğlum var, yani erkek dünyasının, erkek düşünüş ve davranış biçiminin çok da yabancısı sayılmam. Ama bir kitapta elbette ki her şey “yazarın hayatı” değildir. Örneğin, kitabın ana konularından biri nüfus planlaması ve kürtaj meseleleri olduğu için, Mehmet’i sosyal antropolog yapmayı tercih ettim. Kafasının takık olduğu konularla, mesleki deformasyonlarıyla inandırıcı bir karakter olabilmesi için, o dönem epeyce araştırma yapmış, sosyal antropoloji kitapları okumuştum. Selnur Aysever: Romanda kahramanlarınızın karşılıklı konuşmaları kadar kendi iç seslerine yer vermişsiniz. Bu üslubu seçmenizin nedenlerine değinebilir miyiz? Gülayşe Koçak: Aslında, iç sesimiz genelde pek susmaz, olsa olsa belki bir dereceye kadar meditasyon yaparken başarabiliyoruz bunu. Kelimelerin uğultusundan pek kaçış yok; her daim istila altındayız! Hissettiklerimizi kelimelerle kaydede­riz, düşüncelerimizi kelime­ler aracılığıyla oluşturur ve geliştiririz. Zengin bir keli­me hazinesine sahip olmak, “üst boyut” düşünebilmek açısından bu nedenle çok önemlidir. Zihnimizde uçuşan bütün düşünceler, kelimeler yoluyladır. Bir şeyleri kelimelerle planlarız, kendimize dille, kelimelerle telkinlerde bulunuruz. Bu romanımda denediğim, biraz zor bir şeydi: Roman tümüyle Yasemin’in ve Mehmet’in karşılıklı iç seslerinden ve diyaloglarından oluşuyor. Bu, kurgum açısından önemliydi çünkü yüksek sesle söyleyemediklerimizin çoğunu, iç iletişimimizde kendimizle paylaşırız. Böyle yazmanın hem zorlayıcı hem de eğlenceli yanı, kadının ve erkeğin iç seslerine, yani içlerinden düşündüklerine karşılık yüksek sesle konuşmalarının ve davranışlarının nasıl seyrettiğini kurgulamaktı. Anlam, kendi içinde pek çok tonlama barındırır; bir iç sesimizin hakikati vardır, bir de dile getirdiğimizin. Özellikle Mehmet’in iç sesini kurgularken o kadar eğlendim ki, zaman zaman bir taraftan yazıyor, bir taraftan yüksek sesle, kahkahalarla gülüyordum! Üçüncü tekil şahısta yazmanın daha kolay olduğu düşünülür ama ben kendimde şunu fark ediyorum: Ne zaman heveslenip üçüncü tekil şahıs dilinde başladıysam bir romana, sonunda kaçınılmaz olarak yeniden birinci tekil şahısa geçtim. (Devamı sayfa 11)

EMRE KONGAR Halide Edip Adıvar’ın Mandacılığı Halide Edip hiç kuşkusuz Cumhuriyet tarihimizin en önemli romancılarından biridir. İmparatorluğun son yıllarında bir kadın hakları savunucusu olarak parlamış, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, düşman işgaline karşı milliyetçi direnişin meşalesini İstanbul mitinglerinde yakmıştır. Batı’ya Doğu’yu, Doğu’ya Batı’yı anlatmaya çalışmış, çelişkilerle dolu bir hayat sürmüştür: Kadın hakları savunucusudur; hocası ve kocası Salih Zeki, üzerine kuma getirmek istediği için eşinden ayrılmıştır... Düşman işgaline karşı mitinglerdeki hitabetiyle parlamıştır. Sivas Kongresi’nde Amerikan Mandacılığını savunmuştur... İstiklal Savaşı’nda büyük yararlıklar göstermiş, onbaşı ve çavuş rütbeleriyle ödüllendirilmiş, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra, Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka taraftarı olarak Mustafa Kemal’le çatışmış ve ikinci eşi Adnan Adıvar’la birlikte Türkiye’yi terk etmiştir. “Sinekli Bakkal” adlı romanında Doğu-Batı sentezini, Doğu ağırlıklı olarak savunmuş, ama kendisi Batı kültürünün temsilcisi olarak, İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümü kurucu başkanlığını yapmıştır. Halide Edip Adıvar sert ve iddialı bir kişiliğe sahiptir. Nitekim bu sertliği, hemen hemen her konuda aynı çizgide olduğu, eylem ve düşünce birliği içinde bulunduğu Mustafa Kemal’le çatışmasına da yol açmış, Amerikan mandacılığıyla başlayan bu çatışma, Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka’yla devam etmiş ve sonunda ülkeyi terk etmesine kadar varmıştır. Yurt dışındayken, Avrupa’da ve Amerika’da büyük saygı görmüş, İslam-Osmanlı-Türk uzmanı olarak el üstünde tutulmuştur. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü’nün Atatürk’ün eski muhalifleriyle barışma projesi çerçevesinde yurda dönmüş, İstanbul Üniversitesi’nde profesör ve bölüm başkanı olmuş, ölümüne kadar büyük saygı görmüştür. Otoriter kişiliği, üyesi olduğu jürilerdeki kesin ve tartışma kabul etmeyen yargıları, üniversite çevrelerinde bir efsane gibi anlatılır. Halide Edip gerçekten Amerikan mandacısı mıydı? Atatürk’e karşı olan muhalefetiyle bugünkü İkinci Cumhuriyetçiliğin temellerini oluşturanlardan biri miydi? Ne yazık ki bu iki soruya da verilecek gerçekçi yanıtlar “Evet” biçimindedir. Gerçekten de, İstiklal Savaşı kazanılsa bile Türklere Anadolu’da bağımsız bir devlet kurma şansının tanınacağına inanmıyordu. Bu nedenle, ABD Başkanı Wilson’un aslında Anadolu’yu Türkler, Kürtler ve Ermeniler arasında bölme projesine dayalı olan “Kendi kendini yönetim” prensibini dile getiren 14 ilkesini savunuyordu. Ama Halide Edip Adıvar, manda önerisi reddedildikten sonra da, İstiklal Savaşı’na bütün varlığıyla, kahramanca destek vermekten geri kalmamıştı. Üstelik sonradan “Ateşten Gömlek” ve “Türk’ün Ateşle İmtihanı” adlı kitaplarıyla bu savaşın destansı özelliklerini de tarihe mal etmişti. Sanıyorum bu konuda, İstiklal Savaşı’nın kahraman komutanlarının hemen hemen hepsi için verdiğim, “İsmet Paşa hariç, hiç biri Cumhuriyetçi değildi” yargım onun için de geçerlidir. Çünkü Atatürk’e inanan ve onu izleyen Fevzi Çakmak dahil, (ki o da Cumhuriyetçi değildi, sadece Mustafa Kemal’e inanmıştı) bütün komutanlar, Osmanlı-İslam kültürüyle yetişmişlerdi ve hem dinin toplum üzerindeki siyasal ve kültürel rolünü önemsiyorlar hem de Hilâfetin yararına inanıyorlardı!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.