Remzi Kitap Gazetesi / Ekim 2016

Page 1

Artık Sessizlik Bile Senin Değil

Karakol Cinayetleri

Gözetleme Kulesi

ASLI ERDOĞAN

ARMAĞAN TUNABOYLU

ELIZABETH HARROWER

“Y

H

R

E

M

Z

B

ıldız Cinayetleri”yle tanıştığımız Metin Çakır, yeni bir macera ile karşımızda. Önceki maceraların da yeni baskılarının yapıldığı haberini verelim. Bu yeni baskılardaki en dikkat çeken değişikliklerden biri ise, her kitabın sonunda, tüm maceraları kapsayan bir “metin çakır argo sözlüğü”nün bulunması. Devamı sayfa 10

alen cezaevinde tutuklu bulunan yazar Aslı Erdoğan’ın, gözaltına alınmadan önce yayınevine teslim ettiği kitabı okurla buluştu. 40’tan fazla denemenin bir araya gelip derlendiği kitap, Aslı Erdoğan’ın uzun sürmüş sessizliğini bozuyor. Bir edebiyatçının ülkesinde olup bitenlere “sessiz kalamayışının” temsili gibi. Devamı sayfa 7

İ

K

İ

T

A

B

E

V

abalarının kaybıyla ailelerini yitiren iki kız kardeşin “ayakta durma” mücadelesini anlatan roman, kişiler arasındaki iktidar ilişkilerini de deşifre ediyor. Baskıya ve zulme boyun eğen ve direnen iki karakter okuru kendi hayatındaki ilişkiler üzerine düşündürürken Avusturalya edebiyatına ve kültürüne dair de çok şey söylüyor. Devamı sayfa 12

ARKA KAPAK KONUĞU

İ

Haluk Yavuzer İlkay Demir

SAYI 130 - EKİM 2016 - ÜCRETSİZDİR

BİR DİRENİŞÇİ YAZAR: VEDAT TÜRKALİ T

ürkiye sineması ve edebiyatının büyük ismi Vedat Türkali’yi 29 Ağustos 2016’da yıldızlara uğurladık. Vedat Türkali, tüm Cumhuriyet tarihini yaşamış, kent yoksullarının, işçilerin, ezilenlerin mücadelesinde en ön saflarda yer almış, baskılara, mahpusluklara, işkencelere direnerek sözünün arkasında durmuş büyük bir sanatçıydı. Entelektüel olarak aldığı sorumluluğun farkında olarak yazdı tüm eserlerini. Bu sayımızda Doğuş Sarpkaya, Vedat Türkali’nin gelecek kuşakları da etkileyecek eserler kaleme almasını ve yaşarken ölümsüzleşmesini sağlayan edebi tercihlerine odaklanan bir yazı hazırladı.

Işıkla Karanlık Arasında

Mekân Yaratmak

6

JENNIFER M. GROH

10

KOLEKTİF

Belgelerim ALEJANDRO ZAMBRA

Duman

Çocuklar İçin Yasaklı Edebiyat

3

13 14

JOHN BERGER SELÇUK DEMİREL

7

Devamı sayfa 8-9

6

LÜTFİ Ö. AKAD

Otizm Salgını

Vedat Türkali’nin Türkiye edebiyatında kalıcı eserler vermesini sağlayan şey entelektüel duyarlılığı, politik duruşu ya da düşüncelerini savunmadaki kararlılığı değil sadece. Türkali’nin edebiyatını nitelikli kılan, hem bireyi hem de toplumu tüm karmaşıklığı ve bütünlüğü içerisinde anlatma çabası ile önemsizi ve ortalamayı aşma olarak baktığı gerçekçiliğe dış görünüşün altına gizlenmiş olan daha derin özünü araştırma görevlerini yüklemesi. Vedat Türkali tam da bu yüzden eserleriyle ölümsüzleşen bir direnişçi oldu…

15

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

Eleştirinin Eleştirisi!

Hani Bir Yayınevi Vardı…

Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-3

HİKMET HÜKÜMENOĞLU

“Büyük Romanın Ne Olduğunu Bilmiyorum”

H

ikmet Hükümenoğlu’nun yeni romanı “K örburun”, Türkiye’nin 50 ve 90 yılları arasındaki dönemini, bir adada geçen yaşamın içinden kuşbakışı anlatıyor bize. Romanda karakterlerin yaşamlarını siyasal gelişmeler belirliyor. Ancak yazar, toplumsal mesaj vermek, tarihi tartışmaya açmak ya da siyasal tarihi yazmak amacıyla yola çıkmadığını da söylüyor. Romanda belirgin olarak gayrimüslimler üzerinden ötekileştirmeden söz edilmekte. Karakterlerin yaşamları boyunca ve hatta yazarın deyimiyle “nesilden nesile geçen tortu” ile yüzleşme duygusu romanın geneline hâkim. “Körburun”daki tüm karakterler hırslarını, zaaflarını, yalnızlıklarını, aşklarını ve ihanetlerini toplumsal olayların etkisiyle kendi yaşamlarında sorgularken; roman, okurun da kendi içine bakmasına ve bir anlamda kendi yaşamıyla hesaplaşmasına kapı aralıyor. Yazarın sade ve basit bir dille yazması, okurun kimi olaylarda “ben

de böyle hissetmiştim” demesini sağlıyor. “Körburun”da yazarın okurları için bir sürprizi de var. Her romanında olduğu gibi.

“‘Körburun’un nasıl bir hazırlık süreci oldu? Bu süreç başladığınız noktadan farklı bir noktaya götürdü mü romanı?” “60’lar kısmı için çok araştırma yapmam gerekti. Şahsen uzak olduğum yıllar. Dönemin atmosferini oluşturmak için ∄bunu her yerde söylüyorum çünkü çok eğlenceli∄ temel kaynağım eski Hayat mecmuaları oldu. Sahaflardan Hayat mecmualarını toplayıp, onları böyle dergi okur gibi okudum. O kadar alışkanlık yaratıyor ki, başladınız mı sonuna kadar gidiyor. Popüler kültürü öğrenmek için reklamlar bile epey bilgi veriyor. Onun dışında tarih okuması yapmak gerekiyor elbette. Çok fazla tarihi dönüm noktası var. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2016

MİNE SÖĞÜT:

“Yazı, Uzun ve Sürprizli Bir Yürüyüş Benim İçin” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ, Fotoğraf: YILDIZ FELDMAN

M

ine Söğüt’ün en son çıkan romanı “Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey” yayınlanalı altı yıl oldu. Ondan bir yıl sonra da “Deli Kadın Hikâyeleri” isimli öykü kitabı çıktı. İlk romanı “Beş Sevim Apartmanı”nın üzerindense 13 yıl geçmiş. Öte yandan Mine Söğüt’ün araştırma ve biyografi kitapları da var. O veya bu şekilde yayın dünyası onun ismini 2000 yılından beri biliyor; okurları yeni kitaplarını bekliyor. Mine Söğüt’ün yalın dili sizi büyülü bir atmosfere çekiveriyor. Garip ve vahşi bir dünyaya adım atacağımı bilerek yoğun bir merak duygusuyla başlarım onun metinlerini okumaya. Bu söyleşide de o dünyanın altındaki toprağı kazımak istedim biraz. Ucundan, kıyısından...

“Roman yazmanın zorluğu çokça vurgulanır. Her baba yiğidin harcı değil, disiplin işidir, derler. Bu söylemin yazarlığı kutsayan bir tarafı olduğunu düşünüyor musun?” “Herkes adına konuşamam, bazı yazarlar için gerçekten yazmak büyük bir disiplin meselesi olabilir. Ama benim için değil. Hayatımın hiçbir alanında olmayan disiplin doğal olarak yazarlığımda da yok. Tam tersine kafası, hayatı, masası... her şeyi dağınık bir insanım ve bu dağınıklığın içinde esrik bir şekilde hoplaya zıplaya dolanırken arada yazı da yazıyorum. Aksi beni verimli değil kısır yapardı. Düzenli ve ağır bir çalışma zorunluluğu yaratıcılığımı besleyen değil körelten bir dert haline gelirdi. Kutsallık kelimesiyle tanımlayamam ama sanat, gösteri ve spor alanlarında başkalarının yapamadığı şeyleri yapabilenlerin çok şanslı insanlar olduğunu düşünüyorum. Ben yazabiliyorum, bu benim şans eseri edindiğim bir yetenek ve harika bir şey... Ama o kadar. İşin özü, yazamazsa çıldıracaklardan, varoluşun anlamını tümüyle yazmaya, üretmeye yükleyenlerden değilim.”

“Bu işin tek bir kuralı, formülü yok. Peki bir püf nokta söyleyecek olsan ne dersin?”

“Kendini tanımak, sadece yazarlıkta değil, her konuda işin püf noktası. İsteklerle becerileri denkleştirme ayarını yaşamın her alanında önemsemekten yanayım. Kişiliğim gereği hedefe hiçbir zaman mükemmeli koymuyorum. Bir üstünlük kriterim yok. Mukayese hissiyatım da zayıf. Herhangi bir şeyin kendi içindeki tutarlılığı ve güzelliği benim için yeterli. O yüzden sevdiğim şeyleri yaparım, yaparken beni sevindiren, keyiflendiren şeylerin peşinden koşarım. Yazarken, içerik olarak evet acıdan besleniyorum ama üretim sürecinde sancı çekmekten haz duyan bir bünyem yok. Aksine kolaylıkla

ürettiğim, etrafında çırpınmadığım, aklımla, fikrimle, kalemimle rahatça içinde dolaşabildiğim metinleri olmuş varsayarım. Kendimi tanıyarak ve kendime özen göstererek oluşturduğum formül tam bu.”

“Yazarken sancı çekmem, kolaylıkla üretirim dedin ya, bu metne yansır mı? Üretim sürecindeki ruh halleri metnin ruhunu da etkiler mi?”

“Benim açımdan bu biraz karışık bir durum. Yazmak benim için acılı bir süreç değil dedim ama yazdıklarım hep acıya dair. Anlattığım şeyler, dertlendiğim meseleler benim özel yaşamımda yeri olmayan şeyler. Ama parçası olduğum hayatın, toplumun çok net ve sert gerçekleri hepsi. Gerçekleri görmezden gelen biri değilim. O sert gerçeklerin benim hayatımdan uzak olması da beni mutlu eden değil aksine dünyanın tüm yükünü sırtıma yükleyen bir mesele. Yazarken kafam bu yükün ağırlığının dinamiğiyle çalışıyor. Üzülüyorum, sinirleniyorum, kötülüğün kimyasını analiz etmeğe çalışırken, kötülüğü kurgularımda yeniden yaratırken duygusal olarak hırpalanıyorum. Kendimi bildim bileli insanın kötülükle kurduğu gönüllü ilişkiyi çözmeye çalışarak yaşıyorum. Bunun için illa kötülüğe maruz kalmak ya da kötü olmak gerekmiyor. Bazı şeyler dışarıdan/uzaktan/yukarıdan bakıldığında daha net görülebiliyor.”

“Dışarının kötülüğüne, acısına bakarken, oradan kendine varıyor musun? Yazı senin için kendin üzerine de düşünmenin bir aracı değil mi yoksa?”

“Değil. Dışarısı bana çok yabancı bir yer. Kendimi hiç ait hissetmediğim, hiçbir akrabalık kuramadığım bir yer. Yanlışlıkla düştüğümden emin olduğum bu gezegeni tanıma derdindeyim. Bu derdin ekseninde de önemli bir soru var: Neden? Neden cenneti de cehennemi de hayal edebilen insan bu dünyada cehenneme ikna olur? Neden bambaşka bir şey yapsa hayal ettiği cenneti yaşayabilecekken o şeyi yapmaz, tercihini cehennemden yana kullanır? Başımıza gelen iyi ve kötü çoğu şeyin tercihlerimiz yüzünden gerçekleştiğini düşünürüm. Dolayısıyla yazarken kendimle değil doğrudan toplumla uğraşıyorum.”

“Peki biraz da bir metnin oluşum sürecinden konuşalım. İlk cemre nasıl ve ne zaman düşüyor, nereden düşüyor; düşünce nasıl bir yol izliyorsun?”

“Önce duygusu geliyor. Daha doğrusu meselesi geliyor. Örneğin korkular üzerine bir şey yazmak istediğimi hissediyorum. Ve masanın başına bu hisle oturuyorum. Derken bir kahraman beliriyor zihnimde. Sonra diğer kahramanlar... Hızla kalabalıklaşıyor roman ve ben bir

sayfa sonra ne olacağını bilmeden yazmaya başlıyorum. Plansız, programsız... Üç ileri iki geri gittiğim çok oluyor. Her şey yarı yolda değişebiliyor. Büyük macera ve büyük hengâme! Esrik bir halde yazıyorum, fazla düşünmeden, hissettiğim ve istediğim gibi, aklım bir karış havada. Sonra işin ana hatları ve teferruatları tamamlanınca aklımı başıma topluyorum ve kurgunun mühendisliğini yapıyorum.”

“Dil senin için başat bir nokta mıdır? ‘Edebi’ bir dil kurma kaygısı duyar mısın?”

“Hayır, dilin peşine takılan bir yazar değilim. Asıl hikâyeye tutulurum ben yazarken ve ondan da fenası kurgunun cambazlıklarına.”

“Kurgunun cambazlıkları... Bundan biraz bahsedebilir misin? Bir parmak bal çaldın, kavanozu rica edelim...”

“Yazı uzun ve hedefi sürprizli bilinmedik bir yürüyüş benim için. Bir labirente girme heyecanıyla girerim metne... Güdülerimin peşine düşüp koyulduğum bir yolda karşıma çıkacak her şeyin bir anlamı olduğunu düşünürüm. Nereye gideceğini asla kestiremediğim karmakarışık yollara saparım. Doğru noktalarda yön değiştirmek, meseleyi birbirine paralel yollardan akıtmak, bazen aynı yere bazen bambaşka yerlere ulaşmak, sağ gösterip sol vurmak, girilmezlere girmek, çıkılmazlardan çıkmak heyecanlandırır beni. Bir sarmalın içinde yuvarlana yuvarlana, düşe kalka ve aynı zamanda da yüksele yüksele yazdığımı hissederim.”

Remzi’de En Çok Satanlar (Eylül 2016) KİTAP (KURGU)

1 2 Ela Gözlü Pars Celile 3 Kırmızı Pelerinli Kent 4 Mucizevi Mandarin 5 Havva’nın Üç Kızı 6 Kabuk Adam 7 Gözyaşı Konağı: Ada, 1876 8 Bir Kadının Hayatında 24 Saat 9 Kürk Mantolu Madonna 10 Taş Bina ve Diğerleri Sputnik Sevgilim

Haruki Murakami, Doğan Kitap

Osman Balcıgil, Destek Yayınları

Aslı Erdoğan, Everest Yayınları

Aslı Erdoğan, Everest Yayınları

Elif Şafak, Doğan Kitap

Aslı Erdoğan, Everest Yayınları

Şebnem İşigüzel, İletişim Yayınları

Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınları Sabahattin Ali, YKY

Aslı Erdoğan, Everest Yayınları

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 2 Duygusal Beyin Bağırsak 3 Köstebek 4 Büyüleyici Bağırsak 5 Yol 6 Oltadaki Balık Türkiye 7 Muazzam Muazzez 8 The School Of Mandıra Filozofu 9 Beyin Senin Hikâyen 1 0 Canan Karatay’la Şifa Bulanlar Hayvanlardan Tanrılara Sapiens Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Ekim 2016

Hüseyin Nazlıkul, Destek Yayınları

Necip Hablemitoğlu, Pozitif Yayıncılık Giulia Enders, Büyükada Yayıncılık

Chiristine Gross-Loh-Michael Puett, Koridor Yayıncılık M. Emin Değer, Kilit Yayınevi

Sedef Kabaş, Asi Kitap

Birol Güven, Doğan Kitap

David Eagleman, Domingo Yayınları Canan Karatay, Hayy Kitap

Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Ekim 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Emily Brontë Asperger Sendromlu Olabilir Emily Brontë’nin biyografisini yazan Claire Harman’a göre ünlü yazar otizmin bir türü olan Asperger Sendromu’ndan müzdaripti. Edinburgh Uluslararası Kitap Festivali’ndeki bir etkinlikte konuşan Harman, “Emily’nin zekâsı, evden çıkmaktan nefret etmesi, sosyal

ortamlarda bulunmaktan rahatsızlık duyması ve ani gelen sinir krizleri Asperberger Sendromu’nun habercisi olabilir” dedi. Emily Brontë’nin ünlü sinir krizlerinden ilkinin Charlotte Brontë’nin ilk biyografi yazarı Elizabeth Gaskell tarafından 1857 yılında kaydedildiğini söyleyen Harman, bu olayda Emily’nin, çamaşırları kirlettiği gerekçesiyle evin köpeğinin yüzüne yumruk attığı ve hayvanın yarı kör kaldığını anlatıyor. Kaynak: Sian Cain, The Guardian, 29 Ağustos 2016

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Elizabeth Gilbert’ın Gizli Aşkı “Ye, Dua Et, Sev” kitabıyla kendine büyük bir hayran kitlesi edinen Elizabeth Gilbert, Facebook üzerinden aşk hayatıyla ilgili şaşırtıcı açıklamalarda bulundu. Kitabına da ilham olan, eşi Jose Nunes’dan bu sene boşanan Gilbert, en yakın kız arkadaşına âşık olduğunu internet üzerinden ifade etti. Gilbert, Suriye asıllı yazar Rayya Elias’ı on yıldan uzun süredir tanıdığını ama ona karşı olan hislerinin boyutunu ancak şimdi anladığını söyledi. Elias’a âşık olduğunu anlama sürecini şu sözlerle anlattı: “Bu baharda doktorlar hayatımı sonsuza dek değiştirecek bir haber verdi. En yakın arkadaşım Rayya Elias’a tedavisi olmayan pankreas ve karaciğer kanseri tanısı konuldu. Beni tanıyan herkes Elias’a ne kadar bağlı olduğumu bilir, bunu hiçbir zaman saklamadım. Ama Rayya’nın teşhisini izleyen günler ve haftalarda bana bir şeyler oldu. Ölüm ya da ölüm olasılığının gerçek olmayan her şeyi silmek gibi bir huyu vardır, işte ben de onun yarattığı boşlukta bu gerçekle karşılaştım: Sadece Rayya’yı sevmiyordum, ona âşıktım. Ve bunu inkâr etmeye zamanım yok.” Kaynak: The Telegraph, 8 Eylül 2016

New York Metrosunda Bedava Kitap Devri New York metrosu, Penguin Yayınları’yla yaptığı bir ortaklık sonucunda metroya binen herkesle bedava kısa öykü ve kitap alıntıları paylaşıyor. New York metrosunda verilmeye başlayan ücretsiz Wi-Fi hizmetini tanıtmak için gerçekleştirilen projede yolcular bu öyküleri bir program aracılığıyla cep telefonları ve tabletlerine indirebilecekler. Yolcular programa girdiklerinde metroda geçirdikleri süreye göre ayarlanan öyküler ara­sından istediğini seçebilecek. Subway Reads adındaki programda Lee Child, Lisa Gardner ve Alexander McCall Smith gibi çağdaş yazarların yanında F. Scott Fitzgerald ve Edgar Allan Poe gibi klasik yazarlar da yer alıyor. Sekiz hafta boyunca sürecek projede yolcular okudukları kitaplardaki cümleleri Twitter gibi sosyal mecralardan paylaşabilecekler. Kaynak: Grace Notes, The New York Times, 28 Ağustos 2016

Kadın Yazarlar Twitter’da Buluşuyor Akademisyen ve yazar Laurie Garrison’ın öncülüğünde başlayan #women_writers hareketi kadın yazarların edebiyat dünyasında karşılaştığı sorunları ortaya koymayı amaçlıyor. Garrison’ın açtığı #women_ writers etiketiyle Twitter’da başlattığı tartışma kısa zamanda bir manifestoya da

kavuştu. Kadınların edebiyat dünyasında çok az temsil edildiğini ve kadın yazarların hâlâ erkeklerden daha az yayınlandığını belirten Garrison’ın manifestosunda, kadın yazarların sektörde yaşadıkları zorluklar nedeniyle geliştirdikleri özgüvensizliğin giderilebilmesi için bir topluluğa gereksinim duyulduğu dile getiriliyor. Manifestoda ayrıca edebiyat dünyasının kadınları da erkekleri de erkeksi bir tavır takınmaya zorladığı vurgulanıyor. Kaynak: Lara Williams, The Guardian, 17 Ağustos 2016

Fitzgerald’ın Yayınlanmamış Son Öyküleri Baskıda F. Scott Fitzgerald’ın daha önce bir kitapta hiç yayınlanmamış öyküleri önümüzdeki baharda basılacak. “I’d Die For You (and Lost Stories)” adıyla hazırlanan seçkinin 11 Nisan’da yayınlanması planlanıyor. Editörlüğünü Fitzgerald uzmanı akademisyen Anne Margaret Daniel’ın yaptığı öyküler, konularının sıra dışılığı ya da farklı tarzları yüzünden dergiler tarafından kabul edilmemiş ya da bir kitaba girememiş. Kitaba adını veren “I’d Die For You” öyküsü Fitzger­ ald’ın Kuzey Carolina’da kaldığı ve hem kendisinin hem de eşi Zelda’nın sağlığının kötüye gittiği döneme gönderme yapıyor. Zaten kitaptaki öykülerin çoğu da aynı dönemde, 1930’ların sonunda yazılmış. Kaynak: Jess Denham, The Independent, 8 Eylül 2016

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

Eleştirinin Eleştirisi! Muhatabı üzerinde iktidar kurmak isteyen eleştiri zenginleştirmez. Üstenci eleştiri, muhatabının (kişi ya da metin) ele geçirilebilir olduğundan kuşku duymaz. Gerçeğin karmaşıklığını, değişkenliğini, çok boyutluluğunu teslim ederse benzer biçimde kendi eleştiri metninin de tartışmaya açık hale geleceğini kabullenmek zorunda kalır. Bu tür eleştiri kendininki dışında kalan tüm algıları yok sayar. Haliyle çoğaltan değil, sınırlayandır. Herhangi bir şeyi sınıflama ya da tanımlama çabası onu ele geçirme, hatta fethetme arzusundan kaynaklanır. Birini ya da bir şeyi bütünüyle kavrayabileceğinizi, yetinmeyip onu ele geçirebileceğinizi düşünüyorsanız, varlıkların karmaşık yapısına saygı göstermiyorsunuz demektir. İktidar insan doğasını kategorilere sıkıştırmaya ezberlidir. (Malum, sadece ülkeyi yönetenlere bulaşmış bir “haslet” değildir iktidar.) Erk sahibi, karmaşık yapıyı sergilemek için ince işçiliğe girişen sanattan pek hazzetmez. Çünkü karmaşık yapının varlığının kabulü kendiliğinden bir şekilde ilişkileri eşitlik zeminine çeker. Tek bir doğru olmadığı gerçeğine götürür bizi, bu da çoğulculuğa ve demokrasiye kapı açar. Yazarın iğne oyasıyla ördüğü metin, gerçeği temsil etmeye çalışmaz; onun, yani gerçeğin “ele geçirilemeyecek” denli karmaşık olduğunu hatırlatır. Gerçeğe yaklaşabilmemiz için birden çok, farklı okumalara ihtiyaç duyarız. Her bir okuma gerçeği bir yerinden yakalar. Yine de tümüne egemen olamayacağımızı biliriz. Hiçbir şey ele geçirilemez olduğu gibi, bunu yapabildiğini iddia eden eleştirinin de eleştirisi mümkündür. Aynı şekilde bu yazının ve bundan sonrakilerin de... Birbirini yanlışlayan ya da birbirine ek yapan eleştirilerin her biri kaynak metnin sahip olduğu anlamları çoğaltır. Elbette bütünüyle yıkıcı eleştiriler konu dışı. Onlar edebiyat magazininin işi. Kaynak metin, her okumada yeniden yazılır ve bu yeni versiyon kimi zaman yazarın niyetinin uzağına düşer. Nasıl ki insan ötekinin bakışıyla yeni bir kimlik kazanır, metnin nitelikleri de her okurda yeniden şekillenir Biriyle ilişki kurduğumuzda o kişinin bizden önceki deneyim ve alışkanlıklarının hakkımızdaki algısını biçimlendirmesi gibi, okurun önceki deneyim ve alışkanlıkları da okuma biçimini etkiler. Her algı yeni bir gerçekliktir. Ne kadar algı varsa o kadar da metin var demektir. Okurun yazdığı bu yeni metinde yazarın niyet ettiklerini aramak yersizdir. Hele ki “niyet edilen”in yazar için de bir muamma olduğu düşünülürse… Yazar, metnin yaratım sürecinde bazı şeyleri bile isteye kurgular. Öte yandan pek çok şeyi de bilememektedir. Metnin farkında olmadan dokunan yanları vardır. Yazdığımız metnin de, hayatımızın da mutlak hâkimi değiliz. Tam da bu nedenle metin sadece eleştirmen tarafından değil, yazarın bile kendisi tarafından ele geçirilemezdir. Yazma eyleminin en başta yazar için bir keşif olduğu bilinir. Peki bu keşif yazma serüveninin hangi noktasında yaşanır? Mesela yazmaya başlamadan önce mi? Yalnızca eylem sırasında mı? İlk yazım bittiğinde mi? Editör gördüğünde mi? Yoksa; her okurda yeniden yazıldığı zaman mı? Yazar, eleştirmenin ya da okurun gözünden kendi metnini yeniden okuma olanağını bulur. Ötekinin bakışı, üstenci ve sınırlayıcı değilse yeni keşifler için büyük bir olanaktır. Metni değerlendirirken izlediğimiz hat, o metnin içinde ilerlemek için mevcut pek çok yoldan sadece biridir. Peki okur neden o hattın üzerinden yürür? Bu soruyu kendimize sorabildiğimizde yaptığımız değerlendirmenin yalnızca okuduğumuz metinle değil, kendimizle ilgili taraflarını da keşfedebiliriz. Eleştirmen sadece metinle ya da yazarıyla diyalog kurmaz, kendisiyle de konuşur, kendi okumasının da eleştirisini yapar. Özetle bir yandan kaynak metne bakar, bir yandan da eyleminin dışına çıkıp kendisini değerlendirir. Aslında eleştirisine yönelik tüm öteki okumalar da buna hizmet eder. Üstenci eleştiri yalnız başkalarının değil, kendisinin de yoldaşı değildir.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2016

HİKMET HÜKÜMENOĞLU:

“Büyük Romanın Ne Olduğunu Bilmiyorum” Söyleşi: SELNUR AYSEVER, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)

Onları okumak için, birbiri arasındaki bağlantıları kurabilmek için bayağı uzun çalıştım. Kitabın ortasında bir sürgün bölümü var. Ben olaydan haberdar değildim açıkçası. 1964’teydi sanıyorum. 2014 yılında 50. yılıydı; bu konuyla ilgili bir sergi açıldı. Ve o sergi vesilesiyle pek çok makale yayımlandı, broşürler çıktı. 6–7 Eylül’ü biliyoruz ama bu sürgünü, araştırma yaparken öğrendim ve sonra kitabın merkezine yerleştirdiğim bir olay haline geldi.”

“600 sayfa ilk başta ürkütücü geliyor. Okur hiç vazgeçer diye düşündünüz mü?”

“Olabilir tabii. Sonuçta okurun ilgisini ayakta tutmayı, tempoyu düşürmemeyi ister istemez düşünüyorsunuz. Ama bunu bütün kitaplarımda düşünüyorum. Okuru önemseyerek yazıyorum ama okurun zeki olduğunu varsayıyorum ve popüler okurun istediği popüler romanı yazmak gibi bir amacım yok. 600 sayfa okumaktan hoşlanmayan varsa bu kitabı okumaz. Benim bunun için yapabileceğim bir şey yok.”

“‘Körburun’a aşk romanı veya politik roman diyebilir miyiz sizce?”

“Politik olmayan bir roman yok zaten. Ama sizin sorduğunuz anlamda bir politik roman değil. Uzun bir dönemi, kuşbakışı anlattığım için arka planda siyaset etkisini hissettiriyor. Romanda bir karakter gibi, diğerlerini etkileyen bir unsur olarak yer alıyor. Ama ön planda Türkiye siyasetini anlattığım bir roman olmadı. Aşk romanı denmesi beni rahatsız etmez ama ben öyle bir etiket koyamam. Ben hayatımda aşk romanı olarak tarif edilen bir roman okuyup, okumadığımı bilmiyorum. Dolayısıyla aşk romanı denir mi, denmez mi bilmiyorum. Ama bence de aşk romanı bekleyen okuru düş kırıklığına uğratabilir. Ben romanlarımın hiçbirine bir isim veremiyorum. Mesela ‘4’ ne romanı deseniz, bilimkurgu mu, fantastik mi, distopik mi, gerilim mi? Cevap veremiyorum. ‘Kar Kuyusu’ belki psikolojik/gerilim romanı olabilir. Tabii psikolojik ne demekse, psikolojik olmayan gerilim var mıdır? O yaratıcı yazarlık gibi bir şey oluyor. Tamamen anlamsız bir şey. İngilizceden tercüme edilirken hatalı yerleşmiş bir deyim. Creative Writing orada yazı yazma eylemi aslında, yazarlık değil. Başa dönecek

olursak, bana Murat Gülsoy’un son romanı hangi türe giriyor deseniz, ben ona da cevap veremem. Kalıplara koymak zor.”

“Romanınızdaki başlıklar şaşırtıcı. Bölümle ilgili mesaj veriyor gibi görünmüyor ama bir o kadar da romandan bağımsız; başlıkları takip ederek fikir sahibi olmak imkânsız. Nasıl ortaya çıktı bu başlıklar?”

“Bu konunun bu kadar ilgi çekeceğini hiç tahmin etmedim. Üçüncü kez soruluyor bana; hiç hoşunuza git-

okurun düşlemesini mi istediniz yoksa sizde de mi son yok?” “Böyle bir kurgunun sonu yok. Her karakterin farklı bir hikâyesi var. Ve benim kafamda bu roman her karakterin hikâyesinde bitti. İstesem uzatabilirdim, 2000’lere de gelebilirdim ama bir yerde durmak gerekiyor. O durduğu nokta bence durmam gereken noktaydı. Kitap daha uzun olmasın diye değil, hikâyeler öyle bitmesi gerektiği için. Bir karakterin hikâyesi bitmiyor ama benim için bitiyor.”

Politik olmayan bir roman yok zaten. Ama sizin sorduğunuz anlamda bir politik roman değil. Uzun bir dönemi, kuşbakışı anlattığım için arka planda siyaset etkisini hissettiriyor. Romanda bir karakter gibi, diğerlerini etkileyen bir unsur olarak yer alıyor. Ama ön planda Türkiye siyasetini anlattığım bir roman olmadı. Aşk romanı denmesi beni rahatsız etmez ama ben öyle bir etiket koyamam. Ben hayatımda aşk romanı olarak tarif edilen bir roman okuyup, okumadığımı bilmiyorum. Dolayısıyla aşk romanı denir mi, denmez mi bilmiyorum. Ama bence de aşk romanı bekleyen okuru düş kırıklığına uğratabilir. meyecek bir cevabı var aslında. Hiç heyecanlı olmayan bir cevabı var. Ben bilgisayarda dosyaları kaydederken uydurduğum isimler onlar. Ama hoşuma gittiği için de kitapta kullandım. O isimler bana o bölümü hatırlatıyor. Bana hatırlattığı için okura da bir şeyler verebilir diye koyduğum isimler aslında.”

“Her dönemi anlatırken o döneme ait dili kullanmışsınız. Lûgat gibi. Neden?”

“Tamamen dönemin diliyle konuşmuyor karakterler. Dönemi anımsatacak ya da hissettirecek bir dille konuşuyorlar. Herkes günümüz Türkçesiyle konuşuyor ama döneme ait kelimeler serpiştirerek, dergi yerine mecmua gibi, dönemin hissiyatını vermeye çalışıyorlar. Birebir yazmaya kalksak, altmışlarda kullanılmayan sözcükler bulursunuz. Böyle bir çabam olmadı ama dönemin ruhunu anımsatmak için bir çaba harcadım.”

“Romanın sonu beklenen bir son değil. Sonu

“Bu karakterin Seher olduğunu tahmin etmek zor değil. Başka bir yerde Seher’in hikâyesi devam edecek mi?” “Okurlardan çok karamsar bir roman olduğuna dair bir tepki de geliyor. Herkes, karakterler iyimser değil, başlarına gelenler çok kötü gibi yorumlar geliyor. Bence Seher’in en azından öyküsü son derece iyimser bir şekilde bitiyor. Çünkü önünde çok fazla açık kapı bırakıyorum ben onun. Siz okur olarak o kapılardan hangisinden gittiğini merak ediyorsunuz ama önünde o kadar çok açık kapı olması benim için umut simgesi. Yapabileceği bir sürü şey var Seher’in. Diğer karakterlerle kıyaslayınca hiçbiri öyle değil. Seher zincirini kırmış bir karakter oysa.”

“Romanda pek çok duygu bir arada. Ama en baskın olan, tarihimizle de bağlantılı olarak bir ötekileştirme hali ve bir de yüzleşme. Her karakterin


Ekim 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

hesaplaşması var sanki. Siz siyasal düzlemde okura ayna tutmak mı istediniz?” “Ayna tutmaktan ziyade şöyle tarif edebilirim: Çok doğru söylediniz, yüzleşme var. Bir toplumsal yüzleşme var. Her travmanın bir sonraki nesle tortusunun kalması var. Bir de bunun kişisel hayatta, aşk, iş, aile hayatlarında mikro düzeyde bir yansıması var. Siyasi olaylardan bağımsız olarak kişisel ilişkilerimizde birtakım şeylerle yüzleşme ya da birtakım hikâyeler uydurup, o hikâyelere inanma, o hikâyeleri kendi kendimize uydurduğumuzu kabul etmeme. Öyle bir sinyal aldığınızda hemen korumaya geçme, direnç gösterme. O ikisi arasında paralellik kurmaya çalıştım. Toplumsal olarak ne yaşıyoruz ve bir yandan da kendi hayatımızda ne yaşıyoruz? Bizi psikolojik olarak esir eden bir duygu. Ayna tuttum mu tutmadım mı, okura kalmış aslında.”

“‘Körburun’u yazarken geleceğe umutla bakan bir ruh halinde değildim, demişsiniz bir röportajınızda. Romancı umutsuzluğa düşebilir mi sahiden? Ve umutlu olsaydınız nasıl bir ‘Körburun’ okurduk?”

“O ‘Körburun’ olmazdı, başka bir roman olurdu. Bir, ben karakter olarak zaten karamsar bir insanım. İyimser bir insan değilim. İki, hakikaten sıkıntılı bir dönemde yazdım ben romanı. Yalnız Türkiye değil tüm dünya için. Her sabah kalktığımızda gazetede, internette korkunç bir habere uyandığınız zaman böyle cıvıl cıvıl, neşeli duygular saçarak masanın başına oturmuyorsunuz. Üç, anlattığım dönem zaten oldukça sıkıntılı. O dönem için iyimser bir şey yazabilmek mümkün değil. Olayların nasıl ortaya çıktığını, nasıl sonuçlandığını, nasıl tekrar ettiğini görüyorsunuz. Neresinden tutup, iyimser olayım? Ama dediğiniz gibi tamamen karamsar olmak da romancı için mümkün değil. O halde niye biz varız, niye roman yazıyoruz, niye romanlar okunsun gibi bir nihilist yaklaşımla odaya kapanıp, perdeleri kapatıp, duvarlara bakarak oturmam lazım. Mutlaka içinizde pozitif bir duygu olmak zorunda.”

“Romanda ötekileştirmeden hareketle bir de mülkiyet kavramına dair bir sorgulama görüyoruz. Mülk ve insan arasındaki ilişkiyi de anlatmak istediğinizi söylemek mümkün mü?”

“İnsan psikolojisinde onun çok önemli bir yer tuttuğuna inanıyorum genel olarak; bizim memleketimizin de psikolojisinde çok yer tutuyor. Son zamanlarda çok yoğun bir şekilde sürekli parlayan öfke kıvılcımları oluyor. Kökeninde tabii ki gelir dağılımı adaletsizliği ve sınıf kavramları var ama ‘herkes köşeyi döndü ben köşeyi dönemedim’ öfkesini görüyoruz. 80’lerdeki ‘her mahalleden bir zengin çıkaracağız’ söyleminden büyük ihtimalle. Sanki böyle bir temel hak varmış ve bu insanların ellerinden alınmış gibi. Herkes bunun hesabını tutuyor. Gelir dağılımı adaletsizliğini bir kenara bırakarak söylüyorum bunu. Çünkü bu başka bir tartışma konusu. Toplumsal bir sorun. Bu, emek sarf etmeden varlık sahibi olma arzusunun yarattığı bir hınç duygusu. Bu, gayrimüslim azınlıklara karşı sürekli patlayan öfke, nefret ve toplum dışına itilmesinin temelinde yatan sebep. 80’den önce de böyleydi. Bu, Cumhuriyet’in başından beri olan bir şey.”

“Romanda çok fazla karakter var. Ana karakterler belli olmakla birlikte yan karakterleri de oldukça detaylı anlatıyorsunuz. Neden bu kadar çok karakterle yazmayı tercih ettiniz?”

“Okurlardan –yakınlarımdan özellikle– yüzüncü sayfaya geldim, çok isim var nasıl aklımda tutacağım diye yakınanlar oluyor. Birinin ismini aklında tutamazsan kitabın sonunu anlamayacaksın diye bir şey yok. Kitabın kurgusu öyle değil. Ben de okur olsam öyle bir kaygım olur ama bu bir casus romanı değil. Bunu yapmak zorundaydım çünkü ben orada bir ada yaratıyorum ve o adanın halkını yaratıyorum ve sonuçta belli karakterler var. Oranın bir hikâyesi çıkıyor. O adadaki toplumun hikâyesini anlatıyorum. Belki de o toplumu da bir metafor olarak anlatıyorum. Sadece 3-4 kişiyi

anlatsam o roman ‘Körburun’ olmaz, orada bir ada olmaz. Karakter kadrosu ne kadar zengin olursa okuru o gerçekliğe o kadar inandırabileceğimi düşündüm. Kitabın ortasındaki, omurgasını oluşturan o bölüm, linç dediğimiz daha doğrusu yağmalama olayı organik olarak kalabalık bir grup. O olaya gelmeden benim kadroyu anlatmam gerekiyordu. Okurun o insanları iyi tanıması ve psikolojisini bilmesi gerekiyordu. Nerden geldiler? Kim bunlar? Aslında bize çok uzak insanlar değil. Yakında bildiğimiz, etrafımızda gördüğümüz belki kendimizi de öyle hissedebildiğimiz insanlar. O hissiyatı yaratmak için mümkün olduğu kadar yan karakterlerin psikolojilerine girmeye çalıştım.”

“Karakterler değişse de yüzleşme ve yalnızlaşma duygusu değişmiyor. Bunun nedeni mekânın değişmemesi mi yoksa duyguların nesilden nesile aktarılması mı?”

“Mekândan çok, yıllar geçse de o duyguların devam ediyor olması. Hepimiz kendimizi çok özel, biricik olarak görsek de üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri yaşıyoruz. Aynı aşkları yaşıyoruz, aynı hayal kırıklıklarını yaşıyoruz, aynı zayıflıklara sahibiz. Hiçbirimiz özel değiliz. Romanda sürekli Marcus Aurelius’tan bahsetme sebebim de o. Roma imparatoru ama dalgasını geçiyorum, ilk kişisel gelişim kitabını yazmış diye. İlk değildir belki; ama hakikaten kişisel gelişim kalıpları içerisinde bir kitap onunki. Okuduğunuz zaman çok eğleniyorsunuz. Çok güzel bir kitap. Onun genel tavrı, hepimiz aynı şeyleri yaşayıp, ölüp gideceğiz, diyor. Bir şeyleri değiştirebilir miyiz?”

“Roman bitince herkes Seher gibi olmak isteyecek ama yaşlanmaya başlayınca Neriman Abla çıkacak içimizden. Ne dersiniz?”

“Hiç böyle düşünmemiştim. Birinden birini tercih etmek zorunda olsaydım acaba hangisini seçerdim? Neriman Abla kitaptaki en sağlıklı insan. Mutsuz değil. En ayakları yere basan insan. Evet dediğiniz güzel bir yorum. Hiç öyle düşünmemiştim ama öyle. Seher olmak isteyip Neriman Abla olacağız.”

“Kitap kadın karakterler üzerine kurulu. Hayatı belirleyenler erkekler değil romanınızda. Neden?”

“Genel olarak hayatı kadınlar belirlemez mi? Çok klişe oldu ama. Erkeklerin kaderleri, geldikleri ve gittikleri noktalar hep kadınlar tarafından belirleniyor kitapta. Şaka değil, klişe ama kadınların belirleyici olduğunu düşünüyorum pek çok konuda. Kafamdaki kurgu üç kadını anlatmaktı: Neriman Abla, Meral ve Seher. İşin içine elbette erkekler de girdi ama yola çıkarken bu üç kadınla çıkmıştım. Kitabın DNA’sında bu kalmıştır. Ama genel olarak da kadınların belirleyici olduğunu, sevmediğimiz ve kabul etmediğimiz resmi tarihi değil belki ama gerçek hayatta yazılanları kadınların yazdığına inanıyorum. Dolayısıyla onların üzerinden anlatmak bana daha sahici geldi. Bilinçli demesek de içgüdüsel diyebiliriz.”

“Kitabın kapağından romana dair bir tek ipucu alamıyoruz. Sık rastlanan bir şey olduğunu söyleye-

meyiz sanırım. Özellikle mi böyle olmasını istediniz?” “Kapağa üç kişi karar veriyoruz: Ben, editörüm ve tasarımcı arkadaşımız. Bugüne kadar benim bütün kapaklarımı Utku yaptı. Biz Utku’ya romanı anlattık. Ben hayalimi söyledim. Bazen romandan tamamen bağımsız olarak birkaç taslak geliyor. Sonra taslaklar üzerinden konuşuyoruz. Bambaşka bir kapak vardı kafamda, rasathane. Taslaklarda vardı. Ama editörüm hemen reddetti. Kitap cüsseli, okura korkutucu gelecek, dedi. Kapakla daha sıcak bir his yaratalım, dedi. Yüzde yüz katılıyorum. İki, ben bu kapağı görünce âşık oldum. Görüntü olarak. Üç, hakikaten rasathane başka bir imge yaratacaktı okurda. Ben kitabı bildiğim için kafamda oluşan rasathane görüntüsü, kitap hakkında hiçbir şey bilmeyen bir insanı yanıltacaktı. Kitabı bilmeden baktığınızda kapak okuru kısıtlasın istemiyorum. Kitap hakkında bir fikir vermesi yanlış olabilir. Ama kitap bitince de aksesuvar gibi olmasın, kitaba dair olsun istiyorum. Bu zamana kadar en sevilen kapak oldu. Editörümün kararı.”

“Editörünüze inanıyor ve güveniyorsunuz”

“İyi bir editör olmadan iyi bir kitabın olacağına inanmıyorum. Yazarın çok iyi bir editöre güvenmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.”

“Türkiye’de editörleri nasıl buluyorsunuz?”

“Yayıncılığın işlemeyen, zayıf kısımları olabilir ama bence editöryel olarak çok kuvvetli. Genel olarak çok yetenekli olduklarını düşünüyorum.”

“Sizin eleştiri yazılarınız da var. Edebiyatımızda eleştirinin yerini nasıl buluyorsunuz? Geçmişle kıyaslayarak nasıl bakıyorsunuz? Edebiyat dergilerinin eleştiriye katkısını, ufuk açıcı olup olmadığını nasıl görüyorsunuz?”

“Birincisi edebiyat dergisi diye bir şey kalmadı zaten. O kadar az sayıdaki. Kitap ekleri derseniz onlar kitap tanıtım yazılarına yönelik bir şey ve onun da yapılması gerekiyor. Ama onlar eleştiri değil. Eleştirel metinler yazanlar var, Ömer Türkeş gibi. Söylediklerini önemsiyorum. Ve başka yazarlar için söylediklerini de takip ediyorum. Bana kötü bir şey yazsa üzülürdüm. Maalesef piyasa çok küçük. Çok az okur var. Okurların, okuma alışkanlıkları popüler kitaplara yönelik. Sizin bahsettiğiniz anlamda kuramsal eleştiri okumak isteyecek akademik çevre dışında çok az kişi var. Ama eleştirinin yayınlanması için birtakım mecraların da olması gerekiyor ve böyle mecralar yok. Onların da ayakta kalması gerekiyor. Maalesef öyle bir şey yok.“

“Kitabın arka kapağında ‘büyük roman’ı denediğiniz yazıyor. Büyük roman nedir?”

“Bilmiyorum ve bilmek de istemiyorum. Korkutucu bir şey. Editörüm yazdı. Tırnak içerisinde yazmasaydı, ‘deniyor’ demeseydi asla kabul etmezdim. Ancak böyle yazdığı için kabul ettim. Teşekkür ediyorum ama ben büyük romanın ne olduğunu bilmiyorum. Birileri büyük roman derse, kendimi sakinleştirmem gerekir. İyi bir şey olduğunu tahmin ediyorum. Kendimle ilgili olduğu için de düşünmek istemiyorum.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2016

Mekânı Nasıl Algılarız? Elinizde tuttuğunuz dergiyi okurken muhtemelen bir koltukta, sandalyede ya da oturmaya yarayan herhangi bir nesnenin üstünde oturuyorsunuz. Belki önününüzdeki masada bir bardak çay var ya da yanınızdaki sehpada bir fincan kahve. Sırtınız kapıya dönük olabilir. Yine de gözleriniz bu satırlarda gezinirken, zihniniz şu anki okuma eylemiyle meşgulken hepsinin orada olduğunu bilirsiniz. Dahası pencerenin önünden bir araba geçse kafanızı kaldırmadan bunu fark edersiniz. Çocuğunuz oyuncağını yere düşürse evin hangi bölümünde nasıl bir oyuncağın zemine çarptığını anlarsınız. Jennifer M. Groh’a göre bunun nedeni içinde bulunduğumuz mekânı birçok yönüyle zihnimize kaydedip hareketlerimizi ona göre ayarlamamız. Nesnelerin yerini belirleme, sınırlarını algılayarak onları birbirinden ayırt etme, mesafe ölçme, kendi konumumuzun farkına varma; bunlar hep mekân algımızla ilgili vazgeçilmez becerilerdir. Peki beyin bunları nasıl yapar? Groh, beynimizin bu incelikli hesaplamaları tüm duyularımızı seferber ederek nasıl kotardığını anlatıyor. İşitme, görme, dokunma ve hatta koklama, mekân algımızın önemli birer parçası. Ancak duyuların tek başına uzun süreli bir mekân algısı yaratmaya yetmediğini söylüyor, işin içine bellek ve farkındalık da giriyor. Groh beynimizin tüm bu mekân algısı yaratma sürecini nasıl kotardığını ilginç ve yaratıcı deneyler aracılığıyla açıklıyor “Mekân Yaratmak”, Jennifer M. Groh, Çev: Gürol Koca, 232 s., Metis Yayınları, 2016

Evde Deney Yapmak Siz de amatör bir bilim meraklısı mısınız? Değişik deneyler yapmayı sever misiniz? Ya da popüler bilim kitaplarını okumaktan keyif alır mısınız? O zaman Martin Gardner’ın “Günlük Eşyalarla Eğlenceli Deneyler” kitabı tam size göre. Gardner, tamamı evinizde bulunabilecek eşyalarla, ünlü deneyleri nasıl tekrar yaratabileceğinizi gösteriyor. Yalnızca bir fener, bir cep aynası, bir kase suyla 300 yıl önce Newton’un yaptığı gibi bir ışık tayfı elde edebilirsiniz. Karton, renkli kâğıt ve yağlı kâğıt yardımıyla Meyer’in zıt renklerle ilgili deneyini yapabilirsiniz. Bernoulli’nin aerodinamik ilkelerini göstermek için oyun kartı, ip ve bir raptiye yeterli. Suyla doldurulmuş bir şişe, birkaç ataç ve bir balonla Pascal yasasını öğrenmek mümkün. İki su bardağı, biraz kibrit ve suyu emebilecek bir kağıtla 1650’de gerçekleşmiş ünlü “olağan atmosfer basıncı” deneyini tekrar oluşturabilirsiniz. Yukarıda sözünü ettiklerimiz gözünüzü korkutmasın. Kitabın dili ve deneyler için verilen talimatlar oldukça anlaşılır. Üstelik kafanızın karıştığı yerde Anthony Ravielli’nin açıklayıcı illüstrasyonları yardımınıza koşuyor. Martin Gardner’a göre, görmek sadece inanmak değil anlamaktır. Kitaptaki basit açıklamalarla ve her evde bulunan birkaç eşya ile en zorlu bilimsel ilkeleri anlayabilirsiniz. “Günlük Eşyalarla Eğlenceli Deneyler”, Martin Gardner, Çev: Esra Özkan, 128 s., Doruk Yayınları, 2016

Sinemamızın Arayışçı Yönetmeni KÜLTİĞİN KAĞAN AKBULUT

“D

ün kadar yakın, ışık yılınca uzak... Bu elli yedi yıl boyunca çok şeyler oldu elbet. O günler farkında olmasak bile yeni bir sinemanın kuruluş sürecinin başlangıç günlerinde idik. Her şey bir deneme, arama havası içindeydi. Serüven dolu, sancılı, ateşli, iyimserlikle dolu coşkulu günlerdi. O günlerin sinema yapanlarını ne parasızlık ne teknik eksiklik ne de işteki bilgi yetersizliği yıldırıyordu. Yapımcısından en küçük işçisine kadar gözü kara bir kuşaktı. Sinema yıllar önce Amerika’da olduğunca yeniden keşfediliyordu.” Türkiye sinema tarihinde Tiyatrocular Döne­ mi’ni kapatıp Sinemacılar Dönemi’ni açan kuşağın temsilcilerinden Lütfi Akad’ın uzun zamandır baskısı bulunmayan anı kitabı “Işıkla Karanlık Arasında” İletişim Yayınları tarafından tekrar basıldı. 1948 yılında “Vurun Kahpeye” filmiyle başlayıp sinemacılık kariyerinin son dönemine kadar film çekim süreçlerini anlattığı kitabında Akad, Türkiye sinema tarihinin en tartışmalı ve hareketli günlerinin bir panoramasını sunuyor. Ancak “Işıkla Karanlık Arasında” sadece bir sinemacının film çekme anılarını değil, Türkiyeli bir aydının arayış öyküsünü de yansıtıyor ve tarihimizdeki önemli tartışma başlıklarını masaya yatırıyor. Kitap, Akad’ın Osmanlı Bankası’ndaki düzenli ancak sıkıcı işinden ayrılıp bir film şirketinde hesap kitap işlerine bakmak üzere çalışmaya başlamasıyla açılıyor. Hiçbir kurumsal yapının olmadığı, teknik olanakların henüz Türkiye’ye gelmediği, gelse de çok pahalı olduğu ve sinemanın anlatım biçimi üzerine kimselerin düşünmediği bir dönem bu. Her ne kadar tiyatrocular döneminden kalma bir şeyler olsa da Akad o dönemin film yapım anlayışını reddeder ve sinemanın kendine özgü diline odaklanır. “Sinema bir sağduyu işiydi,” diyor Akad. “İşe önce parmak uçları ile dokunuyor, güven bulunca sıkıca kavrıyorduk. Yeri sağlam bulmadıkça adım atmıyorduk.” Akad’ın sineması bu minvalde hem teknik anlamda hem de düşünsel anlamda arayışlarla doludur. Teknik olarak hem yeterli malzeme yoktur ülkede, hem de malzeme olsa da kullanmayı bilen teknik eleman sayısı azdır. Kitap boyunca yönetmenin ve ekibinin basit teknik sorunlara getirdiği pratik çözümleri okuruz. Sinema diline dair de dünya sinemasında konuşulmuş ve hatta üzerine kitaplar yazılmış konuları “keşfederler”. Akad Hachette Kitabevi’nde gördüğü “Cahier du Cinema” dergisini okuyunca kafasındaki bazı anlatım sorunlarının çok daha önce tartışıldığını görür. Ya da dünyada standartlaşmış kayıt metotları ülkede ilk kez uygulandığında heyecan duyarlar. Anlatım dili yeniden kurulur. “Kaynak yokluğundan, başta Kuleşov’un ünlü kurgu kuramını, 30 yıl önce Griffith’in, Ayzenştayn’ın, Pudovkin’in temellerini attıkları sinema kuramlarını yarım yamalak da olsa yeni baştan bulmak zorunda kalmıştım.” Akad’ın sinemanın anlatım biçimine dair arayışları her şeyin elimizin altında olduğu ancak sinemasal denemelerin azaldığı şu dönem için birçok genç yönetmene ilham verecek kuvvette. Kitapta aynı zamanda sinemamızdaki ilk örgütlülük hareketlerine de tanık oluyoruz. Sinema gelir getiren bir sektör olmaya başlayıp emek sömürüsü de görünür olduğunda sendikal çalışmalar başlar ve Akad da sendikal çalışmaların ön

kultigin.akbulut@gmail.com sıralarında yer alır. Fransa’dan gönderilen toplu sözleşme örneğinin çevirisini yapmak Akad’a düşer. DİSK’in sendikal çalışmalardaki yardımcı rolünü, şu an adına ödüller verilen bir festival yöneticisinin grev kırıcılık için çaba göstermesini ve dönemin ünlü oyuncularının “biz işçi değiliz, sanatçıyız” deyip sendikaya üye olmamalarını kitaptan öğreniyoruz. “Işıkla Karanlık Arasında” kitabında benim merakla okuduğum bölümse Yılmaz Güney’le karşılaşıp birlikte film çekmeye başladıkları dönemin anlatıldığı bölüm. Akad sinemamızda isim yapmaya ve artık usta yönetmen saygısı görmeye başlamasına rağmen yapmak istediklerine de bir türlü ulaşamamaktadır. Vurdulu kırdılı filmlerin sevilen aktörü, peşinden milyonlarca izleyiciyi sürükleyen Yılmaz Güney de aynı arayışın içindedir ve bu ikili karşılaşırlar. Güney, “Hudutların Kanunu” filminin senaryosunun ilk versiyonunu Akad’a getirir. Oyuncunun eski filmlerinin benzeridir, Güney senaryoda damdan dama atlar, uçanı kaçanır vurur. Akad ise sınırlarda yaşayıp kaçakçılık yapanların temel motivasyonuna inmeye çalışır. Akad’ın önerisi karşısında Güney “Ağabey, beni perişan ettin, ama ne diyim haklısın,” dedikten sonra, “Yalnız şu var, sen benim bu senaryoyu kimler için yazdığımı biliyor musun?” diye sorar. “Biliyorum,” diye cevaplar Akad. Güney’in “Peki, senin istediğin senaryoyu yazarsak kimler görecek filmi biliyor musun?” sorusuna “Herkes görecek” diye cevap verir. Sonucunda Türkiye sinemasının klasiklerinden “Hudutların Kanunu” filmi ortaya çıkar. Hem Akad’ın sineması için bir dönüm noktasıdır, hem de Güney tek bir izleyici katmanına değil tüm sinema izleyicisine hitap eden bir oyuncu olmuştur. Akad bununla da kalmaz. Kızılırmak-Karakoyun filmindeki hiçbir gücü olmayan çoban rölünü Güney’e teklif eder. “Bu film çok farklı, büyük bir film olacak. Sana da her türlü filmde değişik kişilikleri oynama cesareti verecek ve çok iyi olacak. Güven bana!” Akad’ın ve Güney’in birbirine olan güveni ve yeniyi arama çabaları sosyal gerçekçi sinemamızın temellerini de atar. Akad kitap boyunca 6-7 Eylül olaylarından darbe dönemlerine; köyden kente göçten şehrin büyümesine; sinemaya adım atan oyunculardan müzisyenlere; sektörün örgütlenişinden düşünsel arayışlara kadar birçok başlığı ele alıyor. Onun anıları nostaljik bir sinema magazini olmanın çok daha ötesinde ülkenin içinden geçtiği teknik ve düşünsel arayışlara da ışık tutuyor. “Işıkla Karanlık Arasında” kalmak hem sinema yapmaya dair bir ifade, hem de ülkenin çalkantılarının bir metaforu. Bugünün sinemacılarının Akad’ın anılarından öğreneceği çok şey var. Bunların arasında belki de en önemlisi, bilgiye ve teknik olanaklara erişimin komik denecek kadar düşük olduğu bir dönemde Akad’ın inatla film yapması ve entelektüel arayışlarını sürdürmesi. “Işıkla Karanlık Arasında”, Lütfi Ö. Akad, 480 s., İletişim Yayınları, 2016


Ekim 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Aslı Erdoğan’ın Denemeleri MEHMET SAİD AYDIN

O

lağanüstü durumlar belirleyici şeylerdir. Taziyede göbek atmayı düşünmezsiniz mesela, yahut düğünde kimse uzun bir ağıt beklemez sizden. Cezaevi de öyle bir şey: Artık cezaevinde olan o insanın üzerine kuracağınız her cümleyi çiğneyerek kurmak zorundasınızdır. Çiğnemek; yani iki değil dört, dört değil sekiz kere düşünmek, tefekkür etmek ve süzmek. Aslı Erdoğan Bakırköy Cezaevi’nde mahpus. Necmiye Alpay’la aynı koğuşta kalıyorlar. Özgür Gündem gazetesine nöbetçi yayın yönetmenliği yapan isimler yargılanmaya devam ediyor öte yandan. Gözaltılar, tutuklamalar, OHAL, sınırötesi operasyon... Birçok şey oluyor, birçok şey olurken birçok insan olanlardan bir mana çıkarmaya çalışıyor. Şu an cezaevinde olan Aslı Erdoğan’ın da bizden farksız olduğunu sanmıyorum. O da merakla anlamaya çalışıyordur muhtemelen halen bütün bu tufanı. Olağanüstü durumların aşırı belirleyiciliğinin yanında bir Aslı Erdoğan portresi çıkarmak, onun edebiyatı üzerine konuşmak zor. Daha önce Radikal Kitap’ta “Hayatı, edebiyatından ayrı değil” başlığı konularak yayımlanan “Aslı Erdoğan edebiyatı” yazısında, Erdoğan’ın yazınına bir projeksiyon tutmaya çalıştım elimden geldiğince. Orada da aynı belirleyici hal vardı elbette yazının tepesinde. Önce küçük bir hatırlatma: 1967 İstanbul doğum, çok parlak bir öğrencilik hayatı, fizik ve bilgisayar mühendisliği eğitimi, Robert, Boğaziçi ve Cern, Brezilya’da yarım bırakılan doktora ve edebiyata dönüş. İlk roman “Kabuk Adam” 1994’te; ardından öykü kitabı “Mucizevi Mandarin” 1996’da. Deneme, öykü ve romanlardan oluşan yedi kitaplık bir külliyat, epey dile tercüme, birçok Avrupa ülkesinde önemli ödüller, Brezilya’da neredeyse bilinen tek Türkiyeli yazar olma... 2009’dan yayımlanan “Taş Bina ve Diğerleri”nden bu yana suskunluk. Ardından Özgür Gündem gazetesi danışma kurulu üyeliğinden ötürü halen süren dava. Aslı Erdoğan’ın editörlüğüne dair de yazdım. Ama o sıra kitap üzerine konuşmak için erkendi. Şimdi konuşmak mümkün: Cezaevi sürecinden hemen önce, Everest Yayınları’ndan çıkacak üçüncü deneme kitabı üzerine konuşulmuş, metinlere büyük ölçüde karar verilmişti. “Bir Delinin Güncesi” ve “Bir Kez Daha” başlıklarını taşıyan iki deneme kitabına eklenecek bu yeni kitabın adı bile belliydi aslında: “Artık Sessizlik Bile Senin Değil”. 40’tan fazla denemenin bir araya gelip derleneceği bu kitap, aslında Aslı Erdoğan’ın –bizce ve birçok okurca– uzun sürmüş sessizliğini bozmak için önemli bir adımdı. Zira, gündelik politiğin bir heyula gibi üzerimize çökmesinden onun kadar biz de mustariptik; öykülerini, romanlarını kısaca kurgusal metinlerini bekleyen birçok okur vardı. “Kabuk Adam”ın baskısı tükenmek üzereydi, “Mucizevi Mandarin”e dair sıkı Aslı Erdoğan okurlarından sıkça e-posta almaktaydık ve aynı soru soruluyordu: Yeni kitap gelmeyecek mi? Şimdi yeni kitap gelecek ama bahsini ettiğim o gölge, olağanüstü zamanların gölgesi kitabın peşini bırakacağa benzemiyor. Kitaba ismini veren deneme “Artık Sessizlik Bile Senin Değil”de

mehmetsaida@gmail.com bir öngörüden, bir kara kehanetten besleniyor Aslı Erdoğan: “‘Hayat’ diye adlandırdığımız, anlamlandırdığımız, bizi anlamlandıran ne varsa kıstırılmış, benzin şişeleriyle yakılıyorsa... Düşlerin çatıları ağır silahlarla havaya uçuruluyor, binyılların kanıyla biçimlenmiş sözcükleri yaylım ateşinde delik deşik ediliyorsa... Tek bir çığlık bile işitemiyor, atamıyorsak... Bu sessizlik bile bizim değil artık... (...) Özgürlüğü ve barışı savunmak, ne bir suç ne de kahramanlık, bizim görevimiz... Savunmaktan öte, bu sözcüklere kaybettikleri anlamlarını, kutsallıklarını iade etmek... Gücümüz yettiğince... Katliamlara suç ortağı olmamak ise, bir hak ve görevden öte, asıl varoluş nedenimiz... Bu da bizim, gücümüz yettiğince taşıdığımız, gücümüz yettiğince sevdiğimiz ‘kayamız’, alınyazımız!” Denemelerin sadece başlığına bakarak kara kehanetin ne denli “çalıştığını” anlamak mümkün aslında: “Yanan Bir Binada”, “Kelimelerin Yetmediği Fotoğraflar”, “Hayat Denilen O Ülke”, “Hayal Gücü İktidara”, “Gece Nöbeti”, “Kül, Kemikler, Suskunluk”, “İşte Vedalaşmışız”... Bu da “Hayal Gücü İktidara” başlıklı yazıdan. Kobanê sınırına giden Aslı Erdoğan’ın izlenimlerinin yakıcılığı. “Bir fotoğraf. Suruç, Kobanê sınırı, sınırın sıfır noktası. 25 Ekim. Barış zinciri. Alacakaranlık. Vaktinden önce bastırmış, hızla koyulaşan, sanki günün geç ve son saatlerinde değil de, zamansız, insana özgü bir gecede derinleşen karanlık. İçe işleyen, içeride kendi derinliğine çöken... Bir dönüşünü daha tamamlayan dünyanın yorgun ve hüzünlü akşamı değil sanki bu... Kabuk değiştiren, küllerinden ve düşlerinden yeniden, bir kez daha doğmaya hazırlanan dünyanın kozamsı, fotoğrafın bir ucundan diğerine uzanan insan siluetlerinde somutlaşan alacakaranlığı. Bir adım arkalarına gelmiş gibi duran ufka sırtlarını dönmüş, yüzleri, cinsiyetleri seçilemeyen, anonimleşirken kendi sınırlarından kurtulmuş, yek vücut olmuş insanlar... Her sesin kendinden bir şeyler kattığı, hep tamamlanmamış kalacak bir ezginin sıra sıra notaları gibi... O an el ele tutuşmamışlar, ama öylesine yakınlar ki, yazgıları birbirine dolanıyor, gölgeleriyle hikayeleri iç içe geçiyor, bir başka bütünde birlikte akıyor. Hemen hepsi kollarını kaldırmış, göğe doğru uzanmış, belki bir selam, uzaklara, en uzak sınırlara yollanan, bir sesleniş, bir başkaldırı, her şey gibi bu anın da yitip gideceğinin yadsınamaz bilgisine... Sadece beş on dakika sonra bu zincir de çözülecek, otobüslerine, arabalarına binecek, kişisel hayatlarına geri dönecekler. Her biri kendi yolculuğunda, kendi unutuşunda...” Aslı Erdoğan’ın denemeleri, kurgusal metinlerine de dokunuyor. Yazarlığında kendi yaptıklarını bile ihlal eden bir yazar, bunu yapmaya devam ediyor. Daha devam edecek üstelik. Buna inancımız tam. Aslı Erdoğan iyi bir yazardır. Ve bunun suçu cezaevi değildir dünyanın hiçbir ülkesinde. “Artık Sessizlik Bile Senin Değil”, Aslı Erdoğan, Everest Yayınları, 2016

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Hani Bir Yayınevi Vardı… Bir zamanlar kitaplarının peşinde koştuğum bir yayınevi vardı: Yeditepe Yayınevi. Sahibi Hüsamettin Bozok. Ben ancak son yıllarına yetiştim. 1980’li yıllar. 1950’de dergiyle başladı Hüsamettin Bey. Cağaloğlu Nuruosmaniye Caddesinde eski Milliyet gazetesinin yanı başındaki bir hanın ikinci katında, tek oda. Kimler geçmedi ki o odadan… Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Edip Cansever, Samim Kocagöz, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Muzaffer Buyrukçu… İlk kitapları anımsıyorum. “Sivaslı Karınca” (Fazıl Hüsnü Dağlarca). Bu kitapla başlamış yayına Hüsamettin Bozok. Ardından “Telgrafhane” (Melih Cevdet Anday), “Karga ile Tilki”, “Yaşayıp Ölmek Aşk ve Avarelik Üstüne Şiirler” (Oktay Rifat), “Evler” (Behçet Necatigil)... Oktay Akbal’dan “Bizans Definesi”, İlhan Berk’ten “Günaydın Yeryüzü” ve Cahit Irgat’tan “Ortalık”... “Sam Amca”, Samim Kocagöz’ün eseri. Trabzon’da kaldırım kitapçısı Sahaf Hakkı’dan almışım. Kitapçı Kenan Danyal’da bulduğum Yeditepe dergileri ve Edip Cansever’in “Nerde Antigone”si… Bu kitaptaki “Ölü Öldü” şiiri o kadar hoşuma girmişti ki, bir süre sonra Öğretmen Okulu şiir gecesinde Raif Özben bunu okuyunca gözyaşlarımı tutamamıştım: Dün bütün gün yağmurlardı bugün yaprak Ben yaprak diyorum ya bizim yıkık manastır yüreğimiz. Gerçekten yürek yakan dizeler. Ancak “Dirlik Düzenlik” kitabını bir türlü bulup okuyamadım. Kısmet bugünlere YKY baskısındaymış. Ama genellikle öykü kitabı yayınlardı Hüsamettin Bey. Hepsi de ünlü ressamların çizimleriyle. Kapaklar hep Agop Arad’ın. Hüsamettin Bozok ağabeyin dergisine ben de yazı yazdım. Hatta birgün, Cumhuriyet Kitap Kulübü adına –sevgili Oktay Şimşek’in kulakları çınlasın- odasında otururken ‘çay içer misiniz’ dedi üstad. Ben de ‘teşekkür ederim’ dedim. Ardından geniş bir tebessüm ve ‘no mösyö, viy mösyö?’ diye sormaz mı? Evet, içiyorum anlamında bir cevap verememişim. Hüsamettin Bey’in çıkardığı kitaplar arasında beni bugün de etkileyen birçok kitap var. “Anadolu Efsaneleri”, “Anadolu Tanrıları” (Halikarnas Balıkçısı), Fikret Adil’in unutulmaz yapıtları “Asmalımescit 74” ve “İntermezzo”. Tarık Buğra “İki Uyku Arasında”, Nevzat Üstün “Cüceler Çarşısı”, yine Samim Kocagöz “Yılan Hikayesi” ve “Cihan Şöförü”... Falih Rıfkı Atay’ın “Çile” adlı yazılarının toplamı hâlâ güncel... Örneğin Fikret Adil, “Asmalımescit”te iki tipten söz eder: Peyami Safa ve Server Bedi. Biri gelince haneye öteki gelmez diye belirtir. Anlatım inceliğine bakar mısınız? Bir anı da Enis Batur’dan: Hüsamettin Bey 90 yaşına varınca yayıncılığı bıraktı ve evine çekildi. Bu arada dergi koleksiyonlarını ve kitaplara giren çizimlerin orijinallerini elden çıkarmak istedi. Kocaman bir arşiv... Yapı Kredi Yayınları’nın başındaki Enis Batur malzemeyi gördü. Diyelim 7000 lira eder görüşüne varıldı. Hemen oradan YKY yönetmeni Selçuk Altun’a telefon edildi. Durum belirtildi. Şaşıracaksınız, Selçuk Altun’un cevabı göz yaşartıcıdır. “Hayır Enis Bey, ederin 10 misli ödeme yapalım. Onun edebiyata katkısını asla ödeyemeyiz!” Öneri: “Çıkmazdaki Edebiyat”, Feridun Andaç, 360 s., Erdem Yayınları, 2016 “Rübab-ı Şikeste/Kırık Saz”, Tevfik Fikret, Hazırlayan: Mehmet Kanar, 744 s., Say Yayınları, 2016 “Sokak Şeker Kokuyor”, Gülce Başer, şiir, Yasakmeyve yayınları, 64 Sayfa, 2016


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2016

Ölümsüzlük Pelerinini Giymiş Bir Direnişçi:

Vedat Türkali DOĞUŞ SARPKAYA stephansarpkaya@gmail.com

2

016 yılı edebiyatımızın çınarlarını tek tek yitirdiğimiz bir yıl: Tahsin Yücel, Ahmet Oktay ve Veysel Atayman’dan sonra Vedat Türkali’yi de yıldızlara uğurladık. Son nefesine kadar kalemi elinden düşmemiş, Türkiye halklarının ve ezilenlerin mücadelesinde en ön saflarda yer almış, baskılara, sürgünlere, işkencelere, tutuklanmalara, hükümlülüklere rağmen sözünü esirgememiş Türkali, eser-

Vedat Türkali’yi Türkiye edebiyatında ayrıcalıklı bir noktaya taşıyan özelliklerden biri entelektüel olarak aldığı tavırdı. Bu tavır, edebiyatındaki biçime de yansıdı ve hem politik hem de edebi olarak tartışmaya değer eserler yazabilmesini sağladı. Edward Said: “Entelektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen neye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiği”ni vurgular. Vedat Türkali’nin yaşamı bu tanıma bire bir uyar. Aynı zamanda Said’in: “Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entelektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır”1 uyarısını da hayatı boyunca kendine rehber edindi Vedat Türkali. Romanlarında da aydın sorumluluğu konusunu sıklıkla işlemesi boşuna değil. Kimi zaman yalnız kalmayı göze alan, kendi geleneği ile ters düşebilen bir sanatçının sürekli kendini de sorgulama serüvenini de izleyebiliriz bu metinleri okurken. Vedat Türkali, eserlerinde aydın sorumluluğunu mevzu edip, küçük burjuva aydınlarının sinikliğini eleştirirken kuru bir ikaz ya da didaktik bir lafazanlığa düşmemeye özen gösterdi. Özellikle iki büyük romanı “Bir Gün Tek Başına” ve “Güven”de üst düzeyde kullandığı kendine özgü biçimi sayesinde okuruyla diyaloğu canlı tutarak hem çağdaşı olan entelektüelleri eleştirdi hem de yakın tarihin ve yaşadığı çağın gerçekliklerine nüfuz etmeyi başardı. Tuhaflık, Skandal ve Özgünlük Vedat Türkali’nin edebiyatının kalıcı olma potansiyeli sadece politik doğruculuğuyla açıklanamaz. “Bir Gün Tek Başına”dan “Bitti Bitti Bitmedi”ye uzanan

leriyle ve mücadele kararlılığıyla örnek bir sanatçıydı. Aynı zamanda popülerlik kovalamayan, dönemsel modalara göre konu belirlemeyen, nitelikli edebiyatın izini süren güçlü bir yazardı. Bilinç akışı yöntemini kendine özgü kullanımı, gerçekçilikten ödün vermeyen tavrı, romanlarının güçlü sinematografik yapısı ile edebiyatımızı etkilemiş Türkali, gelecek kuşaklarca da okunacak kalıcı eserlere imza attı.

edebi yolculuğu boyunca konu ve biçimsel tercihleri ile okurunu kendine bağlayan, metnin içine çeken, sürükleyen ama okurdan talepleri olan bir yazardır Vedat Türkali. Hem Türkiye yakın tarihi bilmesini hem de metin içindeki sıçramaları takip edebilmesini ister ondan. Bu açıdan bakıldığında Türkali romanlarının kanonik özellikler sergilediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Gökhan Yavuz Demir, Harold Bloom’dan hareketle kanonu şöyle özetler: “…her okur, okuduğu metnin yazarının muhteşem mi yoksa vasat mı olduğuna karar verirken, aslında Bloom’dan bihaber bile olsa benzer prensiplere müracaat eder: tuhaflık, skandal yaratma potansiyeli, özgünlük. Okuruna sınırlarını gösteren; evinde yabancı, uzaklarda yuvasında hissettiren; ve bunu kendisi olmayı başarmış bir dil ve estetikle yapan yazarları hangimiz muhteşem bulmayız ki!”2 Türkali, “Bir Gün Tek Başına” ile başlayan romancılık yolculuğunda üçüncü tekilden birinci tekile atlayan, diyaloglarda karşılıklı konuşma formuna dönen ve bunu yaparken bir sarkma, fazlalık hissi yaratmayan tarzıyla okuyucusunu şaşırtmayı başardı. Yazdıklarının sürekli bir şekilde tartışılması ise skandal yaratma potansiyelinden kaynaklanıyordu. Bu tartışmalardaki sıkıntı Türkali’nin kimi zaman edebiyat dışı kriterlerle değerlendirmeye alınmasıydı. Türkali’nin özgünlüğünün edebiyatımıza yeni bir soluk getirdiğini de vurgulamalıyız. Burada bir parantez açalım: Vedat Türkali, yarattığı biçime tüm eserlerinde bağlı kaldı. Bu da bazı romanlarının –“Mavi Karanlık” ve “Tek Kişilik Ölüm”– anlatısını sınırlandırdı; okuyucuda ve eleştirmenlerde hayal kırıklığı yarattı.3 Ama diğer taraftan kendi biçimine bağlı kalma inatçılığı edebiyatımıza büyük bir roman daha kazandırdı: “Güven”.4

Romanın Melezliği Türkali, romanın melez bir tür olduğunun farkında olan bir yazardı. Bilinç akışını kullanırken gerçekçiliğe de göz kırpması ve bunu toplumcu bir bakış açısıyla gerçekleştirebilmesi edebiyatımıza getirdiği önemli katkılardan biri. Eşzamanlı olarak “toplumcu gerçekçi” yaftasını da ideal karakter yaratmaya direnerek söküp attı. Fethi Naci’nin “Bir Gün Tek Başına” üzerine söylediklerine kulak verirsek: “Bir küçük burjuva aydını denebilir Kenan için, ama sadece bir küçük burjuva aydını değil. Sosyalist bir devrimci genç denebilir Günsel için, ama sadece sosyalist bir genç devrimci değil. Madrabazın teki denebilir Rasim


Ekim 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

için, ama sadece madrabazın teki değil. İyi bir ev kadını denebilir Nermin için, ama sadece iyi bir ev kadını değil… Hiçbir şey ak ve kara diye ayrılmaz Vedat Türkali’nin romanında; o karmaşıklığı ve bütünselliği içinde verir insanları; şemalardan, ilkel nedensonuç ilişkilerinden kurtarmıştır romanını.”5 Böylece, 1970’li yılların egemen toplumcu gerçekçilik kalıplarının dışına çıkmayı başardı. Gerçekçiyken, modernistleri selamlayan; klasik roman kalıplarını kullanırken post modern tekniklere kapalı olmayan; romansal adalet sezgisi sayesinde karakterlerini kendisinden özerk kılabilen; politik tercihi ile edebi duruşu arasında karşılıklı bir ilişki kurabilen bir sanatçı olmayı başardı Vedat Türkali. Vedat Türkali’nin hem insanın iç dünyasına inen hem de toplumsal gerçekliği yansıtmayı başaran romanlarının formülü burada saklıdır. Berna Moran, “Gerçekçi roman okura, bir kurmaca yapıt olduğunu unutturmaya ve okurda, gerçek olaylar içindeymiş duygusunu uyandırmaya çalışır. Bundan ötürü de karakterleri, olayları, çevreyi inandırıcı kılmak, gerçekçi yazarın başlıca kaygularındandır”6 der bir yazısında. Türkali de romancılık serüveni boyunca gerçekçi bir yazar olarak görüldü. Bunda romanın genel yapısında Tolstoy’u andıran bir betimleme stratejisi geliştirmesinin etkisi oldu diyebiliriz. Lukacs, Tolstoy’un dış gerçekliği yansıtışındaki özgünlüğü “nesnelerin birliği” tanımlamasıyla izah eder. Tolstoy, anlamları değişmeye başlayan nesneler dünyasının birbiriyle, daha sonra ise insanlarla ilişkisini dinamik bir şekilde kompozisyonunun içine yedirerek, kendi tarzını yaratır. Tolstoy romanlarında, nesneler hem dış gerçekliğin betimlenmesinde hem de karakterlerin iç dünyasının açıklanmasında rol alır. “Tolstoy’da ‘nesnelerin birliği’ daima dolaysız, kendiliğinden ve hissedilebilir bir biçimde, bireysel kaderlerle çevresel dünya arasındaki sıkı bağı dile getirir”.7 Vedat Türkali’de de nesneler ve mekânlar insanlarla dinamik bir ilişkiye girer. Pek çok eleştirmenin sinematografik bulduğu, hatta Türkali’nin de kabul ettiği bu tarz aslında gerçekçilikten devralınan bir mirastır. Ama Türkali kendini bununla sınırlamadı: Karakterleri, olayları, çevreyi inandırıcı kılarken; iç monologlar sayesinde bu gerçekliğin rutinini bozan bir strateji geliştirdi. Rutin bozma çabası ise gerçekliği farklı açılardan yorumlama imkânını doğurdu. Oluşan çok-katmanlılığın ister istemez postmodern göreceliğe neden olabileceği düşünülebilir. Ama Türkali daha önce bahsettiğimiz “belli doğruluk standartlarından” şaşmayarak, göreceliğin belirsiz sularından uzaklaşmayı da başardı. Hatta bu sayede gerçekliğin kaba yansıtılışının ötesine geçerek gerçekçiliğe, “önemsizi ve ortalamayı aşma olarak bakma, dış görünüşün altına gizlenmiş olan gerçekliğin daha derin özünü”8 araştırma görevlerini de yükledi. Bunu da bilinç akışını kendine özgü yorumlamasına borçlu şüphesiz. Bilinç akışının iç düşüncelerin olduğu gibi aktaran yapısını konuşmacının bir dinleyici veya üçüncü şahsa hitap ettiği ve genelde şiir veya dramalarda görülen dramatik monologlar ile birleştirmenin yollarını aradı Vedat Türkali. Romanlarını sinematografik kılan nokta sadece sahnelerin bir kamerayla izleniyormuşçasına kurgulanması değil demiştik. Nesnelerin birliğinin yanı sıra dramatik monoloğun gizli kullanımı da anlatıyı sinematografik kılan tekniklerden biridir. Karakterler iç düşünceleri kimi zaman bilinç akışı kimi zaman dramatik monolog ile aktararak kendi bireylikleri ile dış dünya arasında diyalektik bir ilişki içine girmiştir Türkali romanlarında. Üçüncü tekil şahıs ile birinci tekil iç konuşma arasında akıp giden metinde hem tarihsel bir bakış açısına hem de psikolojik bir derinliğe rastlanır. Böylece Vedat Türkali, ister küçük burjuva bunaltısı anlatsın, ister devrimci gençlerin iki-

lemlerini, bunaltıyı ya da ikilemleri yaratan toplumsallık arasında sıkı bir bağ oluşturarak kurdu metinlerini.

1 Edward W.Said, Entelektüel-Sürgün, Marjinal, Yabancı, Çeviri: Tuncay Birkan, Ayrıntı Yayınları, 1995. 2

Geleceğe Miras Vedat Türkali’nin biçimsel tercihlerinin karakter havuzu ve konu seçimlerini etkilemesi kaçınılmazdı. Türkali, yakın Türkiye tarihini masaya yatırırken, toplumun büyük bir çoğunluğunu yansıtabilmeyi umarak hareket etmiş bir edebiyatçımızdır. Mesela, “Bir Gün Tek Başına”da küçük burjuva Kenan ile devrimci genç Günsel’in aşkını okuruz ama eş zamanlı olarak, Demokrat Parti zenginleri, orta sınıf yaşantısı içinde ev hanımları, 27 Mayıs öncesi örgütlenmeye başlayan işçiler, öğrenciler romanda arzı endam ederler. “Güven”de konu bir avuç gencin TKP’yi arama serüvenidir ve ana karakterler bu gençlerdir ama 1940’lı yıllar Türkiye’sinde Almanlara krom satarak zenginleşen komprodorlar, bu komprodorlara yamalanmaya uğraşan yaltakçılar, TKP’nin ‘desantralizasyon’ kararını uyguladığı yıllarda tümüyle illegale çekilen militanlar, Kürt özgürlük mücadelesini başlatmaya çalışan Kürtler de anlatılır. Vedat Türkali’nin romanları tek bir metin gibi görüldüğünde, neredeyse tüm topluma yayılmaya, tüm toplumun iç ve dış gerçekliğini anlatmaya çalışan bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu düşünmemiz boşuna değildir. Kısacası Türkiye edebiyatı ve sinemasının büyük bir sanatçısını yitirmenin yanı sıra, kent yoksullarının, işçilerin, köylülerin, ezilen, horlanan, katledilen tüm halkların yanında mücadele eden bir yoldaşını kaybetmenin hüznünü taşıyoruz şimdi. Bazı büyük sanatçılar yaşarken ölümsüzlüklerini ilan etmeye başlarlar. Aynı havayı solumuş olmaktan gurur ve sevinç duymak düşer çağdaşlarına da. Vedat Türkali de bizlerin aynı çağda yaşamakla övüneceğimiz bir yazar olarak ayrıldı aramızdan. Ölümsüzlük pelerinin giymiş bir direnişçiyi uğurladık son yolculuğuna. Vedat Türkali’yi yaşarken ölümsüzleştiren şey sadece politik kararlılığı, devrimci inatçılığı ya da sanatçı duyarlılığı değildi. Türkali’yi gelecek kuşaklarda okunur kılacak, ölümsüzleştirecek şey tüm bunları bir bünyede birleştirip, hem yaşamına hem de yapıtına aktarma becerisiydi. Bize düşen ise eserlerini O’nun inancı ve inatçılığıyla okumaya devam etmek…

Gökhan Yavuz Demir, Borges’in Dediği Gibi, Nora Kitap, 2016.

Vedat Türkali’nin ’80 sonrası hayal kırıklığı yaratan romanları ile ilgili A. Ömer Türkeş’in analizini hatırlayalım: “‘Mavi Karanlık’’ da, farklı ama yine siyasi bir tarihi, 12 Eylül’ün hemen öncesini konu etmesi nedeniyle o süreci yaşayan, özellikle 12 Eylül darbesinin yıkıcı etkilerine direnmeye çalışan sol kesimden okuyucular tarafından coşkuyla karşılanmıştı. Ne yazık ki, bu Bodrum manzaralı siyasi romanda umduğumuzu bulamadık… Kurgusu, hikâyesi ve tiplemeleri eğreti kaçan, Türkiye tarihinin en karanlık, en adaletsiz ve en acılı günleri yaşanırken siyasi eleştirisini Bodrum barlarındaki birtakım ‘solcu aydınlara’ yönelten, rastgele biraraya getirilmiş işçi, öğrenci, sanatçı, işadamı ve işkenceci tiplemeleriyle dönem atmosferinin bir karikatürünü çizmekten öteye gidemeyen Mavi Karanlık, bir kısım okuyucuda kırgınlık yaratmıştı. Sonraki iki romanının; ‘Yeşilçam Dedikleri Türkiye’ (1986) ve ‘Tek Kişilik Ölüm’ün (1989) kayıtsızlıkla karşılanmasında bu kırgınlığın önemli bir rol oynadığını düşünüyorum.” 3

4 Yazarın üslup tercihinde ısrarcı olmasının en önemli örneklerinden biri de Jose Saramago’dur. Neredeyse tüm kitaplarını Cizvit rahiplerinden devraldığını iddia ettiği vaaz verme tekniğiyle yazmıştı Saramago. Bu açıdan düşünüldüğünde Saramago ile Türkali arasındaki edebi ve politik akrabalığın incelenmeye değer olduğunu vurgulamalıyız.

Fethi Naci, Yüzyılın 100 Türk Romanı, İş Bankası Kültür Yayıncılık, 2007. 5

6 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış-2, İletişim Yayınları, 2001. 7

György Lukacs, Avrupa Gerçekçiliği, Payel Yayınları, 1977.

8

György Lukacs, agk.


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2016

Otizm Nedir? Otizm artık herkesçe biliniyor. 90’lı yıllarda binde bir otizme rastlanma oranlarından söz edilirken, günümüzde seksende bir hatta altmış altıda bir gibi oranlardan söz ediliyor. Dünyanın en büyük ve en saygın araştırma enstitüsü MIT’in raporuna göre 2025 yılında çocukların yarısı otizmli olacak. Demek ki artık sadece “Otizmin farkındayız” demenin ötesinde bir şeyler yapmaya başlamamız lazım. Bunun için de ilk adım otizmi ve tarihçesini anlamak olabilir. “Otizm Salgını”nın yazarları, otizm vakalarında son zamanlarda yaşanan artışın, asıl depremin “artçı şoku” olarak anlaşılması gerektiğini savunuyorlar. Asıl deprem ise 1970’lerin ortasında çocuklarda görülen zekâ geriliğine yaklaşım değişti. Bu değişim, otizm gibi diğer çocukluk çağı gelişim bozukluklarını ele alacak kurumsal çerçeve ve söz konusu bozukluklara baktığımız kültürel merceğin de kökten değişmesine yol açtı. Böylece artık çocukluk çağı bozukluklarını iyileştirilebilir veya iyileştiremez kategorileri içinde değil, aralarda bir yerde görebiliyoruz. Otizmin yakın tarih içerisindeki seyrini uluslararası karşılaştırmalarla birleştiren “Otizm Salgını”, pek çok ebeveynle çocuğu etkileyen bir hastalığın yeni ve yetkin bir analizini sunuyor. “Otizm Salgını”, Kolektif, Çev.: Erdem Gökyaran, 384 s., Yapı Kredi Yayınları, 2016

Pınar Kür Yeniden... Pınar Kür “Cinayet Fakültesi”nin üzerinden on yıl geçtikten sonra nihayet “Sadık Bey” isimli yeni bir romanla okurla buluşuyor. Sadık Bey, orta halli, orta sınıftan orta yaşlı biri. Her gün sokakta gördüğünüz, fırından ekmek alırken selamlaştığınız, apartman kapısında karşılaştığınızda yol verdiğiniz ve hemen ardından aklınızdan çıkardığınız türden. Ellili yaşlarının sonunda, büyük bir şirketin küçük hissedarı; boşanmış, bir kız çocuk ve bir torun sahibi... Ve bir gün kızından sürpriz bir telefon alıyor. Bu görüşme pandoranın kutusunun anahtarı misali Sadık Bey’i yaşamını sorgulamaya, erteledikleri ve vazgeçtikleriyle yüzleşmeye sürüklüyor. Romanın büyük bir bölümü 1970’lerin Türkiyesinde geçiyor ve Kür böyece okurunu alıp Sadık Bey’in gençliğine götürüyor. Sadık Bey’in kararlarıyla, seçimleri ve vazgeçişleriyle yüzleşmesine bir de esrarlı, polisiyevari bir hikâye eşlik ediyor. Sadık Bey’in peşinde bir gölge gibi gezen genç bir adam çıkıyor karşımıza. Genç adamın varlığı, Kür’ün polisiye meraklısı okurlarının çözmeye bayılacakları bir bilmecenin ta kendisi. Kür’ün bundan 40 yıl önce ilk romanı “Yarın Yarın”daki gibi kendini gerçekleştirememiş bir roman kahramanıyla çıkıyor okurun karşısına. Eğer okumadıysanız iki romanı peşpeşe okumak, 40 yılda ülkenin, bireyin, edebiyatın geçirdiği değişimlerin izini bir yazarın metinlerinde sürmek ilginç bir deneyim olabilir. “Sadık Bey”, Pınar Kür, 167 s., Can Yayınları, 2016

Yılların Metin Çakır’ına Neler Oluyor? CEYHAN USANMAZ

M

etin Çakır, bir ara korkutmuştu. 2004 ve 2005’te art arda “Yıldız Cinayetleri” ve “Resim Cinayetleri” romanlarıyla hayatımıza –kendisine yaraşır bir biçimde– hızlıca giriş yapmış, sonrasında yine hızlıca kayıplara karışmıştı. Yeni macerası “Konsey Cinayetleri” için beş yıl beklememiz gerekmişti çünkü. “Konsey Cinayetleri”nin ilk yayımlandığı zamanlarda ise, etrafta dördüncü romanın da yolda olduğu haberlerinin dolaşması bizi biraz olsun rahatlatmış olsa da, şimdi geriye dönüp baktığımızda görüyoruz ki, “Karakol Cinayetleri” isimli elimizdeki yeni macera için de yine yaklaşık beş yıllık bir bekleme yapmışız. Aradan geçen yılların Metin Çakır üzerindeki etkisi bazı değişikliklere sebep olmuş mu diye meraklanırken, “Karakol Cinayetleri”nin ilk sayfalarından anlıyoruz ki, gerçekten de bambaşka bir Metin Çakır macerasıyla karşı karşıyayız. Armağan Tunaboylu’nun ilk romanı “Yıldız Cinayetleri”yle tanıştığımız Metin Çakır, ilk bakışta, aslında o kadar da sevimli bir karakter değildi. Ne de olsa, yüzde doksan dokuz nokta dokuzu polis tarafından arananlardan oluşan bir mahallede yaşayan ve bir parkta kadın satıcılığı yapan, gerektiğinde özel yaptırdığı falçatasını kullanarak “imza atmaktan” çekinmeyen biri Metin Çakır. Ancak, mahallesindeki karakolun komiseri Asım tarafından her türlü olayda sürekli suçlanması, sarsaklıkları, ekstrem durumlarda (heyecanlandığında, korktuğunda vb.) bazı vücut sıvılarını kontrol edemeyişi, genellikle kafasının ayrı vücudunun ayrı telden çalması, kendi kendine mi konuşuyor yoksa sesli mi düşünüyor, yaşadıkları hayal mi yoksa “gerçekten gerçekleşiyor mu”nun belirsizliği gibi unsurlar bir süre sonra Metin Çakır’a bir yakınlık duymamıza sebep oluyor. Komiser Asım tarafından haksız yere suçlandığı cinayetlerin gerçek faillerini bulmak üzere çıktığı yolculukta başına gelenlerle birlikte yüzümüzde zaman zaman beliren gülümsemenin bir süre sonra kahkahalara dönüşmesi gibi... (Sinirli olduğunu göstermek için bir taşı tekmelemek isterken bir çamur topağına tekme atan birine gülünmez mi!) Şimdiye kadarki üç macerasında da, bir şekilde cinayet mahallinde bulunan ve Komiser Asım tarafından tereddütsüz suçlanan Metin Çakır’ın, kendisini temize çıkarmak adına yaşadıklarına tanıklık etmiştik. Dördüncü macera “Karakol Cinayetleri”nde ise roller “biraz” değişiyor. Evine döndüğü bir akşam Asım Ağbi’sini çekyatın üzerinde kendisini beklerken bulan Metin Çakır, yine hangi cinayetin üstüne yıkılacağı tahminlerine girişmişken; aslında Komiser Asım’ın cinayet şüphesiyle başının dertte olduğunu öğreniyor. Karakolda bir polis ölü bulunmuş ve eldeki deliller failin Komiser Asım olduğunu göstermektedir. Kendisine bir komplo kurulduğundan emin olan Komiser Asım, Metin Çakır’ın problem çözme konusundaki maharetlerini bildiği için onu karakola sokarak olayı araştırmasını ister. Diğer bir deyişle, “koskoca Asım Ağbi” o kadar çaresiz kalmıştır ki, Metin Çakır’ın karakola yerleşip katili bulmasını istemektedir! Böylelikle, hayatı boyunca uzak durmaya çalıştığı karakola girip çıkmaya başlayan Me-

ceyhanusanmaz@gmail.com tin Çakır, kendisini bu yeni duruma kaptırmakta gecikmez; zaten hiç dar olmayan hayal âlemi genişledikçe genişler: “Siyah deri ceket, siyah pantol. Sakallar da uzamış. Niko’nun barına gidiyorum. (...) Tezgâhta tanımadığım bir baro var. Beni görünce, ‘Hey yabancı burada ne arıyorsun’ diyor. ‘Yavşama ulan deyyus!’ diyorum. Sonra da cebimden bir fotoğraf çıkarıp gösteriyorum. ‘Bu kızı buralarda gördün mü?’ Fotoğrafta bizim esmer çıtır var. Fotoğrafa bakmadan, ‘Hayır’ diyor. Yapışıp yakasına, fotoğrafı gözüne sokuyorum. ‘Nerede?’ diye soruyorum. Bu arada arkamda bir hareket var, üç lombak beyzbol sopalarını kapmışlar üzerime geliyorlar, barmeni bırakıp bunlara dönüyorum. Dönerken de falçatayı şavulluyorum. Öndekinin kaşının üzerine ikinci bir kaş çiziyorum. Ceketimin önü açık, polis rozetim kemerimden görünüyor. Biraz tırsıyorlar ama geri de adım atmıyorlar. Bayılırım sağlam rakiplere. Biri sopayı sallıyor, kıvrak bir hareketle baro yanımdan uçarak geçiyor. İneceği yere geldiğinde bir kulağı eksik olacak. Bakalım ne zaman fark edecek. Üçüncü baro hepten tırsıp kaçıyor. Bu arada şerefsiz barmen pompalıyı çıkarmış ateş ediyor, hemen eğiliyorum. Iskalıyor, bir daha ateşliyor, bu defa öbür tarafa eğiliyorum. Gene ıska. Bir daha deniyor şansını...” Ama bir taraftan da karakolda kaldığı her dakika “racona” ters düşmektedir; adı polisle çalışıyor diye çıkarsa, bir daha temizleyemeyeceğini anlar ve bir an evvel olayı çözmek üzere kolları sıvar. Ancak, her zamanki gibi, olay tek bir cinayetle sınırlı kalmayacak; işler giderek dallanıp budaklanacaktır... Bu yıl içinde, Metin Çakır maceralarıyla ilgili önemli bir gelişme daha yaşandı. Armağan Tunaboylu’nun ilk kitabı “Yıldız Cinayetleri”nin hikâyesi, “Şeytan Tüyü” adıyla beyazperdede de boy gösterdi. Yönetmenliğini Murat Şenöy’ün üstlendiği, başrollerinde Mustafa Üstündağ (Metin Çakır) ve Güven Kıraç (Asım Ağbi) gibi isimlerin yer aldığı film hakkında, gösterime girdiğinde izleyemediğim ve henüz DVD’si de çıkmadığı için bir yorumda bulunamıyorum ama bu filmin bir etkisi de, Armağan Tunaboylu kitaplarının yeni bir tasarımla yeniden basılması oldu. Yeni baskılardaki en dikkat çeken değişikliklerden biri ise, her kitabın sonunda, tüm maceraları kapsayan bir “metin çakır argo sözlüğü”nün bulunması. Bu sayfaların kaynakçası şöyle: Büyük Argo Sözlüğü, Karagöz Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu ve Armağan Tunaboylu. Umarım beşinci macera için de beş yıl beklemek zorunda kalmayız. “Karakol Cinayetleri”, Armağan Tunaboylu, 272 s., Maceraperest Kitaplar, 2016


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Ekim 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Anahtar: Özerklik ve Sorumlulukta Denge” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Elif Şahin Hamidi: Küçük yaştaki çocuklara kurallar koymak, sınırlamalar getirmek nispeten daha kolay. Ancak teknoloji kullanımında ergenlere sınır koymak ya da denetim-gözetim altında tutabilmek daha güç görünüyor. Bu konuda nasıl bir yol izlemeli anne-babalar? H. Yavuzer-İ. Demir: Haklısınız, ergenlik dönemi çocukluğa göre çok farklı gelişimsel özelliklerin söz konusu olduğu bir dönem. Bu dönemde yalnızca teknoloji kullanımı değil, birçok konuda anne babalar denetimi elden kaçırdıklarını hissedip paniğe kapılabiliyorlar. Ergeni denetlemek demek aslında ergenle karşılıklı müzakere yapmak demektir. Daha önce de söyledik, kurallar olmalı ve bu kuralların nedenleri çocuğa anlatılmalı diye. Ergenlik kuralsızlık anlamına gelmez, ancak artık sorgulayan, doğru ve yanlışı ayırt edebilen, soyut ve eleştirel düşünebilen bir birey var karşımızda. Dolayısıyla kuralları ergenle müzakere ederek belirlemek, onun eleştirilerine ve sorgulamalarına olanak vererek düzenlemeler yapmak önemli. İkinci bir önemli nokta mahremiyet meselesi; artık ergen bireyselleşiyor ve özel hayatına saygı bekliyor, yani onu denetlemek, bilgisayarını ya da cep telefonunu karıştırarak olmaz. Onunla açık iletişim kurarak, sohbet ederek, sorarak ve ona güvenmeyi öğrenerek denetlememiz gerekir. Etkili anne-baba izlemesi kavramı tam olarak bunu ifade eder: Her zaman ne yaptığından, ne süreyle yaptığından, kiminle yaptığından haberdar ol ve bunun için de onunla güvene dayalı bir ilişki kur. Elif Şahin Hamidi: Şiddet içeren bilgisayar oyunlarının, televizyon programlarından daha zararlı olduğu bir gerçek. Şiddet içerikli oyunların ne gibi etkileri, yansımaları oluyor çocuklar üzerinde? Çocuklar bu tür oyunlardan nasıl uzak tutulabilir?

olarak da müfredata eklenmiş durumda. Anne-babalar olarak bu konuda yapacağımız en önemli şey, çocuklarımızı uzun süreler tek başına televizyon ve diğer medyaya maruz bırakmamak olmalı. Örneğin TV saatlerinde mümkün olduğunca onunla birlikte izlemek, çıkan içeriğin eleştirel bir değerlendirmesini yapmak, medyadaki malzemenin (bu bir film, bir haber ya da bir reklam olabilir) bazen hatalı, manipüle edici, taraflı ya da çarpıtılmış olabileceğini izlenenler üzerinden anlatmak önemlidir. Benzer biçimde öğretmenlerin bilgiye ulaşma, doğrulama, güvenilir bilgi kaynakları gibi konularda rehberliğinin yanı sıra öğrencilerin eleştirel düşünme becerilerini geliştirmeye yönelik çalışmaları olmalıdır. Son olarak, medyaya düşen görev belki de en önemlisi ancak ne yazık ki işin en denetimsiz kısmı burası, özellikle internet ve

Artık ergen bireyselleşiyor ve özel hayatına saygı bekliyor, yani onu denetlemek, bilgisayarını ya da cep telefonunu karıştırarak olmaz. Onunla açık iletişim kurarak, sohbet ederek, sorarak ve ona güvenmeyi öğrenerek denetlememiz gerekir. Etkili anne-baba izlemesi kavramı tam olarak bunu ifade eder: Her zaman ne yaptığından, ne süreyle yaptığından, kiminle yaptığından haberdar ol ve bunun için de onunla güvene dayalı bir ilişki kur. H. Yavuzer-İ. Demir: Eğer bu tür oyunlar internet üzerinden oynanıyorsa kullanılan cihazlarda güvenli internet erişim ayarlarını uygulamak iyi bir yöntemdir. Genellikle çocuklar bu tür oyunları akran ortamlarından öğrenerek oynamaya başlıyorlar. Dolayısıyla evde şiddete sıfır tolerans politikası izlenerek, bu tür oyunları oynamaları engellenebilir. Her zaman söylediğimiz gibi çocuğumuzun yaşı kaç olursa olsun, eğer bir kuralımız varsa, önemli olan sorgusuz sualsiz itaat etmelerini sağlamak değil, bu kuralın nedenini kavrayarak içselleştirmelerini sağlamaktır. Neden şiddet içeriğine bizim evimizde izin verilmiyor, şiddet ve şiddete maruz kalmak bizi nasıl etkiler, şiddet neden kabul edilemez bir eylem biçimidir, bu konularda sohbet etmek ve sorularını yanıtlamak önceliğimiz olmalıdır. Bir diğer önlem ise, şiddet içeren oyunların hangi özelliklerinden haz aldığını anlamaya çalışmak ve benzer özelliklere sahip ama şiddet içermeyen spor, etkinlik ve oyunlarla alternatif sunmak olmalıdır. Elif Şahin Hamidi: Çocukları medyanın zararlarından koruyabilmek için “medya okuryazarlığı” konusunda bilinçlenmek gerektiğini belirtiyorsunuz kitapta. Bu konuda anne-babalara, öğretmenlere ve hatta medyaya düşen görevler nelerdir? H. Yavuzer-İ. Demir: Evet, bu çok önemli ve son yıllarda da üzerinde sıkça durulmaya başlanan bir konu. Medya okuryazarlığı zaten bazı okullarda ders

sosyal medya ortamıyla birlikte her birimiz medya üreticisi haline geldik, dolayısıyla böyle bir ortamda çocuklarımıza kendilerini korumayı öğretmek en güvenilir yol gibi görünüyor. Elif Şahin Hamidi: Okul ortamında görülen önemli sorunlardan biri “akran zorbalığı”. Çocuğunun akran zorbalığına uğradığını veya zorbalık yaptığını fark eden ebeveynlerin yapması gerekenler nelerdir? H. Yavuzer-İ. Demir: Zorbalığa uğramak çocuğun benlik saygısı, akran ilişkileri ve akademik başarısında önemli sorunlara yol açabiliyor. Bu nedenle dediğiniz gibi erken müdahale edilmesi gereken bir sorun. Öncelikle şunu belirtmemiz lazım, zorbalık ve okulda kavga etmek aynı şeyler değil. Elbette kavga, saldırganlık ve şiddete karşı da önlem alınması gerekir, ancak çocuğun zorbalığa maruz kaldığını söylememiz için şiddetin kasıtlı ve sistematik olması ve taraflar arasında bir güç dengesizliği olması gerekir. Böyle bir durum fark edildiğinde ya da çocuğumuz tarafından paylaşıldığında, ilk yapmamız gereken derhal öğretmeniyle ve okul rehberlik servisiyle durumu paylaşmak ve okulda gerekli tedbirin alındığından emin olmaktır. Ardından çocuğumuzla bu durumla bir daha karşılaştığında neler yapabileceği üzerine sohbet ederek alternatifler üretmek (kesinlikle şiddet içeren çözümlerden uzak durulması koşuluyla) iyi bir

yoldur. Diğer yandan bir çocuğun kendinden zayıf, küçük ya da güçsüz olan diğer bir çocuğa uyguladığı sistematik saldırganlık yani zorbalık da çok önemli bir uyarı işaretidir ve hızla tedbir almayı gerektirir. Ne yazık ki aileler çocukları zorbalığa maruz kaldığında ciddiye alırken, zorba olan taraf olduğunda gereken ciddiyetle yaklaşmama eğilimi gösteriyorlar. Oysa zorbalığı bir tür yardım çığlığı olarak görmek ve ileride çocuğumuzun yaşayabileceği diğer davranış sorunlarının bir habercisi olarak ele almak gerekir. Genellikle zorbalık yapan çocukların çevresinde şiddet ve saldırganlığın olduğu görülmektedir. Anne-babanın sorunlarını çözme biçimlerini değiştirmeleri, sakin, kurallı ve güler yüzlü bir ev ortamı yaratmaları, çocuklarına sözlü ve fiziksel şiddet uygulamaktan kaçınmaları, evde ve okulda şiddete sıfır tolerans kuralını koyarak, öğretmenleriyle ve rehberlik servisiyle işbirliği halinde çocuklarını izlemeye almaları önemlidir. Ayrıca çocuğun şiddet eğiliminin kaynağını anlayarak çözmeye çalışmak, empati ve sorun çözme becerilerini geliştirmesine yardım olmak için rehberlik servisinden destek almak da yapılabilecekler arasında sayılabilir. Elif Şahin Hamidi: Kimi anne-babalar “bizim çocuk kitap okumayı hiç sevmiyor” diye dert yanıyor. Anne-babalar, çocuklarının akademik becerilerini desteklemek adına neler yapmalılar ya da yapmamalılar? H. Yavuzer-İ. Demir: Evet, öncelikle okumayı ve öğrenmeyi sevmek ve merak duygusunu geliştirmek gerekiyor ve bu da erken yıllardan itibaren ve model olarak kazandırılması gereken bir özellik. Bunun yanı sıra okul ve derslerle ilgili her gün sohbet etmek, ödevlerini takip etmek, çalışma, yeme, eğlence zamanlarını düzenlemelerine ve düzenli olarak çalışma saatlerine uymalarına yardımcı olmak ilk akla gelenler. Ayrıca öğretmenleriyle düzenli olarak temas kurarak geribildirim ve tavsiye almaya özen gösterilmelidir. Diğer yandan çocuklarımızın çabalarının takdir edildiğini hissetmeleri, bu yönde olumlu geribildirimlerde bulunmak, onların düzeyine uygun beklentiler geliştirmek de önemlidir. Son olarak kitabımızda ayrıntılarıyla anlattığımız özdüzenleme becerileri ve özyeterliklerini geliştirmeye yönelik bir anne-babalık yaklaşımı akademik başarı için çok önemlidir. Son yıllarda yapılan birçok araştırma, akademik başarıda bu becerilerin yüksek zekâ seviyesinden daha önemli olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla özdüzenleme, özdenetim ve özyeterlik becerilerini geliştirmek küçük yaşlardan başlayarak çocuklarımızın akademik gelişimlerinde önemli bir fark yaratacaktır.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2016

KISA KISA Kapının Ardında Giorgio Bassani, YKY Yıllar, gizliden gizliye kanayan, görünmez bir yara gibi içimizde yer eden ağrılara merhem olabilir mi? Kapının ardından işittiğimiz şey kimi zaman yaşamımızı sonsuza dek değiştirebilir. Ünlü antifaşist Yahudi yazar Bassani’den insan ruhu üzerine yine benzersiz bir roman...

Gölge İsmail Güzelsoy, Doğan Kitap İstanbul semalarında iki minare arasına gerilmiş ipte yürüyen bir çocuk ve bir maymun şehri seyrediyorlar... Şehrin hikâyesi bir zaman sonra onların hikâyesi olacak. Ölümsüzlük peşinde gizemli bir cemiyet. Rüyaların dilini çözmeye çalışan insanlar.

Hayvanların En Tehlikelisi S. Mustafa, G.L.Stewart, Paloma Yayınları Bebekken evlat edinilen Gary Stewart, biyolojik babasının izini sürmeye karar verir. Babası, Zodyak Katili olabilir mi? Bu kitapla Zodyak Katili’nin gerçek kimliği ilk defa açıklanıyor. Cinayetleri çevreleyen tüm sorular, neredeyse 50 yıl sonra cevaplanıyor.

Yaşamın İhtişamı Michael Kumpfmüller, Nora Kitap Kafka nekahet dönemini geçirmek için gittiği Baltık Denizi’nde Diamant’la tanışır ve birbirlerine âşık olurlar. 2013 Jean Monnet Avrupa Edebiyat Ödülü’nü alan “Yaşamın İhtişamı”, Kafka’nın son yılına odaklanarak bu kırılgan ve hassas aşk hikâyesini yeniden kurguluyor

Börklüce Bilge Umar, Evrensel Basım Yayın Kaynaklar, Börklüce olayının bazı ayrıntılarında ya suskundur ya da aralarında kopukluk, farklılık vardır. İşte bu noktada Bilge Umar’ın hayal gücü devreye giriyor ve okuru Börklüce’nin o büyük serüveniyle bir roman bütünlüğü içinde yüz yüze getiriyor.

Dillerin Tarihi Tore Janson, Boğaziçi Üni. Yayınevi Dillerin nasıl doğduğu ya da ortadan kaybolduğu meselesi, o dilleri konuşan insanların yaşadıklarıyla yakından ilişkilidir. Tore Janson, hem tarihsel dönemeçlere hem de coğrafi farklara atıfta bulunarak dillerin tarihteki rolünü ortaya koyuyor.

Trajik Nüans Ahmet Tulgar, Can Yayınları Ahmet Tulgar, sıradan bir günü, bir çay sohbetini, bir yolculuğu, bir market alışverişini anlatarak başladığı öykülerinin içine derin sarsıntılar saklıyor. Bu kitaptaki öykülerle günümüzün tüm bireysel, toplumsal tartışmalarını derinden ve acı bir biçimde gözden geçireceksiniz.

Aile Hikâyesinden Fazlası KEREM GÖRKEM

B

iz edebiyat okurları, yabancısı olduğumuz kültürlere uzaklığımızı ancak ve yine edebiyat sayesinde idrak edebilmişizdir. Yalnız Türkçe okuma kabiliyetine sahip okurların temel bir bakışla İngiliz, Amerikan, Rus ve Fransız kökenli edebiyata yakın olduğunu kabul edelim. Klasikler ve çağdaş edebiyat çevirilerinde basılı kitapların büyük bir çoğunluğuna tekabül eden bu dört kültürün dışında kalan çeviri metinlerin erişilebilirliği ne yazık ki zayıf. Hal böyleyken, “başka” kültürlerin kalemlerinden çıkma edebiyat metinleri, okur için özel bir deneyim fırsatı yaratıyor. “Gözetleme Kulesi”, Avusturalya edebiyatına ve o coğrafyanın kültürüne temas edebilme imkânı sunuyor. Tipik bir aile anlatısı olarak değerlendirilebilecek olan “Gözetleme Kulesi”, babalarının kaybıyla ailelerini yitiren iki kız kardeşin “ayakta durma” mücadelesini hikâye ediyor. Bu mücadeleyi varoluşçu ve/veya feminist bir çerçeveden kurmayan yazar, büyük kardeş Laura ve küçük kardeş Clare’in geleceğini kaderci bir tahayyülle sunuyor. İş yerindeki patronu Felix’in ilgisini bir fırsat olarak görüp onunla evlenmeye karar veren Laura, kardeşi Clare’i kendi hikâyesine ve Felix’in “himayesine” ortak etmeye soyunuyor. Bu kurgu, olağan beklentiyi boşa çıkarmıyor ve Laura’yı korumacı, Clare’i gün geçtikçe isyankâr ve “daha da mücadeleci” bir pozisyona taşıyor. Gitgide bu sıfatları sahiplenen karakterler Laura ve Clare, romanın özellikle üçüncü bölümünde deyim yerindeyse “yer değiştirmeye” başlıyor: İlkin okura başkarakter olduğu izlenimi verilen Laura, kurgu ilerledikçe yerini Clare’e bırakıyor. Bu noktadan sonra Clare, aynı zamanda, paragrafın başında değindiğim “ayakta durma” mücadelesinde bayrağı bir başına taşımaya başlıyor. “Yarım saat sonra Laura parmak uçlarında odaya girdiğinde, Clare eşyalarını toplamıştı. ‘Gidiyorum Laura. Bu kez beni durdurmaya çalışma. İzin ver de, bir şeyleri tartışarak çözüme kavuşturmamıza gerek kalmadan gideyim. Artık tahammülüm kalmadı!’ ‘Hayır!’ dedi Laura öfkeyle ve iki valize bakarak. ‘Daha reşit değilsin. Kanunen velin benim. Nereye gideceksin? Cebinde beş kuruş yok.’ ‘Ne fark eder?’ dedi Clare vahşi bir sesle. ‘Azıcık aklını çalıştır Laura! Burada kalmaya devam edersem varacağım yer çok daha rezil! Nereye gittiğim mühim değil. Bir karakola giderim. Parkta uyurum. Ne fark eder?’” Romanın göze çarpan en mühim anlatım zenginliği, yazarı Elizabeth Harrower’in, LauraClare, Laura-Felix, Clare-Felix, Laura-dış dünya, Clare-dış dünya, ve Felix-dış dünya olarak altı temel kategoriye indirgeyebileceğimiz “sosyal ilişkiselliği” okurun zihninde ete kemiğe büründürebilmesi, diyebiliriz. Laura, Clare ve Felix’in birbirleri arasında kurduğu ve bizim “aile içi” olarak tanımlamamızda bir sakınca olmayan ilk üç kategori, bu karakterlerin dış dünya diyerek esasen “aile dışı”nı kast ettiğim diğer üç kategoriye hem benziyor, hem de onlardan ayrılıyor. Şöyle ki, aile içinde okurun iyi-orta-kötü ya da sıcak-ılık-soğuk diyerek basitçe sezebildiği ilişki vaziyetleri, aile dışına gelindiğinde karakter özelliklerinin devreye girmesiyle çok da-

mkgorkem@gmail.com ha opsiyonlu bir hale geliyor. Yazarın metin boyunca okuru yanılttığı (ya da şaşırttığı) anlar da, diğer üç kategori olarak belirttiğim dış dünyayla kurulan ilişkilerin duyumsandığı sayfalara denk düşüyor. Elizabeth Harrower’in bir aile anlatısı kaleme alırken ıskalamadığı bir diğer nokta. Okurunu ilişkilerin ortaya konuş biçimindeki çetrefilli duruma ikna edebilmesi. “Clare arabanın yanına gelince, Felix ‘Merhabalar!’ diye neşeyle seslendi. Laura hemen açıklamaya girişti: ‘Öğleden sonra şehre gelmemiz gerekti, gelmişken seni de alıp öyle gidelim dedik.’ Clare, artık hiçbir şeye şaşıramayan insanlara özgü, ölü gibi hareketlerle dünyadan çıkıp arabaya bindi.” Harrower’in üslubu ile kitabın Türkçe çevirmeni Deniz Keskin’in çeviri niteliğinin birbiriyle “uyum” gösterdiğini söyleyebiliriz. Başarılı bir çeviri, iyi bir çeviri, doğru bir çeviri; biz adına ne dersek diyelim, orijinal dilindeki metinlerin okur diline dönüştürülme eyleminin belki de yüzlerce etkeninin “yerinde bir sentezi” tanımını karşılayacaktır. İşini yaparken çevirmenin ödevinin yalnızca hâkimi olduğu iki dil arasındaki tercümeyi sağlamak olmadığını çıkarabiliriz buradan. Hele hele kurmaca metinlerde, çevirmenin eserin kaleme alındığı dönemi, yazarını ve hatta yazarın öncül ve ardıl metinlerini göz önünde bulundurması; çeviri sonrası genellikle “çevirmen notları” olarak sunulan bölümde değinilecek noktalara özellikle araştırmacı bir tutumla yaklaşması ve nihayetinde onlara da hâkim olması gerekir. Böyle çeviri metinler, okura yalnızca bir kurmaca edebiyat eseri okuduğundan fazlasını hissettirecektir. İşte, başarılı-iyi-doğru çeviri derken kastımız ne ise, asgari düzeyde kabaca değindiğim bu koşutlar aranıyor olacaktır. Bununla birlikte, bir dil bilimci olmasak dahi, çevirmenin sözcük tercihlerinden (çünkü sık rastlanır böyle arada kalınmışlıklara) emin ve onların arkasında olması yeğlenir. Deniz Keskin’in, “Gözetleme Kulesi”ni çevirirken bahsettiğim bütün bu “olağan beklentileri” karşıladığını söyleyebiliriz. Bir örnekle söylersem: Kitabın ikinci bölümünde geçen bir sözcük, “varkalım” dikkatimi çekti. Önceleri yabancısı olduğum bu psikoloji teriminin yerini “varoluş”un pekâlâ tuttuğunu, fakat iş anlamı karşılamaya geldiğinde “varoluş”un güdük kaldığını gördüm. İşte bu tercih (bilinç mi demeli?), az evvel değindiğim üzere başarılı-iyi-doğru bir çeviri için ikna edici bir koşut, şüphesiz. “Gözetleme Kulesi”, iyi bir romanın iyi bir çevirisi. “Gözetleme Kulesi”, Elizabeth Harrower, Çev: Deniz Keskin, 256 s., Metis Yayınları, 2016


Ekim 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Yaşanan ve Anlatılan Arasında ADALET ÇAVDAR

S

adece bir an bile yüzlerce şekilde anlatılabilir. Başımıza gelen ufacık bir olayı anlatırken önce kendimizden, sonra da anlattığımız her insandan ayrı ayrı etkileniriz. Her defasında değişir hikâye. İnsan anlattıkça alışır yaşadığına. Acıyı sağaltmanın, öfkeyi azaltmanın en güzel yollarından biridir anlatmak. Yazma halinde ise başka bir şeye bürünür yaşanan ve anlatılan. Yazan, ânın büyüsünü okuyana geçirmeyi istediği için anlatı kelimeler ve noktalama işaretleriyle süsler anlatıyı. Okuduğunuz öykü sizi bir dağ başına çıkarabilir ya da ansızın yerin altına çekebilir. Bazı kitapların hazmedilmesi ise zaman alır. “Bonzai”, “Eve Dönmenin Yolları” ve “Ağaçların Özel Hayatı” isimleriyle Türkçeye çevrilen romanlarıyla daha önce okurunu yine böyle bir derinlikte dolaştıran ve adından övgüyle bahsettiren Latin Amerikalı şair ve roman yazarı Alejandro Zambra’nın ilk öykü kitabı “Belgelerim”, insanda olanı biteni sakince anlatma-anlatabilme arzusu uyandırıyor. Yaşananın yaşandığı gibi değil anıldığı gibi olan halinin, aslında o kadar da kocaman olmadığını gösteriyor insana. Zambra okuruna adeta kendine acımaktan vazgeçmeyi hayal ettiriyor. Daha önceki kitaplarında olduğu gibi bu öykülerde de hızlı yaşananın sakince anlatılabileceğine ve sükûnetin içerisinde her şeyin daha kolay anlaşılabileceğine inandırıyor insanı. Durup geçmişe bakmanın acıdan başka bir şeyler, mesela haz verebileceğini de gösteriyor. Dört-beş yaşlarında bir çocukla karşılıyor okurunu Zambra ilk öyküsünde. Çocuk, bilgisayarın eve ilk gelişinden, nasıl göründüğünden ve evde değiştirdiği şeylerden bahsediyor. Daktilo ve bilgisayar arasında gidip geliyor. Klasik ve romantik olan arasında çağa uygun ve her an gelişen bir makinenin yolculuğundan bahsediyor. Derken çocuk, öykünün içerisinde yavaş yavaş büyüyor; büyürken anlattıklarını artık acı çekmeksizin anlatmayı öğreniyor, edebiyata inanmaya başlıyor. Babasını bir bilgisayar, annesini bir daktilo olarak tarif ediyor. Bir zamanlar boş bir defter olarak gördüğü kendisini ise bir kitaba dönüştürüyor kurgusunda. Kitaptaki öyküler, Zambra’nın bilgisayarının belgelerim klasörünün içerisinde duran hikâyeler. Belgeler klasörüne bir zaman önce kaydedilmiş, sonra da unutulmuş bir dizi hikâyeyi gün yüzüne çıkartıyor Zambra. Zamanı gelince tozu alınan kitapların altı çizili satırlarına tekrar bakmak gibi bir his uyandırıyor insanda “Belgelerim”. Zamanla unutulan ve anlatmaktan vazgeçilen hikâyelerin tekrar hatırlanması gibi. 1975 yılında doğan Zambra’nın ilk öyküsünün başında 1980’lerde yaşayan bir çocuktan bahsetmesi ve öykülerin birbirleriyle ilişkili olduğu düşünülünce Zambra’nın otobiyografisini ya da anılarını okuduğunuz hissine kapılabilirsiniz. Ama kitapta bununla ilgili net bir bilgi bulunmuyor. Sürekli ben dilinde anlatılan hikâyeler kurgu ile gerçeklik arasında gidip gelmenize neden oluyor. Öykülerini süslü cümlelerle anlatmak yerine, kelimede hafif manada ağır ağlar örüyor Zambra. “Camilo” öyküsüyle her evde sevilen ama o

adaletcavdar@gmail.com eve ait olmayan ve erkenden giden bir adamın öyküsünü anlatıyor. Genç bir erkeğin hayat tecrübelerini ve bazı denemelerin hep başarısızlıkla sonlanmasını okuyoruz. Sonra ilk kişisel bilgisayarına ancak 2000’li yıllarda sahip olabilen genç bir adamın hayatına misafir ediyor bizi yazar. Ruhsuz bir makinenin nasıl hayatın bir parçası olduğunu ve ondan nasıl vazgeçilebildiğini anlatıyor. “Doğru mu Yanlış mı?” adlı öyküsüyle ev kavramıyla uğraşmanıza sebep oluyor. Bazı şeylerin ısrarla orada, yani evde durması gerektiğinden bahsediyor; kişisel inatların insanların kendi boylarını aştığında gelen yalnızlıktan ve ilhamdan. “Uzak Mesafe”, edebiyat okuru olan ancak edebiyat dışındaki çeşitli işlerde çalışan başka bir erkeğin hayatının belli bir zamanına odaklanıyor. “Ulusal Enstitü” öyküsünde bir dönemin eğitim sistemini ve siyasal durumlarını ağır bir argoyla eleştiriyor Zambra. Sonrasında iyi sigara içen bir adamın sigarayı bırakmaya çalışırken yaşadığı hallere tanıklık ediyorsunuz. Kendi içerisinde üç bölüme ayrılan öykülerin son bölümü “Teşekkürler” adlı hikâyeyle başlıyor. Birbirlerinin hayatlarındaki karşılıkları belli belirsiz ama her şeyi beraber yapmaya başlayan bir kadın ile erkeğin başına gelen yarı trajik yarı fantastik bir hikâye bu. Sonra kendi etrafında dönüp dururken kendini bulamayan bir Şililiden bahsediyor yazar. Ardından bir ailenin hayatına biraz kuşbakışı, biraz içeriden bakıyor; kapısı kapanınca her şeyin içerde kaldığı evlerden birinde herkesin nasıl da kendi içine kapanıverdiğini anlatıyor. Ve son olarak “Hafıza Yoklaması”yla hafızayla arasındaki ilişkiyi ve anlatma arzusunun başladığı noktayı açıyor bize. “Belgelerim”de Zambra’nın bir öyküyü nasıl yazdığına da şahit oluyorsunuz. Bir anlatan bir yazan kısmına yerleştiriyor kendini; tam gerçek olduğunu düşünecekken her şeyin aslında bir kurmaca olduğunu söyleyebiliyor size. Aldığı notları okuruna da anlatıp kurgusuna öyle devam ediyor. Yaşanılan ânın anlatımından ziyade, o anda hissedileni ve görüleni aktarıyor. Yıllar önce Karadeniz’de tanıştığım ve anlattığı hikâyeleri kaydetmek istediğimde bana “hiçbir şeyi kayıt altına alma kızım, buradan çıktığında aklında kalan neyse gerçek hikâyem odur” diyen Altun Anne’yi hatırlatıyor. Edebiyatı hayatının merkezinde tutan Zambra’nın öykülerinde çeşitli şekillerde başka yazarların isimleri, kitapları, söyledikleri, yazdıkları ve hayat hikâyeleri de geçiyor. Müziğin hiçbir şekilde susmadığı öykülerde okura her an eşlik eden ritmler var. Yazar okura hem bir okuma hem de bir dinleme listesi sunmuş oluyor böylece. “Belgelerim”, Alejandro Zambra, Çev: Çiğdem Öztürk, 120 s., Notos Kitap, 2016


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2016

KISA KISA Fabrikada Bir Saraylı Güney Dal, Eksik Parça Saraylı Ethem’in öyküsünün ardına düşen gazeteci Tansu Çağlar, onu tanıyanlarla buluşup konuşarak parçalanan, yitip giden bir hayatın izlerini ortaya çıkarıyor. Avrupa’nın ortasında kendini arayan bir kimliğin öyküsü, Fabrikada Bir Saraylı.

Yeni Muhafazakâr Tehdit Paul Craig Roberts, Say Yayınları Ukrayna’dan Suriye’ye, Kırım’dan Gürcis­ tan’a, Türkiye’den Mısır’a Avrupa’yı ve NATO’yu da maşa olarak kullanan kontrolsüz bir güç... Kitap, Sert, ürkütücü, sinsi, acımasız bir çete üzerine sarsıcı bir eleştiri...

En Keyifli Rotalarla Türkiye Gezi Notları Mustafa Dermanlı, Omega Yayınevi Bu kitap bir gezi rehberi değil. Her yeri avcunun içi gibi bildiğini, her lezzeti tadıp da gurme olduğunu iddia eden çılgın bir gezginin günlüğü de değil. Bu, Mustafa Dermanlı’nın gezip gördüğü yerlere ilişkin kaleme aldığı mütevazı gezi notlarından oluşan bir kitap.

Bin Yıllık Dua Yiyun Li, Domingo Yayınevi Geçmiş artık bugüne referans olmaktan çıktığında ve geleceğe yahut büyük ideallere inanmaya mecaliniz kalmadığında insanın içine düştüğü boşluk... Yiyun Li işte bu sıradan duyguyu, nefes kesen bir yalınlıkta, hatta neredeyse suskun bir dille anlatmayı başarıyor.

Gece Gündüz Düşlüyor Ingvar Ambjornsen, Ayrıntı Yayınları Sune, bir göçebedir; ancak bildiğimiz göçebelerden değil. Çadırı yok, birlikte hareket ettiği aşireti yok, sırt çantası yok, planı programı yok, gece gündüz dağlarda, ormanlarda dur durak bilmeksizin yapayalnız yürüyor. Ve bir gece ormanın karanlığından yaralı bir kadın çıkıyor karşısına.

Nereden Geliyor Bu Duman? AYŞE BAŞCI

S

amimi miyiz? Ya da ne kadar samimiyiz diye sorayım. Örneğin Unicef’e 10 TL bağış yaptıktan sonra huzur içinde yirmi sekizinci tişörtümüzü alacak kadar mı samimiyetimiz? Ya da çevre örgütlerinin kıyılardan çöp toplama etkinliklerine katılıp yorgun argın eve yürürken sigaramızın izmaritini yere atacak kadar mı? Tam tersi de olabilir: Belki de en yakın arkadaşımızı sigara dumanıyla bizi zehirlemekle suçlayıp HES’lere ses çıkarmayanlardanızdır. Birinci çoğul şahıs ekleriyle yazıyorum, çünkü “yok aslında birbirimizden farkımız”. Ben, siz, biz, hepimiz… Asırlardır “asrın vebası”ndan bahseder dururuz. Kimi zaman AIDS gibi bir hastalıktır bu; kimi zaman da internet bağımlılığı, alkolizm, sigara tüketimi ve benzerleri. Bana sorarsanız, “asrın vebası” samimiyetsizliktir. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar gibi, içten olmadan içselleştirmeye çalışan insanlarız biz. Bir satıhtan ibaretiz sanki. Boyut eksikliğinden muzdaribiz diyemeyeceğim, çünkü bunun ne kadar acı olduğunun farkında da değiliz. Derinleşmeden/derinleştirmeden, sormadan/sorgulamadan, bakmadan/görmeden/gözlemlemeden yaşayıp gidiyoruz. Nasılız? Vallahi, bence Türkiye gibiyiz. Asrın vebasının cılk yaraları içinde… Oysa her şey görmekle başlıyor. John Berger, “Görme Biçimleri”nde (Metis Yayınları, 2010, 16. baskı) şöyle der: “Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. … Yalnızca baktığımız şeyleri görürürüz. Bakmak bir seçme edimidir.” (s. 7-8) Bakmadığımızı görmeyiz, görmediğimizi anlamayız, anlamadığımızı içselleştiremeyiz. İçselleştirmediğimiz zaman bile konuşuruz oysa ve bu durumda bizi bir tek şey bekler: samimiyetsizlik. Berger’in Selçuk Demirel ile birlikte hazırladığı “Duman” bu samimiyetsizliği anlattı bana. Hele ki bugün, bu ortamda… (Berger’in de dediği gibi, “Günümüz medyasında da kelimeler çoğu zaman alevleri gizleyen bir duman perdesi işlevini görürler.”)

İzmir Hayaletleri Loren Edizel, Deli Dolu “İzmir Hayaletleri”, Birinci Dünya Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na uzanan, pek çok karakterin ve farklı tarihi olayın iç içe geçerek çok katmanlı bir hikâyeye dönüştüğü; kent tarihi, komşuluk, kültürel miras gibi sosyal temalardan esinlenilerek yoğrulmuş girift bir roman.

Zahmetsiz Ustalık Kenny Werner, Pan Yayıncılık “İçimizdeki Usta Müzisyeni Özgür Bırak­ mak” altbaşlığını taşıyan kitap, genç müzisyenleri cesaretlendirici bir çalışma. “Hayalet korkusu” deyiminden hareketle büyük ustaların ve müzik tarihinde iz bırakan başarıların gençlerin sırtına bıraktığı yükü irdeliyor.

Bizi ilk sayfalarda yangın ya da soba değil, sigara dumanı karşılıyor. Yazılanları, ilk anda bir sigara güzellemesi diye yorumlamak mümkün, çünkü geçmişte tüm ortamlarda sigara içerken nasıl sohbet ettiğimizi, düşlerimizi nasıl paylaştığımızı, nasıl bir ortak zemin oluşturduğumuzu anlatıyor Berger kısacık cümlelerle, Demirel ise çok-boyutlu çizimlerle. “Sonra bir şey oldu ve her şey değişti.”

aysebasci@hotmail.com Sigara içenler “top­luma karşı suç işliyor” kabul edildi. Bir tiryaki olarak ben de bu suça ortak olduğumu itiraf etmeliyim. Bizler insanları dumanımızla zehirlerken toplumun çeperlerine itildik. Kafelerin dışına, evlerin balkonlarına, sinemaların kapılarına… İçmeyenlerin hakkına tecavüz edecek ya da içmeyenleri tiryakiliğe teşvik edecek değildik elbet, kimseyi rahatsız etmeye hakkımız yoktu. Ama ikinci sınıf insan mı oluverdik sanki birdenbire? Üstelik diğer birinci sınıf insanlar ormanları yok ederken, birbirlerini öldürürken, nehirleri kuruturken ya da arıtma sistemlerini iyileştirmek yerine cezadan kaçmak için denetimlerde kesenin ağzını açarken mesela… Berger’in de söylediği gibi, “Kuzey Kore hükümeti bir denizaltıdan hidrojen bombası fırlatarak bir deneme yaptıklarını daha yeni açıkladı. Bunun gerçek mi, yoksa blöf mü olduğu konusundaki tartışmaların sonu gelmiyor. Dünyadaki denizlerde tepeden tırnağa nükleer silahlarla donatılmış 60 denizaltının faaliyete geçmek için gece gündüz emir beklediğini kimse düşünmüyor.” Sigaranın dumanına karşı silahların dumanı tüterken… Otomotiv devleri emisyon ayarlarında sahtecilik yaparken… Toplumsal uzlaşı zemini toz duman içinde yerle bir olurken… Hangi dumanı gözleyeceğiz? “Duman”ı okuduğumdan beri, aklımda T.S. Eliot’ın olağanüstü şiiri “Hollow Man”in son dizeleri dolaşıyor: “This is the way the world ends / Not with a bang but a whimper”. Çevrilebilirliğinden kuşku duyduğum şiirin bu dizeleri, Suphi Aytimur tarafından şöyle Türkçeleştirilmiş: “İşte böyle kopar kıyamet / Gümbürtüyle değil iniltiyle” (Adam Yayınları, 1990). Kıyameti sigara dumanı değil, samimiyetsizliğimiz getirecek. Berger’in sözlerine, Demirel’in çizimlerine bakın. Samimiyetle bakın. Dumanın nereden sızdığını göreceksiniz. “Duman”, John Berger-Selçuk Demirel, Çev: Cevat Çapan, 72 s., YKY, 2016


Ekim 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLÂ SUNAY

Çocuklar İçin Yasaklı Edebiyat

E

debiyat tektir. Sanırım Cemal Süreya, “Çocuk edebiyatı yoktur” derken bunu demek istemişti. Çocuk edebiyatı vardır ama edebiyatın içinde yer alır. Sabahattin Ali’nin 1947’de yayımlanan “Sırça Köşk” adlı öykü kitabı çıkar çıkmaz yasaklanmıştı. İçindeki “Sırça Köşk” adlı masal iktidarı eleştiriyordu çünkü. Öykünün “Masallar” bölümüne alınması da yazarını kurtaramadı, kitap toplatıldı. Hepinizin bildiği gibi bir yıl sonra da yazar öldürüldü. Cinayet bir türlü tam olarak aydınlatılamadı ama okurları olarak siyasi bir suikasta kurban gitmiş olduğuna dair şüphelerimiz bâki. Devletin olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanan iktidarların bir gün gelip halk tarafından kolayca yıkılacağına dair ima içeren, masal diliyle yazılmış “Sırça Köşk”ün bunda etkisi var mıydı bilemiyoruz. Ne var ki, “Sırça Köşk”, masalını bugün okuduğumuzda, geçerliliğini koruması tüylerimizi ürpertiyor. Bu nedenle, YKY tarafından çocuk okurlar için derlenen Sabahattin Ali’nin üç öyküsü ve özellikle de “Sırça Köşk” masalı çok ama çok değerli. Bu kitap vesilesiyle çocuk edebiyatının, edebiyatın içinde, onunla bütün olduğunu bir kez daha anlıyoruz. “Üç Öykü” başlıklı çocuk kitabı, “Arabalar Beş Kuruşa”, “Ayran” ve “Sırça Köşk” metinlerini içeriyor. İlk iki metin, “Sırça Köşk” masalından ayrı, Ali’nin çocuk kahramanlı, “fıkaralık” derdindeki kısa öyküleri. Günümüz çocuk edebiyatında artık karşılaşmadığımız, unuttuğumuz; açlık sınırındaki yoksulluk, evine ekmek götürmek zorunda kalan çocukların yüz yüze kaldığı mücadele, sınıf farklılıklarını işliyor bu iki öykü. Henüz özel okulların yaygınlaşmadığı dönemden, zengin ile fakir çocuğun aynı okul sıralarını paylaştığı dönemden bize hayli dokunaklı ve acıklı sesleniyor. Unuttuğumuz diyorum çünkü çocuk edebiyatı Kemalettin Tuğcu ve Muzaffer İzgü’den sonra, yoksulluğu yazmayı reddetti. Çocuk edebiyatı, ağlatmamalı eğlendirmeliydi çünkü. Evrenselleşti, doğa ve çevre konularına, gündelik hikâyelere, çikolatanın lezzetine, fantastik dünyanın büyülü atmosferine daldı. Birey olarak çocuk öne çıktı, genellikle orta sınıfın konularını edindi. Sınıf farkını, dil, ırk farkını dile getirmektense zamana uyan, modern öyküyü yaratmaya bütün iyi niyetiyle çalıştı. Bu kötü değil elbette. Bir yandan Tuğcu ve İzgü hâlâ yayımlanıyor. Tuğcu okullarda pek tercih edilmiyor ama mizahı öne çıkaran İzgü, yeni eserler vermeye devam ediyor. Bu süreç belki de kaçınılmazdı, gayet anlaşılabilir bir durum. Ve son yıllarda çocuk edebiyatı yazarlarının göçmen meselesine, sosyal içerikli konulara eğilim gösterdiğini de yabana atamayız. Ancak çocuk edebiyatında yoksulluk artık yazılmıyor! Yazılmıyor ki, Sabahattin Ali’nin tekrardan çocuklar için yayımlanan öyküleri bir tokat gibi çarpıyor yüzümüze. “Arabalar Beş Kuruşa”da, çarşaflı annesinin gözetiminde oyuncak araba satan çocuk şehirde, “Ayran” öyküsündeyse, tren istasyonlarında yaz kış ayran satan evin büyük abisi Küçük Hasan kırsalda aynı çileyi çekiyor: Açlık. İşporta oyun-

LAİKA UZAYDAN GERİ DÖNERSE

cak satan çocuk kahramanın bir adı yok; sanki adının olmamasını bilinçli tercih ediyor üstad. Çünkü Küçük Hasan kırsalda bir kimlik sahibi onca yokluğa rağmen. Şehirdeki çocuk insanlarla mücadele ederken, Küçük Hasan ayranını satmak için yoğun karda istasyona kat ettiği yolda doğa ile mücadele veriyor. Ayazla, tipiyle, çamurla ve mesafeyle boğuşurken, annesi yatılı hizmetçi olduğundan evde yalnız onu bekleyen iki küçük kardeşinin, ona göre doymak bilmeyen açlığını aklından bir an olsun çıkarmıyor. Sırça köşk, camdan yapılma, genellikle saray bahçesinde, padişahların oturma alanlarıdır. Topkapı Sarayı’ndaki, Gülhane Parkı’nın kalın duvarı üzerinden çıkma yaparak uzanan köşkler işte sırça köşklerdir. Köşk kelimesinin gerçek anlamı da budur. Zamanla konut/konak anlamına gelerek, Boğazköyleri’ndeki ahşap yapılara söylene söylene dilde anlamından kaymıştır. Sabahattin Ali, “Sırça Köşk” masalında daha evrensel bir hikâye kurar. Hikâyede; üç tembel, işsiz gencin, nasıl çalışmadan kısa yoldan para kazanılır diye kafa yorduğu bir sırada içlerinden birinin aklına gelen hileye, bütün bir şehrin/memleketin/kasabanın kolayca inanabilmesi okuru hayrete düşürür. Üç tembel kafadar yeni bir şehre giderler, onları kimsenin tanımadığı bir şehre. Şehrin ahalisine, “Bu şehrin sırça bir köşkü yok mu? Nasıl olmaz?” diye sorarak, halkın aklına şüphe salarlar. Öyle ya varlıklı bir şehrin sırça bir köşkü mutlaka olmalıdır. Komşu şehirlerde çoktan sırça köşk dikilmiştir. Bu şehirde yaşayan halkın sırça bir köşke hakkı yok mudur? Elbette vardır! Fısıltılar yayıldıkça ikna olan halk, üç tembel gencin önderliğinde sırça köşk imalatına başlar. Bütün malzeme halkın cebinden çıkar, yemek içmek de dahil. Sırça köşkün inşaatı sırasında, şehirdeki tembel işgüzarlar da gençlere katılır. İnşaat bitince de, odalarına yerleşen, bu odalar için uydurma işlevler icat edenler de dışarıdan gelen üç tembel genç ve onlara katılan yerli uyanıklardır. Sırça köşke bir güzel yerleşip, bedava yemeye ve içmeye, çalışmadan kazanmaya başlarlar. Ancak zamanla halk işkillenir. Sorular sorar. Halkı susturmak için üç tembel genç, halktan bedava aldıkları koyunların kellelerini onlara iade eder. Ama bu kellelerin işe yarayacak, ne beyni, ne dili ne de gözü vardır. En sonunda da halk kullanıldığını anlar, öfkelenir ve iade koyun kellerini fırlatarak köşkü yıkar. Köşk öyle çürüktür ki daha ilk atılan kelle ile çökmeye başlar, tuzla buz olur. Bilmiyorum siz duydunuz mu? Şimdilerde Ankara’ya da bir sırça köşk yapılmış, üstelik de bir ormanın üzerine. Binden fazla odası, büyük büyük camları, çok çok eski bir zamanın mimarisiyle yükselirmiş. Şimdi bana söyleyin, masalların gerçek olmadığını nasıl anlatırız çocuklarımıza? “Üç Öykü”, Sabahattin Ali, Resimleyen: Sedat Girgin, +10 yaş, 49 s., YKY, 2016

PİJAMA HER ŞEYDİR

1957’de Rusların uzaya fırlattığı bir uzay mekiğinin içinde Laika adında bir köpek vardı. Laika hiç geri dönmedi. “Lucy ve Laika” adlı kitap da, Lucy adında bir kızın ve bir gün uzay mekiğiyle geri dönen köpeği Laika’nın hikâyesini anlatıyor. İngiliz yazar Will Buckingham, sadece Lucy ve Laika’nın ilişkisine ve yaşam öykülerine odaklanıyor. Naif bir dil ve sade bir kurgusu var romanın. Üstün zekâlı ve uzaya meraklı Lucy henüz on yaşındayken atık malzemelerle, evlerinin bahçesinden bir uzay mekiği yapıyor. Köpeği Laika yanlışlıkla mekiğin içine giriyor ve mekik havalanıyor. Laika iki haftalık uzay yolculuğu yaparken yeryüzünde altmış yıl geride kalıyor. Uzaydaki zamanla, yeryüzündeki zamanın farklı akışı bu romanla çocuk okurlar için daha anlaşılır bir hale geliyor. Laika döndüğünde Lucy yaşlı bir anneannedir ve Nobel Fizik Ödülü’nü de alalı epey olmuştur. On yaşından beri unutmadığı köpeği Laika’ya kavuşmak Lucy için en büyük ödüldür aslında.

Şair Nilay Özer’in çocuk kitabı “Uçan Kaçan Bir Pijama Öyküsü”, okumaya başladığımda, çamaşır asan anne, kitap okuyan baba figürleri ve çocuklar için yazıyorum bilincindeki diliyle kafamda sorular oluşturdu. Çocukların zekâsına güvenen öyküleri özlediğimden olacak, kuşkuyla başladım. Ancak giderek hikâye kendini buldu ve özgün bir merkeze oturdu, şair elinden çıkma dil ve anlatım sürükledi, götürdü. Çocukların bazı eşyalarına olan derin tutkularına çok şahit oluruz. Kahramanımız Memo da pijamasına hasta. Ne var ki bir gün çamaşır ipinden uçup kaybolunca çok üzülüyor. Pijama başka bir evin ipine seriliyor neyse ki ve ev sahibi küçük kız Zeyno’nun çabalarıyla, kahramanımıza ulaşacak. Nasıl mı? Zeyno uçurtmasına pijamanın resmini yapıştırıyor ve göklere salıyor. Aynı uçurtma şenliğine gelen Memo hemen fark ediyor ve mutlu son! Uçurtmanın kayıp ilanı için bir zemin olması fikriyse öyküyü güzelleştiriyor.

“Lucy ve Laika”, Will Buckingham, Çev: Şiirsel Taş, Resimleyen: Oğuz Demir, +9 yaş, 182 s., Büyülü Fener, 2015

“Uçan Kaçan Bir Pijama Öyküsü”, Nilay Özer, +5 yaş, Resimleyen: Öykü Gölemen, 52 s., YKY, 2016


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Ekim 2016

HALUK YAVUZER - İLKAY DEMİR:

“Anahtar: Özerklik ve Sorumlulukta Denge” Söyleşi: ELİF ŞAHİN HAMİDİ Dünya her geçen gün değişip dönüşürken anne-babalar ve çocukları da bu değişimden nasibini alıyor elbette. Dünden bugüne anne-babalık konusu kurcalandığında, günümüz anne-babalarının “itaat” yerine çocuklarının bağımsızlığını ön planda tutan, okuyan, daha bilinçli bir kuşak olduğunu açıkça görebiliyoruz. Adeta teknolojinin kucağına doğan günümüz çocukları ise her şeye rağmen doyumsuz, mutsuz, denetimi zor çocuklar. Teknoloji her ne kadar hayatımıza büyük kolaylıklar getirse de yepyeni sorunları, açmazları da peşi sıra sürüklüyor. Çocuk ve gençlik psikolojisi alanında uzman Prof. Dr. Haluk Yavuzer’in, öğrencisi ve meslektaşı Doç. Dr. İlkay Demir ile birlikte kaleme aldığı “Yeni Kuşak Anne-Babalar ve Çocukları” isimli kitap, çocuk yetiştirirken teknolojinin getirdiği yeni açmazlarla ve daha birçok sorunla nasıl baş edebileceği konusunda anne-babalara yol gösteriyor. Kitapla ilgili sorularımızı Yavuzer ve Demir ortaklaşa yanıtladılar. Elif Şahin Hamidi: Günümüz anne-babalarını zorda bırakan, çıkmaza sürükleyen sorunlardan bahsederek başlayalım mı? H. Yavuzer-İ. Demir: Haklısınız, teknolojinin getirdiği büyük kolaylıklar ve olanaklar var yaşamımızda, bunlara karşın anne babaların önünde bir dizi açmaz da var. Bu açmazlar, çocukların içinde bulundukları yaş dönemine göre farklılaşıyor. Örneğin, küçük yaşta çocuğu olan anne babalar, bazen akıllı tablet ve telefonları bakıcı olarak kullanıyorlar. Yani çocuğu oyalamak için bir yol olarak görüyorlar. Ayrıca çocuk huzursuzlandığında ya da istenmeyen bir davranış gösterme eğiliminde olduğunda bu durumla başa çıkmak yerine, sorundan kurtulmanın bir yolu olarak görüyorlar. Biraz daha büyük yaşlarda ise çocuğun kullanım süresi, kullanım biçimi ya da alışkanlıklarıyla ilgili denetim problemleri karşımıza çıkıyor, yani çocuğun teknolojileri ne amaçla kullandığı, ne süreyle kullandığı ve nasıl kullandığını denetlemekle ilgili kafa karışıklıkları yaşanıyor ailelerde. Elif Şahin Hamidi: Sorunlarla baş edebilmenin yolunun pozitif ebeveynlikten geçtiğini sıkça vurguluyorsunuz kitapta. Pozitif ebeveynlikten bahseder misiniz biraz? H. Yavuzer-İ. Demir: Pozitif ebeveynlik aslında özü itibarıyla anne-babanın ihtiyaçlarına odaklı bir çocuk yetiştirme tarzı yerine, empatik yani çocuğun ihtiyaçlarını dikkate alan bir çocuk yetiştirme tarzını etkin kılmak anlamına geliyor. Örnek verecek olursak, çocuğumuz herhangi bir ortamda huysuzlandığında belki bizim önceliğimiz onun huysuzluğunu bir an önce yatıştırmak olacaktır. Bunun için kolay yoldan eline akıllı telefonumuzu verebiliriz ya da huysuzlandığı için onu azarlayarak ceza verebiliriz. Oysa bunları yaptığımızda aslında kendi ihtiyacımıza odaklanmış oluyoruz: Çocuğum huysuzluk yapıp canımı sıkmasın. Empatik anne-babalık tarzındaysa, o an çocuğumuzun ihtiyacının ne olduğunu tespit etmek ve o ihtiyacı giderecek yollar arayarak huzursuzluğa çözüm bulmak gerekir. Yani pozitif ebeveynlik, ceza-

landırıcı değil alternatif üreten, çocuğun ihtiyaçlarına duyarlı olan, iletişim ve müzakereyi ön plana alan, çocuğa özerklik ve sorumluluğu dengeli bir biçimde sunan bir anne babalık modelidir diyebiliriz. Elif Şahin Hamidi: İlgi ve sevginin yanı sıra çocukların kurallara, rutinlere de gereksimi olduğunu biliyoruz. Buradaki sınırı ya da dozu nasıl ayarlamak lazım? H. Yavuzer-İ. Demir: Aslında biraz önce bahsettiğimiz özerklik ve sorumluluğu dengeli biçimde sunmak bu işin anahtarı. Günümüzde anne-babalar geçmişe göre çocuklarının ihtiyaçlarına daha duyarlılar, eskisi kadar itaat bekleme ve kısıtlayıcılık yok. Ancak burada da işin ucu ne yazık ki kaçıyor. Çocuğun ihtiyaçlarına duyarlı olmak, her istediğini her zaman elde etmesini sağlamak anlamına gelmez. Çocuklarımızın tüm arzularını yerine getirerek öncelikle onlara gerçekçi olmayan bir dünya imajı ve gerçekçi olmayan bir benlik imajı sunuyoruz. Yani her istediği her an karşılanan, tüm dünyanın kendi etrafında döndüğü tümgüçlü bir benlik. Bu durum çocukların kendilerinden, çevrelerinden ve yaşamdan beklentilerini de gerçekçilikten uzaklaştırıyor. Çünkü yaşamda kurallar var, zorluklar var, isteklerimizi erteliyoruz, onlar için çaba sarf ediyoruz, bazen isteklerimizi elde edemiyoruz, değiştiriyoruz. O halde çocuklarımıza özerklik tanıyalım, ihtiyaçlarını anlamaya ve karşılamaya özen gösterelim ama bunu belirgin kurallar çerçevesinde ve eşliğinde yapalım. Çocuğu kurallarla çevrelemekten ve sıkıştırmaktan bahsetmiyoruz elbette. Açık ve net ifadelendirilmiş az ama öz kurallarımız olmalı. Çocuğumuza bu kuralların neler olduğunu ve neden konulduğunu açıklamalı, gerekirse sorularını yanıtlamalıyız. Ona yaşına uygun sorumluluklar vermeli ve her şeyi onun adına yapmamaya özen göstermeliyiz. Kurallar ve verdiğimiz sözler konusunda güvenilir olmalı, arkasında durmayı başarmalıyız. Çocuklarımıza ancak bu bilinçle yaklaştığımızda dozu ayarlamak mümkün olabilir. (Devamı sayfa 11)

EMRE KONGAR Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-3 Dağlarca Sosyalizm değerlendirmesine devam ediyor: Bir kere edebiyat kongresine gitmiştim. Çocuk edebiyatı kongresi. Orada iki Bulgar yazar kendilerini iyi gösterebilmek için ben şu kadar okudum, ben bunu okudum diyerek övünüyor. Ben Rusya’yı severdim, hâlâ da severim. Onun için (komünizmin) Türkiye’ye de gelmesini isterdim. *** ATATÜRK VE SOL... - Siz de eski komünistlerden misiniz? - Bana eski kelimesi fazla. Bunu söyledim, ben komünizmi seviyorum. Biz yapamadık, onlar da yapamadı. Zaten büyük şeyler bu kadar kolay yapılmaz. İnşallah toplum öyle bir noktaya gelecek, şimdi olmasa da daha sonra benzer bir rejim gelecek. - Siz hep Atatürkçü şair olarak biliniyorsunuz. Komünistliğinizle Atatürkçülüğü nasıl bağdaştırıyorsunuz? - Bence Atatürk komünizmi alabildiği kadar almıştır da Atatürk olmuştur. Onun kepçesi o kadardı. Daha fazla yapmaktan korktu. Eğer daha fazla yapsaydı Türkiye olamazdı, ondan çekindi, o yüzden yapmadı. Halkevleri, halkın bilincini arttıracak her türlü hareketlilik, sonra kılık kıyafet; bunların hepsinde halkçılık, hatta halkçılıktan daha ötesi gözükmüyor mu? Eskiden mesela herkesin zenginliğe göre şapkası vardı. Atatürk onu tuttu bir iki dereceye indirdi. Sonra pantolonla ağaların giyimini normal bir hale getirdi. Halkçılığı mekteplerde geliştirdi, eskiden özel adamların mektepleri vardı. - Şimdi yine var. - Şimdi yine var, ama para kıstasına göre; parası olan birçok geri kafalı çocuğunu oraya gönderiyor. Ben gittim mesela birçok mektebe. Büyük bir parayla esnaf orada çocuk okutuyor. Eskiden memurların bir seviyesi vardı, şimdi onlar karıştı. İyi de oldu. *** GİZLİ SÖMÜRÜ TEHLİKESİ. - Peki şu an dünya nereye gidiyor? - Dünya sizin de belirttiğiniz gibi milliyetçiliğe de gitmiyor. Dünya maalesef saf olmayan kapitalizme gidiyor. Habersiz sömürü. Ama yine de sömürü. Bugün bence Fransa hâlâ dünyanın en büyük sömürgenlerinden biridir. Tabii, Amerika ondan daha büyük. Fakat baktığınız zaman ne yazık ki bütün dünya aydınları hâlâ Amerika’yı savunuyor. Ben burada bütün makaleleri okuyorum. Eskiden 4-5 gazete okurdum, şimdi de çok okuyorum, durmadan haber dinliyorum. Hepsini takip ediyorum ve bunların hepsi Amerika’nın egemenliğinde. - Teşhis yerli yerine oturuyor. Fakat sosyalizm veya komünizm yenildi sayılamaz. Dediğiniz gibi, bu hesaplaşma sürecek. - Hesaplaşma demeyelim ona, hesaplaşma kelimesi fazla. O devirler geçmiş. Putin’e bakın. Nereden nereye geliyor ve bugün tavrına bakın. İran’ı destekliyor, çünkü çıkarı orada. Çıkar kelimesini iyi bulmuş bizimkiler, kim bulduysa artık. Tam yerinde bir tabir ve her şeyi anlatıyor. - Fakat bu 1917 Bolşevik Devrimi en çok Orta Asya’daki Özbekistan, Türkmenistan, Azerbaycan’ı etkilemiş. Şimdi Pakistan’a, Afganistan’a bakın, bir de onlara bakın. - Evet, kıpırdattı. Şimdi ne oluyor, Amerika büyük patron, ama Rusya’ya... Eskiden ben derdim ki, bir iki sene evvel, Rusya’yı yemek için hazır. Şimdi böyle diyemiyorum. Zannetmeyin ki Rusya’nın doğusundaki devletlere Rusya bir şey verdi. Rusya orada hiçbir şey vermedi.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.