Kafamdaki Hayaletler
Yeniçeri Ağacı
Muazzam Muazzez
PAUL TREMBLAY
JASON GOODWIN
SEDEF KABAŞ
O
F
smanlı tarihçisi Jason Goodwin’in romanı “Yeniçeri Ağacı” Yeniçerilerin şehre geri döndüğü zamanı, Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasına verilen isimle Vakayi Hayriye’nin on yıl sonrasını anlatıyor. Edgar Allen Poe adına verilen Edgar Awards 2007 yılı En İyi Roman ödülünü alan “Yeniçeri Ağacı” ödülün hakkını veriyor. Devamı sayfa 12
antastik roman “Kafamdaki Hayaletler” eleştirmenler ve edebiyatseverlerden tam not aldı. Fantastik korkunun duayenlerinden Stephan King, Tremblay’ın kitabı için “Korkuyu iliklerime kadar hissettim ki beni korkutmak zordur” dedi. Kitap yakında sinemaya da uyarlanacak. Devamı sayfa 7
R
E
M
Z
İ
K
İ
T
A
B
E
V
İ
1
00 yıllık bir çınar. Muazzez İlmiye Çığ, ülkemizin yetiştirdiği değerli bilim insanlarından biri. Cumhuriyetin okullarında okumuş, kendini bilime ve topluma adamış bir isim. Sedef Kabaş’ın Muazzez İlmiye Çığ ile yaptığı söyleşilerden oluşan bu kitap, aynı zamanda bir tür tarihe giriş kitabı. Devamı sayfa 15
ARKA KAPAK KONUĞU Lütfiye Aydın
SAYI 129 - EYLÜL 2016 - ÜCRETSİZDİR
EDEBİYATIN ZEYTİN DALI MÜBADELE ROMANLARI B
u sayımızda Birinci Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan Lozan Barış Anlaşması’ndan yenik çıkan iki halkın hikâyesine odaklandık. Anayurtlarından sürülen Anadolulu Rumlar ile Yunanistanlı Müslümanlar, tüm hakları hiçe sayılan iki halk. Dillerinden, coğrafyalarından, kültürlerinden, evlerinden, komşularından, sevdiklerinden koparıldılar. İnsan oldukları unutuldu. Adeta bir eşya gibi Ege’nin karşı kıyılarına gönderildiler. Mübadele kavramıyla yan yana anıldılar; soğuk, diplomatik bir konunun öznesi bile değil, nesnesi gibi algılandılar. Sayfalarımızda o insanların hikâyelerini anlatan kitaplara yer
Pagoda
6
ZEYNEP ALPASLAN
Lontano
6
JEAN-CHRISTOPHE GRANGÉ
Çalışma Düşüncesi
10
JOHN W. BUDD
Oz
10
ADAM FAWER
Tüketilmiş DAVID CRONENBERG
Güvercinler Gittiğinde MERCÉ RODOREDA
3
7
verdik. Seçtiğimiz kitapların suçlayıcı, yargılayıcı ötekileştirici bir dil ve perspektife sahip olmamasına, sırtını barışa dayayıp yüzünü insana dönen kitaplar olmasına özen gösterdik. Meseleye bir de edebiyatın ben’den biz’i, tikel’den evrensel’i yansıtan aynasından bakmak istedik. “Ama”lara, “dönemin şartları”na, “savaş koşulları”na sığınmayınca barışın yokluğunun doğurduğu sonuçlarla karşılaştık. “Benden Selam Söyle Anadolu’ya”nın yazarı Dudo Sotiriyu’nun dediği gibi bu dosyayı “Yaşlılar unutmasın, gençler bütün olup biteni çırılçıplak görsün, öğrensin diye...” hazırladık. Devamı sayfa 8-9
13 14
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Yazara Kim Sahip Çıkacak?
Şairleri Trabzon’un
Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-2
ERCAN KESAL
“Yazma Eylemini Başlatan Okumalardır”
E
arzuhalcilik midir?’ diye soruyorsunuz. Okurla hemhal olma hali, okur-yazar arasındaki empati üzerine neler düşünüyorsunuz? Yazarlık gerçekten arzuhalcilik midir?”
“Öncelikle kitabınız girişinde kendinize sorduğunuz sorular üzerinde durmak istiyorum. ‘Yazarlık
“Bir süre önce; beni etkileyen, sevdiğim ve bazen de öykündüğüm yazarların çoğunun önceki mesleklerinin ‘gazetecilik’ olduğunu fark edince biraz afallamıştım. Başta G. G. Marquez... Ölünceye kadar gazetecilik yapmış. Ernest Hemingway sonra; 1922 yılında İstanbul’a gelip savaş muhabiri olarak çalıştığını biliyor musunuz? Yakınlarda kaybettiğimiz ve benim bir numaram olan Eduardo Galeano, gazeteci olarak öldü. Dostoyevski uzun süre bir gazetede makaleler yazmıştı. Thomas Mann, Jack London, John Steinbeck... Hayatlarında bir dönem gazetecilik hep olmuş. Bizde Refik Halit Karay, Nurullah Ataç, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Devamı sayfa 4-5 Ali, Aziz Nesin...
rcan Kesal’in yeni kitabı “Cin Aynası”, yazarın zihninde demlendirdiği hayat hikâyelerinden yola çıkıyor. Onları sinema ve edebiyatla ortak noktada buluşturuyor. Metin Erksan, Nuri Bilge Ceylan, Yaşar Kemal gibi ustalarla dostluklarını kâğıda dökerek yeniden anıyor. Bunları yaparken kullandığı yalın ve “bizden” dili sayesinde okuruyla samimiyet kuruyor. Gazete yazılarının birleşmesinden oluşan bu kitapta yazar, aynasını çoğunlukla Anadolu’ya tutuyor. Roboski’yi, Dersim’i, darbeleri, Anadolu insanını, bozkırın hem acı dolu hem umut verici yanlarını görüyoruz aynanın içinde. Oradan günümüze, Gezi’ye kadar uzanıyor yazar. Yaşadıklarını, oyuncu, yazar ve hekim kimliğiyle harmanlayan Ercan Kesal’in belleği bu kitapta kayda geçiyor.
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2016
BEHÇET ÇELİK:
“Metinle Çekişip Duruyoruz...” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ
B
ehçet Çelik’i ilk önce öyküleriyle tanıdık. Sonra iki tane roman yazdı. Son kitabı “Kaldığımız Yer” ise yine öykülerden oluşuyor. Roman yazıp öyküye sırt çevirenlerden değil. Söyleşimizin tümünü buraya alamıyoruz ama iki türde ürün veren bir yazarın metinle kurduğu ilişki söz konusu olduğunda, roman ve öykü arasındaki farklılıkları görmek açısından dikkate değer bir sohbet oldu benim için. Behçet Çelik’in yazma yordamında en çok ilgimi çekense esin ile çalışmanın, sezgi ile aklın, bilgi ile bilinmezliğin hem birbiriyle çatışması, hem de birbirine muhtaç oluşuydu...
“Şurdan başlayalım; Planladığın anlatım, dil, yazarken değişir mi? Metnin seni şaşırttığı olur mu?” “Tabii. Geçenlerde bir öykü üzerinde çalışıyordum, öyküyü şimdiki zamanda yarım sayfa yazdıktan sonra di’li geçmiş zamanla devam ettim. Eşim okuduğunda, kip değişikliğinin sebebini sordu. ‘Bilmiyorum,’ dedim, ‘öyle oldu’. Çok bilinçli bir tercih değildi, ama bana sonradan o öyküde gerekliymiş gibi geldi. Yani orada bir başka şey var ve o bir şeyin belki ifade edilmesi, işaret edilmesi, hatta bunun farkına varmam yazarken ortaya çıktı. Hatta bununla öykünün odağı değişti, baştan düşünmediğim bir yere uzandı.”
“Bunun neden öyle olduğuna net bir yanıt veremesen bile, metnin bir bildiği vardır, diyor musun?”
“Tam olarak bilemediğim zaman bile aslında bildiğim bir şey var. Yani o öyküde kip değiştiğine göre duygu durumum değişmiş ya da öykü kişisinin anlattığı olayla arasındaki mesafe değişmiş olabilir. Bununla birlikte, böylesi sorular tamamen cevapsızdır, böyle olmalıdır diye bir şey demem. Kimi zaman da benim bildiğim ama metnin içinde olmayan bir sebep vardır. O zaman onu metnin içine bir şekilde sokma çabasına girerim, bir sonraki paragrafta ya da öykünün devamında bunu ima etmeye çalışırım. O metne kafa yoracak birinin anlayabileceği şekilde bir şeyler anlatmak gerekir diye düşünüyorum, çünkü o kadar gelişigüzel bir şey değil edebiyat. Yani ciddi bir biçimde ölçüp tartmak, dışarıdan bakmak gerekiyor; yazdığım şeyin üzerinde çalışmanın hoşuma giden ve bana heyecan veren yanı da metinle dövüşüyor olmam.”
“Okurdan da bunu bekliyor musun peki? Böyle bir okur hayalin var mı?”
“Böyle bir okur hayalim yok ama bir öykü yazdığımda kimi zaman bazı noktaları kapalı kalabiliyor, daha dikkatli okumaya ihtiyaç duyulabiliyor. Yayımlatmadan
eşime dostuma okutup onların fikrini alırım. Bir kişi bile benim kafamdan geçeni ya da ona yakın olanı algılamışsa, benim için yeterlidir. Ama okuttuğum hiç kimse anlamamışsa, o zaman bir sorun var diye düşünürüm. Anlayan kişi çok daha farklı, çok daha yoğun okuyan biri olabilir, o zaman şu da sorulabilir: Sen sadece onlar için mi yazıyorsun, böyle bir okuru mu önemsiyorsun? Öyle değil elbette, ama zaten çok kapalı öyküler de yazmıyorum. Yine de uğraştığım metin üç sayfalık, dört sayfalık bir öyküyse, bunun biraz daha dikkatli okunmasını, o kısacık metindeki kimi bağlantıların kurulmasını isterim. Öte yandan şu sorunun cevabı bende de yok: Bu öykü sekiz, on yıl sonra okunduğunda aynı şekilde anlaşılacak mı? Çünkü kimi zaman aslında yaşadığınız günlerin bilgisiyle, metnin içinde olmayan olguların katkısıyla algılıyor, anlamlandırıyoruz. Aradan zaman geçtikten sonra benzer biçimde anlaşılacak mı? Benim de cevabını bilmediğim bir şey bu; ama o kapalılık dozunun en azından içime sinmesini istiyorum. İnsanın yazdığı bir şeyi unutması mümkün değil elbette, ama mümkün olduğunca bir başkasının elinden çıkmış gibi düşünmeye çalışarak yeniden okurum. Yazdıktan sonra bekletmek, araya zaman girmesi çoğu zaman bu anlamda hayırlı bir mesafeye yol açıyor metinle aramda.”
“Yazar kendi metnini tam olarak anlayabilir mi?”
“Anlayabilmiş olmak isterim. Yani o anlamda hâki miyeti elden kaçırmak, rastlantıya bırakmak istemiyorum. Bazı kelime seçimleri de aslında bir önceki kelimeden ötürü olabiliyor. Ama bunu ben biliyorum. Bir ses, bir müzik belki beni o cümleyi o şekilde kurmaya itmiş oluyor. Metne bu anlamda hâkim olmak istememe rağmen çok farklı biçimlerde anlaşıldığı da oluyor, her seferinde şaşırıyorum, ama hoşuma da gidiyor.”
“Daha çok dış dünyadan mı esinleniyorsun yoksa kendi içinden mi?”
“Eskiden daha fazla kendi içimdeki bir şeyleri anlatma ihtiyacı duyuyordum. Şimdi dışarısı ağırlıklı, ama dışarıyla ilişki de gözleyen-gözlemlenen ilişkisi olarak kalmıyor. Anlattığım kişinin yerine kendimi koyabilmeye çaba gösteriyorum. Bu daha öykünün konusunu kafamda gezdirirken başlayan, ama ağırlıklı olarak yazarken devam eden bir çaba. Bir anlamda hem dışarıda hem içeride olmayı sağladığını düşünüyorum bunun. Zaten edebiyatın heyecan verici yanı da bu. Yani birbirine karşıt durumların aynı anda var olması, bir başkasının yerine hem geçmek hem geçmemek. Yanı sıra, onun yerine geçtiğinde kendinden bir şeyler de mutlaka götürüyor
insan. Bunun da dengesi her metinde değişiyor. Ayrıca öykünün yazılmış kısmı metnin devamını belirliyor ve böyle olduğunda metin biraz elinden kaçıyor yazarın. Ondan sonra artık o dengeyi metin koşulluyor. Az önce, ‘Metne hâkim olmak istiyorum,’ dedim, ama hâkimiyet elden kaçabiliyor da. Kaldı ki, yazmanın keşfe imkân vermesi iplerin elimizden kaçmasıyla mümkün oluyor. Kuşkusuz, elimizden kaçan ipi gene çekiştiriyor, bir yerlere taşıyoruz; özetle sürekli olarak çekişip duruyoruz.”
“Yazarken belli bir üslup kurmaya çalışır mısın?”
“Son yıllarda şu sözü çok görüyoruz: ‘Kendine has bir öykü dili kurmuş yazar.’ Kimi zaman gerçekten öyle. Yazarını bilmeden bir metni okuduğumuzda ya şunundur ya da bunundur diyebiliyoruz. Benim metinlerimde de, zaman zaman benim elimden çıktığını ele veren bir eda var sanıyorum. Hatta yazdığım kimi metinlerde beni tatmin etmeyen bir duygudur: ‘Gene aynı şeyi yaptım, yapıyorum.’ Yeni bir metne başlarken çabamız biraz daha öncekilerden farklı olanı yakalamaktır. Herhalde metnin dili ile anlatılan dünya arasında bir denge var, bu denge yazardan yazara değişiyor ve o dengeyi sezebildiğiniz zaman ‘işte bu X’in dengesi’ dediğimizde o yazarın imzasını teşhis ediyoruz. Dolayısıyla bunu sezebilmek için de o yazarın gerek daha önceki eserlerindeki dil ve yapıyı, tarzı, üslubu gerekse genel olarak dünyaya, hayata bakışını bilmek lazım. Yine de itiraf edeyim, daha önce hiç yazmadığım tarzda öyküler yazmak gibi bir ütopyam var.”
Remzi’de En Çok Satanlar (Ağustos 2016) KİTAP (KURGU)
1 2 Sputnik Sevgilim 3 Ela Gözlü Pars Celile 4 Oz 5 Gözyaşı Konağı: Ada, 1876 6 Senden Sonra Ben 7 Dünyanın Ruhu 8 Kürk Mantolu Madonna 9 50 Muhteşem Kısa Hikâye 10 Kırmızı Saçlı Kadın Havva’nın Üç Kızı
Elif Şafak, Doğan Kitap
Haruki Murakami, Doğan Kitap
Osman Balcıgil, Destek Yayınları Adam Fawer, April Yayınevi
Şebnem İşigüzel, İletişim Yayınları Jojo Moyes, Pegasus Yayınları
Frederic Lenoir, Pegasus Yayınları Sabahattin Ali, YKY
Kolektif, Tefrika Yayınları Orhan Pamuk, YKY
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 2 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens 3 Köstebek 4 Muazzam Muazzez 5 Cemaat’in İflası 6 Şeytanın Gülen Yüzü 7 Beyin Senin Hikâyen 8 Ne Yapabilirim? 9 Bir Toplum Nasıl İntihar Eder 1 0 Büyüleyici Bağırsak Ağacın Kurdu
Mustafa Önsel, Alibi Yayıncılık
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Eylül 2016
Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap
Necip Hablemitoğlu, Pozitif Yayıncılık Sedef Kabaş, Asi Kitap
Hanefi Avcı, Tekin Yayınevi
Latif Erdoğan, Turkuvaz Kitap
David Eagleman, Domingo Yayınları Gündüz Vassaf, İletişim Yayınları A. M. Celal Şengör, Ka Kitap
Giulia Enders, Büyükada Yayıncılık
Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Eylül 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Kitap Okuyanlar Daha Uzun Yaşıyor Yale Üniversitesi öğretim üyeleri Avni Bavishi, Martin Slade ve Becca Levy’nin yaptığı araştırma için elli yaşın üstünde 3635 denek üzerinde çalışıldı. Araştırmaya katılanlar iki gruba ayrıldı ve kitap okuyanlardan haftada en az üç buçuk saat kitap okumaları istendi. 12 yıl
süren araştırma sonucunda haftada 3.5 saat kitap okuyanların ölme oranlarının %23 azaldığı ortaya çıktı, 3.5 saatten az süreyle kitap okuyanlarda ise bu oran %17 olarak belirlendi. Araştırma sonucunda kitap okuyanların okumayanlardan yaklaşık iki yıl daha uzun yaşadığı ortaya çıktı. Araştırmacılar dergi ve gazete gibi yayınların bu kapsama girmediğini belirtiyor. Kaynak: Allison Flood, The Guardian, 8 Ağustos 2016
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Son İran Şahı’nın Savunucusu
J. K. Rowling’in Asa Kavgası
Ortadoğu uzmanı ve profesör Andrew Scott Cooper yeni kitabı “The Fall of Heaven” (Cennetin Düşüşü) adlı kitabında İran’ın devrik şahı Rıza Pehlevi’ye farklı bir ışık altında bakmayı amaçlıyor. Cooper’a göre Şah, Batı dünyasının tanıdığı despot ve eli kanlı lider yerine, İran’ın modernleşmesine aracı olan ve kadınlara daha önce sahip olmadıkları imkânlar veren biri. Cooper, Şah döneminde de kanlı olaylar olduğunu reddetmiyor, ancak bu olayların Batı basınının abarttığı kadar büyük olaylar olmadığının ve Şah’ın hüküm sürdüğü dönemin Humeyni’nin döneminden çok daha barış dolu olduğunu savunuyor. Tezlerini Kızıl Haç ve İran devletinin kaynaklarına dayanarak destekleyen yazar, o dönemde Amerikalıların İran’da gerçekten neler olduğunu bilmediklerini de savunuyor.
İngiltere’nin Huddersfield kentinde büyücüler için asalar satan Richard Carter’ın, asalarının “gerçek büyücüler” için olduğunu söyleyip Harry Potter hayranlarını dükkânına sokmadı. Carter’ın Harry Potter hayranlarını dükkânına sokmadığı haberini öğrenen J. K. Rowling, haberin linkini paylaşarak “Öyle mi? Bence onlar gerçek asa değil,” diye ekledi. Bunun üzerine dükkân sahibi, asalarının oyuncak değil ruhani nesneler olduğunu ve bu yüzden Harry Potter hayranlarına satış yapmak istemediğini belirtirken bir yandan da Harry Potter hayranlarına ayrımcılık yapmadığını, eğer ruhani gelişimleri için istiyorlarsa onlara da asa satabileceğini sözlerine ekledi. Dükkânın müdavimleri ise J. K. Rowling’i kendi inançlarına saygı göstermemekle suçladı.
Kaynak: David Holahan, USA Today, 14 Ağustos 2014
Hemingway’in Evinde Hırsızlık Sinemaya da aktarılan ve kült eserler arasına giren “Las Vegas’ta Korku ve Nefret”in yazarı Hunter S. Thompson’ın Hemingway’in evini ziyareti sırasında bir geyik boynuzu çaldığı ortaya çıktı. 2005 yılında intihar eder yazarın dul eşi Anita Thompson, Hemingway’in ailesiyle irtibata geçerek boynuzu iade etti. Anita Thompson, Hunter S. Thompson’ın 1964 yılında bir deneme yazmak için hayranı olduğu Hemingway’in evini ziyarete gittiği ve bu sırada kendine engel olamayarak geyik boynuzlarını çaldığını söyledi. Boynuzları kendi garajına takan Thompson’ın daha sonra onları geri vermek istediğini ama bunu hiçbir zaman gerçekleşti remediklerini söyleyen Anita Thompson, Hunter S. Thompson’ın yaptığından utanç duyduğunu da sözlerine ekledi. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 15 Ağustos 2016
Kaynak: ABC News, 16.08.2016
George RR Martin’den Yeni Dizi “Taht Oyunları”nın yazarı George RR Martin’in bir roman serisi daha televizyona taşınıyor. Tamamı yirmi iki kitaba ulaşan ve RR Martin’in yönetiminde çeşitli yazarların katkıda bulunduğu “Vahşi Kartlar” Universal Cable Productions tarafından uyarlanacak. Yazarın internet sitesinde verdiği habere göre proje üzerinde çalışmalara hemen başlanacak ve televizyon dizisi birkaç sezon sürecek şekilde çalışılacak. Ancak George RR Martin, “Taht Oyunları” dizisi için HBO’yla yaptığı sözleşme gereği senaryo ve proje geliştirme aşamasına bizzat dahil olamayacak, onun yerine “Taht Oyunları” serisinin yeni kitabını yazmaya odaklanacak. Kaynak: RTE.com, 8 Ağustos 2016
Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Yazara Kim Sahip Çıkacak? Yazar Aslı Erdoğan gözaltına alındığında meslektaş ve arkadaşları olarak imzalar topladık, basın toplantısı düzenledik. Amacımız arkadaşımıza sahip çıkmanın yanısıra mesleğimizi de savunmaktı. Artık herkesin malumu, cadı avı listelerinin başında her zaman yazarlar ve sanatçılar olur. İktidarların “olağanüstü halleri” bir fırsata dönüştürmesi de tarihte ilk kez gerçekleşmiyor. Bildirilerde yer alan bazı ifadelere eleştiri getirenler oldu. Bir kısmına katılmakla birlikte, kimi durumlarda hızlı tepki göstermenin önemine inandığım için imzamı koydum. Bir süre sonra sosyal medyada ve arkadaş sohbetlerinde tartışmalar başladı. İmza koymayanlar “bu ne biçim bildiri” diyerek imzası olanlara kızıyorlardı. İmza verenler de vermeyenleri bir meslektaşa sahip çıkmamakla suçluyorlardı. Bu hararetli tartışma sürerken Aslı Erdoğan tutuklandı. Aramızdaki itişmelerden, burun kıvırmalardan, dudak bükmelerden falan daha çarpıcı bir gerçekle karşı karşıyayız şimdi. Bir yazar daha cezaevinde. Demek ki Aslı Erdoğan’ın çıkma sürecini hızlandırmak için yapılması gereken başka şeyler var. Kaldı ki Erdoğan çıktıktan sonra da yazarlar üzerindeki baskıların devam edeceğini biliyoruz. İhtimal ki, önümüzdeki süreçte eylemlere katılanlar katılmayanlara, katılmayanlar katılanlara kızmayı sürdürecek. Katılmayanların kendilerine ait gerekçeleri olacak. Kişisel şeyler de olabilir. Aynı şey karşı taraf için de geçerli. Oysa boynumuza asabileceğimiz bir vicdanmetre icat olunmadığına göre bu tartışmaların bir yere varması ihtimal dahilinde görünmüyor. Ayrıca birinin vicdanı hakkında akıl yürütmek pek tedbirli bir davranış olmasa gerek. Aynı mahallenin sakinleri olarak birbirimizin “vicdanının bekçiliğini” yaparak vakit harcamak yerine yapabileceğimiz daha faydalı işler var. Mesela meslek örgütlerimizin bu süreçte ne derece etkin olduğunu sorgulayabiliriz. Bizim ülkemizdeki örgütler alanımızın haklarını savunmak konusunda arzuhalci gibi davranıyorlar. Kınamalarla dolu bir duyuruyu kaleme aldıktan ve ilgilisine ulaştırdıktan sonra işlerini bitmiş sayıyorlar. Yazarlar üzerinde o kadar çok baskı var ki hepsine yetişemiyorlar belki. Yahut yaptıkları kadarını bir meslek örgütü için kâfi görüyor da olabilirler. Çuvaldızı kendimize de batıralım. Bizler, üyesi olduğumuz meslek örgütünün yöneticilerini daha sonuç alıcı eylemler geliştirmeleri konusunda yeterince zorluyor muyuz diye de soralım. Belki de örgüt yöneticileri bu konuda kendilerini yalnız hissediyorlardır. Yükün altında eziliyor olabilirler. Eğer öyleyse bunu da konuşmalı. Konuya giriş mahiyetinde de olsa kendimize, birbirimize ve meslek örgütlerine sormakta fayda var; Türkiye Yazarlar Birliği, Yazarlar Sendikası yahut PEN Türkiye, matbuu duyuruların ötesinde daha somut eylemlerin öncülüğünü üstlenecek mi? Aslı Erdoğan’ın arkadaşlarının çabalarıyla gerçekleştirilen kampanyalar bizi bu konuda düşünmeye zorluyor. Bir yazarın cezaevinden çıkarılması için yürütülen mücadelede yazar örgütleri neden olup biten karşısında gözlemci statüsünde kalıyor? Diyelim ki bildirilerde pürüzler, kırılma noktaları var; meslek örgütleri neden inisiyatifilerini etkin kullanıp birleştirici, katılımcı bir tutum sergilemiyor? (Bu yazının kaleme alındığı güne kadar durum buydu en azından.) Hiçbir meslektaşımızı baskıyla aktivist yapamayız, yapmamız gerekmiyor da ama üyesi olduğumuz meslek örgütlerini duyuru ve imza kampanyaları ötesinde daha somut çözümler üretmeye zorlayabiliriz. Böyle olursa ihtimal ki, meslektaşlarımız da yanlarında gerçek bir meslek örgütü olduğunu görür, eleştirilerini dile getirirken de daha katılımcı davranabilirler. Umalım ki Aslı Erdoğan’ın uğradığı haksızlık vesilemiz olsun, yazarlar ile örgütleri arasındaki bağlar yeniden kurulsun, daha etkin bir mücadelenin yolu beraberce bulunsun.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2016
ERCAN KESAL:
“Yazma Eylemini Başlatan Okumalardır” Söyleşi: YEŞİM ESİN HAMAMCI, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)
Sonra şunu anladım, iyi edebiyatın kuralları aslında iyi yazmanın kuralları demek. Bir gazete yazısı için ne lazımsa edebi metin için de o lazım. Kısa, anlaşılır, samimi ve net... Bir arzuhalcinin de olmazsa olmazı. Yazarken yapılan ne? Sokaktan aldığın kelimeleri cesaret ve samimiyetle yeniden üretip gerçek sahiplerine iade ediyorsun. Arzuhalcilik de bundan başka nedir ki?”
“Edebiyatın kuralları demişken yazarken belirli bir form üzerinden mi ilerliyorsunuz yoksa kuralsızlık kuralınız mı?”
“‘Cin Aynası’nın girişinde ‘Niye Yazıyorum?’ sorusuna cevap verirken aslında kendi kendime, yüksek sesle düşündüğüm bir şeyi paylaşmaya çalıştım. Kasabamı özlediğim için mi yazıyorum? Çocukluğuma geri dönmeye çalıştığım için mi yoksa? ‘Evet bu yüzden yazıyorum’ diyebileceğim bir şey olsa keşke, ama bilmiyorum. Yazdığım zaman iyi hissediyorum, içimdeki tortulardan kurtuluyorum. Bu yüzden, en fazla ‘Yazmak iyi geliyor’ denebilir. Ben bir hekimim. Okulunda okudum ve yıllarca mesleğimi yaptım. Bilirim o mesleği. Ama oyunculuğu da, sinemayı da, senaristliği de, belki yazarlığı da el yordamıyla, sonradan, ‘alaylı’ yönüyle keşfedenlerden birisiyim. Yazmakla ilgili; birincisi, bir ‘ilham’ tarafı var işin. Kişinin meşrebine göre oluşan çok özel bir durum bu. İçime doğan şeyi çok önemsiyorum bu yüzden, ondan hiç vazgeçmiyorum. İçinde samimiyet var çünkü. Yazmakla ilgili ikinci merhale ise işin teknik tarafı. Bence orada ağır bir zanaat var. Misal, o ayakkabının sayasını öyle keseceksin. ‘Ben onu başka türlü keseyim’ diyemezsin. Senden öncekiler o sayayı nasıl kullanmışsa sen de öyle kullanacaksın. Sen başka bir cins deri kullanabilirsin, modelini başka seçebilirsin. Ama o deriyi öyle keseceksin! Bizden önce yazanların nasihat ettikleri şeyler var ve çok önemli bunlar. Mesela Hemingway’in yazmaya ilişkin basit gibi gözüken kuralları vardır: ‘Olumlu bir cümleyle başlayın’ diyor. ‘Kısa, kesin cümleleriniz olsun, uzun yazmayın’ diyor. ‘Çok, olağanüstü, müthiş gibi kelimeleri metninizden atın’ diyor. Bu basit gibi gözüken uyarıların kıymetli şeyler olduğunu anladım. Basit, yalın, açık, samimi, kısa, net cümleler… Benim yazıma kattığım ise, senarist kimliğimden belki, okurun ‘yazıyı
seyretmesini’ sağlamak. Beni okumasınlar, yazıyı seyretsinler istiyorum. Böyle olunca diyaloglara istediğim gibi giriyorum, çıkıyorum. Uzun betimlemeler yapmıyorum. Belki oradaki havayı, kokuyu birkaç cümleyle anlatıveriyorum. Mutlaka sıkı bir finali olsun istiyorum. Okuyucuyu seyirci gibi kabul etmeye başlayınca sanki elimde kamera varmışçasına okura diyorum ki ‘Gel hadi şuraya birlikte bakalım’.”
“Kendinize ‘geçmişe duyduğum özlemle mi yazıyorum’ diye sormuşsunuz. Geçmiş, anılar, ilk hekimlik yıllarınız yazılarınız için önemli bir hafıza oluşturmakla beraber çıkış noktası da oluyor. Buna ‘Peri Gazozu’nda da rastlıyoruz.”
“Bütün yazdıklarımın kaynağı deneyimlerimdir. Ne yazıyorsam oyum ya da neysem onu yazabiliyorum. Bütün edebiyatçılar, yaşadıklarını bir malzeme gibi kul-
söylediğimiz daha da mı önem kazanıyor?” “Söz ola kese savaşı/Söz ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı/Yağ ile bal ede bir söz... Yunus’un şiirinden... Söz önemli ama onu nasıl söylediğiniz daha önemli. ‘Ne söylediğimiz’ kadar önemli olan bir başka husus da, ‘nasıl söylediğimiz.’ Nasıl söylüyoruz? Bir terapist ya da bir öğretmen gibi mi? Ya da bir politikacı gibi mi? Doğrusu, kendimiz gibi söylemeliyiz. Başka birisi olmaya da niyetlenmemeliyiz.”
“Tıp Fakültesi’ni bitirdiniz. Psikoloji ve antropoloji eğitimi aldınız. Aynı zamanda Yozgat Blues’da, Bir Zamanlar Anadolu’da ve daha birçok filmde oyunculuk yaptınız. Hekim olarak ‘insan’ı, oyuncu olarak da ‘insanlık’ hallerini yakından tanıyorsunuz. Bu açıdan baktığımızda insana dair gözlemleriniz, biriktirdikleriniz miydi sizi yazmaya iten?”
Bütün yazdıklarımın kaynağı deneyimlerimdir. Ne yazıyorsam oyum ya da neysem onu yazabiliyorum. Bütün edebiyatçılar, yaşadıklarını bir malzeme gibi kullanarak okuruna koşulsuzca inandıracağı ‘yeni bir gerçeklik’ sunan insanlardır. (...) Gözlemler, anılar, deneyimler hepsi de vazgeçilmez ve olağanüstü malzemelerdir. Bu yüzden anılarım, edebi yolculuğumu başlatan bir nirengi noktasıdır. Hayatı nasıl yaşıyorsam, öylesine açık, samimi ve dürüstçe kullanmak isterim kalemimi. lanarak okuruna koşulsuzca inandıracağı ‘yeni bir gerçeklik’ sunan insanlardır. Bu sırada geçmişinden, yaşadıklarından ve deneyimlerinden başka başvurabileceği hiçbir şeyi yoktur. Gözlemler, anılar, deneyimler hepsi de vazgeçilmez ve olağanüstü malzemelerdir. Bu yüzden anılarım, edebi yolculuğumu başlatan bir nirengi noktasıdır. Hayatı nasıl yaşıyorsam, öylesine açık, samimi ve dürüstçe kullanmak isterim kalemimi.”
“Eserlerinizi okurken ‘benim bir derdim var, size anlatacaklarım var’ dediğinizi duyuyoruz. Meseleleri, hassaslıkları olan bir yazarsınız. Bunu yaparken de dediğiniz gibi sıcak, samimi bir dil kullanıyorsunuz. Sert meseleler üzerine söz söylerken bunu nasıl
“Yazma eylemini başlatan okumalardır. Okumazsanız, yazamazsınız ve çok okumaya başlamışsanız bir süre sonra zaten yazmaya da başlarsınız. Ama esas olarak yazmak eylemi, bir başkaldırıdır, isyandır. Size dayatılan anlamsız ve tekdüze bir hayatın karşısına kendi hayal dünyanızın ürünü, uydurma ama dışardaki dünyadan çok daha gerçek ve renkli, başka bir dünya koyarsınız. Okur, sizin önerdiğiniz dünyanın çok daha sahici ve anlamlı olduğunu sizinle birlikte duyumsarsa işinizi yapmışsınız demektir.”
“Bu kitap aynı zamanda Deniz Gezmiş’ten Erdal Eren’e, Hrant Dink’ten Berkin Elvan’a Ali İsmail Korkmaz’a, Ethem Sarısülük’e selam niteliğinde.
Eylül 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
Anadolu’da yaşayan devrimci ruhlu insanlardan da sıklıkla bahsediyorsunuz. Onlar sizin kahramanlarınız diyebilir miyiz?” “Onların bir kısmı abim, tanıdığım, birçoğu dostum, arkadaşım, hepsi de istisnasız kardeşimdi. Hayat, tam olarak sizin ona verdiğiniz değerdir. Ne kadar yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınız önemlidir. Hepsi de hayatlarını bildikleri gibi yaşadılar. Hepsi de çok gençti. Ama, sayılar nedir ki zaten? Onlar bana, hayatın sayısını değil, kalitesini hatırlatıyorlar. Sessiz ve sönük bir biçimde bitmesi beklenen bir hikâye yerine, içine en coşkun itirazlarını ve uğruna her şeyi göze aldıkları hayallerini koydukları büyük bir roman gibi yaşadılar bence.”
“Peki neden ‘Cin Aynası’?”
“2013 yılında uzunca bir süre Radikal Pazar ekinde yazdım. Daha sonra bu yazılar başka yerde yayımlanmamış yazılarla birlikte elden geçirildi ve ortaya ‘Peri Gazozu’ çıktı. Radikal’de yazdığım dönemde BirGün Pazar’da da yazmaya başlamıştım. Birbirine benzeyen üslupta yazılar yazmak yerine BirGün için daha çok sinema, edebiyat ve nostalji ağırlıklı yazılar yazdım. Aklımdaki, ‘Peri Gazozu’undan sonra oradaki sinema ağırlıklı yazıları ‘Cin Aynası’ adında başka bir kitapta toplamaktı. ‘Cin Aynası’ yaman bir öztürkçeci olan Nurullah Ataç’ın sinema sözcüğüne karşılık önerdiği öztürkçe bir kelime. Galiba Cinema kelimesinden ilham almış. Kelime tutmamış, Sinema kelimesinden vazgeçilmemiş. Ama ‘Cin Aynası’ kelimesini nedense çok sevdim ben. BirGün yazıları, Radikal’den ayrıldıktan sonra da devam etti. Üstelik sadece sinema yazılarıyla da kalmadı. ‘Cin Aynası’nda hem sinema, edebiyat yazıları, hem de ‘Peri Gazozu’ndaki öykülerin benzerleri var. Daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış iki de uzun öykü var.”
“Yazılarınızda en dikkat çeken şey hepsinin geçmişte yaşanmış bir olaydan yola çıkarak bugüne uzanması. Örneğin faşizmden bahsederken Avanos’ta yaşadıklarınızdan Gezi’ye kadar uzanan geniş bir yelpaze oluşturuyorsunuz. Bu yapıyı bilinçli mi kuruyorsunuz?”
“Kuşkusuz... ‘Peri Gazozu’nun sunuşundan birkaç cümle almak isterim: Hayatımız bir yumağın sürekli sarılmasıdır. Yaşadığımız her şey, ardımıza takılıp gelmekte ve doğal olarak da birikmektedir. Yol boyunca ne yaşandıysa toplamaktadır çünkü. ‘Bugün’ diye adlandırdığımız şey, geçmiş ile geleceğimizin toplamıdır. Yani geçmişimiz; elimizden uçup gitmiş kaybolmuş bir zaman parçası değildir. Şimdiki zamanın içinde duran, bekleyen bir şeydir. Bu duran şeyin bir başka adı bence ‘bilinç’tir ve ‘belleğimizi’ kapsar. Yine bu nedenle hayatlarımızda ortak bir tema oluşturan nesne, duygu ya da olaylar da ‘vicdanımızdan’ başka bir şey değildir sonuçta.”
“Yılmaz Güney’i sıklıkla anıyorsunuz. Yılmaz Güney ve filmleri sizin için ne ifade ediyor?”
“71 yılında 12 yaşındaydım. Yılmaz Güney ‘Ağıt’ filmini bizim oralarda (Avanos, Ürgüp) çekiyordu. Çocuklardan biri bir haber uçurdu: ‘Yılmaz Güney beyaz bir arabayla benzinliğe gelmiş!’ Mahallenin tüm çocukları top sahasından koşarak onu görmeye gittik. Yılmaz Güney sağ arka köşede biraz düşünceli, üzgün, sakince oturuyordu. Önümdekileri iterek yaklaştım arabaya. Ellerimi arabaya dayayarak: ‘Yılmaz Abi,’ dedim yavaşça. ‘Abi, seni çok seviyoruz biz.’ Bir süre önüne baktıktan sonra, kaldırdı kafasını ve gülümsedi. Tıpkı filmlerindeki gibi. Sonra işleri bitti ve gittiler. Arkasından ‘Yılmaz Abi, Yılmaz Abi’ diye bağırdık var gücümüzle. Elini salladı camın arkasından. Yine filmlerdeki gibi. Yılmaz Güney hayatımızın tüm gerçekliğinin beyaz perdede cisimleşmiş haliydi. Hem hayaldi hem gerçek. Hem çirkindi, hem çok yakışıklı. Hem âşıktı, hem sevilen. Hem kederimizdi, hem de umudumuz. Bu topraklarda sinemayı seven her çocuğun, içinde mutlaka Yılmaz Güney geçen bir anısı vardır.”
“‘Artistlik Yapmayan Artisttir’ başlıklı bölümde, oyunculukta ‘mış gibi’ davranmaktan nasıl kaçın-
dığınızdan bahsediyorsunuz. Yazdıklarınız da öyle. Hedefiniz dolaylı yoldan anlatmak değil. Gerçekçilik daha ağır basıyor…” “Ben sinemaya oyuncu olarak değil senarist olarak girdim. Üç Maymun’un oyuncu seçimleri sırasında yönetmen, patron rolünü oynamamı istediğinde o akşam eşime (Nazan Kesal) danıştım. Eşim defalarca tiyatroda, sinemada oynamış profesyonel oyuncu. ‘Yapabilirsin, neden yapamayasın, istersen bir deneyelim’ dedi. Nazo eline kamerayı aldı. Yazarlarından biri olduğum metnin bir bölümünü oynamaya başladım. Patronmuş gibi davranmaya çalışıyordum. Çok kötüydüm. ‘Kendini seyreder misin? Ne yaptığına bir bak’ dedi. Çektiğini bana seyrettirdi. Bende aydınlatma yaratan şey, eşimin bana gösterdiği ‘mış gibi oynamak’ olan oyunculuğun ne kadar berbat olduğuydu. Orada bir patron gibi davranmaya çalışmıştım. Halbuki ben hastane yöneticisiyim. Zaten patronum. Benim yapmam gereken şey, birisini taklit etmek yerine kendimdeki patronu çıkartıp onu ortaya koymakmış. Çünkü en iyi kendimi tanıyorum. Diyeceksiniz ki ‘hep patron oynamadınız ki, demiryolu işçisi de, muhtar da, şarkıcı da oldunuz.’ Benim içimde bir muhtar da var, şarkıcı da var. Sadece onu bulup çıkarmaktı önemli olan. Oyunculukta rol yapmak yerine ‘o olmayı’ keşfettim, tercih ettim. ‘Artistlik yapmak’tan kastım da bu. Bizde ‘artistlik yapma’ eleştirisi, çok süslü kelimeler kullanan birisine ‘edebiyat yapma’ denilmesine çok benzer. Aslında kastedilen ‘olduğundan farklı görünmeye çalışma, biz seni tanıyoruz, senin gerçek cümlelerin bunlar değil’dir. Yazarken de bunu yapmaya çalıştığımdan her seferinde metinde daha basit, daha anlaşılır neyse onun peşine düşerim. ‘Yazıyı süsleyeyim, yüksek edebiyat yapayım!’ hiç aklımdan geçmez. Artistlik yapmayan, artisttir. Evet. Edebiyat yapmayan da yazardır bence. İyi edebiyatçıdır.”
“‘Bir haftadır yağan karın ardından ayaza kesmiş bir gece yarısıydı.’, ‘Sıcak, çok sıcak bir yaz günü. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, güneş yakıyor tenimizi.’ Yazılarınızın ilk cümleleri. Anlatıklarınız film karesi gibi göz önünde canlanıveriyor. Çarpıcı tasvirleriniz, kullandığınız dilin sadeliği ve akıcılığı Yaşar Kemal’i hatırlatıyor. Yaşar Kemal okuru olmanın verdiği bir esinlenme diyebilir miyiz?”
“Onun ismiyle benim ismimin aynı cümlede geçmesi bile benim için onur. Yaşar Abi’nin bildiğim kadarıyla uzun bir tahsil dönemi yok. Ama şöyle bir şey yaşamış; adliyenin önünde oturmuş ve yıllarca hikâye dinlemiş. Birileri gelmiş, derdini anlatmış, üstüne az ya da çok para vermiş. O da yazmış. Demiş ki sonra ‘götür bunu hâkime ver’. Birinin ağzından o hikâyeyi alıyorsun, sonra onu bir gazeteci tavrıyla metne döküyorsun. O hikâyeyi inandırıcı kılmak zorundasın aldığın parayı hak
etmek için. Çünkü adam onu hâkime verecek, lehine bir hüküm bekleyecek. Bu müthiş bir şey.”
“Hekimlikte arzuhâlcilik var mı?”
“İşte tam da o. Hasta geliyor, sorduklarını saklamadan cevaplıyor. Kaçacak bir tarafı da yok. Eşine bile anlatamadığı şeyleri sana anlatıyor. Anlatmak zorunda zaten. En yakınından bile saklayabilir. Hekimden saklayamaz. Bu yüzden bizim işimiz ile arzuhalcilik çok benziyor. Bu hikâyeler bizde birikiyor. Belki de Yaşar Kemal’in yaptığı arzuhalcilik ile benim yaptığım hekimliğin bizi aynı sulara taşıdığı söylenebilir.”
“Dediniz ya okur da sahnenin içine girsin istiyorum. Yazarken siz de o sahnede oluyor musunuz?”
“Tabii. Yaşarken fark ettiğim detayları ancak içine girerek hatırlıyorum. Mesela şunu hatırlıyorum: Mecburi hizmet yıllarında o kadar çok uyandırılırdım ki kasabada. Gece on kere yirmi kere kalkılır mı? Yorgana sarılıyorsun, gece çok soğuk. Benim lojmanın çok berbat bir zili vardı. En son, zilin arasına tahta kaşık soktum. Bassan da çalmıyor. Bu sefer kapıyı yumruklayarak uyandırırlardı. Benim yazılarımda hiçbir zaman kapının zili çalmaz bu yüzden. Çünkü ben zile zaten kaşık soktum. Yoksa, ‘Kapının zili çaldı. Hay Allah, yine hastaydı gelen’. Böyle diyemem. Böyle bir cümle yok hayatımda.”
“Anlatıcılığınızın annenizden size geçtiğini duyduk, doğru mu?”
“Mutlaka, evet mutlaka öyle. Marquez ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ı on yıl düşündüm ama iki yılda yazdım.’ der. On yıl boyunca düşünmüş nasıl anlatırım diye. Anneannesinin hikâye anlatış tarzını hatırlamış sonra. Anneannesi tuhaf, olağanüstü şeyleri sanki sıradan bir şeymiş gibi anlatırmış. O da anneannesi gibi anlatmaya karar verince roman çıkmış. Biz biraz öğrendiklerimizle, yaşadıklarımızla malulüz. Sakatlanıyoruz yaşadıklarımızla. Anneannelerimiz, babaannelerimiz, annelerimiz çok safî, direkt ilişki kurabiliyorlardı bu dünyayla. Şimdi yok bunların hiçbiri. Post-modern dünyanın kaçınılmaz bir sonucu olsa gerek.”
“Düzenli olarak yazıyor musunuz? Bazı yazarların belli saatleri vardır. Gündüz yazarlar. Ya da çok disiplinli bir şekilde devamlı yazarlar. Bazıları da aklına geldiği an direkt kâğıda döker.”
“Yolda otururken, bir yere giderken kafanızda dönüp dolaşan şeyler yavaş yavaş hizaya gelir. Hatta onları aklınıza geldiği an daha sonra yazmak için küçük notlar alırsınız. Yazıyla ilgili de bende oluşan şey bu. Biraz dolaşıyor benimle o yazı. Mıknatıs gibi bazı şeyleri çekiyor, biriktiriyor. Sonra oturup yazıyorum.”
“Yeni bir eser hazırlığınız var mı?”
“Ayrıntı Yayınları bu sene 1000. kitabını yayımlıyor. 1000. kitap özel bir kitap olsun istemişler. Editörümüz Burhan Sönmez. 1910’dan 2010’a kadar Türkiye’nin yüz yıllık politik, sosyal, kültürel tarihiyle ilgili bin fotoğraf seçildi Enis Rıza arkadaşımızın arşivinden. Bunların içerisinden tercih ettiğim yüz fotoğrafa Bergervari fotoğraf okuması yazdım. Tabii, kendi üslubumca. Aralık ayında çıkacak.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2016
Grangé’dan Yeni Bir Seri Katil Hikâyesi Polisiye severlere müjde: Gerilim polisiye türünün önde gelen temsilcilerinden Fransız yazar Jean-Christophe Grangé’ın 2015 yılında yayımlanan ve çıkar çıkmaz çok satanlar listelerine kurulan romanı “Lontano” nihayet Türkçede. Grange, bu romanında hikâyesini Fransa, Belçika ve Kongo üçgeninde örüyor. Yine bir seri katil var karşımızda. Ancak bu kez ölümsüzlük, kara büyü, Afrika ritüelleri gibi motiflerle harmanlanmış, alışılmışın dışında kurgu söz konusu. Gözü dönmüş bir katili yakalamaya çalışan Fransız bir dedektif ve oğlu, kendilerini oldukça karanlık ve bir o kadar da gerilimli bir hikâyenin içinde buluyor. Bir kurgu üstadı olan Grangé dekor olarak politik skandalları kullanırken, ölmüş ve yaşayan ünlü Fransız politikacıları rahatça hırpalıyor. Grangé okurları romanlarındaki şiddeti ve cinselliği –yergi ya da övgüye kaçmadan– kurgunu olağan parçası olarak kullanmasına alışkındır, bu kez şiddet ve cinselliğin artan dozu sadık okurları bile şaşırtabilir. Kitabın içeriği hakkında daha fazla bilgi vermek polisiye okurluğun raconuna sığmaz. Ama şunu söyleyelim ki; 650 sayfayı neredeyse bir solukta devirdiğinizde elinizde cevaplanmamış sorular demetiyle kalakalıyorsunuz. Çünkü “Lontano” bir serinin ilk kitabı. “Lontano” Türkiye okuruyla buluştuğu günlerde, ikinci kitap olan “Congo Requiem” Fransa’da çıktı. Biz de en kısa sürede kendisinin çevirisi bekliyoruz. “Lontano”, Jean-Christophe Grangé, Çev: Tankut Gökçe, 656 s., Doğan Kitap, 2016
Tenten Edebiyat mıdır? Çizgi roman dünyasının kıyılarına adım atıp da Tenten’i tanımayanımız yoktur. Hadi kitaplar olmadı çizgi filmlerinden biliriz Belçikalı gözü pek gazeteci Tenten’i. Belçikalı çizer Hergé’nin yarattığı ve 20. yüzyılın en popüler çizgi karakteri Tenten’in serüvenleri bütün dünyada 200 milyondan fazla sattı ve yetmişten fazla dile çevrildi; son olarak da 2011 yılında beyaz perdeye uyarlandı. “Tenten ve Edebiyatın Gizemi”nin yazarı Türkçede “C” ve “Kalan” romanlarıyla bilinen Tom McCarthy, Tenten’i bir yandan yaratıcısı Hergé’nin hayatını yakından takip ederek kurmaca-gerçek ilişkisi içinde inceliyor, bir yandan da bütün serüvenleri birbirleriyle bağlantıları içinde çözümlüyor. McCarthy, Hergé’nin Tenten’de roman sanatının gerçeklik etkisi yaratırken kullandığı araçlardan yararlandığını söylüyor, “O halde Tenten edebiyat mıdır?” diye soruyor ve Tenten’i Barthes’tan Bataille’a, Derrida’dan Jane Austen’a ve Baudelaire’e, pek çok edebiyat kuramcısı ve romancısının yazdıkları üzerinden ele alıyor. “Tenten ve Edebiyatın Gizemi”, Tenten okurlarının yanı sıra, edebiyat üstüne düşünen herkesin ilgiyle okuyacağı, felsefeden edebiyata uzanan yaratıcı bir inceleme. “Tenten ve Edebiyatın Gizemi”, Tom McCarthy, Çev: Cihat Taşçıoğlu, 219 s., Notos Kitap, 2016
Pagoda’da Saklı Bir Kalp… ELİF ŞAHİN HAMİDİ
B
ugüne dek çocuklar için yazan, ayrıca birçok çocuk-gençlik romanını Türkçeye kazandıran Zeynep Alpaslan, bu kez yetişkinlere seslenen bir ilk romanla okurun karşısına çıktı. Zeynep Alpaslan ismini, çocuk kitapları ve çevirilerinin yanı sıra İyi Kitap ve Radikal Kitap’taki yazılarından biliyorum. Alpaslan’ın yaklaşık üç yıl önce yazmaya koyulduğu “Pagoda” isimli ilk romanı, yazarın çocuk kitapları ve eleştiri yazıları gibi öyle yalın, net, kolay anlaşılır bir metin değil. Alpaslan’ın bolca şiirsel ve gerçek üstü öğelere yer verdiği bu ilk roman, neredeyse simgelerle inşa edilmiş. Bu simgesel anlatım ve kurgudaki aksaklıklar, okuru zorlayıp, biraz sıksa da 90 kuşağı için çok şey ifade edebilecek bir roman “Pagoda”. Ev, yuva, vatan, vatansızlık, köksüzlük, bir yere/birine ait olma isteği gibi kavramları sorgulayan “Pagoda”da, gerçekler ve rüyalar iç içe geçiyor. 90 kuşağının temsilcisi Özlem’in hayatına da rüyalar, hayaller ve halüsinasyonların içinden, bir tül perdenin ardından bakmaya çalışıyoruz. Yazarın kullanmayı tercih ettiği simgesel anlatım biçimi, kitap boyunca okura aslında hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını fısıldayıp duruyor. Romanın başkişisi Özlem, ergenlikten çıkıp yetişkinliğe adım atmanın sancılarını, gelgitlerini yaşayan bir karakter. Kendine bir ev kurmak istiyor, kendini oraya ait hissedebileceği bir ev. Peki ev nedir, gerçek bir yuva nasıl olur, evde gerçekten güvende miyiz? Biliyoruz ki hiçbir şey göründüğü gibi değil. “Ada”, “Gölgeler” ve “Deniz” başlıklı üç bölümden oluşan kitapta Özlem’in hikâyesi pek çok yan karakterle birlikte örülüyor ve bu yan karakterler, başkarakterin gizli bir benliğini temsil ediyor. Anne, baba ve anneanne karakteri de Özlem’in hayatındaki bütün açmazların, kişiliğindeki ve ruhundaki bütün marazların baş sorumlusu olarak karşımıza çıkıyor. Kitabın birinci bölümü “Ada”da, Özlem’in anne babasıyla yolları ayrılıyor ve anneannesiyle yaşamaya başlıyor. Özlem, buranın gerçek bir ev olduğunu düşünüyor: “İçi eşya dolu, duvarları soğuk ve pütürlü, zemini gıcırtılı, çatısı bulutlara değen bir ev. Bakılacak, ellenecek, kurcalanacak ne çok şey vardı…” Oysa bu yeni evde, Özlem’in odasının kapısı, anneanne tarafından sürekli üzerine kilitleniyor. Özlem, yatağının kenarına bırakılmış ütülü pijamalarının yanına ilişiyor, usulca kabuğunun içine çekiliyor... “Koca eve iki kişinin bir türlü sığamaması tuhaf değil miydi?”. Ergenlik ile yetişkinlik arasındaki eşiği aşmak için debelenip duran Özlem’in ikiye bölünen ruhunun bir yanı adada kalmak ve hiç büyümemek isterken, diğer yanı şehre gitmeyi, kendine ait bir odaya kavuşmayı, artık bir yetişkin olmayı arzuluyor. Bu iki kadının sürekli bir savaşımı söz konusu. Elbette ergenlik ile yetişkinlik arasındaki o çetrefilli dönemin önemli meselelerinden biri de aşk. Özlem, bir vakitler arkadaşı, sırdaşı, kılavuzu olan Emir; çete lideri Deniz; yakışıklı Cefi; adayı unutabilmesi için kendini adaması gereken Derin ve kanına karışan zehir Tuna ile aşkı kovalıyor, acı çekiyor, acı çektiriyor. Kitabın ikinci bölümünde, Canan ve Cansu isimli, birbirinden çok farklı ikiz kardeşlerin hikâyesi anlatılıyor. İkizlerin, babaannelerinin öldüğü gün tavan arasını yağmalamaya giriştiklerinde buldukla-
elif.sahin@gmail.com rı enjektör, güven duygusu aşılamayı simgeleyen bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Birilerinin uydusu olmak istemeyen, içinde başkaları tarafından şekillendirilmemiş bölgeyi kurtarmaya çalışan ve kendi kimliğini bulmaya girişen Özlem’in hikâyesini resmeden “Pagoda”nın son bölümünde yine adaya varıyoruz. Özlem, “gerçek bir insan olmayı bekleyen bir masal yaratığı gibi” hissediyor kendini. Bir türlü kuramadığı bir hayat Özlem’in yaşadığı... “Pagoda”, bir yandan da 90’ların ruhunu solumamızı sağlıyor. Zeynep Alpaslan, romanda Emir ve Özlem’in eline tutuşturduğu fanzinler ve çizgi romanlarla, 90’lardardaki fanzin kültürüne selam çakıyor. Bu arada Alpaslan, bugün hâlâ fanzin yapmaya devam ediyor. Çizimlerini Baysan Yüksel’in yaptığı, hikâyelerini kendisinin yazdığı bir fanzin ve çizgi roman çıkarıyor. Belli ki 90’ların ruhu hâlâ yaşıyor Zeynep Alpaslan için. Fotokopinin gücüne inanan Alpaslan, bu ruhu yaşatmakta kararlı görünüyor. Beri yandan kitapta sürekli bir müzik sesi işitiyoruz. 90’lı yılların başında popülerleşen grunge ve rock müzik, kitap boyunca okura eşlik ediyor. Örneğin, İngiliz soul şarkıcısı Seal’in “Kiss From a Rose”unu, alternatif rock grubu R.E.M.’in “I Remember California”sını, Pearl Jam’in “Black” ve “Green” şarkılarını işitiyoruz fonda. Hatta Céline Dion bile çalıyor. Sonra Özlem ve Emir’in karışık kasetleri ve walkmenleri dikkatimizi cezbediyor. Öte yandan kahramanların giydikleri baskılı t-shirtler’de de dönemin müzik gruplarının arzı endam ettiği gözümüzden kaçmıyor. Derken 1996 yılında yayımlanmaya başlayan müzik dergisi Roll’un sarı sayfalarını karıştırıyoruz kahramanlarla birlikte. Ve televizyondaki “CSI” ve “Friends” dizilerine takılıyor gözümüz... Son olarak kitabın ismine gelmek istiyorum. Pagoda, Uzakdoğu’da Budist tapınaklara verilen ad. Çin, Japon ve Hint kültürüne ait bu tapınaklar, genellikle taştan, kimileyin tuğladan, kimileyinse çok nadir olarak ahşaptan inşa edilen sağlam ve etkileyici yapılar. Buda’nın kalıntılarının korunduğu bu yapılar genellikle beş katlı ve merdiveni yok. İçine girmek mümkün değil. Göğe yükselen ve içini keşfe izin vermeyen bu yapılar, adeta erişilmezliği simgeler. Alpaslan, kendisine referans aldığı ahşap Japon pagodalarını kitapta bir metafor olarak kullanıyor. Ve gözümüz Özlem’in babasının sırtındaki pagoda dövmesine kilitlenip kalıyor. Özlem’in kalbi o erişilmez pagodanın içinde ve örümcek ağlarıyla kaplı... Özlem’in pagodaya hapsolmuş kalbine ulaşma ve kendini keşif yolculuğunun hikâyesi “Pagoda”, okuru nereye ya da kime ait olduğunu sorgulamaya davet ediyor. “Pagoda”, Zeynep Alpaslan, 351 s., Everest Yayınları, 2016.
Eylül 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Stephen King’i Bile Korkutan Bir Roman OZAN EZGİ BERBEROĞLU
H
ayaletleri ilk önce kim yarattı? Eski inanışlar mı? Yoksa onlar, insanların korkularını ifade ediş biçimlerinden biri, korkunun vücut bulmuş hali mi? Kim bilir belki de onu ilk kez bir delinin hezeyanları var etti. Paylaşılan hezeyan, insanların zihnindeki boşluğu öylesine doldurmuştu ki artık yaşamın vazgeçilmezi oluverdi hayaletler. Düşüncelerle beslenip, ritüellerle çağrıldı ya da kovuldular. Ergenliğinin başlarındaki Marjorie’nin hikâyesi de bu bilinmezlikten besleniyor. Karşı konulmaz, öngörülemez değişimler geçirerek kendini gösteriyor. Gerçek dışı deneyimler gerçeğin ta kendisiyle kucaklaşıyor ve egzorsizm ile hastalık arasında hızlı geçişlerin yaşandığı bir bilinmezler dünyasına kapı aralanıyor. Küçük kız hasta mı yoksa gerçekten ele mi geçirilmiş? Bunu anlamak için önce iyice bir korkmanız gerekiyor. Sıkı fantastik edebiyat takipçilerinin bile pek aşina olmadığı bir isim Paul Tremblay. Yazarın önceki kitapları ülkemizde çok ses getirmese de son romanı “Kafamdaki Hayaletler” eleştirmenler ve edebiyatseverlerden tam not aldı. Hatta öyle ki, romanı okuyan, fantastik korkunun duayenlerinden Stephan King, Tremblay’ın kitabı için “Korkuyu iliklerime kadar hissettim ki beni korkutmak zordur” yorumunu yapmadan duramadı. Bu noktada karşımızda korku romanlarına yepyeni bir soluk getiren yetenekli bir yazar olduğunu söylemeliyiz. “Her hikâyemizi hatırlamıyorum, ancak pekmez birikintisine yapışan bir arabayı kullanan kediyle ilgili bir hikâyemiz vardı. Tankında büyük siyah harflerle ‘PEKMEZ’ yazan kamyonun arkasından kahverengi yapışkan bir madde sızıyordu. Kedinin yüzüne benim taktığıma benzer siyah çerçeveli bir gözlük çizmiştim. Hikâyeler için yarattığımız tüm karakterlere bu gözlüğü çiziyordum. Kedi ve pekmez kamyonu arasındaki boşluklara ‘Kedi Merry pekmez birikintisine yapışıp kalınca ayakkabı fabrikasındaki işine geç kaldı ve o kadar kızdı ki şapkası kafasından uçup gitti’ yazıyordum.” Hikâyenin içinde küçük kızların kafalarında yarattıkları öyküleri, belki kimi masumca gelen çocuksu oyunları bir fantezinin ateşleyicisi olarak görüyoruz. Sıradan bir hayali öykü, çocuk zihninin ince duvarlarını yırtıyor ve ortama hâkim oluyor. İşte tam burada okurun kafa karışıklığı başlıyor. Öykü sizi kendi boşluğuna çekiyor. Ait olmadığınız bu yabancı hayal evreninde tedirginliği ve kaçma isteğini yaşıyor, yazarın güçlü cümleleri ile hapsolduğunuz bu sahte boşlukta keyifli bir korkuyla tanışıyorsunuz. Romanın diğer korku kurgularından farklı olduğunu birçok kez tekrarlamakta fayda görüyorum. Burada, “korkunç” gibi tek bir kelimeyle anlatılabilecek bir akışın çok ötesinde, sinsice yerleşen bir kuşku ve bilinmezlik hissinden bahsedebiliriz. Bilinmezliğin gerilimde en etkin güç olduğunu belirtmeye lüzum yok, ancak kimi yerlerde bir sonraki ânı deneyimlemek için hazır olup olmadığınızı sorgulamanız gerekeceğini şimdiden söylemem gerekiyor. Böyle bir durumda derin bir nefes işinizi bir nebze olsun kolaylaştırabilir. “Mukavva evimin dış duvarları pencere pervazlarındaki çiçek saksıları, kayağantaşından
ozanezgiberberoglu@gmail.com çatısı ve hatta bacası bile keçeli kalemle yeşile boyanmış sarmaşıklar ve yapraklarla kaplıydı. Marjorie’nin büyüyen şeyleri evimi boğmuştu. Camdan bana bakan kediler kardeşti. Abla, başlıklı bir eşofman üstü giymişti ve hasta görünüyordu. Mukavva evimin içi odamdan daha karanlıktı. Tıpkı derin suların sığ sulardan daha karanlık olması gibi...” Tremblay’ın dilinde bazı özgün noktalar var. Örneğin tasvirlerin içinde okuru boğmuyor ya da olayın sonunu merak ettiğiniz süre, beklemekten sıkılacağınız kadar uzun değil. Yazar detayların konturlarını kalınca çiziyor ve içini doldurmayı okura bırakıyor. Böylece karşınızda tüm renkleri gözünüze sokulan bir tablo değil, kimi yerleri hayal gücünüzle parlatacağınız etkileşimli bir anlatı çıkıyor. Şeytan çarpması size açık kapıları, o giriş ve çıkışları göstermiyor. Sadece kapalı odaları görüyoruz. Sanki Sartre’ın “Çıkış Yok” piyesinde oyuncuların bir evin içinde bölmelere ayrılmış alanlarda tekrar tekrar performans sergilemelerini seyrediyor gibiyiz. Barrett ailesi evin içinde, ama aynı zamanda hiçbir yerde. Bir odayla evin içindeki başka bir oda arasındaki bağlantıları görmemize ya da bu bağlantılar üzerine düşünmemize izin verilmiyor, bu yüzden Marjorie ya da Barrett ailesi için bir kaçış umudu yok. Ve biz izleyiciler şovu bu ürkütücü, sınırlı görüş açısından seyrediiyoruz. Yani biz onlarla birlikteyiz ama gerçekten orada değiliz. “Boşlukların arasındaki boşluklardan boşlukları seyrediyoruz ve canavarlar her zaman buralarda yaşar. Yaşar diyorum!” Kitapta bir aile dramının içinde gerçeküstü üretkenlikteki beyinlerin yarattığı dünyanın, her zaman keyifli renklerle bezenmediğini görüyoruz. Öyle ki, burada “zaptedilen” beyinler korkunun ördüğü duvarlar arasında hapsolmuş, gerilimin tüm hızıyla aktığı bir koridorda adeta boğuluyorlar. Kitap geniş bir zaman dilimi içinde hareketlilik gösteriyor. Böylece olayların öncesi ve sonrası arasında bağlantı kurmak için fazladan enerji harcamıyorsunuz. Zaten harcamamalısınız da, çünkü o enerji size korkarken gerekecek... Fantastik edebiyatta çocuk kahramanların birer korku yumağı içinde hapsedildiği eserleri pek sevmem. Kitap bu yönüyle öncelikle kendisine temkinli yaklaşmama neden oldu diyebilirim. Zira kitaptan tüyleri diken diken olan Stephan King’e de her daim mesafeli duran bir okurum. Ancak benim gibi sıradan bir okur için, Tremblay ya da King gibi yazarların hayal gücünün zenginliği karşısında etkilenmemek elbette imkânsız. Yazar korku romanlarının geleceğinde önemli bir yer edinebilecek mi? Göstergeler bu yönde. Zira “Kafamdaki Hayaletler” okurları korkutmak amacıyla kaleme alınmış güdümlü bir eser değil... Kitabı keyifle okuyacak fantastik edebiyat severlere ikinci bir müjde: Kitabın filminin anlaşması yapıldı, yakında romanın zihinleri zorlayan sahnelerini beyaz perdede de görebileceksiniz. “Kafamdaki Hayaletler”, Paul Tremblay, Çev: Zeliha Babayiğit, 280 s., Numen Yayınevi, 2016
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Şairleri Trabzon’un Kentleri kent yapan değerlerin başında gelir sanat-edebiyat ürünleri ve de özellikle şiir. Şairlerin imge dünyasında biçimlenen kent görüntüleri, izlenimler, yaşantılar, acısıyla sızısıyla dile gelir, destanlaşır, ölümsüzleşir. İstanbul, Paris, Viyana, Petersburg böyledir. Elbette benim için de Trabzon… Şairi verimli bir şehirdir Trabzon. Hele yaz dönemi boyunca yaşlısıyla genciyle hayatta olanlar ve kent dışındakiler de toplaşır sanat meclislerine. Orada şiir iktidarları kurulur yeniden. Dergiler konuşulur yeni sayılarıyla. Biraz da nostalji yapılır. “Yeni Dergi” şöyleydi, “Papirüs” böyleydi, “Yön”de, “Varlık”ta Attilâ İlhan vardı; zehir zemberek yazılar yazardı diye… Bu yaz da böyle oldu benim için. “Kıyı” dergisi Trabzon’da Sonhaber Matbaası’nda hazırlanır. Baskı makinesinin gürültüsü alevlendirir eski günleri. Fethi Yılmaz, bir kitabın baskısını hazırlamaktadır tezgâh başında. Yüzyıllık arkadaş Ahmet Özer, bir yandan sanat yazılarını kitaplaştırır. Şiir dosyalarıyla boğuşur, Attila Aşut’tan, Nuri Aksakal’dan, rahmetli Ömer Güner’den konuşuruz. Nuri Aksakal, ilk şiir kitabıyla karşımıza çıkar: “Gün Gelir” (Kıyı Yayınları).
Ne kadar sevgi varsa öylesine çakılırdı yüreğimize Gizli bir aşka akardı delice sularımız Bir şiir gecesinde etimiz budumuz ne ki Hasan Hüseyin’den şiirler okuduk sokaklar boyu Ta Kızılırmak’ı taşıdık Trabzon’a Peki siz de mi oradaydınız Raif Özben, Mustafa Duman BEN TRABZON’DAYKEN ALTMIŞ YETMİŞ ARASI (s.13)
*** Trabzon Sanatevi, eski Vali Konağı’nın yeni sahibidir ve bahçesindeki serinliğe doyum olmaz. Ev sahibi Adnan Taç didinir durur. Heykeltraş ve ressam Hasan Fehmi Hızal ona yardımcı olur. Bahçede ise sinemacı Aytekin Çakmakçı’ya rastlarsınız. Tiyatrocu Necati Zengin’e Ahmet Celal Ataman ile... Özer abiye, Aykın Özer’e, Ali Mustafa’ya, Tarihçi Veysel Usta’ya da… Ve şair, çevirmen Kenan Sarıalioğlu’na. Onun “Ermiş” (Halil Cibran) çevirisi muhteşemdir. Ruhi Türkyılmaz Sanatevi’nde ise Ömer Turan’dır yönetici. O da bir şair. “Üryan ve İsyan” (2008) ile “Kedi Gözü” (2011) ilk verimleri. Üçüncü kitabı yeni çıktı: “Dünyanın İlk Sabahı” (Yitik Ülke Yayınları).
yakup’u ben çağırdım edip ağbi gelince ortaya çilingir sofrası, yeşil zeytin ve kalp ağrısı. Zamanla geçer dediklerinden yaralı kurbağaları konuşacağız, İstanbul’u ve seni sirkeci’den binecek trene kestaneci halil’den bir kese sıcak cebine (s. 85) *** Evet, tükenmez Trabzonlu şairlerin soluğu. Şiir de tükenmez. Yeni şiirlere, yeni kitaplara diyelim. Öneriler: “Düşlerine Tutundum”, Ahmet Özer, 304 s., Panama Yayıncılık, 2016 “Uçtum Rengime Kondum- Arayış Öyküleri”, Nur Arıoğul, 112 s., İnsan Yayınları, 2010 “Bir Güz Güneşi Gibi-Yazınsal Tanıklıklar-Portreler-Kimlikler”, Feridun Andaç, 304 s., Dafne Kitap, 2016
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2016
Edebiyatın Zeytin Dalı Mübadele Romanları MELİSA CEREN HASMADEN melisahasmaden@gmail.com
“Tek meyveyle bahçe olmaz.” Ayancıklı Baba Yorgo
B
arış günlerinin hasretini çektiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Savaş çığırtkanlarının toza dumana boğduğu bu coğrafyada pek çoğumuz yolumuzu aydınlatacak deniz fenerinin ışığını arıyoruz. Belki de bu ışık kitap sayfaları arasından süzülüp kerterizimiz olacak. Aristotales evrensel olanın kavranması için öncelikle tikel olanın kavranması gerektiğini söyler. Anlatılan her “ben”in hikâyesi, içinde “biz”in hikâyesini taşır. Psikanalizin işaret ettiği gibi bireyin yaşantısı boyunca biriktirdiği tüm deneBu dosya yazısında mübadele romanlarından bir seçme yapıp, mübadelenin edebiyata nasıl yansıdığını irdelemek istedik. Olayların, tarihlerin, anlaşmaların değil yitip giden yaşantıların ve sürülen insanların hikâyelerinin peşine düştük. Bu nedenle dosyanın çerçevesini edebi metinlerle sınırladık. Tek taraflı olmamak ve perspektifimizi geniş tutmak için, Ege’nin iki yakasından örneklere yer verdik. Her iki yakadan örnekleri seçerken ölçütümüz milliyetçi paradigmanın dışında kalan barıştan yana, hümanist bir yaklaşım sergileyen yapıtları ele almak oldu. Karşı kıyıdan Dido Sotiriyu’nun “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” romanı ve İlias Venezis’in “Eolya Toprağı”nı seçtik. Yunan edebiyatından çevirinin az olması nedeniyle seçim yelpazemiz sınırlıydı. Seçtiğimiz iki örnek, yazarlarını ve Yunan edebiyatını dünyaya tanıtan metinlerdir. Türk edebiyatından ise Kemal Anadol’dan “Büyük Ayrılık”ı ve Kemal Yalçın’dan “Emanet Çeyiz”i inceledik. Türkçede çok daha geniş bir yelpaze vardı. Ancak bunun büyük bir bölümünü bestseller adayı kitaplar oluşturuyordu ve mübadele bu romanlarda naif bir fondan, âşıkların trajik hikâyesini besleyen unsur olmaktan öteye geçmiyordu. Tercihimizi, ötekini yok saymayan, yaşanan acıların ve haksızlığın yeni bir ülkenin kuruluş mitinin gölgesinde kalmasına izin vermeyen yapıtlardan yana kullandık. Bir de Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikâyesi Dörtlemesi” vardı. Ancak kendisi başlı başına bir dosyanın konusu olabilirdi. O nedenle bu önemli yapıtı dışarıda tuttuk.
yim, başarı ve travmalar “şimdi ve burada”ya bağlanıyor ve şu anı şekillendiriyorsa, aynı şey toplumlar için de geçerlidir. Aklı ve vicdanı zapturapt altına alıp kendi yasalarını işleten milliyetçi, militarist bir kültür yükselirken, tüm “ötekiler” hedef tahtasına oturtuluyor. Bu kaosun içinde boğulmamak için bizden önce bu bedeli ödeyenlerin hikâyelerine çevirelim yüzümüzü. Belki böylece coğrafyamızda çokça karşılaştığımız nefret söyleminin köklerine ulaşabilir, bu kökleri kurutabiliriz.
Son olarak iki tanıklık kitabına da yer verdik “Hasretin İki Yakasından Mübadele Öyküleri” ve “Mübadiller: Onlar iki Kere Yabancıydılar”. Tek tek anlattıkları sürgün hikâyeleriyle, savaşın evrensel kötülüğünü ve yaşattığı acıları işaret ettikleri için. Mübadelenin Tanığı Kitaplar Dr. Herkül Millas’ın “Yeniden Kurulan Yaşamlar” kitabında yer alan ve aynı isimli sempozyumda yaptığı konuşmanın yayımlanmış metni olan, “Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele – Benzerlikler ve Farklar” makalesi bu yazının pusulası oldu. Millas bu makalesinde Yunan edebiyatında mübadelenin hemen ardından pek çok roman ve öykü yayınlandığını söylüyor. Sıcağı sıcağına yayınlanan bu metinler birer edebiyat yapıtı olmanın yanı sıra sözlü tarih niteliği de taşır Millas’a göre. Birinci nesil yazarlar yapıtlarında mübadele öncesi yaşamı ve mübadeleyi anlatırlar. Millas’ın ifadesiyle; “yani ‘görgü şahidi’ gibi yazdılar. Sonraki yazarlar, olayla doğrudan ilişkileri sınırlandığı oranda daha soyut, dolaylı, zaman zaman sembolik, hatta masalımsı ve nostaljik bir anlatıma yönelmişlerdir. Özellikle ikinci ve üçüncü kuşak yazarlarda bu özellikler daha belirgindir.” Bu örneklere baktığımızda anlatılanın kişilerin hikâyesi olduğunu görürüz. Mübadele bu hikâyelerin acı finalidir.
Türk edebiyatında ise uzun bir suskunluk dönemi yaşanır. Millas’ın belirttiğine göre 1960’lara dek mübadelenin gölgesi, Türk romanına ancak birkaç örnekte bir iki cümleyle düşer. 1980’lere dek Türk romanında mübadele başrole çıkmaz, 1990’lardan sonra ise yayınların sayısı artar. Bu örnekler Yunan edebiyatındakilerden önemli bir farkla ayrılmaktadır; “Türk yazarlar 1930 kuşağından farklı olarak bu olayların görgü şahitleri değildir, bundan dolayı da anlatım daha soyut, genellemelere daha fazla dayalı ve daha duygusaldır. Belki daha az ‘gerçekçidir’ bile denebilir. Buna karşın, göç olayını yaşayanların yazdığı romanlara kıyasla son 5-10 yılda roman yazanların önemli bir ‘avantajı’ var: ulusçu ideolojiye ve yaşanan olaylara zamanın sağladığı bir mesafeden bakabilmişlerdir. Yaklaşımları hem daha soğukkanlı hem daha tarafsızdır.” (Herkül Millas, a.g.m.) Millas makalesinde Yunan ve Türk romanından konuya ilişkin örnekleri karşılaştırmalı olarak inceler. Böylece Ege’nin iki yakasında yaşanan mübadele deneyiminin edebiyattaki yansımasında görülen benzerlikler ve farklılıklara ışık tutar. Yunan Edebiyatı’ndan İki Başyapıt “Yaşlılar unutmasın, gençler bütün olup biteni çırılçıplak görsün, öğrensin diye...” Dido Sotiriyu’nun, Türkiye’de defalarca baskısı yapılan ve belki de en bilinen Yunan mübadele romanlarından biri olan “Benden Selam Söyle Anadolu’ya”nın
Eylül 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
(Matomena Homata - Kanlı Topraklar) yazarının sözleri bunlar. Aydın doğumlu yazar, 1922 yılında Yunanistan’a amcasının yanına göçer, bir süre sonra ailesi de zorunlu olarak göç etmek zorunda kalır. mübadele yıllarında çocuk olan Sotiriyu, yaklaşık kırk yıl sonra bu romanı yayımlar. 1982 yılında Abdi İpekçi Türk-Yunan Dostluk Ödülü’nü alır. Sotiriyu Şirinceli Manoli’nin rehberliğinde Birinci Dünya Savaşı öncesi Anadolu’da yaşayan Rumların ve Türklerin ortak yaşamını, Ege’nin Yunanistan tarafından işgal edilmesini ve savaş sonrasında iki ülke arasında yaşanan mübadeleyi anlatır. Sotiriyu Yunanistan kadın hareketinin önde gelen isimlerindendir ve Alman işgali sırasında, 1940-45 yılları arasında Yunan Komünist Partisi (KKE) üyesi olarak yeraltı basınında önemli görevler alır. Romanında da yaşananların sorumlusu olarak Türkleri ya da Yunanlıları değil emperyalist güçleri işaret eder. İlias Venezis’in 1943 yılında basılan “Eolya Toprağı” romanı ona dünya çapında bir ün getirir. Ayvalık’ta doğmuş, Atina’da ölmüştür. Eylül 1922’de Ayvalık’tan Amele Taburlarına gönderilmek için toplanan üç bin esirden ve bunların içinden geri dönebilen yirmi üç kişiden biridir. “Eolya Toprağı” bir Ayvalık masalıdır. Venezis bu romanda çocukluğunun geçtiği Ayvalık’ı, toprağı, ekinleri, işçileri, kaçakları, haydutları; bir halkın üstünde yavaş yavaş toplanan kara bulutları anlatır. Bu ne bir güzellemedir ne de bir ağıt kitap. Kimidenia’daki çiftlik hayatının anlatıldığı bölümle başlar. Sonra komşu çiftliğe yabancı bir gelin gelir. Aralarına giren yabancının çiftlik hayatı deneyiminde, burada sürüp giden hayat sorgulanır. Üçüncü bölümde ise sürgünün ayak sesleri yaklaşır ve sonunda kapıya dayanır. Venezis bu üç bölümü naif, masalsı bir dille, dantel gibi ince ince işler. Ege, rüzgâr, dağlar, insanlar, çiftlik, Venezis’in adını andığı ne varsa romanın karakterine dönüşür. Artık ev sadece bir ev değil, toprak sadece bir avuç toprak değildir. 2000’lerde Mübadele Anlatıları Millas’ın da makalesine de belirttiği gibi 1990’ların ortalarından sonra Türkiye’de bir mübadele romanları patlaması görülür. Millas makalesinde 1980’lere kadar yaşanan suskunluğun ardından olayın hangi cephelerden nasıl ele alındığını örneklerle etraflıca anlatır. Bu külliyattan seçtiğimiz iki örneğe değineceğiz. Kemal Anadol’un 2003 yılında yayımlanan “Büyük Ayrılık” romanı bu açıdan oldukça önemli bir örnektir. Doğrudan mübadeleyi hazırlayan süreci ele alır. 20. yüzyılda bir imparatorluğun çöküşü ve yeni bir ülkenin kuruluşunun yanı sıra Foça-Ayvalık-Midilli ekseninde Stelyos Haralambos ailesinin hikâyesini temel alarak İmparatorluğun çok kimlikli etnik yapısını anlatır. Kemal Anadol belgesel nitelikli bu romanın hazırlık sürecinde kapsamlı bir yerel tarih çalışması yapmış ve ortaya çok katmanlı bir roman çıkarmış. Bir yandan bir ailenin öyküsünü okurken, diğer yandan
o yılların Ege’sinin sosyal, kültürel ve ekonomik yaşamına ait detayları öğreniyorsunuz. Ama bence romanın en can alıcı noktası birlikte yaşayan, aynı kökten uzanan bir kültürel mirasın kolları olan iki halkın iktidar ve savaş çılgınlığına nasıl kurban edildiğini gözler önüne sermesidir. Millas, Anadol’un romanını değerlendirirken; ötekini eleştirmeyi bırakıp olayları doğuran anlayışa ışık tutma çabasının altını çizer. Kendi ulusunun ve ordusunun neden olduğu vahşeti dile getirerek samimi ve cesur bir yaklaşım sergilediğini söyler. Son yıllarda Türkiye’de basılan mübadele romanlarında mübadelenin genellikle bir aşk hikâyesinin fonuna dönüştüğünü görüyoruz. Ulusalcı rüzgârın hızını artırmasının etkisiyle olsa gerek, zaman zaman yeni bir ülkenin kuruluş aşamasında olması mübadelenin meşru gerekçesi olarak ileri sürülüyor. Ama’lar, dönemin şartları, savaş koşulları ele alınan tarihin ve “belgelere dayanan hikâye”lerin kurulmasında bir kerterize dönüşüyor. Yine de sayfalarının arasında zeytin dalını taşıyan örnekler yok değil. Bunlardan biri “Emanet Çeyiz”. Kemal Yalçın “Emanet Çeyiz-Mübadele İnsanları”nda Denizli’nin Honaz Köyü’nde yaşayan bir Rum ailenin, sürgüne gönderilirken Müslüman komşularına bıraktığı kızlarının çeyizinin, yaklaşık seksen yıl sonra aileye geri veriliş öyküsüdür. Kemal Yalçın, dedesine emanet edilen çeyizi teslim etmek üzere Minoğlu ailesinin izini sürerken, on beş Rum ve on beş Türk mübadilin yaşam öyküsünü ve duygularını kendi ağızlarından aktarır bize. Kitabın sonunda yer alan fotoğraflarda anlatılan hikâyelerin “kahramanları”nın gözlerinin içine bakabiliyorsunuz. Romanın her iki tarafın da deneyimlerine tanıklık etme olanağı sunan kurgusu düşmanı ortadan kaldırarak, insanların acılarını gözler önüne seriyor. Roman Gibi Hayatlar “Hasretin İki Yakasından Mübadele Öyküleri”, Lozan Mübadilleri Vakfı tarafından
mübadelenin 90. yıldönümü nedeniyle oluşturulan sergi projesinin bir parçası. Çift dilde çift kapakla, Lozan Mübadilleri Derneği ve İstos Yayınları tarafından basılmış. Birkaç sayfaya sığdırılan aile hikâyelerinin her biri, yazılsa roman olacak yaşam öykülerini içeriyor. Lozan Mübadilleri Derneği’nin yayını olan, belge ve tanıklıklara dayanan bir diğer çalışma ise “Mübadiller: Onlar İki Kere Yabancıydılar”. İkinci ve üçüncü nesil mübadillerin aktardığı aile hikâyeleri, fotoğraflar, doğum yerleri, ailelerin yerleştirildiği yerlere ait bilgiler yer alıyor. Önyargıları kırmayı amaçlayan çalışma kapsamında iki taraftan mübadiller, ailelerinin doğdukları toprakları ziyaret etmişler. Her bir öykünün sonunda “İzlenimler” başlığı altında bu ziyaretlerde yaşadıkları deneyimleri aktarmışlar. Projeye ait rapor, kitapta Türkçe, İngilizce ve Yunanca olmak üzere üç dilde yer alıyor. Görüşme metinleri ise Türkçe ve Yunanca olarak iki dilde verilmiş. İkinci ve üçüncü nesil mübadillerin anlattıkları aile hikâyeleri, gündelik yaşantıya dair detaylar ve ailelerinin anayurtlarına yaptıkları ziyaretlere dair izlenimleri mübadeleyi ve mübadele insanlarını romantik bir anı, nostaljik bir özlem olmaktan çıkarıyor. Burada sözünü ettiğimiz altı kitabın ortak noktası, barışın varlığını ve yokluğunu bir arada anlatmalarıdır. Böylece “barış” salt diplomatik bir terim olmaktan çıkar. “Ben”in hikâyesi dile geldiğinde iktidarın ve politikanın yarattığı illüzyon kaybolur, geriye sadece gerçeklik kalır. Edebiyat biraz da bu gerçekliğe tutulan ayna gibidir. Bize tüm çıplaklığıyla gerçekte olanı gösterir. Bu aynaya baktığımda uzunca bir zamandır barışın yokluğunun acısını çektiğimizi, biriktirdiğimizi görüyorum. Bugün tanıklık ettiğimiz savaştan kaçanların boğulduğu denizi yüzyıl önce savaşın sürgünleri geçiyordu. Bugün dilleri, dinleri ya da tenlerinin farklılığından ötürü evlerini topraklarını terk etmek zorunda kalanların geçtiği yollardan yüzyıl önce başkaları canlarını kurtarmak için kaçıyordu. Edebiyat biraz da zaman çizelgesini ortadan kaldırarak şimdi ve buradalığımızı gösterir. Bütün savaşlar aynıdır, bütün savaşlar acıdan başka bir şey üretmez ve hepimiz barışı yaşamanın hayalini kurarız.
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2016
Fawer’den Oz Büyücüsü Uyarlaması Adam Fawer ismini tüm dünyaya 2006 yılında yayınlanan ve dünya çapında 18 dile çevrilen “Olasılıksız” ile duyurmuştu. İlk kitabıyla hatırı sayılır bir hayran kitlesi edinen Fawer’in ikinci kitabı “Empati” benzer bir başarıyı yakalayamadı ve ABD haricinde sadece Japonya, Türkiye ve Almanya’da yayımlandı. “Empati” Türkiye’de uzunca bir süre çok satanlar listelerinde boy gösterdi. Adam Fawer “Oz” ile şansını bir kez daha deniyor. Hikâyeye gelirsek ilk ipucunu kitabın adında bulabiliriz. Fawer, Hollywood modasına uyarak –son zamanlarda sinemalarda karşımıza çıkan masal uyarlamalarını hatırlayalım– bildik bir hikâyeyi günümüz penceresinden, aktüel bazı karakter ve detaylarla harmanlayarak okura yeniden sunuyor. “Oz Büyücüsü”nün hikâyesini çocukluğunuzdan hatırlarsınız. Fawer’ın hikâyeye kattıklarıyla hazırladığı, gerçekten beklenmedik sona ise spolier vermemek için değinmiyoruz. Yine de şunu söylemeden geçmeyelim, edebiyat ve sinemada klasik hikâyelerin “cover”larını seviyorsanız büyük ihtimalle bu kitap da ilginizi çekecektir. “Oz” sadece fantastik bir hikâyenin peşinden sürüklenmeyi seven okura değil, karakterlerin dönüşümlerini irdeleyen kişisel gelişimvari kitaplara meraklı okura da sesleniyor. Hem de kitabın arka kapağından; “Yeniden keşfetmeye hazırlan: OZ’u ya da kendini!” “Oz”, Adam Fawer, Çev: Algan Sezgintüredi, April Yayıncılık
Yeni Tatlar Arayanlara... Acı, tatlı anılar, hayatın tuzu biberi yaşanmışlıklar, aynı sofradaki lezzetler gibi tadı damağımızda kalan kelimeler... Yemek yemeyi büyük bir keyif haline getiren, sofrasını dostlarla paylaşmayı ve kadeh kaldırmayı seven bir kadın, Sunar Kural Aytuna... Bir kere tadına varanın damağında ömür boyu özlem duyacağı çok özel sofraları kuran ve uzunca bir dönem bu sofraları anılarla birleştirerek Uğur Sunar adıyla gazete yazılarında paylaşan nevi şahsına münhasır bir yazar… Sunar Kural Aytuna’nın, aynı zamanda bir devrin Türkiye’sini de yansıtan yazıları şimdi bu kitapta bir araya geldiler. Adını sanını çok iyi bildiğiniz ama yemekle ilgilerini görünce yeniden ve yeniden tanıyacağınız birçok kişiyi bu kitapta bulacaksınız. Ama daha da önemlisi her yazıda bir başka özel yemek tanımıyla karşılaşacak ve bunların yapımının ne kadar basit olduğuna da şaşıracaksınız. Her bir tarifin aynı zamanda bir anıyı karşıladığı “Soğan Öldü Yaşasın Yemek” tıpkı yazarı gibi farklı ve ilginç bir kitap. Sunar Kural Aytuna’nın verdiği yemek tariflerinin her birinin kendi hikâyesi var. Bazıları daha önce hiç duymadığınız tatlar, bazıları bildiğimiz tatların Sunarca yorumu. Alışıldık yemek kitaplarından ve her kitapta karşınıza çıkan standart tariflerden sıkıldıysanız, yemek pişirmek ve yemek sizin için bir yaşam biçimiyse bu kitap tam size göre. “Soğan Öldü Yaşasın Yemek”, Sunar Kural Aytuna, 224 s., Yitik Ülke Yayınları, 2016
“Çalışma”yı Nasıl Kavramsallaştırırdınız? A. MERİÇ ŞENYÜZ
“Ç
alışmak” geçimimizi nasıl sağladığımızdan başlayıp kimliğimizi nasıl inşa ettiğimize kadar uzanan etki alanıyla hem tek tek bireyler olarak hem de bir bütün olarak toplumumuzun varoluşundaki merkezi olgulardan biri... Buna karşın bu merkezi olgunun doğası ve olgunun nasıl kavramlaştırıldığı üzerine yeterince kafa yorduğumuzu ya da Türkçe yazının bu konuda yeterli olduğunu söylemek güç. Ayrıntı Yayınları’nın bastığı “Çalışma Düşüncesi”, olgunun tarih boyunca büründüğü farklı kavramlaştırmaları ele almasıyla önemli bir eksiği kapatmaya aday. Elbette başında ‘sosyal’ geçen her uğraşın son tahlilde ideolojik olduğunun unutulmaması şartıyla! Sonunda “bilim” olsa bile... Çalışmak bir lanettir! Kitap boyunca çalışmanın 10 kavramlaştırılması ele alınıyor. Bunlardan ilki çalışmanın lanet olarak kavramlaştırılması... Çalışmanın bir lanet olarak görülmesi olgunun kadim tahayyüllerinden biri... Adem ve Havva’nın Tanrı buyruğuna riayet etmemelerinin akabinde, Havva sancılı olan çocuk doğurmayla ve Adem de zorlu çalışmayla cezalandırılır. Tanrı’nın Adem’e yönelik “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın” şeklindeki azarı, Yahudi-Hıristiyan düşüncesinde alınteri dökerek zorunlu çalışmanın insanoğlunun cezası olarak görülmesine dayanır. Grek-Roma mitolojisinde de Prometheus’un insana ateşi vermesinden dolayı intikam peşinde olan kızgın bir Zeus’un laneti olarak çalışma düşüncesine rastlanır. Dikkatli gözler, her iki mitin de insanın avcı-toplayıcı “cennetten” yasak bilgiye eriştiği için kovulmasını anlattığını fark edecektir. Her iki metaforik anlatımda da çalışmanın “külfeti”, uygarlığın bir yan etkisidir. Ne var ki, “lanet olarak” kavramlaştırmanın bu maddi doğası üzerinde durmayan yazar bu kavramlaştırmayı hızlıca reddeder. Zira bu kavramlaştırma “çalışmayı kolektif kontrolümüzün ötesinde olarak tarif etmektedir oysa çalışma kontrolümüz altındadır”(!), “toplum onu nasıl kavramlaştıracağını dolayısıyla nasıl yapılandıracağını kendisi seçebilir.” Çalışmak özgürlüktür! Budd, çalışmanın bir özgürlük olduğuna dair ideolojik kavramlaştırmayı olumlarken, özellikle yaratma özgürlüğü kavramının üzerinde durur ve insanın doğadan çalışma sayesinde özgürleştiğinin altını çizer. Kapitalizm içinde çalışma, bize gerçekten de birtakım özgürlükler getirir, daha doğrusu getiriyormuş gibi yapar. Örneğin “sahip olma özgürlüğü”. Ya da emeğini piyasada satabilme özgürlüğü (sözümona sözleşme özgürlüğü). Bunların tümüyle ideolojik retorikler olduğunu kavrayana kadar bu “özgürlük”lerin tadı çıkarılabilir. Budd, bu bölümde bu özgürlükleri, hem onları özgürlük olarak kavramlaştıran “liberalizm” gibi akımların ya da “insan kaynakları” gibi disiplinlerin bakış açılarını uzun uzun vererek hem de bunları eleştiren düşünce ekollerine değinerek irdeler. Çalışmak bir metadır! Budd ilk iki bölümdeki kavramlaştırmaların izini sürerken aynı zamanda çalışma kavramının kapitalizme kadarki gelişim evrelerini de göz önüne sermiş olur. Kapitalizm denince ister istemez Marx devreye girer.
mericsenyuz@gmail.com Bölüm bir alıntıyla açılır: “Emek gücü, sahibinin yani ücretli işçinin kapitaliste sattığı bir metadır. İşçi onu neden satar? Hayatta kalmak için.” Budd, bölümün üzerine kurulduğu emek gücünün metalaşması teorisini hızlıca özetledikten sonra emek-değer kuramının artık geçersiz olduğunu uzun uzadıya ispatlama çabasına girişir. Bu bölüm çalışmaya dair kavramlaştırmalar arasından bu kavramı, idealar evreninde uçuşmaktan kurtarıp yeryüzüne, yani maddi dünyamıza taşımaya aday olsa da bu fırsat maalesef kaçırılmış olur. Ne yazık ki, bu yazının sınırlarında kitaptaki tüm kavramlaştırmaları detaylı ele alma olanağı yok. Yine de birer cümleyle değinecek olursak; “Mesleki vatandaşlık olarak çalışma” bölümünde, Budd, çalışmanın “bir meta olarak değil, özünde eşitlik değerleri bulunan bir toplululuğun belirli haklar ile saygınlık ve özerlik standartlarını hak eden insan mensupları tarafından sürdürülen bir aktivite” tanımlanması üzerinde durur. Bölümde elbette bu kavramlaştırmaya yöneltilen bazı eleştirilere de yer verilir. Öte yandan bu kavramlaştırmanın tümden ideolojik doğasının teşhirine yönelmek yerine Birleşmiş Milletler gibi büyük kuruluşların yeterli sorumluluğu alması halinde insani bir çalışma düzeninin kapitalist toplum altında tümüyle mümkün olduğuna dair epeyce ideolojik bir iddia bizzat yazar tarafından öne sürülür. “Istırap olarak çalışma” başlıklı bölümde çalışma hakkında, “gelecekteki bir menfaat için katlanılan, bedenin veya zihnin eziyet veren her türlü uğraşı” şeklindeki gayet maddi bir kavramlaştırılma ortaya konur ve bir yandan eleştirilir. Kitabın geri kalanında çalışmanın “kişisel tatmin”, “sosyal bir ilişki”, “başkalarına bakım”, “kimlik” ve “hizmet” gibi farklı kavramlaştırmaları uzun uzadıya ve neredeyse tüm boyutlarıyla ele alınır. “Başkalarına bakım olarak çalışma” bölümü, feminist ekollerin meseleyi nasıl kavramlaştırdığına dair epey başarılı bir özeti içermesi bakımından öne çıkıyor. John W. Budd’ın çalışması kuşkusuz değerli çünkü hem her bir kavramlaştırmayla çalışma düşüncesinin başka bir yönünü derinleştirirken hem de tek tek kavramlaştırmaların nasıl da farklı bir düşün ve eylem dünyası yaratabildiğine işaret ediyor. Öte yandan Budd’ın çalışmasını okurken ve değerlendirirken tam da buraya özellikle dikkat etmek gerekiyor. Kitap tıpkı diğer postmodern çalışmalar gibi “kavramlaştırma”nın kendisine o “kavramlaşma”yı yaratan maddi koşullardan daha fazla değer atfeden idealist bir dünya görüşünden izleri ister istemez taşıyor. Bütün bu “doğası gereği ideolojik” ayrım noktalarına karşın Budd’ın kitabının, çalışma kavramı üzerine “çalışan” ya da düşünmek isteyen herkesin kitaplığında bulunması gerektiğini ve sırf içerdiği literatürün kapsamı (dipnotlar bu alanda çalşan herkes için başlı başına bir literatür çalışması yerine geçecektir) açısından bile Türkçedeki önemli bir eksiği tamamladığını vurgulamak gerekir. “Çalışma Düşüncesi”, John W. Budd, Çev: Fuat Man, 384 s., Ayrıntı Yayınları, 2016
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Eylül 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“Tamburi Cemil Bey, Yüz Yılda Bir Gelen Dâhilerden” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Yazdığım radyofonik oyunların çoğu böylece biriktirdiklerimden filizlenmiştir. Örneğin, “Anka Kentim Antep”im adlı kent kitabım baştan sona bu yöntemle yazıldı sayılır; asıl materyal kimi belleğimde, kimi de dosyalarda biriktirdiklerimdi; öteki kaynaklar –ansiklopediler, biyografiler, anı kitapları vs.– sonradan devreye girdi. Belki de temel itki, benim konuyu sevmiş olmamdır. O nedenle, yazdığımı aşkla yazarım. Kitapta da belirttiğim gibi, Tamburi Cemil Bey’in yazılma serüveni de böyle bir şeydi. Önce keşfettim. Sevdim. Araştırdım. İrdeledim. Kurguladım. Yazdım. Selnur Aysever. Belgeselciliğinizin romanınıza katkısı olduğunu düşünür müsünüz? Lütfiye Aydın: Belgeselcilik araştırmayı, biriktirmeyi; sonra da derleyip toparlamayı gerektiren çok çetin, çok da zevkli bir uğraş. Bizimki gibi başdöndürücü değişimler dönüşümler yaşamış, bu nedenle de çalkantısı bol ülke sanatçıları için araştırılıp yazılması gereken çok konu, çok izlek olduğuna inanıyorum. Benim yine aynı yöntemle kaleme aldığım ilk romanım “Aşkın Ne Derin” de gerçek bir yaşamın kurmacayla iç içe işlenmesiyle oluştu. Birçok Arkası Yarın programında –ki onlar için sesli roman da diyebiliriz– kimi tarihsel olayı, örneğin şimdi bile yaşayan Yemen’i, Arkası Yarın biçiminde bu yöntemle işledim. Hep araştırarak, bilgileri karşılaştırarak; düzenleyip kurgulayarak… Selnur Aysever: Sizi Tamburi Cemil Bey’in yaşamını roman olarak yazmaya iten sebeplerden söz eder misiniz? Lütfiye Aydın: Tamburi Cemil Bey, belki de yüz yılda bir gelen dâhilerden. Ses tutkunu bir müzikadam… Günümüzde egemen olan kaotik yapı, yani artık dayanılmaz olan ses kirliliği ise bilinen bir şey. Örneğin Fazıl Say bu çok önemli konuda iki laf etti diye kıyametler koptu; bütün popçularla arabeskçiler, dilleri pelesenk edilen, malum “halkımız küçümseniyor” yaygarasıyla ayağa kalktı. Bu aslında gücün –ya
Selnur Aysever: Tamburi Cemil Bey’in yaşamı boyunca derin bir yalnızlık içerisinde olduğunu görüyoruz. İnsanlık tarihine damga vurmuş isimlerin pek çoğunun çağdaşları tarafından anlaşılamadığı görülüyor. Siz bu konuda ne söylemek istersiniz? Lütfiye Aydın: Tamburi Cemil Bey elbette yalnız biri. Aslında doğru olanı da bu. İyi sanatın üretimi bence de yalnızlıkla olası. Farklı bir evrenin, farklı duyuşların, düşüncelerin insanıdır sanatçı dediğin. En azından öyle olmalıdır. Günümüzde bu kavram ne yazık ki özünden boşaltılmış olduğundan yalnızca kalabalıkların alkışlarından beslenen kimi estetik(!) harikası yorumculara filan sanatçı deniliyorsa da, bence gerçek sanatçı başka türlü biridir. En azından yaşanan çarpık gerçekliğe isyan etmesi gereken insandır. Bir başka söyleyişle dünyada gördüğü eksikliğe, yanlışlığa başkaldıran, dahası bu boşlukları tamamlamaya çalışan kişidir ya da olmalıdır. Sözgelimi tek dostu(!) Gaugin olan, anca kardeşi Teo’nun desteğiyle yaşayabilen, sağlığında onca tablosundan bir teki bile satılmayan bir yalnız adamın, Van Gogh’un tablosuna şimdilerde el sürdürmüyorlar: Adını taşıyan birkaç katlı müzesinde ancak uzaktan bakabiliyorsun. Beri yandan, konserleri binlerce insan tarafından izlense de ‘hit’ şarkıları bir yaz boyu dinlenip sonra da unutulan şarkıların şarkıcılarıyla, ölümünün üstünden yüzyıl geçtiği halde değeri her gün biraz daha anlaşılan, Batılı uzmanların bizlerden daha çok tanıyıp baştacı ettiği bir sanatçıyı, yani Tamburi Cemil Bey’i aynı ölçülerle tartmaya kalkışmak, haksızlıktan öte saygısızlık diye düşünüyorum. Öyleyse yaşasın güzel yalnızlık! Selnur Aysever: “Benim ülkemde insanlar yapmadıklarından değil de yaptıklarından dolayı yargılanır,” diyerek pek çok farklı kesimden eleştirileceğinizi düşündüğünüzü ifade ediyorsunuz. Romanınızın spekülatif olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Tıpkı dilimiz konusunda olduğu gibi müzik konusunda da, çoğu temelsiz, kör dövüşüne benzeyen bilgisizce tartışmalar da ülkemin tatsız gerçeklerinden bir başkası. Kimileri keskin Batıcı, kimileri iflah olmaz Doğucu tavırlarıyla bu “nazik” konuyu iyice içinden çıkılmaz duruma getiredursun; Cemil Bey yapıtlarıyla, bir bakıma bunun da yanıtını vermiştir yüz küsur yıl önce. da güçlünün– yanında yer almaktan başka bir şey değildi. Oysa dünya sanatçısı Say’ın söyledikleri çok doğruydu. Cehalet cesurdur. Tıpkı dilimiz konusunda olduğu gibi müzik konusunda da, çoğu temelsiz, kör dövüşüne benzeyen bilgisizce tartışmalar da ülkemin tatsız gerçeklerinden bir başkası. Kimileri keskin Batıcı, kimileri iflah olmaz Doğucu tavırlarıyla bu “nazik” konuyu iyice içinden çıkılmaz duruma getiredursun; Cemil Bey yapıtlarıyla, bir bakıma bunun da yanıtını vermiştir yüz küsur yıl önce. Türü, doğduğu topraklar ne olursa olsun, hangi enstrümanla icra edilirse edilsin, aslolan iyi, yani soylu müziktir. Romanımda bu konudaki “Batı dayatması/Türk müziği yasağı” gibi konulara da yer verdiysem bundandır. Çünkü gerekliydi. Ayrıca “Büyük Cemil” gibi aynı zamanda müzikolog da olan bir müzik dâhisinin müziğe nasıl baktığı önemliydi. Fakat yaşamını romanlaştırmamın asıl nedeni, bu büyük müzik adamının fırtınalı yaşamından beslenen sanatını bütün insanlıkla paylaşmaktı. Bu arada “Cemil Müziği”ne duyduğum büyük hayranlığı, saygıyı, sevgiyi de belirtmeliyim kuşkusuz. Bana göre Tamburi Cemil Bey sanatını satmayan, bu yönüyle de bütün sanatçılara örnek olması gereken bir kimlik. Romanı yazmaya bütün bunlardan dolayı karar verdim.
Lütfiye Aydın: Hiçbir şey yapmayan, elbette yanlış da yapmaz; dolayısıyla eleştiri de almaz. Oysa farklı bir şey yapanlar –hele de çığır açıcılar– yerden yere vurulur. Lütfen yanlış anlaşılmasın; böyle söylemekle çığır açıcı filan olduğumu kast etmiyorum kuşkusuz. Ancak kitabı yazmaya başladığım günden beri, gelebilecek eleştirileri aklımın bir yanında hep tuttum. Romanım elbette spekülatif değil; aksine yıllar yılı görmezden gelinmiş bir konuyu kendi perspektifimden yeni bir dil, farklı bir duyarlıkla anlatma isteğinin sonucu ortaya çıkmış bir yapıt. Belki de bugüne dek birilerince çoktan yazılması gerekirdi. Ne var ki, yazmak bana düştü diyeyim. Söylemek istediğim, şayet okuyacak olurlarsa, hangi uzman bilirkişilerden hangi itirazlar gelebileceği… Çünkü ben ne tarihçi, ne müzik insanı, ne psikiyatr, ne koca, ne de babayım. Selnur Aysever: “Bu kitap elbette ne biyografi, ne tarih, ne de bir müzik kitabı… Alışılmışın dışında bir roman yalnızca” diye tanımlıyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? Lütfiye Aydın: Daha önce de söyledim; “Dehanın Sesi” yalnızca bir roman. Elbette benim öznelliğimin damgasını taşıyan bir kurmaca. Yüzyıl önce sonsuzluğa göçmüş bir müzik adamının çok etkilendiğim yaşamının sözcüklerle çizilmiş bir resmi ya da. Yer
yer bilinç akışı gibi çağdaş anlatı tekniklerine başvurulmuş, kimi zaman yansız bir tarihçi üslubuyla yazılmış, kimi zaman da yakınlarının aynasına yansıdığı biçimle anlatılmış bir kurmaca. Aynı konuyu bir başka yazar kaleme alsaydı, kesinlikle bambaşka bir biçimde ya da biçemde yazardı kuşkusuz. Sözgelimi Osmanlıcanın yeniden canlandırılması gerektiğine inanan bir yazarımızın kaleminden dökülen eski sözcüklerle, terkiplerle oluşturulmuş bir metin çıkabilirdi ortaya; bu durum da pekâlâ “atmosfer yaratmak” gerekçesiyle savunulabilirdi. (Benzer bir kitap okuyup da çok şaşırdığımdan dolayı söylüyorum bunları.) Ben dünü anlamaya, geleceği kavramaya çalışan bir Cumhuriyet dönemi yazarı olarak yeri geldikçe eskiden, sırasında da en yeni sözcüklerden yararlanarak oluşturdum “Dehanın Sesi”ni. Selnur Aysever: Bir insanın yaşamını romanlaştırmak için öncelikle onu iyi tanımak gerekiyor olmalı. Sizde Tamburi Cemil Efendi nasıl bir yaşam sürdü? Onunla vedalaşmanız nasıl oldu ya da vedalaşabildiniz mi? Lütfiye Aydın: Belki de öncelikle sevmek gerekiyor. Sevdikten sonra tanımaya geliyor sıra. Kuşkusuz bunun ardından da anlamak. Bu öncü kimliği, böyle bir dehayı sevmek kolay da, ötesi zordu. Tamburi Cemil Bey’in romanını yazmak, benim için nerdeyse bir aşk biçimini almıştı çünkü. Öyle olmasa yıllarımı vermezdim belki de. Daha önce nasıl olsa Arkası Yarın formatında yazdım, bu konu bitti diyerek başka –belki daha az yorucu– bir konuyu ele alabilirdim. Yine de pişman değilim. Aksine çok yorulsam da mutluyum. Yazmasam hep bir yarım kalmışlık duygusu yaşayacaktım sanıyorum. Bir anlamda tamamlandığımı düşünüyorum şimdi.
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2016
KISA KISA Uçucu Kül Monika Maron, Alef Yayınevi Kocasından boşanmış küçük oğluyla yaşayan Josefa Narler’in merkezde olduğu bu romanda, kendi düşüncelerinin arkasında durmak ve duygularını yaşamak isteyen bir kadının meslek hayatını, korku ve arzularını gerçekçi bir dille anlatılıyor.
Antakya’nın 50 Yılı Sinan Seyfittinoğlu, Dafne Kitap Kitapta, Antakya gazetesinin kurucusu Nezih Gassan Seyfittinoğlu’nun yaşamı; ikinci kuşak gazeteci Sinan Seyfittinoğlu’nun izlenimleri, düşünceleri yer alıyor. Ülkenin dönüşümü ve yaşadıklarından bağımsız sayılamayacak birbirinden ilginç olaylar anlatılıyor.
Onlar Nasıl Yazdı Mary Karr, Beyaz Baykuş Yazar adaylarına bu kitaptan kopya çekmek serbest! “Yalancılar Kulübü” adlı kitabıyla bir yıldan uzun bir süre The New York Times’ın çok satanlar listesinin başında kalan Mary Karr şimdi de en iyi bildiği konuyla karşımıza çıkıyor: Anı yazma sanatı.
Körburun Hikmet Hükümenoğlu, Can Yayınları Kendi içine kapanan, içine kapandıkça da kendi kurallarındaki dayatmacılığın sertleştiği bir yaşamın adım adım örüldüğü Körburun’da gürültülü şeyler hakkında susuluyor, günlük sesler ise uğultuya dönüşüyor. Hükümenoğlu, üç kuşağın aşklarını ve düş kırıklıklarını anlatıyor.
İsveç Çetesi S. Thunberg - A. Roslund, Doğan Kitap Stefan Thunberg, İskandinavya’nın ünlü senaristlerinden. Anders Roslund, ödüllü bir gazeteci. Bu ortak roman, gerçek bir suç hikâyesi. İsveç ordusundan çaldıkları cephaneyle dokuz banka soyan ve Stockholm Garı’nı bombalayan kardeşler ile babaları Ivan’ın müthiş hikâyesi…
Moltke’nin Türkiye Mektupları Helmuth Von Moltke, Remzi Kitabevi Feldmareşal Moltke 1836-1939 yılları arasında gezmek üzere geldiği Türkiye’de askeri uzman ve danışman olarak kalmış. Bu eser de Moltke’nin aile ve dostlarına Türkiye’den yolladığı mektupların bir araya toplanmasıyla meydana gelmiş.
Özel Bir Acı Andrew Miller, Kırmızı Kedi Yayınevi James Dyer sıradışı bir çocuk: Ne fiziksel ne de duygusal acı hissetmiyor. Toplumun içinde ne kadar yükselirse yükselsin, hep eksik bir insan olarak kalacak, çünkü acı hissetmemenin yanında sevgi ve merhamet de hissetmiyor. Ta ki Mary’yle tanışana kadar...
Yeniçeri’nin Romanı KÜLTİGİN KAĞAN AKBULUT
1
800’lü yılların başında Osmanlı Batı’da ve Doğu’da topraklarını kaybetmeye başlamış, hızla modernleşen Avrupa karşısında geri düştüğünün farkına varmıştı. Yüzyıllar boyunca Osmanlı’ya hizmet eden Yeniçeriler savaş ortamında daha da güçlenmişler, üstün bir güce ulaştıklarının, devletin sıkıştığının da farkındaydılar. Artık padişaha rest çeker olmuşlar, sokaklarda kabadayılığa girişmişler, yangın söndürmek gibi görevlerini yangın başlatıp rüşvet pazarlıklarıyla yangınlara müdahale edecek kadar yozlaştırmışlardı. İsyan edip padişahı yerinden edecek kadar güçlendiklerinde de karşı hamleler başladı. Nihayet 1826’da İkinci Mahmud Yeniçeri Ocağı’nı topa tutarak ve kalanları da kıyımdan geçirerek ocağı kapattı ve yerine modern ordunun ilk adımlarını atarak Asakir-i Mansure-i Muhammediye’yi kurdu. Ancak bazı tarihçilere göre Yeniçerilerin bir kısmı bu kıyımdan kaçarak kurtuldu. İstanbul dışına kaçanlar oldu, ancak yıllar içinde Yeniçeriler şehre geri dönmeye başladı. Kimliklerini gizlediler, kimsenin yapmak istemediği lağımcılık, tabakhanecilik gibi işlerde çalışmaya başladılar. Osmanlı tarihçisi Jason Goodwin’in romanı “Yeniçeri Ağacı” tam da Yeniçerilerin şehre geri döndüğü zamanı, Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasına verilen isimle Vakayi Hayriye’nin on yıl sonrasını anlatıyor. Romanın hikâyesi şöyle: Yeni orduya mensup dört asker bir gece kaybolur ve ertesi gün biri ölü olarak bulunur. Vahşi bir şekilde öldürülmüştür. Modern orduda görevli Serasker olayı gizlice araştırması için güvenilir birini bulur: Yaşim. Hayatı boyunca Padişah’a hizmet etmiş olan haremağası Yaşim bir dedektif gibi olaya atılır. Yaşim’in olayı çözmek için sadece on günü vardır, çünkü Serasker gizli örgütlerinde yuvalanan Yeniçerilerin bir kalkışmaya girişeceğini düşünmektedir. Yaşim araştırdıkça Yeniçerilerin izlerini sürer. Büyük oranda İstanbul’daki Yeniçerilerin bastırıldığını, Edirne, Sofya, Trabzon, Kudüs, Halep gibi yerlerdekilerin ortadan kaybolduğunu, on yılın sonunda kaç yeniçerinin kaldığının meçhul olduğunu ve daha önemlisi yeraltına çekilen Yeniçeri tarikatı Karagöziler’in izlerinin silinmediğini öğrenir. Yaşim modern polisiye/macera romanlarda gördüğümüz “cool” dedektif karakterlerinin Osmanlı’daki yansıması gibi. Kültürlü, Fransız kökenli olduğu rivayet edilen Valide Sultan’dan “Tehlikeli İlişkiler” romanını alıp okur. Araştırmacı ve meraklıdır. Serasker askerlerin akıbetini öğrenmesi için iş verdiğinde paradan çok işin kendisine heyecanlanır. Atletiktir, bir güreşçiyi yenemez belki ama kollarından kaçmayı başarır. Goodwin standart Osmanlı anlatılarının dışına taşarak günümüz dedektif karakterleriyle birleştirir Yaşim’i. Yan karakterler de Osmanlı toplumunun ayrıksı unsurlarını doğal halleriyle yansıtır. Köçeklik yapan Püren’i fantezi unsuru olarak görmeyiz. Goodwin, işgal altındaki Lehistan Büyükelçisi’nin ülkesiz olmasıyla “erkekliği olmayan” Yaşim arasında bağlar kurar. Büyükelçi eşleri, eski Yeniçeriler, para için dönen Dervişler vs. derken yıkılmakta olan İmparatorluğun izlerini sürer.
kultigin.akbulut@gmail.com Goodwin bir yandan roman boyunca klişeleşmiş Osmanlı anlatısını da eleştiriyor. Yaşim’in ağzından Batı’nın Harem fantezileriyle dalga geçiyor, kitap içinde Sultan’ın gücüne önem vermeyerek asıp kesen Padişah imgesini kırıyor. Sıradan halka günümüz konuşma diline yakın cümleler kurdurarak bugüne yaklaştırıyor. Hatta ilginç bir şekilde Yaşim’i hadım olarak tanıttıktan sonra bir anda halvet ettirerek okuyucuyu şaşırtıyor. (Evet, hadımlığın da farklı türleri var.) Goodwin yer yer mizaha da kayarak Osmanlı anlatılarındaki kuru dili kırıyor. Olayı araştırmak için tuhaf sorular sorduğu demirci ustasının kafası karışınca “Sen Nasreddin Hoca mısın yoksa?” diye soruyor mesela. Hem dönemin Nasreddin Hoca imgesini bozuyor böylece, hem de okuyucuyu gülümsetiyor. Goodwin romanında tarihe saygı gösteriyor, ama tarihi verileri romanın çatısı için de yer yer değiştiriyor. Mesela Sultan İkinci Mahmud’un annesi aslında o yıllarda çoktan vefat etmiştir, ancak roman içinde Fransız asıllı bir Valide Sultan şık duracağı için onu “yaşatıyor”. 1830’lu yılları seçmesine sebep olarak da belirsizlikler ve siyasi ihanetlerle dolu olması açısından roman için bereketli bir dönem olduğunu vurguluyor. Yazar bu siyasi ve toplumsal karmaşaları hem bireyler üzerinden, hem de İstanbul toplumunun tepkileri üzerinden yansıtıyor. Cambridge Üniversitesi’nde Bizans Tarihi okuyan Jason Goodwin akademik ilgi alanını bir süre sonra Osmanlı’ya çevirmiş. “Lord of the Horizons: A History of the Ottoman Empire” kitabı çağdaş Osmanlı tarihi kitapları arasında toplum yaşantısını anlatması bakımından ilgi çekiyor. Goodwin’in asıl hevesi ise edebiyat. Gezi günlüklerinin başarısından sonra, “Bir Osmanlı Polisiyesi” üst başlığıyla çıkan romanlarında ise Yaşim karakteriyle Osmanlı’nın dehlizlerine girmiş. Akademik tarihçilikteki başarısını tarihi romanlarına da yansıtan Goodwin’in bu dizisi kırktan fazla dile çevrilmiş. “Yeniçeri Ağacı”nın kurgusu 15 Temmuz sürecini de hatırlatıyor insana. Askerin önemli olduğu toplumlarda güç ve iktidar ilişkilerinin yozlaşmaya ne kadar müsait olduğu vurguluyor. 2006 yılında İngilizce olarak yayımlanan roman temel bir gerçekliğe işaret ediyor: Yeni güçler yeni iktidar ilişkileri yaratır ve bazen irrasyonel, bazen de rasyonel sebeplerle kavga hiç bitmez. Edgar Allen Poe adına verilen Edgar Awards 2007 yılı En İyi Roman ödülünü alan “Yeniçeri Ağacı” ödülün hakkını veriyor. Yazar sonraki romanlarda Osmanlı’nın farklı dönemlerine ve kurumlarına gidiyor. Kitap boyunca yer yer Yaşim’in pişirdiği yemeklerin kokusu da burnumuza geliyor. İstanbul’un sokak pazarlarından topladıklarıyla kazanını şenlendiren Yaşim’in tarifleri Goodwin tarafından kitap haline getirilecek. Osmanlı polisiyeleri dizisinin bundan sonraki kitaplarını okurken “Yashim Cooks İstanbul: Culinary Adventures in the Ottoman Kitchen” kitabında yer alan tarifleri de denemek fena fikir olmasa gerek. “Yeniçeri Ağacı”, Jason Goodwin, Çev: Fethi Aytuna, 376 s., Pegasus Yayınları, 2016
Eylül 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Bir David Cronenberg Nostaljisi CEYHAN USANMAZ
Z
amanında, 1986 yapımı “Sinek” (The Fly) filminden fazlaca etkilendiğimi hatırlıyorum. Yeniden, yeniden ve yeniden izlemiştim. Nedeni ise net değil kafamda. Belki hikâyenin merkezindeki teleportasyon fikri cazip gelmişti o yaştayken; ya da belki yine o dönem okuduğumu hatırladığım Kafka’nın “Dönüşüm” romanıyla bağlantı kurmuş olmanın (dev bir böceğe/dev bir sineğe dönüşme) bir etkisiydi... (Belki de yalnızca Geena Davis’in hatırına beğenmiştim!) “Sinek”in aslında bir David Cronenberg filmi olduğunun ise çok daha sonra farkına varabildim. Ayrıca yine sonradan fark ettim ki, o zamanlar hafif hafif korkarak ama hep büyük bir zevkle ve heyecanla izlediğim filmlerin birkaçı daha David Cronenberg’e aitti. Mesela “Tarayıcılar” (Scanners, 1981), mesela “Videodrome” (1983) ya da “Ölüm Bölgesi” (The Dead Zone, 1983)... Önceleri popüler oyunculara, popüler konulara (vurdulu kırdılı filmler) dayalı film izleme rutinim, bir noktadan sonra yönetmenleri takip şeklini aldı. Bu dönemde David Cronenberg de yakından izlediğim yönetmenler arasındaki yerini korudu elbette. İnternet olmadığı için böylesi bilgilere ulaşmak kolay değildi o zaman için ama elime geçen sinema kitaplarında David Cronenberg’le ilgili kısımlara özellikle dikkat ettikçe kendisinin filmleri yönetmekle kalmayıp yazdığını da öğrenmiş oldum. Hatta daha da önemlisi, David Cronenberg’in, yazıp yönettikleri dışında neredeyse bütün filmleri bir edebiyat eserinden uyarlamaydı. Yukarıda adlarını andığımız “Tarayıcılar” ve “Videodrome” yazıp yönettiği filmlerdendi örneğin ama “Sinek” George Langelaan’ın bir öyküsünden, “Ölüm Bölgesi” de Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlamaydı. (Daha yakına geldiğimizde 1991 tarihli “Naked Lunch”, 1996 tarihli “Çarpışma” ve 2012 tarihli “Kozmopolis” filmlerinin de, sırasıyla William S. Burroughs, J. G. Ballard ve Don DeLillo gibi edebiyat dünyasının önemli isimlerinin aynı adlı romanlarından uyarlama olduklarını hatırlatalım.) Diğer bir deyişle David Cronenberg, yönetmen kimliğinin yanı sıra yazıya/edebiyata yakınlığıyla da öne çıkan bir isim. Şimdi de, doğrudan “yazılı” bir eseriyle, “Tüketilmiş” isimli romanıyla karşımızda! Orijinali 2014 tarihli olan “Tüketilmiş,” yönetmenin ilk romanı. İlk yayımlandığında kaçınılmaz olarak belli bir ilgiyle karşılanmış, haberleri buralara da gelmişti ama Türkçesini okuma imkânına yeni kavuşabildik. “Tüketilmiş”te Nathan ve Naomi çiftiyle tanışıyoruz. Her ikisi de farklı alanlarda ama benzer biçimde sansasyonel haberlerin peşindeki gazeteciler... Nathan daha çok tıp alanındaki hikâyelerin peşinde ve ilgilendiği son konu da, Macar bir cerrahın alternatif meme kanseri tedavisi. Cerrahla, yöntemi hakkında söyleşi yapmak üzere Macaristan’a gidiyor. Naomi’nin merceğinde ise bir Fransız filozof çift var. Aristide Arosteguy, karısının cesedi parçalara ayrılmış ve kısmen yenmiş halde bulununca şüpheli durumuna düşerek Japonya’ya kaçmıştır. Naomi de bu Fransız filozofun peşinden önce Fransa’ya, sonra da Japonya’ya doğru yola dü-
ceyhanusanmaz@gmail.com şer. İşte romanın hikâyesi de, dünyanın farklı köşelerine savrulan Nathan ve Naomi’nin ardından ikiye ayrılıyor. Paragraf paragraf, bölüm bölüm bir taraftan Nathan’ın bir taraftan Naomi’nin hikâyesinde odaklanıyoruz. Fakat bu ayrıksı görünen iki hikâyenin yavaş yavaş birbirine doğru yaklaştığına da tanıklık ediyoruz sayfalar ilerledikçe. Bu iki hikâye de tekinsiz bir çerçevede bir araya geliyor zaten... “Tüketilmiş”in bir David Cronenberg nostaljisi yaşatacağını söyleyebiliriz. Tüketim toplumu, beden ve kimlik, cinsellik, meta fetişizmi gibi David Cronenberg denince akla gelen ilk kavramlar “Tüketilmiş”in de üzerine oturduğu dayanaklardan... Cronenberg filmlerine aşina olanları fazlasıyla tatmin edecek ayrıntılara (onun patlayan kafalarına, telepatik tuhaflıklarına, zihin gözüne, teknolojik oyuncaklarına vb.) “Tüketilmiş”te de farklı şekillerde rastlıyoruz. Örneğin şöyle irdelemeler de okuyoruz: “Arosteguy’nin makalesi, yeni insanın endüstriyel/teknolojik açıdan geldiği yere bakılacak olursa, tüketim nesnelerinin ve güzellik olasılığının doğal güzelliğe erişebileceği ya da onu geçebileceğiyle ilgiliydi. Doğal güzellik artık atavizme, nostaljiye dönüşmüştü. İnsanın özünde olan güzelliği arzulamanın nesneleri artık birer meta, sanayi ürünüydü.” Yurt dışındaki bazı yayınlarda “Tüketilmiş” tam da Cronenberg’in uyarlama yaptığı yazarların eserlerine benzetilmiş; Burroughs, Ballard, DeLillo gibi. Gerçekten de bir “akrabalıktan” söz edebiliriz rahatlıkla ama bu bağlantıyı tek başına “Tüketilmiş”in kurduğunu söylemek zor. Cronenberg’in ismini, “Tüketilmiş” romanıyla birlikte ancak filmlerini de hesaba katarak bu isimlerle birlikte anabiliriz. Çünkü “Tüketilmiş” romanı, tek başına o kadar da “kuvvetli” bir metin değil. Gerçi bu durum aslında farklı bir okumaya da imkân tanıyor... Kitaplar ve filmler söz konusu olduğunda birçok ikilem bekler bizi: Önce kitabı mı okumalı, yoksa ondan uyarlanan filmi mi; önce filmi izlemenin avantajları ve dezavantajları nelerdir; önce kitabı okumanın avantajları ve dezavantajları nelerdir; yalnızca filmi izleyerek kitaptaki ayrıntıların ne kadarına vâkıf olabiliriz vs. David Cronenberg’de ise işler biraz daha karışıyor. “Tüketilmiş”ten uyarlanan bir film yok henüz ortalarda ama Cronenberg evreniyle ilk defa tanışacaklar için “Tüketilmiş” tek başına yeterli değil; hatta sıkıcı bile sayılabilir. Dolayısıyla kitabı okurken, belli noktalarda ara vererek, o aralara Cronenberg filmleri “sıkıştırmak” bir çözüm olabilir. Bir hafta sonunu böyle değerlendirmek, eminim ilginç bir deneyim olacaktır! “Tüketilmiş”, David Cronenberg, Çev: Kıvanç Güney, 252 s., YKY, 2016
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2016
KISA KISA Süper İyi Günler Mark Haddon, İş Bankası Kültür Yayınları Christopher John Francis Boone, yaşadığı sokaktan öteye tek başına hiç gitmemiş ama astronot olmak istiyor, dünya üzerindeki bütün ülkeleri ve başkentlerini sayabiliyor, bir de 7.507’ye kadar bütün asal sayıları... Kitap İngiltere’de yayımlandığı günden itibaren satış rekorları kırmış.
Algernon’a Çiçekler Daniyel Keyes, Koridor Yayıncılık Çok düşük bir IQ ile doğan Charlie, zekâ seviyesini artıracak deneysel ameliyat için kusursuz bir adaydır. Ameliyattan sonra, Charlie’nin durumu günlüğüne yazdığı raporlarla takip edilmeye başlanır. Ve ameliyat etkisini göstermeye başlar… Ama ya sonra?
Kötülüğün Anatomisi Simon Baron-Cohen, Say Yayınları Ödüllü psikolog Simon Baron-Cohen bu kitabında insan zalimliğine dair geliştirdiği beyin temelli yeni teorisini ele alıyor. Sadece biyolojik değil, sosyal ve çevresel etmenlerin de empati erozyonuna neden olabileceğini öne süren Baron-Cohen kötülüğe ilişkin yeni bir bakış açısı sunuyor.
Kırık Kalpler İçin Astroloji Rehberi Silvia Zucca, Doğan Novus Alice’in çalıştığı televizyon kanalına yakışıklı bir mali denetmen geliyor. O güne dek aşktan yana şansı hiç yaver gitmeyen Alice’nin yardımına astroloji uzmanı Tio yetişiyor. Acaba yıldızlar Alice’ye yardım edecek mi? Bu kez aşk yüzüne gülecek mi?
Ahlakın Coğrafyası Sam Harris, Akılçelen Kitaplar “Bilim İnsani Değerleri Nasıl Belirler?” altbaşlığını taşıyan kitap, kadim bir tartışmayı yeniden gündeme taşımakla yetinmiyor, ahlak felsefesi ve hatta toplumsal bilimlerin her alanında yeni ve devrimci bir yaklaşım sunuyor.
Senin de Canın Yanacak Önay Yılmaz, Destek Yayınevi Kahramanımız bir kiralık katil... Müşterisi ondan altı kişiyi öldürmesini istiyor. Ancak bu işte bir gariplik var çünkü öldüreceği altı kişiden üçünü onun seçmesini şart koşuyor! Polisiye alanında yetkin isim Erol Üyepazarcı’nın övgüyle sözünü ettiği bir roman.
Güvercine Ağıt Gürsel Korat, YKY Gürsel Korat’ın “Zaman Yeli”nden sonra yazdığı ikinci Kapadokya odaklı bu roman 13. yüzyıl sonlarındaki çokkültürlü, çokdilli etnik zenginliğin içinde dolaştırıyor okurunu. Yazarın ayağını sıkıca bastığı İç Anadolu coğrafyasında dervişler, keşişler, Moğol askerleri, Venedikli tüccarlar var.
Bütün Bunlar Hayat İşte… MELİSA KESMEZ
K
adın kahramanlara karşı derin bir merakım ve inkâr edemeyeceğim bir düşkünlüğüm var. Okurluk yolculuğum boyunca pek çoğuyla kitaplar bittikten sonra da uzun vakitler geçirdim. Bende derin izler bıraktılar. Kadınların sesini bir kurmaca eserin sayfalarından da olsa okura duyurmaları beni etkileyen en önemli nedenlerden biri. Ne de olsa edebiyat dünyası da diğer pek çok “dünya” gibi erkeğin dünyası; ister kurmaca karakterler söz konusu olsun, ister onları yaratan kalemler, kadın olmak ekseriyetle edebiyatın da kıyısında durmak demek… Son dönemle bu mühim kadınlardan biriyle daha tanıştım. Katalan edebiyatının usta kalemlerinden Merce Rodoreda’nın yarattığı Natalia, bir kitabın sayfalarında tanıştığım ve derinden duygusal bağ kurduğum karakterlerden biri oldu. Dünya çapında çok sayıda dile çevrilen ve modern bir klasik olarak kabul edilen “Güvercinler Gittiğinde” adlı romanın başkahramanı Natalia, 1930’ların Barcelona’sında içsavaşın etkisindeki bir hayatın dalgalı denizinde varoluş mücadelesi veren bir kadın. Ancak bu mücadele akla gelebileceği üzere kahramanca ya da macera dolu bir mücadele değil; bilakis kendi halinde, sıradan ve alabildiğine basit. Natalia gerçek bir kadın; karikaturize bir tip ya da ezbere cümlelerle konuşan bir roman kişisi değil. Bütün duyguları, insani halleri, iç döküşleriyle sahici bir anlatıcı… Okuru etkilemeye ya da şahsi meselesine ikna etmeye çalışmıyor; yarattığı etki alabildiğine çabasız ve kendiliğinden... Gündelik hayatın merkezinde bir ev, o evi mesken edinen çocuklu bir aile, o aileyi ayakta tutan bir eş ve anne. Son olarak da aile bireylerinin mekânı paylaştığı evcil güvercinler… Bütün bu karmaşanın ortasında Natalia’nın usulca akıp giden hikâyesini kendi ağzından dinliyoruz. Ataerkil çekirdek ailenin, savaşın ve yoksulluğun girdaplarında dönüp duran bir kadının hayata tutunma çabasını aktaran bir hikâye bu. Müthiş canlılıkta ayrıntıları ve bir o kadar içten anlatımıyla, okuru derhal alıp o kırılgan dünyaya taşıyor. Hikâye, bir kutlama sırasında halkın toplandığı meydanda başlıyor. Natalia ona “sen benim hanimim olacaksın” diyen kocasıyla bu kutlamada tanışıyor. Çok kısa zaman içinde, daha Natalia gencecikken evleniyorlar. Adam Natalia’ya güvercin anlamına gelen “Colometa” adını takıyor ve o da bu adı benimseyerek gerçek adını unutuyor. Arka arkaya iki çocuk doğuruyor Natalia ve geçim derdi başgösterince evlere temizliğe gitmeye başlıyor. Kocası bir gün evde güvercin beslemeye karar veriyor. Sayıları gün geçtikçe artan güvercinler evin neredeyse her yerini ele geçiriyor ve hayatlarının bir parçası oluyor. Devrimci kocasının savaşa gitmesiyle hayatı kökten değişmeye başlıyor Natalia’nın. Savaşın bitimindeyse onu ve çocuklarını yepyeni bir hayat bekliyor. “Güvercinler Gittiğinde”, beni en çok anlatıcı karakteriyle büyüledi ama tek mahareti bu değil. Savaş gibi insanlığı kökünden söken, yarattığı yıkımı anlatmanın özellikle sanatçı için hiç kolay olmadığı bir toplumsal gerçeği edebiyata konu etmek nadir bir durum değil kuskusuz, ki edebiyat bunun çok sayıda yetkin örnekleriyle dolu.
kesmezmelisa@yahoo.co.uk Ama bizi Natalia ile tanıştıran roman, böyle bir buhranı bir kadının gözünden, üstelik savaşın taraflarından biri olmaktan ziyade onun gölgesinde ayakta kalmaya çalışan bir eş ve annenin gözünden anlatıyor ve böylece benzerleri içinde ayrıcalıklı bir yer ediniyor. Natalia’nın dokunaklı hikâyesi, okurla daha ilk cümleleriyle güçlü bir bağ kuruyor ve son satıra kadar o bağın kopmasına izin vermiyor. Roman boyunca akışkan ve pürüzsüz bir şekilde devam eden metin, yol boyunca etkisinden hiçbir şey yitirmiyor. Yazar Rodoreda, mekânları ve insan ilişkilerinin vesile olduğu duygu durumlarını incelikle tarifliyor, okuru romandan dışlaması olası hiç bir fazlalığa yer vermiyor. Ancak metin asıl olgunluğuna son dönemeçte kavuşuyor; o “anlatılmaz ancak okunur” son bölüm, özetlediği büyük duygularla uzun süre zihinde asılı kalıyor. Hikâyenin geneline dair bahsetmek istediğim bir başka unsur da kulağa bunca duygusal gelen bir romanın, duyguları anlatırkenki sadeliği. Natalie bir anlatıcı olarak, duygusal yoğunluğu fazla yahut romantik bir anlatımdan ziyade, olan biten her şeyin hayatın bir parçası olduğu kabulüyle, çok daha sakin bir anlatıma sahip. Duyguları köpürtmüyor. Ancak o sükûnetin içinde büyük duygular gizli ve roman bu haliyle ne kadar uzak gibi görünse de kalbe aslında bir o kadar yakın. Yazar Rodorea kitabın sonuna düştüğü bir notta şöyle diyor: “… şiddetle iddia ediyorum, ‘Güvercinler Gittiğinde’ bir gıdım duygusallık içermese de, her şeyden çok bir aşk romanıdır.” Romanın bahsederek sürprizini kaçırmak istemediğim sonu, bunun en büyük kanıtı: Natalia’nın kitabın ortasında yön değiştiren hikâyesi, edebiyatın en güçlü romantik anlarından birine evrilerek son noktayı koyuyor. Rodoreda bir enkazın ortasında doğuveren aşkın en doğal halini resmetmeyi başarıyor. Romantik eğilimlere kanmadan, iki insan arasındaki aşkı en naif ve en insancıl haliyle aktarıyor. Roman sona erdiğinde içinizde yumuşacık bir şey kalıyor. Kitabın girişinde Meredith’ten yapılan alıntı sanki her şeyi anlatır gibi: “Canım, bütün bunlar hayat işte.” “Güvercinler Gittiğinde” rafine, yazarının da betimlediği üzere yalın ve insancıl bir roman… Bir o kadar kudretli. Gabriel Garcia Marquez’in “İçsavaştan bugüne İspanya’da yayımlanan en güzel roman” diye bahsettiği kitap, edebiyatın büyüsüne bir kez daha inanmamı sağladı. Son olarak unutmadan şunu söylemem şart: Romanı Katalanca aslından çeviren Suna Kılıç’ın büyük bir iş çıkardığına inanıyorum. Her ne kadar Katalanca aslından bihaber olsam da, Natalia’nın hikâyesi Türkçede etkisinden bir şey yitirmişe benzemiyor. “Güvercinler Gittiğinde”, Merce Rodoreda, Çev: Suna Kılıç, 224 s., Alef Yayınevi, 2016
Eylül 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
KISA KISA
Muazzez İlmiye: Asırlık Bir Çınar ADALET ÇAVDAR
H
erhangi bir haber kaynağı içerisinde 100 yaşında ya da 100 yaşını aşmış bir insanla ilgili bir haber okuduğumda ya da gördüğümde aklıma gelen hayatın bütün zorluklarına rağmen insanın bu kadar uzun yaşamaya nasıl dayanabildiğidir. Birçok acı, anı, kayıp düşünür; kederlenirim. Öte yandan o kadar uzun bir ömrün birçok kazanımı ve mutluluğu da vardır elbette. Hayatın kısa olduğunu inkâr edercesine yaşanmış ve yaşanmaya devam eden bir ömür, koca bir çınar misali. Muazzez İlmiye Çığ, 103 yaşında adıyla yaşamış muazzam bir bilim insanı. Sedef Kabaş, 2002 yılında yaptığı bir röportajla tanışıyor Muazzez İlmiye Çığ’yla. Neyse ki bu dostluk orada kalmıyor. Yıllar sonra Sedef Kabaş, Muazzez Hanım’ın yanına beş günlüğüne bir ziyarette bulunuyor. Onunla uzun uzun sohbet ediyorlar ve ortaya “Muazzam Muazzez” kitabı çıkıyor. Söyleşinin deşifresi sırasında gösterilen özen sayesinde kitabı okurken bir söyleşi okur gibi değil daha çok Muazzez Hanım’la karşı karşıya muhabbet eder gibi hissediyorsunuz kendinizi. Öyle ki kitabın kapağını kapatırken Muazzez Hanım’ın yanından ayrılıyormuş gibi kalkıp uzun uzun sarılmak istiyorsunuz kendisine. Uzun yaşamanın sırlarından önce Muazzez İlmiye Çığ’ın nasıl Muazzez İlmiye Çığ olduğunu dinliyoruz kendisinden. 1914 yılının haziran ayında Bursa’da doğuyor. Yaşadıkları döneme kıyasla oldukça açık görüşlü, çocuklarının geleceklerini her şeyden daha çok düşünen bir ailenin kızı Muazzez İlmiye. Becerikli bir ev kadını olan annesi ve öğretmen olan babasıyla her şeyini konuşabilmiş. Devrin zorluklarını hep beraber atlatmışlar, birçok savaş ve göç görmüşler. Muazzez Hanım’ın belki de hayattaki en büyük şansı ailesini her koşulda yanında bulması. Muazzez İlmiye Çığ, kendi çocukluğunu ve gençliğini anlatırken bir anne babanın evlatlarının yanında nasıl durması gerektiğini, kardeş olmanın ne demek olduğunu da hatırlatıyor. Bir çocuğu okula göndermek, giydirmek ve karnını doyurmak dışında ona hayata karşı bir bakış açısı kazandırmanın ne kadar önemli olduğunu dile getiriyor. Bütün eğitim hayatı boyunca yaşadığı yoksulluklara ve zorluklara rağmen oldukça başarılı bir öğrenci olmuş Muazzez İlmiye Çığ. Bunun yanı sıra müzikle, resimle, edebiyatla ilgilenmiş. Yaşadığı ülkede olanları da yakından takip etmiş. Canlı bir tarih aslında Muazzez Hanım. Tanık olduğu savaşları, göçleri, hastalıkları; koca bir ülkenin ve milletin yeniliğe ne kadar kapalı olduğunu; Cumhuriyet’in doğuşunu; cehaletle baş etmenin zorluklarını sanki o günleri tekrar yaşıyormuş gibi anlatıyor kitapta. Ülkenin bugün geldiği sosyal ve siyasal duruma ilişkin görüşlerini de belirtiyor, her şeyin oldukça umutsuz göründüğü şu günlerde gençlere güveniyor ve umudunu kaybetmiyor. Bütün bu uzun hayatın içerisinde kişilerin isimleriyle birlikte, olayları yıl yıl hatırlaması şaşırtıyor insanı. Bütün bunların yanı sıra Türkiye’de bilim dünyasına ilişkin de önemli deneyimler paylaşıyor. Ülkemizde bilimle uğraşan insanların birbirlerine yaklaşımlarıyla yurt dışın-
adaletcavdar@gmail.com da yaşayan insanlarınki arasında farklılıkları da öğreniyoruz. Eskişehir’de öğretmenlik yaparken bir ömür en yakın arkadaşı olan Hatice Kızılyay’la beraber Ankara’ya üniversite okumaya gidiyor Muazzez İlmiye. Hiç bilmeden bir sürü talih ve tesadüfle Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Hititoloji Bölümü’ne giriyor ve Hititoloji’nin yanında Sümeroloji ve arkeoloji de okuyor. Cumhuriyet’le beraber kurulan üniversitede yurt dışından getirilen akademisyenlerin öğrencisi oluyor. Fakültede dört yılda dört dil öğreniyor. 1940 yılında hiç müze görmeden ve müzecilik okumadan mezun olduğu üniversiteden sonra Arkeoloji Müzesi’nde çalışmaya başlıyor. Arkeoloji Müzesi’nde otuz yıl çalışarak 74.000 tablet sınıflandıran ve 3000 yakın tabletin yayınlanmasını sağlayan Muazzez Hanım hâlâ birçok tabletin, belgenin ve dokümanın müzelerde öylesine beklediğinden, akademide bu alanda uğraşan insanların bile kaynaklarla ilgilenmediğinden bahsediyor. Bilim insanları arasındaki yersiz kibir ve kıskançlıktan dem vuruyor. Yaptığı çalışmalara ve yazdığı makalelere yurt dışında gösterilen ilginin zerresini mezun olduğu üniversiteden göremediğini de anlatıyor. Türkiye’nin kaderinde galiba onun geçmişi ve geleceği için çalışan insanlara ilgi göstermemek var. “Devrim Arabaları” filminde geçen bir replik kitabı okurken aklımdan çıkmıyor: “Bu ülkede hiçbir başarı cezasız kalmaz.” Muazzez Hanım yoğun çalışmalarına rağmen bu ülkenin duyarlı bir vatandaşı olmayı da asla elden bırakmamış. Gördüğü yanlışlar hakkında gerekli yerlere yazdığı mektuplarla da düşüncelerini ifade etmekten hiç vazgeçmemiş. “Muazzam Muazzez” bir özyaşamöyküsü olmanın ötesinde milattan önceki uygarlıklar hakkında birçok bilgiyi de okura aktarıyor. İlk uygarlıkların kadına, aileye, eğitime ve toplumsal yaşama bakış açılarını öğreniyorsunuz. Aslına bakarsanız “Muazzam Muazzez” bir nevi tarihe giriş kitabı. Hem yakın geçmiş Türkiye tarihine hem de uygarlıklar tarihine başlangıç mahiyetinde. Dünya miraslarından, kurulan ve yok edilen kütüphanelerden, insanlığın geçmişten günümüze ilerleyişinden, Türkiye’nin siyasi ve bilimsel geleceğinden ve yaptıklarımızın dünyadaki değerinden, dünyanın Türkiye’ye bakış açısından uzun uzun bahsediyor Muazzez Hanım. Bildiği her şeyi başkalarıyla paylaşmak, öğrenmek ve öğretmek için yaşayan bir kadın o. Bir bilim insanının, bir Cumhuriyet kadınının film gibi hikâyesi “Muazzam Muazzez”. Muazzez Hanım uzun yaşamanın sırlarından da bahsediyor elbette. Severek yaşamak diyor en başta, kin tutmamak, dargın kalmamak, her daim çok çalışmak, bedenen ve aklen asla boş kalmamak… “Muazzam Muazzez”, Sedef Kabaş, 198 s., Asi Kitap, 2016
Uykuya Dalmayan Koyun Christine Beigel, Hervé Le Goff, 1001 Çiçek Kitaplar Uykudan önce serisinin bu kitabı, uyumak istemeyen kuzuların itirazsız yatağa girmesini sağlayabilir. Hikâyenin kahramanı koyun da uyumak istemiyor. Tüm sevimli itirazların sonunu getirecek şey kitabın içinde.
Hayvan Davranışları Joseph Midthun, Samuel Hiti, Mavi Kelebek Neşeli karakterlerle bilimin temel kavramlarını ele alan heyecan dolu kitaplardan biri. “Bilimin Çizgi Romanı” serisi, çocukları bilimle buluşturuyor. Çocuklar eğlenerek bilimin merak ettiği soruların yanıtlarını buluyor.
Dikkat Zehir Angèle Delaunois, François Thisdale, Almidilli Yayınları Çocukların aklından geçen türlü soru vardır. Sorular Profesör Ombilic rehberliğinde yanıt buluyor. En temel bilgilerin yer aldığı bu seri, çocukların eğlenerek öğrenmesini sağlıyor. Okuma becerisini de geliştirmelerine yardımcı oluyor.
Uzay Tatili Hasan Yiğit, Arkadaş Yayınları Bir okul gezisi, kimsenin akıl sır erdiremediği bir olayla yarıda kesilir. Öğrencilerden birinin ayakları yok olmaya başlamıştır! Bu sıradışı olaya tanık olar arkadaşı Olgun, bu olayı araştırmaya koyulur. Acaba bu olanların uzaylılarla bir ilgisi var mıdır?
Acemi Korsan Nehir Yarar, Elma Çocuk Hangi çocuk korsanlığa özenmez ki? Hele ki maceraperest bir çocuksa... Bu romanın kahramanı da keşfetmeyi seviyor ve sırf bunun için korsan olmak istiyor. En yakın dostu ve öteki arkadaşlarıyla bu işi ciddiye bindirince macera başlıyor.
Azıcık Acıklı Masallar Italo Calvino, YKY İtalyan ve dünya edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Italo Calvino’nun çocuklar için kaleme aldığı masallar Türkçede yayınlanmaya devam ediyor. İçinden hırsızların ve iyi kalplilerin, huysuzların ve merhametlilerin geçtiği bir masal diyarı sizleri bekliyor.
Mutlu Prens Oscar Wilde, Kırmızı Kedi Yayınevi Dünya edebiyatının büyük yazarlarından Oscar Wilde’ın klasikleşmiş öykülerine ve ilk baskısında kullanılan çizimlere yer verilen bu kitapta arkadaşlık, sevgi, emek ve iyilikle dokunmuş masalsı öyküler yer alıyor.
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Eylül 2016
LÜTFİYE AYDIN:
“Tamburi Cemil Bey, Yüz Yılda Bir Gelen Dâhilerden” Söyleşi: SELNUR AYSEVER
Gazetedeki kaçıncı röportajım, bilmiyorum. Her seferinde ayrı bir heyecanla okudum kitapları, yazarları heyecanla karışık bir ürkeklikle aradım. Bu kez farklı bir duygu karşıladı beni. Televizyonsuz evlerin tek eğlencesi olan radyolu günlere gittim. Kaçırılmadan dinlenen Arkası Yarın’ları, tiyatronun düşlerimizde yaşatıldığı Radyo Tiyatrosu’nu anımsadım. Bu ayki röportaj konuğum olan Lütfiye Aydın, çocukluğumun gizli kahramanıymış meğer. Ben kendi kahramanımla, onun kahramanını anlattığı romanı sayesinde tanıştım. Tamburi Cemil Bey’in yaşamını kaleme aldığı romanı “Dehanın Sesi” ile. Tamburi Cemil Bey, Türk musikisinin eşsiz virtüözlerinden biri. Hakkında pek çok tevatür var; tambur çaldığı sol elinin mumyalanması gibi. Onu “efsane” yapan ise musikiye kattığı yorum. Hazin yaşamı, erken yaşta gelen ölümle sonlanıyor. Kısacık ömründe, ölümsüz eserlere imza atıyor. Babası Chopin’e, Brahms’a ilgi duyuyorken, oğlu Türk musikisinde eşdeğer bir yer ediniyor. Lütfiye Aydın, ölümünün 100. yılında Tamburi Cemil Bey’i roman kahramanı yaparak anlatıyor. Roman, dönemin ruhuna uygun bir incelikle yazılmış. Kadınları, erkekleri, toplumsal faaliyetleri, bir cumhuriyet kadınının bakışıyla işlemiş. “Yayımlanmasını çok isteyerek yazdım” dediği romanı için uzun yıllar çalışmış Lütfiye Aydın. Bir “deha” olarak tanımladığı Tamburi Cemil Bey’i öyle içselleştirmiş ki, ona dair akılda soru işareti bırakmamış. Lütfiye Aydın’ın sıradaki kahramanının kim olacağını sabırsızlıkla bekliyorum. Selnur Aysever: Pek çok öykü kitabınız ve ödülleriniz var. Ancak belgeselleriniz ve özellikle bir neslin yetiştiği “Radyo Tiyatrosu” ve “Arkası Yarın” programları kanımca özgeçmişinizin en etkileyici yanı. Nasıl doğdu bu programlar? Lütfiye Aydın: Radyofonik oyunlara, bir işsizlik döneminde Ayla Kutlu’nun aklıma girmesiyle başladım. Daha sonra da Sevgili Selma Fındıklı’nın –ışıklar içinde yatsın– yönlendirmesiyle neredeyse asıl işim olmuştu. Yalnızca diyaloglar aracılığıyla insanlar, ülkeler, aşklar, yaşamlar çizmek güzeldi. O sırada henüz iki kitaplı bir yazardım. Kaleme aldığım oyunlarımla işimden ayrılmadan önce maaş karşılığı yazdığım belgeseller, televizyon ile radyo programlarıyla öykülerim birbirini epeyce destekledi; hatta biri ötekini besledi sanıyorum. Öykülerimde –daha sonra da romanlarımda– diyaloğa sıklıkla başvurmasam da, en azından etkili yazmayı öğretmiştir bana radyo. Ne yazık ki artık o büyülü dönem bitti. Geçenlerde, yazdığım iki Radyo Tiyatrosu’na Youtube’da rastlayınca, çok eski bir dostla karşılaşırcasına içim bir hoş oldu nedense. Özlemişim… Selnur Aysever. Bugünkü medyayı kültürsanat alanındaki üretim bakımından nasıl değerlendiriyorsunuz? Lütfiye Aydın: Bugünkü medyayı kültür programları açısından elbette yetersiz, hat-
ta çorak buluyorum. Gençliğimde gazetelerin gayet doyurucu kültür-sanat sayfaları vardı. Hatta kimi gazetelerde roman tefrika edilirdi. Samim Kocagöz’ün “İzmir’in İçinde” romanıyla Firuzan’ın “47’liler”ini, Fakir Baykurt’un “Kaplumbağlar”ını, hatta Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanını doğup büyüdüğüm kentte, gün gün gazeteden okuduğumu anımsıyorum. Büyük şans, büyük zenginlikti. Ne yazık ki, 12 Mart’la, 12 Eylül’ün başlattığı kültür düşmanlığının medyaya da yansıması kaçınılmazdı. Bugünkü kültürel çölleşmenin kökleri işte tam da o günlere dayanıyor. Selnur Aysever: Yazım yaşamınıza müstear isimle yazdığınız şiirlerle başlamışsınız ancak bu alanda devam etmemişsiniz. Dilinizde şiirsel bir tat olmakla birlikte, şiir yazmayı bırakma nedeninizden bahseder misiniz? Lütfiye Aydın: Bizim kuşak bir biçimde şiire bulaşmıştır mutlaka. Benim de o genel eğilime uymuş olmamın şaşırtıcı bir yanı yok. Fakat 16-17 yaşlarımdayken, üç şiirimle katıldığım liseler arası bir şiir yarışmasında birincilik değilse de ikincilik ve dördüncülük ödüllerini almış olmak ilginçti. Sonra 68 aydınlığında gerçek şiirin ne olup olmadığını öğrenince bütün yazdıklarımı yok etmiştim. Belki düz yazıyı daha önemli bulduğumdan, belki de Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Enver Gökçe, Hasan Hüseyin gibi ustalardan gerçek şiirin ne olup olmadığını öğrendiğimden olmalı; alt alta dizeler düşmektense yan yana tümceler kurmayı yeğledim. Yazdıklarımda şiirsel esintiler varsa, bundandır sanırım. Selnur Aysever: Romanda hem dönemin siyasi iklimini yansıtmak hem de toplumsal yaşama dair bilgiler aktarabilmek için nasıl bir araştırma/çalışma yöntemi izlediniz? Lütfiye Aydın: İnsan genetik özellikleri yanında yaşadığı ortamın, aldığı eğitimin, arkadaş çevresinin, okuduğu kitapların, dinlediği müziklerin, kısacası içinden geçip gittiği tarihsel dönemlerin de ürünü. Bir sanatçının evrenini anlamak için bütün bunların incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. “Dehanın Sesi”ni yazarken izlediğim yönteme gelince… Çok düzenli olmasa da, kendimi bileli arşiv merakım vardır. İlgimi çeken belgeleri, bulguları –özellikle de fotoğrafları– dosyalayıp bir yana koyarım. (Devamı sayfa 11)
EMRE KONGAR Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-2 Geçen ay başladığım, Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yapılmış olan son söyleşiye bu ay da devam ediyorum. “ŞİİR DOĞALDIR” - Çok eskiden bir anektod anlatmışlardı: Çiçek Pasajı’na siz de giderdiniz. Bunu anlatan kişi, Müştak Erenus , “Nasıl oluyor da bu şiirler çıkıyor” demiş. Siz demişsiniz ki “Yaz şu peçetenin üzerine bir tümce ya da bir sözcük.” O da yazmış. Siz hemen orada bir şiir türetmişsiniz. - Gazetecilere bunu çok yaptım ben. Bu bana spor gibi geldi. Birbiriyle münasebeti olmayan sözcük yaz diyorum ama Türkçe olsun. Arapça veya Farsça olmasın. Hiç aklına gelmeyen sözcükleri yaz. Onu orada ben şiir haline getiriyorum hemen. Ben bu kelimelere bakıyorum şöyle. Bir sırasını hazırlıyorum. Her kelimenin bir sırası olabilir. Örneğin gemi demişse adam, baca demişse, geminin bacası olarak yazıyorum. Ya da gemi demişse, bir de ayak demişse, ayak orada yolcuyu temsil ediyor olabilir. Bunları zihinsel bir bakıştan geçiriyorum, sıraya koyup yazıyorum. Mesela, meşhur bir fıkra yazarımız var, Milliyet’te yazıyor, Çetin Altan. Bir gün evindeydim, Çetin Altan’a da aynı şeyi söyledim. Ona da hemen bir şiir yazdım. Çok kolay. Bunu mektepte öğrenmesen de şiir yazmak o kadar zor bir şey değil, tam tersine çok kolay. Çünkü insan şiir yazarken sanki çıplak oluyor. Sanki annesiyle konuşuyor. O kadar kolay. Düzyazı yazarken insan giyiniyor, çamaşırlarını değiştiriyor. Şiir daha doğal bir şey... - Şiir yazmak kolay da iyi şiir yazmak zor... - Ama zaten şiir kelimesiyle iyiyi kastediyoruz. Hatta şiirin bu tasviri şiire zarar verir. Şiirin kötü olabileceğini kabul etmiş oluruz. Şiir yazmak demek cümlenin kısa olması demek. Ne fazla, ne eksik olmalı. Öz halde yazmalısınız. Saf olmalı. Saf olmazsa düzyazı oluyor. Aynı şey düzyazıda da geçerli. Düzyazının da güzel yanı var. Nedense gazeteciler, halk bunu sevmez diye onu bozuyor. Kalemlerinden böyle bir şey çıkarsa onu bozuyor. Aslında buna hiç gerek yok. Bakın, Namık Kemal bunu anlamıştır. O zamanın yazarları, şairleri kalemlerinden çıkan yazıları bozmazlardı. “TEPEDEN TIRNAĞA ULUSAL” Bende ulusal olmayan hiçbir yan yoktur. Öncelikle gramerim ulusaldır. Kesin. Cümle yapısından bu sezilebilir. Türkiye’de bu gözle görülür. Komünizm yıkıldıktan sonra baktılar ki irtica karşıtı bir tavır lazım. Bana kalırsa ben her zaman Rusya’da komünistlerin kalmasını isterdim. Ama insan denen yaratık doktrinleri yiyor. Kemiriyor. Ben bunları gözlerimle gördüm Moskova’da. Her gidişimde orada halkla sohbet ederdim. Çöp tenekelerine bakardım ne atıyorlar diye. Bence çok mühim. İnsanın ne attığı, ne yediğini gösterir. Giderdim çöp tenekelerini açardım. Kapıdan giriyorsunuz bir avlu, içeride 20 evin kapısı var. Oradaki çöplere bakardım. Rus halkının nelere sahip olduğunu görürdüm. Eğer o resim bozulmasaydı Rus halkı şu an bin kat ileride olabilirdi. Gümrüklerde bozulmuş evvela. Rüşvet alma akla gelmeyen bir şey, ama yavaş yavaş halka yayılmış. Herkes almaya başlamış. Bir zamanlar Moskova’da şöyle bir kanun vardı. Eğer talebenin biri Moskova’da, sevgilisi dışarıdaysa onu da içeri alabilirdi. İşte sahtekârlık oradan başladı. Duydum ki bir arkadaşım, başka bir kadınla eve yerleşebilmek için evlenir numarası yaptı; evlenmedi ama evli gözüktüler. İşte buradan başlamış her şey. Çok güzel bir rejimdi, maalesef mahvoldu.