Remzi Kitap Gazetesi / Haziran 2015

Page 1

Barbarın Kahkahası

Kocan Kadar Konuş/Diriliş

Ali İsmail: Emri Kim Verdi?

SEMA KAYGUSUZ

ŞEBNEM BURCUOĞLU

İSMAİL SAYMAZ

K

E

olun kırılıp yenin içinde kalmadığı bir roman evreni. Denize nazır bir tatil beldesinde en olmayacak şey yaşanıyor. Akrabalar, kardeşler, karılar kocalar, komşular bir hesaplaşmaya girişiyor... Kaygusuz, aile saadetinin tam ortasına, bir şölen sofrasının göbeğine hiç olmayacak şekilde neşterini sokuyor. Devamı sayfa 7

R

E

M

Z

İ

G

vlilik kurumunun kuşattığı kadın ile erkeğin açmazlarını, sıkışmalarını tüm çıplaklığıyla ortaya seriyor Burcuoğlu. Ama bunu öyle asık yüzlü yapmıyor; evlilik yolunda yaşanan her durumu ti’ye alan anlatımıyla, adeta bir romantik komedi üslubuyla inceden söylüyor söyleyeceğini. Bazı tuzaklara da düşmüyor değil... Devamı sayfa 10

K

İ

T

A

B

E

V

ezi sürecinde hepimizin belleğinde onun yüzü yer etti. Bütün evlerde onun masum bakışları dolaştı. Vicdan azabı gibi içimize çöreklendi. İsmail Saymaz, sokak arasında dövülen o gencecik insanı ölüme götüren süreci araştırdı. Kitabın sonunda okura tek bir cümle bıraktı: Ölümleri kıyaslamayın efendiler. Devamı sayfa 13

ARKA KAPAK KONUĞU

İ

Buket Uzuner

SAYI 114 - HAZİRAN 2015 - ÜCRETSİZDİR

NEDİR BU YAZ KİTABI DEDİKLERİ?

Y

az gelince gardırobumuzu mevsime uygun düzenlediğimiz gibi kütüphanemizi de elden geçirir miyiz? Yazın okunacak kitaplarımızı daha göz önündeki raflara dizip, kışın okunacak kitaplarımızı daha gerileri mi göndeririz? Kitap okumanın yahut yazmanın bir mevsimi var mı dersiniz? Düşündük ki, okumak ve yazmak; zaman, mekân, mevsim ayırt etmeyen bir eylem. Yazmış, kışmış, güzmüş hiç fark etmez. Peki o zaman her yerde karşımıza çıkan “yazın okunacak kitaplar” listeleri de neyin nesi? Esasında yaz kitabıyla kastedilen ne acaba? Bu ayki dosyamızda Sevin Okyay, Asuman Kafaoğlu-Büke, Kaya Genç, Murat Gülsoy,

Vişnenin Cinsiyeti

Duyulur Dünyanın Şakası

6

FERİDE ÇETİN

Konstantiniyye Oteli

10

ZÜLFÜ LİVANELİ

Bir Hışımla: D.H. Lawrence’ın Gölgesinde

12

GEOFF DYER

MICHELE ZACKHEIM

Aslanım Prenses!

3

7

Devamı sayfa 8-9

6

JANETTE WINTERSON

Paris’e Son Tren

Behçet Çelik, Müge İplikçi, Öner Ciravoğlu, Batu Bozkurt ve Nazlı Berivan Ak ile bu meseleyi tartışmaya açtık… Eleştirmenlere, yazın okudukları kitaplarda bir değişiklik yapıp yapmadıklarını sorduk. Yazarlara; “Şöyle bir kitap yazayım, yazın iyi gider diye düşündüğünüz olur mu?” dedik. Yayıncıların ise yaz için özel bir yayın politikası güdüp gütmediklerini merak ettik. Çıkan sonuç bir kez daha gösterdi ki, yaz bahane... Çeşitli sebeplerle bir türlü fırsat bulup da okuyamadığımız kitapları okuyabilmek adına fırsatı değerlendirmeniz dileğiyle...

14 15

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

Köy Peynirinin Üstüne Tanımam…

Türk Kahvesi Kitabı

Ömer Seyfettin: Aruz ve Hece Vezni

KEREM ÇALIŞKAN

“Ermeniler Satranç Tahtasında Talihsiz Bir Karedeydi” G

azeteci ve araştırmacı yazar Kerem Çalışkan “100 Yılın Örgütü”, “100 Yılın Darbesi” ve “100 Yılın Rövanşı” adlı tarih üçlemesinin ardından bir kez daha geçen yüzyılın başına dönüyor ve halihazırda çok tartışılan bir konuyu “Ermeni soykırımı” ya da katliamını konu alıyor. Çalışkan’ın “Alman Cihadı ve Ermeni Katliamı” başlıklı son kitabı konuyu; “bu bir karşılıklı kırım mıydı, tek taraflı bir imha operasyonu mu?”, “‘Katliam’ mı demek daha doğru ‘soykırım’ mı” gibi şimdiye kadar süregelen kısır tartışmalardan azade, üzerinde fazla durulmayan bir boyutuyla ele alıyor: Alman emperyalizminin bölge planları ve planlarda Müslümanlara ve Ermenilere verilen rol... Çalışkan, Almanya’nın 18. yüzyıl sonundan itibaren geliştirdiği Büyük Alman İmparatorluğu Projesi’ni ve bu projenin bir ayağı olarak gündeme gelen “Müslümanları İngiliz ve Ruslara karşı ayaklandırma” hedefini, bir kısmı ilk

kez gün yüzüne çıkan önemli belgelerle ele alıyor. Çalışkan, yüzyıl başındaki olayları değerlendirirken, “Dünya hâkimiyeti peşinde koşan büyük güçlerin her biri satranç tahtasında kendi oyun planlarını oluştururken ne yazık ki Ermeniler bu satranç tahtasında talihsiz bir karede bulunuyordu” yorumunu yapıyor.

“Bu kitap ilk nasıl şekillendi kafanızda?” “Ben daha önce de Tempo’da vs. çalışırken Ermeni meselesinde Almanların rolüne işaret eden yazılar, haberler yayınlamıştım. En son Ermeni araştırmacı Vahakn Dadrian’ın bir kitabı dikkatimi çekti. ‘Ermeni Katliamı’nda Alman Sorumluluğu’ adında...”

“Katliam mı diyor soykırım mı?”

“O jenosid (soykırım) diyor elbette. Kitabın orjinal adı: ‘German Responsibility in the Armenian Genocide’. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Haziran 2015

Orhan Kemal Armağanı Hüsnü Arkan’a Verildi 44. Orhan Kemal Roman Armağanı, Hüsnü Arkan’ın Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Hırsız ve Burjuva” romanına verildi. Orhan Kemal Roman Armağanı Sekreterliği’nden yapılan açıklamaya göre, 2015 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı’na 65 eser katıldı. İnci Aral, Turhan Günay, M. Nuri Gültekin, Ahmet Telli, Eren-

diz Atasü, Çimen Günay Erkol ve Nazım K. Öğütçü’den oluşan seçici kurul “Hırsız ve Burjuva”yı, “Türkiye’nin son yıllarının bir resmini çizerken, yaşanan sosyal ortamın yarattığı bireyleri ve gelinen noktanın 12 Eylül’ün eseri olduğunu yetkinlikle anlattığı için” ödüle değer gördü. “Hırsız ve Burjuva” arka kapak yazısında; “Neoliberal dogmaların beslediği yeni bir ortaçağ tehlikesine dikkat çekmeyi amaçlayan, sebepsiz ve haksız zenginliği, sermaye birikimini eleştiren ironik bir roman” olarak tanıtılıyor.

Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ

Büyükler de Boyamak İster Fabooks tarafından yayımlanan “Osmanlı Minyatür Desenleri-Büyükler İçin Boyama Kitabı”, 16. ve 19. yüzyıllar arası Osmanlı minyatür sanatının ihtişamlı dünyasını renklendirmeye davet ediyor büyükleri. Osmanlı Minyatür Desenleri boyama kitabının içinde bulunan birbirinden güzel elle çizilmiş resimleri, marker ya da renkli kuru kalemlerle boyayabilirsiniz. Resimlerin nasıl çizildiğine bakarak kendi yaratıcılığınızı kullanıp ilaveler yapabilir ve kendinize özel bir Osmanlı minyatürü çıkarabilirsiniz. Resimleri kitaptan kopartarak çalışmak ve çerçeveleyip duvarınıza dekorasyon amaçlı asmak da mümkün.

Ahval Fanzin İzin İstiyor Ahval Fanzin, yeni çıkan 8. sayısında yayımladığı bildirgeyle yayın hayatına veda ediyor. Fanzinin kapanma nedeniyle ilgili veda bildirgesinde şöyle deniyor: “Dayatılmış piyasa şartları ve kapitalizmin pompaladığı popüler kültüre bir alternatif olma yoluyla çıktığımız fanzin yolculuğumuzda, artık misyonumuzu tamamladığımızı, daha geniş kitlelere ulaşmanın yollarını, daha fazla insana hitap edip daha fazla insana alternatif bir edebiyat, sanat, politika vb. oluşumu yaratmamız gerektiğini düşünmeye başladık.” Anlaşılan o ki bu temelli bir veda değil. Çünkü devamında şöyle deniliyor: “Ahval Fanzin şimdilik

elif.sahin@gmail.com

veda ediyor ama yeniden geriye dönmek üzere, farklı bir forma ulaşmış, daha farklı bir formata bürünüp yoluna devam etmek için bir süreliğine sizlerden izin istiyor. Ahval yeni şekliyle, farklı tasarımıyla ve her zaman taşıdığı muhalif kimliğini kaybetmeden yeniden sizle olacak. Bu süreç içerisinde bize ulaşabilir, görüş bildirebilir, fikirlerinizi bizimle paylaşabilir ve oluşumumuzda yer almak istiyorsanız, aramıza katılabilirsiniz.”

Online Yazar Masası Yayında! Türkiye’nin ilk online yazar masası “eceninmasasi. com” yayında! 2015’te okurla buluşan “Devir”in yazarı Ece Temelkuran, kitabın yazıldığı iki yıllık süreci ve serüveni, www.eceninmasasi.com’da tüm okurların erişimine sunuyor. Kitabın yazılış sürecinde yaşananları, sağa sola dağılan notları, çekilen fotoğrafları görmek bir şans olsa gerek. Ece Temelkuran’ın çalışma masasını online hale getirip tüm okurların görebileceği bir düzleme taşımak tam da bu noktadan hareket ederek büyüyen bir proje… Kitabın yazılmasına katkıda bulunmuş çoğu haberi, alınan notları, yapılan seyahatleri, okunan kitapları ve hatta Ece Temelkuran’ın kendisini bu masada bulmak mümkün! Temelkuran’ın kitabın yazımı açısından önemli gördüğü bazı fotoğraf kareleri ve yazılar üzerinde ise yazarın kendi sesinden notlar bulunuyor. Kampanya kapsamında, www.eceninmasasi.com’a giren ve Ece Temelkuran’a not bırakan okurlardan seçilecek on kişi, yazarla kahve sohbetinde buluşacak.

“Germinal”in Geliri Somalı Öğrencilere Yordam Kitap, Emile Zola’nın madencilerin hak mücadelelerini anlattığı “Germinal” adlı başyapıtının satışından sağlanacak geliri babalarını faciada kaybetmiş madenci çocuklarına burs vermek için kullanıyor. Yayınevi, “Germinal’in Geliri Soma’ya!” adlı kampanya duyurusunda “Soma için ne yapabiliriz?” sorusundan yola çıktıklarını ifade ediyor. Yordam Kitap’ın Facebook hesabından yapılan duyuruda şöyle deniyor: “Yayınevimizin yaptığı yaklaşık hesaba göre, 4 öğrencinin 3 yıllık bursunu karşılaması için Germinal’den 5000 adet satılması gerekiyor. Bugüne kadar satılan kitap miktarı 4300’e ulaştı. Eğer, Ağustos 2017’ye kadar satılan Germinal sayısı 6000’e ulaşırsa, burs süresi 1 yıl daha uzatılacak ve 4 çocuğumuza toplamda 4 yıl burs sağlanmış olacak.”

Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor

Nâzım Hikmet’in 1939-1945 yılları arasında kaleme aldığı “Memleketimden İnsan Manzaraları” 1908’den 1945’e kadar olan zaman dilimini kapsayan ve 300’den fazla karakter üzerinden Türkiye’nin hikâyesini anlatan bir destandı adeta. Bu eserin 70. yaşı tesadüf eseri Açık Radyo’nun kuruluşunun 20. yaşına denk geldi. Burdan yola çıkarak, Açık Radyo ve Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi işbirliğiyle bir projeye başlandı. Projenin başlığı: “Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor”. Herkesin kendi hikâyesini anlatmasını amaçlayan proje için son başvuru tarihi 1 Temmuz 2015. Benzer bir projeyi Paul Auster 2001 yılında “Amerikan yaşamından gerçek hikâyeler” şiarıyla Ulusal Halk Radyo’su (NPR) işbirliğiyle gerçekleştirmişti. Radyoda seslendirdiği hikâyelerin bizzat editörlüğünü yapıp bunları bir kitapta toplamıştı Auster. Yakın zaman önce bu kitabın Türkçe çevirisi Can Yayınları tarafından “Babamın Tanrı Olduğunu Sandım / Radyo Hikâyeleri” ismiyle yayımlandı. “Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor” projesinin ilham kaynaklarından biri olduğu için katılımcıların bu kitaba da göz atmaları öneriliyor.

Remzi’de En Çok Satanlar (Mayıs 2015) KİTAP (KURGU)

1 2 Trendeki Kız 3 Toprak 4 Kocan Kadar Konuş 2 Diriliş 5 Paris’e Son Tren 6 Kayıtsızlık Şenliği 7 Kürk Mantolu Madonna 8 Küçük Prens 9 Vazgeçtim 10 Delice Konstantiniyye Oteli

Zülfü Livaneli, Doğan Kitap

Paula Hawkins, İthaki Yayınları

Buket Uzuner, Everest Yayınları Şebnem Burcuoğlu, Dex Plus

Michele Zackheim, Remzi Kitabevi Milan Kundera, Can Yayınları

Sabahattin Ali, YKY

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi Kahraman Tazeoğlu, Destek Yayınları Hande Altaylı, Doğan Kitap

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 Türklerin Tarihi 2 Cemaat’in İflası 3 Başarıya Götüren Aile 4 Masal Terapi 5 Mahrem 6 Ermeni Suçlamaları ve Gerçekler 7 Bitkisel Kürlerle İlaçsız Tedavi 8 Deizm 9 Öğrendim ki... 1 0 Alman Cihadı ve Ermeni Sürgünü İlber Ortaylı, Timaş Yayınları Hanefi Avcı, Tekin Yayınları

Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi

Judith Malika Liberman, Doğan Novus

Barış Pehlivan-Barış Terkoğlu, Kırmızı Kedi Yayınevi İlker Başbuğ, Remzi Kitabevi

Ümit Aktaş, Hayy Kitap

Yaşar Nuri Öztürk, Yeni Boyut Yayınları Gülben Ergen, Doğan Novus

Kerem Çalışkan, Remzi Kitabevi

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Haziran 2015 Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Haziran 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Blog Yazarı Cinayetleri Bangladeş’te son zamanlarda laik blog yazarlarına düzenlenen saldırılara bir yenisi eklendi. Mukto-Mona (Özgür Düşünce) adındaki internet sitesi yazarlarından Ananta Bijoy Das, 12 Mayıs tarihinde saldırı sonucu hayatını kaybetti. Radikal İslamcılar tarafından ölüm

tehditleri aldığı belirtilen Das’ın çalıştığı internet sitesinin yayın yönetmeni de şubat ayında öldü­ rülmüştü. Das’la birlikte ülkede kısa sürede üç internet yazarı öldürüldü. Olayı araştıran polis üç cinayetin de benzer yöntemlerle işlendiğini ve üç yazarın da cinayetlerden önce ölüm tehditleri aldığını bildirdi. Bangladeş polisinin cinayetlerle ilgili incelemeleri sürerken, Das cinayetine sosyal medyadan da büyük tepki geldi. Kaynak: BBC News, 12 Mayıs 2015

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Arap Edebiyat Ödülü el-Mahmut’un

Peter Pan’in İmzalı Kitabı Satışta

Booker Ödülleri tarafından desteklenen Uluslar­ arası Arap Edebiyat Ödülü bu yıl Şükrü el-Mahmut’a gitti. Tunus Üniversitesi’nin yöneticilerinden biri olan el-Mahmut’un, “The Italian” (İtalyan) adlı ilk kitabı, çıktığı günden beri büyük ilgi uyandırmış ama Arap Emirlikleri’nde yasaklanmıştı. Bugüne kadar bir akademisyen, entelektüel, çevirmen ve edebiyat eleştirmeni olarak tanınan 53 yaşındaki el-Mahmut’un roman yazması bütün ülkeyi şaşırtmış ve roman kısa zamanda ülkede büyük bir beğeni toplamıştı. Roman, Tunus’un otuz yıllık Habib Burgiba rejiminden çıkıp Zeynel Abidin Bin Ali yönetimine geçtiği dönemi kapsıyor ve karakterlerin hikâyesinin yanı sıra iki diktatörlük arasında Tunus’ta olan sorunları irdeliyor. Bu yıl sekizincisi düzenlenen ödülün kime verileceği Filistinli şair Mourid Barghouti’nin de aralarında bulunduğu bağımsız jüri üyeleri tarafından belirleniyor ve 50 bin dolarlık ödül Abu Dabi Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından veriliyor.

Peter Pan’ın romana ilham kaynağı olan Davies ailesinin dadısı için imzalanmış birinci baskı kopyası açık arttırmaya çıkmaya hazırlanıyor. Köpeğini gezdirmek için parka gittiği bir gün çocuklarla tanışan kitabın yazarı Barrie, sık sık onlarla parkta gezintiye çıkmış ve ebeveynleriyle tanışarak ilişkiyi geliştirmiş. Yazarın çocuklara ilgisinden rahatsız olan dadı kitapta Nana adlı bir köpeğe dönüşmüş. Ayrıca kitaptaki “kayıp çocuklar”, dadıları onlara dikkat etmedikleri zaman kaçırılıyor. Tüm bunlar Barrie’nin çocukların dadısı Bayan Hodgson’dan pek haz etmediğini akla getiriyor. Yine de kitabın ilk baskısını imzalayıp dadıya veren Barrie’nin bu iyi niyetine Hodgson, kitabı kaplayıp özenle saklayarak karşılık vermiş. Nadir kitaplar koleksiyoncusu David Brass ocak ayında kitabı bulduğu anda, imzadaki Mary Hodgson’ın kim olduğunu hemen anladığını söylüyor. Kitap, Mayıs sonunda Londra Uluslararası Antik Kitaplar Fuarı’nda sergilenecek. Kaynak: Mark Brown, The Guardian, 17 Mayıs 2015

Kaynak: M. Lynx Qualey, The Guardian, 6 Mayıs 2015

Çalınan “Yüzyıllık Yalnızlık” Bulundu Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnız­lık” kitabının imzalı birinci baskısı Bogota Kitap Fuarı’ndan çalınmıştı. Kilitli bir camekândan çalınan kitap, bir hafta sonra Kolombiya polisi tarafından bulundu. Polis, ikinci el kitaplar satan bir kitabevinde bulunan kitabın, antika eser kaçakçıları tarafından çalınmış olabileceği ihtimali üzerinde duruyor. Kitabı 2006 yılında, alan Alvaro Castillo, daha sonra kitabı Gabriel Garcia Marquez’e imzalatmış. “Eski kitapların satıcısı Alvaro Castillo’ya, şimdi ve her zaman dostun Gabo” şeklinde imzalanan kitabın değerinin 60 bin dolar civarı olduğu tahmin ediliyor. Castillo kitabı Uruguay’ın başkenti Montrevideo’dan aldığı söyledi ancak ne kadara aldığı konusunda bir açıklama yapmadı. Polis şu anda hırsızları tespit edebilmek için kitap fuarının video kayıtlarını inceliyor. Kaynak: The Guardian, 9 Mayıs 2015

Babil Kütüphanesi Gerçek Oluyor Arjantinli yazar Borges’in hikâyesinde geçen Babil Kütüphanesi, New Yorklu yazar Jonathan Basile tarafından hayata geçirildi. Hikâyede, tüm harf kombinasyonlarını barındıran sonsuz sayıda kitaba sahip olan kütüphane internet ortamına taşındı. Basile, internet kütüphanesinin şu ana kadar yazılmış ve gelecekte yazılacak, roman, şiir, şarkı, makale gibi tüm yazılı materyalleri barındıracağını söylüyor. Basile’in kütüphanesi aynı Borges’in hikâ­yesindeki gibi her kenarda beşer tane olmak üzere yirmi kitaplıktan oluşuyor ve internet sitesinin ziyaretçileri istedikleri kitaplığa tıklayarak içindeki eserleri inceleyebiliyorlar. Mümkün olan her harf kombinasyonunu barındırdığı için yazılanların çoğu anlamsız, fakat bir uygulama sayesinde kitaplardaki anlamlı İngilizce kelimeleri bulabilmeniz mümkün. Kaynak: Nick Clark, The Telegraph, 4 Mayıs 2015

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

Köy Peynirinin Üstüne Tanımam… Geçenlerde birkaç dertli arkadaş son moda bir pazar kahvaltısında buluştuk. Şurdan burdan, klasiklerden, modern edebiyattan, işte yeni okumalarımızdan çene çalarken “entelektüel hava”mızı silip süpüren bir soru atıldı ortaya; “Ya biz edebiyat metinlerini çözümlüyoruz, yazarların her bir cümlesini didikliyoruz, tartışıyoruz ya. Bu irdeleyici tutumumuz otantik okurluğumuzu zedeliyor olabilir mi?” Masaya bir sessizlik çöktü. Ne yalan söyleyeyim ben de o ilk okumalarımdaki safiyane düşünceleri hatırlayıp duygulandım. Biri sessizliği bozdu; “Aslında haklısın” dedi. “Ben bu soruyu kurmaca yazarlık için de soruyorum. Sonuçta yazarlıkta esas sezgidir. Onca bilgiyi yüklenmek yaratıcılığı da baskılar diye düşünüyorum.” “Otantik okurluk sendromu” meselesini ortaya atan arkadaşımız devam etti: “Nasıl bu kadar emin olabiliriz, yazarın metnini tam da bizim çözümlediğimiz doğrultuda düşünerek oluşturduğuna…” Sezgici arkadaş katkıda bulundu: “Bence yazarın kendisi de bilemez ki zaten.” 90’lı yıllarda her tartışmada en az bir kere zikredilen bir cümle vardı: “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz!” Tabii içinde tehditkâr bir tavır da barındıran bu sözü dile getiren kişi, “o an itibarıyla” bilgi sahibi olanlar locasındaki yerini garantilemiş oluyordu. 70’lerin sonu 80’lerin başında doğanların anne babaları çocuklarını “Bilgiye saygıda kusur etme!” düsturuyla büyütmüştü. Bu kuşak “ben” demenin ayıp olduğu anlayışıyla yetiştirildiği için, özgüven konusunda da hayli sıkıntılıydı. Öte yandan, benim de dahil olduğum bu kuşağın ilkgençlik yıllarında, bilginin hegamonyası alttan alta sarsılmaya başlamıştı. Seçkinciliğe tepki olarak oluşan bir yeni iktidarın ayak sesleri duyuluyordu. Bizim kuşak tam bu ara kuşaktı. Yetiştirilirken kulağımıza üflenen ile yaklaşmakta olan iktidarın ayak sesleri birbirine karışıyordu. Hangisini dikkate alacağımızı bilemeden yaşadık ilkgençliğimizi. İlkgençlik demek; edebiyatla, sanatla, siyasetle ilk karşılaşma demek. O kafa karışıklığı içinde gerçekleşen karşılaşmalarımız biraz ikircikli oldu. Bir şey yapmak ile onu bilmek arasındaki ilişkiyi tam ve doğru kuramadık. 2000’lerle birlikte bilginin kibirli iktidarı devrildi. Tüm o alanlarda, bu işlerin “bilgisiz de yapılabileceği” bilgisi pratiğe geçti. O sırada 90’lılar ilkgençliklerini yaşıyordu ve onlar da bizim kuşağın tam aksine yüksek özgüvenle büyütülmüşlerdi. “Ben”de utanılacak bir şey olmadığını ilan ediyorlardı. He-Man’in göğe doğru kollarını açıp şimşekler çaktırırken söylediği gibi; “Güç onlardaydı artık!” Bu çizgi film 90’larda pek revaçtaydı lakin bizim kuşak için tren kaçmıştı. Biz Clementine’le büyümüştük. Clementine’e karşı He-Man. Hazin bir karşılaşma değil mi? Onların özgüven ve cesaretlerinin meyvesini Gezi’de sevinerek topladık. Hatta “kimi uzmanlar” sevinçlerine hâkim olamayıp bu kuşağa bir de isim buldular: “Y Kuşağı.” O gün bugündür içimde bir Z Kuşağı beklentisi. Alfabenin de sonuna geldiğimize göre bu son şansımız olabilir. Tarihi kendiyle başlatmadığı gibi bilgiyi de kutsallaştırmayan bir yeni kuşak gelir mi dersiniz? Kuşaklar üzerine genellemelerle “genellemeci yazarlar kervanı”na katılmamak için konuyu bizim kahvaltıya bağlamak en iyisi. O tartışma bir sonuca varmadı. Aramızdaki en bilgili arkadaş da topa girmeyince soru ortada kaldı. Oysa bilginin, kuramın, “düşünceli” okurluğun yaratıcılığa katkısı hakkında konferans verecek kadar yetkindi. Hiç değilse edebiyat tarihinden karşılaştırmalı örnekleri sıralayabilirdi; ama yapmadı işte. Döndü; “Şu öve öve bitiremediğiniz otantik köy peynirini uzatır mısın?” dedi. Uzatmadım. Yani peyniri uzattım da tartışmayı uzatmadım.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Haziran 2015

KEREM ÇALIŞKAN:

“Ermeniler Satranç Tahtasında Talihsiz Bir Karedeydi” Söyleşi: A. MERİÇ ŞENYÜZ, Fotoğraf: SEVGİ CAN (Baş tarafı sayfa 1’den)

“Zaten bu yönde araştırmalar yapan bir yazar. Dadrian’ın başka kitapları Türkçeye çevrilmişti ama bu çevrilmemişti. Kitabı Amerika’dan buldum getirttim. Okudum ve Belge Yayınları’nın Türkçeye Dadrian’ın bütün yayınlarını çevirdiği halde bunu çevirmemesi dikkatimi çekti. Zaten kitabın girişinde de ‘Bu kitap Türklerin sorumluluktan kaçmasına neden olacak şekilde kullanılmamalıdır’ diye bir not düşmüşler. Ancak bu kitaba baktığınız zaman, kitapta yer alan bir yığın unsur daha önce İttihat ve Terakki araştırmalarım sırasında oluşan tabloyu tamamlıyordu. Böylece o kitaptan da geniş bir özet alarak Ermeni meselesinde Almanya’nın planlarını ve Dadrian’ın fazla değinmediği Alman Cihadı meselesini de ele almaya çalıştım.”

“Kitabınızın başlığı ‘Alman Cihadı ve Ermeni Katliamı’, ilk bakışta ne alakası var bu ikisinin sorusu geliyor akla.”

parçalayarak kendi oyun planlarını uygulamaya çalışırken Almanlar da Osmanlı’yı bir arada tutarak kendi oyun planlarını gerçekleştirmeye çalışıyor. Ermeniler bu satranç tahtasında talihsiz bir karede duruyor.”

“Ermenilerin de bir oyun planı yok mu sonuçta? Onlar da bağımsız devlet kurmak istiyorlar...” “Sadece bağımsız devlet dediğiniz zaman tam olarak anlaşılmıyor. O sırada Ermenilerin planı şu: Bugünkü Adana’dan Trabzon’a bir çizgi çekin, bu bölgede bir Büyük Ermenistan kurmak istiyorlar. Bu coğrafya aynı zamanda Bağdat Demiryolu coğrafyasıdır ve bu plan Almanların doğu projesiyle yüzde yüz çelişiyor.”

“Böylece Ermeniler, Rusya’nın ve İngiltere’nin tarafında yer almış oluyor, öyle mi?”

“Tabii, tabii. Almanlar bunu Openheim raporunda saptıyor. Ta, 1896’dan beri hazırlanan Alman istihba-

menileri o bölgeden uzaklaştırılmasını kendilerinin istemesiyle başlamış bir meseledir.”

“Ermeni tehcirinin askeri bir karar olduğu söylenir...”

“Bu doğrudur ama o zaman Osmanlı Ordusu’nun herhangi bir karar alabilme yeteneği yoktur. Bütün askeri kararlar doğrudan doğruya Alman Genelkurmayı tarafından alınır. Herkesin kendi oyun planının bulunduğu satranç tahtasında Osmanlı’nın kendisine dair bir oyun planı yoktur.”

“Siz Almanya sessiz kalmadı; iradi olarak Almanya İttihat ve Terakki’ye bu tehcir ve katliamı yaptırdı diyorsunuz öyle mi?”

“Ben irade olarak Almanya bunun planını ortaya koydu ve Talat Paşa’nın deyimiyle tedbir istedi diyorum. O tedbir de Ermeniler’in o bölgeden uzaklaştırılmasıydı.”

“19’uncu yüzyılın sonunda ve 20’nci yüzyılın başında Osmanlı topraklarında yaşananları, Almanların bölgeye yönelik planlarını göz önünde tutmadan çözemeyiz. Almanların ne yapmak istediğini ve neler planladığını bilmek gerekiyor; çünkü Ermeni tehciri doğrudan doğruya Almanların bu planlarına bağlı olarak gelişen bir olay.”

Tarihle yüzleşmek için önce İttihat Terakki’nin o dönem oynadığı rolle yüzleşmek gerekiyor ve bununla cesurca yüzleşmek gerekiyor. Bununla yüzleşemezsek yüz sene önce yapılmış propagandalar yüz sene sonra da aynen devam ediyor ve sanki dünya üzerinde hiç emperyal planlar yapılmamış, büyük güçlerin hamleleri olmamış gibi, yaşananları Türklerin Ermeniler üzerine vahşet duygularına indirgeniyor.

“Almanların Osmanlı üzerinden geliştirdiği Ortadoğu planı şu: Bağdat demiryolu hattından Mısır’a ulaşmak, Mısır’ı ele geçirmek; sonra Mısır üzerinden Hindistan’a sıçramak ve dünya hâkimiyetini İngiltere’nin elinden almak. Birinci Dünya Savaşı’nın Almanlar açısından özeti bu. Buna İngiltere Mısır’dan saldırıya geçerek, Rusya da Kafkasya’dan saldırıya geçerek engel oluyor. Almanya ise Rusya, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı’yı parçalama planlarına karşı çıkarak kendi planını gerçekleştirmeye çalışıyor. Bizi sevdikleri için değil tam tersine dünya hâkimiyetinde bir oyun planı... Diğer güçler Osmanlı’yı

rat raporlarında bölgedeki Ermeniler İngiltere ve Rusya yanlısı olarak niteleniyor.”

“Peki, ne alıp veremediği var Almanların Ermenilerle?”

“Ermeni katliamı, soykırımı her ne denirse bu meselede Almanların rolü ilk kez sizin kitabınızla gündeme getirilmiyor. Kitabınızda bu açıdan yeni olan nedir?”

“Bu kitapta benim farklı olarak dile getirdiğim görüş şu: Bu Ermeni tehciri meselesini Almanların sadece İttihat Terakki’nin yaptıklarına sessiz kalması, susması, destek olması şeklinde görmek mümkün değildir. Tam tersi, Almanların bölgedeki askeri planları nedeniyle Er-

“Peki, burada şu soru gündeme gelmiyor mu; tamam elbette gerçeği arıyoruz, siz bir araştırmacı-yazar olarak bu büyük trajedide Alman emperyalizminin rolünü belgeleriyle ortaya koyuyorsunuz. Öte yandan işin bir de Türklerle ilgili bir yönü yok mu? Her şeyi Almanlar yaptı, yaptırdı demenin hani moda tabirle ‘tarihle yüzleşmeyi’ önleyici bir yanı olabilir mi?” “Böyle düşünmüyorum; şu yüzden böyle düşünmüyorum: Tarihle yüzleşmek için önce İttihat Terakki’nin o dönem oynadığı rolle yüzleşmek gerekiyor ve bununla cesurca yüzleşmek gerekiyor. Bununla yüzleşemezsek


Haziran 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

yüz sene önce yapılmış propagandalar yüz sene sonra da aynen devam ediyor ve sanki dünya üzerinde hiç emperyal planlar yapılmamış, büyük güçlerin hamleleri olmamış gibi, yaşananları Türklerin Ermeniler üzerine vahşet duygularına indirgeniyor.”

“Mesele bir Türk barbarlığı meselesi gibi ele alınıyor.”

“Evet, bir barbarlık düzeyinde ele alınıyor. Bu çok komik bir şey... Sanki o sırada dünyada bir dünya savaşı yokmuş, büyük kuvvetlerin planları yokmuş gibi meseleye bakılıyor. Oysa daha da ilginç bir durum var. Türkler dışında herkesin bir planı var. Acı olan şu ki, Türklerin kendilerine dair hiçbir planı yok. Almanya’nın yaptığı bütün planlar uygulanıyor. Zaten 2 Ağustos 1914’te, İttihatçıların dar yönetici kadrosunun Almanlarla yaptığı gizli anlaşmada savaş başlarsa, ordunun yönetimini Almalara terk etme diye özel bir madde var.”

“Mustafa Kemal’in buna muhalefet ettiği söyleniyor.”

“Ben kitaba özel olarak Mustafa Kemal’in 1917’de yazdığı ve neredeyse ordudan atılmasına yol açan raporunu aldım. Daha önce de Mustafa Kemal’in, 1914 yılında bu yönde düşünceleri var. 1914 yılında, Fransızlar, Almanları Marne Nehri önünde durdurur ve cephe savaşı başlar. Bu cephe savaşının başlaması demek, Almanya’nın iki cephede birden savaşa girmesi demektir. Doğuda Rus cephesi ve Batı’da Fransa cephesi... Oysa Almanlar yıllar önce bir askeri doktrin geliştirmişlerdir. Bu doktrin ‘önce Fransa’yı yen, sonra Rusya’ya dön’ ilkesini içerir ve hiçbir koşulda iki cephede birden savaşa girilmemesi gerektiği vurgulanır. 1914 Eylül’ünde Mustafa Kemal henüz Sofya’da ateşe militer olarak bulunduğu sırada, İstanbul’daki arkadaşı Tevfik Rüştü’ye yazdığı mektupta ‘Almanların mekik gibi iki cephe arasında gidip geldiği bir savaşı kazanma ihtimali yok’ der. Mustafa Kemal daha savaşın başında Almanların bu savaşı kaybedeceğini saptar. Bu yüzden Almanların yanında savaşa girmeye de karşı.”

“O noktada şöyle bir tez var: ‘Osmanlı İmparatorluğu zaten savaşın konusuydu dolayısıyla savaşın dışında kalması da mümkün değildi. Osmanlı yöneticileri, İngiltere ve Fransa’yla da dostluk kurmak için ellerinden geleni yaptılar ama kapılar yüzlerine kapanınca Almanlarla birlikte savaşa girmeye mecbur kaldılar, bu kaçınılmazdı’ deniliyor.”

“Bunlar olguları yeterince tartışmadan günümüze göre siyasi pozisyon alma çabaları... Zaten o yüzden de işin içinden çıkılamıyor. Şurası çok açık, Birinci Dünya Savaşı’nın önemli nedenlerinden biri zaten Osmanlı topraklarını paylaşmaktı. Bunu Talat Paşa da söylüyor. ‘Zaten masada olan bizdik’ diyor Talat Paşa... Daha da vahimi Türkiye’nin kendi olanaklarıyla bu savaşı yürütme ihtimali yoktu. Para yok, silah yok, hiçbir şey yok. Bu yüzden Türkiye başından beri müttefik aradı. Almanya da kendi hesapları açısından Osmanlı Ordusu’nun perişan halini, savaş gücünün düşüklüğünü bildiği halde, Osmanlı’yla ittifak yaptı. Bu ittifakın en önemli nedenlerinden biri, Almanya’nın Alman cihadı politikasıdır. Almanya, Osmanlıyla ittifakı, İslam halklarını İngiltere’ye karşı ayaklandırırım umuduyla yaptı. Ama bu plan da tutmadı.”

“Peki tutmamasının nedeni nedir?”

“Gerçekçi değildi. Çünkü Almanların bölgedeki İslam unsurlarına, kabilelere, aşiretlere vs. bakışı teorik düzeydeydi ve gerçekçi değildi.”

“Yani, Almanlar şöyle mi düşünüyordu; İslam halifesi cihat ilan ederse Müslümanlar İngilizlere karşı ayaklanır?” “Evet öyle bir yaklaşımları vardı.”

“Sultan Reşat yaptı o çağrıyı ama Müslümanlar ayaklanmadı.” “Reşat da tamamen Enver Paşa’nın baskısıyla yaptı o çağrıyı... O sırada İttihat ve Terakki içerisinde, Almanların ilan edilmesini istediği cihada inanmayan bir sürü insan vardı. Kâzım Karabekir gibi Mustafa Kemal

gibi... Enver’in de ne kadar inandığını bilemiyoruz ama Almanlar Enver’e baskı yapınca Enver, Almanların baskısıyla yaptırdı bu cihat çağrısını... Şimdi Birinci Dünya Savaşı’nda biz tarafsız kalır mıydık kalmaz mıydık sorusu yüz yıl sonra spekülatif bir soru...”

“Tarihe de spekülasyonla bakılmaz, şöyle olsa ne olurdu diye...”

“Ama yüz yıl sonra şunları söylemek mümkün: Bir; Almanlarla ittifak yapmamıza rağmen Karadeniz saldırısını yapmasaydık...”

“Sivastapol’un bombalanması mı?”

“Evet, Almanların Rusları savaşa sokmak için Yavuz ve Midilli zırhlılarıyla Osmanlı’ya Sivastapol’u bombalatması... İki; Kafkas harekâtı... Bu ikisi olmasaydı en azından Sarıkamış faciası yaşanmazdı. Bütün bunlar 1914’te Alman Genelkurmay Başkanı Moltke’nin Enver Paşa’ya çektiği bir telgrafta yazılıdır. Burada dört madde sıralıyor Moltke, Karadeniz’de Rusya’ya taarruz, Kafkaslar’da Rusya’ya taarruz, Süveyş Kanalı’na taarruz ve cihat ilanı... Yani cihat ilanını Alman Genelkurmayı özel madde olarak ekliyor.”

“Enver Paşa tamamen Alman emperyalizminin piyonu gibi davranmıştır, diyorsunuz yani öyle mi?”

“Evet, aynen öyle davranmıştır. Şunu söylemeye çalışıyorum: Mesela herhangi bir kurmay, Mustafa Kemal veya Kâzım Karabekir, savaşın hemen başında 60-70 bin kişi kayıp verdiren o saçma sapan Sarıkamış Harekâtı’nı yaptırmazdı. Orayı kırdırmazdı. O güç korunsaydı zaten Ermeni tehcirine de gerek kalmayabilirdi. III. Ordu çökünce Rus desteğiyle Ermeni ilerleyişi başladı.”

“Bugün Sarıkamış faciasını bir kahramanlık destanı gibi ananlar var ama...”

“Sarıkamış, tamamen Almanların Berlin’den gönderdiği bir plandır. Buna Alman askeri misyon şefi Liman von Sanders bile karşı çıkmıştır, yazmıştır anılarında... Berlin’den gelen talimatla bu harekât yapılmaya çalışılmıştır ve faciayla bitmiştir. Faciayla bittiği ve cephe boşaldığı için Rus ilerleyişi hızlanmış ve Ermeni çeteleri Çarlık Rusya’sı desteğiyle katliamlara başlamış, bu yüzden de Ermeni tehciri uygulanmak zorunda kalmıştır. Talat, anılarında bu Ermeni tehcirinin daha 1914 Kasım ayında Almanlar tarafından gündeme getirildiğini ama kendisinin savsakladığını söyler. Ama Rus ilerleyişi başlayınca bu planın savsaklanma imkânı kalmamıştır ve plan uygulanmıştır.”

“Yalnız siz kitapta yazıyorsunuz, daha önceden de henüz dünya savaşı ortada yokken Almanlar, Bağdat Demiryolu hattının güvenliği için Ermenileri çöle sürmeyi planlıyorlar...”

“Enteresan bir şekilde o sırada Almanya’da Bağdat Demiryolu hattı üzerine planlar, projeksiyonlar yapılıyor.

Buraya bazen Alman göçmenleri yerleştirmek gündeme geliyor. Bölgeye gelen bazı Alman uzmanları da buraya Ermenileri yerleştirmeyi öneriyor. Herkes bir şekilde Osmanlı’yı dizayn etmeye çalışıyor. Bu dizaynlarda da Ermenileri oradan alıp şuraya koymak falan gibi planlar konuşuluyor. Ancak Oppenheim gibi adamların raporlarında Ermeniler hep olumsuz tarif ediliyor. Bu raporlarda Ermeniler, Rus yanlısı, İngiliz yanlısı olarak niteleniyor. Bu nedenle bu planlardan da vazgeçiliyor. Ermenileri doğrudan bölgeden tasfiye etme planına geçiliyor.”

“Yani 1915’te uygulanan tehcir, basit bir yer değiştirme değil Ermenilerin tümüyle tasfiyesi amacını taşıyor diyebilir miyiz?” “Almanya açısında baktığınız zaman, bunu Goltz da bu şekilde belirtiyor. Ermenilerin o bölgeden tahliyesi gerekiyor.”

“Ama anladığım kadarıyla basit bir tahliye, yer değiştirme değil bütüncül bir tasfiye söz konusu...”

“Burada doğrudan doğruya o bölgede yaşayan bir milli unsurun tasfiyesi söz konusu... Gönderildikleri yerler de yaşamaya elverişli yerler değil. Ancak istenmeyen unsurların çöle sürülmesi zaten Almanların daha önce Afrika’daki sömürgelerinde de uyguladığı bir yöntem. Bu yöntemi Osmanlılar bilmiyor; bunu Almanlar biliyor. Almanya’nın kendi sömürgecilik tecrübesinden çıkan bir pratik. Afrika’da mesela istenmeyen bir kabileyi çöle sürerek aç susuz bırakarak ölüme terk ediyorlar. Öyle az buz bir rakam da değil 500 bin kişi falan...”

“Bütün bunlara baktığımızda Birleşmiş Milletler’in 1948’de yanılmıyorsam, tanımladığı ‘jenosid’ tanımına uygun bir suç işlendiği söylenemez mi?”

“Jenosid tanımı herkesin bildiği gibi Hitler’in Yahudileri dünya üzerinden silme projesine verilmiş isimdir. Bu olay böyle bir şey değildir. Osmanlılar, İttihatçılar vs. hiçbir şekilde Ermenilere karşı milli, etnik vs. herhangi bir nefret duymamaktadır. Yüz yıl önce de duymamıştır şimdi de duymamaktadır. Almanların o açıdan diğer ırkları tasnif ederken kullandığı tanımlamalar Osmanlılar’dan daha ırkçıdır.”

“O tanımlamalar Hitler’den önce de var mıydı?”

“Zaten kitapta şunu anlatmaya çalışıyorum; Almanların gerek Birinci Dünya Savaşı’nda gerek İkinci Dünya Savaşı’nda planı zaten dünya imparatorluğudur. Hitler bunu kendisi icat etmemiştir, bunu II. Wilhelm’den devralmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda bu plan Osmanlı üzerinden hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Bu plana göre bütün ırklar ve milliyetlere belli görevler verilmiştir. O bölgede Rusya’yla çatışma nedeniyle Ermeniler, Bağdat Demiryolu güvenliğini tehdit eden bir unsur olarak tanımlanmış ve bu yüzden de tasfiye edilmesi gereken bir unsur olarak kategorize edilmiştir. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum bu kitapta...”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Haziran 2015

Oyuncu Feride Çetin’den Öyküler Oyuncu olarak tanıdığımız Feride Çetin’in, İletişim Yayınları etiketiyle ilk kitabı çıktı: “Duyulur Dünyanın Şakası”. On küçük öyküden oluşan kitapta, Çetin bizi birbirinden farklı karakterlerle tanıştırıyor. Kiminin hikâyesi hüzünlü, kimininki ise güldürüyor. Üvey babasının ölmesi için her gün dua eden “Densiz Günahkâr”ın, bu dileği gerçekleşmek üzereyken ameliyat parası bulabilmek için kendince yollar aramasından, ablasını kaybeden küçük bir kızın esen her rüzgârda ablasının kokusunu duymasına ve Flash Gordon’un dünyaya gelip içinde oldukları durumdan onları kurtarmasını bekleyen, babaannesi son günlerinde file dönüşen başka bir çocuğun hikâyesine kadar birbirinden farklı karakterlerin yer aldığı on güzel öykü. Öyküler genellikle tek bir karakter etrafında dönüyor ve yazar o karakter dışında yer alanların özelliklerini, nasıl insanlar olduklarını “tahmin etmeyi” bize bırakıyor yazar. Kendisi de bir göçmen olan Çetin’in öykülerinde, geçmişe duyulan özlem, geçmişle hesaplaşma gibi temalar zaman zaman ön plana çıkıyor. Ancak yazar alışılageldiği gibi bu temaları hüzün veya mutsuzluk çerçevesine oturtmuyor; farklı bir şekilde okuyucuyu güldürüyor, gülümsetiyor. Feride Çetin oldukça sade bir dil kullanmış. Abartılı tanımlamalardan uzak, zihinde adeta resim yaparcasına yavaş yavaş oluşturduğu betimlemeleriyle ve karakterlerinin iç dünyasını okura başarıyla geçirebilmesiyle takdiri hak ediyor. “Duyulur Dünyanın Şakası”, Feride Çetin, 87 s., İletişim Yayınları, 2015

Çocuklarımız Avatarlaşırsa... “Siber Âlemin Avatar Çocukları” Doç. Dr. Tolga Arıcak’ın ilk kitabı. Yazar, içinde olduğumuz çağı “İnternet Çağı” olarak adlandırıyor. Dolayısıyla, insanlar mı interneti yönetiyor yoksa internet mi insanı, sorusu ayrı bir önem kazanıyor. İnternet, psikolojik anlamda yeni neslin beynini ele geçirmiş durumda ve internetsiz bir yaşam yeni nesil için adeta boş ve anlamsız. Artık internette sosyalleşiyorlar ve kimliklerini bu uzay ve zaman boyutunda inşa ediyorlar. Yazar, kitabın adında yer alan “avatar”ı, “Sanal dünyada bizim yerimize geçen karakterler ve temsili kişilikler” olarak tanımlıyor. Çocuklarımızın sanal dünyada bir değil belki onlarca farklı renkte, farklı cinsiyette sanal kimliği olduğunu söylüyor. Bu kimlikler, birer oyun ve deneme olarak düşünüldüğünde zararsız olarak değerlendirilebilir. Bununla birlikte yazar asıl endişesini yeni neslin fiziksel gerçeklikte birer avatar haline gelme ihtimali olarak açıklıyor. Gelişen siber teknolojinin, üç boyutlu (3D) bilgisayarların, holografik iletişimin, gelişen nanoteknolojiyle insan beynine entegre olacak internetin gelecek nesillerde bu avatarlaşma sürecini hızlandıracağını öne süren yazar, “Belki de yeni bir gerçeklik inşa ediyoruz; fiziksel varoluşun anlamını yitireceği yeni bir zihin dünyası. Bu yeni dünyanın vatandaşları da muhtemelen siber âlemin avatar çocukları olacak,” diyor. “Siber Âlemin Avatar Çocukları”, Tolga Arıcak, 112 s., Remzi Kitabevi, 2015

Rahatsız Eden Bir Yazar MELİSA CEREN HASMADEN “Okumak özgürlüktür, bir dizi kural değil.” Jeanette Winterson

J

eanette Winterson ismi bizim memleketin okurlarına pek yabancı değil. “Tek Meyve Portakal Değildir” dediğimde anımsayacaksınız kendisini. Özyaşam öyküsünden devşirdiği hikâyeleri fantastik bir kurguyla bütünlediği “Tek Meyve Portakal Değildir”, dini öğretiye sıkı sıkıya bağlı tutucu bir aile tarafından evlat edinilen bir kızın kendisine çizilen yolun dışında yeni bir yön arayışının hikâyesidir. Yazarın ilk romanıdır aynı zamanda. Winterson’un geçtiğimiz günlerde Türkçede yeniden yayımlanan bir diğer kitabı da “Vişnenin Cinsiyeti”. Daha önce İletişim Yayınları ve Merkez Kitaplar-Turkuvaz Yayıncılık tarafından okura sunulan Winterson romanları kitabevlerinde bulunmaz olmuştu ki, Sel Yayıncılık bu işe el attı ve “Tek Meyve Portakal Değildir” Sevin Okyay’ın, “Vişnenin Cinsiyeti” ise Pınar Kür’ün harika çevirileriyle yeniden raflara boy göstermeye başladı. “Vişnenin Cinsiyeti” neye dair bir roman sorusuna en iyi yanıt kitabın önsözünde verilmiş: “Daha önce hiç görülmemiş ama özlemi çekilen, hayali kurulan şeylere dair. Yaşamı yolculuk ve riziko olarak görmeye dair. Alabora olma ve kurtarılmaya dair. Öykü ters yüz olmuş bir kayığın içinde kalmış bir hava boşluğundan ibaret.” Winterson o hava boşluğuna neler sığdırmamış ki: Çağımızın kadınlık rollerini ve temsillerini tersyüz eden, dev anası gibi iri, güzellik şablonunun hiçbir sınırına sığmayan, düpedüz çirkin, her bir kolu bir baldır kalınlığında, taşı sıksa suyunu çıkaran, narinlik ve zarafetten zerrece nasibini almamış, yaşamını bir koca yerine köpekleriyle ve bulup analık ettiği bir çocukla paylaşan Köpek Kadın. Köpek Kadın bir kez yeltendiği aşktan yediği darbeden sonra o defteri kapatmış. Romantik yakınlıktan uzak durmayı seçse de yüreğini sevgiye açmaktan vazgeçmez. Yüreğini sevgiye açmak her zaman incinme riskini de beraberinde getirir ama Köpek Kadın kalbinin bir kez daha kırılma riskini göze alır ve çöpler arasında bulduğu, kendisi de çöpe benzeyen bir bebeği evlat edinir. Köpek Kadın tarafından yetiştirilen ve İngiltere’ye muzun ilk gelişiyle aklına uzak diyarlar düşen, bir aşkın ya da aşk olduğunu sandığı bir öz arayışının peşinden dünyayı dolaşan Jordan. Daha çocukluğunda gönlünü denize kaptırmıştır. Kâğıttan ve bulduğu türlü malzemelerden tekneler yapar, onları batırmadan yüzdürmeye çalışır. Zamanla denizi ve bitkileri öğrenir. Ömrünün bir kısmını denizlerde, hem aşkını arayarak hem de bir kahraman olma arzusuyla geçirir. Jordan yolculuğunda tanıştığı on iki Prenses’in masal mitlerini tek tek alaşağı eden ve prensleriyle düğünlerinin ardından hiçbirinin “sonsuza dek mutlu” yaşamadığı hikâyelerini aktarır okura. Kendilerine uygun görülen kocalarla yaşamamayı seçen ya da hayatın getirdikleri nedeniyle yaşayamayan, bugün sıradan bir kadının kendinden çok şey bulabileceği öyküler her biri. Bugüne kadar bildiklerimizin dışında, bambaşka bir Artemis efsane-

melisahasmaden@gmail.com sidir Jordan’ın anlattığı. Bütün bu yolculukların sonunda bir bebek gibi kucakladığı ananası İngiltere’ye getirir. 17. yüzyıl İngiltere’sinde cereyan ederken ya da biz tam da böyle olduğuna inanmış bu yarı tarihsel-fantazi, yarı masal metni güzel güzel okurken birdenbire günümüzün sorunlarını; kariyer meselesini, dünyayı yok eden fabrikaları, tek başına da olsa bu yokoluşa direnenleri, ille de kurdukları bir hayale tutulup kalanları karşımızı çıkarıveriyor yazar. Evet, tüm bunları ve daha da fazlasını küçücük bir boşluğa sığdırıyor, hepsini altı üstü 174 sayfalık bir “romancık”ta anlatıveriyor. Winterson “bellek ve belleğin yaşanmışlıkla ilişkisiyle meşgul kafam. Bu nedenle zaman kaymaları kullanıyorum,” diyor önsözde, “Ne kafamız saat gibi çalışır ne de rüyalarımız. (...) Günlerin ölçüsü bir örnek, ama yaşadığımız gerçek zaman bu değil.” “Vişnenin Cinsiyeti” de planlanmış zamanla değil, daha çok rüya zamanıyla yazılmış bir metne benziyor. Aylar, yıllar süren yolculuklar birkaç sayfada olup biterken bir karşılaşma ânı sayfalar boyu sürebiliyor. Ya da akıp giden olayların arasına birden bire on iki prensesin her birinin hikâyesi ayrıntılarıyla girebiliyor. “Vişnenin Cinsiyeti” anlatımı, olay örgüsü ve geçişleriyle kimi zaman “1001 Gece Masalları”nın geleneğine göz kırpıyor, kimi zaman da göndermeleriyle ya da açıkça yaptığı yorumlarla güncel politik tartışmalara yanaşıyor. Yaşadığımız dünyanın pek çoğumuzun zihnine batıp duran gerçekleriyle sıkı bağlar kuran bir tarihsel-fantezi kaleme almasının arkasında yatan dürtünün “ölüleri konuşturmak ya da tarihin belli bir dönemini yansıtmak değil”, kendisini “rahatsız eden şeyleri dile getirmek” olduğunu söylüyor yazar. Gerek “Vişnenin Cinsiyeti”nin gerekse yazarın diğer metinlerinin bize söylediği, karşımızda ayrımcılıkla, cinsel kimlikler meselesiyle, iktidarın dayattığı tüm yaşam biçimleriyle, özgürlükle derdi olan ve ille de “hayal gücünün yaşanmışlık karşısındaki zaferinin” altını çizen bir yazarın olduğu. Sel Yayınları “Bedende Yazılı”, “Vişnenin Cinsiyeti”, “Tek Meyve Portakal Değildir”’in ardından “Why Be Happy When You Could Be Normal?”ın da yayın programlarında olduğunu müjdelemiş. Merakla bekliyorum. “Bütün kitaplarım deneyseldir; biçimlerle oynar, geleneksel anlatı çizgilerini takip etmeyi reddeder ve okuyucuyu bir oyuncu olarak dahil eder,” diyen Winterson’ın yeni çevirileri de takip etmeye ve araladığı kapıdan oyuna katılmaya değer bence. “Vişnenin Cinsiyeti”, Jeanette Winterson, Çev.: Pınar Kür, 174 s., Sel Yayıncılık, 2015


Haziran 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Tam Kahkaha Atacakken MELİSA KESMEZ

Z

ahir olan bize gerçeğin ne kadarını söylüyor? Muhtemelen azını. Sandığımızdan da azını. Hele de bizim buralarda. Görülen ve gösterilen, gerçeğin çoğu kez kifayetsiz bir sureti. Mesela ailece misafirliğe gidilmiş bir akşam yemeğinde bembeyaz masa örtüsü, şıkır şıkır yemek takımları, sadece misafire çıkarılan kristallerin arkasında fokurdayan o karanlık, tekinsiz şeylerin ne kadar izi var görünürde? Susulan şeylere susulduğu sürece masada devam eden sükûnete ne kadar güvenebilir insan? Ya bozulursa bizim buraların meşhur “kol kırılır yen içinde kalır” sessizliği? Ya dışarıya gülümserken içeride şakaklarını zonklatırcasına sıkılan dişlerin, “tadımız kaçmasın” diye içe attıklarımızla çöplüğe dönen yüreklerin bir gün yanardağ gibi patlamasıyla ortalık yere dökülüverirse her şey? Üzerine itinayla sakız gibi örtüler serdiğimiz, gizlediğimiz gölgeler aşikâr olursa birden? Ailenin kalın duvarları arkasında gizlenen türlü fenalık sızıverirse o duvarın dışına? Hanımefendilikten feragat edesimiz gelirse? Erkekliğe yakışmayacak şeyler yapacak olursak? Ne olur? Ne olacağı hiç belli olmaz. Sema Kaygusuz imzalı “Barbarın Kahkahası”, güzel vakit geçirme hevesiyle tatile çıkmış ve bu vesileyle yolu bir motelde kesişen bir grup insanın başına gelenler üzerinden, yaşadığımız toprakların fotoğrafını çekiyor. Motelde beklenmedik şekilde cereyan eden bir krizle olaylar roman boyunca domino taşları gibi birbiri üzerine devriliyor. Ve o saate kadar düdüklü tencere gibi sımsıkı kapanıp da çatlayasıya içeride tutulmuş kişisel hesaplaşmalar ve dillendirilmemiş acılar ortalık yere dökülüyor. Bu travmatik ahval hem her bir karakterin kendi kişisel dünyasını hem de kolektif olarak kamusal alanı içine alıyor. Travmalar birbirinin içine geçiyor, arızalanan ilişkiler birbirine değiyor. Kitapta da altı çizildiği üzere, hiçbir trajedi kişisel olmakla yetinmiyor; biri diğerine sirayet ediyor ve en sonunda her şeyin rengi ve kokusu değişiyor. Erotik bir tatil geçiren genç çift, kameriyede yeşil çuhalı oyun masasında okey oynayan kadınlar ve Havai gömlekli kocaları, karısının tacize uğradığı fikriyle olay çıkaran bir adam, bu uğurda hastanelik olan bir başka adam, geniş kenarlı şapkasının altına gizlenerek tüm gün bir defteri dolduran tıp tarihçisi ve deontolog ihtiyar bir kadın, zıpkınıyla denize gidip ortadan kaybolan bir ergen, felakat tellallı otoriter bir anne, tepelerde rastlanılan bir keçi, gece gündüz iskeleden ayrılmayan ve büyük bir hesaplaşma içindeki iki genç adam, kumsalda bütün gün karamel rengine dönen çocuklar, üç kuşak tatile çıkmış kalabalık aile, askerliğini komando olarak yapan bir adam, Vanlı bir garson, esrari bir gece, arketip bir kahramanlıkla avlanarak düzenli olarak motele getirilen hayvan ölüleri, kolektif hafızadaki katliamlar ve her şeyi birbirine dolayan, birbirini hiç tanımayan insanları birbirine gemici düğümleriyle bağlayan, geniz yakan bir sidik hadisesi… Sema Kaygusuz, “Barbarın Kahkahası”nda anlatması zor ve bir o kadar dallı budaklı bir meseleyi denize nazır bir atmosfere yerleştirdiği alabildiğine “yerli” kahramanlarıyla layıkıyla

anlatıyor. Sırf bu özellikleriyle karikatürize edilme potansiyeline sahip olmalarına rağmen karakterlerin hiçbiri bu tuzağa düşmüyor; trajikomik olayların ortasında sahiciliklerinden feragat etmiyorlar. Okur daha ilk sayfadan o moteldeki odalardan birini kiralıyor ve olan biteni bazen dudaklarını ısırarak, bazen de ağlanacak halimize gülerek izliyor. Küçük bir yerden büyük bir resme bakıyor Kaygusuz; aynı motelde tatil yapan bir grup insanın başından geçenlerin ışığında –aslında karanlığında– bir ülkeyi anlatıyor. Motelde bazı “hassas” meseleler birbiri ardına infilak ederken ortaya çıkan manzara, içinde bulunduğumuz ahval hakkında çok şey söylüyor. Roman ilerledikçe bir tatil mekânından beklenilen sükûnet, rahatlık, huzur sıfatlarının altları bir bir oyulurken; tatil, moteldeki herkes için bir kâbusa dönüşüyor. Yüzme saati, bira molası, tavla turnuvası, gölgede kestirme kaçamağı, pinpon turnuvası, limonata faslı ve kahve falından ibaret tatilci rutini masumiyetini yitiriyor, yoldan çıkıyor. Günün sonunda perde aralanıyor, bir nevi takke düşüyor; kel görünüyor. Kaygusuz bütün bunları, bitmesin diye gıdım gıdım okutan nefis bir Türkçeyle anlatıyor. Gündelik hayatın içine sızdırdığı meddah dili, efsunlu anlatım tarzı ve kendine has betimlemeleriyle beni bir kez daha edebiyatına hayran bırakıyor: “İlerideki kayalık tepeye tırmanan keçilerin, kıyıda anebean yuvarlaklaşan taşların, yosun bağlamış iskele ayaklarının insana seslenen titreşimine kayıtsız, kendi imal ettikleri tedirginlik kafeslerinde dilim dlim tüketiyorlardı zamanı. Hiç bitmesin bu an, bu huzursuzluk, bu baş döndürücü hayal kırıklığı, bu suni nefes, bu hızla gelişen koklama yetisi hayret çeşitlemeleri üretiyor, üstelik ortada hayret edilecek pek bir şey olmamasına rağmen türlü şekillerde yüz kez hayret edebiliyorlardı. Onlarınki, büyülenerek göğe bakarken kuyuya düşen Thales’inki gibi sarsıntıya açılan düşünsel bir serüven, yepyeni bir dünyalılık değildi tabii. Hayretten hakiki bir marifet devşirmek yerine, durumdan faydalanarak sinsice eğleniyorlardı.” “Barbarın Kahkahası”, son zamanlarda okuduğum Türkçe yazılmış en iyi romanlardan biri. Sadece şöyle başladığı için bile: Bu ahval geçmeyecek Lütfen ısrar etmeyin, Hiç olmazsa tüylerimin Yönünde okşayın beni. “Barbarın Kahkahası”, Sema Kaygusuz, 152 s., Metis Yayınları, 2015

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Türk Kahvesi Kitabı Bildiğim kadarıyla çay kültürü Ruslarda epey gelişkindir. Semaverle demlenir orada çaylar, nedeni de sanırım soğuk memleket olmasındandır. Votka da öyle… Kahveye gelince biz özellikle kentlerde çaydan çok kahveye vurgunuz. Kahve Yemen’den gelir denir; meğer öyle değilmiş. Yemen’de kahve üretimi yokmuş. İlk kaynak Habeşistan (Etiyopya) imiş. Bunu ve benzeri gerçekleri, anılar eşliğinde “Türk Kahvesi” kitabından öğreniyoruz. (Yapı Kredi Kültür ve Sanat Yayıncılık, 2015) UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası listesinde Türk kahvesi ve geleneği de yer alıyor. Kemalettin Kuzucu ve M. Sabri Koz birlikte hazırlamışlar bu yararlı çalışmayı. Özellikle M. Sabri Koz’un değerlendirmeleri ile halk edebiyatı verimleri arasından seçtiği notlar beni bilinmeyen bir dünyaya götürdü. Bu kitapla yeni keşifler yapmak, kimi bilgileri tazelemek, eksiklerimizi gidermek… Daha ne arayacağım?... Ve ben heyecanla iyice kitaba dalıyorum. Türk kahvesinin kısa tarihini hazırlayan Kuzucu, Evliya Çelebi’nin anlatımlarını aktardıktan sonra Edmondo de Amicis’in Galata’daki gözlemlerine de yer veriyor. Burhan Felek’in “Çiçekçi Kahvesi” de okunmaya değer. M. Sabri Koz, “Türk Halk Kültüründe Kahve” başlıklı bölümde, masallarımızda, halk hikâyelerimizde ve halk tiyatrosunda konuyu araştırıyor. Ayrıca bilmece, atasözü, deyimler ve türkülere de uzanıyor. Kahve deyince kahve falı unutulur mu? Ona da bir bölüm ayrılmış.. Sabri Koz’la dostluğa gelince… İkimiz de Babıâli emekçilerindeniz. Sanırım ilk karşılaşmamız 1980’li yılların sonuna doğru Kadıköy Perşembe toplantılarında olmalı. O toplantılardan Faruk Şüyun’u, Eray Canberk’i, Aydın Hatipoğlu’nu, Yusuf Çotuksöken’i, Turan Yüksel’i net anımsıyorum. Sabri kardeşimle dostluğun ilerlemesi de halkbilim uzmanı Dr. Mustafa Duman ile rahmeti İ. Gündağ Kayaoğlu’nun katılımlarıyla olmuştur. Bir ara dergi formatında “Halk Kültürü” başlıklı dizi kitaplar çıkaran Sabri Koz, o zamanki Cumhuriyet Kitap Kulübü’ne de başvurmuş ve hemen kabul edilmişti. Yıllar sonra Kadıköy sahaflarında birlikte eşelenmeye başladık. Eski yazıyı sökmek için uğraşılarda desteğini unutamam. Sözü burada onun halk kültürü araştırmacılığına bağlayacağım. Bu alanda sözlü ve yazılı verimler üstüne düşünen, bilimsel katkılar yapan bir araştırmacıdır Sabri Koz... Birçok ansiklopedide bu konudaki madde yazımları onun verimidir. Bu çalışma dolayısıyla belirteyim ki önemli bir boşluğu dolduran “Türk Kahvesi” kitabı, yine sabırlı ve dikkatli bir çabanın ürünü. Öneriler:

“Gazetecinin Ölümü”, Elçin Poyrazlar, Polisiye, 176 s., İthaki, 2014 “Deniz Çekilirken”, Nevra Bucak, Roman, 164 s., Heyamola, 2015


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Haziran 2015

ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com

Y

az geldi çattı... Kimileri tatil hazırlıklarına çoktan başladı bile. Bu hazırlıklar arasında, “şöyle deniz kenarında okunacak birkaç kitap” seçmek de var elbet. Ve bu konuda gazete kitap ekleri ya da hafta sonu ekleri her sene olduğu gibi okurlara yön göstermek adına “bu yaz ne okumalı?” başlığı altında yine listeler yayımlayacaklar. İyi ama nedir bu yaz kitabı dedikleri? Kitap okumanın, YAZ KİTABI TEMCİT PİLAVI GİBİ! Sevin Okyay (Eleştirmen) Gazetecilikte her şeyin bir mevsimi vardır: Şu ya da bu festival başlıyor, Oscar/Nobel yarışında heyecan, okullar açılıyor, okullar kapanıyor, mecburi kutlama günlerinden biri yaklaştı vs... Yaz kitapları da her yıl temcit pilavı gibi sunulan bu konulardan biridir. Tabii o yaza uygun bulunan kitap listeleri refakatinde... Her şeyden önce, yaz kitabıyla ne kastedildiğini merak ediyor insan. Yaz üzerine kitaplar mı, kı-

kitap yazmanın ya da kitap yayımlamanın bir mevsimi var mıdır? Okurlar, yazarlar, eleştirmenler yaz geldi diye farklı bir okuma listesi mi belirler kendine? Yazarlar, yazın iyi gidecek bir kitap yazma telaşında mıdırlar yıl içerisinde? Beri yandan yayınevleri, yaz için özel bir yayın politikası mı güder? Sorularımıza eleştirmen, yazar ve yayınevi cephelerinden yanıtlar aradık...

şın değil de yazın okunması uygun görülenler mi? Tatile çıkarken yanınıza alacağınız varsayılıyorsa, acaba nispeten ince olanlar mı (bavulda yer tutmasın)? Bir rivayete göre, yazın hafif kitaplar itibar görüyormuş. Örneğin; genelde tepeden bakılan polisiye romanlar. Oysa yerli-yabancı, yaz aylarında doğru-dürüst polisiye bulmak çok zordur. Belki de doğru seçim kendine yardım kitapları, dedikodu mahiyetinde biyografiler ya da sözüm ona aşk romanlarıdır; hafif olma açısından... Ama belki de “yaz kitapları” yerine asıl “yazın neden kitap okunmuyor?” sorusuna cevap vermeliyiz. Ben yazın okuduğum kitaplarda değişiklik yapmam. Zaten çok okuyan bir insanım; yazın da okumaya devam ediyorum. Olsa olsa, bir türlü okuma sırası gelmemiş kitapları araya sıkıştırmaya çalışabilirim. Ne de olsa, sakin tatil günleri okumak için birebirdir. Aslında bence her gün öyledir... PLAJ ROMANLARI KIŞIN OKUNMALI Asuman Kafaoğlu - Büke (Eleştirmen) İnsanların okuma alışkanlıklarına baktığımızda havanın erken karardığı kış aylarında daha az kitap okuduklarını görürüz. Kış akşamlarının favorisi çoğunlukla televizyondur, yoğun iş temposunda sabah dokuz-akşam beş çalışanların arasında okuma alışkanlığına sahip olanlar bile fazla vakit bulamaz kitap okumaya. Şimdi bu veriler üzerinden mantık yürütürsek, okurların asıl okumalarını yaz aylarında yaptıkları sonucu çıkar. Madem kışın ayıramadığı zamanı yaz tatillerinde buluyor, o zaman “plaj romanları” diye bilinen basit ve eğlenceli, kolay okunan romanları kış aylarında okumalı; yazın gelsin dikkat gerektiren hacimli romanlar. Her sene mayıs ayında bir telaştır başlar dostlarımda; yazın hangi kita-

bı okumaları gerektiğini sorarlar. Genelde bunu “plaj romanı” denilen uyduruk kitaplar istedikleri için değil; kışın vakit bulamadıkları, yıl içinde kaçırdıkları değerli eserleri merak ettikleri için sorarlar. Dergi ve gazeteler de yaz kitapları listesi isterler, ben her zaman sonbahardan itibaren yılın en iyi birkaç eserini ve klasikleri öneririm. Ben de bu yaz, kışın vakit ayıramadığım birkaç eseri okumayı düşünüyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın İngilizceye nasıl çevrildiğini çok merak ediyordum ama bir türlü de okuma fırsatı bulamamıştım. Erdağ Göknar’ın “A Mind at Peace” başlığıyla çevirdiği “Huzur”u, ardından da Maureen Freely çevirisinden “The Time Regulation Institute” (Saatleri Ayarlama Enstitüsü) romanlarını okumak için ayırdım. HAFİFE ALINACAK BİR YANI YOK Kaya Genç (Eleştirmen) Yaz kitabı, kışın okumaya fırsat bulamadığımız kitaptır. Bence hafife alınacak bir yanı da yoktur. “Kayıp Zamanın İzinde”yi soğuk kış günlerinde okumaya fırsat bulamadığımız için 1 Haziran ile 30 Ağustos arasında okuruz. Ben böyle yapmıştım. “Don Kişot” da bir yaz kitabıydı benim için: hafif bir kitap olduğundan değil, yanımda taşıması zor, ağır klasikleri yaz mevsiminde okumayı sevdiğimden. 2016 yaz aylarında ne okuyacağımı biliyorum: Karl Ove Knausgard’ın “Kavgam”ı. 2015’te ise, Harvard Üniversitesi Yayınları için yazdığım Türkçe edebiyat tarihi kitabım için, bütün yaz mevsimini Tanzimat Edebiyatı okuyarak geçireceğim. Hafife aldığımdan değil, okumayı en çok istediğim şeyleri yazın okumayı bir alışkanlık haline getirdiğim için.


Haziran 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

KİTAP YAYIMLATMAK İÇİN ‘İYİ MEVSİMLER’ VARMIŞ Murat Gülsoy (Yazar) Bu mesele ilk kitabımın yayımlandığı yılı hatırlattı bana. Temmuz ayında yayımlanmıştı. Ben tabii çok sevinçliydim. Yıllarca uğraştıktan sonra ilk kitabımı kabul ettirmeyi başarmıştım. Üstelik bir kaç yayınevinden gelen kabuller arasından en iyisini seçme şansım da olmuştu. Ama o zamanlar temmuz ayının yayıncılar arasında “ölü sezon” olarak adlandırıldığını bilmiyordum. Sonra işin içine daha fazla girdikçe yayıncılığın bir sektör olma yolunda ilerlediğini, okurların kitapları satın alma davranışlarının belirli eğilimleri bulunduğunu, kitap yayımlatmak için “iyi mevsimler” olduğunu öğrenecektim. Hatta iyiden iyiye çok satma olasılığı olan kitapların yaz başını özellikle tercih ettiklerini, bunlara yaz kitapları dendiğini de fark edecektim. Herkesin malumu artık; popüler mecralar yaz yaklaşırken her konuda tematik sayfalar hazırlarlar. Ne yenir, nereye gidilir, ne dinlenir, ne giyilir, ne okunur... Kitaplar arasında da daha hafif, eğlenceli, heyecanlı, sürükleyici, kumsalda, tatilde insanın canını sıkmadan okuyabileceği başlıklar ön plana çıkar. Ben bir yaz günü ilk kitabımı elime aldığımda umarım bu yaz herkes kitabımı okur diye içimden geçirmiş miydim? Belki de... Ancak kitapla ilgili sevincim çok kısa sürmüştü. Çünkü henüz üzerinden bir ay geçmişti ki 17 Ağustos’ta Marmara Depremi oldu. Ülkede hepimizin ruh durumu bir gecede değişmişti. Diğer tüm meseleler gibi kitabımın çıkışı da önemini hızla yitirdi. Ne zaman “yaz kitabı” lafını duysam o günleri hatırlarım. Bu yaz okumayı planladığım belirli bir kitap listesi ise yok. Aslında yazmayı planladığım bir dizi öykü var, umarım onları yazabilirim.

lerde boy gösterir. Benim içinse yaz mevsimi, özellikle de uzun günler düşünüldüğünde okumak için ‛üstelik her türlü zorluğu göze alacağınız kitapları okumak için‛ ideal bir mevsimdir. Zorluktan kastım, okurken zamanınızı alacak, üzerine kafa patlatabileceğiniz, sizi başka başka diyarlara sürükleyecek, gerekirse dönüp tekrar okuyacağınız kitaplar... Yaza gelecek olursak: Açık havada, yaz sesleriyle birlikte başka başka dünyalara gidecek olma fikri bile (örneğin, bir ada vapurunda, vapur tentesinin altında ya da herhangi bir kıyıda, deniz ve rüzgâr kokusuyla birlikte demli bir çay içerken) benim için hâlâ çok cezbedici. Ancak işin özünü de atlamamak gerekiyor: Esas olan kitap okumaktır; zaman ve mevsimse bahanedir! En azından ben okurluğumu böyle yaşadım ve böyle yaşamaya da devam edeceğim. Bu yüzden olsa gerek, yazar olarak da “şöyle bir kitap yazayım, şöyle şöyle bir konusu olsun, yazın da okunsun” gibi bir derdim olmadı bugüne kadar. Bu yaz ise eski bir dostla, Marquez’le zaman geçireceğim. Onun eserlerine yeniden dönmek istiyorum. Sadece romanlarına da değil üstelik. Öyküleri de sırada. FARKLI MEVSİMLER... FARKLI SEÇENEKLER... Öner Ciravoğlu (Remzi Kitabevi Yayın Koordinatörü) Mevsimsel döngünün, insanları biyolojik ve psikolojik olarak etkilediği reddedilemeyecek bir gerçek. Buna ek olarak, kültürel döngü olarak ifade edebileceğimiz, özel günler, etkinlikler, fuarlar, bayramlar ve dönemsel tatiller de insanların alışkanlıklarını ve tercihlerini belirleyen unsurlar. Sonuçta insana hizmet eden ve kültürel misyonunu sürdürebilmek için ticari başarı sağ-

TOPLU OKUMALAR İÇİN İYİ BİR FIRSAT Behçet Çelik (Yazar) Yazın hafif olduğu düşünülen, insanı yormayacak ‛dinlenmesine engel olmayacak demek lazım belki de‛ kitaplar yeğlendiğine dair yaygın bir kanaat var. Bütün yayıncılar bu kurala uyduğuna göre bu tespitin bir gerçekliği de olsa gerek. Kuşkusuz, böyle yapmayanlar da var; ama yayın dünyasında belirleyici olacak bir sayıda, çoğunlukta değiller, değiliz. Bu yaygın tutumun aksine yaz aylarında okumak için daha geniş zaman ayırabileceğimi düşündüğüm için okurken daha az bölünmek isteyeceğim kitapları yeğlerim. Mesela Mo Yan’ın “Yaşam ve Ölüm Yorgunu” isimli romanını okumayı düşünüyorum bu yaz. Tom McCarthy’nin “C” isimli romanını da sanırım ancak yazın okuyabileceğim. Okumayı erteleyip durduğum Bolano’nun “2066”sı da bu yaz için kafamda belirlediğim okuma listemde, ama hiçbir yaz bu listelere uyamadığımı da belirtmeliyim. Yayınlandıklarında içerisinden ancak birkaç öykü okuyabildiğim genç öykücülerin kitapları da hayli birikti. Onları da topluca okumak arzusundayım bu yaz. Böyle toplu okumalar yapmak için yaz iyi bir fırsat oluyor. Yazmak bahsine gelince: Yazdığım kitapları yayın tarihini, mevsimini düşünerek yazmıyorum. Böyle kitap yazmak aklımdan da geçmedi. MEVSİM BAHANE! Müge İplikçi Hemen her sene yaz kitapları “furyası” başlar. Soru bellidir: Bu yaz ne okuyalım? Yaz mevsiminin kışa göre daha hafif olduğu düşünülür ve buna göre kitaplar ön plana çıkar, vitrin-

lamak zorunda olan yayıncılık sektörünün de bu döngüleri görmezden gelmesi düşünülemez. Bu durumda, genel kültürel bakış bir yana, yaz-kış kitabı vardır demeyelim de insanların yazın ya da kışın okumayı tercih edeceği kitaplar olacaktır diyelim. Burada, bu tercihlere herhangi bir değer biçmediğimizin altını çizelim. Diğer bir deyişle kışın “dolu” yazın “boş” kitaplar okunur/yayınlanmalıdır gibi bir savımız yok. Dönemsel tercihlerin ne olduğunu doğru saptamak ve buna bağlı olarak hedeflediği okuyucuya ulaşmak yayıncıya kalmış. Şu anda genel kanının, yaz döneminde insanlar tatil havasında olduğu için, kolay okunan kitaplar yayınlamak yönünde olduğunu söyleyebiliriz. Yaz aylarında büyük şehirlerin boşalmasına bağlı olarak potansiyel kitap satışlarının düşme kaygısıyla, pek çok iddialı kitabın herkesin tatilden döndüğü eylüle kaydırıldığı da bir gerçek. Ama bunların hiçbiri katı katıya uyulması gereken kurallar değil. Bazen genel alışkanlıklara ters düşen bir şey yapmak, kalabalığın arasından sıyrılma fırsatı da sunabilir.

ROMANIN MEVSİMİ OLMAZ Batu Bozkurt (Altın Kitaplar Yayınevi Yöneticisi) Yaz kitabı tanımı sektörün ürettiği bir kavram olsa da böyle bir kategori var diyemeyiz. Biz yayınevi olarak daha çok uluslararası “best seller” yazarların kitaplarına ağırlık veriyoruz ve romanın da mevsimi olduğuna inanmıyoruz. Tabii yıl içerisinde yoğun bir tempoyla çalışanlar plajda ağır edebiyat kitapları okumak yerine aşk romanlarını, macera romanlarını okumayı tercih ediyorlar. Biz de buna göre yayın takvimimizi oluşturuyoruz. Yaz tatili ebeveynlerin çocuklarıyla da daha kaliteli zaman geçirdikleri bir dönem olduğu için çocuklara yönelik ve ebeveynlere yönelik kitaplara bu dönemde ağırlık veriyoruz. Bu sezon için Uzman Psikolog Pınar Mermer’in okurlardan büyük ilgi gören “Yavaş Ebeveynlik” kitabının devamını yayınladık. Malum son dönemde mükemmeliyetçilik tutkusuyla pek çok aile çocuklarını bir yarışın içindeymişçesine büyütüyorlar; hem baleye gitsin, hem iyi bir yüzücü olsun, hem resme yeteneği olsun üstüne bir de derslerinde başarılı olsun isteniyor… Bunu işleyen bir kitap. İYİ VE HEP SATAN KİTAP YARIŞI! Nazlı Berivan Ak (April Yayıncılık-Editör) “Havalar ısındı; okurlar kişisel gelişim kitaplarına daha çok yöneliyor, eğlenceli sahil kitaplarının tam zamanı” cümlelerinin herhangi bir dönemde geçerliliği var mıydı Türkiye kitap sektöründe bilmiyorum, ama şu an karşılığı olmadığına eminim. Yayın­evleri mevsimsel şartlar ve okur üzerindeki etkilerinden ziyade, iyi ve hep satan kitap bulma yarışındalar. April Yayıncılık olarak biz de yazı iyi değerlendirme çabası içerisindeyiz, hazırlığını tamamladığımız kitapları ardı ardına yayınlamak, okurla buluşturmak istiyoruz. Başta Kurt Vonnegut’tan “Şampiyonların Kahvaltısı” var. Meraklılarını, koleksiyonerlerini çok beklettik ama değdi; Algan Sezgintüredi çevirisiyle sunuyoruz bu modern klasiği. Seçimlerin fazlasıyla gerdiği ortamda biraz eğlenceli, biraz muzip bir kitaba mutlaka yer var. Bunu düşünerek David Duchowny imzalı “Kutsal İnek”in yayınlama tarihini öne aldık, hazirada okurlarıyla buluşacak. İnteraktif kitap fikri, okurun başrolde olduğu, kararlarına göre şekillenen öykü fikri çok sevildi dünyada da ülkemizde de; “Şahane Hatalar”ın yeni kitabı da geliyor, bol oyunlu bol sürprizli bir romana daha eminim ki raflarda yer var. Yaz planlarına gelince… Uzun sahaf ziyaretleri yapmak, kolileri eşelemek bu yaz planım. Bir yandan da takipçisi olduğum yayınevlerinden çıkan, bir türlü sırası gelmeyen kitapları bir bir devirmek. David Whitehouse’un Domingo tarafından neşredilen “Yatak” romanı örneğin; Türkiye’de yazık ki karşılığını bulamadı, tekrar okumak istiyorum. Ayrıntı’nın Dirk Wittenborn imzalı “Farmakon”u arka kapağıyla tavlamıştı, bir kenarda duruyor, bu yaz bitireceğim. 6.45 çok özel antolojiler hazırlıyor, “Bahama Kuşkusu” serisini şöyle adam akıllı bir incelemekte fayda var. Ve tabii ki bir kenarda usul usul biriken dergiler, hiç eskimeyen yazılar okuma listemde. Ortadoğu edebiyatı da benim için keşfedilecek, saklı hazinelerle dolu bir sandık; bir girişeyim diyorum. Bakalım ne hikâyeler bekliyor meraklı okurunu.


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Haziran 2015

Livaneli’den Burjuvazinin Romanı Kentler üstlerinde yaşayanların hafızasıdır bir bakıma. Oteller ise hem üstünde yaşayan hem oradan gelip geçenlerin... Zülfü Livaneli’nin “Konstantiniyye Oteli” isimli romanı, 2014 Aralık’ının son günlerinde açılan yedi yıldızlı Konstantinniye Oteli’nin ve yolu orada kesişenlerin hikâyesini anlatıyor. Bu aralar magazin programlarında da sık sık duyar olduğumuz “erken yılbaşı” kutlamalarından birinde başlıyor kitap. Salonda ise hem magazin bültenlerinde hem de haber bültenlerinde aynı anda rastlayabileceğimiz yüzler var. Politikacılar, belediye başkanları, büyükelçi, patrik, gazeteciler... Tabii bu toprakların farklı iktidar dönemlerinde zengin edilmiş patronlar da. Maskenin hiç gerekmediği bir balo bu. Üstelik tarihin maskesinin de yer yer düşürülmeye çalışıldığını görüyoruz. Kitapta, çalıştığı sektördeki imparatorları ve onların kibirini besleyen takipçilerini okudukça, bu insanların gerçek hayattaki örneklerini düşünmeden edemiyor insan. Geniş bir riyakârlar korosu oluşturulmuş salonda. Bir de her şeyi DJ kabininden izleyen Emre. Zehra’nın sevdiği, Livaneli’nin tabiriyle “zıpırlıklar” yapan çocuk. Livaneli zor bir işe kalkışmış çünkü yalnızca bugüne bakan yüzeysel bir politik kitap yazmamış. Hem yüzeyde gözüken hem de altta gizli duran İstanbul’un ne denli birbirine benzediğini anımsatmış bize. Yani insan hikâyesi içerisinde iktidarın nerede durduğunu ve kime nasıl yalanlar söylettiğini. “Konstaniyye Oteli”, Zülfü Livaneli, 480 s., Doğan Kitap, 2015

Sonunda Saklı... Sizce hayatın “diğer” tarafında ne olabilir? Stephen King’in merakla beklenen son romanı “Diriliş/Revival”, Altın Kitaplar etiketiyle raflardaki yerini aldı! Stephen King’in her romanı birbirinden iddialıdır, kimi gerilim unsuru, kimi de polisiye örgü açısından… Fakat “Diriliş”in iddiası bu sefer hikâyenin sonunda saklı; çünkü Stephen King’in şimdiye dek yazdığı en dehşet verici sonla noktalanıyor! Bu da King’in neden “dünya edebiyatının merkezinde” (New York Times) olduğunu bizlere bir kez daha gösteriyor. Elli yıllık bir dönemin anlatıldığı romanda yazar herkesin kendine sorduğu soruları da sorarak kurgunun içine okuru hızlı ve derin bir şekilde çekmeyi başarıyor! King hayranlarının sabırsızlıkla beklediği “Diriliş”in hikâyesine gelirsek: New England’ın ufak bir kasabasında küçük bir çocuk ile kasabanın yeni rahibi arasında gizli bir takıntıyı temel alan derin bir bağ oluşur. Ancak, ailesinin başına korkunç bir felaket gelen genç rahip Tanrı’yı lanetleyerek kasabayı terk eder. Aradan yıllar geçer. Artık bir yetişkin olan küçük çocuk, parçası olduğu rock gruplarıyla bütün ülkeyi dolaşırken eski dostu ile tekrar karşılaşır ve bu karşılaşma şeytanın bile aklına gelmeyecek bir anlaşmayla perçinlenir... “Diriliş”, Stephen King, 390 syf, Altın Kitaplar Yayınevi, 2015

Kadınların Evlilikle ve Toplumla İmtihanı AYFER GENÇ

Ç

ok satan listelerinden bir türlü inmeyen “Kocan Kadar Konuş” kitabının kahramanı Türk kızı Efsun’un hikâyesinin devamı olan “Diriliş” de beklendiği üzere listelerin başlarında yerini aldı. Bu yeni kitapta neler var? “Kocan Kadar Konuş/Diriliş” ile birlikte esas kız Efsun nihai hedefi evliliğe bir adım daha yaklaşıyor. Buna karşın Efsun’un şimdi geliştirmesi gereken yeni taktik ve stratejiler var. Üstelik esas kızımız artık çok aktörlü karmaşık bir strateji oyunun tam da kalbinde yer alıyor. Efsun’un fazla tanıdık ve “kadın dolu” serüveni, ikinci kitapta, evlilik öncesi sürece odaklanıyor. Toplumun kadının bünyesinde biriktirdiği ve varlığının tümüne sinsice işlemiş tüm kodlar, bu defa, düğün öncesinde Efsun’u “gelin” kılabilmek için göreve hazırlanıyorlar. İlk kitapta var olmayan yeni bir ailenin de hikâyeye dahil olmasıyla birlikte ortam bir hayli kalabalıklaşıyor. Evliliğe dair çok bildik ama her şeyi çok da iyi bir biçimde özetleyen o sözle ifade etmek gerekirse; “İşte şimdi aileler devreye giriyor”. “Hani Sinanların evine ailecek gittiğimiz tatlı bir yaz akşamında Sinan’ın annesine mutfakta yardım edecektim? Hani sapından buhar çıkan çaydanlığı sıcak değilmiş gibi tüm hanımlığımla kavrayıp çay dolduracaktım ince belli bardaklara? Hani kaleyi içten fethetmek üzere, tribüne tribüne banacaktım?” Efsun böyle diyor. Çünkü Türkiye’de kadının aklında evlilik ideali yalnızca beyaz gelinlik ve damadın varlığı üzerinden inşa olunmuyor. Evlilik hayali damadın ailesini de içine alan geniş ve mutlu bir aile tablosu üzerinde yükseliyor. Bu süreçte, kayınvalide ve kayınpeder de tavlanması gereken; deyim yerindeyse “bir diğer sevgili”ye dönüşüyor. Annesinin kayınvalidesiyle olan anılarını aklı erdiği yaştan itibaren bizzat ve tekrar tekrar dinlemiş bir kız çocuğu olarak Efsun, içine doğduğu bu gerçekliği şimdi birebir tecrübe etmek zorunda kalıyor. Özetle karakterler değişse de senaryonun ana hatları aynı kalıyor. Damadın yanında mevzilenen erkek tarafı ile gelinin tarafında hazır kıta bekleyen ve her türlü saldırıyı ivedilikle püskürtmeye hazır ve nazır kız tarafı arasında savaşı andıran iktidar mücadeleleri yoğunlaşıyor. İki kişi arasında olana, çok bilinmeyenli bir denklem olarak “el âlem” de dahil oluveriyor. Evliliğe adım atmak, böylece, toplumsal olana balıklama dalmayı da gerektiriyor. Kitabın yazarı Burcuoğlu, bu çetrefil süreci esprili ama eleştirel bir dille okuyucuya aktarmayı başarıyor. Kitapta Türk toplumunun muhafazakâr damarının insanları heterojen bir topluluk olarak tahayyül etmek yerine belirli değerleri ve yargıları olan homojen bir yapı şeklinde kanıksayan yaklaşımı da açığa çıkıyor. Durum böyle olunca atılan her adım aslında homojen olduğu varsayılan o toplumu memnun etmek için atılıyor. Toplum içinde bireylerin renkleri soluyor. Bu yüzden Efsun gelin olurken, Efsun’un büyük bir bölümünü ardında bırakıyor. O artık parçası olduğu toplumda Efsun olarak değil de “gelin” olarak var olabiliyor. Burcuoğlu’nun kitabı Türk toplumunda evlilik teması üzerinden kadına yakıştırılan top-

lumsal cinsiyet elbisesinin bazen o kişinin vücuduna dar gelebileceğini gösteriyor okura. Efsun’un bu elbisenin içine kendini zorla sığdırmaya çalışmasına odaklanıyor görünse de kitap bundan fazlasını anlatıyor. Burcuoğlu, Efsun’un hikâyesinde toplumsal cinsiyet rolleriyle hesaplaşırken erkekleri ve erkekliği de unutmuyor. Kitabın satır arasında göze çarpan önemli bir eleştiri var. Efsun, Sinan’ın arkadaşları üzerine düşünürken günümüzde beyaz yakalı erkeklerin kariyerleriyle ilgili de önemli bir tespitte bulunuyor. Özetle, bekâra kurumsal hayatta kariyer yolunun uzun vadede tıkalı olduğunu belirtiyor. Bekâr adamın risk alma, bir anda her şeyi boş verme olanağına sahip olması, işveren için her daim bir tehdit oluştururken, evli ve çocuklu erkeğin işe muhtaçlığı onu beyaz yakalı kariyer için vazgeçilmez kılıyor. Erkeğin evlenip çoluk çocuğa karışması omuzlarındaki yükü artırdıkça sisteme yönelik itaati kolaylaştırıyor. Efsun’un da belirttiği gibi kadınların üzerindeki evlilik baskısının farklı bir versiyonundan erkekler de nasibini alıyor. Diğer bir deyişle Burcuoğlu, toplumsal cinsiyeti sadece kadınlar ve Türk toplumu üzerinden düşünmek yerine çok daha geniş bir çerçeveye bakmanın önemini hatırlatıyor. “Kocan Kadar Konuş/Diriliş” bir günde okunuyor. Kitabın sade, samimi, yer yer komik olması ve okuyucuyu neredeyse hiç zorlamaması bu kadar büyük bir okuyucu kitlesine ulaşmasında şüphesiz büyük bir etken. Daha çok bir romantik komedi filmi izlemek gibi “Kocan Kadar Konuş/Diriliş”i okumak. İlk kitabın filminin çekilmiş olması da bu anlamda okuyucuya yardımcı oluyor. Sayfaları çevirdikçe hikâyeyi Ezgi Mola’nın sesinden dinlerken buluyorsunuz kendinizi. Kitabın toplumsal cinsiyet rolleri karşısındaki başkaldırısı çok önemli. Öte yandan Efsun karakterinin tüm farkındalığına rağmen her şeyi kabullenişi ve erkeklerle ilgili satır aralarında beliren kimi ifadeler toplumun cinsiyetçi yaklaşımıyla girilen bu mücadelenin tıkandığı noktalar. Sinan’ın arkadaşlarından bahsedilen satırlarda konu erkeklerin dünyasına gelince, kitap, savaş açtığı cinsiyetçiliğin, toplumun cinsiyetlere yüklediği ve sürekli yeniden ürettiği cinsiyetçi kodların tuzağına düşüyor. Erkeklere atfedilen kültürel ve toplumsal kodları yeniden üretiyor. Türk kızının yanına bir de Türk erkeği imajı yerleşiyor. Hem kadın hem de erkeğe yönelik bu tipleştirme çabası karakter çözümlemelerinde derine inmeyi engelliyor. Efsun’u çok iyi tanırken diğer karakterler otobüste veya vapurda uzaktan sohbetlerine tanık olduğumuz herhangi bir teyze veya amcadan öteye geçemiyor. Efsun ise her kitapta biraz daha pasifleşiyor sanki. Düşünüyor, sorguluyor, eleştiriyor, kızıyor ancak karşı gelemiyor. Düşüncelerinde her şeye isyan ediyor ama hayatta başkaldıramıyor ve yeniliyor. Bu sonuç ise Sabahattin Ali’yi en iyi arkadaşı seçmiş ve bu dünyanın yapay gerçekliğini kabullenememiş her şeyin farkında esas kızımız için doğrusu biraz sıradan kaçıyor. “Kocan Kadar Konuş/Diriliş”, Şebnem Burcuoğlu, 252 s., DEX, 2015


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Haziran 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Modernleşmeyi Yanlış Anladık” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Orada köylülük-kentlilik değil, tarım ve topraktan bahsediliyor besbelli. Umarım daha geç olmadan milletçe tarımın önemini yeniden kavrarız. Selnur Aysever: Kitabınızın 26. sayfasında “Ana­ dolu’dan umudunu kesme Kemal” diyor Vali. Buket Uzuner de böyle bir umudu besler mi içinde? Hitit Sarayı’nın neden Topkapı Sarayı’na benzediğini sorarken, okura kendi tarih bilgisini, merakını sorgulatmak mı istediniz? Başka bir deyişle, meraklanmasını ve araştırmasını mı istediniz? Buket Uzuner: Umarım bu dediğiniz gerçekleşir, ama doğrudan böyle bir niyetim yok. Çünkü aslında sorunun içinde kendi yanıtını çıtlatıyorum. Diyorum ki, Hititler, Doğu Romalıları yani Bizanslıları, Yunanlıları, onlar da bizi etkilemiş kültürler. Benim yapmak istediğim tam olarak şu: Ben bütün romanlarımda iyi hikâyeler anlatırken okurun ona çok önce unutturulmuş bilgi ve anıları hatırlamasını, farkındalığının canlanmasını istiyorum. Bunu başarabiliyor muyum, onu okurlara sormak lazım galiba... Selnur Aysever: “Topraktan ve tarladan gelen banaldi, köylüydü ama fabrika ve marketten gelen moderndi, kentliydi,” diyerek şehirli ve görece modern insanın eleştirisini yapıyorsunuz. Günümüzde geleneksele yönelmeyi tükenmişliğe bağlayabilir miyiz? Buket Uzuner: Modernleşmeyi yanlış anladığımız düşüncesiyim. “Kumral Ada-Mavi Tuna” moderniteyi özellikle mesele yapmış bir romandır. Aynı şekilde ‘muhafazakârlık’ da yanlış kullanılıyor. Modernleşmek, toprağa, tarıma, yeşile, pastorali küçümsemek; betona, kule site evlere, AVM’ye tapınmak değil ki... Muhafazakârlığı da geleneğin mirasını korumak, geleceğe taşımakken; eskiyi yıkıp, yerine daha çok rant

Saramago’nun muhteşem romanı “Ölüm Bir Varmış, Bir Yokmuş”taki gibi insanın ölümsüz olduğu bir dünyada sanat ve edebiyat kalmazdı. Selnur Aysever: “Taşra Korkusu” isimli bölüm tartışılabilir bir tez öne sürüyor kanımca. Taşra korkusunu tanımlar mısınız? Buket Uzner: Romanda “Dünyanın şehir merkezinden, varoşuna düşen bizim millet” diyerek, bir karakterin fazlaca kalın hatlarla anlattığı bir olgu bu. Ortaçağ ile Yeniçağ’ın merkezi ve büyük, önemli devletlerinden biri olan Osmanlı İmparatorluğu; bilim ve teknolojideki yeniliklere, fikir özgürlüklerine, halkın eğitimine ve kadın hakları başta olmak üzere yeni dünya düzenine gözlerini yumarak birinci ligden düştü. Bu da onun “Avrupa’nın Hasta Adamı” olmaya başlamasıyla eş zamanlıdır. Kendi sarayında opera, tiyatro izler, Batılı yazarları okurken, halkına bunları yasaklayan sultan zihniyeti... Merkezden taşraya düşen Osmanlı, tıpkı itibarlı, görgülü ve köklü bir ailenin her anlamda iflas etmiş torunlarının yaşadığı depresyona düşüyor. Ve o gün bugündür hepimizde o merkeze özlem, eskiyle övünme, avunma ve dehşetli bir taşra korkusu var. Artık çağ dışı kalmış eril değerleri yüceltme, kabadayılık, kanıtsız-referanssız bilgiçlik, “Sen benim kim olduğumı biliyor musun?” babalanmaları falan yeniliğe kapalı, o “taşra korkusu”nun kalıntıları... Tam İlber Ortaylı Hocalık bir tez ama ben böyle düşünüyorum. Selnur Aysever: Günlük meselelere eleştiriyi de barındıran bir yanı var “Toprak”ın. Osmanlıca tartışmalarından, özgürlüğün ekmek kazanmaktan zor olmasına kadar... Biraz gündemi konuşalım isterim. Son dönemde tarihi olayları konu alan diziler izlenme

Ben kültürleri dil üzerinden anlamaya çalışan, edebiyatları sanatıyla kavramayı deneyen, yani –naçizane– dilin insanla nöro-linguistik bağlamda ilişkisini öğrenmeye hevesli biriyim. Biliyorsunuz her insanın konuşma ve düşünme biçimi, anadilinin yapısı, matematiği ve kuruluşuna bağlı olarak beyninde şekilleniyor. Eğer Türkçe yerine Gürcüce konuşup, düşünseydim o dilin yarattığı kültür ve mitolojiyi araştıracaktım. getirecek zevksizliği dikmek sandık. Muhafazakârlığı bağnazlıkla karıştırdık. Şimdi kendini muhafazakâr kabul edenlerin bir kısmı görgüsüzce tüketmeyi, mala düşkünlüğünü ilan ederek, aslında temsil ettiklerini sandıkları ahlaka hiç uymayan tavır sergiliyor, kendileriyle çelişiyorlar. Ben bunları hatırlatmak istiyorum... Selnur Aysever: Romanda tarihten, ekinden, toplumdan söz ederken, bireyi asla atlamıyorsunuz. Söz gelimi, “Dünyadaki en büyük şans, kendi değerini anlayabilecek kapasitede eşe ve dosta denk gelmektir delikanlı. Dünyanın en büyük yalnızlığı, kendi çağında ve kendi kuşağında anlaşılamamaktadır,” diyorsunuz. Yazarların çaresiz yalnızlığı olduğuna inanırım. Günümüzde yalnız insan nasıl tanımlanabilir sizce? Buket Uzuner: Çok güzel bir noktayı yakaladınız ve elbette haklısınız. Bireyi özgür, tok ve mutlu olmayan toplumların iç barışı ve üreten, dönüşen sistemleri ilerleyen ekonomileri falan olamaz. Yok da zaten! Bireysellik bize dayatıldığı gibi bencillik değildir. Bunlara bağlı olarak, bireylere, vatandaş olarak eşit değer ve hak vermekten kaçınan devlet sistemlerin her zaman çöktüğünü hatırlatmak isterim; tarihte örnekleri çok. Sizin sorunuzdan vazife çıkarttım, nerelere çektim yanıtı ama tabii siz aslında milyon yıllık yalnızlıktan söz ediyorsunuz. Kabul görme ve aidiyet ihtiyaçlarımız hep yalnızlığımızla başa çıkabilmek için gelişen güdülerimiz bence ama bunların aslı “ölümlü olmak ve ötesini bilmemek dehşeti”, diyorum ben.

rekorları kırıyor. Bir toplum, tarihini diziden öğrenmeye çalışıyor. Dörtlemeniz dizi olsun ister misiniz? Buket Uzuner: “Balık İzlerinin Sesi” dışındaki bütün romanlarımda modern/şimdiki zamanlarda geçen ama paralel kurguyla geriye ve ileriye giden bir anlatıyı tercih ettim. Geçmişi ve geleceği, bugünün değerleriyle anlamaya ve değerlendirmeye çalıştığımızı vurgulamanın bir yolu bu bence... Sinema ve televizyonda nitelikli, derinlikli ve izleyene saygılı eserler yapıldığında sahibini de bulduğunu hepimiz biliyoruz. İnternet devriminden sonra bütün dünyada görselliğin dayatmasıyla karşı karşıyayız. Ben sosyal medya, e-kitap, e-alışveriş, e-seyahat gibi teknolojinin nimetlerinden yararlanan ama aynı zamanda kitaplarımı el yazmasıyla binlerce sayfa defterlere yazan, basılı kitap da okuyan biriyim. Yani yeniliklere kucak açarken eskiyi de olabildiğince koruyabiliriz. Sinema filmlerinden ve televizyon dizilerinden tarih öğreneceklere de nitelikli eserlerle ulaşmak bana ters düşmez. Nitelikli ama... Selnur Aysever: “Toprak”, konusu gereği, sıkça “Kendi tarihini önce öğren, sonra Yunan mitolojisi” mesajını veriyor. Buradan milliyetçi bir eleştiri bekliyor musunuz? Buket Uzuner: Hayır, çünkü benim kültürle ilişkim hayatımın hiçbir döneminde kan, DNA veya kafatası şekilleri bağlamında olmadı. Bu yüzden içim rahat, ama eğer beni tanımayanlar veya kötü niyetliler düşüncelerimi çarpıtırsa, vebali onlara... Ben kültürleri

dil üzerinden anlamaya çalışan, edebiyatları sanatıyla kavramayı deneyen, yani –naçizane– dilin insanla nöro-linguistik bağlamda ilişkisini öğrenmeye hevesli biriyim. Biliyorsunuz her insanın konuşma ve düşünme biçimi, anadilinin yapısı, matematiği ve kuruluşuna bağlı olarak beyninde şekilleniyor. Eğer Türkçe yerine Gürcüce konuşup, düşünseydim o dilin yarattığı kültür ve mitolojiyi araştıracaktım. Şöyle bir örnekle açıklayayım: Macarca ve Finceyle akraba olan Türkçede tıpkı onlar gibi eril ve dişil ayrımı yoktur, hatta cansız nesneler bile ‘O’ zamiriyle ifade edilir. Yani bu dilleri icat eden insanlar tabiata ve tüm canlılara eşit bakan; demokrasiyi, çok sesliliği benimsemiş kültürün çocukları. Ben aslında burada hem psikomitolojiye ilgi çekmek hem de “Hatırla ey Türkçe konuşan kişi! Senin şimdi kullandığın dilde; ayrımcılık, kadın düşmanlığı, tabiat kıyımcılığı yoktu, son yüzyıllarda ne oldu sana ey kişi?” demek istiyorum. Tabii Anadolu Alevi-Bektaşi kültürü olmasaydı; Yunus Emre, Pir Sultan, Kaygusuz, Karacaoğlan Türkçe söyleyip, yazmasaydı bu dil çoktan ölmüş olabilirdi... Psikomitoloji de psikiyatrinin bir dalı. Kısaca “her toplumun efsaneleri o toplumun ruh durumunu anlatır”, diyor. Mesela, “Yunanlıları anlamak için Yunan destanlarına bakın”, Türkleri anlamak için Dede Korkut’a bakın ve bu konuda önemli çalışmalar yapmış Prof. Bilgin Saydam’ın dediği gibi ‘Deli Dumrul’un Bilinci’ne bakın, diye ekliyor. Yunanlıları örnek verişim en yakın komşularımızdan olması...


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Haziran 2015

KISA KISA Toprağın Öptüğü Çocuklar Sibel Oral, Can Yayınları Roboski’de ne oldu? Sibel Oral hepimizin merak etmesi gereken bu soruyu yanına alıp gitmiş Roboski’ye. Hükümetin ve medyanın on iki saat boyunca saklamaya çalıştığı bu olayda gerçekten neler yaşandığını, kimlerin nasıl öldüğünü anlamak için okunması gereken bir kitap.

Sarı-Lacivert Öfkeli Adam: Aziz Yıldırım Aytunç Erkin, Kırmızı Kedi Yayınevi Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldı­ rım’ın 2011 yılında gözaltına alınmasıyla başlayan süreci inceleyen gazeteci Aytunç Erkin, operasyon ve davanın içyüzünü sergiliyor bu kitabında. Kitap, futbolun asla yalnızca futbol olmadığının bir kanıtı niteliğinde.

Perseus’un Yolculuğu Nefrin Tokyay, Pan Yayıncılık İnsanın çok uzun süren yürüyüşünde nereden gelip nereye gittiğini en eski hikâyelere dayanarak anlatan bir kitap “Perseus’un Yolculuğu”. Mitlerin dünyası ile psikolojiyi buluşturan yazar, insan bilincinin yüzyıllar içinde değişen haritasını seriyor önümüze.

Kısmet Volga Kurbanzade, Destek Yayınları 20. yüzyılın Paris’inde başlayan roman; İstanbul, Boston ve St. Petersburg güzergâhında devam ediyor. Tarih ile kurmacayı ustalıkla birleştiren yazar, 1905 Rus Devrimi’nden Jön Türk Devrimi’ne kadar insanların, şehirlerin ve tarihin yolculuğunu iç içe sunuyor okuruna.

Bataklık Ozan Can Özübal, Raskol’un Baltası İlk kitabı “İtlaf” 2013’ün öne çıkan romanları arasındaydı. Bu ikincisi de öyle olacak gibi görünüyor. Yine alışılmadık ve gerilimli bir olay örgüsü karşılıyor okuru. Aile hesaplaşması ekseninde kurgulanan bir kendini bulma hikâyesi anlatıyor Özübal.

İncecikten Bir Kar Yağar Ufkun Balkış, Mendirek Yayınları Bir yandan memleketin dört tarafından gelmiş genç askerler, diğer yandan komutanları Enver Paşa. Sarıkamış Harekâtı’nda hayatını kaybetmiş on binlerce şehidin anısına yazılmış bir “ağıt-roman”. Kahramanların hikâyeleri Balkış’ın kaleminden ete kemiğe bürünüyor.

Yol Gösteren Claire McFall, YKY “Hayat, Ölüm, Aşk... Sen hangisini Seçerdin?” gibi kışkırtıcı bir soruyla karşılıyor kitap okurunu, daha kapaktan. Bir gençlik romanı olan “Yol Gösteren”, ölüme meydan okuyan bir aşkın öyküsü. Fantastik öğelere de yaslanan kurmaca, aynı zamanda bir yolculuk hikâyesi de.

Bir Yazar Kendini Ti’ye Alıyor YANKI ENKİ

İ

ngiliz yazar Geoff Dyer’ın “Bir Hışımla” adlı kitabının alt başlığı “D.H. Lawrence’ın Gölgesinde” olunca ve kitabın kapağında da D.H. Lawrence’ın bir fotoğrafını görünce, bunun Lawrence’ın hayatı ve eserleriyle ilgili bir deneme olduğunu sanmış ve kurgudışı bir kitap okuyacağımı düşünerek beklentilerimi filtrelemiştim. İlk 15-20 sayfa geride kaldığında gördüm ki, bu kitap sadece deneme ya da anlatı değil, aynı zamanda bir kurgu, bir romandı. Kurgudışı bir inceleme olmadığı kesindi. Dyer’ın dili, üslubu ve olay örgüsü tamamen edebi bir romanın özelliklerini taşıyordu. Kitabın kahramanı kesinlikle D.H. Lawrence değil, anlatıcının kendisiydi. Konunun D.H. Lawrence olduğu bile tartışmalıydı. Aslında kitabın girişindeki Roland Barthes cümlesi çok önemli bir ipucu veriyordu: “Bütün bunlar bir roman kişisi tarafından söylenmiş gibi kabul edilmelidir.” Kitabın ilginç ismi D.H. Lawrence’ın şu sözünden geliyor: “Bir hışımla, Thomas Hardy üzerine yazdığım kitaba başladım.” Henüz kitabın isminden hareketle bir ironiyle karşı karşıya kalıyoruz, çünkü “Bir Hışımla”, anlatıcımız ve kahramanımız olan yazarın bir türlü yazmaya başlayamadığı bir kitabın perde arkasını anlatıyor. “Bir Hışımla”, yazarın kendi deyimiyle “tamamen yersiz şeylerden oluşan bir kitap”. İşte bu, kitap boyunca eksik olmayacak o ironik, mizahi ve hatta bazı bölümlerde gergin, huzursuz edici tutumu gösteriyor bize. Bu duruma alışana kadar bir süre yazarla kavga etmek ve onu tanımak gerekiyor. Benzerine pek rastlamadığımız bu ironiyi bir okur olarak kabul ettiğimiz anda kitap da edebi anlamda olgunlaşıyor. Bu nedenle kitabın ilk yarısı “yeter artık, bana Geoff Dyer’ı getirin” dedirtecek kadar sinir bozucu ve yer yer absürtken, ikinci yarısı kitabın konusunu derinleştiriyor. Bir yazarın eser ortaya koyamamasının gülünç öyküsü, adeta Dyer’ın kendi kendine terapi yaptığı bir seansa dönüşüyor. Kitabın “roman” değeri taşıması, anlatıcının bir “kahraman” olma süreci de bu noktada kendini belli ediyor. Sonuç bölümü diyebileceğimiz son birkaç sayfa ise yaklaşım olarak tamamen ayrı bir telden çalıyor. İyice gerçekçi bir havaya bürünüyor kitap; iş ciddiye biniyor. Belki de kitabı “roman” olmaktan çıkaran, kitap sırtında “anlatı” ibaresinin yer almasının sebebi olan tek bölüm, kitabın finali. Kitap yazmak ya da her ne yapmak olursa olsun, hayatla ilgili bir “harekete geçme” sorunu yaşayan herkesi ilgilendiren bir final bu. D.H. Lawrence hakkında yazmak için niyetlendiği kitaba başlamayı sürekli erteleyen yazarın, deyim yerindeyse kabızlık çekmesinin temelinde ne yattığını öğrenene kadar, biz okurlar da zor bir sınav veriyoruz. Çünkü ne yapacağından bahsetmeye başladığı anda, bir de bakıyoruz ki ne yapmayacağını anlatıyor Dyer. Sıklıkla Ivan Gonçarov’un ünlü üşengeç kahramanı Oblomov’u hatırlıyoruz. Dyer’ın derdi sadece üşenmek değil, aynı zamanda ertelemek, bahane bulmak, asla bir sonuca varmamaya çalışmak, hep çalışırmış gibi yapmak için çok çalışmak. Kısacası işini yapmamaktan yorulan bir yazarın depresyon öyküsü bu. Sürekli yola çıkma hazırlığıyla uğraşan ama asla yola çıkmayan,

yankienki@gmail.com nereye ev demesi gerektiğine karar veremeyen, nerede yabancı olduğunu çözemeyen bir gezginin öyküsü… “Ben her zaman yapıyor olduğum şeyin eşiğindeyimdir. Her şeyi kötü, uyduruk bir şekilde, bir an önce bitirip yine kötü ve uyduruk bir şekilde yapacağım diğer işe geçmek, böylece sonrasında hiçbir şey yapmamak üzere yaparım,” diyen bir yazarın kısır döngüsü bize şunu düşündürüyor: Bir kitabı yazmamak, yazmaktan daha zor olabilir mi? D.H. Lawrence hakkında yazma niyetine rağmen bu usta yazarın bütün kitaplarını okumaktan kaçınan, ilk kez okuma zevkine ulaşma idealiyle okumadığı Lawrence kitaplarıyla mutlu olan, bir konu hakkında tüm bilgilere ulaşmak istemeyen, çünkü ulaştığı anda ilgisini yitiren, kitabı üzerine çalışmamak için bulduğu bahanelerle zaman harcayan bir yazarın “anti” öyküsü bu. Örneğin, gidip Oxford’dan bir daire alıp, şöyle diyen bir yazar: “Lawrence incelememi bitirme şansımı iki yönden sıfırlamış oldum: Burada, Oxford’da hakkında yazamayacağınız tek insan Lawrence’tır ve Oxford, Lawrence hakkında yazamayacağınız tek yerdir.” Ya da, hiçbir bahane bulamadığında yine olaya tersten yaklaşan biri: “Şu anda beni Lawrence incelememi yazmaktan alıkoyan hiçbir şey yoktu, dolayısıyla da hiçbir zaman yazmaya koyulmadım.” İşte böyle onlarca cümleyle dolu bir kitap bu; belki de bu yüzden en çok yazarların ve yazar adaylarının okuması gereken bir kitap. Yazmaya başladığında bile insanı çıldırtmaya devam ediyor Dyer: “Şu anda başladığıma pişmanım. Keşke hiç zahmet etmeseydim. Ama başlamamış olsaydım, başlamamış olduğum için pişman olacaktım.” Yazarın nasıl biri olduğuna dair nihai örnekse şu olsa gerek: “Mezar taşımda bu sözcükler yer almalı: ‘İçinden gelmedi.’” Kitabın alt başlığı bize “D.H. Lawrence’ın Gölgesinde” dese de, aslında Geoff Dyer’ın gölgesinde geçen bir hikâye bu. Yine de Lawrence okurları bu kitaptan ayrıca tat alabilir. Hatta sadece Lawrence değil, yer yer gönderme yapılan Camus ve özellikle Rilke okurlarının da ilgisini çekecek bölümler var. Seda Ersavcı’nın akıcı bir şekilde Türkçeye kazandırdığı bu kitabı bitirdikten sonra yazarın yakın zamanda yayımlanan “Zona” ve “Venedik’te Aşk Varanasi’de Ölüm” başlıklı eserlerini de okumak için içimde büyük bir iştah kabardı. Çağdaş dünya edebiyatında böylesine ustaca kullanılan üsluba, kurgu ve kurgudışı türlerini altüst eden bir yapıya sahip, modern insana ve kültüre eleştirel yaklaşan eserlere nadir rastlanıyor. Kitapçılarda hangi rafta duracağı tartışma konusu olsa da, “Bir Hışımla” kendi kütüphanelerimizde “klasikler”e çok uzak bir yerde durmamalı. Gonçarov’un “Oblomov”u ile D.H. Lawrence’ın klasikleri arasında bir yer, şimdilik yeterli olabilir… “Bir Hışımla: D.H. Lawrence’ın Gölgesinde”, Geoff Dyer, Çev: Seda Ersavcı, 248 s., Everest Yayınları, 2015


Haziran 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Toplumun Vicdanı: Ali İsmail ŞAKİR ALTINTAŞ

“E

ski gar arkasından evime gittiğim sırada 5-6 kişilik bir grup önüme geçerek, ellerindeki sopalarla saldırdı. Kafama, sırtıma, omzuma ve bacaklarıma vurdular. Yere düştüm. Saldıran grup yere düşünce bırakıp kaçtı, tam hatırlamıyorum. Can havliyle kaçıp evime gitmeye çalışırken Özbesin isimli marketin önünde ev arkadaşım Fırat Köse’yle karşılaştım. Kuzenim Okan’a haber verdi. Hastaneye gittik. Gerekli tedavi yapıldı. Beyin tomografisi çekilemediği için Yunus Emre Devlet Hastanesi’ne yönlendirdiler. Kolumu bandaja aldılar. Tomografi çektiler. Dün konuşma zorluğu yaşamıyordum. Ama bugün hatırlama zorluğu çekiyorum. Bir dişim sallanıyor. Başım ağrıyor. Bana kimlerin neden vurduğunu bilmiyorum, sivil kıyafetliydiler. Şikâyetçiyim.” Sonrasında 38 günlük yaşam savaşı ve ölüm! Daha sonra ortaya çıkan kamera görüntüleri… Bir an için her şeyi boş verin… Sadece bir anne ya da babasınız; ne düşünür ya da hissedersiniz? 19 yaşındaki oğlunuz öldürülesiye dövülüyor ve 38 gün boyunca evladınızın yaşama dönmesini bekliyorsunuz. Elinizden dua etmekten başka bir şey gelmiyor… Evladınız dua ettiğiniz ellerinizden kayıp gidiyor, kara toprağa veriyorsunuz onu… Bazen içimizde yaşadığımız duyguları anlatmak mümkün olmaz, kelimeler yetmez çünkü. Sadece hissederiz ve çoğu zaman hislerimizin dışa vurumu gözyaşımız ve feryadımız olur… Gezi’ye dair çok şey yazıldı, çizildi. Bu son kitap, pek çok ödüllü esere imza atan ve 2014 yılında Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nce yılın “100 Basın Kahramanı” listesine alınan gazeteci İsmail Saymaz’a ait: “Ali İsmail/ Emri Kim Verdi?” 2013 yılında yaşanan Gezi olaylarına dair yazı kaleme almak pek kolay değildir; bıçak sırtıdır her şey. Bazen bir kelime bazen bir cümle sizi, isteseniz de istemeseniz de, okurun ya da dinleyenin gözünde taraf yapıverir ve o andan itibaren ne deseniz hiçbir anlam ifade etmez. Toplum ikiye ayrılmıştır çünkü; iki taraf da diğerini suçlar, önkabuller tartışılır, zihinlerdeki önyargılar savaş halindedir. Biri diğerini alt etmenin derdindedir. Biri kahramanlık destanları yazdığını söylerken diğeri hainlik suçlamalarıyla sahadadır! Tartışmanın sonunda dostluklar biter, kalpler kırılır; orta yerde buluşma, olayları nesnel olarak değerlendirme seçeneği ellerin tersiyle itilir. Büyük vedalar yaşanır, dostlar birbirine küser ama bir konuda taraflar hemfikirdir, “Evet, mesele, sadece ağaç meselesi değildi.” Böylesine zorlu bir konuyu ele alıyor kitabında İsmail Saymaz. Tarafsızlığını korumak için de belgelere, mahkeme tutanaklarına, görgü tanıklarına başvuruyor. Kitabın önsözünde Gezi’yi kuşbakışı, ana hatlarıyla değerlendiriyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 3 Kasım 2002’de siyasal iktidarı devraldığı günden 27 Mayıs 2013’e kadar olan süreci özetliyor. Bilhassa iktidar partisinin 2007 yılından itibaren “hukuk dışı” kurduğu koalisyonun, süreç içerisinde muhafazakâr oligarşiye dönüştüğünü ve bu oligarşik yapının Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, KCK ve Devrim-

sakiraltintas@gmail.com ci Karargâh davaları da kullanılarak AKP iktidarı ve Gülen Cemaati’nin otoritesine karşı direnecek tüm unsurlardan temizlenerek topluma “demokrasi” kılıfında “kumpas” kurulduğunu söylüyor. Gezi’ye varan süreci özetledikten sonra Ali İsmail Korkmaz olayına geçiyor. Dört kardeşin en küçüğü Ali İsmail. Hatay’ın Ekinci Köyü’nde dünyaya gelir. Zeytin, portakal, limon ve nar kokulu bir köyde büyür. 14 yaşındayken bir top oyunu esnasında nefes darlığı ve kalp sıkışması sonucu hastaneye götürülür ve kendisine “aort steneozu ve yetmezliği” teşhisi konur. Hayatının geri kalanında kalbini korumak ve “Coumadin” isimli pıhtı önleyici ve kan sulandırıcı ilacı kullanmak zorundadır. Liseden sonra üniversite hayatına Eskişe­ hir’de devam eder. Artık üniversitelidir ve öğrenci arkadaşlarıyla bir evde kalmaya başlar. Herkesin malumu Gezi Taksim’de başlar ve iki şehir hariç 79 şehirde hareketlenmeye neden olur. Cumhuriyet tarihinde ilk kez toplumun büyük bir kesimi ile devlet ya da “iktidar partisinin kolluk kuvvetleri” sokakta karşı karşıya gelir. Ülke genelinde hem can kayıpları yaşanır hem de büyük maddi hasar meydana gelir. Olaylarda İçişleri Bakanlığı kayıtlarına göre 4900 kişi gözaltına alınır. Özellikle can kaybı konusunda, sayı olarak bir mutabakat yoktur. Türk Tabipler Birliği’ne göre 1’i polis 5 kişi, Uluslararası Af Örgütü’ne göre 4 kişi ve Gezi Hukuki İzleme Komitesi’ne göre ise 14 gösterici ve 2 polis hayatını kaybeder. Eskişehir’de olan Ali İsmail de pek çok genç gibi sokaklara çıkanlar arasında yer alır ve bir gece bir sokakta dört polis ve dört sivil tarafından feci şekilde dövülür. Sonrasında ölüme giden süreç başlar. Yazar tüm bu süreci ve sonrasını, kaynaklara dayanarak tüm detaylarıyla veriyor kitabında. Dava önce Eskişehir’de görülmeye başlanır ama Eskişehirliler davaya sahip çıkar. Bu da eylemlerin başgöstermesi demektir. Davanın “selameti” açısından Kayseri’de devamına karar verilir. İsmail Saymaz çalışmasında hem resmi kaynaklardan hem de avukat ve vatandaşların anlatımlarından yararlanıyor. Ali İsmail’in anne ve babası yazara güvenerek onun özel arşivini de kullanıma açmışlar. Akıcı bir üslubu var Saymaz’ın. Kitap, Gezi’de yaşananların detaylı bir dökümü olmasının yanında, geniş bir değerlendirme olanağı da sunuyor okura. Bir gün Gezi’nin tüm süreci yazılmak istenirse faydalanılacak eserler arasında yerini almalı “Ali İsmail/Emri Kim Verdi?”. Gezinin tarafında ya da karşısında yer alın, kitabı okuduktan sonra bende kalan düşünce şuydu: Yapılabilecek en büyük yanlış ölümler arasında ayırım yapmaktır. “Ali İsmail/ Emri Kim Verdi?”, İsmail Saymaz, 195 s., İletişim Yayınları, 2015


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Haziran 2015

KISA KISA Şafağa Vuran Dalgalar Erol Hızarcı, Beyaz Baykuş Aynı kitapta iki roman. İkisi de savaş karşıtı. “Kuğu Şarkısı” ile “River Clyde”. Çanakkale Savaşı’na başka bir pencereden bakıyor Hızarcı. Dökülen kanlar ve akan gözyaşları iki tarafın bakış açısından ayrı ayrı anlatılıyor. Savaşın “insan”a ettiğine odaklanan roman, adeta bir ağıt gibi.

Armoni Karadeniz Mehmet Akif Ertaş, Pan Yayıncılık Karadeniz’in çoksesli, çok dilli, çok kültürlü yapısına vurgu yapan, Karadeniz müziğinin temsilcilerine odaklanan bir çalışma. Her bir şarkı okuru farklı bir yolculuğa çıkarıyor. Yörenin insanını ve hatta doğasını anlamak için müziğine bakmak gerektiğini kanıtlayan bir çalışma.

Sanat 101 Eric Grzymkowski, Say Yayınları Kitap, sıkıcı ayrıntılara ve uzayıp giden açıklamalara girmeden, Leonardo da Vinci’den Picasso’ya dek dünyanın en büyük sanatçılarını ve onların başyapıtlarını keşif olanağı sunuyor. “Sanat 101”, popüler sanat akımlarını da dışlamadan hazırlanmış bir antoloji niteliğine sahip...

Mitostan Felsefeye Attilla Erdemli, Ayrıntı Yayınları Khaos’tan Olympos’a, Thales’ten Anaksi­ menes’e uzayan geniş bir süreçte mitos ile felsefe arasındaki ilişkiyi inceleyen Attilla Erdemli, bu iki alan arasındaki hayali duvarları kaldırıp, tarihe ve düşünceye yeni bir gözle bakıyor.

Herkes Yalnız Onur Caymaz, Kırmızı Kedi Yayınevi Genç kuşak öykücü ve şairlerinden Onur Caymaz’ın bu kitabında, zamana tanıklık eden ve zamanımızın insanlarının iç dünyalarına inen öyküler yer alıyor. İsmi de o yüzden “Herkes Yalnız” belki de... Çöp evlerden örgüt evlerine, Ali İsmail’den polis Kadri’ye. Her satırında Türkiye.

Resimlerle Troya B. Brandau, H. Schickert, P. Jablonka, Arkadaş Yayınları Kitap, bilimsel temellere dayanan anlatımıyla nesiller boyunca araştırmacıları büyülemiş bir kentin tarihini fotoğraflar eşliğinde sunuyor. Kentle ilgili düşünce ayrılıklarını ortadan kaldıracak kadar önemli yeni bilgilerle yeni bir Troya kitabı...

İlkçağ Ütopyaları Sadık Usta, Kaynak Yayınları Mutluluk vaat eden yeni bir toplum arayışının tipik metinleri; ilkçağ ütopyaları... Devlet teorisinin ilk metinleri olarak da görülebilir. Sadık Usta bu kitabında bu ütopyaları bir araya getiriyor. Hesiodos, Hippodamos, Platon, Lukianos ve daha niceleri bu kitabın yazarları...

Savaş Yıllarında Paris ve Bir Kadın OZAN EZGİ BERBEROĞLU

R

ose Manon Paris’i terk edeli elli iki yıl olmuştur. Şimdi 80’lerinde olan Rose sıradan bir güne uyanmışken kapısına gelen bir sandık onu gençliğine geri götürecek ve şimdilerde izleri silinmiş karanlık bir dönemin anılarını tekrar canlandıracaktır. Aşkın, savaşın, çaresizliğin ve öfkenin bir arada yaşandığı yıllar, üzerinden geçen yarım asrın ardından gizlendikleri kuytudan çıkıp Rose’un geçmişinden bugüne taşınacak, tarihin içinde uzun bir yolculuk başlayacaktır. Rose, Nevada’nın dağlarında, doğanın, sınırları görünmez kıldığı özgür bir coğrafyada yetişmiştir. Yaşamını farklı yerlerde devam ettirmek, daha fazla insan görmek istemektedir. New York’ta gazetecilik yaparken hayatının fırsatını yakalar ve yurt dışı muhabiri olarak Paris’e gönderilir. Bu değişiklik onun daha önce hiç karşılaşmadığı birçok duyguyla tanışmasına önayak olacaktır. Rose’un Paris ve Berlin arasında geçen yılları İkinci Dünya Savaşı’nın sert iklimiyle dehşete dönüşecek; onu direnmeye ve zor seçimler yapmaya itecektir. “Bugün cehennemi yaşadım. Deliliğin korkunç yüzlerini gördüm, diri diri yakılan insanların haykırışlarını duydum. Kâbus dolu bir geceydi. İnsanlar uykularında haykırıyorlardı. Çocukların ağlayışları bitmiyordu... Paris’te kurtuluşa adım atan kadın erkek her yolcunun istasyondan çıkışta yaşadığı şaşkınlığı seyre koyuldum. Hayat her zamanki gibi akıp gidiyordu. Yeşil tramvaylar, otomobiller, caddeleri dolduran insanlar. Pencerelerde tomurcuklanmış sardunyalar. Yaşamın sıradan halleri. Güneş bile çıkmıştı…” Michele Zackheim, yeni romanı “Paris’e Son Tren”de, tarihin en acılı yıllarında, birçok zıtlığın bir arada yaşandığı bir hayatı kaleme alıyor. Genç bir kadının gözünden duygular ile gerçek arasındaki geçişleri ve sevginin savaşa karşı çizdiği kontrastı izliyor, zamanın insan hayatında yarattığı travmaları ve bıraktığı tortuları yine bir kadının zihninden okuyoruz. “Korkuyordum. Bugüne kadar hiç mülteci olmamıştım. Düşman işgali altında bir ülkede nasıl yaşanır, onu da bilmiyordum. Paris artık düşler kenti olmaktan çıkmış, bir umutsuzluk kentine dönüşmüştü. Sokaklardaki kaygısız insan selinden eser kalmamıştı. Kafelerde oturup hayal kuranlar, park kanepelerinde soluklananlar, gazete okuyanlar, komşusuyla çene çalanlar, güvercin besleyenler artık yoktu…” Yirminci yüzyılın ilk yarısında Naziler’in Almanya’daki yükselişi ve Hitler’in halkları savaşa sürükleyişi Rose’un Avrupa’daki hayatını bambaşka bir noktaya çeker. Uzak topraklarda, yabancısı olduğu insanların hayatlarına tanıklık etmek ve onları tarihe kaydetmek için yola çıkan gazeteci, artık bir kaosun ve yok edilmekte olan masumiyetin ortasındadır. Rose’un bir Yahudi olan kuzeni, Alman milliyetçileri tarafından Paris’te öldürülür. Bu cinayeti, Hitler’in Fransa’ya girmesi takip edecektir. Dönemin ruhunu ağırlaştıran ırkçı zulüm; kentlerin ve hayatların üzerine bir kara bulut gibi çökecek, korkuyu ve zıtlıkları yaşamın tam göbeğine yerleştirecektir. Zackheim, Hitler’in ve nasyonalizmin kâbusa sürüklediği İkinci Dünya Savaşı Avrupa’sında yaşanan zıtlıkları Le Havre’daki bir gemi üzerinden örnek-

ozan@ozanezgiberberoglu.com lerken, güvertede dans eden Amerikalıların neşesi ve yurtlarından sonsuza dek ayrılmak zorunda kalan Yahudi göçmenlerin korku dolu bakışlarını yan yana getirerek dönemin iklimini özetliyor. İnsanların doğal varoluş ve evrenin rasyonalitesinden kopuk biçimde ürettikleri suni kavramlar, ötekileştirilen çocukların gözyaşlarına dönüşürken, ırkçı zulümle simgeleşmiş ve Avrupa’nın yaşadığı en korkunç gecelerden biri olan Kristal Gece’yi (Kristallnacht) Rose şu ifadelerle anlatıyor: “Rüzgâr olmadığı için her binanın tepesine duman bulutu çökmüştü. Bina aralarından yıldızları görebiliyorduk. Doğa ahmaklığımızla alay ediyordu sanki…” Yazar çaresizlik psikolojisini ve savaşın kentlerde bıraktığı izleri çarpıcı ifadelerle anlatırken, yok edilen geleceğin imgesel portrelerini çiziyor. Kent de insanla birlikte yaşıyor acıyı, yarayı onunla birlikte alıyor ve göğsünden koparılan her bir kişide biraz daha kaybediyor belleğini. “Dayanılmaz bir gürültü var. Susmayan kornaların, telaşla ilerlerken ailelerini kaybedenlerin haykırışları tüyleri diken diken eden ahenksiz bir kıyamet yaratıyor. Sokaklar ellerinde bavulları kentten kaçmaya çalışanlarla dolu…” Acıdan kaçarken belki de daha fazlasını yüklenen zihinler korkuyu gelecek zamana aktarıyor. Bu nedenle birçok güzel duygu hızla tükenirken korku asla kaybolmuyor insanın hayatından. “... Göçerler yatak yorganı, çanak çömleği, çocukları, hatta yaşlıları sırtlarına vurmuşlar. Otomobiller ağır ağır ilerliyor. Benzin bitince ya da bozuldular mı, yol kenarına terk ediliyorlar. Kaçışın yaşandığı caddeleri korku ve ölümün leş kokusu öyle bir sarmış ki, sık sık öğürmek zorunda kalıyorum. Fransa sokakları cesetlerle, devam edemeyecek kadar bitkin insanlarla, açlar ve yaralılarla, çoğu can vermiş hayvanlarla dolu. Her şey insan pisliğine batmış durumda. Herkes, çocuklar bile yaşlı duruyor. Herkes kedere boğulmuş.” “Paris’e Son Tren”de tüm örgünün üzerinde şekillendiği İkinci Dünya Savaşı’nın yanında dönemin gerçeklerine ilişkin birçok ayrıntı da yer alıyor. Bunların en dikkat çekicisi ise günümüzde halen savaşılan cinsiyetçiliğin 1930’lardaki kemikleşmiş yapısı. Özellikle dönemin basın dünyasında kadınlarla işbirliği içinde çalışmanın ne denli alışılmadık olduğunu hâkim eril dilden ve Rose’un çalıştığı ortamların tasvirlerinden anlayabiliyoruz. Bu noktada, Rose karakteri üzerinden gerek savaş gerekse barışta kadın kimliğiyle var olmanın sürekli mücadeleden geçtiğini bir kez daha hissettiriyor yazar okura. Yine bu vesileyle, barış ve özgürleşme yolunda şu an hangi noktada olduğumuzu da tekrar sorguluyoruz. Tüm acıların yıllar içinde küllendiği bugün, Rose geçmiş zamanı taşıyan bir hatıranın başında oturup içindeki boşluğu anılarla dolduruyor. Tıpkı dilindeki şarkının söylediği gibi; “... Dans ediyorum. Doğru olan neydi, hatırlamaya çalışıyorum. Dans ediyorum. Yaşımın gerçeğini aklıma getirmek istemiyorum. Ölmekten korkuyorum. Dans ediyorum ve ağlıyorum.” “Paris’e Son Tren”, Michele Zackheim, Çev: Leyla İsmier Özcengiz, 256 s., Remzi Kitabevi, 2015


Haziran 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLA SUNAY

Aslanım Prenses!

H

erkesçe bilinen masalları yeniden yazmak çocuk edebiyatında protest bir akım, hatta kendine özgü bir ‘tür’ haline geldi ki çok severek okuyorum. Bu türe ait yerli yayınları daha önce güneşli kütüphanede yazmıştık. Sara Şahinkanat’ın “Kim Korkar Kırmızı Başlıklı Kız’dan”ı, Selçuk Demirel’in “Karga ile Tilki ve Cırcır Böceği ile Karınca”sı en iyi örneklerden. “Yeniden yazma” ya da “üzerine yazma” diyebileceğimiz bu ortak tutum halk arasında benimsenmiş önyargıları kırma amaçlı olması nedeniyle çok değerli. Edebiyat tam da bunun için var. Claudia Souza’nın “Prensleri Kurtaran Cesur Prenses” adlı resimli öyküsünü de bu türe dahil ederek çocuk edebiyatında başkaldıranlar listesine ekleyebiliriz. Adından da belli olduğu üzere, bu kitap o alışageldik, prensesleri kurtaran prenslerin kahramanlık hikâyelerinden değil. Bu masalda prensler zor durumda ve prenses onları; üstelik ejderhalarla, devlerle savaşarak kurtarıyor. Metin de sık sık, “İyi de prensler prensesleri kurtarmaz mıydı!” sorusuyla okura doğrudan sesleniliyor. Yazar, masallarda egemen olan erkek dile karşıt eleştirel bir anlatımı bilinçli seçtiğini gizlemiyor. Kitabın amacı arka kapak tanıtım yazısında çok net görünüyor: “Aslan, kaplan, koç olmayı sadece erkekler hak etmez ya!” Velhasıl bizim cesur

İSYANKÂR CADI Aslan prensesten sonra Yazılama Çocuk Yayınları’nın (yeni keşfettiğim güzel işler yapan bir yayınevi) “İsyankâr Cadı” adlı kitabı da geleneksel metinleri yeniden yazma amacındaki bu protest türe dahil edilebilir. Bu resimli öyküde, cadı olmanın ne kadar zor olduğunu düşünen, sürekli yakınan, bir yandan özeleştiri yapan ve perileri kendine rakip gören komik cadıyla tanışıyoruz. Esprili bir dille yazılmış, başı sonu olmayan hikâyede cadı pek dertli… Cadılar işini iyi yapsa da herkes tarafından eleştirilir, kötü yapsa da. Cadı aslında mesleğinden şikâyetçi. Uçmak da gelmiyor artık içinden. Oysa periler ne rahat canım. Hayat hiç de adil değil. Bütün övgüler perilere. “Bir cadıysan eğer insanlara yaranmanın hiçbir yolu yok.” Doğru da. Masallarda cadılar ki kadınlığı vurgulanan karakterlerdir, kötülüğü temsil eder. Tarihte cadılarsa biliyoruz ki özgürlüğü için mücadele eden özel kadınlardır. Bu yüzden yakılmışlardır. Yine eril masal dili bu tarihi destekler ve cadıları karalar ama hayli feminen çizilen periler iyiliğin simgesi haline getirilir. Kadın itaatkâr olursa iyidir. Perilerin itaatkâr olduğu nereden belli? E her şeyi sihirli değnekleriyle kolayca yapıyorlar, pek emek yok. Bu iyilik gerçek bir iyilik değil tabii, ne tarihte ne de masallarda. Ama cadı yine de yiğide hakkını veriyor, peri olmak da kolay değil sonuçta, değnekler son günlerde pek pahalı bir kere. Hem hemcinslerin birbirini anlaması gerekir. Cadının işleri kesat anlayacağınız, süpürgesi iş görmez olmuş, onarılamaz halde. Bir yandan Dünya’da her şey çok kötü gidiyor. Periler de nedense ortada yok. İsyankâr cadı kırık süpürgesiyle hiç beklenmeyeni yapacak kitabın sonunda, pislikleri süpürecek. Böylece süpürgesini amacına uygun kullanan ilk cadı olacak. Kitabın grafiği ve çizimleri muhteşem, hayli özgün. Yazılama Yayınları’ndan çıkan başka bir resimli öykü “Mor İnek” de çok keyifli bir kitap, güneşli kütüphaneye hoş geldiler. “İsyankâr Cadı”, Enrique Pérez Diaz, Resimleyen: Enrique Martinez, Çeviren: Yaşamak Pusat Keskin, 5 + yaş, Yazılama Yayınları, 2015

AMCAM VE BEN Amcalar olmazsa evlerde hiçbir şey tamir edilmez. Çünkü babalar ile dayıların hep daha mühim işleri vardır. Kimse darılmasın ama amcalar hakkında daha çok kitap yazılmalı. Grafiği ilgimi çekince elime alıp bayıla bayıla okuduğum bir kitaptan söz edece-

prenses –resimlerde göze çarptığı gibi eteksiz, grandtuvaletsiz– zavallı prensi cadının elinden şıp diye kurtarıyor. Yazar bu bölümlerdeki ayrıntıları, prensesin prensi nasıl kurtardığını anlatmayacağını, bunun sıkıcı olacağını vurgulayarak masallara karşı eleştirilerine devam ediyor. Okudukça anlıyoruz ki pekâlâ bir kadın bir erkeği kolayca kurtarabilir. Bir kadın pekâlâ kahraman olabilir. Cinsiyetin kahramanlıkla ilgisi yoktur. Bunca zaman prensler anlatıldı da ne oldu? Dünya’nın hali ortada. Kız ve erkek kitaplarının, pembe ve mavi kapaklarla ayrıldığı, etkinlik kaynaklarında yine cinsiyete göre dağılımlar yapıldığı şu zamanda altın değerinde bir kitap. Üstat, yazar çevirmen Filiz Özdem’in bize armağanı, güneşli kütüphanenizde yer almayı fazlasıyla hak ediyor. “Prensleri Kurtaran Cesur Prenses”, Claudia Souza, Resimleyen: Chistelle Ammirati, Çeviren: Filiz Özdem, 4 + yaş, YKY, 2015

ğim sizlere. “Amcam ve Ben- Havaalanında Bir Zebra” resim öğretmenliği okumuş bir müzisyenin ilk çocuk kitabı. Genç Osman Yavaş ilk kitapla büyük bir başarıya imza atıyor ve bana çocuk kitabı budur dedirtiyor. Son derece eğlenceli, müzikal bir dil; yalın samimi bir anlatım; güçlü ayrıntılar; sağlam bir sevgi ve sıcak bir hikâye… Konu bir hayli ilginç başlıyor; bir zebranın uçakla Türkiye’den İsviçre’ye yolculuğu. Pek inandırıcı olmayan muhteşem anılarıyla sıra dışı bir amca ve yeğen ilişkisi ekseninde ilerleyen metin bir çırpıda okunuyor.Kitabın tasarımı, Nalan Alaca’nın harika desenleri ödülü hak eder nitelikte (umarım birileri verir). Yazarın gücü, inanması imkânsız olanı inandıracak dili yakalayabilmesinde. Sıra dışı bu amca havaalanında karşılaştığı bir zebrayı, “zebra balığı” kılığında, koca bir akvaryumun içinde uçağa bindirmeyi, zebranın istediği yere gitmesine yardım etmeyi başarıyor. Ben inandım doğrusu. Kahraman amcanın daha sonra zebrayla maceraları sürüyor. Yalnız bir adamken zebrayla ev arkadaşı oluveriyor. Kendi üşenince zebrayı bakkala gönderiyor, ki bu bir avantaj. Meğer bizim zebra Brezilyalıymış. Sokakta top oynayan mahalleli çocukları görünce durur mu, golleri çakı çakıveriyor, bakkaldan dönüşte epey gecikiyor. Yazarın kendi tabiriyle, bir zebra kendine bile pas verebilir futbol oynarken. Çok güldüm buna. Bir de yazar, hikâye akarken muhasebecinin tanımını yapmasaydı kusursuz bir kitap olacaktı “Amcam ve Ben”. Tanımındaki “öğretici” ses tonu nedeniyle söylüyorum bunu. Ama unutmayalım ilk çocuk kitabında olabilir böyle kazalar. “Amcam Ve Ben- Havaalanında Bir Zebra”, Genç Osman Yavaş, Resimleyen: Nalan Alaca, 7 + yaş, Final Kültür Yayınları, 2015

KÂĞITTAN ŞEHİR “Kâğıttan Şehir” son günlerde gördüğüm en özel çocuk kitabı. Metin içermeyen eserde kâğıt katlama sanatıyla birbirinden güzel, soyut görseller yer alıyor. İranlı çizer Nazli Tahvili kâğıtları keserek, katlayarak kurduğu şiirsel sahneleri fotoğraflamış. Bilgisayar tekniğiyle de bu kâğıttan mimarilere küçük kız karakterini ve onun oyuncak atını ekleyerek kompozisyon oluşturmuş. Kitabın tek kahramanı küçük kızı kâğıttan bir denizde yüzerken, kâğıttan oyulmuş insanlar arasında, hep yukarı mânâlı mânâlı bakarken görüyoruz. Meğer küçük kız bir kuş için dikiyor kafasını gökyüzüne. Çocukların kendi sözcükleriyle özgürce yeniden öykülendirebileceği kitap, atölyeler için değerli bir etkinlik kaynak eseri aynı zamanda. “Kâğıttan Şehir ”, Nazli Tahvili, 4 + yaş, Redhouse KidsR Yayınları, 2015


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Haziran 2015

BUKET UZUNER:

EMRE KONGAR

“Modernleşmeyi Yanlış Anladık”

Ömer Seyfettin: Aruz ve Hece Vezni

Söyleşi: SELNUR AYSEVER Defne Kaman’ın kayboluşuyla Anadolu’yu keşfetmenin ikinci kitabı “Toprak”. Buket Uzuner’in dörtleme olarak tasarlanan kitaplarından ikincisi. Haliyle “Su” ve “Toprak”ı okur okumaz, “Hava” ve “Ateş” de elinin altında olsun istiyor insan. Ama beklemek gerek. Zira Anadolu’yu yazmak hiç kolay değil, yıllar alıyor. Buket Uzuner, yazarken de öğrendiğini söylüyor. O halde okurun bu yolculukta yazara eşlik etmesi için çabalaması gerekiyor. Kimi zaman polisiye, kimi zaman fantastik roman tadında okudum “Toprak”ı. Bu benim aldığım lezzetti. Ben her okurun yaşamına dokunacağını düşünüyorum “Toprak”ın. Öte yandan toplumsal hayata dair eleştirilere rastlamak ve iç geçirmek de kaçınılmaz. Selnur Aysever: Toprak, “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları” dörtlemesinin ikinci kitabı. Su ile Toprak arasında üç yıl var. Hava ve güneş için de benzer süreleri koyarsak uzun bir yolculuktan söz ediyoruz demektir. Okurunuzla bu uzun yolculuğa çıkmayı tercih nedeninizden söz eder misiniz? Buket Uzuner: Ben zaten bir romanı en az üç-beş yılda yazabilen bir yazarım. Yazının demlenmesini, araştırmayı ve mekân-arazi çalışmasını her zaman seven biri oldum. Okumayı sevdiğim yazarlar da öyledir. Sorunuzu zamandan çok biçimle yanıtlasam, galiba daha samimi ve açıklayıcı olacak; çünkü hayatımda ilk defa bir dörtleme yazıyorum ve aklıma geldikçe hâlâ endişeden titriyorum. Bir “tabiat dörtlemesi” yazmaya heves ettiğimde zaten paganlığın dört elementini ele almaya karar vermiş, dört romanın ana hatlarını kurmuştum. Ancak bu demek değil ki, şimdiden her şeyi biliyorum. Hayır, yazarken yepyeni ara yollara saparak kaybolup, aylarca süründüğüm, ya da yolda muhteşem bir karaktere rastlayarak onunla bambaşka yerlere gittiğim oluyor. Açıkçası başarabilir miyim, diye ürküyorum ama sanırım Lawrence Durall’ın “İskenderiye Dörtlemesi”ni okuduğum ilk gençliğimden beri bir dizi roman yazmayı hep istemiştim. Sonra korkumu yenmek için asıl meselemi anlatmaya yarayacak konuların uzmanlarına danışmaya, araştırmaya ve okumaya başladım. Selnur Aysever: Şamanizm üzerine çalışmalarınız ne kadar sürdü? Dörtleme nasıl bir hazırlıkla doğdu? Buket Uzuner: Benim “Tabiat Dörtlemesi”ni yazma motivasyonumun altında insanın tabiatla aşkının neden ve ne zaman bittiğine dair sorularım yatıyor. İnsan ne zaman kendini bir parçası saydığı tabiatın parçası değil de efendisi olduğunu sanıp kendini kaybetti ve tabiata ihanet etti? Bunu araştırmaya başlayıp, Selçuklu’dan öncesine geri gittiğimde kendimi kadim Kamanlık geleneklerini araştırırken buldum. Eski Türkler, güney Sibirya’da yaşadığı dönemde soğuktan korunmak için ağaç kesmek zorunda kaldığında önce o ağaca sarılıp, ondan özür dilermiş. Ağaca, ihtiyacından daha fazlasını kesmeyeceğine, bundan böyle yediği her yemişin çekirdeğini, tohumunu aynı yerlerde toprağa gömeceğine söz

vererek, ağacın canına ve onu yaratan güçlere dua edermiş. Yine aynı masal veya efsanelerde, hayatta kalmak için bir hayvan avlamak zorunda kalan eski Türk, hayvanı öldürmeden önce gözlerine bakarak ondan da özür diler, ihtiyacından fazlasını öldürmeyeceğini, yiyemediği eti diğer hayvanlara vereceğine söz verirmiş. Bu vicdanlı ve tokgözlü ahlak beni büyüledi ve böylece konuştuğumuz dilin kökünde yatan eski Türklerin Kamanlık geleneğini yani Şamanlığı araştırmaya başladım. Selnur Aysever: “‘Toprak’ romanını: Tabiata zararlı projelerin önüne göğsünü siper ederek dikilen, asırlık yerel tohumları çeyiz sandığında en değerli mücevheri olarak saklamayı akıl etmiş, her biri Toprak’ın kızı ve aslen Tabiat Ana Umay’ın torunu olan Anadolulu çiftçi-köylü kadınlara ithaf ediyorum,” diyorsunuz... Buket Uzuner: Evet, “Toprak”ı Anadolulu çiftçiköylü kadınlara ithaf ettim. Bunu da öyle şıklık olsun diye yapmadım. Belki biliyorsunuz, ben özel merakım ve ilgim nedeniyle biyoloji ve çevre bilim, ekoloji eğitimi aldım ve ilk romanım da Yeşiller Partisi’yle ilgili “İki Yeşil Susamuru”dur. Ben çevre sorunlarını yıllardır mesele etmiş biriyim; edebiyatta çevre, tarım ve iklim sorunlarını işlemem bu nedenle bana doğal geliyor. Yıllar içinde gerek Anadolu’da yaptığım seyahatler, gerek HES direnişleri veya Tohum Takas Festivalleri’nde gördüm ki, bizim dahil olduğumuz Ortadoğu ve Doğu Akdeniz, Balkan ve Kafkas coğrafyasındaki başka hiçbir kültürde suyunu ve toprağını, ağacını ve tohumunu Anadolu’daki gibi göğsünü siper ederek koruyan çiftçi-köylü kadın kültürü yok. E, o zaman bu tabiat sevgisi ve direniş ruhu nereden geliyor? Öğrendiklerimin ışığında bu durumunu Anadolu kültürlerini derinden etkilemiş olan ‘Tabiat Tanrıçası Umay’a bağladım. Kültürel aidiyet böyle bir şey; efsane, masal ve ritüel-âdetlerle beslenip, devamlılık gösteriyor. O kadınlar ki, Anadolu’nun asırlık özgün tohumlarını çeyiz sandıklarında saklayan dişi-aklın sahibidir! İtiraf edeyim ki, Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir!” sözünün özünde tarımın önemini vurguladığını ben geç kavradım. (Devamı sayfa 11)

Remzi Kitap Gazetesi’nin sürekli okurları farkındadır; burada edebiyat tarihimiz hakkında yazarken, özellikle değerli yazar ve şairlerimizin ünlü oldukları özel alanlar dışındaki düşüncelerini de aktarmaya çalışıyorum. Orhan Veli’nin siyasal fikirleri, Yahya Kemal’in Kurtuluş Savaşı hakkındaki düşünceleri gibi. *** Annem, felsefenin yanında edebiyat öğretmenliği de yaptığı için olmalı, evde Ömer Seyfettin’in, o zamanki deyimle “külliyatı”, yani tüm eserleri, beyaz kartonla kaplanmış iki cilt olarak kütüphanemizin baş köşesinde dururdu. Sanıyorum ortaokulda okumaya başladığım bu iki cildi o kadar sevdim ki, liseyi bitirene kadar bir kaç kez hatmettim. Bugün bile, “Diyet”, “İncili Kaftan”, “Yüksek Ökçeler” adlı öyküleri, “kaymak gibi karısını, siyahi besleme ile aldatan iç güveysi damat”, “insanları hayvanlara benzeten bir adam ile bir kadın arasındaki mektuplaşma” gibi müthiş bir mizah barındıran çarpıcı metinleri neredeyse ezberimdedir. 1920 yılında yitirmiş olduğumuz bu büyük edebiyatçı, Türkiye Cumhuriyeti’yle çiçeklenecek olan “milli bir edebiyatın” hem dil hem de içerik olarak öncüsü, habercisidir. Bugün, onun aruz vezni ile hece vezni tartışmasındaki bazı düşüncelerine yer vermek istiyorum. Bu düşüncelerinde, “milli edebiyat” anlayışı son derece bariz bir biçimde görülüyor. *** “Edebiyatta Artta Kalış” [Survivance] adlı makalesinde şöyle diyor: “Felâketlerimiz ve tarihî darbeler ruhumuzda sakin bir ‘hads - intuition’ [sezgi] halinde yaşayan millî idraki uyandırdı. Bu uyanışa ilmî endişeler de karıştı. Eserler içtimai temayülün tesirlerine maruz kaldı. Türkçe söylemeye ve ‘millî edebiyat’ın ne olduğu aranmaya başlandı. Bu esnada görüldü ki ‘Edebiyat-ı atîka’ ve ‘Edebiyat-ı Cedîde’miz bizim asıl kendi ruhumuzdan fışkırmamaktadır. Birincisi şekil, lisan ve mânâca Acemin, ikincisi yalnız mânâca Frengin pek az değiştirilmiş bir örneğidir. Millî edebiyat ise şekilce, lisanca, mânâca bizim hususiyetlerimize haiz bulunacaktı. “Millî veznimiz hece usulü idi. “Millî lisanımız bütün Türklüğün dimağı olan İstanbul’da her gün konuştuğumuz lehçe idi. “Edebiyatımızın başka milletlerin edebiyatlarına benzemeyen hususiyetleri ancak bize ait sayılabilirdi.” Bundan sonra çeşitli örnekler vererek uzun uzun aruz vezninin Arapça ve Acemce telaffuza uygun olduğunu, Türkçeyi bozduğunu anlatıyor ve sonra şöyle devam ediyor: “Bu müşahadeden de gayr-i milli aruzun bizim tecvidimize, lisanımızın ahengine tamamiyle uymadığı anlaşıldı ve millî veznimiz olan ‘hece usulü’ne kıymet verildi. Şimdi millî edebiyat, millî bir zemin olan ‘güzel Türkçe’ ve ‘hece usulü’ üzerinde yükselmeye çalışıyor. Hatta yalnız zemin itibariyle yüksek sayılacak büyük eserlerin doğması yine senelere bağlıdır. Bekleyelim ve sabırsızlanmayalım.” (Ömer Seyfettin Bütün Eserleri 15, Derleyen Muzaffer Uyguner, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1992, ss. 85-86) *** Ömer Seyfettin, yazısını “sevgili Fikret’imiz” dediği Tevfik Fikret’in kullandığı “Edebiyat-ı Cedîde” dilinin de ölmeyeceğini belirterek sürdürüyor: “‘Edebiyat-ı Cedîde’ lisanı ölecek mi? Buna ihtimal verilemez. İçtimaî temayüle uymayan her tarzın yine hayatta bir ‘artta kalış’ hakkı vardır ve bu pek tabiidir.” Görüldüğü gibi, Ömer Seyfettin yeni “Milli Edebiyat” akımının geride bıraktığı öteki akımları yok etmeyeceğine de işaret ediyordu. 18 Eylül 1915 tarihinde Turan gazetesinin 1398’inci sayısında yazdığı bu yazıya ilerde yine değineceğim!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.