Remzi Kitap Gazetesi / Kasım 2016

Page 1

Zorlayan ve Zorlanan Çocuklar

Kuşlar Yasına Gider

Gülhisarlı Terziler

İNCİ VURAL

HASAN ALİ TOPTAŞ

HÜSNÜ ARKAN

B

P

ir yas hikâyesi anlatıyor Hasan Ali Toptaş. Oğulun babaya, babanın oğula dönüşme hikâyesi aynı zamanda. Bir yandan bir erkek çocuğun büyümesine tanık oluyoruz, bir yandan da anıya dönüşen babayı burnumuzun direğinde bir sızıyla anlıyoruz.

edagog İnci Vural, çocuklarımızla ilişkimizde kendi geçmiş yaşantımıza bakmanın yararlı olacağını söylüyor. İyi bir ebeveyn olmanın yolu kendi çocukluk deneyimlerini hatırlamaktan geçiyor biraz da. Aynı zamanda çocukların da birer birey olduğunu her daim akılda tutmaktan. Kitap, ebeveynler için bir başucu kitabı. Devamı sayfa 6

R

E

M

Z

Devamı sayfa 7

İ

K

İ

T

A

B

E

V

İ

H

üsnü Arkan’ın yeni romanı “Gülhisarlı Terziler” gidip her defasında geri dönen bir insanın romanı. Aynı zamanda hiçbir şeyin “gerçekleşmediği”, hiçbir şeyin “değişmediği” bir kasabanın. Kendini kitaplarla büyütmeyi başarmış, kendi halinde bir adam ve onun ustasıyla ilişkisinin etrafında örülen bir yalnızlık hikâyesi. Devamı sayfa 12

ARKA KAPAK KONUĞU Pınar Kür

SAYI 131 - KASIM 2016 - ÜCRETSİZDİR

OTİZMLİ İNSANI ANLAMAK İÇİN EDEBİYAT M

edyada bir otizm salgınından söz ediliyor. Çok uzak değil, geçtiğimiz nisan ayında CHP’li milletvekili otizmli kızının kazandığı okula kabul edilmemesi üzerine bir basın toplantısı düzenledi. Bir başka otizmli çocuğun eğitim hakkı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde dava sürüyor. Bu örnekler gösteriyor ki toplum olarak hem kurumlar bazında hem de bireysel olarak otizmi, otizmli bireyi kabul etmek ve herkesin haklarını ve ihtiyaçlarını gözeten bir düzen kurmakta henüz pek yol kat etmiş sayılmayız. Sosyal bir devlet düzeninde bu iş elbette devlete düşer. Ancak karşılıklı olarak birbirimizi tanımadan ve an-

Müptezeller

Devamı sayfa 8-9

6

EMRAH SERBES

Hayvan Olmak

10

CHARLES FOSTER

Sincaplı Gece

10

CEM AKAŞ

K.

10

ROBERTO CALASSO

Berber TAYFUN PİRSELİMOĞLU

14 15

Kamyon Geldi, Türkü Bitti

3

lamadan yapılacak her düzenleme kâğıt üstünde kalmaya ve bürokrasinin değirmeninde öğütülmeye mahkûm görünüyor. Yeni bir yol bulmak kaçınılmaz gibi. Öyleyse ilk adımı anlayarak, kulak vererek atabiliriz. Bu anlama çabası için pusulamız neden edebiyat olmasın? Bu sorudan hareketle dosya sayfalarımızda otizmli bireylerin perspektifinden yazılmış romanlardan örnekler ele aldık. Ayrıca Prof. Dr. Yankı Yazgan, otizmin edebiyat içinde ele alınışına en güzel örnek olarak seçtiği romanın analiziyle bu çabamıza katkıda bulundu.

7

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

Telif Hakkı Meseleleri

Hani Bir Yayınevi Vardı-2

Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-4

PROF. DR. İOANNA KUÇURADİ “Her Zaman Öğreneceğimiz Şeyler Vardır!” B

u yıl sekseninci yaşını kutlayan “felsefenin kraliçesi”, “çağdaş Antigone” ya da “iyi ana” Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, çağın olaylarına felsefenin ışığında, insan hakları bilgisiyle bakmaya, bu bakış açısına sahip insanlar yetiştirmeye devam ediyor. Kuçuradi, bu yıl 35.’si gerçekleşecek olan, “Felsefe ve İnsan” temalı Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın onur yazarı. Felsefe ve insan hakları arasında bağ kuran Kuçuradi’ye göre insan haklarını koruma sorunu, en başta felsefi bir sorun. Çünkü son yıllarda moda bir kavram haline gelen insan hakları kavramının tam olarak ne olduğunun açıkça ortaya konması gerekiyor ve bunun yolu da felsefenin keskin bakışına sahip olmaktan geçiyor. Kavramlar kimileyin tehlikeli olabiliyor. Peki ne zaman tehlikeli oluyor dersiniz? Kuçuradi, kitaplarında bu soruyu şöyle cevaplıyor: “İçeriği bulanık olduğu halde, herkes bu kavramı bildiğini sanınca. Korkarım, insan

hakları tehlikeli bir kavram olmuştur bile. Felsefe onları yeniden ele almalı, içeriklerini didiklemelidir”. Kitap Fuarı’nda gerçekleştirilecek toplantılarda, Kuçuradi insan hakları kavramını mutlaka didikleyecek ve insanca yaşadığımız bir dünya için felsefi bilgiyle aralanabilecek bir kapıya işaret edecektir. Fuar öncesinde, felsefeyle yoğrulmuş bir ömrün çeşitli duraklarına göz atmak istedik ve Prof. Dr. İoanna Kuçuradi ile çocukluk yıllarından başlayıp, ülke meselelerine varan bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Can Yücel’den ödünç alarak söylersem, ‘Gökyüzü gibi bir şey çocukluk, hiçbir yere gitmiyor’. İnsanın tüm hayatını belirleyen önemli bir dönem çocukluk. Küçük İoanna’ya yakından bakabilir miyiz? Nasıl bir çocuktunuz ve nasıl bir aile ortamında büyüdünüz?” Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2016

MURAT GÜLSOY:

“Yazarın Kendi Sınırlarına Çarpması Lazım” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ

B

u ay Murat Gülsoy’un yazı yolculuğunda neler olup bittiğini merak ettim. Gülsoy’la yaratım sürecinin hangi duraklarında soluk aldığını, elimizde tuttuğumuz kitapların arkasındaki serüveni konuştuk.

nokta beni heyecanlandırıyor. Niye? Orada benimle ilgili bir şey var. Bir yandan oraya gitmek istemiyorsun, bir yandan da seni yazdırtan o enerji aslında.”

“‘602. Gece’de, ‘Kurmacanın sınırları üzerine hayaller kurmayı seven biri olduğunu’ söylüyorsun. Kurmacanın sınırları meselesi yazma sürecine de yansıyor mu?

“İlk ağızda hızlıca çok sayıda okura ulaşmak gerçekten kolay bir iş değil. Hem dilediğin gibi yazacaksın, yeni bir şeyler deneyeceksin hem de bu arayışların hemen benimsenmesini bekleyeceksin. Kendi sınırların aynı zamanda başkaları için de sınırdır. Bazı kırmızı çizgiler var, oralara da yaklaşıyorsun bazen... Yaklaştıkça kendine engel olmaya çalışabilirsin, bu yüzden hikâyen bozula da bilir. Yani güvenli bir yerde değilsin. Dolayısıyla da çok mükemmel eserler ortaya çıkmayabilir. Ama bence değerli olan büyük eserlerdeki o tuhaf yapısal ‘bozukluklar’ diyebileceğimiz özelliklerdir. Mesela ‘Tutunamayanlar’ öyle bir kitaptır. Pekâlâ onu estetik açıdan eleştirebiliriz, burası sarkmış, şurası fazla diyebiliriz ama zaten o öyle olduğu için iyi, öyle olduğu için mükemmel, öyle olduğu için az okura ulaştı ilk başta. Ama zaman içerisinde çok etkili oldu. Zaten edebiyatın ilginç tarafı da o, okurun büyük bir kısmı siz yazdığınız zaman henüz doğmamış oluyor. Dostoyevski akıllı telefonlardan elektronik ortamda romanlarının okunduğunu bilseydi delirirdi herhalde. Neden yıllar geçse de biz o kitapları okuyoruz? Çünkü o hakiki arayış var. Temel meselelere dokunuyor. Dolayısıyla okur sayısı göreceli bir şey. Aslında sen de hedefliyorsun çok büyük bir okur sayısını; hatta uzun vadede çok çok daha fazlasını hedeflemiş oluyorsun.”

“Tabii. Ortada bir sınır yoksa hayal gücü devreye girmiyor. Sınırdan kast ettiğim insanın özgürlüğünü, var oluşunu kısıtlayan bir mesele. Bir sınır ya da çözülmesi gereken bir mesele yoksa o boş sayfa boş kalmaya devam eder veya bir biçimde doldursan bile yüzeysel şeyler çıkmaya başlar. Hayallerim doğrudan bilinçdışımdan besleniyor. O yüzden çok kıymetli. Yazarın hayal gücünü etkin bir şekilde kullanabilmesi için kendi sınırlarına çarpması lazım. Herkes için sınır farklıdır; kimisi için bu ailesidir, kimisi için toplum kurallarıdır, kimisi için siyasi atmosferdir, cinsel kimliktir, dini dogmalardır; kimisi için de kurmacanın kendi kurallarıdır, dilidir. Örneğin kurmacanın dilinin kendisini sınırladığını düşünen yazarlar daha çok biçimsel arayışlara giriyorlar; belki toplumsal ve tarihsel meseleleri kendi özgürlükleri açısından mesele edinenler daha farklı bir çizgi benimsiyorlar. Bazen büyük yazarların tıkandıklarına ya da eskisi gibi parlak işler çıkaramadıklarına tanık oluyoruz. Bunun nedeni artık kendi sınırlarını araştırmak istememeleri, daha güvenli alanlarda kalem oynatmayı tercih etmeleridir. Kendini kabul ettirmiş bir yazarın beklenmedik denemeler yapması, kendini riske atması, sürekli sınırlarını araması beni büyülüyor.”

“Peki senin değişen sınırların mı var, yoksa mesela Kundera’nın dediği gibi dönüp dolaşıp hep aynı sınıra mı tosluyorsun?”

“Bir insanın bir tane temel meselesi olduğunu söylemek biraz indirgemeci bir yaklaşım bence. Elbette ki son kertede indirebiliriz de. Mesela ölüm olgusu. Ölüm, haz, cinsellik, gerçeklik gibi çok temel meseleler herkesi sınırlar. Bu kadar temelden bakarsak evet, herkes her zaman aynı hayatı yaşar ve aynı romanı yazar ama o kadar uzaktan bakarsak her şey aynı gözükür; biraz yakınlaştığımız zaman, farklılıklar ortaya çıkacaktır. Benim de kimi zaman aynı noktalara geldiğimi hissettiğim oluyor, hep belli bir yere doğru elim gidiyor. Nereden başlarsam başlayayım ya da neye niyet edersem edeyim mutlaka belirli çekim noktaları var sanki. Niye? Çünkü o

“Bütün bu konuştuklarımız daha az sayıda okura sahip olmayı beraberinde getiriyor mu?”

“Mühendislik eğitiminin katkısı nedir romancılığa? Var mıdır?”

“Bilmiyorum. Dostoyevski’ye de sormak isterdim ben, o da mühendis. İlginç, hiç kafamda mühendis gibi durmuyor. Kendim de kafamda hiç mühendis gibi durmuyorum. Kuşkusuz ne yaptıysa insan, ne okuduysa, hangi deneyimlerden geçtiyse hepsinin yararını görüyor. Bunlar bizi farklılaştırıyor da. Bence yazarı yazar yapan şey içe bakış gücü, kendisiyle uğraşma biçimidir. Aldığı eğitimler, kültür, deneyim ve diğer her şey onun malzemesini oluşturuyor ama o malzemeyle bir şeyler yapabilmenin yolu içe bakıştan, kendi üzerine çalışmaktan geçiyor. Bu, ilham geldiğinde yapılan bir iş değil, her gün ama her gün çalışmayı sürdürmek gerekiyor.”

“Yaratıcı yazarlık atölyeleri de yapıyorsun. İnsanların zihninde bir önyargı var atölyelere karşı…” “Birçok insanı sokaktan çevir sor, yazarlık öğretilir

mi, öğretilmez mi? Çoğu insan tereddüt etmeden ‘öğretilemez’ diye cevap verir. Dünyanın büyüsü moderniteyle birlikte bozuldu. İnsanlar pratik olarak biliyor ki, dünya büyülü bir yer değil. Uçaklar hava durumuna göre uçuyor, hasta olduğun zaman hastaneye gidip MR çektiriyorsun. Artık büyücü yok, şaman yok, peygamber yok, metafizik bir geçiş yok. Olmayınca da bunun yerine sanat konuluyor. Yani modern çağın dini sanat, peygamberi ya da şamanı da sanatçıdır gibi bir çarpık algı var; bu tamamen sanatı yabancılaştırıcı ve belirli bir seçkin gruba havale edici bir yaklaşım. Böyle yaparak insan kendi doğasına yabancılaşıyor. Çünkü yaratma, özgürlüğe doğru gitme insanın doğasında var. Bunu görmezden gelen yaklaşım sanatı yücelterek yapıyor bunu. Yaratıcı yazar meselesi de bunun bir parçası. İnsanın çalışarak, öğrenerek yapabileceği bir şeyse bunda büyülü bir taraf yok diye düşünüyorlar. İşin içine eğitim, çalışma girdiğinde hile yapmışsın gibi algılanıyor. Bu da sanatçıyı doğaüstü bir şey gibi algılamaktan kaynaklanıyor. Sanat bir vahiy, sanatçı da sadece bir iletken olsun istiyorlar. O kişi kendi çabasıyla bir şey yapsın istemiyorlar. O yüzden hep derler ya ‘yarı delidir bunlar’ diye. Sanatla uğraşan kişi, aslında kendisiyle uğraşıyor. Kendini fark ediyor, fark ettiğini ifade etmeye çalışıyor. Bu da müthiş bir çaba gerektiriyor. Ama sen buna Tanrısal bir şey ya da yetenek gibi doğuştan gelen bir şey dersen insanın iradesini yok saymış oluyorsun. O zaman yaratıcılık senin dışında bir şey haline geliyor. Kişinin yaratma sürecindeki rolünü yok saymış oluyorsun. Birey, iradesi olan bir varlık, bir şeyi yapabilen kişi. Sanatçı bile isteye, arzu ederek üreten, dünyayı ve kendisini dönüştüren kişidir.”

Remzi’de En Çok Satanlar (Ekim 2016) KİTAP (KURGU)

1 2 Aşk Dersleri 3 Kürk Mantolu Madonna 4 Ela Gözlü Pars Celile 5 Sadık Bey 6 Kırmızı Pelerinli Kent 7 Sputnik Sevgilim 8 Mucizevi Mandarin 9 Havva’nın Üç Kızı 10 Müptezeller Casus

Paulo Coelho, Can Yayınları

Alain de Botton, Sel Yayıncılık

Sabahattin Ali, YKY

Osman Balcıgil, Destek Yayınları

Pınar Kür, Can Yayınları

Aslı Erdoğan, Everest Yayınları

Haruki Murakami, Doğan Kitap Aslı Erdoğan, Everest Yayınları Elif Şafak, Doğan Kitap

Emrah Serbes, İletişim Yayınları

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 2 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens 3 Beni Ödülle Cezalandırma 4 Duygusal Beyin Bağırsak 5 Adam 6 Ekonomide Analiz 7 Aşkın İstilası-Dem 8 Mehdi’nin Darbesi 9 Yol 1 0 Canan Karatay’la Şifa Bulanlar Anne Kafamda Bit Var Tarık Akan, Can Yayınları

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Kasım 2016

Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap

Özgür Bolat, Doğan Kitap

Hüseyin Nazlıkul, Destek Yayınları

Yılmaz Özdil, Kırmızı Kedi Yayınevi Mahfi Eğilmez, Remzi Kitabevi

Metin Hara, Destek Yayınları

Sabahattin Önkibar, Kırmızı Kedi Yayınevi Chiristine Gross-Loh-Michael Puett, Koridor Yayıncılık Canan Karatay, Hayy Kitap

Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Kasım 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

2016 Nobel Edebiyat Ödülü Bob Dylan’ın Nobel Edebiyat Ödülleri bu sene edebiyatseverleri fena şaşırttı. Ödül, “Amerikan şarkı geleneğine yeni şiirsel anlatımlar kattığı” için ünlü şarkıcı ve söz yazarı Bob Dylan’a verildi. İsveç Akademisi’nin daimi sekreteri Sara Darius karar yüzünden İsveç Akademisi

üyelerinin eleştirilmeyeceğini umduğunu söyledi. Darius sözlerini, “Bob Dylan engin İngilizce edebiyat geleneği içinde, Milton ve Blake’in çizdiği yolda çok başarılı bir şair. O sadece yüksek edebiyattan değil günlük edebiyattan da besleniyor,” diye bitirdi. Öte yandan, Bob Dylan’ın herhangi bir açıklama yapmaması dikkat çekti. Darius, Bob Dylan’a henüz ulaşamadıklarını söyledi. Kaynak: The Guardian, 13 Ekim 2016

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Dalí’den Yemek Kitabı Dario Fo’ya Veda

Ünlü ressam Salvador Dalí’nin kırk yıl önce hazırladığı sürrealist yemek kitabı, Taschen Yayınları tarafından yeniden basılıyor. “Les Diners de Gala” (Gala Yemekleri) Dalí ve eşi Gala tarafından hazırlanan 136 tarif ve çizimden oluşuyor. İlk olarak 1973 yılında basılan kitaptan bugün sadece 400 adet bulunduğunu söyleyen Taschen sözcüsü, kitabı yeniden basarak Dalí’nin hem sıradışı tariflerini hem de çizimlerini sanatseverlerle yeniden buluşturmayı amaçladıklarını dile getirdi. Tarifler en deneyselci aşçının bile gözünü korkutacak cinsten. Dalí’nin kendine özgü tasarımları ise tadıyla olmasa da tuhaflıklarıyla kendinden söz ettireceğe benziyor. Kaynak: Esther Addley ve Alison Flood, The Guardian, 11 Kasım 2016

Elena Ferrante’nin Gerçek Kimliği “Napoli Üçlemesi”nin dünya çapında üne kavuşmasıyla birlikte Ferran­ te’nin gerçek kimliği edebiyat dünyasında merak edilen bir soru haline geldi. Yıllarca süren uğraşlara rağmen ne yazar ne de yayınevi yazarın gerçek kimliğini açıklamaya yanaştı. Ne var ki geçen haftalarda İtalyan bir gazeteci Ferrante’nin gerçek kimliğini bulduğunu iddia etti. Claudio Gatti Il Sole 24 Ore adlı İtalyan gazetesinde ve New York Reviee of Books’ta bulduklarını paylaştı. Ferrante’nin aslında Roma’da yaşayan bir çevirmen olduğu iddiasıyla birlikte sosyal medyada Gatti’ye tepkiler yağmaya başladı. Gatti’nin bu iddiası Elena Ferrante’nin İtalyan yayıncısı tarafından yalanlandı. Kaynak: Christopher Hooton, The Independent, 3 Ekim 2016

Ünlü İtalyan tiyatro yazarı, yönetmeni ve oyuncusu Dario Fo 13 Ekim tarihinde hayatını kaybetti. Doksan yaşında hayata gözlerini yuman yazarın ölümü İtalya’daki yayıncısı Chiarelettere tarafından da doğrulandı. 1997 Nobel Edebiyat Ödülü’nün de sahibi olan yazar, bir kısmını eşi Franca Rame ile birlikte oluşturduğu seksenden fazla oyuna imza attı. Eserleri birçok dile çevrilen yazarın politik oyunları ona edebiyatseverlerin sevgisini kazandırdığı kadar eleştirilerini de getirdi. Yazar en çok 1969 yılında yazdığı ve sürekli güncellediği tek kişilik gösterisi “Mistero Buffo” (Komik Gizem) ile 1970 tarihli “Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ödülü” adlı oyunuyla tanınıyordu. Kaynak: Jonathan Kandell, The New York Times, 13 Ekim 2016

Süper Kahraman Suriyeli Bir Anne Marvel daha önce de Hitler’le karşı karşıya gelen Kaptan Amerika gibi politik süper kahramanlar yaratmıştı, ancak bu seferki süper kahraman bir ilk, çünkü o oldukça sıradan Suriyeli bir anne. ABC kanalıyla ortaklaşa oluşturdukları projede, bir yıldır abluka altındaki Madaya’da çocuklarıyla hayatta kalmaya çalışan bir kadının hikâyesi anlatılıyor. “Madaya Mom”/ Madayalı Anne’nin süper gücü ise insan üstü bir sabır ve annelik içgüdüsü. İnternetten ücretsiz olarak okunabilen çizgi roman ABC’nin Madaya’da iletişime geçtiği bir kadının gerçek hayat hikâyesinden esinlenerek yaratılmış. Esas Madayalı Anne’nin kimliği güvenlik gerekçesiyle gizlenmiş. Çizgi romanın en çarpıcı yeri ise kuşkusuz annenin uzun süre sonra ilk defa yemek yedikten sonra olanları anlatması. Çizgi romana göre yemek yedikten sonra çocuklar hastalanmış çünkü vücutları yemeği nasıl öğüteceğini unutmuş. Kaynak: Jack Shepherd, The Independent, 13 Ekim 2016

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

Telif Hakkı Meseleleri Geçenlerde sosyal medyada anket yapma modasına ben de uydum ve bir soru sordum: “Yazarın, editörün, çalışanın emeğini bedavaya getirmek için en ‘sağlam’ teorik argümanı hangi tip yayıncı üretir?” Sosyalistler/Anarşistler şıkkı ezici çoğunlukla birinci oldu. Aynı günlerde “Eleştirinin Hali Pürmelali” başlıklı bir söyleşide Semih Gümüş’le yan yana geldik. Söyleşinin sonlarına doğru edebiyat eleştirisinin zayıf olmasının bir nedeninin de dergilerin pek çoğunda eleştirmenlere telif verilmemesi olduğunu söyledim. Nitelikli eleştiri yazıları bekliyor idiysek bunları üretecek olan yazarlara telif ödeme konusunda daha özenli davranmalıydık. Semih Gümüş bu fikrime bir ölçüde katıldığını belirttikten sonra konuya şerh düştü. Arkasında holding olan dergilerden telif talep edilmesini haklı bulduğunu, öte yandan “Varlık” dergisi tarzı kendi yağıyla kavrulan edebiyat dergileri telif verse de kendisinin almayacağını söyledi. Argümanı ise dergi çıkarmanın nasıl külfetli ve fedakârlık gerektiren bir uğraş olduğuydu. Arkasında büyük bir sermayenin bulunmadığı dergiler bir kültür hizmetinde bulunuyorlardı. Gümüş’ün söylediklerinden anladığım; yazarların da bu konuda söz konusu dergileri desteklemesi gerektiğiydi. Yani kültür hizmeti yapan dergi az ya da çok bir gelir elde edecek ama yazar elde etmeyecek. (Bahsi geçen dergilerin ücretsiz dağıtılan fanzinler olmadığını hepimiz biliyoruz.) Aslına bakılırsa, ülkemizde kültür işleriyle uğraşan hiç kimse yaptığı işin karşılığını hakkıyla alamıyor. Sırtını farklı bir gelir kapısına yaslamayan yayıncıların ortak şikâyeti bu. Peki fatura neden sürekli olarak yazara çıkarılıyor? Mesela hiçbir yayıncı matbaasını arayıp bu seferlik kendisinden para alınmamasını rica ediyor mu? Ya da kâğıtçıdan kâğıtları bedavaya vermesini, kültür hizmetine bu şekilde katkıda bulunmasını istiyor mu? Dağıtım şirketine açıp da bu işin büyük fedakârlıklarla yerine getirilen bir misyon olduğu propagandasını yapıyor ve kitaplarını, dergilerini ücretsiz dağıtması gerektiğini söylüyor mu? Sanmıyorum. Yayıncı, bütün bu saydığımız kalemleri gider listesinde hesaplıyor ama yazarın telifine gelince eli titriyor. Çok anlamam ama tahminim o ki, matbaa, dağıtım ya da kâğıt giderleri ile yazarlara verilecek teliflerin toplamı karşılaştırılamaz bile. Herhangi bir yazarın öyle aman aman bir telif ücreti talep ettiğini sanmıyorum. Piyasa koşulları malum, gerçekçi olmaz bir kere. Demek ki yazardan kesilen telifle bu çarkın döneceğini ummak saflık olur. Dahası yazara ödenen telif, daha nitelikli yazılar olarak dergiye geri döner. Dergilerin yöneticileri niteliğin yükselmesinin satışlara etkisi üzerine düşünmezler mi? Bunun yerine neden ısrarla fatura yazara çıkarılır? Edebiyatçıların pek çoğu “bu işe” para kazanmak amacıyla bulaşmamıştır. Yazar, kendisiyle ve dünyayla derdi olan kişidir. Yazı, o sıkışmayı aşma çabasıdır. Dolayısıyla geçim kapısı değil, yaşamsal bir ihtiyaçtır. Yazarın yazma eylemiyle kurduğu bu ilişki piyasanın kurallarıyla ister istemez çatışır. Yazar, piyasanın içinde ruhunu ve kalemini zedelemeden var olabilmek için zaten epey bir fedakârlıkta bulunuyor. En basitinden piyasanın beklentilerini karşılamak yerine, kendi hayalindeki metinleri ortaya çıkarmakta direniyor. Konjonktürün dayatmalarına karşı sağlam durması gerekiyor. Para kazanmak amacıyla yazan birine dönüşmemek için çabalıyor. Piyasa koşullarına direnebilmek için amatör ruha sahip çıkıyor. Anlaşılan o ki bu ruh onu aynı zamanda piyasa tarafından suistimale açık hale de getirebiliyor. Suistimalin belki de en tehlikelisi sırtını ülkücü söylemlere yaslayanlarınki. (Evet solcunun da ülkücüsü olur.) Bu söylem yazarın duygularına seslenmekle başlıyor işe. Kutsal bir görevle karşı karşı olduğumuza ikna edilmemiz gerekiyor önce. Devletlerin vatandaşına, örgütlerin neferlerine yaptığı propagandalara ne kadar da benziyor.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2016

PROF. DR. İOANNA KUÇURADİ:

“Her Zaman Öğreneceğimiz Şeyler Vardır!” Söyleşi: ELİF ŞAHİN HAMİDİ, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)

“Çocukluğumdan az şey hatırlıyorum. Kendimi oynarken hemen hemen hiç hatırlamıyorum. Aklıma tek gelen bir-iki imge varsa, bunlar sek sek oynamak ve ip atlamak. Arkadan baktığımda, karakterimin oluşmasında annemin büyük etkisi olduğunu görüyorum. Örneğin annem, ne yaparsam yapayım, sokakta bana hiçbir şey almamıştır. Ne ister bir çocuk? Bir simit, bir oyuncak. Annem, ağlasam da sızlasam da, almazdı. Ama ertesi gün babam getirirdi istediğimi. Kişilerin gitgide daha fazla ‘kendilerini’ –öfkelerini, hırslarını– tutamadıkları dünyamızda anneme minnet duyuyorum beni böyle eğittiği için. Kendini ‘tutmak’ böyle öğrenilir, herhalde. Uyumlu bir ailede büyüdüm. Annem ile babamın kavga etmesi şöyle dursun, birbirine yüksek sesle konuştuklarını bile duymadım. Anne tarafımdan ailenin en büyük çocuğu bendim. Dayılarımın çocukları hep benden küçük. Bir dayım da beni ‘şımartırdı’. Kınalıada’da evi vardı dayımın, yazlığa gidiyorlardı. Evin bahçesinin arka tarafında domates, biber vb. sebze ekerdi dayım. Her yıl da ilk çıkan domatesi bana verirdi. Mis gibi kokusu olurdu bu domatesin, hâlâ burnumda. Evimizde bir de İmrozlu dadım vardı: Grammatiki. Ben yirmi yaşıma gelinceye kadar bizle kalıyordu. İlk okumayı-yazmayı bana o öğretti. Daha sonra adı Gökçeada olan İmroz’a dönünce, ben iki defa onun yanına gittim. Doktora tezimin önemli bir kısmını, onun evinde yazdım. Grammatiki ile babam beni kolayca şımartabilecek bir şekilde davranıyorlardı hep. Babam, koca kız olduğum zaman bile, çavuş üzümünün çekirdeğini çıkarır, bana yedirirdi. Eczacı idi, ama bize pek ilaç vermez, kendisi de almazdı.”

“Bir söyleşinizde isimlerden bahsediyorsunuz. İsmi İoanna olan bir Rum kızı olarak Türkiye’de doğup büyüdünüz. Ve çok önemli işlere imza attınız. Çocukluk yıllarınızdan bugüne ayırımcılığa uğradığınız ya da size kendinizi ‘öteki’ hissettirecek muamelelerle karşılaştığız oldu mu?”

“Böyle muamelelere hiç uğramadım, diyemem. Ama ben onları önemsemediğim için, beni pek etkilemedi. Ayrıca böyle ayırımcılıklara karşı beni öyle içtenlikle savunanlar oldu ki! Ben kasıtlı ayırımcılıklar üstünde dur-

muyorum. Ama farkında olmadan yapılan ayırımcılıklara dikkat çekiyorum. Bunları da insan hakları dersinde örnek olarak kullanıyorum. Bunlardan biri benimki gibi –yani Türkçe olmayan– adların yanına birçok insanın ‘hanım’ kelimesini getirememesi, ‘bayan’ diye hitap etmesi. Böyle bir alışkanlıkları var birçok insanın, ama bunu yapan ayırımcılık yaptığının farkında değil.”

“Uluslararası Felsefe Kurumları Federasyonu’nun ilk kadın yönetim kurulu üyesiydiniz ve bu ilk, dünya felsefe çevrelerinde ses getirmişti. İnsanlığın varoluşundan bu yana kadının hep ikinci planda, erkeğin gölgesinde kaldığını hatta bilim, sanat, felsefe gibi alanlarda da var olmasının önüne geçildiğini görüyoruz Sizin de kadın olmaktan ötürü yolunuza engeller çıktı mı?” “Önemli bir engelin çıktığını hatırlamıyorum. Ne var ki, ben de kendimi her şeyden önce kadın olarak gör-

insansanız ve aile kurarsanız, hele çocuğunuz/çocuklarınız olursa, onlara karşı da sorumluluğunuzu taşımanız gerekir. İster kadın, ister erkek olun, bu dengeyi kurmanız, yalnız yaşamaktan farklı bir dengeyi –aile ilişkilerimizin gerektirdiği dengeyi– kurmanız gerekir. Akademyadaki gençlere hep şunu söylerim: Doktoranızı bitirinceye kadar evlenmezseniz iyi olur. Ama evlenirseniz, doktoranızı bitirinceye kadar çocuk dünyaya getirmeyin. Ailelerinden yardım eden yoksa, böyle gençlerin çektiği sıkıntıları, bunalımları çok gördüm. Bunlar da evliliklerini etkiliyor. Yaşamımızda çok önemli olan iki konu var: Birisi meslek seçimi, diğeri de evlilik kararı. Meslek yaşamımızın ve evliliğimizin, en azından birisinin ‘düzgün’ yürümesi gerek. Yoksa –ister kadın, ister erkek olsun–, kişilerin dengesi bozuluyor, ama mevcut toplumsal koşullarda, bu daha çok kadınların başına geliyor. Hiç şüphe yok

Yaşamımızda çok önemli olan iki konu var: Birisi meslek seçimi, diğeri de evlilik kararı. Meslek yaşamımızın ve evliliğimizin, en azından birisinin “düzgün” yürümesi gerek. Yoksa –ister kadın, ister erkek olsun–, kişilerin dengesi bozuluyor, ama mevcut toplumsal koşullarda, bu daha çok kadınların başına geliyor. Hiç şüphe yok ki, ikisi de uyum içinde yürüyorsa, o kişiler şanslı kişiler oluyor. müyorum. Kamu ilişkilerimde, karşımdakinin kadın ya da erkek olması benim için bir fark yaratmıyor. Ama kadınlara, bütün dünyada, farklı derecelerde de olsa, yapılan ayırımcı muameleyi görmüyor değilim. Her türlü ayırımcılığa karşı evde ve okulda savaşırsak –yani başta biz yapmazsak–, kadın-erkek ayırımcılığı da azalır, diye düşünüyorum.”

“Erkek egemen toplumlarda kadının ‘üretebilmesi’ için ‘kendine ait bir oda’ yaratması şart gibi geliyor bana. Sizin için evlenmemek bilinçli bir tercih miydi? Ya da hiç düşündünüz mü: Evlilik bugüne kadar gerçekleştirdiğiniz işlerin karşısında bir engel olur muydu?” “Aile yaşamının sorumlulukları var. Meslek sahibi bir

ki, ikisi de uyum içinde yürüyorsa, o kişiler şanslı kişiler oluyor.”

“Sürekli yapmak, yetiştirmek zorunda olduğunuz işler olmasaydı yani biraz boş zamanınız olsaydı en çok ne yapmak, neye vakit ayırmak isterdiniz?”

“Öyle bir soru sormam kendime. Yapmam gereken ne ise, onu yaparım. İş zamanı-boş zaman ayırımı bende yok.”

“Bu yıl sekseninci yaşınızı dolduruyorsunuz. Bunca yıllık hayat deneyiminizde size ‘keşke’ ya da ‘iyi ki’ dedirten şeyler oldu mu acaba? Bu hayattaki en büyük pişmanlığınız ve en büyük mutluluğunuz neydi?” “Öyle sorularım da yok, benim. Önemli bir şey yap-


Kasım 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

mak istediğim zaman, genel yaşam amaçlarım açısından ve mevcut koşullarda gerçekleşebilirliği bakımından tartmaya çalışırım.”

“Bu yılki TÜYAP Kitap Fuarı’nda ‘Felsefe ve İnsan’ teması ele alınacak ve siz de fuarın onur konuğusunuz. İnsan haklarını koruyabilmenin yolu, insan hakları bilgisinden, yani felsefi etik bilgiden geçiyor. Bugün dünyada yaşanmakta olan sorunlara felsefi etik bilgiyle bakmak ve sorunları o bilgiyle değerlendirmek, insanlığı çözüme götürebilir sanırım. Fuarda gerçekleştirilecek olan konferans, söyleşi ve atölyelerin insanlar üzerinde nasıl bir iz, etki bırakacağını düşünüyorsunuz?”

“TÜYAP Kültür Fuarları Müdürü, kitap fuarının merkezindeki konunun ‘Felsefe ve İnsan’ olmasından dolayı çok tebrik aldıklarını söyledi. Bu konu seçimi çok isabetlidir, ama konunun önemine denk söyleşilerin yapılması gerekir. Felsefi bilginin ışık tuttuğu toplantıların yapılmasını diliyorum. Ve oradan ayrılan insanların çoğunun, o söyleşilerde söylenenlerden, o zamana kadar düşünmedikleri bir şeyi düşünmesine, görmedikleri bir şeyi görmesine yol açarsa, çok verimli bir yıl olur. Felsefi-etik bilgiyle ve en başta açık kavramlarla olan bitene baktığımız zaman, nesnel bakabiliyoruz ve en önemlisi, bizim başka insanlara göstermemiz gereken insanca –insan olarak kendimize ‘yakışan’– muameleyi yapabiliyoruz. İnsan haklarının talep ettiği muameleyi yalnızca görmek değil, en başta biz, insan olma bilinciyle, başkalarına bu muameleyi işbaşında göstermek istiyoruz. İnsan haklarını korumak ortak amaç –farklı siyasal görüşlere sahip insanların ortak amacı– olunca, yaşanmakta olan bazı önemli sorunlar çözülebilir. Örneğin, yapılacak olan yeni anayasa konusunda ortak amaç, herkesin insan haklarını korumak olursa, bir kısım anlaşmazlıkların ve çekişmelerin ortadan kalkacağını düşünüyorum. Benim belki çok iyimser olduğumu söyleyeceksiniz, ama TBMM’ndeki bütün partilerin bu konuda anlaşabileceğini düşünüyorum, tabii böyle ortak bir amaç koymayı akıllarına getirdikleri ve içtenlikle gerçekleştirmek istedikleri takdirde.”

“Eğitim hayatınıza baktığımızda, sizde iz bırakan öğretmenlerle karşılaştığınızı ve ne kadar şanslı olduğunuzu görüyoruz. Örneğin Emre Kongar’ın annesi Mesude Hanım’ın Türkçe derslerinize girdiğini biliyorum. Bugün Türkiye’deki eğitim sistemini ve eğitimcilerini, kendi öğrencilik yıllarınıza bakarak değerlendirdiğinizde, sizi en çok rahatsız eden, düşündüren, çözüm bulunması gereken mesele nedir?”

“Eğitim, genelinde, yani her kademede daha yüzeysel oldu. Öğrenim, hep daha ‘kolay’ hale getirilmeye çalışılıyor. Ama sonuçta, bir köpeğin kaç ayda doğurduğunu bilmeyen veterinerler çoğalıyor; merdiven basamakları eşit yükseklikte olmadıkça, insanların kolayca boş bulunup düşebileceklerini ve beyin kanaması geçirebilecekleri düşünemeyen mühendisler okullardan mezun oluyor. Eğiticilerimiz de bazı şeylerin farkında değil. Örneğin, çocuklarımızın hoşgörülü olmasını istiyorsak, yirmi dakikalık bir defalık bir konferansla hoşgörüyü öğrenmelerinin mümkün olmadığını bilmemiz gerekir. Bütün değerler eğitimi için de aynı şeyi söylemek mümkün. 10-12 yıl matematik ve başka bazı dersleri okutmak yerine, daha az yıl bu dersleri okutup, böyle ihtiyaçları karşılayacak bazı dersler eklenirse, bu derslerin programları ve öğretmenlerin eğitimi de bunları bilenler tarafından yapılırsa, epey şey değişebilir.”

“Siz öğrencilerinize, derslerde ‘öğretmen uğraştırandır’ diyorsunuz hep. Uğraştıran olma konusunu açalım mı biraz? İyi bir ‘uğraştıran’ olmanın yolu nereden geçiyor?”

“Evet, öyle diyorum. Çocuklar bana dersten zevk aldıklarını belli etmek ve iltifat etmek için ‘ders çok keyifliydi’ deyince, ‘ders keyif yeri değil, uğraşma yeridir’ derim onlara. Uğraşarak bir şeyi görmenin zevki çok farklı bir zevktir. Bir şeyi anlamaya çalıştığın zaman

–yaşadıkların, gördüklerinle bağlantı kurabildiğin zaman– öğrenmede senin de payın oluyor. Alnının teriyle öğreniyorsun, hazıra konup yarın unutacağın şeyler dinlemiş olmuyorsun. Bu uğraştırmada, sizin hoca olarak, karşınızdakine göre dilinizi ayarlamanız, onun anlayacağı bir dille onu uğraştırmanız; konuşulan konuyla ilgili olarak neyi göreceğini söylemeden nereye bakmasının uygun olacağını göstermeniz, öğreneceği ‘şeyi’ öğrencinin kendisine buldurmanız önemli oluyor.”

“Bugüne kadar birçok kitap, yazı, bildiri, konuşma metni kaleme aldınız. Ancak yayımlanan ilk yapıtınızın ‘Perdenin Arkası’ ismini taşıyan bir şiir kitabı olduğunu biliyorum –ki şiiri size sevdiren de lisedeki edebiyat öğretmeniniz. Yakında çıkacak olan bir şiir kitabınız var. Bu kitap hakkında konuşabilir miyiz biraz da?”

“Bu kitabın içindekileri hakkında konuşmam. Okuyan onlarla başbaşa kalmalı. Ama isterseniz, bu kitabın başına gelenler hakkında birkaç söz söyleyeyim. Kitaptaki şiirlerin değerli çevirmeni, çevirilerini bana 14-15 yıl önce göndermişti. Ama ben, günlük koşuşturma içinde, bakamadım bu çevirilere –tâ ki ikinci bir kişi bu şiirleri çevirince. O zaman bu çevirileri okudum ve 2015 yılı yazında çevirmeni Kornilia Hanım’la birlikte çalıştık, çevirilere son şeklini verdik. Ancak kapağının yapılması altı aydan fazla sürdü. Bu arada, 40 yıldır kitap yayınlayan derneğimizin, Ticaret Odası’na kaydolması gerekliliği ortaya çıktı. Umarım, işlem uzun sürmez ve sonunda bu şiir kitabı TÜYAP Kitap Fuarı’ndan önce çıkar.”

“İnsanın yaşantı ve eylem olanaklarını bize gösteren en önemli kaynaklardan biri edebiyat yapıtları ve bu yapıtlardaki trajik insan. Etik ilişki, trajik insan ve edebiyat arasındaki bağı nasıl değerlendiriyorsunuz?”

“Uluslararası ilişkilerde değer çatışmalarını olduğu kadar, değersizliklerin çatışmasını ve bir değer ile bir değersizliğin çatışmasını en çarpıcı şekilde edebiyat eserleri bize gösteriyor. Yaşamda da, kişiler yaşıyor böyle çatışmaları, ama gözünüz onları görmeye alışmamışsa, görünmüyorlar. Bunları yaşayan kişiler bile, ne yaşadıklarının pek farkında olmuyor. Yalnızca acı çekiyorlar, her üç türlü çatışmada. Herhalde biliyorsunuz: günlük yaşamda trajik kelimesi ‘çok acıklı’ olaylar ve yaşantılar için kullanılıyor; komik kelimesi ise güldürücü olaylar için, kişi tutum ve davranışları için kullanılıyor. Oysa güldüren ve güldürmeyen komik çatışmalar olduğu gibi, bizi hayran bırakan trajik çatışmalar da var. Ben söylediklerimi, yaşanana bakarak söylüyorum. Komik olanı güldürücü, trajik olanı da acıma duygusunu uyandıran bir şey olarak görenler ise, seyirciye bakıyor.”

“Kitaplarınızda ve derslerinizde de mutlaka edebiyat eserlerinden örnekler veriyorsunuz. Örneğin ‘Veba’, ‘Antigone’, ‘Fareler ve İnsanlar’ gibi eserlere çokça değiniyorsunuz. Günümüz edebiyatı –gerek

dünya gerekse Türk edebiyatı– etik ilişkiye örnek teşkil edebilecek kahramanlar ortaya çıkarabiliyor mu sizce?” “Hemen cevap vermek gerekirse, Türk edebiyatında trajik çatışma yaşayan kahramanları Kemal Demirel’in ve Bilge Karasu’nun eserlerinde görüyoruz. Komik çatışma ve etik çatışma yaşayan kahramanlar da, hem de çok sayıda, Güngör Dilmen’in eserlerinde bulabilirsiniz.”

“Geçtiğimiz kış talihsiz bir kaza yaşadınız, ancak çok kısa sürede toparlanıp, üniversiteye, öğrencilerinizin arasına geri döndünüz. Bu kaza ve sonrasında yaşadığınız süreç neler hissettirdi size?”

“Bu sorunuza kendimde gözlemlediğim bir şeyi anlatarak cevap vereyim: Bu yaşıma kadar, kendimde psikolojik nedenlerden bir ‘engellenme’ görmemiştim. Düşüp ameliyat olduktan sonra, özellikle düştüğüm yerdeki iki basamağı çıkarken, birisinin elini tutmak ihtiyacını duyuyorum. Yeni bir yaşantı –hem de psişik bir yaşantı– bu, benim için. Her zaman öğreneceğimiz şeyler vardır!”

“Son olarak, ülke gündemine ve anayasanın gözden geçirilmesi konusuna değinelim istiyorum. İnsan haklarına dayalı bir anayasa nasıl olmalı?”

“Anayasamızın gözden geçirilmesiyle ilgili konuşanlar, hep bir ‘uzlaşma’dan söz ediyor. Bu konuda ‘uzlaşma’ kelimesi rahatsız ediyor beni, çünkü uzlaşma, çıkarlar ve hırslar karşı karşıya geldiği zaman söz konusudur. Anayasa ise, bir ülkenin koşullarında bütün yurttaşlarının haklarının korunması için nasıl bir teşkilatlanmanın yapılması –ne gibi alt ilkelerin benimsenmesi, ne gibi organların ve kurumların kurulması ve işletilmesi– gerektiğini saptayan bir ana yasadır. İnsan haklarına dayanan bir anayasa böyle olsa gerek. Farklı siyasal görüşlerin, farklı ideolojilerin ve ekonomik sistemlerin tek birleşebilecekleri amaç, her insanın –ve bu arada suçlu insanların da– sahip olduğu insan haklarının o ülkede korunmasıdır. Bana sorarsanız, Anayasa’da tek tek insan haklarının korunmasıyla ilgili normlar, organlar, kurumlar yer almalı. Kuruluş yasasının gözden geçirilmesi şartıyla Türkiye İnsan Hakları Kurumu, bu kurumların en önemlilerinden biridir.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2016

Müptezeller’e Karşı… 2000’ler sonrası Türkçe edebiyatın en çok konuşulan yazarlarından Emrah Serbes’in yeni romanı “Müptezeller”, İletişim Yayınları tarafından yayımlandı. Emrah Serbes, kendine has edebiyat anlayışı olan bir yazar. Metninin temel yapısını bazen Behzat Ç. örneklerinde olduğu gibi doğrudan bazen de dolaylı olarak “polisiye gerilim” üzerine kuruyor. Her birinde romanın ana kurgusuna eklemlenen yeni şehirler, yeni kişiler ve yeni olaylarla karşılaştığımız beş bölümden oluşan “Müptezeller”de de bu gerilimi her an hissediyoruz. Kahramanımız bir “kaybeden”. Yoksullukla, patronlarla, ölümlerle, hastalıklarla boğuşuyor. Tüm bu sorunların arasından bir çıkış yolu arıyor. Ama bu yol arayışı sadece ruhsal ve kişisel bir rahatlığa kavuşma amacıyla yapılmıyor, aynı zamanda sınıfsal bir derdi de var kahramanımızın. Belli ki öyle bir ortam içerisinde de büyümüş, mesela babasının fabrikadan arkadaşları bir cenaze sonrası tabut camiden çıkarılırken sol yumruklarını havaya kaldırıyorlar. Kahramanımız patronların gönderdiklerini sandığı çelenge saldırıyor bir hırsla. Bunlar hep bir “önce”nin olduğunu da gösteriyor. Böylece, roman boyunca devam eden gerilimin içini dolduran sebep de ortaya çıkmış oluyor. Kaybeden genç adam bu şartlar içinde, etrafını dört koldan saran müptezellere saldırıyor, onları yıkmaya çalışıyor, çünkü biliyor ki kazanırsa kazanan sadece kendisi olmayacak. “Müptezeller”, Emrah Serbes, 163 s., İletişim Yayınları, 2016

Edebi Mekânlar Mimar, sanatçı, felsefeci ve akademisyenlerden oluşan 55 önemli ismin katkı koyduğu “Edebiyatta Mimarlık”, Hikmet Temel Akarsu ve Nevnihal Erdoğan’ın yaklaşık yedi yılda hazırladıkları bir projenin ürünü. Kitapta, dünya ve Türk edebiyatından yaklaşık 100 önemli yazarın mimarlığa vurgu yapan edebi yapıtları; Mimarlığa Referans Veren Klasikler, Mimarlıktan İlham Alan Romanlar/Mimarlığa İlham Veren Romanlar, Seyahatnameler ve Biyografik Seyahatnameler, Ütopyalar, Bilimkurgu ve Distopyalar gibi kategoriler altında incelenmiş ve her yapıtın mimari evreni Türkiz Özbursalı’nın çizimleriyle canlandırılmış. Böylece Homeros’tan Dostoyevski’ye, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan İhsan Oktay Anar’a Türk ve dünya edebiyatının önde gelen yazarlarının yarattığı mekânlarda okura rehberlik edecek nitelikte bir çalışma ortaya çıkmış. Kitabı okumanın sadece mimarlar, tasarımcılar, şehir plancıları, sanatçılar için değil yaşanılabilir, iyi tasarlanmış çevreler arzulayan, kentli bilincine sahip herkes için elzem olduğunun altını çizen Akarsu ve Erdoğan şöyle diyorlar: “Kitapta yer verilen eserler, hayatı en açıklayıcı yönleri ve mimari arka planlarıyla birlikte ortaya koymuşlardır... Geleceğin kentlerini sağaltmak, güzelleştirmek ve daha yaşanır kılmak için bu şaheserleri dikkatlice okumak, duyumsamak, özümsemek gerekmektedir.” “Edebiyatta Mimarlık”, Haz.: H.T. Akarsu, N. Erdoğan, 600 s., Yapı Endüstri Merkezi Yayınları, 2016

Ebeveyn-Çocuk İlişkisi Üzerine Bir Başucu Kitabı SELNUR AYSEVER

H

amile olduğumu öğrendiğim anda başlamıştı anneliğim. “Dikkatli” ile başlayan pek çok şey girmişti hayatıma; dikkatli davranma, dikkatli beslenme, dikkatli hareket etme gibi… Anneliğin içgüdüsel olduğu, buna karşın babalığın ise sonradan öğrenildiği söylenir. Benim için doğruydu. Kızımı kucağıma aldığımda, dünyaya zaten anne olarak gelmiş gibiydim. Pek çok anne gibi ben de doğum öncesinde bebek ve çocuk gelişimiyle ilgili kitaplar okumuştum. Hatta biraz abartmış olmalıydım; doktorum, bu kitapları artık okumasanız sizin için daha iyi olacak, bile demişti. Zaman geçti. Kızım şimdi dokuz yaşına gelmek üzere. Ben ise hamilelik sonrası çocuğa, anneliğe ve ebeveyn olmaya dair neredeyse hiç okuma yapmamıştım, ta ki İnci Vural’ın “Zorlayan ve Zorlanan Çocuklar” kitabıyla karşılaşana kadar… Çok uzun yıllar önce bir arkadaşım, “Annelik, bitmeyen vicdan azabı” demişti. O gün tam olarak ne demek istediğini anlayamamıştım. Hatta tartışmaya açık ve biraz da kışkırtıcı bulmuştum. Ancak anne olduktan sonra hiç bitmeyen bir suçluluk duygusuyla yaşamaya başlayınca arkadaşımı anladım. Bebekken bakıcıya bırakmış olmakla başlıyordu suçluluk duygusu ve çocuk büyüdükçe onun ihtiyaçlarına paralel olarak devam ediyordu. İnci Vural, pek çok annenin böyle hissettiğini biliyor. Çünkü pedagog - klinik psikolog ve aynı zamanda bir anne. Yani her iki tarafı da hem bilimsel olarak hem de içgüdüsel olarak tanıyor. İnci Vural, ebeveynlere soruyor: “Çocuğumuzda hangi değerleri geliştirmek ve onları nasıl bir yetişkin olarak görmek isteriz?” Herkes için bu sorunun cevabı farklı olsa da, ebeveynlerin “mutlu olsun” arzusunda birleştiklerine şüphe yok. İnci Vural, mutlu bir yetişkin olmaya giden yolda anne ve babalara bir anlamda rehberlik etmeyi amaçlıyor. “Kendi duygusal yaşantılarımızı anlarsak çocuğumuzla daha empatik bir ilişki kurabilir ve onlara da kendilerini anlama ve sağlıklı gelişme şansını tanımış oluruz,” derken kitap boyunca anne ve babalar için bir anlamda terapi yapıyor. Nasıl bir ebeveyn olunacağını anlamak için, ebeveynlerin geçmiş yaşamlarına bakılması gerektiğini söylüyor. Kendi deneyimlerimizin çocuğu yetiştirirken davranışlarımızı belirlediğini ortaya koyuyor. Kitap boyunca, farkında olduğumuz ama bir türlü değiştiremediğimiz durumları okuyoruz. Bunun en iyi örneğini konuşmak ve anlaşılmakla ilgili olarak veriyor İnci Vural. Gündelik yaşamda pek çok insanla temas ederken, bir o kadar anlaşılamamaktan dem vurmaz mıyız? Konuşamamaktan, ifade edememekten, dinlenmiyor olmaktan şikâyet etmez miyiz? Ya insanlar çok meşguldür ya da “-mış” gibi yapmakta değil midir? Çocuğun gözünde de anne ve babaların da böyle görünebileceğini söylüyor. Çocukların da anlaşılmaya ve bunun için konuşabilmeye, ebeveynlerin onları dinlemesine ihtiyacı var, diyor. Bunun nasıl olacağını da söylüyor ve “ ‘yapan anne’ yerine ’olan anne’ noktasına gelebilmemiz, anne için de, çocuk için de daha sağlıklıdır,” diyor. Çocuğun fiziksel olduğu kadar ruhen de yanında olmanın önemine işaret ediyor. Kitapta değinilen önemli konulardan biri de,

selnur.aysever@gmail.com çocuğun kendisine ait bir dünyası olduğunun kabul edilmemesi. Çocuğun bir “birey” olduğu, kendi duygu, düşünce ve düş dünyasının varlığını görmezden gelmenin yanlışlığından söz ediliyor. Anne ve baba olmanın temel şartlarından biri gibidir çocuğu her şeyden korumak. Ağzı yanmasın diye her lokmayı sıcak mı soğuk mu diye kontrol etmek, merdiven inerken düşmesin diye onun önünden inmek gibi örnekler çocuğu fiziksel olarak –görece– korumaya yarayabilir. Bir de duygusal olarak çocuğu korumak var ki, bu saydıklarımız kadar kolay değildir. İnci Vural, anne ve babalar için çocuğu korumaktan ne anlamamız gerektiğini de tartışmaya açıyor. Anne ve baba evde ağızlarından çıkan sözcüklere ne kadar dikkat ederlerse etsinler, çocuk nihayetinde sosyal bir varlık. Ölüm, savaş, şiddet, yalan vb. pek çok şeyle hayatta karşılaşıyor. Bu noktada İnci Vural, çocuktan üzülmesin diye gerçekleri saklamak yerine, ona doğruları anlatmak gerektiğini söylüyor. Yani yine çocukla duyguların konuşulması gerektiğine dikkat çekiyor. Ebeveynlerin, çocukların zihinlerini de duygularını geliştirmelerine yardımcı olurken yapılması gerekenleri de kitabın son bölümünde anlatıyor. “Problemler duygularla çözülmez, duygularla anlaşılır ve mantıkla çözülür,” derken, anne ve babalara üç soru sormasını öneriyor: 1- Çocuğum neden böyle davrandı? 2- Bu konuda ona nasıl bir ders vermek istiyorum? 3- Bu dersi en iyi nasıl verebilirim? Bu sorulara nasıl bir cevap vereceğinizi zaman zaman bilemiyorsanız, İnci Vural’ın “Zorlayan ve Zorlanan Çocuklar”ını bir başucu kitabı yapabilirsiniz. Kimi okur “Biz kitapla mı yetiştik?” diyebilir. Kimi “Bütün bunlar doğru da nasıl uygulayacağız?” diye düşünebilir. İnci Vural okuru, yazarken düşünmüş. Kitabı neden yazdığını madde madde sonsözünde açıklamış. “Çevre, sizlerin yetiştiği çevre ile kıyaslanamayacak kadar güvensizleştiği için, anne-baba olarak son derece tedirgin ve şüpheci olunabiliyor. Bu tedirginlik, tabii ki çocuklar tarafından hissediliyor,” diyor. Annelik toplumda “yemez yedirir, giymez giydirir” gibi fedakârlık görünümü altında aslında kadının kendini hiçleştirmesine kadar gidebiliyor. İnci Vural, annelere çok önemli bir şeyi anımsatıyor: “Kendi duygularınızı ne kadar iyi tanırsanız, çocuklarınızın duygularını o kadar iyi tanıyıp, yardımcı olabilirsiniz,” derken kritik bir noktaya işaret ediyor. Kitabın muhatabı anneler gibi görünebilir ama babaları da ilgilendirdiğini söylemeli. Kitabın başında, “Bu kitapta ne bulacaksınız?” isimli bir bölüm var. Orada “Bu kitapta çocuğun iç dünyasında neler olup bittiğini ve nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalışırken, ebeveynlerin çocuklarında gelişmeye çalıştıkları özelliklerle ilgili olarak, kendilerinin de ne durumda olduklarını irdelemeye çalışacağız,” diyor. Ne bulacağınızı baştan söylüyor olsa da herkesin kendisine tutulan aynada ne göreceğini en iyi okur biliyor. “Zorlayan ve Zorlanan Çocuklar”, İnci Vural, 192 s., Remzi Kitabevi, 2016


Kasım 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Ne Kalır Bize Babadan? ADALET ÇAVDAR

Ö

nce bir boşluk olur biri ölünce. İnsan elini ayağını nereye koyacağını bilemez, bedeni canına dar gelir. Kalbi büyür, öleceğini sanır. Ama kalanların hatırına devam edecek bir yol bulur sonunda. Sonra da canını devam edebilmek için bulduğu bu yol yakar… Derken alışılır. En fenası böyle bir acıya da alışabileceğini bilerek alışmaktır. İnsan sırtında boş bir çuval taşımaya başlar ve boşluğun da altında kalınabilir. Bazı acıların nasıl anlatılabileceğini henüz öğrenemedim, ama zamanla, büyürken ve bir adam gözümün önünde kendi kendine çürür, kendi kendini çürütürken türkü dinlemeyi öğrendim. Büyüdüğüm evde çoğunlukla, televizyon kanallarında o zamanlar mütemadiyen yapılan ve neredeyse her akşama bir tanesinin denk geldiği türkü programları seyredilirdi. Eğer hiçbir şey bulunamazsa TRT Müzik açılırdı. Bizim evde her şeyin dili, dini, mezhebi, cinsiyeti, memleketi vardı da türkülerin yoktu. Ben en çok Belkıs Akkale’yi severdim o zamanlar; bir sesi vardı, canımın neresi olduğunu bilmediğim zamanlarda canımı yakardı, sonra her şeyi değiştirir Anadolu’ya yakışır bir meşreplikle neşelendirmeye başlardı ortalığı, kalkıp oynardık. Hasan Ali Toptaş’ın yeni kitabının kapağında “Kuşlar Yasına Gider” adını okuyunca kulağımın içinde Belkıs Akkale’nin sesinden “Bu Dağlar Kömürdendir” türküsü çalmaya başladı. Sonra romanı okurken her elimden bırakıp kalktığımda istemsizce “ya al canım kurtulam, yar ver derde dermanım” derken buldum kendimi. İtiraf etmeliyim ki bu yazıyı nasıl yazacağımı pek bilemiyorum. İnsan sadece ölenlerin ardından yas tutmaz. Geçmiş zamanın da yası tutulur. Dün de bir ölüdür anılardan azade ve o da ölüler gibi sadece aklınızda kaldığı kadarıyla hayatınızdadır. “Kuşlar Yasına Gider” için bir yasın, Ankara-Denizli yolunda gide gele yazılan bir baba ve oğul romanı denebilir. Çünkü bir ölünün ardından yas tutmanın en iyi yolu belki de onu yazmaktır. Aile olmayı ve aile olmakla ilgili unuttuğumuz birçok duyguyu hatırlatıyor Hasan Ali Toptaş. Sevgiyi, saygıyı ve sabrı işlerken kelimeleriyle, kaybolan vicdanı ve merhameti anımsatıyor. Taşranın naifliğiyle tutuyor elinizden, canınızın yanan yanlarını ve gözleri dolan yüzünüzü her defasında dağlara çeviriyor. Denizli’de, yolunda önüne eğilmiş erik ve üzüm dallarının olduğu bir cümle kapısından bir hanenin içerisini seyre dalıyorsunuz. Bugünü yaşayıp dünün yasını tutarken, geri gelmeyen eski günleri yok olmasın diye anıyorsunuz. Bazen baba bazen oğul oluyorsunuz. Beraber sessiz yolculuklar ediyorsunuz. Bütün yolları, türkülerle ve peşinizde beyaz bir atla arşınlıyorsunuz. Bir kız çocuğu ve sonrasında bir kadın için başka bir “hal” baba, bir erkek çocuğu ve sonrasında bir erkek ve ardından bir baba olan içinse bambaşka bir “durum”. Nasıl büyüdüğünüze bağlı olarak değişir elbette bu hal ve durumların hayatınızda kapladığı alan ama nedense aile ve ev demek bir şekilde baba demektir. Baba, dünyada duruşuyla olduğu kadar öte dünyaya göçüşüyle de bir aileyi birlikte ve ayakta tutan, bir evi hane yapan direklerden biri olarak bilinir, daha doğru-

adaletcavdar@gmail.com su bir babadan beklenen budur, varlığıyla olduğu kadar yokluğuyla da haneyi ayakta tutması. Baba; zamanı gelince çıkılan yoldur ve sonra da eve dönülen yoldur. Hem evi terk etme hem de dönme arzusudur baba. İnsan kendi gözünde, kendi kendine büyüyemez, sadece yaşar. Baba büyümenin aynası olur. “Kuşlar Yasına Gider” bir babanın bir sabah ansızın Denizli’den kalkıp trenle Ankara’ya oğlunun yanına gelmesiyle başlıyor. Ankara sokaklarında babanın derdine derman arayan bir oğul gibi dolanıyorsunuz siz de. Sonra büyük şehirde insanların kör vicdanlarına dayanamayıp koşa koşa memleketine geri dönen mahcup bir babaya dönüşüyorsunuz. Bir oğlun en zor imtihanı bu olsa gerek; kendisi büyürken yaşlanan bir babanın babası olmak vakti geldiğinde, bir oğul olarak babayı ezmeden korumanın, kollamanın yollarını aramak. Derken yaşının getirdiğiyle neden çektiğini bilemediği bir derde düşüyor baba. Elden ayaktan kesilse dahi yardım istemekten imtina ediyor. Allah’ına sığınıyor çoğu zaman “hadi bana çektiriyorsun ama şu çoluktan çocuktan ne istiyorsun” diye sitem ederken buluyor kendisini. Günbegün kendi sonuna doğru giden babanın yolculuğu sırasında aklı hep eskiye gidiyor. Gitmeden anmak, anlattırmak ve anlatmak istiyor. Oturup çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlayabilen bir babanın ağırlığını iki oğul, bir ana sırtlanıveriyor. Yollar gidiliyor geliniyor, derde derman bulunsun diye hastaneler dolaşılıyor. Adeta yaşadığı ömrün ona verdikleriyle yetiniyor baba. Canın acısına ve bütün o yorgunluklara sadece sabrediyor. Ölüm eve yaklaşmaya başlayınca bir panik hâsıl olur ortalığa. Gidecek olanın canının yandığı ve etinin ağırlaştığı bilinse dahi, yapılan hizmet zul gelmez insana, gitmesin diye didinilir olanca kuvvetle ve sükûnetle. Taşrada hısım akrabanın yanında, beraber büyüyüp beraber yaşlanılan insanlar arasında önce davranıp ahrete gidenler sessizce seyredilmeye ve usulca anılmaya başlanır. Yoğun işlere ve büyük şehirlerin kalabalığına dönül(e)meyen yerlerde unutmak bazen haddinden fazla zaman alır. Türk dilinin erbaplarından biri demek en doğrusudur Hasan Ali Toptaş için. Kurduğu dilin kendi içerisinde hem bir sessizliği hem de bir ritmi vardır. Onu okurken sadece onu dinlemeye ihtiyaç duyarsınız. Duruluğuyla, sakinliğiyle her bir kelimenin her bir virgülün kendinden emin içinize işlemesine izin verirsiniz. Bir üslup ustasıdır, olanı olduğu gibi büyütmeden ve yormadan anlatır. “Kuşlar Yasına Gider”in sayfalarında bir erkek çocuğundan bir oğul yetişiyor, bir babadan geçmeyecek bir sızı kalıyor. Arkadan Zaralı Halil; “insan dediğin bir tek yapraktır, evveli ahiri kara topraktır, bu dünyada benlik satan ahmaktır, daim ölüm kuşu döner başımda” diyor. Bana ise yakın zamanda, okuduğumu hazmedince, ruhu şad olsun diye giden babanın yüzü suyu hürmetine Gömü’ye gidip kasabayı seyretmek düşüyor. “Kuşlar Yasına Gider”, Hasan Ali Toptaş, 250 s., Everest Yayınları, 2016

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Hani Bir Yayınevi Vardı-2 1960’lı yılların sonları… Sürekli izlediğim iki edebiyat dergisi var: “Varlık” ve “Papirüs”… Bir de arada bir gördüğüm “Şiir Sanatı” ile “Dost”… “Şiir Sanatı” o zamanlar Fatih Eğitim Enstitüsü öğrencisi olan sevgili dost Turan Bahadır’a geliyor. Ondan okuyorum. “Dost”un eski sayılarını Raif Özben’le kitapçıların alt raflarında arıyoruz. Hele bu derginin ilk biçimi dayanılmaz bir merak konusu. “Seçilmiş Hikâyeler” dergisi… SHD yani, 1950’lerde çıkmış… Bir de yayınları var elbette. Sahibi, Salim Şengil. Yıllar sonra tanışacağım, zeki bakışlı, heybetli bir adam. Yine yılar sonra Adnan Özyalçıner’den öğreneceğim, aslında Ankara’da mesleğe garsonluk yaparak başladığını. Dergiyi ve yayınevini kurunca Nezihe Meriç’le tanışıp evlenmiş. *** SHD’nin ilk ciltlerini posta pulu gönderip ediniyorum. Küçücük ciltler… Ama yayınlar bambaşka… Erhan Bener, Vüsat O. Bener eserleriyle ilk tanıştığım yazarlar. “Acemiler”, “Gordiom”, “Dost”, “Yaşamasız” vurulduğum metinler. Bu iki yazar kardeşten Vüs’at Bey aynı zamanda Salim Şengil’in, yakın dostlarının seslenişiyle Salim Amca’nın yazıişleri sorumlusu. Beni elbette asıl sarsan kitap Nezihe Meriç’in “Topal Koşma”sı… Kadın öykücüler arasında yenilikçi bir anlatımı deneyen ilk yazardır bence… Sonra Sevgi Soysal… Sonra Tomris Uyar, Füruzan ve ötekiler… *** Salim Şengil’le 1980’lerde tanıştım. Öyküler yazıyordu ama kendi yayınevinden basmak istememişti. Kısmet bize, YAZKO’ya imiş: “Es be Süleyman Es…” Hani piyesler için derler ya, bir sahnede duvara asılmış bir tüfek varsa, sonunda o tüfek patlamalıdır. Salim Amca bunu öykülerinde gerçekleştirmişti. Uzun sohbetlerimizde söz yayıncılığa gelince Attilâ İlhan’ın kitaplarını basmaya nasıl başladığını anlatmıştı. Cağaloğlu’nda meydana yakın şimdi adını unuttuğum bir kıraathanede buluşmuşlar. Attilâ Ağabey ilk romanını (sanırım “Zenciler Birbirine Benzemez”) burada Salim Amca’ya okumaya başlamış. Vakit ilerlemiş ve ertesi gün kaldıkları yerden devam etmişler. İki gün süren bu kıraattan sonra Salim Amca ikna olmuş ve kitabı basmaya karar vermiş. Telif hakkını da burada konuşmuşlar. Bugün bana bu girişim rüya gibi görünüyor. Bir yazar gelecek koca romanı okumaya başlayacak. Aman Tanrım! Seçilmiş Hikâyeler Dergisi yayınlarının birkaç dizisi vardı. Gerçi hepsi küçük boydu ama Cep Kitapları dizisinden Clarence Day’den “Babamla Geçen Günler”, ayrıca “Vatanseverler”, “Hatırlıyorum” “Üç Yüzlü Adam” şu anda diğer anımsadıklarım. “Şehir Çocuğu” adlı Herman Wook’un romanını hâlâ arar dururum. Bilge Karasu çevirisi olduğu için. Bu arada Suat Taşer, Tarık Dursun K. da SHD ailesine katılmış o yıllarda. SHD’nin 1955 yılında gerçekleşen büyük boy şiir dizisi ise yayıncılık alanında bir yeniliğe imza atmıştır: Attilâ İlhan’dan “Yağmur Kaçağı”, Salâh Birsel’den “Hacivatın Karısı”, İlhan Berk’ten “Köroğlu”, Ömer Faruk Toprak’tan “Dağda Ateş Yakanlar” ve “Herboydan” adlı çeviri şiir antolojisiyle Can Yücel… Özenle toplamıştım bu kitapları. Hem de Trabzon gibi bir kentte... Şimdi onlar 12 Mart fırtınasının sonucu, kim bilir SEKA’nın hurdalarında toz haline mi gelmiştir? O kitaplardaki her mısrayı bir SEKA fabrikasına değişmem! Öneri:

“Mutluluk Konservesi”, Orhan Tüleylioğlu, deneme, Dafne Kitap, 264 s. 2016


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2016

Otizmli İnsanı Anlamak İçin Edebiyat MELİSA CEREN HASMADEN melisahasmaden@gmail.com

B

u yazıyı yazmaya defalarca yeniden başladım. Her seferinde otizm teşhisi konmuş çocuk sayısındaki artışla ilgili verileri dökmekten, bu artışın olası nedenleriyle ilgili tartışmaları sıralamaktan, otizmli bireylerin gündelik hayatta yer bulamamalarından, anayasal hakları olan Bir yol ararken Yankı Yazgan’ın yazılarından birini hatırlıyorum: “Otizmi kabul etmek teslimiyet değildir”. “Otizm tanısı koymak değil anlamak zordur,” diyor bir hekim olarak, “Anlatmak için daha fazla anlamaya ihtiyacımız var. Anlamak ve anlatmak iletişimdir”. Toplum olarak da otizme karşı ihtiyacımızın hekimlerden farklı olmadığını düşünüyorum; anlamak. Yoksa kendi ‘normal’ şablonuna uymayan/uyamayan herkesi dışarıda bırakan bu sistemin ürettiği karbon kopyalar dünyasında sıkışıp kalacağız. Foucault’un dediği gibi “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa orada kimse yok demektir”. Foucault’nun bu sözü Nora Raleigh Baskin’in romanı “Sıra Dışı”nın baş karakteri 12 yaşında otizmli Jason’ın yazdığı bir öyküyü hatırlatıyor bana. Ama önce, taşların yerli yerine oturması için, size biraz Jason’dan ve yaşadıklarından söz etmeliyim: Jason 12 yaşında, otizmli, harika öyküler yazan bir genç. Anne babası ve erkek kardeşiyle birlikte yaşıyor. Özel ihtiyaçlarını karşılayacak terapi, danışmanlık gibi desteklerin yanı sıra normal çocukların olduğu bir okula gidiyor. Jason için her gün bir mücadele. Dış dünyaya uyum sağlamak için kendisiyle mücadele etmek zorunda ve aynı zamanda kendisini farklı olduğu için iten dünyayla da mücadele etmek zorunda. Ama yazarken öyle mi? Ancak ve ancak yazarken kendi olabiliyor. Jason ergenliğe adım atan bir delikanlı aynı zamanda. Kızları ve kendisinin kızlarla ilişkisinin nasıl olacağını merak ediyor. Öykülerini yayımladığı bir web sitesi aracılığıyla bir arkadaş ediniyor; bir kız. Jason farklı olduğunun bilincinde ve bu farklılığın yeni arkadaşı tarafından kabul edilmeyeceği yönünde güçlü endişeleri var. Bu endişe otizmini, kendisini ve normal dünyayı sorgulayan düşüncelerinin üzerine dökülmüş benzin etkisi yaratıyor. Böylece Bennu adında bir cüce hakkında yazdığı öykü çıkıyor ortaya. İşte bu az önce sözünü ettiğim öykü: Günün birinde bir doktor çıkıp mucize bir ameliyat geliştirdiklerini ve Bennu’nun artık cüce olarak yaşamak zorunda olmadığını söylüyor. Bennu’nun seçme olanağı var

eğitim hakkından yararlanamamalarına dek türlü meselelere gidiyor aklım. İçimdeki sıkıntı, sıkışmışlık duygusu daha da artıyor. Çünkü tüm bu sorunların görünür olmasının gerekliliğini bilsem de, ne yapılabilir sorusunun yanıtına götürecek bir ipucunu buralarda yakalayamayacağımı seziyorum.

şimdi: Kendi olarak kalmak ya da ameliyatı olup normal bir insana dönüşmek. Ameliyat teklifiyle ilk karşılaştıklarında Bennu’nun babası soruyor: “Ama herkesin aynı olmasını istemeyiz değil mi?” Peki ya Bennu ne istiyor? Kendisinin ve dünyanın onu olduğu gibi sevip kabul etmesini mi yoksa sevilebilir ve kabul edilebilir standartlarda olmayı mı? Jason bir yandan Bennu’nun öyküsünü yazdığı sırada web sitesi aracılığıyla tanıdığı Ankakuşu takma adlı arkadaşıyla karşılaşmaya doğru sürüklenirken diğer yandan da olduğu kişi ile yüzleşmeye ve onu kabullenmeye çalışıyor. “Sıra Dışı”, otizm hakkında gerçekten sıra dışı bir roman; otizmle ilgili pek çok önyargıyı alaşağı ediyor: Otizmlilerin ötekine aymaz olduğu, sadece matematikte başarılı olduğu, kendi sınırlarının dışına çıkamayacağı vb. Oysa Jason başta ailesi olmak üzere insanların duygularını ve tepkilerini önemsiyor, bunları anlamaya çalışıyor, otizminin dışarıdan nasıl göründüğünü umursuyor ve bunun acısını çekiyor. Ankakuşu ile karşılaşacağı yazarlar kongresine gitmek için tüm gücüyle sınırlarının ötesine geçiyor. Ayrıca iyi bir yazar.

Normal Ne, Normal Olmayan Ne? Otizmle ilgili roman ve filmlerde genellikle bir başarı hikâyesinin altı çizilir: Normal olanların dünyasında, normal olanların arzulayacağı türden bir başarıyı elde eden bir otizmli, kendi engellerini aşan bir birey. Ben burada, “Sıra Dışı”nda başka bir başarı öyküsü buldum: Jason’ın normallerin dünyasında bir otizmli olarak yaşamayı, kendini olduğu gibi kabul etme ve sevme başarısının öyküsü. Jason’ın hikâyesi pek çok yönden bir başka romanın otizmli karakteriyle, “Süper İyi Günler”in Christopher’ıyla paralellik gösteriyor. Christopher da ergenlik çağında bir genç, otizmli ve Jason’la benzer yollardan geçiyor. Mahallelerinde işlenen bir köpek cinayetini çözmek için kolları sıvıyor ve araştırmasının her adımında kendi sınırlarını zorlamak sorunda kalıyor. Araştırması onu hiç beklemediği başka bir gizeme, annesinin ölümüne ve aile sırlarına yönlendiriyor. Jason gibi Christopher’da yazıyor. Ancak onunki kurgusal değil, yaşadıklarının dökümü olan bir kitap. Her iki kitap bize sadece otizmlilerin zihinlerinin kapılarını açmıyor, otizmli bir çocuğun ebeveynlerinin neler yaşadıklarına da ayna tutuyor. Mükemmel ya da idealize edilmiş ebeveynler değil Jason ve Christopher’ın aileleri. Tıpkı çocukları gibi onlar da normal dünya ile otizm arasında bir denge bulmaya çalışıyorlar. Kimi zaman kendileriyle kimi za-


Kasım 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

man çocuklarıyla çatışarak, yalpalayarak ve elbette hatalar yaparak. Ancak şurası kesin ki Jason ve Christopher şanslı çocuklar. Kendi yollarını arayışlarında aileleri tarafından desteklendikleri ve otizmde en önemli konu olduğunun altı çizilen erken tanı ve tedavi olanağına sahip oldukları için. Otizm sıklıkla çocuklarla birlikte anılıyor. Oysa çocukluk ya da ergenlik çağıyla birlikte son bulmuyor. Peki yetişkinlikte bu insanlara ne oluyor? İhtiyaçlarını kim karşılıyor? Nasıl bir yaşam sürüyorlar? Dört tarafı ‘normal’ler ve onların dünyasıyla çevrelenmişken ne hissediyorlar? Foucault, “Deliliğin Tarihi”nde normal olanın tanımını ancak kendi zıddından, yani normal olmayandan aldığını söyler. Öyleyse bir normal, bir standart yaratmak için öncelikle normal olmayanın tanımlanması gerekir. Otizm spektrum bozukluğunun şiddeti ve yoğunluğu kişiden kişiye farklılık gösterebiliyor bildiğim kadarıyla. En ağır tablolarda durum nasıl, bunu bilemiyorum, zaten hem beni hem de bu yazının içeriğini fersah fersah aşan bir konu. Ancak erken tanı ve tedavi olanağının otizmliler için nefes kadar değerli olduğunu anlayabiliyorum. Elizabeth Moon’un romanı “Karanlığın Hızı” işlediği pek çok konu hariç bunun altını önemle çiziyor. Romanın baş karakteri Lou 40 yaşında otizmli bir erkek. Kendine ait bir dairesi, her gün gittiği bir işi ve sosyal çevresi var. Lou kendisi gibi otizmlilerin çalıştığı, sakinleşmek için zıplamak, müzik dinlemek, duş almak ya da odasında zihnini toparlamasına yardımcı olacak rüzgâr gülleri ve onları harekete geçirecek bir pervane bulundurmak gibi özel ihtiyaçlarını karşılayan bir ofiste çalışıyor. Haftada bir gün de eskrim derslerine katılıyor. Hayatı hep aynı rutinde sürüp giderken hem iş yerinde hem de özel hayatında işler aksamaya başlıyor. Yeni gelen yönetici, tüm bölüme otizmlileri normalleştirdiği söylenen deneysel bir tedaviyi denemeleri talebini dayatıyor. Belli ki bu adam standart dışı olan her şeye ve herkese karşı tahammülsüz. Lou ve arkadaşları bu konuda ne yapacakların, tedaviyi kabul etme ve etmemeleri durumunda başlarına neler geleceğini anlamaya çalışıyorlar. Diğer yanda, Lou eskrimde başarıyla iler-

liyor. Otizminin getirdiği biçim düzenlerini görebilme becerisi sayesinde kısa zamanda ustalaşıyor. Ve gruptan bir kadına gönlünü kaptırıyor. Ancak grubun içinde tek kelimeyle haytanın biri var. Kendi başarısızlıklarını Lou’nun başarısıyla kıyaslıyor, hatta aynı kadından hoşlanıyorlar. Bozguncu tavrı nedeniyle gruptan dışlanıp, sevdiği kadın tarafından terslenince öfkesini Lou’ya yöneltiyor. Düşmanca tavır bir saldırıya dönüşüyor. Moon, romanında anlatıcı olarak hem birinci hem de üçüncü tekil adılı tercih etmiş. Böylece okura hem cereyan eden olayları hem de bunların Lou tarafından nasıl algılandığını ve onun için dünyasındaki yankılarını aktarabilmiş. Anlamak için Sanat Bir arama motoruna otizm yazıp enter’a basarsanız, konu hakkında kısa, uzun, basit, karmaşık bir sürü tanımlama ve açıklama bulabilirsiniz. Ancak hiçbiri size otizmli olmanın ne demek olduğunu söylemez. Ben bu konuda yapılmış en iyi tanımı “Karanlığın Hızı”nda Lou’nun anlattıkları arasında buldum: “Ortaokulda farklı açılarda duran saksılara tohum-

YANKI YAZGAN:

“Otizmin Edebiyat İçinde Ele Alınışına En Güzel Örneklerin Başında Benim İçin ‘Süper İyi Günler’ Gelir.” Otizm spektrum bozukluğu olan bir çocuğun kahramanı olduğu öykülerin birçoğunda bir iyileşme ya da kurtuluş mücadelesi yer alır. “Süper İyi Günler”in Christopher’ının iyileşme mücadelesi ise otizmden kurtuluş şeklinde olmayan bir mücadele. Ölü bulunan bir köpeğin esrarını çözmeye kalkışmak için çıktığı yolda kim ve nasıl birisi olduğunu anlamaya başlar. Christopher otizme özgülüklerini bir yandan muhafaza ederken, toplumsal hayatın gereklerini yerine getirmeye, çocukluktan ergenliğe adımlarını otizme özgü yollardan geçerek atmaya çalışmaktadır. Christopher otizmin temel özelliklerini taşımakla beraber analitik zekâsının ve dil becerilerinin gelişkinliği bazı adımları atmasını kolaylaştırır.

lar ekerek bir deney yapmıştık. Ne olursa olsun, bitkiler ışığa doğru uzamışlardı. Birilerinin beni yan yatırılmış saksılardan birine ekip ekmediğini merak etmiştim. Öğretmenim bunun aynı şey olmadığını söylemişti. Hâlâ aynı şeyi hissediyorum. Sanki yanlamasına duruyormuş gibi hissediyorum, diğer insanlar benim devrilmiş gibi hissettiğimi düşünürken ben kendimi mutlu hissediyorum. Beynim ışığa doğru uzanmaya çalışıyor ancak saksı devrik olduğu için düz olamıyor.” Saksı devrilmiş olsa da, içinden bir filiz çıkmaktadır ve farklı bir şekilde de olsa varolma büyüme eğilimindedir. Belki de en başından beri aradığım ipucu budur. Uzmanların, hekimlerin ve terapistlerin otizmli bireyin yaşamında yaratacağı fark bir yana, belki toplumsal olarak bize düşen saksıyı düzeltmek değil, kendi yolundan ışığa varmaya çalışan filizi susuz bırakmamak, ışıkla arasına girmemektir. Anlama çabasının yolundan ilerlemeye çalışınca en iyi rehberliği sanatta bulabileceğimize inanıyorum. Ele aldığım romanlar otizmi görece olarak daha hafif yaşayan karakterleri konu ediniyor. Ancak otizmli bir bireyin yaşantısı, duygu dünyası, normallerin dünyasına uyum çabası, otizmli yakınlarının yaşadıkları gibi konulara ışık tuttuğunu düşünüyorum.

Otizmli bireyler dil, zekâ, empati ve kendini kontrol becerilerinin gelişkinliğine bağlı olarak çok farklı sosyal ve psikolojik gelişim düzeyleri gösterebilirler. Ancak düşünce ve duygu yapılarının ortak noktaları, sosyal dünyayı anlamakta yeterince usta olmamaları, söylenenin geri planını ve niyetleri sezmekte zorlanmaları, karşıdakinin zihninin kendi zihnindekinden farklı olduğunu anlamakta zorlanmaları şeklinde özetlenebilir. Christopher “İnsanlar kafamı karıştırıyor. Bunun temel iki nedeni var. İlk neden hiç kelime kullanmadan bir sürü şey söylemeleri. Siobhan, tek kaşını kaldırmanın bir sürü anlama gelebileceğini söylüyor... İkinci neden insanların konuşurken çoğunlukla metaforlar kullanmaları…” dediğinde, dünyanın hiç değişmez fiziksel kurallarını çok iyi görebildiğini, ama sosyal hayatın belirsiz ve her yöne çekilebilen mesajlarının aklını karmakarışık yaptığını anlıyoruz. Otizm Spektrum Bozukluğu dendiğinde Asperger sendromu, Yüksek İşlevsellikli Otizm gibi alt-tanılarla anılan durumlar en çok akla gelen. Genellikle özel bir yetenek, kişiyi çok farklı kılan bir üstün özellik üzerinde durulan biyografik anlatılardaki karakterlerden farklı olarak Christopher, “sistematik olanı adeta sezerek anlamak” gibi otizme özgü bir aşırılığı nedeniyle ciddi sıkıntı çeker. Toplumsal hayatta “başarı”nın sırrı olan gereğinde herkes gibi olabilmeyi beceremediğinden ötürü zorlanır. Kendi gibi olmanın farkını anlaması da yenidir; başkaları gibi olamamasının acısını hissetmek, otizmin hafiflemesi anlamına da gelir. Edebiyat başka bir insanın zihnini anlamayı, kendi zihninde başkasına yer açmayı öğrenmek için hepimize müthiş bir fırsat sunar. Başka insanların dünyalarını anlamakta zorlanarak gelişmiş, bunu değişik ölçülerde gerçekleştirebilmiş ya da hiç gerçekleştirememiş otizmli bireylerin hayatları empati ve insan ilişkisinin hayatımızdaki önemli yerine işaret eder. Otizmin edebiyat içinde ele alınışına en güzel örneklerin başında benim için “Süper İyi Günler” gelir.


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2016

Cem Akaş’tan Bir Bilimkurgu Roman 1992 yılında yayımlanan ve bugün kült yapılar arasında anılan ilk romanı “7” ile tanıdığımız Akaş, tüm yazarlık serüveninde olduğu gibi son romanında da özgün ve zihinlerde yeni kapılar açan bir metinle çıkıyor okurların karşısına. “Sincaplı Gece”, Türkiye’nin yakın geleceğinde, belirsiz bir zamanda geçen, bilimkurgusal bir roman. Bu yakın geleceğe bugünün gölgesi vuruyor adeta. Sosyal medya çılgınlığı, savaşın getirdiği yıkım, kamplaşma, yazarın eleştirel bakışını yönelttiği alanda yer alıyor. Romanın merkezinde Mindy adlı bir buluş yer alıyor. Mindy beyin dalgalarını algılayarak bunları fotoğrafa aktaran bir fotoğraf makinesi. Aynı zamanda çektiği fotoğrafları bir sitede paylaşıyor. Ancak makinenin çektiği fotoğraflarda beyin dalgalarının görüntülerinin yansımadığı ve aslında orada olmayan insanların görüntüleri belirmeye başlıyor. Dünyayı kasıp kavuran Mindy çılgınlığı bir skandala dönüşüyor. Fotoğraflarda görülen ancak orada olmayan ve beyin dalgalarının da görüntülerinin yakalanamadığı insanların dünyası ile bu dünya arasında bir iletişim yolunun açılmasıyla işin rengi değişiyor. İki dünya arasında yıkıcı bir savaş başlıyor. Üç perde, 128 bölümden oluşan “Sincaplı Gece” edebiyatımızda benzerine ender rastlanan, türler arası bir yazınsal deneyimin ürünü olan güçlü bir roman. “Sincaplı Gece”, Cem Akaş, 208 s., Can Yayınları, 2016

Yeni Bir Kafka Okuması Edebiyat tarihinde en çok anılan roman kahramanlarının başında K. gelir kuşkusuz. Kafka’nın K’sı, gerçekten Kafka’nın K’sı mıdır, diye merak edilir. Kafka kendini bir roman kahramanı yapmıştır da, adını K. olarak bırakmakla mı yetinmiştir? Öyle ki Dava romanının sinema uyarlamalarında baş karakter kasıtlı olarak yazarın kendisine benzetilmiştir bir parça. Kafka da roman karakterleri de, edebiyat tarihinin en çok konuşulan, hakkında sayısız spekülasyonun üretildiği isimlerdir. Edebiyat, edebiyatçılar, mitoloji, tarih gibi farklı konularda unutulmaz yapıtlara imza atan, sadece Batı edebiyatına değil, Doğu’nun dünyasına da bir o kadar derinlemesine hâkim olan Roberto Calasso, bu kez Kafka’nın dünyasını ele alıyor. Kafka romanlarında neyi anlatır? Rüya mıdırlar? Alegori mi? Yoksa bir şeyin sembolü mü? Bu eserlerin üstünü örten gizem yerli yerinde durmaktadır. Roberto Calasso kendine has araştırma yöntemiyle, muazzam bilgi dağarcığını da kullanarak Kafka’nın eserlerinin akışına, o dolambaçlı hareketlerine nüfuz ediyor. “Şato” ve “Dava”nın baş karakterleri K., Joseph K., gibi roman kişilerinin, neden edebiyat tarihinde benzeri olmadığı, K.’nın gerçekte kim olduğu –ya da nasıl görülmesi gerektiği– konusunu sorguluyor. Kafka’yı, gizemini bozmadan, basitleştirmeden, tüm zenginliğini ortaya koyarak anlatıyor. “K”, Roberto Calasso, Çev: Leyla Tonguç Basmacı, 280 s., Everest Yayınları, 2016

Edebi Şamanizm CEYHAN USANMAZ

B

ir hayvana dönüşme fikrine, aslında o kadar da yabancı değiliz. Ne de olsa, tarihsel ve coğrafi olarak bağlantımız bulunan ve az çok bildiğimiz Şamanizmin temelinde tam da bu yer alıyor. “Kuş-oluş”, “balıkoluş” ve en nihayetinde “hayvan-oluş” kavramlarına, Orta Asya’nın antik dinleriyle ilgili çalışmalarda sıklıkla rastlamak mümkün. Jean-Paul Roux’nun “Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar” ile “Türklerin ve Moğolların Eski Dini” isimli kitaplarının yanı sıra Yaşar Çoruhlu’nun “Türk Mitolojisinin Anahatları” isimli çalışması bu doğrultuda ilk akla gelenlerden... Charles Foster’ın, Türkçede yakın bir zaman önce yayımlanan “Hayvan Olmak” kitabı ise bu “hayvanoluş” konusuna farklı bir açıdan yaklaşıyor. Cambridge Üniversitesi’nde veterinerlik ve hukuk eğitimi aldıktan sonra, yine aynı üniversitede hukuk ve biyoetik doktorası da yapan Charles Foster’ın, “vahşi bir varlık olmanın nasıl bir his olduğunu bilmek istiyorum”dan yola çıkarak kaleme aldığı “Hayvan Olmak” kitabı, bir çeşit “edebi Şamanizm” örneği... Dünyayı porsuklarla, tilkilerle, susamurlarıyla, ebabillerle ve alageyiklerle aynı düzlemde görmeye çalışarak anlatmak üzerine bir çaba olarak da değerlendirilebilir. Ne var ki, vaat ettiği noktaya ulaşma yolunda birtakım aksaklıklar göze çarpıyor. Belli bir konuya tutkuyla bağlı insanların, doymak bilmeyen meraklarını gidermek adına neleri göze alabileceklerini kestirmek pek mümkün değil çoğu zaman. Charles Foster da bu insanlardan biri; belli ki, çocukluğundan bu yana doğayla iç içe olma konusunda çoğunluktan farklı bir istek duymuş. Sonunda da işi, bir porsuk gibi çukurda yaşamaya ve hatta solucanlarla beslenmeye kadar vardırmış! “Porsuk olmak, toprağın bir porsuğa yaptığının aynısını bize de yapmasına izin vermek demekti çoğu zaman. Yağmurda toprağın altında kaldığımızda, porsuk zaman dilimleriyle hareket etmek, toprağın altında iki büklüm yatmak, ayakkabılarınıza sürtünecek otların yüzünüze sürtünmesi el ele verip sizin için gerekli tüm koşulları hazırlar; ayrıca toprağın altına girmişken ve etrafınızı çevreleyen toprak bacaklarınızı ezerken, ufalanarak gözlerinize, ağzınıza dolarken, yeryüzünün sizin hükümran ayaklarınızın altına serildiğini düşünmenin imkânı olmaz.” İşte bu koşullar çerçevesinde yeraltında, farklı mevsimler içinde altı aya yakın bir zaman kalıyor Charles Foster ve bir porsuk olmayı deneyimliyor. Üstelik bu yalnızca kitabın ikinci bölümü! Üçüncü bölümde benzer bir yöntemle susamurları anlatılıyor; dördüncü bölüm modern insana bir tilkinin burnu, kulakları ve gözlerinden bir bakış sunuyor; beşinci bölümde alageyiklerin arasına karışıyor Foster ve altıncı bölümü de ebabillerin hava sahasında geçen bir hikâye olarak nitelendirmek mümkün... Yalnızca deneyimlerin aktarımı da değil kitap boyunca okuduğumuz; evet, porsuk olduğunda solucanlarla besleniyor Charles Foster ya da susamuruna “dönüştüğünde” dişleriyle balık yakalamaya çalışıyor ama bir taraftan da kendisini fizyolojik araştırmalara vererek, söz konusu hayvanlarla ilgili laboratuvar deneylerinden elde edilen bilgileri de paylaşıyor. Kitabın çerçevesini

ceyhanusanmaz@gmail.com de dört kadim elementle çizmiş; her bir element, bir hayvanla temsil edilmiş: “toprak (yeraltı tünelleri açan porsuk ve toprağın üzerinde adımlayan alageyik), ateş (ışıltılı şehir tilkisi), su (susamuru) ve hava (geceleri yükselen termal hava akımlarında spiraller çizerek kanatları üzerinde uyuyan ve çok ender yere inen ebabil). Dört temel elementi dengeli olarak bir araya getirip bir simya yakalamayı amaçlıyorum.” Kitabına aslında gerçekten de “sağlam” bir giriş yapıyor Charles Foster. Porsuk olmanın anlatıldığı bu en uzun bölüm, kitabın vaat ettiği “dönüşüm” fikrine de en yakın bölüm aynı zamanda. Ancak konu susamuru, tilki ve alageyiklere geldiğinde o parlak yönünü kaybediyor “Hayvan Olmak” kitabı. Hevesli, gözlem yeteneği kuvvetli, tutkulu, meraklı bir doğaseverin, kendisini bir anlamda çamura bulayarak ormanda gezinmesi halini pek aşamıyor sonraki bölümler ya da en azından böyle hissettiriyor. Zaten bazı kara hayvanları dışında, gününün önemli bir kısmını su içinde, dahası, hayatının tümünü havada geçiren bir hayvanın deneyimine yaklaşmak ne kadar mümkün? “Elinde silah tutan bir adam, elinde kuş kitabı ve dürbün olan bir adamdan çok daha fazlasını görür, duyar, koklar ve sezer. (...) Avcılık evrimsel ve gelişimsel saatleri geri alıyor; atalarınızın hislerini duyabiliyorsunuz, onlar aynı zamanda çocuklarınızın da hisleri.” Bu cümlelere bir noktaya kadar katılabiliriz; üstelik, avcılık geçmişinden utandığını ve pişmanlık duyduğunu da altını çizerek belirtmiş Charles Forster ama yine de özellikle alageyiklerle ilgili bölümdeki anlatımlar avcılıktan hoşlanmayanlar için kimi zaman rahatsızlık verici olabilir. (Ben, kararsız kaldım.) Bir bütün olarak baktığmızda da, Charles Foster’ın metnine bir “izci günlüğü” demek de haksızlık olacaktır hiç kuşkusuz ama kitaba başlarken, beklentiyi örneğin Michael Pollan’ın “Arzunun Botaniği” isimli çalışmasının eşiğine yükseltmemek gerekiyor sanırım. Benzer bir şekilde insan doğa ilişkisini, ama bu sefer dört bitki üzerinden ele alan Michael Pollan, “Arzunun Botaniği” ile insan merkezli bakışı altüst etmeyi başarıyordu gerçekten de. İnsanı yeniden, yaşam denen karşılıklı büyük ağın “içine” geri yerleştiriyordu: “Bu kitap, hepimizin yakından tanıdığı dört bitkinin –elma, lale, kenevir ve patatesin– ve onların kaderlerini bizimkine bağlayan insani arzuların hikâyesini anlatarak tam olarak bunu yapmaya çalışıyor. Daha geniş konusu ise, insanlar ile biraz alışılmadık bir açıdan yaklaştığım doğal dünya arasındaki karmaşık, karşılıklı ilişki; bitkinin bakış açısını ciddiye alıyorum.” (“Arzunun Botaniği”, Michael Polan, Çev. Sevin Okyay, Domingo Yayınevi, 2011) “Hayvan Olmak”, Charles Foster, Çev: Ece Bulut, 238 s., Kolektif Kitap, 2016


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Kasım 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Romancının İşi Sorular Sordurmak” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Dış görünüşe (güzelliğe) çok önem veriyor ama, insani bir analize girmeye üşeniyor. Bu yüzden şaşkınca beceriksizlikler de yapabiliyor. Yeşim Esin Hamamcı: Sadık Bey’in monoton bir hayatı var. Sabah evinden çıkıp arabasıyla işe gidiyor. Akşam işten çıkıp eve dönüyor. Hep aynı meyhaneye uğruyor. Aynı marketten alışveriş yapıyor. Sekreteri kahvesini her gün aynı saatte getiriyor. Bu Sadık Bey’in karakterinde neye işaret ediyor? Pınar Kür: O kadar da değil canım. Bir sürü bara, pahalı lokantalara da gidiyor. İlk bölümde gittiği meyhanede gençlik anıları olduğu için üstünde duruyor. Ama hayatının büyük ölçüde monoton olduğu doğru… Kıyıda kalmış bir adam o, çevresine, hatta kendi kendisine yabancılaşmış. Mümkün olduğu kadar etrafına bakmadan yürüyor ve hayata ayak uydurmakta zorlanıyor. Yeşim Esin Hamamcı: Bu romanda Sadık Bey’in yani bir erkeğin gözünden romana hâkim oluyoruz. Neden bir erkeğin zihninden aktarmayı tercih ettiniz? Pınar Kür: Çünkü adı üstünde bu romanın başkişisi bir erkek. Ayrıca kitabın büyük bir bölümünde onun gözü hâkim ama araya giren, eleştiren, hatta yer yer dalga geçen bir üçüncü göz de var. Yeşim Esin Hamamcı: Romanlarınızın temelini kadın sorunları oluşturuyor. Kadının toplumdaki yeri ve üzerindeki baskılar üzerine düşünen, yazan bir romancısınız. Yazarken romanların bu sorunlar üzerine dönüştürücü bir etki yaratacağını düşünüyor musunuz? Edebiyatın dönüştürme gücüne inanıyor musunuz yoksa sadece gerçekleri göz önüne mi sermek istiyorsunuz? Pınar Kür: Edebiyatın bugünden yarına kestirme bir dönüştürücü gücü olduğuna inanmıyorum. Edebiyat uzun vadede ve belirli bir birikim sonucu önce

durumda. Bu tezatlığın sebebi nedir? Feminizmin, kadın haklarının ne kadar doğru idrak edildiğini düşünüyorsunuz? Pınar Kür: Türkiye’de kadın sorunları üzerinde çalışmaların ciddi biçimde artmış olduğunu söyleyemeyiz. Tam tersine, kadını toplum yaşamından dışlamak için ellerinden geleni yapıyorlar. Yöneticilerimiz, iktidara geldikleri günden beri kadını eve kapatmak, işlevini çocuk doğurmaya indirgemek çabasından bir an bile vazgeçmediler. Kadına yönelik toplantılarda bile “kadınla erkek eşit olamaz” diye bas bas bağırıyorlar. Kadın cinayetleri ve diğer şiddet hareketleri sürekli müsamaha görüyor. Daha geçen gün otobüste tanımadığı bir genç kadına tekme atan bir adam yakalandığı gibi serbest bırakıldı. Yazarları, gazetecileri sorgusuz sualsiz hapse tıkanlar, kadına şiddet olaylarını ciddiye bile almıyorlar. Özgecan yasası çıksın diye nicedir uğraşıyoruz. Bir netice alındı mı? Eğitim sistemi o kadar yozlaştırıldı ki... Kızlar dokuz yaşında okuldan alınıyorlar, alınmayanlar ise erkek çocuklardan ayrı sınıflarda eğitilmek isteniyor. Böylece iki cins daha çocuk yaşta birbirinden ayrılacak, birbirini tanıma fırsatı bulamayacak, birbirine yabancılaşacak… Ondan sonra gelsin kadın cinayetleri! Feminizm diyorsunuz, Türkiye’de feminist kelimesi küfür olarak kullanılıyor! Yeşim Esin Hamamcı: Basit bir örnek olarak “kız gibi, karı gibi” ifadelerinin zayıflık, “adam gibi, erkek gibi” ifadelerinin güç göstergesi olduğunu görüyoruz. Cinsiyetçilik, ayrımcılık, ötekileştirme her alanda daha fazla kendisini göstermeye başladı. Sizce bu durumdan sıyrılacağımız ortak değerlerimiz neler? Pınar Kür: Bence bu durumdan kurtulacağımız ortak değerler yok. Ben kendimi bildim bileli Türkiye’de kadınlar hep aşağılanmışlar, ikinci sınıf insan muamelesi görmüşlerdir. Orta okulda tarih

Edebiyatın bugünden yarına kestirme bir dönüştürücü gücü olduğuna inanmıyorum. Edebiyat uzun vadede ve belirli bir birikim sonucu önce bireyleri sonra da toplumları olumlu yönde geliştirir bence. İnsanı insan yapan değerleri yerleştirerek, hayal gücünü coşturarak, bireyleri ve toplumu bilinçlendirerek bir dönüşüm sağlar ama bu yıllar alır. bireyleri sonra da toplumları olumlu yönde geliştirir bence. İnsanı insan yapan değerleri yerleştirerek, hayal gücünü coşturarak, bireyleri ve toplumu bilinçlendirerek bir dönüşüm sağlar ama bu yıllar alır. Yoksa benim Türkiye’deki kadın sorunları üstüne yazdıklarımın ülkemizdeki kadına şiddet olaylarını etkileyeceğini sanmıyorum. Keşke öyle olsaydı. Yeşim Esin Hamamcı: Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatında, Sevgi Soysal’ın Tante Rosa karakteri belki de özgürlük arayışındaki ilk karakter. Nezihe Meriç’in, Leylâ Erbil’in, Adalet Ağaoğlu’nun, Füruzan’ın ve sizin romanlarınızda da kadın sorunları, kadının özgürlük ve hak arayışı temel meselelerden biri. Bugüne yaklaştıkça kadın sorunları üzerine değinen romanların nereye doğru evrildiğini düşünüyorsunuz? Daha umutsuz bir tabloyla mı karşı karşıyayız? Pınar Kür: Sevgi Soysal’dan ve sözünü ettiğiniz diğer yazarlardan önce Halide Edip vardı. Onu unutmayalım bu arada. Günümüz edebiyatçıları arasında kadın sorunlarını daha simgesel ve hatta fantastik biçimde ele alanlar var. Ancak çok satan “tek gecelik okuma”larda soruna çok yüzeysel yaklaşıldığını düşünüyorum. Yeşim Esin Hamamcı: Türkiye’de kadın sorunları üzerine çalışmalar artmış durumda olsa da sayısal verilere baktığımızda kadına karşı şiddet de artmış

dersinde, Osmanlı’nın çöküş döneminin nedeni olarak “sarayı kadınların ele geçirip, kendi aralarında entrikalarla uğraşarak koskoca imparatorluğu felakete sürüklemeleri” olduğunu öğrenmiştik. Osmanlı’da sarayı ele geçiren kadınlar hiç de “karı” gibi değil “erkek” gibi davranmışlardı, o başka. Anlayacağınız bu durum son yıllarda görülmemiş ölçüde yaygınlaşmış olsa da yeni değil... Yüz yıllardan beri yalnızca erkeklerin değil kadınların da benimsediği bir şey bu. Amerika’da Trump’ın özel bir konuşmada sarf ettiği cinsiyetçi sözler ortaya çıktığında yer yerinden oynadı. Bizim cumhurbaşkanımız halka açık konuşmalarında her fırsatta kadınları aşağılıyor ama kimseden çıt çıkmıyor. Yeşim Esin Hamamcı: Sadık Bey, Krepen Pasajı’ndaki meyhaneye rakı içmek için uğradığında etrafına şöyle bir göz gezdirir. Beyoğlu’ndaki mekânların kadınlı erkekli en rahat içilebilen mekânlar olduğunu düşünür. Ancak meyhanenin erkek ağırlıklı olduğunu fark eder. Kaldırımlardaki masaların neden kaldırıldığını düşünür. Siz bu değişim hakkında ne düşünüyorsunuz? Pınar Kür: Hep aynı şey işte.. Kadınları toplumdan dışlamak, içki içenleri korkutmak! Yakında hepten yasaklarlarsa hiç şaşmam. Beyoğlu’na son zamanlarda yolunuz düştü mü? Mide bulandırıcı bir pislik, bambaşka bir kalabalık var. Çarşaflılar sarmış

her yanı. Yeşim Esin Hamamcı: Yeni romanınızla birlikte yayınevi değiştirdiniz. Aslında eski yayınevinize geri de dönmüş oldunuz bir anlamda. Yayınevi-yazar ilişkilerinde neleri önemsiyorsunuz? Bir yazar olarak beklentiniz nedir, yayınevi seçimlerinizde hangi ölçütler belirleyicidir? Pınar Kür: Çok uzun süre Can Yayınları’yla çalıştım. Bir aşamada, bazı yayınevi çalışanlarının entrika(!)ları yüzünden sinirlenip ayrıldım. Erdal Öz ile dostluğumuz hep devam etti. Hatta ayrılma kararımı anlayışla karşılayıp bana hiçbir zorluk çıkarmadı. Yazar-yayınevi ilişkilerinde dürüstlüğü, ilgiyi, dostluğu çok önemserim. Tabii telif hakkı ve dağıtımın aksamamasını da. 2013 yılında Can Öz bana yeni bir teklifle geldiğinde on yıldır bağlı olduğum yayınevinden çıkan kitaplarımın satışı çok düşmüştü. Bunu kendisine söyledim. Bunun bir dağıtım sorunu olduğunu, kolayca üstesinden gelerek satışların artacağını söyledi Can. “Satış konusunu hiç kafanıza takmayın. sizin adınız bizim için onurdur,”dedi. Bu çok derin vefa söylemi beni çok etkiledi. Yeşim Esin Hamamcı: Yazmaya uzun süre ara verip çevirmenlik üzerine yoğunlaştınız. Sizi tekrar bir roman kaleme almaya iten sebep neydi? Pınar Kür: Roman yazmadığım sürece pek çeviri de yapmadım. Verimsiz, moralsiz bir dönem geçirdim demin sözünü ettiğim sebeplerden dolayı. İki kez ameliyat oldum, uzun süre yürüyemedim. Kenarda kalmak önce işime geldi ama sonra dayanamadım, sessiz kaldıkça daha beter olacağımı hissettim.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2016

KISA KISA Zefiros - Ebedi Gençlik Rüzgarı Gülriz Sururi, Doğan Kitap “Hayatıma annesiz bir çocukluk damgasını vurdu” diyor Gülriz Sururi. Türk tiyatrosunun bu önemli oyuncusu, yine anılarıyla okurunun karşısına çıkıyor ve bu kez bizi çocukluğuna götürüyor. Tiyatronun onun yaşamında neyin boşluğunu doldurduğunu açık yüreklilikle anlatıyor.

Yaşıyoruz Sessizce Şükrü Erbaş, Kırmızı Kedi Yayınevi Ağıt geleneğimize yepyeni bir özellik getiriyor Erbaş. Üç kadim kavram; aşk, yalnızlık ve ölüm, şiirden şiire iç içe geçerek birbirinin kapısını çalıyor. “Yaşıyoruz Sessizce”, aşkın, emeğin ve dünyanın ölümle yüceltildiği bir varoluş simyası.

Gerçek Ama Hangi Gerçek? Cüneyt Ülsever, Labirent Yayınları Geçmiş ile günümüz arasındaki gerilim ve geçişlerle kurgulanmış bu romanda ana karakter paranoid şizofren Levent Drama. Hastalığının etkisiyle işlediğini düşündüğü bir cinayetin vicdani muhakemesi ve “Gerçek ama hangi gerçek?” sorusu üzerine kurulu bir hikâye.

Y.Ü.K. Üstüngel Arı, Mylos Kitap İlk romanı “Hikâyesi Olan Ölüler”le edebiyat dünyasına giriş yapan Üstüngel Arı, yeni romanı “Y.Ü.K.”le çıtayı daha da yükseltiyor. Olağan bir aşk hikâyesini anlatırken prizmayı kırıyor ve kitabın tüm ana dokusu bu kırılganlıktan nasibini alıyor.

Semitizm ve Anti-Semitizm Bernard Lewis, Akılçelen Kitaplar Orta Doğu ve İslam tarihi konusunda dünyanın önde gelen tarihçilerinden biri olan Bernard Lewis’in kitabı, günümüzde bu coğrafyada yaşananları anlamak isteyenlerin ve farklı inanç ve kültürlerin bir arada yaşamasını savunanların mutlak okuması gereken bir başyapıt.

Yoga ve Vejetaryenlik Sharon Gannon, Paloma Yayınları Sharon Gannon’a göre, yoga uygulamasının en önemli kısmı, vejetaryen beslenmeye, yani gereksiz zalimlikten, zarar vermekten ve adaletsizlikten uzak bir diyete katı bir şekilde bağlı olmaktır. Gannon kitabında bunun modern yaşam tarzlarında nasıl uygulanacağını açıklıyor.

Escobar’ı Deviren Muhbir Robert Mazur, Beyaz Baykuş Yayınları “Muhbir” Mazur’un uyuşturucu mafyasına hizmet veren bankacıları, yozlaşmış politikacıları, vergi kaçakçılarını ve teröristleri nasıl deşifre ettiğinin hikâyesi, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük kartellerinden birinin yükselişi ve düşüşünü anlatan bir modern tarih dersi.

Dün ile Yarın Arasında ADALET ÇAVDAR

İ

nsan gitmeyi öğrenebilir. Ben sekiz yaşında bir çocukken bir gün tek başıma gidebileceğimi öğrendiğimde çok mutlu olmuş, sonra hep o günün gelmesini beklemiştim. İnsan büyürken terk etmeyi öğreniyor, terk edilmeyi kabullenmeyi de. Kalmak bir durum, gitmek bir tercih ve insan kendini bir kez yolda hayal etmeye görsün o yola ister istemez bir şekilde düşüyor. Bir yol ancak ona koyulduğunuzda yol olur. O yolda başınıza gelenler, yanınızdan geçenler, ayak izleriniz tarihiniz olur. Herkes kendince bir hikâyeye elbette ihtiyaç duyar. Ama bazen insan olduğu yerde kalıp sessizce kendine kapanarak gitmeyi tercih eder, olduğu yerde asla olmayan insanlar da vardır. Onun hikâyesi yüzüne bakınca okunamayan iki kelimeyle anlattıkları olur. Varlıklarıyla dünyada ne yaparlar, onlar yok olursa dünya nasıl bir yer olur asla bilemezsiniz ama onların orada öylece kendi hallerinde durmalarını dokunmadan seyredersiniz. Hüsnü Arkan’ın yeni romanı “Gülhisarlı Terziler” gidip her defasında geri dönen bir insanın romanı. Ayhan Demir, önce kaçmayı ve kendi kaderini yaratmayı öğrenmek istiyor ama sonra geri dönmeyi öğreniyor. Döndüğü yerde ardında kalanların da kendi hallerinde durarak bir ömür aşındırdıklarını zamanla keşfediyor. Gülhisar kendi halinde oldukça bedbaht görünen bir kasaba, yeryüzünde varlığıyla yokluğu belirsiz bir nokta. O noktadan dünyada kendi varlıklarını kendileri dâhil olmak üzere birçok insana kanıtlayamamış; daha doğrusu buna hiç ihtiyaç duymamış insanlar var. Bir dağın kıyısında duruyor Gülhisar, bir zamanlar yaşamış gibi duruyor. Dağın gözü var derler ya hani, işte o dağ orada bütün heybetiyle sanki hayattan saklıyor Gülhisar’ı ve içindekileri. Kendi kendilerinin, kendince kaderlerinin kurbanı bile olmaya cesarete edememiş, hayata rıza göstermiş, her gün biraz daha küçülen dünyalarında bir avuç insanı kendilerinden dâhi korumaya çalışıyor elinden geldiğince. Hüsnü Arkan, “Gülhisarlı Terziler”i Gülhisar’ın içerisinde döne dolaşa sanki Gülhisar’ı kendi ayağına dolamışçasına yazmış. Sürekli gidilmek istenen, gidilince hep bir dönülmesi gereken neyin, ne kadar ve niye özlendiğinin kimse tarafından bilinmediği bir yerde öylece dolaşıp duruyor Arkan. Kimi zaman romanın kendi halince kahramanı Ayhan Demir’e olanı biteni anlattırıyor kimi zaman Gülhisar’daki herkese tek tek kendi hikâyesini anlattırırken bir yandan da onların Ayhan Demir’le olan bağlarını çözüyor. Bir ileri bir geri dokunan zamanın içerisinde herkes Gülhisar’daki köşesine iyice yerleşiveriyor. Okurken adeta küçük ama bin parçalık bir yapboz birleştirir gibi oluyorsunuz. Çok küçük yaşta terk edilen Ayhan, babasının gittiği yolları gitmek istiyor kendince. Bütün ailenin bir arada yaşadığı Gülhisar’ın tek otelinden Berlin’e gitme isteğiyle büyüyor. Bunun daha önce bir defa terk edilmiş annesine aynı hissi tekrar hissettireceğini akıl etmeden. Teyzesi, dedesi, ninesi, annesi ve Ayhan kendi otel odalarında birbirlerine olabildiğince az dokunarak yaşıyorlar. Annesi ölmedim ama bunca yaşadığım bana yeter der gibi orada öylece durmaktan,

adaletcavdar@gmail.com aklını da bir yerde bir zamanda durduruyor. Ayhan Demir kendini kitaplarla büyütmeyi başarmış, kendi halinde bir adam. Ustası Nedim’den terzilik öğrenirken aynı zamanda kitaplarla zaman geçirmeyi de öğrenmiş. Nedim Usta ve Ayhan Demir kelimelerin dünyasında yaşıyorlar. Kendi yaşamaya derman bulamadıklarını hayatlarının susuzluğunu adeta okuduklarıyla gidermeye çalışıyorlar. Küçücük bir dükkândan kendine bir memleket yapıyor Nedim Usta, onun ustası olan Lütfü Usta’nın sığınağı olan yeri Ayhan Demir’e ev yapmaya uğraşıyor. Ayhan Demir ne kadar reddetse de terzi olmayı her manada ustası olan insanla arasında o görünmez iplerle dikili bağı koparıp atmıyor. “Gülhisarlı Terziler”i okurken, insan ister istemez Ayhan Demir’in hayatına nasıl girebileceğini düşünüyor çünkü Ayhan Demir yalnızdan öte tek başına ve bu tek başınalığın birazını kendi tercih etmiş birazını kabullenmiş bir insan. Bütün roman boyunca ondan yükselecek tek bir sesi, ben de böyleyim demesini, küçücük bir cinnet anını bekliyorsunuz okurken. Ona da en klişe tabirle bir tutunamayan demeyi yediremiyor, bu kadar tevekkülü anlamlandırmaya çalışıyorsunuz. Romanın içerisinde de çok ufak bir yerde akla düşürülen Eyup Peygamber’in hikâyesinde olduğu gibi isyan etmeyi değil sabretmeyi yeğliyor Ayhan Demir. Sadece sıradanlığa ve okuduğu kitaplara inanarak ve kendince iki üç satır bir şeyler yazarak geçiriyor hayatını. Elbette ki onun ve Gülhisar’dakilerin hayatında kader çizgilerinin düz gitmediği yerler oluyor ama Gülhisar öyle bir yer ki ne yaparsanız yapın çok fazla gürültü çıkarmıyor. Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli” kitabındaki Zebercet ya da Ayfer Tunç’un “Dünya Ağrısı” kitabındaki Murşit’le benzer bir yalnızlığı paylaşıyor Ayhan Demir. Onu onlardan ayıran ise bu yalnızlığa bir şekilde çare aramaması oluyor. “Gülhisarlı Terziler”i okurken aynı zamanda kulağımın içerisinde mütemadiyen şarkılarını söyleyen bir Hüsnü Arkan vardı. Yazarın şarkılarının sözlerini dinledikçe o şarkıları Gülhisar’da yaşayanların hikâyeleriyle örtüştürmeye başladım bir yerden sonra. Nedim Usta’nın bir ömür dillendiremediği ve onu yalnızlığa mahkûm eden aşkını ya da Ayhan Demir’in Berlin’e gidip dönmelerinde ona çocukluğundan beri âşık olan Perihan’ın her daim güzel kalbini anlatmış gibi o şarkılarla Hüsnü Arkan. Her şeyin ve her anın uluorta olduğu bu devirde sıradanlığın romanını yazmak çok kolay olmasa gerek. Bir taşra kasabasının sessiz sakin hayatı “Gülhisarlı Terziler”, biraz iyi niyet biraz insan olma sanatı ve bolca sakinlik vaadediyor okuruna. Okurken durduramadığımız aklımızın ve hayatımızın sadece ömrümüzden ömür değil kendimizden kendimizi çaldığını hatırlatıyor. “Gülhisarlı Terziler”, Hüsnü Arkan, 213 s., Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016


Kasım 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Kalıpsözler, Klişeler ve Evdeki Devrim… OYLUM YILMAZ

H

aydi küçük bir dersle başlayalım. Dille ilgilenen, yazıp çizen, okuyan düşünen hemen herkesin, hepimizin müptelası olduğu bir küçük Necmiye Alpay dersiyle: “Yeni yılınız kutlu olsun, bayramınız kutlu olsun, mutlu yıllar, en iyi dileklerle, hoşgeldiniz, güle güle, nasılsınız, selam söyleyin...” Bunlar esas olarak birer klişe değil, düzsöz. Yani, kolay kolay vazgeçemeyiz onlardan. Zaten çoğu zaman tam yerinde kullanılan kalıpsözlerdir bunlar; fazla yinelenip klişeye (=beylik söz, basmakalıp söz) dönüşmeleri tehlikesi çok düşüktür. Kimseye durup dururken “mutlu yıllar” demeyiz. Ergen yaştakiler, erkenden kurnazlaşan pratik zekâlılardan olmadıkları sürece kalıpsözlerden nefret ederler. Henüz kalıpsöz ile klişeyi birbirinden ayır(a)mazlar zaten. Sözgelimi, “selam söyle” tenbihatı için anneme ne kadar kızdığımı hatırlıyorum. Her gün görüştüğü teyzelere bile selam gönderirdi o tarafa gidiyorsam. Bir gün bu ritüeli açıklamak zorunda kaldı ve “evladım,” dedi, “selamın önemi, gönderilmediğinde ortaya çıkar”. Gerçekten de, bu düzsözlerden vazgeçiyorsak, şu iki durumdan biri geçerli demektir: Ya annemin dediği gibi artık kastetmiyoruzdur gerçekten o sözü, ya da tam tersine, o kişiyle aramızdaki ilişki (dostluk, arkadaşlık, yakınlık), böyle kalıpsözlerden iktisat edebileceğiniz kadar gelişkindir. (…) Gelgelelim, gündelik kalıpsözler dahil her tür söz, kastedilmeden, yani içi boş olarak kullanıldığında birer klişeye dönüşebiliyor; “barış, demokrasi, vicdan” gibi büyük kavramlar dahil. Özellikle de birinci sınıf birer demagoji aracı olabilme yetileri yüzünden. Kalıpsözler ve klişeler... İşte Irmak Zileli, benden dil ve Necmiye Alpay üzerine bir yazı yazmamı istediği andan itibaren içime düşen, klişe deyimle kalemimi tutan endişenin sebebi onlardı. Daha doğrusu, kalıpsözler ve klişelerden başka bir şey yazamamak endişesi… Endişemin içine yerleşip düşündükçe ortada kendi dil becerimin ve yazma deneyimimin dışında bir sorun olduğunu fark ettim. Sorun, gün geçtikçe küçük hayatlarımızın, “barış, demokrasi, vicdan” gibi büyük kavramların eksikliğinde yok olmanın eşiğine gelmesiydi. Sorun, kalıpsözlerden klişelere dönüşmüş kelimelerden ibaret hale gelmiş bir dil evreninin içinde çırpınıp durmamızdı… Dil, varlığın evidir. Ve bu evin işgalcileri her zaman olacaktı; sorun, eve gönüllü olarak buyur ettiklerimizin işgalci olduğunu bir türlü anlayamamamızdı. Çok söylemek dili öldürür mü bilmiyorum ya, Necmiye Alpay’ın işaret ettiği gibi varlığı büyük kavramlardan ibaret sanmak, hayatı bu klişe büyüklüğe göre yaşamak öldürüyor ama, görüyorum. Roland Barthes “Dilin Çalışma Sesi”nde gürültüden söz eder. Çalışma sesi, iyi işleyen bir şeyin çıkardığı gürültüdür. Oysa mükemmel bir şekilde çalışan bir şey gürültü çıkarmaz. Kırıl-

mış, bozulmuş, titremeye kapılmış olma, sesli bir ortadan kalkmanın işaretleri olarak görülür. Peki dil, dil gürültü çıkarabilir mi? Barthes burada sözü mırıldanmaya mahkûm eder, yazıyı ise sessizliğe. Aksi halde dil büyür, genişler, bir gürültüden ibaret kalır. Aksi halde, Alpay’ın kalıpsözlerinden, düzsözlerinden, klişelerden ibaret kalır. Biz yazan, biz söyleyenlere ise ortadaki gürültüye kulaklarını tıkamaktan ya da sesini duyurmak için bağırarak gürültüyü büyütmekten başka çare kalmaz. Necmiye Alpay, önemli bir dilbilimcidir. Öznesi, yüklemi, tümleci basit bir şekilde yerinde olan bu cümlenin bizim için anlamı nedir peki? Anlamı, örnek cümledeki gibi, her şeyden önce önemlidir. Çünkü, dilin politik olmadığını, iktidarların onu hemen her yerde bir güç aracı olarak kullanmadığını söyleyecek değilim ama bizim gibi kendi dilini yok etme pahasına onu kullanmaya çalışanların coğrafyasında, dille uğraşmanın bilimsel olarak da, kültürel olarak da kıymeti biçilemez kanımca. Çünkü, Necmiye Alpay, “Bugün artık, tarihin bu noktasında, bize, Türkçeden kaçışta önemli rol oynamış dil politikalarıyla aynı çerçeve içinde hareket eden, hatta bu politikaların daha polisiye bir çizgide uygulanması çağrısında bulunan dil kampanyalarından çok, bir tür eğitim ve kültür devrimi gerek,” diyebilecek cesarette bir dilcidir her şeyden önce. Necmiye Alpay, kötü imladan anlamın içini boşaltan söyleme, dili yaralayan ne varsa hepsini tekrar tekrar eleştirmekten geri durmaz. Bütün bunları tatsız bir sınıf öğretmeniymiş gibi yapmaz ama. Nurdan Gürbilek’in de söylediği gibi kendini bir “de” bekçisi, bir “Türkçe yanlışları” düzeltmeni, bir hata avcısı olarak görmeden yapar, dil yanlışlarından değil, dil sorunlarından söz eder. Ve hiç vazgeçmez. Dil varlığın evidir. O zaman dilin yoksullaşıp yozlaştıkça bilgini görgünü, hikâyeni derdini, kederini itirazını kendini küçültmeden, başkalarına alay konusu olmadan nasıl anlatabilirsin? Anlatmayı başardın diyelim, kimler okuyacaktır seni o vakit, kimler duyacaktır? Yok hayır, o evi terk etmek de mümkün değildir. İlla orada duracaksın, ya onunla güzelleşip çoğalıp zenginleşecek ya onunla birlikte yozlaşıp yoksullaşacaksın. Alpay’ın yaptığı şey işte bu evin sahiplerine, varlığını hatırlatma; işte bu eve, söz ettiği o devrimi çağırmaktır. Bu coğrafyanın son yıllarda yetiştirdiği en önemli dilcilerden, varlık evimizin tam ortasında duran yazarlarımızdan Necmiye Alpay, tutuklu. Diliniz her zamankinden daha çok, hapishane gibi gelmiyor mu artık size de!?


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2016

KISA KISA Casus Paulo Coelho, Can Yayınları Paulo Coelho, 20. yüzyıl başında casuslukla suçlanarak idama mahkûm edilen Mata Hari ile avukatı arasındaki yazışmalardan yola çıkarak kurguladığı “Casus”ta bu olağanüstü kişiliği bir roman kahramanına dönüştürerek hayatın ve aşkın gizemlerini sorguluyor.

Kuantum Sınırında Yaşam Jim Al-Khalili Khalili, Johnjoe McFadden, Domingo Yayınevi Yaşamı oluşturmanın tek yolu hâlâ yaşamın yine kendisi. Peki yaşamın mayasına dair hayati bir bileşeni gözden kaçırıyor olabilir miyiz? “Kuantum Sınırında Yaşam” yaşam dinamiklerine dair anlayışımızı baştan şekillendiriyor.

Hukuk Metodolojisinin Sorunları Ertuğrul Uzun, Nora Kitap Hukuki çıkarımı, hem hukuki hem de çıkarım yapan nedir? Olgu ve olaylar ile normlar arasındaki bağ nasıl kurulur? Ertuğrul Uzun, bunun gibi temel soruları cevaplamaya çalışıyor. Okurun da anlayabileceği bir biçimde yasanın, yargının ve kararın imkânını analiz ediyor.

Teldolap Gizem Erman Soysaldı, Müşerref Kartaler, Remzi Kitabevi Teldolap’ta kuşaktan kuşağa aktarılan anonim reçeteleri bulacaksınız. Yanı sıra, şekersiz marmelatlar ve kurabiyeler; çocuklar için ev yapımı pestiller; kahvaltı alternatifleri ve tarifleriyle siz de kendi mucize kavanozlarınızı hazırlayabilirsiniz.

Bekârlık Sultanlıktır Aziz Nesin, Nesin Yayınevi Aziz Nesin’in yazar adı kullanmadan ilk kez Akbaba’da yayımlanan çizgi romanını dönemin en önemli çizerlerinden Yalçın Çetin resimlemiş. Elli yıl sonra tekrar okurla buluşan çizgi roman hâlâ güncel, komik ve özgün.

Büyü Thomas Olde Heuvelt, Nemesis Kitap 17. yüzyıldan bu yana hayatta kalmayı başarmış, gözleri ve dudakları dikilmiş bir cadının etrafında gelişen esrarengiz bir öykü. Kasaba halkı onun büyülerinden korunmak için dikmiş gözlerini ve dudaklarını. Fakat bir gün o dikişlerden kurtulacak ve lanet başlayacak.

Sennur Sezer Kitabı Türkiye Yazarlar Sendikası Yayını Sennur Sezer’in şiirine ve edebiyatına ilişkin değerlendirme yazılarından oluşan bu kitap, Sezer’in edebiyatımızdaki yerini anlamak açısından önemli bir kaynak. Doğan Hızlan’dan Ataol Behramoğlu’na pek çok yazar, şair ve eleştirmenin kaleminden Sennur Sezer...

Muammalı bir Nazar: Berber MEHMET SAİD AYDIN

N

obel edebiyat ödülünün Bob Dylan’a verilmesi halen tartışılıyor. Nobel komitesinin bu tercihini dehşetli küçümseyenler bolca mevcut sosyal medyada. Kayda değer öteki görüş de, Nobel komitesinin son iki senedir verdiği ödülün edebiyattaki tür algısının sınırlarını silikleştirdiği ve bunun hayra işaret olduğu yönünde. Geçen sene ödül alan Svetlana Aleksiyeviç de kurgusal metinler yazan bir edebiyatçı olmanın ötesinde, gazeteci olarak tanınan ve bilinen bir isimdi. Öte yandan, bir kimsenin sadece belirli bir sanatın içinden üretimde bulunması sınırı da belirsizleşti giderek; bu konudaki muhafazakâr sayılır kimi görüşler esnedi, şaşkınlıklar azaldı. Eyleyen kişilerin önemli bölümü, başka disiplinlerin mevcut sanatın tamamına yön verebilecek kadar etkileşime açık olduğunu konuştu ve savundu. Bakhtin’in karnaval/karnavalesk diye tarif ettiği durum, modernlik algısını kendiliğinden sarstı. Artık sinemacı sırf sinema eyleyen insan değil, aynı zamanda eleştirinin de önemli bir yerini temsil ediyor. Yahut plastik sanat eyleyen bir kimse, edebiyatın da önemli bir kimsesi olabiliyor. Örnekler kişiler üzerinden de çoğaltılmaya gayet müsait. Tayfun Pirselimoğlu’nu kamuoyu daha çok sinemacı kimliğiyle tanıyor. Oysa Pirselimoğlu yönettiği filmlerin yanı sıra (hatta özgeçmiş zamandizimine göre daha önce) resim eğitimi almış, yurtiçi ve yurtdışında epey sergi açmış, birçok ortak sergiye katılmış bir sanatçı. Yönettiği filmlerin aynı zamanda senaryo yazarı; “Hiçbiryerde” ilk uzun metrajlı filmi ve 2002 tarihini taşıyor. 2007 tarihli “Rıza”, sinema kamuoyu tarafından iyice tanınmasını sağladı. En son başrolünü Ercan Kesal’ın oynadığı “Ben O Değilim”in ardından 2016 tarihli “Yol Kenarı” filmini yönetti. Fakat gene sinemadan da önce edebiyat var Pirselimoğlu’nun geçmişinde. “Çöl Masalları” 1996 tarihini taşıyor. Doğru iz sürdüysem eğer bu roman ilk olarak Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmış. Bu ilk romanın ardından 2002’de “Kayıp Şahıslar Albümü”, bir sene sonra “Malihulya”, 2005’te “Şehrin Kuleleri” ve uzun bir aradan sonra 2014’te “Kerr” romanları geliyor. Bunların dışında iki hikâye, bir de anılarından oluşan roman dışı üç kitabı var. “Üretken” kulağa sevimli gelmiyor, “Berber”in anlatıcısının sevdiği dille söylersem, yazarlık iklimi de “mümbit” bir şahsiyet Pirselimoğlu. “Berber”, Pirselimoğlu’nun İletişim Yayınları tarafından 2016 Ekim’inde yayımlanan yeni romanı. 52 bölümden oluşuyor ve 252 sayfa boyunca okuyucunun dikkatini hep diri tutuyor. “Berber” tekinsiz bir roman. Romanın içinde bir şekilde görünen neredeyse herkes birbiriyle ilişkili. Ve bu ilişkiyi fark ettiğimiz an daha da tuhaflaşıyor metin; şimdi burada mı geçiyor yoksa yarın orada mı geçecek? Bildirmek yerine sezdirmeyi tercih eden, dil görgüsü epey yüksek, kurgusu pek az su sızdıran bir roman “Berber”. “Berber” üzerine Radikal Kitap söyleşisinde Adalet Çavdar’ın (14 Ekim 2016) “‘Berber’in içerisindeki karakterler hep bir kendi çapında yaşayan aslında dışarıdan bakılınca çok sıradan, yanından geçerken fark etmediğimiz insanlardan,” tespitine “Bu ‘sıradan’ kişiye atfedilen bir bühtandır!”

mehmetsaida@gmail.com cümlesi ile mukabele ediyor Pirselimoğlu. Buradaki “bühtan” mühim, çünkü romanın anlatıcısı da sıkça “eski” kelimelere başvuracak. Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde kabaca öyle tasnif edilir dönemler: Eski edebiyat ve yeni edebiyat. Eski dil diye kastedilen, Osmanlı Türkçesidir, Arap alfabesiyle yazılır ve artık anlaşılmaz, “yapma” bir dildir çoğu kimseye göre. Oysa üretilen güncel edebiyattan artık biliyoruz ki, bu dil dönüştürülmesi müsait, belagate münasip, doğru kullanılınca adlı adınca metne lezzet katan bir dil. Dahası bir üslup tercihi. “Berber”de de “neden sonra”, “kerte” (çoğu yerde “defa” manasıyla) ve “nazar” (“bakış” manasıyla) aşırı tekrarlarını saymazsak, Pirselimoğlu bahsi geçen eski dille gündelik dil arasında çok güzel bir terkip inşa ediyor. Roman, İstanbul’da geçiyor ve metin boyunca çok zor, çok çetin bir kış yaşanıyor. İstanbul var ama adlı adınca semtler, caddeler, sokaklar yok; mesafeli bir müphemlik var kahramanımızın hayatı dışında neredeyse her şeyde. Bu meyanda, kapaktaki berber dükkânının da aslında, roman bittikten sonra hayal ettiğim dükkân olmadığını kaydetmeliyim. Adı anılmayan ama epeyce ima edilen Kamondo merdivenlerindeki buluşma ile açılıyor hikâyemiz; adını sonradan öğreneceğimiz anlatıcı, M ile buluşuyor. M’yi ve akabinde N’yi (noktasız kısaltmalar bunlar ve adeta bu iki karakterin adı) tanıyoruz yavaş yavaş. Daha romanın başında bahsini ettiğim dil tercihine dair ne ipuçları sunuyor yazar “[H]er türlü şüpheden vareste mümtaz bir belagat” tamlaması ile. Akabinde de “hararet”, “ricat”, “süfli”, “haslet” gibi kelimeler geliyor aynı sayfada. Kahramanımız ile M arasında alışkanlık ısrarlarına dayalı bir ilişki olduğunu anlıyoruz; aynı yolları yürüyorlar, aynı yerde oturuyorlar, gerektiğinde alışkanlık gereği Cuma namazlarına gidiliyor, her “iş” sonrası aynı meblağ veriliyor ilanihaye. Giriş bölümündeki anlatıcı-M ilişkisi, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nün Hayri İrdal’la Halit Ayarcı ilişkisini andırıyor. Daha doğrusu, anlatıcı Hayri İrdal’a benziyor ama M, nispeten muamma olarak varlığını belirginleştiriyor. Anlatıcımız bir kiralık katil. Birinci bölümün sonunda “Şişhane’ye yağmur yağıyor”, sanki Haldun Taner de selam alıyor. “Samimi ıstırap” çekenler var bu romanda, bazı kelimeleri acı verici şekilde telaffuz edenler var, “inşirâh hali”ne yanaşanlar var, Kafkaesk “merkez” var, susturuculu silah var, “Güneş Motel” var, bugüne epey yanaşan siyasi partiler var ama hepsinin üstünde gölge gibi dolaşan bir kahraman ve künhüne zor varılan bir distopya var. M ile N’den baba yaratıp, Meryem’in eksikliğini hazza ve anne yoksunluğuna vardıran, neden sonra rüyalara bel bağlayan ve aynı rüyalardan korkan bir kahraman var esas. Adı bu yazının sırrı olsun. “Berber”, Tayfun Pirselimoğlu, 252 s., İletişim Yayınları, 2016


Kasım 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLÂ SUNAY

Kamyon Geldi, Türkü Bitti Çetin Öner’in anısına

“G

ülibik”i çocuk kitabı yazmaya başlamadan önce okumuştum. Beni yazmaya iten birkaç yerli eserden biriydi. Şimdi Türkiye çocuk edebiyatında bir klasik... “Gülibik”in yazarı Çetin Öner’i, ustamızı 14 Eylül 2016’da kaybettik. Onu tanıma şansım hiç olmadı. Hep Çukurova’dan seslendiği için olsa gerek, benim için Yaşar Kemal kadar değerliydi. Coğrafyanın biçimini, kokusunu, sert sesini, iklimini ve insanını bütün gerçekliğiyle, bütün hakkıyla çocuklara göstermesi çok değerliydi. Ölümünden sonra bir süre düşündüm; bir çocuk yazarı ölünce ne olur, diye? Okurları, yazar arkadaşları onu anar, yaşatır mı? Unutulup gidecek mi Çetin Öner? “Gülibik”le mi yaşayacak sadece? Nasıl bir hayatı olmuştu? Bilgin Adalı’yı da andım yanında… Sonra şuna karar verdim, öyküleri ne kadar kederli olursa olsun, Çetin Öner çocuk kitapları yazdığı için mutlu yaşamıştı. Uzun ve mesut bir ömrü olmuştu. İçim rahatladı. Siz bu yazıyı okurken daha da rahatlayacak. Çetin Öner, 1943 yılında doğmuş. Ankara’da yaşamış ama köken belli ki Çukurova, Binboğa, Toroslar... Yazdıklarında otobiyografik izler hissediliyor. Yoğun bir hasret de… Sonra Ankara Sanat Tiyatrosu, sendikacılık, TRT, tiyatro eleştiri yazıları, oyunculuk ve yönetmenlik yapmış. Bankayı değil sanatı seçmiş. TRT’nin ilk yerli televizyon dizisi, “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”ı da o yönetmiş. 1972’den sonra edebiyata yönelmiş. “Gülibik”i 1975 yılında yazmış. “Gülibik”, 1978 yılında Almancaya çevrilmiş ve Almanca konuşulan tüm ülkelerde okuma kitabı olarak okullara tavsiye edilmiş, Alman Devlet Televizyonu (ZDF) ve TRT ortak yapımı olarak filme bile çekilmiş. Bu yazı için toplu eserlerini okurken, “Gülibik” kadar beni etkileyen kitabı “Kömürcü Çocuk” oldu. Son yazdığı çocuk kitabı... Çetin Öner, her zaman hayatın kendisinin bir öğretmen olduğunu anlattı hikâyelerinde. Şehirlerde bu “yaşam bilgisi”nden yoksun kaldığımızdan yakındı. “Gülibik”te bütün zenginliği horozu olan çocukla, “Kömürcü Çocuk”ta kamyonlardan düşen kömürleri toplamak için şehre doğru uzun yol yürüyen çocuğun zor yaşam koşulları bize ülkedeki eşitsizliği hatırlatır. “Okulda öğrenemeyeceğim şeylerdi bunlar. Buğdayı arpadan, arpayı nohuttan, nohutu mercimekten ayırmasını babamdan öğrendim.” (“Gülibik”, sayfa 31) Öner için, toprak, köy, baba, ana bir çocuğun bilgi kaynağıdır. Şehre gelince bu bilgi yiter. Toprak yoktur, köy özlenir, ana ve baba el kapısında çalıştığı için bilgi de kesintiye uğrar, tecrübe bittiği için doğa bilgisi de unutulur, unutulunca da değeri de bilinmez olur. Bu yüzden çocukların yanına eş kahraman olarak dizdiği karakterler, horoz, mavi kuş, siyam kedileri, ilk kez ele alınan sarı bir top portakaldır. Şöyle bir serzenişi vardır Çetin Öner’in: “Horoz sevmeyen çalışkan öğrencilere oldum olası acımışımdır. Okullarda horoz sevmeyi öğretmiyorlar.” (“Gülibik”, sayfa 65) Çocuklar için yazarken, çocuktan yanadır. Onun için büyüklerin “sevinçleri eksiktir nedense”. Doğunun yoksulluğunu; karlı geçen zor kış aylarını; açlığı; soğuktan tir tir titremeyi; soğuğu anlatırken; kuş lastiği, kırmızı bisiklet, ortaokul kasketi, lastik çizme hayallerini piyango biletine bağlayan, sadece muhtarın evindeki pilli rad-

yoyla dünyadan ülkeden haberleri olan kırsal kesimin hayatını resmini bize keskin bir gerçekçilikle sunarkeskin bir dille çizer. Gülibik horoz dövüşünde yenik düşüp ölür, kömürcü çocuk daha çok kömür toplamak için çukurun başında kamyon beklerken kazaya kurban gider, piyango biletini kaybettiğini sanıp aramaya çıkan hasta çocuk karda donar. Okurken gözyaşınızı tutamayacağınız hazin hikâyelerinde hiç çekinmeden hep aynı dürüstlüğü ilke edinir. Yapmacık değildir. Gülibik’i para için dövüştüren çocuk kahramanın babasıdır sözgelimi. Anneler hep sessiz, ağlamaklı ve geridedir. Dedeler pek kıymetlidir. Kömürcü çocuk Dursun hep dedesini görür rüyasında. Köyünü özlemektedir. Dedesine mektuplar postalar. Çocuklar için yazdığını düşünmeden, öykü için öykü yazar Çetin Öner. “Dağlar bizim yurdumuzdur torunum. Dağlar bizim babamız, atamızdır. Dosttur dağlar, sır vermez. Yüreği vardır dağların. Dağlar da yaşar bizim gibi, dağlar da yaşlanır.” (“Kömürcü Çocuk”, sayfa 29) O dağlar elbette ki Toroslardır. Bütün çocuk kitaplarında türkülerin yeri ayrıdır. Kömürcü çocuk Dursun rüyalarında dedesinden hep türkü çağırmasını ister. Dedesi çağıramaz beki ama Dursun şehre vardığında, bekçi ve çöpçü onu kırmaz. Çocukların kömür kamyonlarının peşinden koşup, kıran kırana kömür kapma yarışında mücadele verdikleri sahne çok etkileyicidir. Dursun, kamyonların çukurda tökezleyeceğini ve daha çok kömür düşüreceğini fark ettiğinden diğerlerinden ayrılır. Ancak yaptıkları iş çok tehlikelidir. Okurken yüreğiniz hop oturur hop kalkar. El kadar Dursun aracın altında ağır yarlanır. “Portakal” adlı eserinde Aşir ve İzbat’ı kurtacak tek şey portakaldır. “Kargalar Kara Değildi”de kargaların beyaz olduğunu iddia eder. “Mavi Kuşu Gören Var mı?” tam bir şehir eleştirisidir. Şehre kazanmaya gelen göçmenler aslında kaybedendir. Şehir bazı insanları kendine benzetir. Bazılarıysa özünü korumayı başarır, ama onlar da özlem ve hasret içinde yanıp kavrulurlar. Öyle sanıyorum ki bu yanık özlem Çetin Öner’in içinde de hep vardı. “Dünyanın Bütün Kedileri” manzum bir eserdir. Bir kedinin, yavrularının ve torunlarının yaşam hikâyesidir. “Piyango” adlı kitabın sonunda, ortaklaşa aldıkları biletten köy halkına piyango çıktı mı çıkmadı mı bilemeyiz, mağarada donan çocuğa bakarken buluruz kendimizi. Yazarın ayrıca, Çerkezlerin yaşamını anlattığı, “Şu Bizim Çerkezler” adlı eseri de yine Can Yayınları tarafından yayımlanmış. Çetin Öner’in çocuk kitaplarını farklı farklı çizerler resmetmiş. Ne ilginçtir ki, öykülerin gücünden olsa gerek hepsi de atmosferi, hüznü çok iyi yansıtabilmiş. “Haydıın eşey! Gümüşlü cezvelerim de kaynar ocakta, Yüce dağ başında kaldım sıcakta…” Belediye çöpçüsü bu türküyü söylemiştir kömürcü çocuğa. Ama çöp kamyonundan çağrı gelince Dursun’u orada bırakıp gidecektir kendi işine mecburen. “Kamyon geldi, türkü bitti yiğen,” diyerek. Öyle işte, kamyon geldi, hikâye bitti. Çetin Öner’den bize bu tadı, tuzu bol, Çukurova gibi açık ve aydınlık satırlar kaldı. “Yüreği vardır dağların. Dağlar da yaşar bizim gibi, dağlar da yaşlanır.” “Gülibik”, Çetin Öner, Resimleyen: Orhan Peker, + 8 yaş, 77 s., Can Yayınları, 28. Basım, 2016 “Mavi Kuşu Gören Var mı?”, Çetin Öner, Resimleyen: Kayhan Keskinok, + 9 yaş, 85 s., Can Yayınları, 19. Basım, 2016 “Portakal”, Çetin Öner, Resimleyen: Mustafa Delioğlu, + 9 yaş, 44 s., Can Yayınları, 14. Basım, 2016 “Dünyanın Bütün Kedileri”, Çetin Öner, Resimleyen: Mustafa Delioğlu, + 8 yaş, 52 sayfa, Can Yayınları, 9. Basım, 2016 “Kargalar Kara Değildi”, Çetin Öner, Resimleyen: Mustafa Delioğlu, + 8 yaş, 67 sayfa, Can Yayınları, 9. Basım, 2016 “Piyango”, Çetin Öner, Resimleyen: Oğuz Demir, + 8 yaş, 61 sayfa, Can Yayınları, 9. Basım, 2016 “Kömürcü Çocuk”, Çetin Öner, Resimleyen: Claud Leon, + 8 yaş, 51 sayfa, Can Yayınları, 2. Basım, 2016


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2016

PINAR KÜR:

“Romancının İşi Sorular Sordurmak” Söyleşi: YEŞİM ESİN HAMAMCI Pınar Kür’ün Can Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “Sadık Bey”, orta yaşlı bir insan olan Sadık Bey’in yıkılış öyküsünü anlatıyor. Geçmiş ve şu anın gelgitleri arasında sıkışan Sadık Bey’i kendisiyle hesaplaştırarak aşina olduğumuz insanlık hallerini kurguya dönüştürüyor yazar. Bireysel hikâyenin yanı sıra toplumsal değişimler de vurgulanıyor. Yazarın güncel toplumsal hadiseleri gözlem gücü kurguya da yansıyor. Roman, Sadık Bey’in hikâyesinin yanı sıra İstanbul ve buradaki sosyal hayatın değişiminden kadın-erkek ilişkilerine uzanan ayrıntılara yer veriyor. Yeşim Esin Hamamcı: Roman, başkahraman Sadık Bey’in alışkanlıklarını sorgulamasıyla başlıyor. Hayatını sorgulaması ise kızından gelen bir telefon ile gerçekleşiyor. Okurun da bir şeyleri fark etmesini tetikleyecek, onları da kendi hayatları üzerine düşünmeye yönlendirecek bir roman mı, “Sadık Bey”? Pınar Kür: Öyle olmasını istiyorum elbette. Edebiyatın en önemli işlevlerinden biri okurun kafasında o güne kadar sormadığı soruları uyandırması değil midir? Yani esasında cevapları vermek değil, romancının işi sorular sordurmak... Okuru kendi dünyasından başka dünyalara sürükleyebilmek… Yeşim Esin Hamamcı: Aşk hikâyesi okuyoruz bir yandan. Sadık Bey, sevgilisinin kendinden güçlü konumda olduğunu görünce geri adım atıyor. Oysa ki arkadaşı Ertuğrul ondan bir adım önde ve bu avantajı Sadık Bey’in üzerinde sıkça kullanıyor. Sadık Bey buna rağmen yıllarca arkadaşlığını, iş ilişkisini devam ettiriyor. Belki farkında olmadan kadın-erkek ayrımı yapıyor. Örneklerini toplumda da görebileceğimiz bu durum bir erklik sorunu mu? Pınar Kür: Biraz erkeklik gururu karışıyor işin içine ama burada kadın-erkek ayrımından farklı bir şey var. Genç Sadık’ın hayallerini gerçekleştirme ihtimaliydi sevgili; bu yüzden peşinden gitti. Hayallerini biraz da arkadaşı yüzünden terk edince Ertuğrul’dan başka tutunacak dalı kalmıyor. Kendi kendine ihanet etmişliğin acısını gidermek için çırpınırken daha büyük sorunlarla uğraşma, daha derin bir düş kırıklığına sürüklenme diyebiliriz. Bir yıkılışın romanı bu… Yeşim Esin Hamamcı: Romanı okurken sıkça geri dönüşlerle karşılaşıyoruz. Okur, tam da gerekli yerlerde şahıslar hakkında bilgi sahibi oluyor. Diğer romanlarınızda da gördüğümüz bu yapıyı kurarken amacınız geçmişle şimdi arasında sıkı bir bağ kurmak mıydı? Pınar Kür: Geçmişle şimdi arasında sıkı bir bağ var elbette. İnsanın şimdisini geçmişi belirliyor. Gençlik hayalleri, bunları ne ölçüde gerçekleştirdiği, yapılan hatalar, yaşanan pişmanlıklar… Her an geçmişle iç içe yaşıyoruz aslında. Yeşim Esin Hamamcı: Sadık Bey ismiyle müsemma diyebileceğimiz biri değil. Gençken hayallerine çok da sadık kalamıyor. Sadık Bey

gibi bir karakterin sadakat ile ilgili sorunu sizce nedir? Pınar Kür: Romanın da kahramanın da adı ironik tabii. Sadık Bey’in sorunu kendi kendine sadık kalamaması… Kişiliğini gerçekleştirememiş olması. Onu tanıdığımızda hayatından pek umudu kalmamış. Sonra eline bir fırsat geçiyor, onu değerlendirmeye çalışıyor… Yeşim Esin Hamamcı: Roman bir yandan polisiyevarî boyutuyla da sürükleyici bir hal alıyor. Sadık Bey’in her yerde karşısına çıkan genç adamın kurgudaki işlevi hakkında ne düşünmeliyiz? Pınar Kür: Onun kim olduğuna da okur karar versin artık. Sadık Bey’i sürekli izleyen, hatta ciddi ciddi taciz eden biri olduğu kesin de… Kim? Esrarı bozmayalım isterseniz. Yeşim Esin Hamamcı: Bir de kadınlar var. Sadık Bey, ilişkiler konusunda kendisinden daha üstün konumda olan çocukluk arkadaşı Ertuğrul’a göre sorunlu bir erkek. Ofiste Perim Hanım’ın göğüslerini hayal ederken, zihninde eski karısı ve Semiramis ile hesaplaşıyor. Ancak Sadık Bey hep kaybeden konumunda. Sadık Bey neden bir kaybeden? Pınar Kür: Esin Hanım, görüyorum ki çok iyi bir okursunuz. Romanın içerdiği soruların hepsini soruyorsunuz. Ancak, cevapları bende değil, okur roman üzerinde düşündükçe bulacak. Yeşim Esin Hamamcı: “Asılacak Kadın”daki hâkim Faik İrfan Elverir, hayatı boyunca başına kötü ne gelmişse kadınlardan geldiğini düşünen biri. Sadık Bey de kadınları zayıflık olarak görüyor. En azından öyle gördüğünü düşündüğümüz cümleler geçiyor. Romanlarınızdaki erkek karakterlerin sorunları da genellikle bu yönde. Erkeğin kadınlarla ilgili algısı sizin için temel meselelerden biri midir?” Pınar Kür: Evet, öyle de diyebiliriz. Erkekegemen bir toplumda yaşıyoruz, dolayısıyla onların kadınlarla ilgili algısı yaşamımızın sınırlarını ve kurallarını büyük ölçüde belirliyor. Kendi yanlış algılarını da kadınlara empoze ediyorlar ve büyük ölçüde başarılı oluyorlar. Kendisini erkeğin gözünden gören pek çok kadın var. Sadık Bey de ne de olsa bir Türk erkeği, tamamen maço olmasa bile, kadınları nesne olarak görüyor. Tutulduğunda fena tutuluyor belki ama eşitliğe pek tahammülü yok. (Devamı sayfa 11)

EMRE KONGAR Dağlarca’yla Evinde Son Görüşme-4 Fazıl Hüsna Dağlarca yazı ve şiirin ahlakını ve nasıl şair olduğunu anlatarak devam ediyor. *** - Ama aydınlanmayı yaşadılar. - Elbette yaşayacak. - Fakat Orta Asya aydınlanmaya 1917’yle girdi. - Dünya artık dönüyor. Sol sağa geçiyor, sağ sola geçiyor. Sizin gibi birçok yazarımızın uğraşına rağmen Türkiye’deki halk aydınlanmamış, hani nerede aydınlanma? - Atatürk’ün aydınlanma devrimi yenilgiye uğrayacak mı Türkiye’de? - Uğramaz. Asla. - Biz de çok ahiret sorusu soruyoruz. - Hayır, öyle değil. Bunlar her zaman benim içimde kımıldayan konular. - Çünkü Fazıl Hüsnü’nün şiirleri bu felsefeye ve dünya görüşüne dayanıyor. Bunun için de bir gazetenin 1. sayfasında yer alması çok güzel. - Yazının temelinde, içinde bir ahlak vardır. İnsanın cümlesi tam yerine oturmuşsa, sözcüklerin doldurduğu yerin tam hakkını vermişse, o yazıda sizin söylediğiniz her şey vardır. İnsanın kurtuluşu, aydınlanması, hepsi vardır. Neden vardır? - Ahlaklıysa eğer... - Yazı tam ise değildir. Yazı tam ise ahlaksız olamaz. Yazının mantığı oradadır. - Şiire de öyle söylemiştiniz. Kötü şiir olmaz, ahlaksız yazı olmaz. Çünkü mantığı varsa öyledir. - Eski bir düşünce, ama hâlâ yaşıyor, mantığından dolayı yaşıyor. - Yazıda mantık, şiirde çıplaklık öyle mi? - Şiirin de mantığı vardır, estetiğin de. Mantık öyle bir şey ki... Aslında dünya hazır, her şey önümüzde. Biz bunu anlamıyoruz, gözümüzü kapatıyoruz, bir şeyler bulmaya çalışıyoruz. Yok. Ben sizin gibi bilgili bir insan olsam, mekteplerde çocuklara durmadan bugün ne gördün diye yazı yazdırırım. Onlar yaza yaza bir eğitimden geçerler ki şaşarsınız. Ben okumak için, babamdan dayak yememe rağmen... *** Kuleli ve şairlik öyküsü: - Daha da baştan anlatırsam, bir gün yemek yerken, Tarsus’tayız, ben de ortaokulu bitirmek üzereyim. Babam da orada çalışıyor. Ablam İstanbul’a gelmiş, akrabamızda kalmış, bu evin oğlu Kuleli’ye gidiyormuş. Geldi bunu sofrada anlattı överek. Babam dedi ki ben seni Kuleli’ye göndereyim. Halbuki ben üniversiteye gitmek istiyorum. Ben kalktım sofradan, hayatta ilk protestomdu, babam da sert, asabi bir adamdı, suratına bakamazsınız. Kalktım ayağa, gittim sedire basarak Kuranıkerim’in en küçüğünü aldım, 3 kere öptüm, askeri okula gitmem dedim. Babam bir kızdı, kıpkırmızı oldu, yiyecek gibi baktı. O da kalktı, Kuranıkerim’in büyüğünü aldı ve 3 kere öptü, ben seni Kuleli’ye göndereceğim dedi. Ondan sonra, Kuleli’ye giderken dedim ki, “Şiir kitabımı çıkarmazsam lanet olsun”... Uğraştım uğraştım, bir şeyler yazdım, çizdim ve tam mektep bitti 1 Ağustos’ta, evden bana 60 lira para geldi, kaba kumaştan güzel bir elbise yaptırayım diye. Aldım parayı yanıma hemen, nerede kitap basılır ne yapılır bilmeden, Beyazıt’a gittim. Sora sora bir matbaa buldum. Bozkurt Matbaası’ymış. Oraya kitabı verdim, ama kitap benim demeye de utanıyorum, bir arkadaşım bana Anadolu’dan gönderdi, bunu ben bastıracağım dedim. Kitabı aldım, ama ben yanlışlıkları düzeltiyorum sürekli, adam anlamış zaten benim kitabım olduğunu. Neyse, sonra kitap basıldı, adam bana bunu imzalar mısınız, dedi. O zaman cahilliğimi anladım. O kitap ben subay çıktığım gün çıktı. Ve arkadaşlarım da aldı kitabımı.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.