Remzi Kitap Gazetesi / Mart 2015

Page 1

Kral Kaybederse

İstanbul İstanbul

Kıyamet Günü Ustası

GÜLSEREN BUDAYICIOĞLU

BURHAN SÖNMEZ

LEO PERUTZ

B

yaşadıkları­­mız büÇ ocukluğumuzda tün bir hayatımızı belirler mi? Dav­

urhan Sönmez yeni romanında acının ve çaresizliğin portresini çiziyor. Kentin karanlık koridorlarında süren tutsak hayatlar, daha önce yaşanmış bir İstanbul gününün kalıntıları üzerinde her gün yeniden inşa ediliyor. Yazar, başka bir dünya hayali kurmanın en imkânsız koşullarda bile mümkün olduğunu gösteriyor. Devamı sayfa 7

ranışlarımızın köklerinde ne var­dır? Bilinç­dışımızı oluşturan deneyimle­rin gücünü kadın-erkek ilişkileri üzerin­den irdeleyen bir roman; “Kral Kaybederse”. Yaşanmış bir psikoterapi hikâ­yesi kitabın temelini oluşturuyor. Devamı sayfa 6

R

E

M

Z

İ

K

İ

T

A

B

E

V

İ

B

orges’in, Calvino’nun, Greene’in takdirini kazanmış; Friedrich Tor­ berg’in, edebi tarzını “Franz Kafka ile Agatha Christie arasındaki gayri meşru beraberliğin muhtemel ürünü” olarak nitelendirdiği bir yazar var karşımızda. Leo Perutz’un “Kıyamet Günü Ustası” romanı, detektif öykülerinin seyrini değiştiren bir yapıt. Devamı sayfa 14

Kendine Ait Bir Hayat MARION MILNER

M SAYI 111 - MART 2015 - ÜCRETSİZDİR

ilner’ın “içsel keşif dene­yi”ni paylaştığı kitap, mutluluk için hazır formül sunmak yerine arayışınızda rehberlik edecek, bunun için “çalışmaya teşvik edecek” nitelikte. Devamı sayfa 16

KADININ MÜCADELE TARİHİ

K

adınlar, 19. yüzyıldan beri eşitlik için mücadele veriyor. Bugün Türkiye’de kadınların en büyük mücadele alanı ise şiddet; erkek şiddeti. Kadınlar vahşice katlediliyor erkekler tarafından. 2015’e girdiğimiz günden Özgecan’ın katledildiği güne dek toplam 37 kadın, erkek şiddetine kurban gitti… Bu da kayıtlara geçenler. Yalnızca bizim kadınlarımıza biçilmiş bir kader değil bu; insanlığın varoluşuna dek uzanan acı bir hikâye ve yeryüzündeki tüm kadınların zorlu, buruk, kadim yazgısı… Ama bu yazgıyı değişti-

Prens Prensesi Sevmedi

6

FİLİZ AYGÜNDÜZ

Kai’ye Mektuplar

10

CÜNEYT KAFKAS

Cambazın Son Adımı

11

EROL HIZARCI

İşte Senin Hayatın

12

DEMİR ÖZLÜ

Kâğıt Ev CARLOS MARIA DOMINGUEZ

Ben Hikâyenin Tamamını İsterim

3

7

ren, değiştirmek için mücadele veren, direnen, kavga eden ve hatta bu uğurda ölen de kadının ta kendisi… Kadın, toplumda erkeklerle eşit haklara sahip olmak adına aktif bir mücadelenin içinde yer alıyor. Erkek şiddetiyle mücadelede, kadın hareketinin 150 yıllık mücadelesi, günümüz kadınlarına güç ve yön verecektir kuşkusuz… Bu mücadelenin detaylarına erişebilmemizi mümkün kılan yeni çıkmış birkaç kitaba yakından bakmanın tam da zamanıdır şimdi… Kadının sözünü ve sesini duyabilmek için. Devamı sayfa 8-9

13 15

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

Hem Cahil Hem Hoca

Resim Sergisine Şiirle Bakış

Yaşar Kemal: Doğa ve Toplum

ECE TEMELKURAN “Bu Romanda 12 Eylül Bir Ayrıntı” E

ce Temelkuran, yeni romanı “Devir”le kendi edebiyatında da yeni bir devir açıyor. Gazeteciliği bırakıp edebiyata yöneldiğini açıklaması da bu yeni devrin işaretlerinden. Bu yenilenme Temelkuran’ın metninde dilde ve kurguda kimi farklılıklarda da göze çarpıyor. Anlatmaktan çok gösteren, sahneler kuran ve bu sahneye okuru çağıran bir metin var karşımızda. Duyguları anların, olayların içinde nesnelerin de yardımıyla göstermeyi tercih ediyor yazar. Belki de ilk kez “alıntılanamayacak”, aforizmalardan arınmış bir metinle çıkıyor okurunun karşısına. Bu yönüyle de, kendi deyimiyle “şatafatlı” cümleler yerine, etkileyici anlar resmediyor. Bu an’ların içindeki duyguyu okura bırakıyor. Okurunun emeğini ve katkısını talep ediyor. Aslında bu, romanın meselesi için de anlamlı. Çünkü Temelkuran, bir “devri” yeni kuşaklara devrederken büyük ve destansı hikâyeler anlatıldığını, daha küçük

anların, daha küçük hikâyelerin kaybolup gittiğini söylüyor. Oysa bu küçük hikâyeler, o büyük resmi asıl var edenler… “Devir”, 12 Eylül’e giden günleri iki farklı ailenin sekiz yaşındaki çocuklarının gözünden anlatıyor okura. Ayşe ile Ali’nin arkadaşlığı ve kendilerini adadıkları amaçları etrafında örülen roman, iki ailenin ve ülkenin toplumsal, politik resmini veriyor. Ayşe ile Ali yalnızca tanık ve anlatıcı olarak yoklar romanda. Kuğuları kucaklayıp özgürlüğüne kavuşturan iki çocuk, 2013 Haziran’ında ağaçlara sarılan, yaralı martıları sedyede taşıyan gençleri hatırlatıyor bana.

“Kitapta sık sık unutmamak ile hatırlamak arasındaki ayrım vurgulanıyor. Arada nasıl bir fark var?” “Çocukluğumuzdan beri hep ‘unutulmaması gerekenler’ üzerine bir tarih kuruluyor. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2015

Şiir, Roman, Öykü Atölyeleri Sarnıç Öykü, Kadıköy’de bir “edebi­yat merkezi” açıyor. “Sarnıç Öykü Atölye” adıyla başlayan etkinlikler; öykü okurlarını, öyküye yeni başlayanları buluşturma, dergiyi yaşatma ve yaygınlaştırma amacını taşıyor. “Sarnıç Öykü Atölye” üç yazın dalıyla başlayacak; şiir, öykü ve roman. Atölyenin mart-nisan etkinliklerini

üç isim yönetecek; şiirde Hilmi Yavuz, romanda Irmak Zileli, öyküde ise Faruk Duman katılımcılarla haftada bir buluşacak. Atölyelerin programlarına ve diğer ayrıntılara ulaşmak için aşağıdaki iletişim adreslerine başvurabilirsiniz. Tel: 0533 667 05 17, e-posta: sarnicatolye@gmail.com

Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ

Uluslararası Kafka Konferansı Düzenleniyor Düşülke Yayıncılık ve Beylikdüzü Belediyesi’nin ortak projesi ile Uluslararası Edebiyat Konferansları düzenleniyor. Uluslararası Edebiyat Konferansları Dizisi’nin ilki olan “2015 Uluslararası Kafka Konferansı”, 8-9 Mart 2015 tarihlerinde, Açık Radyo 94.9 basın destekçiliğinde, Beylikdüzü Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Ana başlığı “Kafka, Aşk ve İktidar, Şiddet Toplumu ve Militarizm” olan konferansın katılımcıları ise Ahmet Soysal, Ali Akay, Aslı Erdoğan, Janset Karavin, Kathi Diamant olacak.

Mahir Ünsal Eriş’in Yeni Kitabı Yolda İletişim Yayınları’ndan çıkan iki kitabı “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” ve “Olduğu Kadar Güzeldik”teki öyküleriyle Türkçe edebiyata yeni bir soluk kazandıran Mahir Ünsal Eriş, yeni kitabı “Dünya Bu Kadar” ile nisan ayında okuyucularının karşısına çıkıyor. İkinci kitabı ile 2014 Sait Faik Abasıyanık Öykü Ödülü’ne de layık görülen Eriş, “Dünya Bu

elif.sahin@gmail.com

Kadar”da ilk iki kitabının aksine yeni bir dil ve kurgu deneyerek iç içe geçen hikâyelerden oluşan bir roman evreni kuruyor.

“Anadolu’nun Antik Tiyatroları” Bir Kitapta Toplandı Binlerce yıldır birçok uygarlığa ev sahipliği yapan Anadolu’nun antik kentlerinde kurulan tiyatrolar “Ancient Theaters of Anatolia” isimli kitabın konusu oldu. Türkiye’nin ve dünyanın kültür hazinelerini tanıtan eserler yayınlayan Ertuğ & Kocabıyık Yayınları’nın son kitabı “Ancient Theaters of Anatolia”, Türkiye topraklarındaki antik tiyatroları inceliyor. İngilizce olarak hazırlanan kitap, Oxford Üniversitesi’nde klasik arkeoloji profesörü ve Türkiye’deki Aphrodisias kazılarının başkanı olan R.R.R. Smith’in metinleri ve yüksek mimar Ahmet Ertuğ’un fotoğraflarından oluşuyor. Eserde yer alan ve 8x10 büyük formatlı makineyle çekilen muhteşem fotoğraflar son derece iyi korunmuş olarak bugünlere gelen tiyatroları benzersiz detaylarıyla ortaya koyuyor. Yatay formatta 205 sayfadan oluşan kitaptaki 174 renkli levha hem detaylara hem panoramik görüntülere yer veriyor. Tiyatroları süsleyen mükemmel işçilik ürünü heykeller ve freskler de kitapta ayrı bir yere sahip.

Yeni Bir Dergi: Başka Peron! İTÜ Edebiyat Kulübü üyelerinden oluşan bir ekip, edebiyat dünyasına yeni bir süreli yayınla katkıda bulundu. “Başka Peron”un ilk sayısı çıktı. Derginin kapak konusu her sayıda, edebiyat bağlamında farklı çağrışımları olabilecek üç kelimelik bir söz dizisi olacak Derginin ilk sayısında kapak konusu: “Duvarlar, Sınırlar ve Ardındakiler”. Editör yazısında derginin varoluş nedeni şu şekilde anlatılıyor: “Yazmak, hiç tanımadığınız kitlelerle buluşmaktı çünkü. Kelimelerin öncülüğünde tanışık hale gelmekti. Cümlelerin peşinden sürükleyip okuyucuya yalnız olmadığını göstermekti, değiştirmekti ve aynı zamanda değişmekti. İşte bizi bir araya getiren de yazmaya dair inancımızdı. Farklı amaçları, değişik zevkleri olan insanlardık tabii ama yazmak birdi, eylemlerin birliğiydi, bir yapandı. ‘Başka’ olan da buydu bizim için, başka olmaya rağmen bir olup ortak bir yolculuğa çıkabilmekti. Yazmak yolculuğumuzdu, buluşma noktamız ‘Başka Peron’ oldu.”

Ayrıntı’dan Kürtçe Edebiyat Serisi Ayrıntı Yayınları, Kürtçe edebi­ yatın en önemli isimlerini Sarı Kitaplar Dizisi’nde bir araya getiriyor. Hem Kürtçe hem de Türkçe yayımlanacak olan eserler, edebiyat dünyasında yeni bir soluk, yeni bir renk olacak. Editörlüğünü Yavuz Ekinci’nin üstlendiği Sarı Kitaplar Dizisi’nde, Kürt olup başka dillerde yazan ve yazdığı dilde okunup beğenilen yazarların kitapları Kürtçeye ve Türkçeye çevrilecek. Bu kitaplar ayrı ayrı yayınlanacak. Kürtçe ve Türkçe baskılar için aynı kapak kullanılacak. Sarı Kitaplar Dizisi’nin şu anki programında yer alan isimler şöyle: Sherko Fatah, Salim Barakat, Cemil Turan, Şeyhmus Dağtekin, Ariel Sabar, Fawaz Hussain, Ali-Ashraf Darvishian ve Ali Muhammed Afgani. Ve Sarı Kitaplar Dizisi’nde ilk durak, Kürt ve Arap edebiyatında önemli bir yeri olan Selim Berekât. Yayınevi, yazarın Türkçe adıyla “Tüy”, Kürtçe ismiyle “Perik” romanını okurla buluşturdu.

Remzi’de En Çok Satanlar (Şubat 2015) KİTAP (KURGU)

1 2 Kafamda Bir Tuhaflık 3 Küçük Prens 4 Kürk Mantolu Madonna 5 Devir 6 Babam ve Ben 7 Handan 8 Paris’te Bir Türk Ressam 9 Küçük Kara Balık 10 Aşk Başka Evde Küçük Prens

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi Orhan Pamuk, YKY

Antoine de Saint-Exupéry, Can Yayınları Sabahattin Ali, YKY

Ece Temelkuran, Can Yayınları

Patrick Modiano, Tudem Yayıncılık

Ayşe Kulin, Everest Yayınları

Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi

Samed Behrengi, Kırmızı Kedi Yayınevi Sinan Akyüz, Alfa Yayıncılık

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda 2 Başarıya Götüren Aile 3 Ermiş 4 Peygamberden Sonra 5 Allah De Ötesini Bırak 2 6 Dahi Diktatör 7 Gerçek Özgürlük 8 İn 9 Duygu Simyacısı 1 0 Beden Aklıyla Zayıfla Yılmaz Özdil, Kırmızı Kedi Yayınevi Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi

Halil Cibran, Remzi Kitabevi

Lesley Hazleton, Kitabix Yayınları

Uğur Koşar, Destek Yayınları A. M. Celal, Ka Kitap

Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi Sabri Uzun, Kırmızı Kedi Yayınevi Seda Diker, Destek Yayınları Fevzi Özgönül, Hayy Kitap

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Mart 2015 Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Mart 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Cezayirli Kadının Sesi Sustu Edebiyat dünyasında Cezayirli kadınların sesi olarak tanınan, Cezayir asıllı Fransız yazar Assia Djebar (Asiye Cebar) 78 yaşında hayatını kaybetti. Cezayir’de doğan ve ilk kitabı “La Soif” (Susuzluk)’tan sonra Assia Djebar takma adını

alan yazar, eğitim için gittiği Fransa’da on beşten fazla kitap yayınladı; film yapımcılığı ve yönetmenlik yaptı. Romanlarında kadın sorunlarını işleyen yazar, 2005 yılında Académie Française’e seçilen beşinci kadın yazar oldu. Çok sayıda prestijli ö­düle la­yık görünen Djabar’ın ismi senelerdir Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında geçiyordu. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 9 Şubat 2015

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Yazarlara FBI Merceği Roald Dahl’ın Büyük Yası Yeni ortaya çıkarılan FBI dosyalarına göre Başkan Hoover döneminde FBI, siyahi Amerikalı yazarlar hakkında geniş incelemelerde bulunmuş ve kitaplarıyla ilgili on binlerce sayfalık raporlar tutmuş. Bu dosyalar, akademisyen William Maxwell’in Jamaika kökenli yazar Claude McKay hakkındaki dosyaları FBI’dan istemesiyle ortaya çıkarılmış. Böylece 1920’lerdeki Harlem olaylarındaki en önemli siyasi figürlerden biri olan Claude McKay hakkındaki 193 sayfalık dosya Maxwell’in eline geçmiş. Ardından dönemin en önemli yazarlarının belgelerini FBI’dan isteyen akademisyen, 51 önemli isimle ilgili detaylar içeren belgelere sahip olmuş. Bu belgeleri kitaplaştıran Maxwell, belgelerin toplamının on dört bin sayfa olduğunu ve yazarların yolculuk bilgilerinden, değişik politik görüşlerdeki kişilerle ilişkilerine kadar pek çok özel bilginin FBI tarafından toplandığını söylüyor. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 9 Şubat 2015

Yeni bir Harper Lee Romanı Harper Lee, 1960 yılında “Bülbülü Öldürmek”i yayınladığı sırada adından en çok söz edilen yazarlardan biriydi. Milyonlarca kopya satan ve film uyarlamasıyla birlikte elli yıldır popülerliğinden bir şey kaybetmeyen kitap, yazarın ilk ve son kitabı oldu. 88 yaşındaki Harper Lee’nin yeni bir kitap yayınlayacağını duyurması edebiyat dünyasında büyük ses getirdi. Lee’nin yeni bir kitap çıkarma kararı verecek kadar sağlıklı olmadığını ve yazarın bu durumunun suiistimal edilmiş olabileceğini öne sürenler de oldu. Harper Lee’nin yayıncısı ise, yazarın yeni yayınlanacak olan “Go Set a Watchman”ı “Bülbülü Öldürmek”ten önce yazdığını açıkladı. Yayıncının ifadesine göre Harper Lee’nin 1960’taki yayıncısı, baş karakteri bir yetişkin olarak gösteren bu kurgu yerine, onun çocukluğuna dair anılarıyla ilgili bir roman yazmasını istemiş ve “Go Set a Watchman” rafa kalkmış. Temmuz ayında çıkması beklenen roman, 1950’lerde Amerika’nın Güney’indeki ırkçı atmosferi anlatıyor ve bir baba-kız ilişkisi üzerinde yoğunlaşıyor. Kaynak: Alexandra Alter, The New York Times, 3 Şubat 2015

“Çarli ve Çikolata Fabri­ kası”nın yazarı Roald Dahl, yedi yaşındaki en büyük kızı Olivia’yı kaybettiğinde bunun acısını ömrü boyunca hissetti. Olivia hakkında yirmi yıl boyunca hiç konuşmadı ve yazmadı. Olivia 1962 yılında kızamığa bağlı gelişen beyin iltihabı sonucu hayatını kaybetmişti. Yazarın bu suskunluğu, hakkında çıkan ilk biyografiyle bozuldu. “Storyteller” (Masalcı) adlı biyografide Dahl’ın Olivia’nın son saatlerini yazdığı ve ölümüne kadar ailesinden bile gizlediği notları yer alıyor. Eşinin anlattığına göre kızını kaybettikten sonra kendini asla toparlayamayan Dahl, bu notları bir okul defterine yazdı ve defteri evinin bahçesindeki kulübede yer alan bir masanın çekmecesinde sakladı. Defter ancak onun ölümünden sonra bulundu. Kaynak: Anita Singh, The Telegraph, 3 Şubat 2015

Cervantes’in Kayıp Mezarı İspanya’nın en ünlü yazarı Miguel de Cervantes’in kayıp mezarını bulma yolundaki çalışmalar hızla devam ediyor. “Don Quixote”nin yazarının Mad­rid’deki bir manastırda gömülü olduğu biliniyor fakat uzmanlar gömütün tam yeri hakkında bilgi sahibi değiller. En son, yazarın baş harflerini taşıyan bir tabut bulundu. Uzun süren kazılardan sonra tabuta ulaşan adli tıpçılar, kalıntılar üzerine incelemelerine başladılar. Uzmanlara göre kalıntıların Cervantes’e ait olup olmadığını kanıtlamak görece kolay olacak, zira Cervantes’in artrit yüzünden sol elinde ve kürek kemiklerinde deformasyon olduğu ve göğsünde Yunan-İspanya Deniz Savaşı’ndan kalma derin yaralar bulunduğu biliniyor. Bugüne dek büyük yazarın dış görünüşüne ilişkin elimizde bir ressamın tablosundan başka herhangi bir veri bulunmuyordu. Mezarın gerçekliği kanıtlanırsa, Miguel de Cervantes’in yüzü uzmanlar tarafından resmedilebilecek. Kaynak: Alasdair Fotheringham, The Independent, 26 Ocak 2015

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

Hem Cahil Hem Hoca Ne zaman konuşmaya çağrılsam bir düşünce alır beni. Kürsüde bulunmaya pek tahammülüm yoktur. Uzun bir süre bunun mahcubiyetimden kaynaklandığına inandım. Neden sonra Leylâ Erbil’in de kürsüden enikonu rahatsız olduğunu öğrenince bunun basit bir “utanma”dan kaynaklanmadığını düşündüm. Fakat sonra bu konuyu unuttum. Ta ki “Sarnıç Öykü” dergisinden arayıp “Roman atölyesi yapar mısın?” diye sordukları güne kadar. “Düşünmeliyim” diyerek alelacele kapattım telefonu. Yine o malum telaş. İyi ama bu bir atölye olacaktı, kürsü falan söz konusu değildi ki. Bir parça rahatladım. Ama şu cümle fikrimde asılı duruyordu: “Bir kürsü sadece bir kürsü değildir.” Hepimiz çok küçük yaşta tanıştık onunla. Okuma yazmayı, sonra da matematiği, feni, dilbilgisini kürsüden gelen o ses öğretti bize. Eksik olmasın. Zaten eksik olmadı da; kürsünün kimi zaman karşısında bazen arkasında bulunmam icap etti sık sık. Kürsü travmamı çözmek için bir şeyler yapmam gerektiğini, çünkü ne yazık ki bu icaptan kaçış olmadığını kabullenmeye çalıştım. Kütüphanemin önünde aşağı yukarı volta atıyordum ki gözüm Jacques Rancière’nin “Cahil Hoca”sına takıldı. Kitabı çektim aldım. Öğretme eylemi ile cehaletin nasıl olup da böyle yan yana geldiği sorusunun cevabını aramaya başladım. Kitabı bitirdiğimde, kürsülerle aramdaki problemin aslında “öğretme ediminin” çok karşılaştığım bir türüne duyduğum “gıcıktan” kaynaklandığını anlayacaktım. Uzun süredir zihnimi yoran bir mesele; özgürleşmeyen kişinin özgürleştiremeyeceği. Öğrenmeyi sürdürmeyen birinin başkasına da bir şey öğretemeyeceği. Kendi “oluş süreci” içinde keşfe yer bırakmayan bir metnin okura da keşif kapısı açamayacağı. Özgürleştiren-özgürleşen, öğreten-öğrenen, yazan-okuyan arasındaki ilişkinin bu karşılıklılık ilkesine yaslanması meselesi üzerine düşünürken Jacques Rancière satırlar arasından seslendi: “Özgürleşmiş birinin asıl kâdir olduğu şey özgürleştirici olmaktır: Bilginin anahtarını vermek değil, bir zekânın kendini başka her zekâya ve her zekâyı da kendine eşit gördüğü zaman ne yapabileceğinin bilincini kazandırmaktır.” Rancière, zekâlar arasında herhangi bir hiyerarşi bulunmadığını vurguluyor sık sık. “Herhangi birinin öğrenebildiği bir şey, herkes tarafından öğrenilebilir,” bilgisi zihnimizi özgürleştiriyor. Tıpkı bir çocuğun anadilini öğrenmesi gibi. Ona “bilgi aktaracak” bir öğretmene gerek olmadan, dikkatini öğrenme ihtiyacı duyduğu şeye vermeyi sürdürmesinin yeterli olduğunu söylüyor yazar. “Yapabileceklerinin farkında bir bilinç” özgürleşir. Özgür zihin soru sorar, kurcalar, tahmin eder ve doğal olarak öğrenir. “Madem zekâ, dikkat ve arayış öğrenmek için yeterli, öğretmene neden gerek olsun,” diye düşünüyorum o an. Rancière yetişiyor imdada: “İyi hocaların sırrı budur: Sorularıyla öğrencinin zekâsına gizlice yol gösterirler - zekâyı çalıştırmaya yetecek ama tembelleştirmeyecek kadar gizlice. (...) Hoca, arayanı onun kendi yolunda, tek başına arayışa çıktığı ve aramaya devam ettiği o yolda tutar.” Kürsü meselesi nihayet açıklık kazanıyor. Öyle ya birini yolda tutmanız için onunla beraber yürümeniz gerekir. Ve aynı anda siz de hemen yan tarafta kendi yolunuzda gidiyor olursunuz. Kimin kimi “yolda tuttuğu” bir hiyerarşi meselesi değildir. Yaşasın karşılıklılık ilkesi! Jacques Rancière’ın da dediği gibi; “Bir insanı özgürleştirmek isteyen kişinin, ona bilginler gibi değil, herhangi bir insan gibi soru sorması gerekir. Yani öğretmek için değil öğrenmek için.” Şimdi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, benim atölyemde görünür ya da görünmez herhangi bir kürsü olmayacak. Birlikte “hamarat bir tembellik” içinde olacağız. “Hamarat tembellik” mi? O başka bir yazının konusu.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2015

ECE TEMELKURAN:

“Bu Romanda 12 Eylül Bir Ayrıntı” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ, Fotoğraf: SEVGİ CAN (Baş tarafı sayfa 1’den)

‘Unutmayacağız, unutturmayacağız’. Böyle bir inatla kurulan tarih var. Unutulmaması gereken olayların ve insanların gerisindeki küçük ayrıntıların, olay parçalarının, duyguların es geçildiğini düşünüyorum. Böyle böyle hırstan ve hınçtan oluşan, eksik bir tarih kuruluyor. O yüzden de ne geçmişteki dönemin ruh halini anlıyoruz ne de nerelerde hata yapıldığını… O insanların bizlere ne kadar benzediğini fark edemiyoruz. Hatırlamaya değer bulmadıklarımızı hatırlayabilirsek hayatın terkibini anlamak mümkün olacak gibi geliyor bana.”

“Solcuların resmi tarihi de mi insandan yoksun?”

“Solcuların bir tane resmi tarihi olsa işimiz çok kolay olurdu. Oysa hâlâ üzerinde kavgalı olunan bir tarihten söz ediyoruz. İnsandan yoksun demeyeyim ama hikâyelerden yoksun biraz. Bu hikâyelerin nesilden nesile aktarıldığı yer masalar, genellikle de rakı masaları oldu. Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkısında ‘Hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı’ diyor ya, bu iki durum arasında gidip gelen bir tarih anlatıldı hep. Ya abartılı bir şekilde duygusal, ya da tamamen duygulardan arındırılmış bir tarih dinledik. O yüzden de tam değil, hep eksik. Ve eksik bir tarih yalan bir tarihtir de.”

“Duyguları anlatırken kolaylıkla ağlak bir metne de evrilebilecek bir hikâye. Aynı zamanda duygudan kaçayım derken yavanlaşma tehlikesi de var. Denge kurmak için dille ilgili nelere dikkat ettiniz?”

“Bana devredilenlerle ve sol geçmişle ilgili bir duygum var. O duygu da zaten tam arada bir duygu. Keder de diyemem, coşku da diyemem. İkisinin arasında bir yerde. Tam olarak o bıçak sırtı yerde olsun istedim kitap. Çok kolay vıcık vıcıklaştırılabilecek bir hikaye, çok kolay da duygusuz anlatılabilecek bir hikaye, çünkü belgesel bir boyutu da var. Her ikisinin ortasında durmak gerekiyordu. Bunun ayarını her seferinde kendi içimden geçirerek yapmaktan başka bir şansım yoktu. Çünkü bu zaten tarif edemediğim bir duygu. Doğruluğunu, yanlışlığını denemenin olanağı yoktu. Çocukları seçmemin nedeni de o. Duyguları birer görüntü olarak aktarmaya yaradı çocuklar. Kahramanım büyükler olsaydı duyguları tarif etmeye çalışacaklardı. Tarif edilen her duygu da bozulacaktı. O yüzden kendi geldiğim olgunluk noktasının

da bir karşılığı olarak köpüklü köpüklü olmayan duygular, köpüklü olmayan durumlar kurmak istedim. Film gibi… Çocuk gözünden anlatmak da öyle bir şey. Çocuk görüyor ve ne düşündüğünü tam olarak bilmiyorsun, kendi düşündüğün şeyi aktarıyorsun ona aslında. Okura diyorum ki, çocuk gözünden bakacaksınız, bir görüntü göreceksiniz ama siz ne hissederseniz o. Bunu yapmak zor oldu. Kendimi hep durdurmam gerekti. Çünkü yazmanın şehvetine kapılıyor insan. Köşe yazarlığından da biliyorum, okurun nabzını çok iyi tutabilirim. Ona ne istiyorsam hissettirebilirim. Bunu bilmek bir yandan iyi ama insanı kötü edebiyata da heveslendirebilir. Şimdi ağlatabilirim! Şimdi güldürebilirim! O sirk numaralarını yapmak istemedim bu kitapta. Kendim için de zor olanı

evet. Kendimden rahatsız olmaya başladım. Ben hiçbir kitabı böyle bir hesapla yazmamıştım, hatta ‘Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ı yazarken ben o kitabın çok az okunacağını düşünüyordum. Öyle olmadı. Fakat sonuç olarak yazının gittiği yeri kontrol edebilmek de bence edebiyata dahil bir şey olmalı.”

“’Ben değiştim, dolayısıyla edebiyatım da değişti’ dediniz, yazar ile metin arasında böyle bir doğrudan ilişki olduğunu düşünüyor musunuz?”

“Başka yazarları bilmiyorum ama benim ne yaşadığımla birebir bağlantısı var yazdıklarımın. Kendim de kemale ermek için yazıyorum zaten. Bu kitabın benim için o bakımdan bir anlamı var. Gerçekten de kuğuların kanatlarının kırılması, benim kanadımın kırıldığı yerin

Köşe yazarlığından da biliyorum, okurun nabzını çok iyi tutabilirim. Ona ne istiyorsam hissettirebilirim. Bunu bilmek bir yandan iyi ama insanı kötü edebiyata da heveslendirebilir. Şimdi ağlatabilirim! Şimdi güldürebilirim! O sirk numaralarını yapmak istemedim bu kitapta. Kendim için de zor olanı yapmak istedim. Duyguyu köpürtmeden, sözcükleri şatafatlı hale getirmeden ortaya koymak ve bırakmak… yapmak istedim. Duyguyu köpürtmeden, sözcükleri şatafatlı hale getirmeden ortaya koymak ve bırakmak…”

“Bu tercih aynı zamanda yeni bir okur tercihi anlamına da geliyor mu?”

Ankara olması, tekrar kendi kanadımı takmak… Kendi kendime büyü yapmak gibi bir şey yazmak. Bu kitapla da kırık kanadımı yerine taktığımı hissettim. Herkes tarafından sevilmemek korkusu benim kanadımı çok kırmış.”

“Evet evet. Son birkaç yıldır söylüyorum, artık ben sevilmek ihtiyacımın kölesi olmayacağım. Bunu söylediğin andan itibaren başka bir hayat başlıyor, başka bir edebiyat da başlıyor. Başka bir okur seçtim mi, emin değilim ama okuru buralara çağırıyorum galiba. Tamam, artık yeter, diyorum okura, kitaplardan alıntılar yaptınız, onu kendi aranızda sosyal medyada döndürdünüz, hoş… Bu size iyi de hissettiriyor. Ama bakın bu bitecek. Bunun sonu var, bu tüketen de bir şey; hem edebiyatı tüketen bir şey, hem hayatı… Ay’ı kesip kesip yıldız yapmak gibi. Romanları kesip kesip cümle yapıyorsun. Bu iyi değil. Ben bunun için yazmıyorum ama gördüm ki yazdığım şey buna da hizmet ediyor. Ondan biraz kurtulmak istedim

“Özellikle Hüseyin ile Birgül’ü yazarken bunu çok düşündüm. Bazı şeyleri bugünden bakınca anlamak mümkün değil. Orada sahici bir romantizm var. Biz bugünden bakınca hafif arabesk buluyoruz. Hüseyin’i yazarken kendimi sık sık yokladım; abartıyor muyum, romantize ediyor muyum, mistifiye ediyor muyum? Bir yerden sonra bıraktım, çünkü evet, o dönemin duygusu bu gerçekten. Gezi’den sonra bu bakış açım değişti benim. Zaten Gezi olmasaydı bu romanı da yazmazdım. Romantik olmak da o kadar kötü bir şey değil. Bir de

“Geçmişi hatırladığımız zaman onu biraz da temize çekmeye çalışıyor muyuz? Hatırlarken yaşanan olayları romantize ediyor muyuz?”


Mart 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

yazarken kendi kendime şunu sürekli hatırlatma ihtiyacı duydum: Bu çocuklar 20 yaşında. Bugün 20 yaşında bir genç benim için çocuk. 68 kuşağının devrimcilerinin o zaman 20’li yaşlarda olduklarını unutuyoruz. Bu kitap iki, hatta iki buçuk kere tekrar yazıldı, ilk yazdığım versiyonunda flashback’le yazmıştım. Ayşe’nin flashback’iyle. Ama olmadı. Bu nedenle olmadı. Çünkü bugünden bakınca o gün bozuluyor. Ayşe bugün çevirmen olsun diyelim ki. Nerede çevirmenlik yapıyor? Falanca yayınevinde… O hangi siyasetten geliyor? Hatırlama üzerinden yazmak, bütün hikâyeyi yeniden biçimlendiriyor ve bence bozuyor. Tam o duyguyu, o dönemi anlatmak için hakikaten o dönemde olmak gerekiyor. Darbe olacağını da bilmemek, bilmiyormuş gibi düşünmek… İnsanlar ertesi gün devrim olacağını düşünüyor ve buna inanıyor. Bize bugün tuhaf geliyor ama gerçek o.”

“Gezi olmasaydı yazmazdım dediniz, neden?”

“Mesnetsiz olurdu roman. Birincisi kime devredeceksin, neyi devredeceksin, niye devredeceksin? İkincisi; inanmazdı insanlar. Bir zamanlar ne hissedildiğini ne kadar anlatsan da kendileri hissetmediği için o duygunun karşılığını bulmazlardı kendi içlerinde.”

“Gezi ile 68 arasında bir benzeşme var mı size göre?”

“Kesinlikle var. İnsanın özünde bir direnç olduğuna inanmaya karar verdim, bu nedenle karar verdim. Direnmek sözcüğü 30-35 yıl önce yasaklanmış, ama birden hop diye tekrar ortaya çıktı. Bu ve benzeri şeyler insanın içinde direnmek diye bir öz olduğunu bana düşündürtüyor. O yüzden de devretmekle ilgili bir derdim oluyor ve bunun romanını yazmak aklıma geliyor.”

“Farklılık var mı?”

“Kişiselliğe ilişkin çok fazla sözcük var şimdi. O zaman ideolojiye ilişkin çok fazla sözcük vardı. Nurdan Gürbilek’in ‘Vitrinde Yaşamak’ kitabındaydı sanırım, 80’lerin getirdiği en önemli şey ‘özel hayat’ meselesi… ‘Özel hayat’ konusunun çok fazla abartılı olduğunu düşünüyorum birazcık. Gezi’de insanların fark ettiği şey, ‘aa kolektif çok güzel bir şeymiş’ oldu.”

“Bir yandan da bir kolektif vardı, özel hayatı tamamen ortadan kaldırıyordu; sonra özel hayat denen bir şeyin olduğunu fark etti insanlar. Bireysel özgürlükleri kazanmış olarak yeniden kolektife dahil olabileceğimizi de Gezi’yle birlikte gördük.”

“Evet evet, yeni bilgilerle yeni bir kolektif kurmak… Zaten bütün dünyada muhalefetin çözmeye çalıştığı şey bu. Sonu Stalinizm olan o kolektif anlayışı nasıl geri çekip, bu bilgiyle harmanlayıp yeni bir direniş kültürü yaratabiliriz?”

“Bir röportajınızda o dönemle ilgili ‘orada anlam var’ diyorsunuz. Anlamı da yok ettiğini düşününce, 12 Eylül 1980 sadece bir askeri darbe olarak değerlendirilebilir mi?”

“12 Eylül’ün başlangıcı 12 Mart. Sanki 12 Mart hiç yokmuş gibi davranıyoruz. 12 Mart esas masumiyeti yok etti. Deniz’lerin öldürülmesiyle… O güne kadar tahsilli çocukların öldürülmesi düşünülemezdi. Güzel, akıllı, ülkelerini düşünen çocuklar küt diye insanların gözünün önünde öldürüldü. İlk kırılma orası bence. Dolayısıyla 12 Mart’tan sonrası giderek şiddet ve çıldırma hali. 12 Eylül’de ‘bir daha geri dönüş yok’ denildi. Hakikaten çok başarılı bir darbe…”

“Sadece siyasette mi yok oldu anlam?”

“Sinan Cemgil’in babası diyor ya, bu çocuk sizin için öldü, diye; galiba anlam o öldüren askerler yüzünden değil de durup bakan köylüler yüzünden yok oldu. Birçok kesim, ‘biz bunu niye yaptık ki o zaman, boşuna mıydı?’ dedi kendi kendine. O şüphe geldiği zaman zaten her şey darmadağın olabilir. Kitapta da anlatmaya çalıştım, örgütlü sol, aydınlar böyle bir küskünlük yaşarken bir yandan da varını yoğunu bu mücadeleye vermiş bir alt sınıf var. Onlar da ‘bizi niye bıraktınız, biz ha deseydiniz çıkacaktık’ diyor. Orda bir kopukluk var.”

“O yüzden mi bir gecekondu mahallesinde yaşayan aile ile orta sınıftan bir aileyi aldınız romana?” “Evet, çünkü zaten bir şey olacaksa orta sınıf ile yoksul sınıfın bir tür mutabakatıyla olacak. Bir orta sınıf çocuğu olarak şunu anlatmayı çok istedim; orta sınıftan birinin bir seçim şansının olması… Gecekondu mahallesindekinin ise seçim şansı çok az. Ya mücadele edecek ya da her şeyini kaybedecek. Kaybedecek çok az şeyi var. Öbür taraftaki ise kaybedecek çok şeyi varmış gibi yaşıyor ve o güvenlik duygusuna sürekli geri dönüyor…”

“Çocuklarda bile bu var…”

“Evet, Ayşe bu yüzden zaten çok utanıyor. Sürekli olarak Ali’den daha fazla bir şey yapmaya çalışıyor.”

“‘Durup dururken geçmişi deşmenin bir anlamı yok, eğer bir hedef yoksa’ demişsiniz. Neydi bu kitapla geçmişi deşmekteki hedef?”

“Gezi’de o kadar çok bilmeyen vardı ki geçmişi. Üzüldüm. Çocuklar kendilerini tarihte yalnız hissediyorlardı. İkincisi hem acıklı hem sevinçli bir durumdur, eski abilerin o çocuklardan çok daha heyecanlı olması… Bu iki kuşağın birbirinden haberdar olmaları gerektiğini düşündüm. Reel olarak deneyim aktarımı… Bu kadar gündelik politik bir şey de yüklemek istemem öte yandan. Zaten bu bugün böyle. 10-15 yıl sonra okunduğunda başka bir şey olacak. Ayrıca bu romanı sadece bu ülke için de yazmadım. İran’ın, Afganistan’ın, Sovyetler’in hikâyesini dünyaya anlatan eserler var. Bizim de hikâyemizi başkalarına tercüme edebiliyor olmamız lazım. Tercümede güzel bir yan vardır, o köpüklü duygulardan arındırır her şeyi. Gerçek olan kalır geriye. Çok da anlamı olmayan şatafatlı lafları elemek zorunda kalırsın. Bütün dünyaya anlatılabilir mi acaba bu hikâye diye düşündüm ve hakikaten bunu yapmak istedim.”

“Siyasi bir roman olarak adlandırmak istemiyorsunuz ‘Devir’i. Onu siyasi romandan ayıran nedir?”

“Ben hakikaten insanın özüyle, sınıfsal çatışmaların arasında kalmış insanın özüyle ilişkili bir şey yazmaya çalıştım.”

“Daha da politik bir şeyden söz ediyorsunuz…”

“Evet tabii… Hiçbir şeyi zaten siyasetten ayrı düşünemeyiz. Ama işte siyasi roman deyince devrimci bir genç var, düskurlar çekiyor gibi bir algı var ya… O sınıfa sokulacak diye korktuğum için aslında biraz da öyle şeyler söylüyorum. 12 Eylül bile bu romanda bir ayrıntı aslında. Anlatmaya çalıştığım şey bu ülkedeki insanların terkibi.”

“Belki de siyasi roman adı altında yayınlanmış romanların bugüne dek insanı, bireyi, onun özündeki duyguları, düşünceleri görmezden gelmesinden kaynaklanıyor öyleyse bu vurgu…”

“Evet o kategoriye girecek diye korkuyorum. Yoksa siyasetten korkumuz yok. 70’lerdeki kolektif ve siyasi olan ile bugün bireysel olan ve insanın derinliklerine

indikten sonra bulduklarımızla bir şeyleri beraber harmanlayıp yeni bir edebiyat, yeni bir siyaset kurmamız gerekiyor. Böyle de olacak, çünkü bütün dünya buraya gidiyor.”

“‘Bir çocuğun diline varmak, zamanı geri döndürmek kadar hemen hemen imkânsız. Ama edebiyat ikna etmek üzerine kurulu,’ diyorsunuz. Sekiz yaşındaki iki çocuk var, Ayşe ile Ali. Romanın anlatıcıları. Anlatıcı sesi oluştururken sekiz yaşındaki çocuğun dilini kuruyorsunuz. Cümle bozukluklarıyla birlikte. Bir yandan da yetişkinlerin tanık oldukları diyaloglarını eksiksiz aktarabilen bir ses bu. İnandırıcılıkla ilgili kaygılandığınız oldu mu?” “Burada bir karar vermem gerekiyordu. Bunu yapmazsam dönemi anlayamayacaktık. Bu riski aldım. Film olsaydı çok kolaydı. Çünkü siz o eksiksiz diyalogları kendi kulaklarınızla duyacaktınız. Ama roman olunca bu riski almak zorunda kaldım. O yüzden mesela diyalogları kısa tuttum. Bir yandan da aslında bu derece hatırlamanın da mümkün olduğunu düşünüyorum. Ben dönüp baktığımda bazı diyalogları gerçekten hatırladım. Annem kitabı okuduğunda çok şaşırdı. Bazı göndermeler var, onların ne olduğunu bir tek o biliyor, bunları nasıl hatırlıyorsun, dedi. Retinanın bir kaydı var belki de.”

“Çok sildim dediniz konuşmamızda. Yazdığına hayran olmamak ve vazgeçebilmek… Zor mu?”

“Bu kitapta çok zor oldu. Belgesel bilgiyi öğreniyorsun ya, bilgi seni şaşırtıyor, o şaşırma haliyle içine daha çok bilgi koymaya çalışıyorsun. Edebi kısmı hariç içine koyduğum çok fazla bilgi vardı, onları da çıkarttım. Yazarın kendini o konuda eğitmesi zaman alıyor. Bu cümleyi buraya ‘ben bunu yapabilirim’ diye mi koydun, yoksa gerçekten gerekiyor muydu? Her cümle için bunu sormak gerekiyor. Bu kitapta kendime çok acımasız davrandım.”

“Büyükler ile çocuklar arasındaki ilişkide büyüklerin hoyratlığı dikkatimi çekti. Aliye’nin devrim şehidi olan dayısının parkasını oğlu Ali’ye giydirmesi ve orada yaptığı konuşma da bana hoyratça geldi. Katılıyor musunuz?”

“Tabii… Anneler devrediyor. İnsanlar çocuklarını kendi hikâyelerine dahil etmek için kollarını kanatlarını kırıyorlar aslında. Bu bir seçim. Ermeni bir kadına sormuştum, ‘niye anlatıyorsunuz bunları çocuklara? Katliamlar çocuğa uygun bir hikâye değil’. ‘Ama o zaman bizden olmaz ki’ dedi. Tuhaf bir şekilde bu ‘devir’i kadınlar yapıyor. İnsanın özü dediğim şeyler bunlar aslında. Neden oluyor bu? Bunu merak ediyorum. Hikâyeye dahil olmak için kolunun kanadının kırılma bedelini ödemek… Bu kitap siyasi bir roman değil derken işte kaygım böyle şeylerin atlanması.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2015

Prensesin Sevilmediği Masal Deniz otuzlu yaşlarının başında, muhafazakâr bir ailenin tek çocuğu. Aynı zamanda kariyerinde emin adımlarla ilerleyen başarılı bir mimar. Doktor Ömer’e ilk görüşte âşık oluyor. Orta-üst sınıf bir ailenin, seçkin okullarda okumuş oğlu Ömer. İş hayatında oldukça hırslı biri, kişisel yaşamında bağımsızlığına düşkün. Hayatına koyduğu duvarları var. Sıkça o duvarlara çarpacak Deniz. Halbuki Ömer’den tek beklediği tutunacak bir el: Babasının bakışlarını, cinsel deneyimsizliğini, kendine olan güvensizliğini unutturacak. Aslen bir kokusu, cismi olmayan bekâret kavramını kendine dert edinerek otuzlu yaşlarına ulaşmış Deniz. Süregelmiş aile baskısının içerisinde var olmaya, bedenini – kendini bulmaya çalışan bir kadın. Ömer’le olan cinsel hayatının olağan çıplaklığıyla gözler önüne serilmesinde Deniz’in travmalarını ve iç hesaplaşmalarını vurguluyor yazar. Kökeni çocukluğa dayanmış bir baba sorunu çıkıyor karşımıza. İstemediği ilişkiyle, gelgitleriyle ve Deniz’e olan tavrıyla temeli geçmişe dayanan bir kaos zincirinin son eklemi Ömer. Ataerkil düzenin bir parçası aynı zamanda. Deniz’in uzun bir süre zarfında aşk olarak nitelendirdiği bağımlılığın yanında Ömer’in üzerinde kurduğu tahakkümü de usta bir incelikle hissettiriyor yazar. Ömer’den vazgeçememenin ve bir arada olamamanın hayatına getirdiği mutsuzluk Deniz’e psikiyatrist Mine Hanım’ın kapısını çaldırıyor. Ve bu, “bağımlı bir aşk!” Hepimizin hikâyesi anlayacağınız... “Prens Prensesi Sevmedi”, Filiz Aygündüz, 292 s., Doğan Kitap, 2015

“Puslu Kıtalar” Çizgi Roman Oldu Türkçe edebiyatseverlerin kitaplıklarından eksik etmedikleri, en ünlü “ilk roman”lardan biri olan “Puslu Kıtalar Atlası”, yazarı İhsan Oktay Anar’ın sıradışı anlatımıyla bizi büyülemeye başlayalı tam 20 sene olmuş. İlk kez 1995 yılında basılan ve o günden beri okuyanların okumayanlara tavsiye etmesiyle ünü yayılan bu roman, şimdi de çizgi roman olarak elimizde. Romanın müptelaları için bunun nasıl büyük bir heyecan sebebi olduğunu anlamak hiç de zor değil! Usta çizer İlban Ertem, beş yıllık bir çalışmanın sonucunda çizgi romanı İletişim Yayınları’na teslim etmiş, yayınevinde de aylarca süren hummalı bir çalışmadan sonra kitap elimizde tuttuğumuz halini almış. İlban Ertem gerçekten Anar’ın romanının ruhuna vakıf olmuş, çizgilerine yansıtmış, romanın karanlığını da aydınlığı kadar başarılı resmetmiş. Bu kadar sevilen bir romanı çizmek asında tam bir kumar ve ciddi cesaret gerektiriyor, çünkü romanı önceden okumuş olanlar kendi zihinlerinde oluşturdukları görselleri çizgi romandakilerle karşılaştırma yoluna gidecek ve benzeştiremezlerse kıyasıya eleştirecekler. Uzun İhsan Efendi’nin düşlerini yeniden görüp, Puslu Kıtalar Atlası’nda bu kez İlban Ertem’in bıraktığı ayak izlerinden gezmek isteyenler, başarılı bir çizgi roman okumanın tadının başka olduğunu bilenler, bu magnus opum’u kaçırmasın. “Puslu Kıtalar Atlası”, İlban Ertem, İletişim Yayınları, 2015

Freud Yine Haklı Çıktı! ŞAKİR ALTINTAŞ

B

ir psikiyatrist olan Gülseren Budayıcıoğlu, Ankara’da uzun süre serbest hekimlik yaptıktan sonra farklı tanı gruplarından hastalarıyla görüşmelerini birebir kaleme alıp kitaplaştırmıştı. Bu kitap, 2004’te “Madalyon’un İçi” adıyla yayınlandı. Budayıcıoğlu, kitabın ardından Ankara’nın Sağlık Bakanlığı’ndan ruhsatlı ilk özel psikiyatri merkezi olan Özel Madalyon Psikiyatri Merkezi’ni kurdu. Daha önce yayımlanmış olan “Hayata Dön” isimli kitabı da ağırlıklı olarak burada geçiyordu. Romanın tüm kahramanları oranın çalışanları ve hastalarıydı. Yazarın kendisi de romanın ana karakterlerinden biriydi. Bu nedenle roman, okurun zihninde gerçek ile kurgunun karışımı bir tat bırakıyordu. Budayıcıoğlu bu kez yeni romanı “Kral Kaybederse” ile çıkıyor okurun karşısına. Bu kitabını da yine gerçek bir kişiden yola çıkarak yazıyor. Yakışıklı ve gösterişli bir erkektir Kenan. Orta yaşın bütün cazibesini üzerinde taşıyan bu adamın yazarla karşılaşması şöyle anlatılıyor kitapta: “Eski, çok eski yıllarıma gideceğim şimdi. Gençlik yıllarıma, çünkü bu hikâye bundan yıllarca önce başladı. Yakışıklı, havalı, çekici biriydi Kenan Bey! Sevgili sekreterim Tuna bile bakmalara doyamamıştı ona. İtiraf etmeliyim ki, ben de öyle. Ancak onu dinledikçe, yaşadıklarına tanık oldukça kader ile bilinçdışının nasıl el ele verdiğini gördükçe, geleceğimizi, kaderimizi nasıl kendimizin yazdığını görmek içimi ürpertti.” Okur ilk olarak kalburüstü bir kulübün, özel bir bölümündeki bir iskambil masasında tanışır Kenan’la. Grubun en dikkat çeken adamıdır. Telefonu çalar, konuşur, kapatıp yüzünü buruşturarak kalkar masadan. Sonra okuru, Fadi’nin evine götürür, onunla tanıştırır. Fadi, ona evinde krallar gibi bakan, bir dediğini iki etmeyen, tam bir geyşa gibi her türlü hizmetini yapan sevgilisidir. 30’lu yaşlarında bir kadındır. Yaklaşık on yıldır Kenan’ın, karısından boşanmasını beklemekte ve onunla evlilik hayalleri kurmaktadır. Fadi onunla evlilik hayalleri kuradursun, Kenan’ın hiç de öyle bir niyeti yoktur aslında. Hayatında pek çok kadın vardır ve Kenan tüm kadınlara da mavi boncuk dağıtmayı bilir. Bu konuda eline su dökebilecek erkek yoktur. Ama Fadi’ye olan bağlılığı zamanla bağımlılığa dönüşür. Yalanlarla dolanlarla da olsa Fadi’yle olan ilişkisi daha yıllarca devam etsin ister. Alışmıştır ona; çünkü aradığı her şey vardır bu kadında. Olaylar öyle gelişir ki sonunda kendini yazarın da kahramanı olduğu psikiyatri kliniğinde bulur. Fadi’ninse yolu ondan çok daha önce düşmüştür aynı kliniğe. Fadi’nin kliniğe ilk gelişindeki halini şöyle anlatır yazar: “Ne kadar masum bir yüzü var. Ona güvenmek için yüzüne bakmak yeterli. Hani, ‘Bu kızdan kimseye kötülük gelmez,’ dediğimiz tipler vardır ya, işte onlardan biri. Sanki doğduğu gün yüzüne yerleşen masumiyet hiç bozulmadan, olduğu gibi duruyor.” Psikiyatrist, Fadi’nin hayatını eşeledikçe görürüz ki trajedik bir geçmişle yüklüdür genç kadın. Etrafından hep saklamıştır bunu. Romanda üç ana karakter var, kurgu onla-

sakiraltintas@gmail.com rın yaşamları üzerinde şekilleniyor. Kenan, karısı Handan ve sevgilisi Fadi. Eminim ki okur bazen kendini bulacak bu karakterlerde, bazen bir arkadaşını, bazen bir komşusunu. Roman okura pek çok soru sorduruyor. Bu sorular yalnızca kendi hayatımızla ilgili değil. Psikoloğa, psikiyatriste gitmeyi çoğunlukla kendine yediremeyen ve “deli” diye yaftalanacağım korkusu yaşayan bir toplumun fertleri olarak bize masanın öteki tarafında oturan kişinin neler yaşadığını da gösteriyor. Bir psikiyatristin görüştüğü her hastasından hem profesyonel, hem de insani yönden etkilenebileceğini, onun da ruhunda bazı çalkantılar olabileceğini hatırlatıyor. Böylece aslında danıştığımız o kişinin de mesleğinin yanında bir insan olduğunu fark ettiriyor. Daha önce hakkında yazı yazdığım “Hayata Dön” isimli kitabını okurken, Budayıcıoğlu’na haksızlık ettiğimi düşünüyorum şimdi. İtiraf etmeliyim ki o kitabı okurken yer yer soru işaretleri belirmişti zihnimde. Bir hekim olarak hastalarının hayatını bir kitaba konu ederek onların mahreminden yararlanıyor olabilir mi, diye sorduğumu hatırlıyorum. “Kral Kaybederse” bu konudaki soru işaretlerimi ortadan kaldırdı. Elimde olmadan hayranlık duydum, adeta kıskandım kendisini. Kitapların bize hayatı ve insanları anlatmasının ve bunu yaparken de yazarın tanıdığı insanların hayatlarını gözlemlemesinin, irdelemesinin ve esere yansıtmasının ne kadar doğal olduğunu fark ettim. Budayıcıoğlu okura gerçek-kurgu yaşamlar sunarken bir yandan da kendimizi, çevremizi algılamamıza yeni kapılar açıyor ve dünyaya dair algımızı derinleştiriyor. İyi romanlar da zaten bunu yapmalıdır. Kitabın ana temasını, “bilinçdışı”nın insan yaşamındaki rolü ve etkisi oluşturuyor. Roman, karakterlerinin geçmiş hayatlarına dalarak, onları kazıyarak insanın kendi kaderini kendisinin yazdığını gösteriyor. Bebeklikten başlayarak, her gün anılardan oluşan bir hazine biriktirdiğimizi, hatırlamasak bile bilinçdışımızın bunları kaydettiğini gösteriyor. Ve yine şunu görüyoruz; insanın tüm duyularıyla temas ettiği her şey belli bir düzen içinde harmanlanıp insanın kendisi oluyor. İnsan gerçeğinin ne olduğunu çok daha iyi kavrıyoruz böylece. Budayıcıoğlu’nun insanda her an sahicilik hissi uyandıran bir anlatımı var. Sormasına meydan vermeden insana ilişkin yanıtlara ulaştırıyor okurunu. Satırlar arasında kahramanların kendine dönüşüyorsunuz; Kenan’la birlikte kadınlara kur yapıyor, Fadi’yle birlikte Kenan’a kızıyor, Handan’la birlikte Kenan’ın eve dönüşünü bekliyorsunuz. “Kral Kaybederse”yi okuduğunuzda, kitabın tüm hüznüne rağmen, insanı ve kendinizi anlama yolunda bir adım daha atmış olmanın ferahlığı kalıyor geriye. “Kral Kaybederse”, Gülseren Budayıcıoğlu, 384 s., Remzi Kitabevi, 2015


Mart 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Hikâyeler Özgürleştirir mi? OZAN EZGİ BERBEROĞLU

“B

uradaki acının hem kente hem zamana ait olduğunu biliyordum. Kent ve zaman birdi, Tanrı bu yüzden burada hükmünü yitirmişti. Bizi gözeten yoktu. Tanrı iyiliği yaratmış, kötülük ise insandan gelmiş, diyenler yanılıyordu. Tanrı isteseydi iyiliği sınırsız yapardı. Buna engel mi vardı? Bence o kötülüğü yaratmış, iyiliği yaratmaksa insanlara kalmıştı. Yukarıdakiler bunun farkında mıydı? Bizi düşünen, neler çektiğimizi umursayan var mıydı?” Sokaklarında umudun ve acının el ele dolaştığı kent İstanbul. Milyonlarca farklı hayali aynı anda izliyor. Burhan Sönmez, bir tutsaklık öyküsü olan “İstanbul İstanbul”la, kentin üzerindeki hikâyelere alışan bizleri yerin altına, acının yoğunlaştığı koridorlara çağırıyor. Öğrenci Demirtay, Doktor, Berber Kamo ve Küheylan Dayı hapsedildikleri karanlıkta umutlardan ördükleri çatının altına sığınıyor ve kentin gizli hikâyelerini yazıyorlar. Koparıldıkları hayatlarından ellerinde kalanları birbirlerine sunarak, acıya direniyor ve İstanbul’u hayallerinde yaşatmaya devam ediyorlar. İktidar sahiplerinin keyfi kararlarıyla özgürlüklerin kolayca görmezden gelinebildiği zamanlardayız. İnsan bir kıyı kasabasında, yeşil bir tepenin yamacında ya da örneğin bir kent kütüphanesinde bile özgürlüğünü tehdit altında hissedebiliyorsa, orada zorba bir babanın bakışları altında geçen bir hayat var demektir. Özgürlüğü elinden alınan insan neleri özler? Lodosta kabaran dalgalar, martılar, rüzgârda sallanan sandallar, portakal kokusu, bir çocuğun sesi, gülümsemesi… Dünyanın bize sunduğu her şeyi kapsıyor özgürlük. Tutsak biri için ise hepsi birer özlem. Öğrenci Demirtay ve diğerleri mazgallarla çerçevelenmiş ışıkların ardında, bilinçlerini yaşama bağlamak ve özgürlüğü hissetmek için hayallere ve öykülere sığınıyorlar. Bazen hücrelerini dolduran deniz, bazen çam, bazen de soyulmuş portakal kabuğu kokusu, onlara özgürlüğü hatırlatıyor ve hızla geçip giden bu duyguya tutunmaya çalışıyorlar. Soğuk hücrede kurulan ortak hayatın kahramanları anlattıkları hikâyelerle, içinde olmadıkları, seslerinden, renklerinden, kokularından yalıtıldıkları kentin imgesini sürekli canlı tutmak için çabalıyorlar. Bir anda kendilerini sımsıcak bir masa başı sohbetinde buluyor, birbirlerine hayali içkiler ikram ediyor ve anılarından konuşuyorlar. Böylece hapsoldukları karanlığa ve zamansızlığa anlamlar yüklüyorlar. Onların anlattıklarında insan olmanın en ayırt edici yanını fark ediyoruz. Hayatın insanı kendine bağlamak için tüm cazibesiyle elinde tuttuğu umut. Umudu yaşatmanın en az nefes almak kadar hayati olduğunu biliyoruz. O yüzden en karanlık anımızda bile uçurabileceğimiz bir umut saklıyoruz avuçlarımızın arasında. “Doğumevlerinde, sokak aralarında ve gece eğlencelerinde tıkır tıkır işleyen zaman, kentin hızıyla oynardı. İnsan güneşi, ayı, yıldızları unutur, yalnızca saatlerle yaşardı. İş saati, okul saati, randevu saati, yemek saati, dışarı çıkma saati. Sonunda uyku saati geldiğinde, dünyayı düşünecek dermanı ve isteği kalmazdı. Kendini ka-

ozan@ozanezgiberberoglu.com ranlığa bırakırdı. Tek bir anlamın, her nesnede gizli olan anlamın içinde sürüklenip giderdi. Neydi o anlam ve bizi nereye çekerdi? Aklı bu soruyla bulanmasın diye insan kendisine küçük hazlar yaratır, bunların peşine düşerdi. Yaşamın ağırlığından kaçar, rahat uyur, zihni böylece hafiflerdi. Kalbi de hafiflerdi. Buna inanırdı. Ta ki içindeki bir duvar yıkılıp kalbi ezilene kadar. O yıkıntının altındaki çarpıntının, kalbinin değil zamanın çarpıntısı olduğunu anlayınca korkardı. Çaresiz kalırdı. Kahpe zaman, inkâr edilse de edilmese de gelir, insanın tenine ve kentin damarlarına sızardı...” “Herkes İstanbul’un güzelliğini anlatıyor, kimse orada mutlu yaşamayı beceremiyordu. Belirsizlik, bencillik ve şiddet kentin güzelliğini örtüyordu,” diyor Küheylan Dayı. Yukarıda, kentin içindeyken onun güzelliklerinden zevk almayı unutanlar için aşağıdaki hayat bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Özgürlüğü elinden alınana kadar özgürlüğün nasıl da hayatın temeli olduğunu fark edemeyen insanların çaresizliği ve pişmanlığı… Kentin renklerini ancak ondan uzak kalınca görüyor olmak. Ancak kent herkesten bağımsız var olmaya ve yeni bir günün ışıklarını sokaklarına almaya devam ediyor. Karanlık koridorların üzerinde yükselen koca şehir, aşağıdakilerin çığlığını bin bir sesle örtüyor. Aşağıda, acının ve çaresiz bekleyişlerin hüküm sürdüğü bu tutsak hayatında, daha önce yaşanmış bir İstanbul gününün kalıntıları her seferinde yeniden canlanıyor ve yeni bir günün imgesi çiziliyor. Romanı okurken, yazarın hayal dünyasının sizi hipnotize ettiğini fark ediyorsunuz. Karakterlerin hikâyeleri, romanın mekânını sınırsız ölçüde büyütüyor ve okuru zaman içinde sürekli hareket halinde tutuyor. Sönmez’in kahramanlarına anlattırdığı öyküler bizi örgünün merkezine çekerken, kahramanın esaretinden bir süreliğine de olsa kurtulduğunu düşünüyor ve mutlu oluyoruz. Yine bu öykülerde karakterleri daha iyi tanıma, özlemlerini ve korkularını detaylıca öğrenme şansı buluyoruz. Burhan Sönmez “İstanbul İstanbul” isimli yeni romanında, acının ve çaresizliğin portresini çiziyor. Acının vücutta ve zihinde açtığı yaraları, tecridin ve işkencenin yarattığı travmayı karakterlerin her cümlesinde biraz daha anlıyoruz. Ağır işkencelere maruz kalan insanların hayata bağlanmak için hayallere ve umuda sarılmaktan başka şansı kalmıyor. Karanlığın içinde bilmedikleri bir sonu bekleyen mahkûmlar, birliktelik ve dayanışma ruhlarını kaybetmeksizin direniyorlar. Zulmün bedenlerine ve ruhlarına yönelmesi onları korkunun ve çaresizliğin kucağında başka bir dünya hayali kurmaya yönlendiriyor: “Korku daima göğüs kafesimizde dolanır, küçük fare dişleriyle kalbimizi kemirirdi. Kendimizden sık sık şüphe ederdik. Acının baş döndüren ateşine, delirmenin sınırındaki o dehşete dayanabilecek miydik? Etimizde elektrik şokları yayılırken düşünme yetimiz yiter, ama anlam veremediğimiz bir sezgi elimizden tutarak, yaşama bağlı kalmamızı sağlardı. Buranın dışında bir dünya var mıydı?” “İstanbul İstanbul”, Burhan Sönmez, İletişim Yayınları, 2015

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Resim Sergisine Şiirle Bakış Bir resim sergisini gezerken, bazen tablolarda edebiyatın izlerini aramaya koyulurum. Ressam arkadaşım Saldıran Özmen’in sergisinde de böyle oldu. Özmen neredeyse elli yıldır sürdürdüğü çalışmalarında hayalindeki büyük tabloyu yapıyor. Tek tek özgün çalışmaların yan yana gelmesiyle bir büyük destanın oluştuğunu görüyorsunuz. Yapayalnız kadın figürlerinin devinimleri, morun ve sarının tonlarıyla iç dünyalardaki fırtınaların betimlenmesi heyecanlandırıyor izleyeni. Ve bunların bir arada algılanması bir yandan da kanayan toplumsal bir yarayı işaret ediyor kanımca. Resim sanatı açısından bir çıkış noktası olarak belirse de tablolarda tek tek bir yörenin, özellikle yöre kadınlarının acılarına, kederlerine dair yoruma yöneliyorsunuz. Karadeniz insanıdır söz konusu olan. Öyleyse romana özellikle de şiire yansıyan hangi izleklerin ardındayız? Kayalarla bayırlarla dolu kırsal yörenin çilekeş kadınları hep yalnızdır. Derdini kimseyle paylaşamaz. Yöresel giysileri içinde kendi içine kapanıp düş kurar. Başörtüsünün gizlediği saçları, fındık bahçelerinin serinliğine açılır, peştamalının örttüğü kucağı içinde bir çocuk büyür. Bazen aynaya bakar, kaderinin çizgilerini arar dudaklarının kıyısında ya da gamzelerinde. Bu tablolar birer şiir çalışmasının ilhamıyla boyanmıştır sanki. İlhan Demiraslan’ın “bu yıl da fındık olmadı” (“Acının Uçları”) dizelerini anımsatır. Rıfat Ilgaz’ın “Karadeniz’in Kıyıcığında” adlı romanından çıkıp gelmiştir belki… Bir bakarsınız Hasan İzzettin Dina­ mo’nun yapıtlarında küllenen acılarını yansıtır ya da Mustafa Suphi’nin anısına “bir gelin döküyor kanlı yaşları”dır ressamın tablolarına yansıyan. Beni en çok etkileyen ise, bu sergi ile Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı uzun soluklu destanı arasındaki bulduğum tuhaf koşutluk… Bu görsellik duygusunu kitabı çocuk imgesi açısından incelerken de duyumsamıştım. Sekiz yaşında yetim kaldı Emine/Şimdi otuz yaşındadır/ Kalın bacaklı, kocaman sarkık memeli, göbekli bir kadın./Fakat bu hantal, harap gövdenin üzerinde /İpek gibi ince bir yüzü vardı:/Onuncu asır Acem nakışlarında gördüğümüz,/Dede’nin nısfiyesinde nağmeleşen,/Bize divan şiirinin anlattığı bir yüz… Bir an başka bir tablonun önündeyim ve Raif Özben’den (“Asyalı Ayyaş”, Can, s. 49) birkaç dize akıyor resme: Ve nemlenen gözlerinde ağır ağır/Şarap pembeliğinde gülen uzak sevgili/Bu kaçıncı kadehin ucu böyle/Ve dağılan kaçıncı şölen bu eskilerden/Ve bahçeler ve bahçeler ve bahçeler içinden/Bütün renkleri çekip kanatlarına/Yine mi Kafdağlarına uçuyor anka. Yaşar Miraç’tan (“1001 Şiir”, Bilim Sanat, s. 541) sergiye selam çakan dizeler ise şöyle: Seni bana çelik verir taş verir/ Seni bana gözümdeki yaş verir/Bana seni düzgün verir süs verir/Bana senin yüzündeki küs verir/Saçlarını örtüveren tül verir/Bana seni bir solumsuz gül verir. Bu anımsamaları çoğaltmak mümkün. Ancak yine de söylemeliyim ki, Karadeniz kültür etkinlikleri açısından edebiyatımız resim sanatı kadar, müzik kadar güçlü değil nedense. Gönül ister ki yöre edebiyatçıları da Karadeniz ressamları gibi daha da yüz ağartıcı verimlere imza atsınlar… Öneriler:

“Sen Bir Başka Gittin”, Liz Behmoaras, roman, 392 s., Doğan Kitap, 2015 “Güneş Çoktan Doğdu”, Hikmet Altınkaynak, resimleyen: Nazan Erkmen, çocuk-öykü, 108 s., FOM Kitap, 2014 “Yalnızlık ve Sen”, Orhan Özben, şiir, 94 s., Delisarmaşık, 2015


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2015

Kadının Mücadele Tarihi ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com

K

adının hep ikincil konumda oluşunun tarihi Adem ve Havva’ya kadar uzanıyor. Bu ikincil konuma, dahası eşitsizliğe başkaldırısı ise çok yakın bir geçmişe tarihleniyor. 150 yıl önce başlayan bu mücadelenin detaylarına vakıf olmak adına “Eşitsiz Kız Kardeşlik”, “Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm

Kadının varolma savaşının tarihine tanık olmak, dünyadaki ve Türkiye’deki kadın hareketinin ayrıntılarını öğrenmek adına Aslı Davaz’ın “Eşitsiz Kış Kardeşlik” isimli kitabı önemli bir kaynak görevi görüyor. “Uluslararası ve Ortadoğu Kadın Hareketleri, 1935 Kongresi ve Türk Kadın Birliği” alt başlığını taşıyan kitap, hem Türkiye hem dünya ölçeğinde geçmişteki kadın mücadelelerini ayrıntılarıyla öğrenmemize olanak sağlıyor. Türkiye’de kadın konulu arşivcilik alanında uzmanlaşmış sayılı kadınlardan biri olan Aslı Davaz, Türkiyeli okurlara özel bir kaynak sunuyor. Kitabın sunuş yazısında Yıldız Ecevit, bu kitabın neden özel bir kaynak olduğunu şu şekilde açıklıyor: “Davaz’ın kitabına kadar, yayınlanmış Türkçe kaynaklar arasında, uluslararası kadın hareketini bu kadar geniş kapsamlı anlatan başka bir kaynak bulmak çok zordu. “Bu kitapla, Türkiyeli okurlar uluslararası kadın hareketinin geçmişiyle buluşuyor ve bu yılları çok ayrıntılı olarak inceleme fırsatı buluyor. Kitabın ayrıntılara yaptığı vurgunun ötesinde başka bir özelliği, kadın hareketinin yaklaşık 150 senelik mücadelesini anlatırken özellikle uluslararası bağlama verdiği önem. Davaz, kadın hakları mücadelesini dünyadaki ekonomik ve siyasal değişimlerle ilişkilendirerek anlatıyor. Düzenlenen kongre ve konferansları, yapılan eylemleri, kurulan örgütleri, bunları kuran ve yaşatan öncü kadınları

(1908-1935)”, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Kadınının Kısa Tarihi” isimli kitaplar önemli birer kaynak olarak karşımıza çıkıyor. “Eşitsiz Kız Kardeşlik”, uluslararası kadın hareketini en ince ayrıntılarıyla aktarırken, diğer iki kitap Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreç içerisinde Türkiyeli kadının mücadelesini ele alıyor.

okurken dönüşen kapitalizmin, sönümlenen sömürgeciliğin, uyanan ırkçılığın, yaratılan savaşların, kabaran toplumsal hareketlerin ve devrimlerin içinden geçiyoruz.” Davaz, Türkiye’deki birinci dalga kadın hareketine; bu hareketin temsilcisi Türk Kadın Birliği’nin (TKB) Uluslararası Birlik ile ilişkilerine; Uluslararası Birlik’in 18-24 Nisan 1935 tarihleri arasında İstanbul’da toplanan 12. Kongre’sine; TKB’nin feshine giden sürece ve ayrıca hareketin içinde yer alan öncü kadınlara da değindiği bu kitapta, Türkiye’nin Balkanlar’daki ve Ortadoğu’daki kadın hareketlerine yakınlığını/uzaklığını da irdeliyor. Doğulu ve Batılı kadınlar arasındaki “eşitsiz” kız kardeşliği apaçık görmemizi sağlıyor. Ortadoğu’da kadınların erken dönem hak arama mücadelelerinin Osmanlı kadınlarının mücadeleleriyle benzeştiğine tanık oluyoruz. Ortadoğu’da da toplumsal baskılar ve ağır gelenekler hüküm sürüyor ve kadınlar bunlara başkaldırıyor; ataerkil düzene isyan ediyor, eğitim hakkı için mücadele veriyor, peçeyi atmak için didiniyor… Ancak pek çok benzerliğe rağmen Osmanlı kadın hareketinin ve Cumhuriyet’in ilk dönem feministlerinin Ortadoğulu kız kardeşleriyle mesafeli olduklarını, onlarla pek de iletişime geçmediklerini, Ortadoğu’da gelişmekte olan kadın hareketlerine çok uzak kaldıklarını görüyoruz.

Ölümü Göze Alıyorlar… Kadınlar, eşitlik ve özgürlük mücadelesi uğrunda binlerce teşkilat kurdu, pek çok gazete ve dergi çıkardı, kitap yazdı, sayısız kongre ve konferans düzenledi, yığınların katıldığı mitingler ve kitlesel eylemler gerçekleştirdi. Seçme ve seçilme hakkını elde etmek için amansız bir mücadele verdi. Tüm bu süreçlerde eylemleriyle dikkat çeken, hapis yatmaya gönüllü ve hatta ölümü göze almış kadınlar vardı elbette. Bu kadınlar arasında ilgimi en çok çeken ve beni en çok şaşırtan, radikal İngiliz süfrajet Emily Wilding Davison oldu. Davaz, kitapta Davison’la ilgili şunları aktarıyor: “Kasım 1909’da Emily Wilding Davison, hapiste açlık grevine başladı ancak zor kullanılarak beslenince kendisini hücresine kilitledi. Hapishane yöneticileri, mazgaldan su sıkarak onu dışarı çıkarmaya çalıştılar, başaramayınca zorla içeri aldılar. (…) Hapse düştüğü bir başka dönemde, Birlik’e kahraman gerekli olduğunu düşünerek kendini balkondan aşağı atmaya çalıştı. 15 Aralık 1911’de posta kutularına attığı parafini ateşleyerek kutuları tahrip etti ve altı ay hapse mahkûm oldu. 18 Şubat 1913’te David Lloyd George’un özene bezene inşa ettirdiği villasına bomba atarak evin yıkılmasına yol açtı. 4 Haziran 1913 tarihinde bir başka kadınla birlikte, Derby sırasında Birlik’in renkli flamalarını atların önüne atarak yarışı sabote etmek istedi. Planlanan eylemi gerçekleştiremeyen Davison, kendini Kral V. George’un atının önüne attı; kafatası kırıldı ve beş gün komada kaldıktan sonra vefat etti.” Davaz kitabında, daha pek çok unutulmuş kadını gün yüzüne çıkarıyor; hayli zahmetli arşiv taramaları sonucunda her birinin biyografilerini, kim olduk-


Mart 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

larını, hangi amaçlar uğruna mücadele ettiklerini ortaya koymayı başarıyor. Davaz, biyografileri araştırırken Batı’da, kurumsal ve özel arşivlerin çok daha iyi muhafaza edilerek günümüze kadar ulaştığına da tanık oluyor. Yazarın Türkiye’de yaşayan kadınların biyografilerine erişmesi pek de kolay olmamış. Bu konuda şöyle diyor Davaz: “En tanınmış isimlerin bile genellikle ailelerinin tarihi içerisinde adları ender olarak anılmaktadır. Bu durumda yüzlerce sayfalık metinlerde o kadınlara ait bilgiler özenle seçilip arka arkaya getirildiğinde bile bir biyografi değil, bir biyografi başlangıcı ancak meydana gelmektedir. Milletvekili kadınların biyografileri bile TBMM’nin albümlerinde birkaç satırdan ibarettir. Aktivist kadınlar hakkında doğru ve ayrıntılı biyografiler ortaya koymak bugün hâlâ kişisel bir çabanın ve o kadının hayatta kalan akrabalarının ortak emeğiyle ancak mümkün olmaktadır. (…) Türkiye’de istisna sayılabilecek birkaç kadın, özel hayatları ve çalışma hayatlarıyla ilgili bütün evraklarını saklamışlardır. Bu arşivlerin bazıları bir kadın tarihçinin hayal dahi edemeyeceği kadar zengin de olabilmektedir.” Beyaz Kadın Ticaretine Karşı… Uluslararası kadın hareketi tarihine bakıldığında en kitlesel mücadelenin seçme seçilme hakkı için verildiğini görüyoruz. Kadınların seçme seçilme hakkını elde etmesi, mücadele alanlarını ve gündem konularını genişletmelerine olanak sağlayan önemli bir gelişmeydi. Bu hakkın elde edilmesinin ardından kadınların gündemlerine siyasal haklar dışında çokça önem arz eden daha başka konular eklemlendi. Davaz, genişleyen yelpazede en önemli yeri tutan konuları şu şekilde sıralıyor: Fahişelik sorunları, beyaz kadın ticaretine karşı mücadele, kadınlara eşit çalışma koşullarının sağlanması, eşit işe eşit ücret ilkesinin yaygınlaştırılması, evli kadınların uyruğunu kaybetmemesi ve kalıcı barışın sağlanması. Birinci Dünya Savaşı öncesinde toplanan yedinci ve son kongre olan Budapeşte Kongresi’nde gündeme gelen önemli konulardan biri de beyaz kadın ticaretiydi. Birinci Dünya Savaşı, kadının toplumsallaşmasına büyük ölçüde katkı sağladı; savaşlarla birlikte kadınlar siyasete bulaştı, erkeklerin cepheye gitmesiyle birlikte boşalan iş sahaları kadınlara açıldı. Ama ne var ki savaşlar, yoksulluğu ve geçim derdini de beraberinde getirdi; bunun faturasını da ödeyen kadın oldu. Zira kadın, fuhuş denen olgunun bataklığına sürüklendi ve alınıp satılabilen bir mal gibi görülmeye başlandı. Kadınların ve kızların bedenlerinin seks ticaretine sunulması ilikleri donduran, tüyleri ürperSiyasette Kadın Genel olarak toplumsal hayatın tüm alanlarında erkek egemen bir yapılanmanın olduğu bir gerçek. Ve bu gerçek içinde bulunduğumuz yüzyıl için bile geçerli ne yazık ki. Erkek egemen yapılanmanın en belirgin olduğu alanlardan biri de siyaset. Kadınlar siyasal arenada da ikincil konumdalar. Dr. Zekiye Demir’in “Türkiye’de Kadın ve Siyaset” isimli kitabı, Türkiye’de kadının siyasetteki yeri ve konumuna, geçmişten bugüne kadının siyasal mücadelesine, 2000’li yılların başında siyasi partilerin kadın politikalarına açıklık getiren bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Demir, kitabında siyasal iktidarı kullanacak kadroların belirlenmesi sürecinde kadının yeri ve işlevi nedir; bir siyasal aktör veya siyasal aktörlere yön veren bir seçmen olarak kadının yeri ve konumu erkeğin konumuyla aynı mıdır; değilse farklılaşma nedenleri nelerdir; kadınlar bu duruma nasıl bakmaktadır gibi sorulara cevap arıyor.

ten, ayrıca ve önemle üzerinde durulması gereken bir konu. Ve bu konu bağlamında, 2004 yılında yayımlanmış olsa da kısaca değinmek istediğim bir kitap var. Çünkü bu kitap, konunun iç yüzünü net bir şekilde gösteren bir kaynak olması bakımından önemli… Victor Malarek’in “Nataşalar/Yeni Küresel Seks Ticaretinin İç Yüzü” isimli kitabı, ticaretin ayrıntılarını, kadınlara yapılan zulmü tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Malarek, politikacıların, polisin ve devlet görevlilerinin de bu işin içinde yer aldığı gerçeğini açıkça dile getiriyor. Türkiye’de Kadın Özgürlüğü Davaz’ın kitabının hemen ardından okunmalı diye düşündüğüm bir başka kitaba uzanalım şimdi… Türkiyeli kadınların özgürlük mücadelesine ve kazanımlarına daha yakından, daha detaylı bir şekilde bakmak adına tarih bilimci Prof. Dr. Zafer Toprak’ın kaleme aldığı “Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm (1908-1935)” isimli kitap da kayda değer bir çalışma olarak karşımıza çıkıyor. Toprak’ın kitabı, Türkiye’deki kadın hareketi bağlamında önemli bir dönüm noktası olan II. Meşrutiyet döneminin gündeme getirdiği yeni bir kadın ve aile anlayışıyla başlayıp ardından adım adım filizlenen feminist harekete odaklanıyor. Toprak’ın kitabı da Aslı Davaz’ın çalışması gibi 1935 yılında İstanbul’da toplanan 12. Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi ile sonlanıyor. Bu kongrenin ana teması kadın sorunlarıydı elbette. Ancak Batı’daki kadın hareketinin öncelikli gündemlerinden biri de dünya barışıydı. Ve bu konu Türk Kadın Birliği’nin(TKB) hiç beklemediği bir gündem maddesiydi. Kongre Başkanı Corbett Ashby, kongrenin “kadınlar için özgürlük ve insanlar için barış” amacıyla İstanbul’da toplandığının altını çiziyordu. Toprak, kitabında TKB’nin barış konusuna hazırlıksız oluşuyla ilgili şunları aktarıyor: “TKB, barış gibi hassas ve ‘politik’ bir konunun kongrede ön plana çıkacağını beklemiyordu. Bu tür bir konu, bütçesinin önemli bir kısmını savunma giderlerine ayıran Türkiye gibi otoriter bir rejimin hâkim olduğu bir ülkede iktidarın onayı olmaksızın uluslararası platformda barış propagandasına ortam hazırlamış oluyordu. O sırada Avrupa karanlık bir döneme giriyor, ülkeler silahlanıyordu. Kıta Avrupası’na karşın Anglosakson dünya, barışın savunmasını üstlenmişti ve bunu Uluslararası Kadınlar Dinde Kadın Kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin temelleri esasında ta “yaradılış”a kadar uzanıyor. Aslında en başından beri iki insan vardı; erkek ve kadın. Ve elbette eşit doğmuşlardı; herhangi bir üstünlük mücadelesi söz konusu değildi. Ama gel zaman git zaman ne olduysa oldu ve bir şeyler değişmeye başladı. Peki neydi değişen? Bu soruyla birlikte kadının neden yok sayıldığının cevabını Gülay Kılıç Özmen’in “Kadının Gölgelendirilmiş Tarihi” isimli kitabında buluyoruz. Özmen kitabında ilkel dinlerden başlayıp günümüz dinlerinin toplumsal cinsiyet kalıplarıyla, çarpıtılan dini kurallarla, erkekler tarafından ortaya konmuş yasalarla kadının nasıl ikinci plana itildiğini görünür kılıyor.

Birliği aracılığıyla İstanbul’a taşımıştı. (…) Barıştan ve silahsızlanmadan yana söylem Cumhuriyet kadınları için çok yeniydi. Türkiye’de kadın hareketi, olduğu kadarıyla, uluslararası siyasetin dışındaydı.” Kadınlara Açılan İstihdam Alanları Toprak, “Osmanlı’da alafranga evlenme ilanları”, “İstanbul’da fuhuş ve zührevi hastalıklar”, “Tesettürden telebbüse: Milli moda ve çarşaf”, “Cumhuriyet Türkiye’sinin damat adayları”, “Genç kız ve kadın cinayetleri” gibi başlıklar altında çok dikkat çekici konulara da yer veriyor kitabında. Seferberlik nedeniyle kadınlara açılan istihdam alanlarından da bahsedilen kitapta ticaretten fabrikalara, yol yapımından sokak temizliğine kadar kadınların pek çok farklı iş kolunda çalıştırıldığına tanık oluyoruz. Öyle ki erkekler, kadın berberlere tıraş olmaya başlıyor. Evet, toplumda kadın çalışan sayısı giderek artıyor. Ancak buna paralel olarak kadının çalışmasına, giyim kuşamına yönelik tartışmalar da daha ateşli bir hal almaya başlıyor. Güldal Okuducu’nun “Osman­lı’dan Cumhuri­ yet’e Türk Kadınının Kısa Tarihi” isimli kitabında, çalışan kadınları aşağılayan kampanyaların örneklerine şahit oluyoruz. Bunlardan biri M. Sırrı’nın 4 Mart 1918 tarihli Ati’deki satırları: “… Bizde kadınlık âlemi bugün mühim bir inkılâp geçirmektedir… Kadınlarımızda aile teşkili fikri fevkalade zayıflamıştır. Temasta bulunduğum birçok hanımda aileye karşı bir lakaydi elim müessif bir nefret görüyorum… Bugün bilhassa çalışma hayatına atılan kadınlarımız ekseriyetle kendini beğenmiş, aile düşmanı kadınlardır. Maişetlerini şöyle böyle temin eden kadınlar yalnızca nefislerini düşünüyorlar…” Okuducu, kitabında tutuculuğa ve toplum dışına itilmeye karşı sonuna kadar direnen kadınları resmediyor. Bu kadınların kimi elinde kalemiyle, kimiyse at üstünde silahıyla sonuna kadar savaşıyor; her türlü haksızlığa, eşitsizliğe var gücüyle isyan ediyor. Kadına yönelik şiddet ve cinayet haberleriyle sarsıldığımız bugünlerde kadın mücadelesinin tarihini anlatan kitaplara dört elle sarılmaya, sonuçlar çıkarmaya ve buna göre somut adımlar atmaya ihtiyaç var.

Eğitimde Kadın Toplumsal cinsiyet kalıpları, daha doğar doğmaz giysilerimizin renkleriyle hayatımıza dahil oluyor. Sonrasında anaokulundan itibaren ders kitaplarımızın satır aralarında zihinlerimize iyice kazınıyor. Kadın ve erkek olarak herkes rolünü iyice ezberliyor! Firdevs Gümüşoğlu’nun kaleme aldığı “Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet” başlıklı kitap, bugün neden bu hallerde olduğumuzun, kadının neden geri plana itildiğinin özeti. Eğer anneler, babalar, öğretmenler kız çocuğunu çok küçük yaşlardan itibaren erkek çocuğuyla aynı önem ve ciddilikte, aynı onurla, aynı sevgiyle, aynı hassasiyetle, aynı eğitim olanaklarıyla, hep eşit olarak yetiştirmeyi başarabilirse işte o zaman kadının kadim yazgısı değişmeye başlayacaktır belki de...


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2015

Britanya Askerleri Gözüyle Anafartalar 25 Nisan 1915’te Gelibolu Yarımadası’nın güney ve orta kısımlarına çıkan İtilaf Kuvvetleri, çetin bir direnişle karşılaşınca dar köprübaşlarında çakılıp kaldılar. Bütün gayretlerine rağmen direnişi kıramayınca, kaldıkları bu sıkışık durumu aşmak için bu kez yarımadanın kuzey kısmındaki Anafartalar Limanı’na çıkarma yapma fikrini geliştirdiler. 6/7 Ağustos gecesi başlayan çıkarmayla açılan Anafartalar Cephesi’ne, toplamda altı Britanya tümeni katıldı. Çanakkale Savaşı’nın son büyük çarpışmalarının yaşandığı bu cephe, Arıburnu’nda kendini kanıtlayan Mustafa Kemal’in, askerin ve halkın gözünde iyice yüceldiği bir savaş arenasıdır. Tarihçi ve savaş alanları rehberi Stephen Chambers, “Anafartalar – Ağustos Taarruzu” adlı kitabında Anafartalar Cephesi’ni Britanyalı askerlerin gözünden anlatıyor. Harita ve krokiler eşliğinde savaşın askeri anlatımına yer veren kitapta, günlükler ve anılar aracılığıyla o savaşta yer alan askerlerin kişisel öyküleri de aktarılıyor. İngiliz komuta kademesi içindeki sıkıntılar ve çekişmeler, ellerinde hatalı haritalarla hiç tanımadıkları topraklara ayak basan tecrübesiz erlerin yaşadıkları kitapta ayrıntısıyla anlatılıyor. Aynı zamanda bir muharebe alanı rehberi olan kitapta, çatışmaların geçtiği alanda görülecek yerler ve mezarlıklarla ilgili bilgilerle rotalar da bulunuyor. “Anafartalar – Ağustos Taarruzu”, Stephen Chambers, Çev: İsmail Hakkı Yılmaz, 380 s., İş Bankası Kültür Yayınları, 2015

Edebiyatta Adalet, Vicdan, Merhamet Karşılaştırmalı edebiyat alanında yapıtlarıyla, denemeleriyle ufuk açan, edebiyatın felsefesini, poetikasını eserler ve yazarlar üzerinden akademik düzlemde derinleştiren Nurdan Gürbilek, 2011 yılında yayınlanan “Benden Önce Bir Başkası” isimli kitabından sonra bize hayli uzun gelen sessizliğini bozdu. Kavramlara edebiyatın içinden bakan denemelerden oluşan “Sessizin Payı” Metis Yayınları’ndan çıktı. Kitaptaki denemeler “adalet”i Dostoyevski’nin, “vicdan”ı Tolstoy’un, “merhamet”i Orhan Kemal’in, “utanç”ı J. M. Coetzee’nin, son yılların vazgeçilmez “kutuplaşma”sını Peyami Safa’nın penceresinden okuyor. Edebiyat yapıtlarıyla “dışarısı” arasında sert geçişlerle ilerleyen, kitap sayfalarıyla şehrin sokakları, duruşma salonları, tarihin yıkıntıları arasında gidip gelen yazılar bunlar. İki sorunun cevabını arıyor Gürbilek. Birincisi: Sessizin – henüz konuşmayanın, konuşma imkânı olmayanın, artık konuşamayacak olanın– el konulmuş payını geri alabilir mi yazı? İkincisi: Yazarlar konuşamayanlar adına da konuştuklarına inanmak ister. Ama yazının da bir sessizi vardır. Sessizin payına bu kez kendisi el koymadan var olabilir mi yazı? Gürbilek’in, yazar ya da akademisyen olsun olmasın, edebiyatla ilişkisi güçlü olan her okurun mutlaka elinin altında olması gerektiğini düşündüğümüz diğer kitapları: “Vitrinde Yaşamak” (1992), “Yer Değiştiren Gölge” (1995), “Ev Ödevi” (1999), “Kötü Çocuk Türk (2001), “Kör Ayna, Kayıp Şark” (2004), “Mağdurun Dili” (2008). “Sessizin Payı”, Nurdan Gürbilek, 152 s., Metis Yayınları, 2015

“Aşk Her Şeyi Fetheder” mi? AYŞE BAŞCI

R

uhum cenderede sanki. Neyi, nasıl yazacağımı bilmiyorum. Pencereden bakıyorum, saat gece 01.00. İstanbul kar altında. Feyruz dinleyeyim diyorum (hiç dinlemem aslında). Benimki sadece umut. Kemal Burkay’ın “belki şehre bir film gelir” demesi gibi bir şey. İşe yaramıyor. Aksine sinirlerimi bozuyor, hemen kapatıyorum. Neden bu kadar bunaldığımdan da emin değilim. Yoksa bütün kabahat Vergilius’ta mı? “Omnia vincit amor; et nos cedamus amori,” demiş Vergilius. Yani “Aşka karşı koyma, o her şeyi fetheder”. Az önce bitirdiğim kitap, işte bu cümleyle başlıyordu. Evet, sanırım sıkıntım bu. Fethetme ya da fethedilme korkusu değil; fetih sarhoşluğunun geçici olduğunu bilmek. Kısacası, romantik filmler gibi, romantik kitapları da daha en başından hayal ürünü saymak. Ama bu kitaptaki aşk mektupları gerçekten yazıldı; kimi zaman mavi-siyah, kimi zaman yeşil mürekkeple. Bir postacı taşıdı bu mektupları. Bir kadının elleri zarfı bazen heyecanla bazen yılgınlıkla açtı. Üstelik kendisinden önce cezaevi görevlilerinin de o satırları okuduğunu bilerek. İşte denge burada şaşıyor. Hayal değil. Fakat gerçekliği, sonunu en baştan belli ediyor. Bu yüzden de Vergilius canımı yakıyor. Fetih sarhoşluğu geçecek, biliyorum. Üç paragraftır bir kitaptan bahsediyorum ama henüz ismini bile yazmadım. “Kai’ye Mektuplar”, Dr. Cüneyt Kaf­ kas’ın ağır işkence sonrası kendisini tedavi eden doktoruna cezaevinden yazdığı mektuplardan oluşuyor. Doğan Kitap tarafından yayımlanan kitapta sadece Kafkas’ın yazdıkları var; Dr. Kai’nin mektuplarını bilmiyoruz. Zaten kadın kahramanımızın gerçek ismi de Kai değil. Çünkü bu aşkın üzerinden zaman geçti, saklanması/korunması gereken hayatlar var. Herkesin bir hayatı var. Cüneyt Kafkas’ınki kadar “hareketli” olmasa da… Bir devrimci olarak Filistin’le dayanışmak için gittiği Lübnan’da yaşadıklarını daha önce “Filistin Günlüğü” adlı kitapta anlatmıştı Cüneyt Kafkas. Şimdi ise kendi ülkesinde gördüğü işkencenin tuhaf bir şekilde vesile olduğu bir aşkı anlatıyor. Çok ağır işkencelerden sonra tedavi için hastaneye götürülüyor Kafkas ve burada, kendisiyle ilgilenen Dr. Kai’yi görür görmez içinde bir şeyler oluyor. Tekrar cezaevine döndüğünde meslektaşı Kai’ye bir teşekkür mektubu yazıyor. Zamanla yazışmalar sıklaşıyor, alevleniyor, kabına sığamıyor. Yine de Haşim Akman’ın kitabın önsözünde yazdığı gibi: “Ancak onu yalnızca sevgiliye yazılan aşk mektupları olarak görmemekte fayda var. Kafkas’ın mektupları bize aynı zamanda toplumsal dönüşümün baş döndürücü bir hal aldığı, 80’li 90’lı yılların paha biçilmez bir tanıklığını sunuyor.” Kitabın ilk bölümünde Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nden yazılmış mektuplar yer alıyor. Önceleri içten ama mesafeli birkaç mektup yazmış Cüneyt Kafkas. Kısa süre sonra içini dökmeye başlamış: “Coşkumu bilimsellik adına hep frenlemeye çabaladım bu yüzden; yıllarca… Ağır ağır kırlaşan saçlarımın kurşuni yorgunluğu, yavaşça gözbebeklerime yerleşiyor, bir yönüyle beni olgunlaştırırken bir yönüyle de sı-

aysebasci@hotmail.com nırlardan ortalara bir yerlere çekiyordu. Âşık bile olamıyordum mesela… Ama artık böyle düşünmüyor, böyle davranmıyorum. O günler geçti. Şimdi paylaşmak istiyorum: yaşadıklarımı, bilgimi, tecrübemi, en önemlisi coşkumu… Yılların benden aldıklarını… Verdiklerini…” Doğrusu bu çok yerinde bir tanımlama. Kitabın özellikle birinci bölümünde müthiş bir coşku var. Bu sadece aşka dair bir coşku değil. Shakespeare’den ya da Kuğu Gölü’nden bahsederken, okuduğu bir kitabı anlatırken, Mozart ile Beethoven’i karşılaştırırken, Lübnan anılarına dönerken, hatta eski evliliğinin muhasebesini yaparken bile coşkulu Cüneyt Kafkas. Ve her ne anlatırsa anlatsın, mektupların başında, sonunda, ortasında hep Kai var. Kavuşma telaşı, kaybetme korkusu, onun(la) olma tutkusu… Sonra sıra özeleştirilere geliyor. Kaprislerini, kıskançlıklarını, dünya görüşünü, düzen sevmezliğini yazıyor. Bazılarını sevimli bir inatla savunuyor, bazılarının ise yanlış olduğunu kabul ediyor. Bu mektuplar, saatlerce göz göze, el ele konuşma imkânı olmayan bir kadın ile erkeğin sohbet masası oluveriyor. Farklı şehirlerden gelip farklı zamanlarda o masaya oturuyorlar. Mektuplar da olmasa halleri harap… Bir de duruşmalar: “13 Eylül’de, Merkez Adliye’de duruşmam var. 6. Ağır Ceza’da… ‘Sahte kimlik, sahte pasaport vb’ için. Sabah gidip, çoğunlukla 11-12 arasında çıkıyorum duruşmaya. Vaktin olursa gel istersen. Salon küçük, birbirimize yakın oluruz.” Zaman geçtikçe mektuplar daha karamsar oluyor. Ama aynı zamanda daha yoğun, daha derin, daha düşünceli. “Nesne ve gerçek… Bunlar farklı şeyler… Çakmağım…Bir nesne! Oysa…çakmak nesnesi bende; beynimde, kanımda, etimde ‘ben’ faktörü ile yükleniyor: Canlanıyor… Anlam kazanıyor… Gerçek oluyor… ‘Var’ oluyor. Nesne ölü, gerçek canlı ve değişken!” Cüneyt Kafkas, kendi ifadesiyle Kai’ye “yokluk sunuyor aslında; süslü edebi cümlelerin arkasına sığınıp…” Ama sunduğunu söylediği bu yokluk, “Ben buradayım!” diye bas bas bağırıyor. Araya suskunluklar giriyor. Kuşkular, korkular. Kaybetmenin eşiğine gelindiği hissi. Pes etmeye yatkınlık mı var sanki kimi sözcüklerde? Belki Kai pes edecek gibi yazıyor da onu cesaretlendiriyor Kafkas. Kaybetme korkusuyla alevler yeniden büyüyor. Ve hemen ardından Amasya E Tipi Cezaevi. Mektuplar aşktan değilse de Kai’den giderek uzaklaşıyor. Romanlar, haberler, makaleler, şiirler, resimler var. Ama Kai eskisi kadar yok bu mektuplarda. Elbette her şey yine ona yazılıyor ama sanki o olduğu için değil. Sırf yalnızlıktan yazılmış gibi. Mart 1989’da başlayan mektuplaşma Ağustos 1991’de, Cüneyt Kafkas’ın tahliyesiyle bitiyor. Artık Kai’nin ellerini tutmasına, parmak uçlarını öpmesine kimse engel olamaz. “Gerçeklik” hariç… Yayıncıya not: Akademik olmayan kitaplarda bu kadar çok dipnot kullanılması okuyucuyu fazlasıyla yoruyor. “Kai’ye Mektuplar”, Cüneyt Kafkas, 328 s., Doğan Kitap, 2015


Mart 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

Düş ile Gerçek Arasında ANIL GÖKOĞLU “Düş ile gerçeğin kazıklarına bağladığım bu incecik tel, hakikat ile saçmalık arasında uzanacak.” “Cambazın Son Adımı” edebiyatın değişik alanlarında kalem oynatan bir yazarın imzasını taşıyor. Metis Yayınları’ndan çıkan “Toprakaltı Sarayları” adlı öykü kitabıyla 1998 yılında edebiyat dünyasına adım atan Erol Hızarcı, bu ilk yapıtından sekiz yıl sonra Çanakkale Savaşı’nın iki cephesini konu alan “Kuğu Şarkısı” ve “River Clyde” romanlarını yayınladı. Daha sonra yine uzun bir sessizliğin ardından Gezi direnişi sırasında ve sonrasında arka arkaya piyasaya sürülen iki mizah kitabı “Bir Çapulcunun Hatıra Defteri” ve “Kıroleterya Diktatoryası” ile okurun dikkatini çekti. 2002 yılında yazdığı ve yayımlayacak yayınevi bulamadığı “Kadın Tamircisi” adlı ironik romanı ise ancak geçen yıl Destek Yayınları tarafından okura sunuldu. Sinema ve televizyonda senaryo yazarlığı da yapan Hızarcı’nın yeni romanı “Cambazın Son Adımı” yakın tarih, yaratıcılık, masumiyet, bilgelik ve aşkı kendi potasında bir araya getiriyor. “Cambazın Son Adımı”, birbirini tamamlayan üç ayrı bölümden oluşuyor. “Düş Kırığı”, “Gökyüzüne Yazmak” ve “S.O.S.” Üç bölüm de birbirinden çok farklı ve başlı başına bir kitap olabilecek nitelikte. Düş ile gerçek arasındaki sınırın belirsizleştiği, yazarlık ile cambazlığın özdeşleştiği, adaletin izini sürerken gerçekliğin sorgulandığı, baştan sona şiirsel dille yazılmış, felsefeyle dolu bir yapıt. Çok boyutlu, çok katmanlı ve farklı okumalara açık bir roman. Yazar, 12 Eylül darbesi ile Kore Savaşı arasına gerdiği görünmez ipte, bir cambaz gibi yürüyor. “Her şey adaletle başlar” cümlesiyle açılan roman, “Dünya avucumda küçücük bir yer” cümlesiyle bitiyor. İlk cümleden sonuncuya varana dek bir yazarın yazı serüvenini cambazın ip üstündeki yolculuğuna benziyor. Çok boyutlu bir dünya kuran roman birçok hikâye ve masalla örülü, romanın omurgasını oluşturan öykü ise birbirini tamamlayan üç bölüm boyunca devam ediyor. İki tarihi olay ve iki cümle arasında okurun yürüyeceği bir ip de denebilir bu ana öyküye. “Bütün masallar bir kötülükle başlar. Sonunda iyilik kazanır. İyilikle kötülüğün çatışması bir kahraman doğurur. Oysa yarım kalan bir masal, eksikliğiyle sonsuzluğu doldurur.” “Düş Kırığı”, işte bu cümlelerle açılıyor. 1970’lerin sonlarında, Koşuyolu’nun işçi mahallesinde yaşayan iki çocuğun hikâyesi anlatılıyor “Düş Kırığı”nda. Bu iki çocuktan birini anlatıcı olarak seçen yazar, adını vermemeyi yeğlemiş. Diğerinin adı Arın. Şiirsel dilin yer yer yoğunlaştığı “Düş Kırığı”, ilkokula birlikte başlayan bu iki çocuğun masum aşkını anlatıyor. Arın sessiz bir kızdır ve kendine ait başka bir dünyası vardır. Hikâyenin anlatıcısıyla sessizliği paylaşır ve ona kendi dünyasını açar. Böylelikle ikisi sessiz ve gizli bir dünyada yaşamaya başlar. Yazar, şiirsel anlatımı ve ilginç hikâye örgüleriyle, okuru da, anlatıcıyla birlikte Arın’ın hayal âlemine çabucak sokuyor. Okura kılavuzluk yapan anlatıcı çocuğun duygularıyla özdeşleşmesini sağlıyor ki romanın duygusu en yoğun ve et-

kileyici bölümü bence “Düş Kırığı”. Okur, Arın’ı anlatıcıyla birlikte tanıyor ve seviyor. Masum aşkını hissediyor, ki masumiyet bu bölümde vurgu yapılan sözcüklerden biri: “Bir var bir yok olarak masallara girilir. Masumiyet makamında aşk faslı suskunlukla geçilir.” İki çocuğun birlikte giriştikleri bir “yaramazlık” onları hastane yatağına düşürür ve ölüme benzer bir deneyime sürükler. Anlatıcı çocuk bu badireyi Arın’dan önce atlatır ve arkadaşının yanında gözlerini açmasını bekler. Gözlerini açmazsa rüyalar âlemine gideceğini bilir, yine de geri dönmesini ister, yoksa onu özleyecektir. Nitekim Arın gözlerini açar ve hayata döner. Bu anlatıcı çocuğun ilk ölüm deneyimidir: “Uykuların en masumunda uçları kıvrık dudakların baldan tatlı şeker koması.” Okur da bu deneyimi anlatıcı çocukla birlikte yaşar. Ölüm ürkütücü, korkutucu değildir. Düş ülkesine geçiştir. Ancak hiç dönmemek üzere. Yazarın düş ile gerçeği harmanlayarak anlatması, bir bakıma, ölüm ile yaşamın iç içe geçmişliğidir. 12 Eylül darbesine doğru giden yıllar, siyasi olaylar geri tutularak iki çocuğun aşkına odaklanarak anlatılırken, yaşam ve ölüm, umut ve ayrılık hep birliktedir “Düş Kırığı” boyunca. Yazar bu ilk ölüm deneyiminden sonra basamakları usul usul tırmandırır. İkinci bölüm “Gökyüzüne Yazmak”ta masalsı hikâye ile bir esir kampında geçen hikâye iki ayrı koldan ilerler ve en kritik noktada birleşirler. Bir usta ile ona imrenen bir çırağın yazı üstüne sohbetleri, yazarlık ile cambazlığın özdeşleştirildiği bir noktaya varır: “Biz yazarken gökte yürürüz, onlar ipte yürürken gökyüzüne yazarlar.” Esir kampında geçen hikâyede ise ip üstünde yürümek esirlerin tek kurtuluş yoludur. Düşen ölecektir. Esirlerden biri cambaz olmasa da ip üstüne yürümenin sırrını bilmektedir. “Gökyüzüne Yazmak”ın iki hikâyesi işe bu sırda buluşuyor. Yazın ve doğum temasına odaklanan üçüncü bölüm “S.O.S.”, parçalı kurgunun ve metnin kendi kendini anlatarak ilerleyişinin iyi bir örneği. Romanın son bölümü olmakla birlikte “Düş Kırığı” ile “Gökyüzüne Yazmak” bölümleri burada tümüyle bütünleniyor. İlk iki bölüm arasında köprü kurarken, romanı da sonlandırıyor. Yazar birbirinden çok farklı akımlarda ve tekniklerde yazdığı, kendi içlerinde kurgusal bütünlüğü olan ve tek başına metinler olarak da ele alınabilecek üç bölümü bütünlemeye doğru okuru ustalıkla yönlendiriyor. Ve bu emeği veren okuru incelikle ödüllendiriyor.

www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap

“Cambazın Son Adımı”, Erol Hızarcı, 416 s., Beyaz Baykuş Yayınevi, 2015

www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2015

KISA KISA Şimdiki Zamanın Yanında ya da Karşısında Necmi Sönmez, YKY Sanat tarihçi, küratör Necmi Sönmez, 27 yıllık bir zaman dilimini kapsayan yazılarından derlediği bu kitabında, Türkiye’deki ve uluslararası sanat camiasındaki çalışmalardan kesitler sunuyor.

Beni “Akkuyu”larda Merdivensiz Bıraktın Filiz Yavuz, Can Yayınları Kitap, nükleer enerji konusunu şeffaf ve herkes için anlaşılabilir bir şekilde anlatıyor. Yazar, genel geçer hüküm ve algıların ötesine geçerek bilimsel gerçekleri görünür kılmayı hedefliyor.

İçerdekiler Victor Serge, Ayrıntı Yayınları Elli yedi yıllık hayatının on yıldan fazlasını hapishanede geçiren Victor Serge, bu romanında Rusya’ya sürülmeden önce, 1912’den 1917’ye kadar Fransız hapishanelerinde anarşist politik bir mahkûm olarak yattığı beş yılı anlatıyor.

Yakındaki Uzak Rebecca Solnit, Encore Yayınları Amerikalı yazar Solnit, bir yaz günü, üç kasa dolusu kayısıyla başbaşa... Alzheimer hastası annesinden ona kalan son hasat bu kayısılar. Bir armağan, bir miras... Topyekun hafızanın temsili. Yazar, o hafızanın rehberliğinde bir yolculuk romanı yazıyor.

C-84 Hüseyin Edemir, Notabene Yayınları F tipi bir hapishanede hücreye kapatılan birinin hayatındaki ve kendindeki değişimleri, akıcı bir üslupla anlatıyor yazar. Okurunu ajite etmeye çalışmadan, usul usul sorgulatan bir roman “C-84”.

Can’dan İkramlar Can Açıkgöz, Arkadaş Yayınevi İştah açıcı bir sofra vaat ediyor kitap. Pastalar, bisküviler, börekler, tatlılar. Amatöründen profesyoneline her düzeyden “aşçı”nın yararlanması için tasarlanmış bir kitap bu. Sağlığı es geçmeden, lezzetin tadına varılabileceğini hatırlatıyor yazar.

Hepimiz Tamamen Kendimizi Kaybettik Karen Joy Fowler, Aylak Kitap 2014 yılının neredeyse bütün ödüllerini toplamış bir kitap... Ursula Le Guin’den Khaled Hosseini’ye kadar pek çok usta kalemin de övgüsünü almış. Birbirini çok seven ama birbirine çok da zarar veren bir ailenin fertlerini, ilişkilerini anlatıyor roman.

Tüm İyi Yazarların Yaptığı Gibi... ÖMER AYHAN

“İ

şte Senin Hayatın”, Demir Özlü’nün yeni ‘anlatı’sı. Novella’ya (uzun öykü) özgü öykülemenin sık sık kesintiye uğradığı, art alanında felsefenin de kendini duyurduğu böylesi kurmaca metinler bizde az yazılıyor. Demir Özlü’nün yazarlık serüvenine baktığımızda, yüzünü tamamen Batılı modern edebiyata dönerek bu çizgiye uyum sağlayan kurmaca metinler yazmış olduğunu söyleyebiliriz. Özlü, sık sık kendi yaşadıklarından yola çıktı, ancak bir söyleşide açıkça söylediği gibi bu defa küçük ayrıntılar haricinde neredeyse tamamen otobiyografik bir anlatıyla karşı karşıyayız. Demir Özlü, üç yıl önce yazdığı “Önünde Boş Bir Uzam”da kullandığı ikinci tekil ‘sen’ anlatısına devam ediyor. Demir Özlü’yle bir yıl önce bir kafede oturup konuşmuştuk. “İşte Senin Hayatın”ı ilkin ben anlatıcıyla kurmayı denediğini ama sonucu beğenmediğini söylemişti. Bunu duymak ilginçti. Özlü eline kalemi aldığında yaşlanmayı reddeden bir tavır içinde. Birey olarak, ileri yaşla birlikte, dünyadan, hayatın sürekli yenilenen ritminden onun da uzak düştüğünü anlatı boyunca hissediyoruz. Ama yazarken Özlü hâlâ genç, yazınsal meseleler üzerinde düşünen ve arayışını sürdüren bir yazar. İkinci tekil anlatıların en büyük handikapı, sık sık “yapıyorsun-düşünüyorsun” gibi yek­nesak bir biçemin etrafında yayılmasıdır. Özlü, bu sıkıntıyı farklı yöntemlerle aşmış. Kimi zaman birinci tekil ve/veya üçüncü tekil gibi duran cümlelerle başlıyor bölümlere. “Geniş bir bahçenin içinde konumlanmış bir okuldu.” Kimi zaman da anlatıcıyı yönlendirme hamleleri yapmış. “...pelür kâğıtlara öykü karalamalarını yazmaktan yoruldunsa, döşeme üzerinden doğrul...” Belki kulağı okşayan, yahut altı çizilecek cümlelerin kolay çekiciliğine sahip değil bu hamleler, ama üç aşağı beş yukarı biribiriyle yakın akraba telif eserlerin arasında taptaze bir anlatımı soluyoruz. “İşte Senin Hayatın”, karamsarlığı ayaklandıracak ölçüde hüzünlü. Yaşlı bir yazarın bu girift zaman aralıklarına bakışı. Bu bakış kuşkusuz yitirilen şehirler, unutulmayan aşklar, hayata veda etmiş aile üyeleri ve çok yakın arkadaşlarla çevrili. Ancak anlatıyı bunca hüzünlü kılan ve dolayısıyla metne olumlu manada tuhaf, alışılmadık bir büyü atmosferi katan güç; marazî duyarlıklar ve bunun doğal sonucu olan melankoli. Yerli yerinde kullanıldığında edebiyatı zenginleştiren unsurlar. Aslında hoş bir tezat var burada. Özlü ve içinde bulunduğu ‘50 Kuşağı, ‘40 kuşağı’nın toplumcu edebiyat atılımını yeterli görmedi. Cumhuriyet öncesi edebiyatı, özellikle dil açısından, zaten eskimiş buluyorlardı. Nâzım Hikmet’in “Putları yıkıyoruz” çıkışını, o kuşak bir yere kadar gerçekleştirmiştir belki, Sait Faik de kendi kendine daha fazlasını yapmıştır. Ama asıl kopma ‘50 Kuşağı’yla başlıyor. Özlü, “İşte Senin Hayatın”da bunu şöyle anlatmış: “İstanbul’dayken başladığın yazınsal denemeler, o yıllara kadar Türk dilinde yazılmış öykü ya da roman geleneğine çok aykırı düştüğü için kafanın içinde ölçüp biçmeye çalıştığın bir sorun yumağı vardı... Geleneksel olandan büyük kopuş, savruluş. Sizin modernizminizin toplum dayanakları olacak mıydı?”

visage37@gmail.com Bu soruların yanıtlarını bugün vermek güç değil. Edebiyatın dilini değiştirdiler, toplumu değil; toplum içinde bunalan, bireylik sancısı çeken şehirli insanı anlattılar. Tahkiyeyi minimum ölçekte kullandılar ve evet, başardılar. Ya toplumsal dayanaklar? O dayanakların oluşması uzun zaman aldı. Gelecekten gelen zaman yolcularıydı onlar. Unutmamalı, edebiyatın ana şehri olarak Paris’i gören ve ancak Mars yüzeyine inebilen bir astronotun duyacağı heyecanla, Paris’e beş parasız gidip yarı bohem bir hayat süren son edebi kuşaktır ‘50 Kuşağı. Yaşamaktan, dökülüp saçılmaktan korkmadılar. Oysa Yahya Kemal âdeta korkarak yaşamıştı Paris’te. Gecikmiş seyahatinde Tanpınar, müzeleri tavaf etmekten sokağa çık(a)mamıştı. ‘50 Kuşağı’nın bir avuç gencinin ve yakın arkadaşlarının yeni çağ bunalımı ve arayışları, on beş yıl sonra “Tutunamayanlar”ı getirdi. Bu noktada “İşte Senin Hayatın”, “yepyeni bir anlayışla yazma” düşüncesinin manifestosu olarak da okunabilir. Özlü’nün yaşadığı, sürgüne gittiği, kendini bir daireye kapatıp yazdığı kentlerle dolu bu anlatı. Kafka’dan, Sartre’dan, Lautreamont ve Kierkegaard’dan etkilenmiş bir kahraman (aslında külliyen ‘50 kuşağı) var anlatıda. Ama bize “Genç Werther’in Acıları”ndan, Kleist’dan, iflah olmaz romantizmden bahsediyor. Bu aykırı gibi görünen karışım, Özlü’nün zaman zaman kullandığı uzun cümlelere şiirimsi bir estetik duygusu aşılıyor. “İşte Senin Hayatın”da karşımıza en çok çıkan sözcük: Nostalji. Fakat bu, yaşlılığın getirdiği bir sonuç olmaktan ibaret değil. Burada sık sık sözünü ettiğim marazîlik var. Bunu açalım: “O zaman bu çatı katında (Yanılmıyorsam, Halaskârgazi Caddesi’ndeki Pınar Apartmanı) yere uzandın... Paris’in düşünü gördün. Orada geçen günlerde, Kurtuluş’a uzanan caddelerdeki eski yapıları sevmeye çalıştın.” Osmanbey’deki dairede kurulan Paris düşleri ve yabancılık duygusu iki sayfa sonra bakın neye dönüşüyor: “Bugün bile, Şişli’ye uzanan, ön terasından da Şişli Alanı’nı gördüğün çatı katını elde tutmadığına üzüldüğün zamanlar oluyor.” Zamanın geçişi değil ânın geçişi burada öne çıkan: “Romantik ruh doyuma ulaşabilmek için havalanıyor, fakat çok kısa ömrü olan kelebekler gibi, sanki ölümüne koşuyordu.” Demir Özlü postmodernizme prim vermeyen bir kuşağın yazarı. En azından söyleşilerinde ve sohbetlerde öyle söylüyor. Ancak kurmacayı hayata karşı kutsayan Özlü şu satırları da yazabiliyor, hem de “İşte Senin Hayatın”da: “Anlatını yazarken Jul adında bir genç kız da çıktı ortaya. Onu tasarladın... Uzun siestalarda kimi defa, yarı uykun içinde Jul’ü gördün. Sanki ona âşıktın. Kendi uydurduğun anlatı kahramanına.” Alın size harikulade bir postmodernist roman teması. Edebiyatta düş ile gerçeği birbirinden ayırmanın gereksizliğini öğrendiğini söylüyor kitabın bir yerinde Özlü. Kurmaca kadar hayatımız da bu gerilimden beslenmiyor mu? “İşte Senin Hayatın”da yazar, cevabı yapıştırmıyor, sezdiriyor. Tüm iyi yazarların yaptığı gibi. “İşte Senin Hayatın”, Demir Özlü, 80 s., YKY, 2015


Mart 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Tuğla Yerine Kitap YANKI ENKİ

B

ir kitabın konusu kitaplar olduğunda, bir okurun hayalleri gerçek oluyor sanki; kitapla kurduğu soyut ilişki somutlaşıyor. Kitabın kendisinin kahramana dönüştüğü romanlar, kütüphanelerimizdeki eserlerin birer hayalet olmadığını, nefes alan varlıklar olduklarını, hatta bizim de onlarla birlikte nefes aldığımızı gösteriyor. Arjantinli yazar Carlos María Domínguez’in yirminin üzerinde dile çevrilen ödüllü romanı “Kâğıt Ev”, kurgusuyla bu büyülü gerçeği bir adım daha ileri taşıyor ve adeta kitaplar olmadan nefes alamayan bir kahramanın gizemli öyküsünü anlatıyor. “Kâğıt Ev”, Enis Batur’un yakın zamanda yayımlanan “Kitap Evi” adlı kısa romanını ve İsveçli yazar Peter Stjernström’ün geçtiğimiz günlerde Türkçeye çevrilen romanı “Dünyanın En İyi Kitabı”nı okuyanların kaçırmaması gereken, kitaplara dışarıdan değil, içeriden bakan ve öyküsünü gizemli bir maceranın içine yedirerek aktaran bir kısa roman. Öykü, akademisyen olan Bluma Lennon’un, yeni aldığı Emily Dickinson kitabına göz atarken bir arabanın altında kalmasıyla başlıyor. Onu tanıyanlar ise Bluma’nın trafik canavarının mı yoksa kitap düşkünlüğünün mü kurbanı olduğunu tartışıyor. Anlatıcımız da Bluma ölünce onun yerine geçen ve derslerine girmesi gereken bir akademisyen. “Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir,” diyor. Zaten biz de, kitaplarla saplantılı bir ilişkisi olan birinden Bluma’nın adresine gönderilen, kapağı kirle, çimentoyla kaplı gizemli bir kitapla birlikte anlatıcının kaderinin de değişeceğini göreceğiz öykü ilerledikçe. Sonrasında anlıyoruz ki, insanlar da kitapların kaderini değiştirir. Bir kitap düşkününün peşine düşüp, çimentoyla kaplı kitabın sır perdesini aralamak isteyen anlatıcımızla birlikte, kitapların büyüleyici ve zaman zaman tedirgin edici dünyasında bir yolculuğa çıkıyoruz. Okumak tehlikeli midir? Kitap tutkusu ölümcül olabilir mi? Bu soru her sayfada giderek daha net belli ediyor kendini. O gizemli kitabı Bluma’ya gönderen bibliyoman Carlos Brauer’in hastalık derecesindeki kitap düşkünlüğü, okurların hem özeneceği hem eğleneceği hem de dehşete düşeceği bir dünyayı gösteriyor bize. Evinin her noktası, banyosu bile kitaplarla kaplı olan; buharın kitaplara zarar vermemesi için sıcak su kullanmayan; garajını da kitaplarla doldurmak için arabasını arkadaşına hediye eden; okuduğu kitapları adeta bir defter gibi kullanıp müsveddeye dönüştüren; “elime geçen her kitapla sevişiyorum ve onlarda bir iz bırakmazsam orgazm da olamıyorum,” diyen bir kahraman bu. Evini satmak zorunda kaldığında kitaplarına nasıl sahip çıkacağını bilemeyen Carlos için kitap koleksiyonu giderek bir kâbusa dönüşüyor. Ayrıca binlerce kitabı düzenlemesi, sınıflandırması ve bir envanter çıkarması gerekiyor ama doğru yöntemi bulamadıkça adeta deliriyor. Örneğin, kavgalı ya da anlaşması zor olan yazarları, Borges ile Lorca’yı, Martin Amis ile Julian Barnes’ı, Vargas Llosa ile Gabriel Garcia Marquez’i yan yana getirmemeye çalışıyor. Kitapların nasıl dizilmesi gerektiğine dair en ideal sistemi bulmak için saatlerce odasına kapanıp

yankienki@gmail.com matematik formülleriyle uğraşıyor. Belki farkında değil, ama Carlos aslında kitaplardan bir ev inşa etmeye çalışıyor. Zamanla öğreniyoruz ki, Carlos’un bu hayali gerçek oluyor. “Tuğla gibi kitap” deriz ya, kitaplar gerçekten de tuğla yerine geçiyor Carlos’un yeni evinde. Böylece öykünün başındaki kitabın gizemli yolculuğu da aydınlanmaya başlıyor ve tıpkı bir polisiye romanındaki vakanın çözülmesi gibi, trafik kazasında ölen Bluma’nın, ona gönderilen kitabın ve Carlos’un kitap düşkünlüğünün nerelere vardığının ortaya çıkmasıyla sona eriyor öykü. Tabii anlatıcımızın hayatının nereye evrildiği ve kitaplarla kurduğu ilişkinin nasıl değiştiği de ayrı bir hikâye… Yolunu kaybettiğinde kendisini bir kitapçıda bulanların, sahaf ziyaretlerini aksatmayanların, kitaplara gözü gibi, kitaplığına “evi” gibi bakanların, onları sadece dinlemekle kalmayıp onlarla konuşanların, beraber uyuyanların başucu kitabı olacak bir kitap “Kâğıt Ev”. Satır arasında alışık olmadığımız bir aşk hikâyesine de sahne oluyor, kapitalist kitap piyasasını yerden yere vuruyor ve akademi dünyasına da eleştiri oklarını göndermekten geri kalmıyor. Kitaplardan ev yapmak mümkün olsa, tuğla olarak hangi eserleri seçeceğimizi düşündüren roman, aslında mizahi bir biçimde de olsa, kitaplarla özdeşleştirerek şekillendirdiğimiz hayatımıza ayna tutuyor. Hayatımızın mihenk taşları hangi eserlerdir? Eğer onlardan vazgeçmemiz gerekirse; tıpkı bir askeri diktatörlük döneminde olduğu gibi gömmemiz, yakmamız gerekirse ne yaparız? Kitaplardan kurtulabilmek, ilişkimizi kesip atmak mümkün müdür? Hayatımızın bir dönemine damga vuran, bizi biz yapan kitapları arkamızda bırakabilir miyiz? Bu soruların etrafında dönen bir öykü bu. Romanda söylendiği gibi, “Nasıl olur da çocukluğumun birkaç tuğlasını yerinden sökmeden ‘Vahşetin Çağrısı’ndan kurtulurum?” Kitap, pencerelerinden dünyaya, hatta evrene baktığımız; tanıdığımızı sandığımız insanları farklı bir açıdan gördüğümüz; yaşadığımız şehrin asla girmediğimiz sokak manzaralarına sahip bir ev. Kapısından normalde içeri almak istemeyeceğimiz yabancıların da girdiği; odalarında henüz tanışmadığımız misafirlerin uyuduğu; korkularımızın, anılarımızın ve umutlarımızın birlikte yaşadığı bir mekân adeta. Böyle bir evin bir tuğlası yerinden çıkarıldığında neler olabileceğini görmek için, okumak gerek “Kâğıt Ev”i. Bu kısa romanı, ödüllü çizer Peter Sís’in kitapların büyülü dünyasını tasvir ettiği çizimleri süslüyor. Kapaktaki fotoğraf da, geçtiğimiz aylarda bir trafik kazasında kaybettiğimiz genç fotoğrafçı Cem Ersavcı’nın eseri. “Kâğıt Ev”de özellikle vurgu yapılan Joseph Conrad’ı seven, evini sırtında taşıyan, yolculuklarında kâğıdını kalemini hiç eksik etmeyen ve benim de dostum olan Cem’in bu kitabı seveceğini biliyorum. Yayıncısına bu kitabı ona ithaf ettiği için teşekkür ediyorum ve ben de bu yazıyı Cem’e ithaf etmek istiyorum. “Kâğıt Ev”, Carlos María Domínguez, Çev: Seda Ersavcı, 94 s., Jaguar Kitap, 2015


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2015

KISA KISA Kuantum Prof. Dr. Cengiz Yalçın, Akılçelen Kitaplar Yazar bu kitabında “Tanrı’nın Nefesi mi? Aklın Sesi mi? Neyin Nesi?” soruları ekseninde, okurunu 20. yüzyılın en önemli entelektüel başarısı olan, 21. yüzyılın dinamiğini belirleyen bir efsaneye dönüşen kuantumun mantığıyla tanıştırıyor.

Yalancının Beden Dili Dr. Lillian Glass, Paloma Yayınları “Yalan yalandır, siyahı beyazı olmaz” diyenlerden misiniz? Bu kitap size göre, çünkü küçük beyaz yalanlardan, yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmiş ve patolojik yalancılara kadar “yalanı ve yalancılığı” mercek altına alıyor. Adeta anatomisini çıkarıyor.

Saf Andrew Miller, Kırmızı Kedi Yayınevi Yıl 1785 ve burası Fransa. Devrim öncesinin gizemli atmosferi içinde geçen renkli ve yaratıcı bir hikâye... Aydınlanmanın Paris sokaklarındaki izini sürecek ve genç, idealist hatta saf bir mühendisin zihninde gezeceksiniz.

Yalnız Seyahat Etmenin Dayanılmaz Hafifliği Benian Çulhaoğlu, Cinius Yayınları Güvenli, eğlenceli, ekonomik seyahat sırlarını da içeren kitap, dünyadaki yeni trendi neredeyse özendiriyor! “Solo seyahat” isimli bu trendin püf noktalarını merak ediyorsanız mutlaka okuyun.

Matematiğin (M)izahı Ali Törün, Bilim ve Gelecek Kitaplığı Matematiği her zaman asık suratlı öğretmenlerden öğrendiği için şikâyet eden ve yıldızı bu bilimle bir türlü barışmayanlardan mısınız? Bu kitap şikâyetlerinizin sonu olabilir, çünkü matematiği “mizah”la “izah” ediyor.

Annem Masume Hanım Der. Leyla Batu Pekcan, Pan Yayıncılık Osmanlı’nın son günlerinden Cumhu­ riyet’e uzanan bir aile hikâyesi, tam da yaşandığı yıllardan, o “an”ların gözüyle anlatılıyor. Çünkü hikâyeyi onun kahramanlarından Masume Hanım’ın günlüklerinden okuyoruz... Tarihin içindeki insan unsuru satırlardan adeta fışkırıyor.

Søren Kierkegaard’da Kaygı Kavramı Yasemin Akış, Ayrıntı Yayınları Bu kitap, özgürlüğün insan varoluşundaki temel belirtisi olan kaygıyı, kalıtsal günah, özgürlük, zaman ve umutsuzluk kavramlarıyla ilişkisi bağlamında açıklamaya yönelik bir çaba olarak tanımlanmış. Kierkegaard’ı daha iyi anlamak için de anlamlı bir çalışma.

“Ürküntü, Dehşet, İnfial, Azgın Korku” CEYHAN USANMAZ

L

eo Perutz’un “Kıyamet Günü Ustası” isimli romanının ilk sayfalarında, tekinsiz bir hortlak hikâyesinin başlangıcında olduğumuzu anlıyoruz. 1909 yılında gerçekleşmiş trajik hadiseler silsilesini –hiçbir şeyi atlamadan, hiçbir şeyi saklamadan– bütün hakikatiyle yazdığından bahsediyor Baron von Yosch: “26 Eylül’den 30 Eylül’e, yani ancak beş gün sürdü bu trajik hortlak hikâyesi. Beş gün devam etti maceralı av, etten kemikten değil, geçmiş yüzyıllardan gelmiş korkunç bir hortlak olan, görünmez düşmanın takibi. – Kanlı bir iz bulduk ve onun peşinden gittik. Zamanların kapısı suskunluk içinde açıldı. Yolun nereye gittiğini kimse bilmiyordu aramızda ve bugün bana öyle geliyor ki, ellerimizle yoklayarak, sonunda bir iblisin bizi beklediği, uzun, karanlık bir geçit boyunca güçlükle, adım adım ilerlemişiz sanki… O gürz hızla indi aşağıya, iki kez, üç kez, son darbesi beni buldu, ve eğer son anda atik bir el gerisin geri hayata çekmemiş olsaydı, kaybolmuş, Eugen Bischoff’un ve Solgrub’un korkunç kaderlerini paylaşmış olurdum. Kim bilir kaç kurban almıştır bu kanlı canavar, yüzyılların dikenli çalılıklarından geçen yolunda, zamanlar ve ülkeler üzerinden geçen yürüyüşünde?” Maceralı ava, iblislere, korkunç hortlaklara ilişkin merakımızı körükleyen satırlar... Oysa, sayfalar ilerledikçe fark ediyoruz ki, daha çok Agatha Christie romanlarından aşina olduğumuz bir “kapalı oda” (locked room) polisiyesi bekliyormuş bizi. Ünlü tiyatro oyuncusu Eugen Bischoff’un evinde bir araya gelmiş küçük bir toplulukla tanışıyoruz; Eugen Bischoff ile eşi Dina, Doktor Gorksi, Mühendis Waldemar, Dina’nın kardeşi Felix ve “anlatıcımız” olan Baron von Yosch. Eugen Bischoff, sohbet arasında, “tümüyle nedensiz” olarak nitelendirilen bir intihar olayını anlatıyor. Bischoff’un anlattığına göre, akademi öğrencisi genç bir ressamın gizemli intiharı, abisini harekete geçirmiş; abi, genç ressamın intihar ettiğine inanmayan aile adına meseleyi aydınlatmak üzere araştırmalara başlamış. Bu doğrultuda yaptığı plan ise ilginç; tümüyle genç ressamın yaşadığı şekilde yaşamaya başlamış abi. Onun alışkanlıklarını, gündelik hayat düzenini devralmış, akademi öğrencisi olmuş, resim yapmaya, kardeşinin kıyafetlerini giymeye başlamış vb. Böylelikle günün birinde, ansızın, gizemli intiharın nedenini şaşmaz bir biçimde karşısında bulacağına inanıyormuş. Sonuçta; alelacele, bir kâğıda “dehşet” yazarak intihar etmiş o da... Eugen Bischoff’un anlattığı bu gizemli hikâye, küçük topluluğa pek inandırıcı gelmiyor ilk başta; pek de üzerinde durmuyorlar açıkçası. Ancak bir süre sonra Eugen Bischoff’un da benzer bir şekilde intihar etmesiyle birlikte her şey birbirine giriyor... Herhangi bir cinayet şüphesi yok aslında ama Eugen Bischoff’u intihara sürükleyen kişinin, anlatıcımız Baron von Yosch olduğu konusunda da bir şüphesi yok Felix’in. Ne de olsa Baron von Yosch, ablası Dina’nın eski sevgilisi; onun Eugen Bischoff ile evlenmesini hiçbir zaman içine sindiremedi... Peki gerçek neydi, gerçekten de anlatıcımız Baron von Yosch, Eugen Bischoff’u ölüme mi itmişti?

ceyhanusanmaz@gmail.com Bir hortlak hikâyesi gibi başlayacağını düşündüğümüz roman, bir anda bir “kapalı oda” polisiyesine dönüşüyor ama sonrasında söz konusu intihar olayını araştırmaya başlayan küçük topluluğumuz tekinsiz ayrıntılarla da karşılaşıyor. Meseleyi deştikçe kökleri bir hayli derinlere inen bir gizem hikâyesi çıkıyor bu sefer ortaya. Polisiye, fantasik kurgu, korku, gizem... Ya da, romanda da geçtiği şekliyle “ürküntü, dehşet, infial, azgın korku”... Romanı okurken bu duygu durumları arasında savrulmamak, kafa karışıklığı yaşamamak elde değil ve böyle olunca, elbette akla hemen Edgar Allan Poe geliyor. Poe’nun gizem yaratmadaki ustalığı hepimizin malumu; örneğin Paul Valéry de, bu doğrultuda, Poe’nun eserlerinde bir matematikçinin parlak zekâsını bulduğunu söyler. Burada bir “ustalık” karşılaştırması yapmak niyetinde değiliz ama Leo Perutz’un aynı zamanda bir matematikçi olduğunu da belirtelim! Ama yalnızca matematiksel düşünce nedeniyle değil, eserlerin niteliğinden yola çıkarak da ifade edebiliriz ki, Leo Perutz’un da Edgar Allan Poe kadar ilgiyi hak eden bir yazar. Sonuç olarak Borges’in, Calvino’nun, Greene’in takdirini kazanmış; Friedrich Torberg’in, edebi tarzını “Franz Kafka ile Agatha Christie arasındaki gayri meşru beraberliğin muhtemel ürünü” olarak nitelendirdiği bir yazar var karşımızda. 1882 Prag doğumlu Leo Perutz. İlk büyük edebi başarısını “Kıyamet Günü Ustası” isimli bu üçüncü romanıyla elde ediyor. Nazilerin Almanya’da iktidara gelmesinin ardından, Yahudi olduğu için okurlara ulaşma olanağını yitiren Perutz, 1938’de Filistin’e göç ediyor. 1948 yılında, İsrail devletinin kuruluşu ve ardından izlenen milliyetçi politikalardan duyduğu büyük rahatsızlık sonucu, Nazi iktidarı döneminde yurtlarından kaçmak zorunda kalan ilk Yahudilerden biri olarak 1952’de yeniden Avusturya vatandaşlığına geçiyor. 1957 yılında da Avusturya’da hayatını kaybediyor. Yazarın ilk büyük edebi başarısını kazandığı “Kıyamet Günü Ustası”, aslında daha önce de Türkçede yayımlanmıştı; 2008 yılı başında Kanat Kitap tarafından. 2006 yılında da Literatür Yayıncılık’tan “Da Vinci’nin Yahuda’sı” isimli romanını okuma imkânı bulmuştuk. Çevrilmeyi bekleyen yedi romanı daha bulunuyor Leo Perutz’un... “Kıyamet Günü Ustası”, bir “önsöz”le başlıyor; ancak bu önsöz, tüm karakterlerin psikolojik bir uçuruma sürüklenirken bizleri de yanına kattığı sayfaların başlangıcı... Diğer bir deyişle romanın hikâyesine, kurmacaya dahil. Dolayısıyla kitabın sonundaki “sonsöz”den de şüpheye düşüyoruz ister istemez; yoksa bu sonsöz de kurmacanın bir ürünü mü? Oysa ki, bir Leo Perutz biyografisi de kaleme almış olan HansHarald Müller’e ait bu sonsöz. Leo Perutz’a ve eserine dair dikkate değer tespitler yer alıyor. Ancak yine de, tam anlamıyla “inanamıyorum” bu sonsöze; şöyle diyor çünkü Hans-Harald Müller: “Romancı Leo Perutz aynı zamanda üstmetinlerin de, romanlarını çerçeveleyen ve sürekli farklı yorumları kışkırtan ön- ve sonsözlerin de bir ustasıdır.” “Kıyamet Günü Ustası”, Leo Perutz, Çev: Cemal Ener, 160 s., Labirent Yayınları, 2015


Mart 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLA SUNAY

Ben Hikâyenin Tamamını İsterim

“O

kur bazen haklı çıkar.” Bu ifade, Daniel Pennac’ın “Ayıcık Ernest ile Farecik Célestine’in Romanı” adlı, 2012 yılında yayımlanan, farklı kurgusuyla çocuk edebiyatı tarihinde yer edineceğine emin olduğum deneysel kitabından. Hikâye, kahramanlar, yazar ve ‘okur’ arasında geçen diyaloglarla bir yandan yazılıp bir yandan eleştiriliyor. Roman, öykü, şiir ve oyun türlerinin karışık kullanıldığı bu özgün eseri çocuk kitabı yazan ve yazmayı düşünen herkesin mutlaka okuması gerekli. Son yıllarda okuduğum, beni çok heyecanlandıran, yazmaya heveslendiren, deneysel edebiyat için cesaret veren gerçekten muhteşem bir kitap. Pennac yazmanın bütün klişelerini, kurallarını yok ediyor ve de bunu bir çocuk kitabıyla yapıyor. Çocuklar anlamaz, kafası karışır, çözemez diye kendini frenlemeden, olay örgüsünü kronolojik vermek zorunda hissetmeden, altüst ederek, yer yer kahramanların eliyle bozup tekrar inşa ederek, canlı ve değişken hale getirmeyi başarıyor. Kurgu içinde kurgu yaratıyor. Pennac ithafında ve romanın içinde de belirttiği gibi, ünlü yazar ve çizer, asıl “Ernest ve Célestine” resimli çocuk kitabı dizisinin yaratıcısı Gabrielle Vincent ve Fransız çocuk edebiyatının bilinen eserinden; “Basile ile Yavru Sıçan Cadabra-Basile et le rat Cadabra” (yazar Véronique Le Normand) etkilendiğini belirterek başlıyor. Bugün hayatta olmayan değerli sanatçı Gabrielle Vincent’la olan mektup arkadaşlıklarını, hiç görüşemeseler de sürdükleri ilham dolu dostluklarını kitabın son bölümünde epey dokunaklı anlatıyor. Edebiyat, koskoca tek bir kitap değil midir zaten, uç uca eklenmiş… Dünyada bir araya gelmesi mümkün olmayan iki hayvan karakter –Ayıcık Ernest ile Farecik Célestine’in, tanışması, bir dizi macera yaşamasını ve toplumsal baskı gören dostluklarını, kader ortaklıklarını işleyen metin son derece mizahi ve haraketli bir dille kaleme alınmış. Ayılar dünyası –yukarıda– ve fareler dünyası –aşağıda– arasında her türden önyargıların kırıldığı, ayrımcılığın ortadan kalktığı sıradışı bir eserle karşı karşıyayız. Yazar –ki romanın kahramanlarından biridir– okuyup sevdiği bir kitap (Basile ile Yavru Sıçan Cadabra) sayesinde, “neden yavru ayıların dişleri ilk çıktığı zaman yastık altına konur” sorusu üzerinden yepyeni bir kurgu yaratıyor. Batıl inanç bu ya, dişi yastığın altından bir fare gelip alır gizlice ve yerine para koyar. Ancak romanda işler biraz daha karışık, yavru ayı dişlerini toplayıp bunları yaşlı fareler için satan Beyaz Klinik’te zoraki çalışan kahraman Célestine’dir ve o ressam olma sevdası yüzünden işini aksatmaktadır. Kimsesizler yurdunda yetişmiş, sırtındaki beyaz diş çantasıyla dolaşan, güzel resim yapan, diş hekimi olmak istemeyen, sevimli bir fare. Görevi nedeniyle yukarıdaki ayılar âlemine gidip geliyor, “metrovapur” denilen toplu taşıma aracını kullanarak. Ernest ise, yargıçlarla dolu ailesinde, yargıç ol-

BEN VE SEN İtalyan yazar Giusi Quarenghi’nin yazdığı “Ben ve Sen” adlı kısa çocuk romanı bir okul kütüphane görevlisinin yaratıcı etkinlik düşünürken aklına gelenlerle başlıyor. Çocukların şu kısa ömürlerinde yazılacak bir geçmişleri yok mudur? Elbette var! Kütüphaneci Marina, bir yaz atölyesinde çocukları ikişerli gruplara ayırıp arkadaşlarının yaşamöykülerini araştırıp yazmalarını istiyor. İtalyan Beata ile Faslı göçmen Aziza eşleşiyorlar ancak birbirlerinin hakkında yazmaları hiç de kolay olmayacak. Aziza yaşça daha büyük ama daha alt sınıfta çünkü Fas’tan göç edeli henüz iki yıl olmuş, İtalyacası yetkin değil. Beata’nın kendi ülkesinde anadilini konuşarak geçen hayatı daha kolay, Aziza’nınkkine oranla. Aziza’nın annesi bir evde yatılı hizmetçi olduğu için ancak hafta sonu görüşebiliyorlar, küçük kız rahibe yurdunda kalıyor. İki çocuğun hayatları birbirinden çok farklı, birbirlerine gide gele bunu fark ediyorlar. Tema; göçmenlerin sorunları, farklı dinlerle uyum, ırkçılık, anadilde eğitim gibi kavramlara farklı bakış açılarından yaklaşıma olanak tanıyor. Yazar, İtalya adına özeleştiri yapıyor, bu da kitabı değerli kılıyor. Çocukların yazdığı pasajlar çok gerçekçi, dil sade. Rahibeleri eleştirdiği kısmı çok sevdim. Okumanın faydaları yadsınamaz ama yazmanın çocuklar üzerindeki yararlarını örnekleyen önemli bir eser daha duyuruyor sesini… “Ben ve Sen”, Giusi Quarenghi, Resimleyen: Giuditta Gaviraghi, Çeviren: Nilüfer Uğur Dalay, 8+ yaş, 80 s., Günışığı Kitaplığı, 2015

mayı reddettiği, şair-müzisyen olmak istediği için şehri terk eden, ormanın ta derinliklerindeki gizli kulübesinde yaşayan kendi halinde bir ayı. Kış uykusundan çıkıp şehre indiğinde, ilk açtığı çöp kutusunda Célestine’nle tanışıyorlar ve macera tüm hızıyla başlıyor. Ernest ve Célestine bir dizi polisiye olayların ardından birlikte ormanda yaşamaya karar veriyorlar. Hırsızlık suçundan arandıkları için gizlenmek zorundalar. Tek istedikleri özgürce sanat yapmak. Yakalandıkları zaman çıkarıldıkları mahkemede savunmaları ortak: “Sizin istediğiniz nedir? Sanatçısız bir dünya mı?” Aslında suçlanmalarının nedeni doğru karşılanmayan dostlukları, yani hayli politik. Pennac hicivli anlatımıyla devlet sistemini, polis teşkilatlarını, kapitalizmi ciddi eleştiriyor. Fareler dünyasında yaratılan ‘Korkunç Kötü Ayı’ yargısını kırarak, korkutmayla var olan otoriteyi yerle yeksan ediyor. Akıştan kopmadan, hikâyenin tartışıldığı bölümlerde okurun araya girdiği kısımlar hayli eğlenceli ve düşündürücü. Pennac, doyumsuz, macera hazzı avcısı, bencil bir okur portresi çiziyor. Okur zaman zaman araya girerek kahramanlarla kavga ediyor ve tek istediği, hikâyede ‘sonra’ ne olacağı. “Ben hikâyenin tamamını isterim”, “Benim hikâyem ne olacak?” gibi müdahalelerle yazarı sıkıştırıyor. Yazar burada en makul kişi, öfkeli değil. Kahramanlarsa çoğu zaman panikte, başlarına gelen şeyler üzerinden yorum yapıyor ve metne dahil oluyorlar. Kahramanlar, üzerine vazifesi olmayan işlere karışan okura kızgınlar ama yazar okuru savunuyor: “Okur istediği gibi okur.” Burada yazmak eylemi üzerine de pek çok fikir tartışması sürüp gidiyor. Yazarın okurun yanında durması, kahramanlarını dinleyip onları özgür kılması gibi çağdaş edebiyat tutumları da gözler önüne seriliyor. Yazar da kusursuz değil ama gayet “iyi biri” –öğlenleri daldığı tembellik uykusu dışında. Yazılan şeyin konusu ne olmalıdır, okur ne sever? Ne ister? Ne bulur? Ne bulamaz? Sınır nerededir? “Ernest: Célestine, sen, ben, Yazar; hepsi aşağı yukarı aynı şey…” Metin boyunca ayrışan yazar ve kahramanları ayının bu ifadesiyle birleşiyor. Mutluluk anlatılmaz derecede sıkıcı mıdır gerçekten? Oysa anlatılsa bütün dünyaya yayılacaktır. Ernest ve Célestine mutludur mesela. Kitabın sonlarında, yazarı devre dışı bırakıp, kendi yaşam hikâyelerini resimli çocuk kitabı olarak “birlikte” ürettiklerinde sonuç son derece başarılıdır. İki dünya arasındaki barışı mutlu, resimli çocuk kitapları sağlamıştır. Sanırım bütün çocuk kitabı yazanlarının hayali de budur. Bu hayalin bir an önce gerçekleşmesi umuduyla! “Ayıcık Ernest ile Farecik Célestine’in Romanı”, Daniel Pennac, Çeviren: Füsun Önen, 9+ yaş, 203 s., YKY, 2014

ON ÇOCUKLU BİR BABA Arkadaş Yayıncılık’ın yeni çocuk ayağı Almidilli’den güzel kitaplar çıkıyor. Bénédicte Guettier’in kendine has üslubuyla hem yazıp hem çizdiği eğlenceli bir dizi “Komik Kahramanlar”. “On Çocuklu Bir Baba” “Görünmek İsteyen Hayalet”, “Dişi Ağrıyan Tavuk” birbirinden komik ve neşeli üç kitap. İçlerinden başlığı gereği on çocuklu babanın zor anlarının anlatıldığı hikâye ilgimi çekiyor. Baba zorlandıkça ben eğleniyorum. Toplumsal cinsiyet rollerine karşı kitaplar listesine alabileceğimiz güzel bir hikâye. Anne nerede bilinmiyor. Bir baba on çocuğuyla birlikte yaşıyor. Tek ebeveyn olmak bir hayli zor. Ancak babanın dinlenmeyi tam da hak ettiğini düşündüğümüz anda, o keyifle yelkenlide yol alırken fark ediyoruz ki, yalnızlık her şeyden yorucu. Üstelik de kalabalık yaşamaya alışmış, çocuklarını seven bir baba için. Hep yaşadığımız durum değil mi bu? Çocuklardan ayrı kaldığımızda düştüğümüz o büyük boşluk. Öyle ki insan ne dinlenebiliyor ne de bir şey üretebiliyor umduğu gibi. Ne diyelim, babalar bakacaksa, isteyen her kadına üç çocuk, olmayacak şey değil. “On Çocuklu Bir Baba”, Bénédicte Guettier, Çeviren: Gözde Zeynep Çaylı, 5+ yaş, Almidilli Yayınları, 2015


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2015

Bir Hayat Deneyi MELİSA CEREN HASMADEN

O

cak ayında Metis Yayınları tarafından basılan “Kendine Ait Bir Hayat”ı okumaya karar verdiğimde, kitabın tanıtımında değinilen “içsel keşif deneyi”nden ziyade Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sına gönderme yapan ismin cazibesine kapılmıştım. 1900 yılında Londra’da doğan Marion Milner, Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sının yayınlandığı 1929 yılında çoktan University College London’ın psikoloji bölümünden mezun olmuş ve Joanna Field mahlasıyla 1934’te yayımlayacağı “Kendine Ait Bir Hayat”ın hammaddesini oluşturan günlüklerini tutmaya başlamıştı. Marion Milner kadınların yazıp çizmek, düşünmek ve incelemektense çocuk büyütüp tencerede kaynayan yemeği karıştırmalarının, gümüşleri parlatıp zarif bir ışıltıyla salonlarının bir köşesinde oturmalarının beklendiği yıllarda üniversite eğitimi gören, çalışan, parasını kazanan, kendi özgürlük alanını inşa eden bir kadın. Woolf’un “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın [...]” dediği yıllarda, tüm bunlara sahip bir kadının katedebileceği yolun önemli bir temsili. Bilim dalı olarak henüz saygınlığını kazanmamış psikoloji alanında eğitim gören ve çalışmalarını sürdüren Milner, yeni kabul edilen bu disiplin için bile sınırları zorlayan bir deneye, kişisel bir incelemeye girişiyor. Yazarın kendi sözleriyle özetlersek: “Bu kitap yedi yıllık bir hayat incelemesinin kaydıdır. Bu kaydın amacı ne tür deneyimlerin beni mutlu ettiğini bulmaktır.” Milner bu kadar kişisel bir deneyimi kitaplaştırmasının nedenini, kendi hayatındaki olgulardan çok uyguladığı yöntemin başkalarına faydalı olacağı düşüncesiyle açıklıyor. Böylece kendisini mutlu eden şeyleri, gündelik olayları, duygularını, deneyimlerini ortaya döktüğü günlüklerini okurla buluşturuyor. Başlarda el yordamıyla, düşe kalka neredeyse beceriksizce ilerliyor günlük defterinin sayfalarında. Neyi nasıl ifade edeceğini bilemeyen kelimeler, zaman içinde uzun cümlelere; basit tanımlamalar detaylı betimlemelere ve daha sonra da derin analizlere dönüşüyor. Milner, günlük tutma işine ilk giriştiğinde bundan beklediği verimi alamıyor. İç dünyası, düşünceleri, duyguları bir anda olanca çıplaklığıyla kâğıda dökülmüyor. Aksine başkaları ne der kaygısıyla, onları memnun etme eğilimiyle, gündelik hayatın hay huyuyla, öğrenilmiş beklentiler, duygular ve düşüncelerle iç dünyasının üstünü örtüyor. Bunu yaptığını fark etmesiyle de kendisinin “sandığı kişi” olmadığının ayırdına varan Milner, yavaş yavaş daha derine inerek yüzeyde biriken tortudan uzaklaşmayı, daha saf bir “benliğe” ulaşmayı deniyor. Çalışmasını tamamıyla kendiyle sınırlı tutmakta kararlı olan Milner, yöntemini geliştirirken başka çalışmalara yaslanmamayı tercih ediyor. “Başıma gelen herhangi bir şeyi bilim terimleriyle düşündüğümde, onu parçalara ayırmak ve başkalarıyla ortak özelliklerini dikkate almak durumunda kalıyordum, bu yüzden de bir bütün olarak sahip olduğu eşsiz niteliği, geniş algıda bana büyük keyif veren; ‘kendindeşeyliği’ kaybediyordu. …Bilim sadece nesneler

melisahasmaden@gmail.com hakkında konuşabiliyordu.” Kendi deneyimlerinin peşine düştüğünde mutluluğun hiç beklemediği anlarda geldiğini fark ediyor Milner. İyi vakit geçirmek, neşeli zamanlar ve eğlence ile mutluluk arasındaki ayrım üzerine düşünüyor. Gerçek mutluluğun kendiliğinden “içine doğuşunu” keşfederken bu deneyimi tekrar tekrar yaratmanın mümkün olup olmayacağını sorguluyor. Bunun için de farkındalığını yüksek tutacak pratikler geliştirme çabasına girişiyor. Buraya kadar Milner’ın deneyi son derece benmerkezci gibi görünebilir. Ancak Milner’ın daha çalışmasının başında fark ettiği ve dış dünyayla arasında bir perde gibi duran, sürekli kendine dönük ve kör düşünce olarak adlandırdığı “benmerkezci dırdır” uğraştığı en temel düğümlerden biri. Kör düşüncenin hükmünden kurtulmadan kendini “öteki”ne açmanın, bir başkasının varlığıyla dolmanın mümkün olmadığını keşfediyor Milner. Yazarın bu yedi yıllık çalışması, kişinin ne istediğini bulmasının zorlu ve emek gerektiren bir yolculuk olduğunu gösteriyor. Gündelik yaşam içinde sürüklenirkenki anlık isteklerin değil, benliğinin derinliklerinden gelenlerin önemini kavrıyor Milner. Yazar çalışmasında çelişkilerini, zaman içinde değişen fikirlerini, kendisiyle yüzleşmelerini, hayalkırıklıklarını olduğu gibi gözler önüne sermekten çekinmemiş. Belki yazarın her şeyi bilen bir “psikolog” değil, benim gibi bir insan olduğu bu denli açık edildiği için “Kendine Ait Bir Hayat”ı okurken sık sık yazarla özdeşlik kurabildiğimi fark ettim. Bu duygumun nedenlerinden birinin de yüzyıllardır kadınların paylaştığı ortak bilinçaltı olduğunu düşünüyorum. 1920’lerde yaşamış genç bir kadınla aynı duygusal gelgitleri yaşamış olmamız bu bilinçaltının varlığına olan inancımı kuvvetlendiriyor; romantik bir ilişkide benzer bir ‘alan’ arayışı, hayatımla ne yapacağım kaygıları, sosyal hayatın dengesini oluşturmakta karşılaşılan zorluklar, kabul edilme arzusu ile kendin ol düsturuna uymanın çelişkileri... “Kendine Ait Bir Hayat”ın ilk basımının ellinci yılında Amerikalı bir yayınevi kitabı yeniden basmak ister. Ancak kitaba bir ek bölüm gerekli görürler ve yazardan kitabı yazma kararı ile bu çalışmada söz ettiği keşiflerin sonraki hayatını nasıl etkilediğini kaleme alınmasını isterler. Metis Yayınları’nın Türkçeleştirdiği ve elimizde tuttuğumuz kitap, işte bu basım. Bu ek bölümde Milner, kitabı hakkında yayımlanmış eleştirilere de kısaca yer veriyor. Yer vermekle kalmayıp, eleştirilerle ilgili düşüncelerini de açıklıyor. Mutluluk için hazır bir formül sunmak yerine size arayışınızda rehberlik edecek, bunun için “çalışmaya teşvik edecek” bir kitabın peşindeyseniz “Kendine Ait Bir Hayat” iyi bir tercih olur sanıyorum. Yanıtları vermektense doğru soruları sormanıza yardımcı olduğu için özellikle... “Kendine Ait Bir Hayat”, Marion Milner, Çeviren: Aslı Biçen, 198 s., Ocak 2015

EMRE KONGAR Yaşar Kemal: Doğa ve Toplum Geçen ayki yazımda Yaşar Kemal’in “Büyük yazarlığını” irdelerken on bir ölçüt sıralamış ve çözümlemeye “dil” üzerinden devam etmiştim. Aslında bu ölçütler elbette “bana göre” yani öznel ölçütlerdi... Birleştirilerek daha az sayıda veya ayrıntılandırılarak daha çok sayıda sıralanabilirlerdi. Konuyu daha da öznel hale getirerek şunu da diyebilirim elbette: Bence bir yazarı “Büyük Yazar” yapan en önemli özellik, çağının ve toplumunun insanını, sorunlarını iyi yansıtması ve bunu yaparken dili güzel kullanmasıdır... Ve Yaşar Kemal bu ölçüte göre gerçekten de “Büyük Yazar”dır. *** Yıllar önce yazdığım bir yazıda Yaşar Kemal’i “Çağdaş Klasik” saydığım yazarlar arasına koymuştum: Söylemek istediğim şey, benimle çağdaş olan ama yazdıklarının evrensel nitelikleriyle klasikleşmiş olan yazarlardı. Bu çerçevede Yaşar Kemal’i de “Feodalitenin çöküşünü en iyi anlatan yazar” olarak niteliyordum. *** Aslında doğa ve toplum, Yaşar Kemal’in bütün romanlarında ince ince işlenmiş, okura özenle aktarılmış iki arka plandır. Sanıyorum onun doğa betimlemeleri, kendisinden ileri yıllara kalacak olan en önemli edebiyat örnekleri arasındadır. Yaşar Kemal’in, kitaplarında doğa ile toplumsal ilişkiler Çukurova’da bütünleştirilmiştir. Bir yandan Çukurova’nın doğası betimlenir, öte yandan Çukurova’daki insan ilişkileri çözümlenir. Bu çerçevede, Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde, feodaliteden kapitalizme geçiş, bir başka deyişle, feodalitenin çöküşü, Yaşar Kemal tarafından mükemmel bir duyarlılık ve ince bir dille anlatılmıştır. “İnce Memed” dörtlüsü, ağalık düzenine karşı bir başkaldırıştan, kültürel bir aydınlanmaya geçişin inanılmaz ayrıntıdaki ve zarafetteki öyküsüdür. Ama asıl büyük toplumsal dönüşümü ve çöküşü “Akçasaz’ın Ağaları” ikilisinde gözlemleriz. “Demirciler Çarşısı Cinayeti” ve “Yusufçuk Yusuf”ta, Ala Temir, Mahir, Mustafa ve Derviş arasındaki ilişkiler, bir kuyumcu özeniyle işlenmiş, insan doğasının ve toplumsal yapının ince dokularına nüfuz ederek okuru avucuna almıştır. *** Yaşar Kemal’in başta “Akçasaz’ın Ağalarını” üç kitaplık bir dizi olarak planladığı anlaşılıyor... 2002 tarihinde Radikal’de Cem Erciyes’e ve Hürriyet’te Doğan Hızlan’a, dizinin üçüncü cildi olarak “Anavarza”yı yazmayı planladığını söylüyor. Ama sonradan herhalde bu iki kitabı yeterli bulmuş. *** Bana kalırsa, yazılmış olan bu iki kitap Çukurova’nın dönüşümünü bir bütünlük içinde okura yeterince aktarabilmiş başyapıtlardır. Okur, bu kitaplarda Yaşar Kemal’in bir nevi feodal ahlak güzellemesi yaptığı izlenimini de edinir. Gerçekten de çöken feodal düzen, kendi ahlak yapısını da birlikte götürmekte; insan ilişkileri, bilinen, alışılagelen geleneksel kültürün ötesinde, paraya dayalı, her türlü vefa ve güveni dışlayan bir yapıya dönüşmektedir. Bütün bu dönüşüm sürecinin en iyi izleneceği yer de hiç kuşkusuz, “endüstriyel tarım ürünleri” üreten, tarımda kapitalistleşmeye öncülük eden Çukurova bölgesidir. Yaşar Kemal bu bölgenin hem ürünü hem de öykücüsüdür!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.