Remzi Kitap Gazetesi / Mart 2016

Page 1

Kırmızı Saçlı Kadın

Güneşi Kuşatmak

Karanlık Barselona

ORHAN PAMUK

PAULA MCLAIN

MARC PASTOR

H

O

R

E

M

Z

İ

B

emingway’in karısı Hadley’in hikâyesini merkeze aldığı “Paris’teki Eş” romanının yazarı Mclain, yine bir kadın kahramanı tanıtıyor bizlere. Afrika’nın ilk kadın yarış atı antrenörü olan Beryl Markham’ın çocukluğundan 30’lu yaşlarına kadar süren yaşamı, özgürlük peşinde bir kadının büyüleyici öyküsünü sunuyor. Devamı sayfa 7

rhan Pamuk yeni romanı “Kırmızı Saçlı Kadın”da, kökü 1980’li yıllara uzanan bir baba-oğul hesaplaşmasını ele alıyor. Suçluluk duygusunun irdelendiği ve kader kavramının sorgulandığı romanda, Doğu-Batı, şehir-taşra gibi çeşitli zıtlıklar da bir baba-oğul öyküsünün katmanları olarak karşımıza çıkıyor. Devamı sayfa 6

K

İ

T

A

B

E

V

arselona’nın gizemli ve karanlık sokaklarını mekân edinen, korku ile polisiye türünün kesişme noktasında duran bir roman. 20. yüzyıl başlarında geçen hikâye, kaybolan çocukların gizemini çözmeye çalışan iki dedektifin, Barselona’nın vampirellası olarak anılan Enriqueta Marti’nin peşine düşmesini konu ediniyor. Devamı sayfa 10

ARKA KAPAK KONUĞU

İ

Aytekin Yılmaz

SAYI 123 - MART 2016 - ÜCRETSİZDİR

TÜRKÇENİN KADIN HALİ

Ü

lkemizde kadının sanata ve edebiyata emek vermesi uzun yıllar boyunca, kemikleşmiş değerlere ve kutsal aile dogmasına açılmış bir savaş olarak algılandı. Buna rağmen geride bıraktığımız yüzyıl, Türk edebiyatına birçok kadın kalem kazandırdı. Kadınların yazması edebiyat dünyası için hayati öneme sahip. Zira kadın kimliğini ötekileştiren, kadını özneliğe layık görmeyen patriyarkanın karşısında en iyi silahın kadının tuttuğu kalem olduğunu biliyoruz. Çağdaş Türk edebiyatının önemli kadın yazarlarından Tezer Özlü,

Kendi Seven Ağlamaz

Devamı sayfa 8-9

6

TUNA KİREMİTÇİ

Ali

10

CAN ARCA

Ucunda Ölüm Var KEMAL VAROL

Kadınlar EDUARDO GALEANO

Liberalizmden Neoliberalizme

12

MURAT UYURKULAK

13

“Parçası Olduğum Erilliği Yazdım”

14

GÜLTEN KAZGAN

Analar Her Şeyi Bilir

3

Leylâ Erbil ve Sevgi Soysal cesur kalemleri, kadın cinselliğini sahiplenişleri ve geleneksel dayatmalara karşı duruşlarıyla öne çıkan isimlerden. Toplumsal cinsiyet rollerinin ötesine geçen anlatımlarıyla tarifledikleri toplumun kimi zaman duymaktan rahatsız olduğu insanlık ve varoluş hallerini şimdi bu isimlerin eserlerinden okuyarak, kadınlık sorunsalının edebiyatımızın yakın geçmişinde bıraktığı izleri takip edebiliyoruz.

7

15

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

Bilincin İçi Dışı

Sıra Dışı Bir Aydın: Enis Batur

Arslan Kaynardağ ve Elif Kitabevi

M

urat Uyurkulak son romanından 10 yıl sonra “Merhume”yle çıktı okurlarının karşısına. Şubat ayında raflarda yerini alan roman, yazarın diğer kitaplarında karşılaştığımız çok sesli, çokkatmanlı yapıyı sürdürmekle birlikte bir üst bakışla kendi anlatısını da eleştirerek okuru şaşırtıyor. “Merhume”, kelimenin sonunda yer alan silik e’nin işaret ettiği gibi karakterlerinin bütün toplumsal cinsiyet normlarından arındırıldığı bir roman. Uyurkulak’ın diğer roman ve öykülerinden aşina olduğumuz hikâyelerin derinleştirildiği bu yüksek tempolu anlatıda baş karakter Evren Tunga kaçınılmaz ölümünü, ömrünü bir edebi esere dönüştürerek bekliyor. Belirsiz bir gelecekte gerçek dünyadan tanıdığımız birçok erkek merhum olarak anılırken Uyurkulak’ın “Tol” romanından aşina olduğumuz Yusuf, Evren Tunga’nın ölüm döşeğinde kaydettiği kasetleri romanlaştıran yazar olarak karşımıza çıkıyor.

Ancak birlikte hayatta kalabilen Uyurkulak’ın “ezilmiş ve aşağılanmışları” kitapların sınırlarını aşarak yazarın dünyası içinde birbirlerine tutunmayı başarıyor. Murat Uyurkulak’la bu acımasız dünya içinde var olan karakterlerini ve son romanı “Merhume”yi konuştuk...

“‘Tol’, 2002’de yayımlandı. Yazarlığa, yazdıklarınıza bakışınızda bir değişme oldu mu?” “Şöyle ferah ferah ‘ben yazarım’ diyemedim hiç. Yazar olmaktan önce bir okur saydım kendimi. Bunda hayata dair tercihlerimin de etkisi oldu. Yazıyla para kazanmak; onun gerektirdiği tertibat, tavır ve plan programla pek alakam olmadı. Başka mesailerden para kazanıp hayatı sürdürmenin, yazmakla ilgili bir tür özgürlük alanı sağlayacağını hissettim hep. O yüzden kitapların arasında uzun vakitler oldu. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2016

SELİM İLERİ:

“Yazma Bende Kansorejen Bir Şeydir” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ

S

elim İleri 2017’de edebiyatta 50. yılını dolduracak. 50’ye bir kala kendisiyle yaptığımız bu söyleşide, Selim İleri söz konusu olunca hemen söyleniveren “hüzünlerin yazarı” tanımlamasının yazar tarafından benimsenmediğini öğrendim. Bunun yanında ilk kitabını “kendi imkânları”yla bastırdığını da. Selim İleri sadece usta yazar değil, usta bir okur da aynı zamanda. Okurun ustası olur mu? Olur. Hatta öyle ki o olmadan, usta yazar olunamaz. İşte Selim İleri bize bunu gösteren bir isim, tam 50 yıldır.

“Yıllar içinde yazarın bir formülü oluşuyor mu? “Vallahi bende oluşmadı. Profesyonel bir tarafım hiçbir zaman olmadı. Hiçbir zaman bir plan çıkartmadım. Bir şey billurlaşır ve ben onu görürüm, ondan sonra yazmaya başlarım. Her seferinde başladığım şeyi en az otuz kere kırk kere tekrar yazarım. Ancak yarıladıktan sonra kendi yolunu bulur. Bende yazma kanserojen bir şeydir. Bünye onu başta hep reddetti. Sonra sonra organizmaya dönüştürebiliyorum.”

“Peki romanın fikri nasıl oluşuyor? Bir meseleden mi? Bir hikâyeden mi? Karakterden mi?”

“Çoğu zaman meselelerden oluşuyor. Yani mizacıma, yaradılışıma yatkın olan meseleler, dönüp baktığım zaman fark ediyorum, yazıya da yansımış oluyor. Bunların da başında sanırım kaba güce karşı olmak geliyor… Kaba gücün olduğu hiçbir şeye, ister bireysel olsun, ister toplumsal olsun, hiçbir zaman yatkınlık duymadım; hep nefret duydum. Bunlar karşısında kendimden beklemediğim kadar fevri tavırlarımı da yakaladım. Yani bana ‘hüzünlerin yazarı’ falan denir genelde, aslında o sözleri çok benimsemedim. O hüzünlü gibi gözüken şeyin altında, çarpık insan ilişkilerine, yok ediciliğe karşı çıkma isteği var.”

“Vefa duygusundaki hassasiyetiniz de çok söylendi. Hüzün gibi mi bakıyorsunuz buna da?”

“Benimki vefadan çok, intikam alma. Çok haksızlık yapılmış edebiyatta. Kör okura, kör yayıncıya, kör eleştirmene karşı, onlardan bir intikam alma isteği.”

“Yazmaya başladığınız dönemlerde siz de zorluklarla karşılaşmış mıydınız kitaplarınızı yayınlatma konusunda?”

“O yıllarda bugünkü gibi çok genç kuşaklara, genç emeklere açık bir ortam yoktu. Tam tersine hâlâ eski basım imkânlarıyla, sistemleriyle basıldığından dolayı ciddi bir para yatırılacak diye, yayıncılar elli milyon kere dü-

şünürlerdi. İlk kitap zaten kendi olanaklarımla çıktı yani olanak dediğim, teyzemin kasasından para çalarak. “Pastırma Yazı”, ikinci hikâye kitabı, Bilgi Yayınevi’nde çıktı. Kemal Tahir o yıllarda Bilgi Yayınevi’nin çok satan bir yazarıydı. Kemal Tahir’le usta-çırak ilişkimiz vardı, onun ‘basacaksın bunu’ demesi yüzünden rahmetli Ahmet Tevfik Küflü “Pastırma Yazı”nı bastı. Yıllarca depoda kaldı kitap; depoda kaldı diye başımın etini yedi nur içinde yatsın. Üçüncü kitap; Hürriyet Yayınları yeni bir yazarla başlamak isteğiyle kurulmuş bir yayıneviydi. Orada da Doğan Hızlan’la olan dostluğum, Adnan Semih Yazıcıoğlu vardı rahmetli, yani onların himayesi denebilir. Ancak ve ancak “Dostlukların Son Günü”nde yol alabildim. O da başlangıçta değil, başlangıçta artık kitabımı hiçbir kitabevi basmadı. Birçok yayınevini dolaştım, onların arasında Remzi Kitabevi de vardır, Yankı Yayınları, Oda Yayınları vs. hiç kimse basmadı, çünkü öteki üç kitap hiç satmamıştı. O zaman Bilgi’nin başında da Attilâ İlhan vardı. ‘Sait Faik Armağanı’na katılırsan basarız’ dedi. Sanıyorum, sanmıyorum biliyorum, İstanbul’a gelip jüri üyelerini tek tek dolaştı, o jüri üyelerinden içtenlikle kaçı bana verdi onu tam bilmiyorum, hepsi ölüp gittiler.”

“Yazma süreci sancılı bir süreç. Olmayacak galiba duygusu yazarların ortak ruh hali. Bu çekilmez duyguya rağmen niye devam ediyor yazar?”

“Olsun diye. Yani öncekinde olmadı, belki bu kez olur, sapkın bir şey, hep umut var. Yani tam istediğim kitabı yazamadım, şimdi yazacağım, bu kez olacak; hep o kandırmaca, insanın kendi kendini kandırmacası gibi geliyor bana.”

“Peki o gerilime ihtiyaç mı var yazmak için aynı zamanda, rahat rahat yazılmaz mı?”

“Vallahi rahat rahat yazanlar var. Siz de takip ediyorsunuz. Kalıcı bir şey yazmak her yazarın isteği sanıyorum. Ama kalıcı bir şey için insanın baştan aşağı tedirginlikle dolup taşması gerekiyor diye düşünüyorum.”

“İlk neden yazmaya başladınız?”

“İlkokul üçte Reşat Nuri Güntekin’in ‘Kirazlar’ adlı bir hikâyesi okuma kitabımızdı, çok acıklı bir hikâyeydi bu. O hikâyeyi yaşam gibi görmüştüm, müthiş etkilemişti beni. Ama orada yazmak düşüncesi yoktu. Sonra hazırlık sınıfındayken Galatasaray’da bir akşam radyoda, Tennessee Williams’ın ‘Sırça Kümes’ini radyofonize etmişler Kent Oyuncuları. Onu dinleyip sona erdiği vakit yatak odasına giderken, dün gibi gözümün önünde, ben

de insan acılarını yazacağım, diye düşündüm.”

“Öyleyse yazmak dünyaya bir müdahale midir sizin için?” “Başta inanıyordum buna, dünyayı değiştirmek olacağına inanıyordum. O zamanlar dünyayı, yazmanın değiştirebileceğine inanıyordum. Bugün hiçbir inancım yok bu konuda. Dünyanın silahlarıyla, siyasetin silahlarıyla, erkin silahlarıyla, sanatın silahlarının aynı olamayacağını çoktan fark ettim. Çok daha fazla okuyan bir ülkede de yaşasanız, edebiyatın silahları insana ve insanlığa ait şeylerdir, ötekilerin silahları ölüme ve öldürmeye ait şeyler.”

“Çok satar olmak bir yazar için önemli midir? Önemliyse neden önemlidir?”

“Yazarlarımızın çoğu çok zor şartlar altında çalıştılar, hele bizden önceki kuşak. Kimi öğretmendi, muhasebecilik bile yapanı vardı. Yazarlığın bir uğraş, gerçek bir uğraş alanı olması için yazarın hiç olmazsa geçim şartlarının asgari olması gerek. O açıdan ne kadar sattığınız önemli ama şu da var, ben kendimde de yakalıyorum: Çok satanlara da düşman oluyoruz. Bu da doğru değil. Çok satanlar arasında çok önemli eserler vermeye çalışan, yazarlıklarında aşama kaydetmeye çalışan kişiler de var. Peşinen inkâr etmek yanlış geliyor. Ama eğer yazdıklarını projeler üzerine kuruyorsa bu tabii çok doğru bir şey değil.”

Remzi’de En Çok Satanlar (Şubat 2016) KİTAP (KURGU)

1 2 Kadınsız Erkekler 3 Sen Benim Hayatımsın 4 Gece Uçuşu 5 Küçük Prens 6 Elveda Güzel Vatanım 7 Kodin 8 Boğulmamak İçin 9 Kürk Mantolu Madonna 10 Bir Kadının Hayatından 24 Saat Kırmızı Saçlı Kadın Orhan Pamuk, YKY

Haruki Murakami, Doğan Kitap

Ferzan Özpetek, Can Yayınları

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi Ahmet Ümit, Everest Yayınları

Panait Istrati, Remzi Kitabevi

George Orwell, Can Yayınları Sabahattin Ali, YKY

Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınevi

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 2 Felsefenin Kısa Tarihi 3 Osmanlı’ya Bakmak 4 Sade 5 50 Muhteşem Kısa Hikâye 6 Ted Gibi Konuş 7 Maniki Dünya 8 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens 9 İletişim Donanımları 1 0 Başarıya Götüren Aile Kelebeğin Hayat Sırları

Nil Karaibrahimgil, Doğan Novus

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Mart 2016

Nigel Warburton, Alfa Yayıncılık

İlber Ortaylı, İnkılap Kitabevi

Begüm Başoğlu-Ege Erim, Okuyan Us Yayıncılık

Kolektif, Tefrika Yayınları

Carmine Gallo, Aganta Kitap

Hüsnü Mahalli, Destek Yayınları

Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap

Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi

Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi

Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Mart 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Tolkien’in Bilinmeyen Şiirleri “Yüzüklerin Efendisi” yazarı JRR Tolkien’e ait, bugüne kadar kayıp olan şiirler Amerikalı bir Tolkien uzmanı tarafından ortaya çıkarıldı. Şiirler Oxford’daki Our Lady’s School’un 1936 yılına ait dergisinde bulundu. Hammond’a

Kaynak: Rachel Donadio, The New York Times, 9 Şubat 2016

Harry Potter Yolda Dünyanın en sevdiği büyücü Harry Potter’ın yeni macerası “Harry Potter and the Cursed Child: Parts I&II” (Harry Potter ve Lanetli Çocuk: 1. ve 2. Bölüm) 31 Temmuz’da Pottercılarla buluşmaya hazırlanıyor. J. K. Rowling ve Jack Thorne tarafından yazılan ve son Harry Potter kitabından dokuz yıl sonra basılacak olan “Harry Potter ve Lanetli Çocuk” John Tiffany yönetiminde seyirciyle buluşacak tiyatro oyununun kitaplaştırılmış hali olacak. İlk olarak geçen kasım ayında duyurulan kitap, Harry, Ron ve Hermione’nin yetişkinlik hayatlarını anlatacak. Harry Potter hayranlarının sitesi Pottermore’da açıklandığına göre, Harry’yi bu sefer Voldemort değil Sihir Bakanlığı’ndaki işi ve okul çağındaki üç çocuğu uğraştırıyor olacak. Bir yandan da babasının kaderiyle başa çıkması gereken küçük oğlu Albus yeni hikâyenin ana karakterlerini oluşturacaklar.

“… Düşünde bile göremez işler düşlerin gördüğü işleri.” Can Yücel

“Bülbülü Öldürmek” Broadway’de

Şubat ayında yaşama veda eden Harper Lee’nin “Bülbülü Öldürmek” adlı romanı, ünlü senarist Aaron Sorkin imzasıyla tiyatroya uyarlanmaya hazırlanıyor. Yapımcı Scott Rudin’e göre oyun 201718 sezonunda perde alacak ve Tony Ödüllü Bartlett Sher tarafından yönetilecek. “A Few Good Men” (Birkaç İyi Adam) ve “The Farnsworth Invention” (Farnsworth Buluşu) gibi oyunlara imza atan ve “Sosyal Ağ” filmiyle Golden Globe alan Sorkin’in adaptasyonu şimdiden heyecanla bekleniyor. Bu, daha önce 1991 yılında New Jersey’de, 2013 yılında da Londra’da sahneye uyarlanan kitabın ilk Broadway yolculuğu olacak. Kaynak: The Guardian, 10 Şubat 2016

Rockçı Springsteen’den Otobiyografi Simon & Schuster yayınevi geçtiğimiz günlerde ünlü rockçı Bruce Springsteen’in otobiyografisinin 27 Eylül’de piyasaya çıkacağını duyurdu. Rock müziğinin en önemli isimlerinden biri olan ancak özel hayatı konusunda çok fazla şey bilinmeyen Springsteen’in 2009 yılından beri gizlice bu kitap üzerinde çalıştığı söylendi. Bruce Springsteen New Jersey’deki çocukluğunu ve nasıl bir müzisyen haline geldiğini anlatıyor ve müziğine ilham veren kişisel sıkıntılarını ilk defa hayranlarıyla paylaşmayı amaçlıyor. Amerika’yla aynı anda İngiltere, Kanada, Avusturalya ve Hindistan’da satışa sunulacak kitap için şimdiden dokuz ülkeyle daha anlaşma imzalandığı da bildirildi. Kaynak: Elysa Gardner, USA Today, 11 Şubat 2016

Kaynak: Carly Ledbetter, The Huffington Post, 10 Şubat 2016

irmakzileli@gmail.com

Bilincin İçi Dışı

ZEYNEP ŞEHİRALTI

Yayınlandığı 2012 yılından beri tüm dünyada kendine büyük bir hayran kitlesi edinen Elena Ferrante’nin Napoli Dörtlemesi ilerideki günlerde televizyona uyarlanacak. Çekimleri İtalya’da, İtalyanca yapılacak dizinin otuz iki bölüm olması planlanıyor. Proje üzerinde iki yıldır çalışıldığını belirten Domenico Procacci’nin açıklaması twitter’da da yankı buldu. Elena Ferrante adıyla yazan ve gerçek kimliğini gizleyen yazarın da projenin içinde olacağı bildirildi. Elena ve Lila adındaki iki kadının dostluğunu ve hayatını anlatan dört roman, bir yandan da İkinci Dünya Savaşı sonrası Napoli’yi ve İtalya’nın yakın dönem tarihine mercek tutuyor. Küçük bir yayınevinden çıkan romanlar, kısa sürede dünyada kült hale gelmiş ve kendine her milletten hayran edinmişti.

IRMAK ZİLELİ

Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 16 Şubat 2016

Dünyada Kitap Ferrante’nin Romanı TV Dizisi Oluyor

Devrik Cümle

göre ilk şiir, Tolkien’in 1962 yılında bastığı “The Adventures of Tom Bombadil” (Tom Bombadil’in Maceraları)’nda yayınlanan “The Shadow Man”in (Gölge Adam) ilk versiyonuydu. İkinci şiir “Noel” ise dini bir şiir. Our Lady’s School iki şiiri de bir sergiyle dünyaya tanıtmaya hazırlanıyor.

Ya da “Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi / Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor yürekten gelenin doğal rengini” (Shakespeare, Hamlet). Düş kurma ilhamı vermeyen edebiyat metni okura dönüşüm vaat etmez. İnsan sadece bilinçle değişen değil, düşleyerek de değişen bir varlık. Düşler altüst ediyor insanı, onlar karıştırıyor ruhu. Dış dünya, insanı bilincin kontrolüne girmeye zorluyor. “Akıllı varlık”lara dönüşüyoruz hızla. Doğduğumuzda sahip olduğumuz renklilik ve canlılık baskılanarak derinlere gömülüyor. Aileden başlayarak, okulla ve sistemin tüm aygıtlarıyla şekillendirilen “bilinç”, özümüzdeki renkleri bilinçdışına itiyor. Ne tuhaf ki sistemin “bilinç taşıma” yöntemini devrimciler, hatta kimi sanatçılar da sahipleniyor. Uygarlığın alametifarikalarından biri de bu “dışarıdan bilinç taşıma” işi. Öte yandan dışarıdan taşınan bilinç insanın sadece bilincine laf geçirebiliyor. Oysa insanın gerçekliği o bilinçten ibaret değil. Hatta belki de “asıl özümüz” onun dışında. Bu öz tamamen yok edilemediği için, bilinçdışı onun korunduğu bir alana dönüşüyor. Öyleyse ruhumuzu saklayan bilinçdışının, sistemin parmağını sokamadığı bir alan olarak, büyük bir özgürleşme ve keşif vaat ettiğini söyleyemez miyiz? Buna rağmen, devrimcilerin, sanatçıların, filozofların neden hâlâ pek çoğu bilinçlerimize seslenmeye çalışıp, bilinçdışına ulaşmakla pek o kadar ilgili görünmüyor? Böyle düşününce sanatın işi kişiyi değiştirmek mi emin olamadım şimdi. Bilinçdışında saklı tuttuklarımızı kışkırtıp gölge etmeseler başka ihsan istemeyiz aslında. İlk insandan miras aldığımız, tarihinin derinliklerinde saklı, genlerimizde yazılı bilgiler uygarlık tarafından yıllar içinde unutturulmuş bize. Sanatçı ve düşünürlerin bu unuttuklarımızı bize hatırlatabilmesi için, önce kendilerinin kendi zihinlerindeki vahşi ormana dalma cesaretini ve merakını duymaları gerekiyor. Yaratıcısının bu tür bir hatırlama süreci yaşamadığı sanat eserinin, bir devrimci söylemin ya da felsefi düşüncenin, ulaştığı kitlenin bilinçdışında karşılık bulması güç görünüyor bana. Romancı, yazma sürecinde kendini bilinçdışı alana teslim ettiğinde kendisinin de bilmediği/unuttuğu şeylerin eserine sızmasına izin veriyor. Bu şekilde oluşan bir roman okurun da bilinçdışına ulaşabiliyor. Çünkü aslında bilinçdışlarımız da sandığımız kadar bireysel değil, kolektif ve tarihsel tarafı azımsanmayacak boyutta. İnsan tekil olduğu kadar tümel bir varlık. Günümüzde karşılaştığım çoğu edebiyat metninin (sadece ülkemizde değil dünyada da) iyi düşünülmüş, akıllıca kurgulanmış olduğunu görüyorum. Aklıma hitap ediyorlar. Okuyorum, anlıyorum, üzerine düşünüyorum. Hatta pek çoğu zekice kurgu numaralarıyla beni tavlıyor da. Aklında ne kaldı, diye sorsanız bir iki cümlede özetlenebilecek fikirler söyleyebilirim. Tekniği hakkında da konuşurum isterseniz. Peki bilinç düzeyindeki bu kavrayışın fiziksel, bedensel bir karşılığı oluyor mu? Okurken heyecanlanıyor muyum mesela? Bedenimi ateş basıyor mu? Karşılaştığım cümleler nabzımı yükseltiyor mu? Bedenimde bu tür tepkilere yol açan metinlerin yarattığı deneyimi, vahşi bir ormana girdiğimizde hissettiklerimize benzetiyorum. Yabanın tedirginliği değil bu. Daha çok arkaik bir temeli olan, unuttuğumuz öze ait ve neredeyse hasret kaldığımız o ruha kavuşmanın heyecanı. Bizden saklanmış, derinlere ittiğimiz bir tarafımızı yeniden keşfetmenin coşkusu. İşte bedenin tepkisi ruhtaki uyanışın işaretini verdiği için değerli.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2016

MURAT UYURKULAK:

“Parçası Olduğum Erilliği Yazdım” Söyleşi: NEŞE PELİN KAYA, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)

Öte yandan bir nevi ‘tavuk-yumurta’ durumu da hasıl oldu tabii. Başka mesailerle geçinmek, sözünü ettiğim özgürlüğü sağlarken, kuvvet ve vakit bulmak bakımından yazı mesaisinden götürdü.”

“Genel olarak yazdıklarınız birbirlerine tutunarak hayatta kalabilen ötekileştirilmişleri konu ediniyor. Topluluktan ayrılanlar ise hayatta kalamıyor. Neden böyle?”

“Dünyayı ve hayatı değiştirmenin bir arada durmaktan, beraber eylemekten geçtiğini düşünüyorum. Kendini kurtarma bencilliğinin insanın ruhunda koyu bir karanlık yarattığını, dört dörtlük bireysel mutluluğun bir tür imkânsızlıkla malul olduğunu düşünüyorum. Hep Şükrü Erbaş’ın, neredeyse bir amentü gibi arada bir içimden tekrarladığım dizeleri geliyor aklıma: Canı cehenneme rahat uyuyanın Kapısını örtenin perdesini çekenin Yüreği yalnız kendiyle dolu olanın Duvarları ancak çarpınca görenin Canı cehenneme başkasının yangınıyla Evini ısıtıp yemeğini pişirenin. Ve şu slogan: ‘Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz!’”

“Romanlarınızın asıl meselelerinden biri hayatın her bir köşesine sinen şiddet. Yazdıklarınızda şiddetin gerek üslupta gerek konuda bu kadar odakta olmasının nedeni ne?”

“’Geç bulup erken kaybettiğim’ için kahrolduğum insanlardan biri olan merhum Reha Mağden, ‘Yazgıların Tableti’ adlı şahane kitabında dedektif kahramanı Murat Davman’a şunu söyletiyordu: ‘Suça karşıdan bakmaya mani bir hayatım oldu.’ Benim de şiddete karşıdan bakmaya mani bir hayatım oldu diyebilirim. 16-17 yaşında evden ayrıldım, o zamandan beri yapmadığım iş kalmadı neredeyse. En alttakilerin en başta birbirlerine uyguladığı şiddeti, o dünyanın tekinsiz ışığını görüp tanıma fırsatım oldu. O yüzden şiddet benim için, bazen ‘şiddet’ kategorisine girip girmediğini bile düşünmeden anlattığım, anlatabildiğim bir şey. Bu hususta da arada bir kantarın topuzunu kaçırdığım, yer yer ‘grafik’ ve irkiltici bir anlatıya meylettiğim oluyor galiba.”

“‘Merhume’in bir bölümü ‘Bazuka’nın son hikâyesi ‘Gülsüm’. Romanda bu hikâye, öncesi ve sonrasıyla anlatılıyor. Yazdıktan sonra zihninizde yaşayan karakterlerinizle eserleriniz arasında organik bir bağ kurduğunuzu söyleyebilir miyiz? ‘Tol’un Yusuf’unu da dahil edebiliriz buna.” “Evet sanırım öyle bir bağ var. Bu, arkada sürekli çalışan diri bir bilinçle yaptığım bir şey değil, karakterler o şekilde geliyor hikâyenin sularına, metinde kendini var ediyor. Bende iz bırakan şahsiyetlerin tezahürleridir muhtemelen. Sözgelimi ‘Tol’daki Şair ile ‘Merhume’deki Hilmi Şerbet arasında bir tür ‘karakter akrabalığı’ndan bahsedebiliriz. Yusuf da ‘Tol’daki 30 yaşını süren adamdan, ‘Merhume’deki 50’sine merdiven dayamış, şahsiyeti dağılmış, hayata ve dünyaya dair ilkeleri, görüşleri parçalanmış, ezilip alkolik olmuş şahsa evrilmiştir diyebiliriz.”

“‘Merhume’, başkarakteri Evren Tunga’nın ses kayıtlarından oluşuyor. Kitabın ortalarına gelinceye

nız aynı zamanda okurun bakış açısını genişletmeye/ dönüştürmeye yönelik bir tercih mi?” “Okurun bakış açısını genişletmek, dönüştürmek, bir romanın genel tavrıyla mümkün olabilecek bir şey bence, yoksa ‘ders vermek, işaret etmek, akıl vermek’ kabilinden kozmetik müdahalelerle okuru hareket ettirmek, ‘ilerletmek’ bana doğru ve mümkün görünmüyor. Metin bir bütün olarak, kurduğu dünya itibarıyla hayatımızın nasıl bir cehennemle örüldüğünü, pervasız bir şiddet ve haksızlık iklimiyle malul olduğunu hissettirebiliyorsa, yani biraz olsun rahatsız edebiliyorsa muradını yerine getirmiş demektir.”

“Evren Tunga ve Alper Kenan romanın iki önemli karakteri ve isimlerinin müşterek olarak kelime oyunuyla oluşturulduğu görülüyor. İsimlerinin bu şekilde belirlenmesinin ardında ne yatıyor?”

“İsimlerin o şekilde belirlenmesi, işte tam da metinle bir türlü ilişkisini kuramadığım bir hikâyeden kaynaklandı. O hikâyeyi becerebilseydim isimlerin bir işlevi,

Okurun bakış açısını genişletmek, dönüştürmek, bir romanın genel tavrıyla mümkün olabilecek bir şey bence, yoksa ‘ders vermek, işaret etmek, akıl vermek’ kabilinden kozmetik müdahalelerle okuru hareket ettirmek, ‘ilerletmek’ bana doğru ve mümkün görünmüyor. Metin bir bütün olarak, kurduğu dünya itibarıyla hayatımızın nasıl bir cehennemle örüldüğünü, pervasız bir şiddet ve haksızlık iklimiyle malul olduğunu hissettirebiliyorsa, yani biraz olsun rahatsız edebiliyorsa muradını yerine getirmiş demektir. kadar zihnimizdeki cinsiyet kodları nedeniyle erkek olduğunu düşünüyoruz Evren’in. Bu muğlaklaştırmayla cinsiyet kodlarını yıkmaya yönelik bir tutum sergilediğinizi söyleyebilir miyiz?” “Tutum sergilemek veya yıkmak gibi ifadeler, bilhassa bir edebiyat metni açısından fazla iddialı geliyor bana, ama kahramanların varsayılan toplumsal cinsiyet rollerine, hikâye gerektirmedikçe özel bir vurgu yapmamayı tercih ettiğimi söyleyebilirim. “

“Evren’in cinsiyetiyle ilgili bir vurgu yapmama-

bir tasarrufu olacaktı. Fakat beceremedim, hikâye çöpe gitti, ama isimler kaldı. Zira çok alışmıştım artık. Değiştirmedim.”

“Kitapta merhum çok ama ‘merhume’ neredeyse yok. ‘Merhume’ adlı bir kitapta merhumeden çok merhumun varlığı neyi işaret ediyor?”

“Yavaş yavaş işlenen bir cinayetin kurbanı ‘Merhume’... Cehennemden farksız bir hayatın darbe vura vura, ısıra ısıra, çekiştire çekiştire ölüme götürdüğü bir kahramanın sıfatı... ‘Merhum’ diye anılanların veya


Mart 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

anılacak olanların topluca işlediği bir cinayet diyebiliriz buna. O yüzden kapak dışında hiçbir yerde geçmiyor ‘Merhume’ kelimesi... Kitabın sonunda ölünce ‘ismine kavuşmuş’ oluyor.”

“‘Merhume’de bir özeleştiri bölümü mevcut. Hatta bu eleştirinin eleştirisi dahi var. Bu ‘özgüven krizi’ neye karşılık geliyor kitapta?”

“Bunun iki yönü var: Biri yazarın ürettiği metinden bir türlü emin olamaması, bir türlü kusursuz bir noktaya varamayacak olduğunu bilmesinin yarattığı telaş ve umutsuzluk hali. Yani yazarın özgüven krizi. Diğeri ise erkek olmaktan kaynaklanan, küçüklükten itibaren dayatılan, öğretilen bir tür ‘yorgunluk’ ve ‘acziyet’ korkusu. Erkek olmaktan çıkmamak, oradan uzaklaşmamak için hep güçlü görünmek ve tedbirli olmak çabası. Ve o çabanın yarattığı bir çeşit şizofrenik durum. Bunların ikisi kitapta üst üste biniyor galiba ve sözünü ettiğiniz katmerli özeleştiriye varıyor. Bu çok bıçak sırtı bir durum bir yandan da. Zira ‘mış gibi’ yapmak böyle bir özeleştiriyi çiğ, güdük ve silik hale getirebilirdi. Ben öyle yapmamaya, sözümü esirgememeye çalıştım. Umarım becerebilmişimdir.”

“‘Koma’ adlı bölümde üç sayfalık ‘başarılı edebiyat eseri nasıl olmalı’ sorusunun cevabı var. Burada özellikle dil ve biçim hakkında söyledikleriniz dikkatimi çekti. Kitabın dilini nasıl kuruyorsunuz?”

“’Koma’ adlı bölümü ben yazmadım. Yapı Kredi Yayınları’nın iki ciltlik ‘Yazarlar ve Şairler Ansiklopedisi’nin maddelerinden yaptığım bir kolajdı. Yazarlar ve şairlerin biyografilerinde, eserleriyle ilgili yazılanları bir araya getirdim ve koma bölümü ortaya çıktı. Bir dil kurmak, kendine has bir tarz yaratmak, kendi adıma fazla iri bulduğum iddialar. Dile dair sezgilerim, beğenilerim, tercihlerim oluyor ve onların peşinden giderken bu bir rotaya oturuyor. Bu bir tarza işaret ediyor mu, kendine özgü bir dil yaratıyor mu, bilmiyorum. Bunları ben de işi, okumak ve yorumlamak olanlardan öğreniyorum.”

“‘Merhume’nin içinde Tezgel Arif Efendi’nin ‘Son Safha’ adlı eserinden yapılan alıntılarla anlatı başka bir boyut kazanıyor. Bu anlatıyı nasıl oluşturdunuz?”

“Tezgel Arif’in bölümleri bir nevi vites işlevi görüyor olabilir. Bir tür hız ayarlaması. Yanı sıra zaten dağınık ve çok parçalı olan metni derleyip toparlayıcı bir görevi var diyebiliriz. Aralara atılmış ilmekler, bağlantı noktaları, eklem yerleri... Hayatın tüm sırlarını çözmeye kendini adayan, eski zamanlarda yaşamış bir bilgenin metinleri nasıl olurdu diye düşündüm ve oradan ilerlemeye çalıştım. Sürekli doğruları söyleyen, ders veren bir bilge de olsun istemedim. Zaman zaman kendi içinde de çelişkiye düşen, hayatlarımı yaşanmaz kılan önyargılardan kendisini kurtaramayan biri olsun diye niyet ettim.”

“Kitap bir Nilgün Marmara şiiriyle açılıyor ve bir Didem Madak şiiriyle kapanıyor. Yani iki merhume arasındaki bu roman sizce neyi anlatıyor?”

“Dünyanın, hayatın, bilhassa kadınlar için nasıl bir cehennem olduğunu anlatmaya gayret ediyor. O cehennemi yaratan zihniyeti, ruhu, gözü, kendini de dışarıda tutmadan deşifre etmeye çalışıyor. Nilgün Marmara’nın ve Didem Madak’ın ağrısı, feryadı, tavrı bu açıdan çok uygundu.”

“‘Merhume’de erilliği mesele ettiğinizi söyleyebilir misiniz?”

“Erillikle ilgili bir meselesi var elbet romanın. Ama öte yandan erilliğe, epey eril bir dille yaklaşıyor sanırım. Tek bildiğim, kenarda durup pirüpak, sanki her meselesini çözmüş, meselenin üzerine çıkmış, korunaklı ve haklı bir yerden konuşan bir anlatıcı numarası yapmamaya çalıştım. Benim de bulaşık olduğum, parçası olduğum bir erilliği ancak böyle anlatabildim. Kendi arızalarımdan kaçmamaya gayret ettim.”

“‘Zorla kapatıldığı bir zindanı inatçı bir gülüşle evi haline getirmeye’ çalışan kadınlar bir yerden

sonra harekete geçip o zindandan kaçıyor. Toplumun genelinin muteber gördüğü kadınlara benzemiyor sizin kadınlarınız.” “Toplum ölü kadınlar görmek istiyor. Hem kelimenin gerçek anlamıyla ölü, hem de evlere kapatılıp ölüden farksız hayatlar yaşatılan kadınlar. Onların o evlerden kaçışını okumak, görmek, yazmak istedim. Kazanılan bir zafer varsa metinde, onu naçizane hak edenlere, gerçek sahiplerine vermek istedim. Becerebildim mi bilmiyorum.”

“Ulu Önder’le Uzun Önder’in tablosunun yanyana durduğu meçhul bir gelecekte geçiyor roman. Üç Gezi direnişi gerçekleşmiş ve Gezi parkı ayakta. Sizin ülkenin geleceğine bakışınız nasıl?”

“Ağır bir umutsuzluk ile diri bir umut ne zamandır bir arada bende. Gözümü Beştepe’ye çevirdiğimde umutsuzum; Gezi Parkı’na çevirdiğimde umutlu... Fetva ve emir verenlere baktığımda umutsuz; sokakları ve meydanları gaza, mermiye, copa rağmen haksızlığa, adaletsizliğe, zulme terk etmeyenlere baktığımda umutluyum. Şu an için en acil meselemiz savaşın her türlüsünden sıyrılmak, savaşı bitirmek, Kürt sorununun müzakere edildiği masaya geri dönmek. Kürt halkının, halk olmaktan kaynaklı siyasi ve kültürel haklarını elde edip başı dik yaşayabileceği bir anayasa yapmak. Yani barış, barış, barış!”

“Evren Tunga sevdiklerini kurtarmak istiyor, bunun için kaydediyor. Sizin yazarken bir amacınız var mı?”

“İlla ki bir amaçtan söz edeceksek, o da kendime ve insanlara ‘Yalnız değiliz’ diyebilmek. Ülkeyi ve dünyayı eşitlik, özgürlük, barış ve kardeşlik istikametinde değiştirebilecek birikime, güce, iradeye, ufka sahip olduğumuzu hissettirebilmek.”

“‘Tol’dan itibaren ‘kusma’ eylemi birçok kez karşımıza çıkıyor anlatılarınızda. Yazmak ve kusmak arasında bir ilişki kuruyor musunuz?”

“Sadece kusmakla değil, vücudun bütün ifrazatlarıyla ilişki var. Bu da kimi zaman aşırılığa yelken açmakla sonuçlanabiliyor. Bir çeşit kendini paralayıp canhıraş bağırma ve soyunma gösterisine dönüşebiliyor. Yazarken biraz daha serinkanlı olmayı isterdim, ama olamıyorum. Ehlileşmeye karşı alerjim var sanırım.”

“Kitaplarınız için ‘çok sesli’, ‘çok katmanlı’ tanımlamaları yapılabilir. Birçok hikayeyi birbirine bağlayarak ana örgüyü besliyorsunuz. Bu çok sesliliği nasıl kuruyorsunuz?”

“Bu da tutarlı bir yaklaşımla, önü arkası sağlam hesaplanmış bir yolculukla olmuyor çoğu zaman. Bir şeyleri koklamak, sezmek, yoklamak gibi gelişiyor; bir yığın hikâyeye kapı açıyor; sonra onların arasında bir ilişki, bir örgü kuruluyor. Bazen ne yaparsam yapayım metinle bağlantıramadığım hikâyeler de oluyor. Onlar

ya çöpe gidiyor, ya da bir dosyaya kopyalanıp zamanını bekliyor.”

“Birçok soruda romanlarınızda bulunan şeylerden bahsettim. Bu sefer olmayan bir şeyi sormak istiyorum. Acıma duygusuna yer yok yazdılarınızda. Yanılıyor muyum?” “Acıma duygusundan kastınız okuyanı rahatlatacak, teskin edecek, onaylayacak bir tavırsa; metni bu istikamette törpüleyip budayarak ehlileştirmekse, evet, sanırım bu yok veya az.”

“Tek bir hikâye kitabınız var ama hikâye anlatmayı seven bir yazar olduğunuz çok açık. Heybenizden yeni bir öykü kitabı çıkacak mı?”

“Sanmıyorum. Bunca şahane hikâyecinin olduğu bir ülkede benimkiler ancak birer deneme, birer talim sayılabilir. Hikâye daha rafine bir yaklaşım, daha fazla sabır ve asalet istiyor yazarından. Bende bunların hiçbiri yok. Benim yazdıklarım biraz fazla bağıran, fazla serkeş, salaş ve sallanan hikâyeler oluyor. En azından sonrasında okuduğumda öyle olduklarını hissediyorum. Hikâyeyi gerçek hikâyecilere bırakmak lazım. Şiiri de has şairlere.”

“Bir intikam romanını bir kıyamet romanı izledi. Şimdi de bir cinayet romanıyla karşısındasınız okurun. Bir hafiyelik hikâyesi de olay örgüsünün içinde yer alıyor. Sizin polisiyeyle ilişkiniz nasıl?”

“Kötü bir polisiye yazarı, iyi bir polisiye okuruyum. Amcamın 12 Eylül darbesi sonrası apar topar bizim eve taşınan kitapların arasında Agatha Christie külliyatıyla karşılaştığımdan bu yana polisiyeye düşkünüm. Son yıllarda yeni çıkan kitapları takip etmek konusunda çok çalışkan olmasam da polisiye hep baştacıdır benim için. Yanı sıra korku ve gerilim kitaplarını da severim. Sözgelimi Stephen King’i bir çeşit dâhi sayarım. Yaratma kabiliyeti ve zekâsı karşısında hayranlık duyarım.”

“‘Merhume’nin künyesinde altı editörün ismini görüyoruz. Kitabın yazım süreci nasıl gerçekleşti?”

“’Merhume’yi sık sık kenara bıraktığım, bitirmekten umudu kestiğim zamanlar oldu. Bunda sadece benim yazdıklarımla ilgili kendimi güçsüz ve güvensiz hissetmemin, yani özgüven krizlerinin değil, ülkede ve dünyada yaşananların da etkisi oldu. Özellikle onca ölüme tanıklık ettiğimiz, kötülüğün kol gezdiği, hiç aklımıza gelmeyecek insanların insanlıktan çıktığı, yalanın ve riyakârlığın ayyuka çıktığı son birkaç yılda nefessiz kaldım, kendimi umutsuz hissettim. Ama tuhaf bir şekilde, yazma gücünü de tam o nefessizlik ve umutsuzluk hissi verdi. Editörler meselesine gelirsek, ben de epey bir süre yayıncılık ve editörlük yaptım. Bir metni nihai olarak var eden editörlerdir, hayati önemdedir onların mesaisi ve müdahalesi. Mümkün olduğunda fazla ehil insanın, editörün okumasını istedim ‘Merhume’yi. Hepsinin metne paha biçilmez katkıları oldu.”

“Yeni kitap için ne kadar bekleyeceğiz? Yeni bir roman fikri var mı aklınızda?”

“Evet, var. Hatta ufak ufak çalışmaya da başladım. Bu kez daha kısa sürede tamamlayabilmeyi umuyorum.“


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2016

Tuna Kiremitçi’den Sıradışı Bir Aşk Romanı Lirik bir aşk hikâyesi ya da kendini bulma hikâyesi “Kendi Seven Ağlamaz”. Destek Yayınları’ndan çıkan roman, aşkı bir kez daha sorgulatıyor bize. Bir zamanlar çocuk yıldız Sitare 35 yaşında mesleğinde çöküşe geçmiş durumdadır. Sitare babasını çocuk yaşta, annesini de yirmi yaşında kaybetmiştir. Oyunculuğunun parlak döneminde kaldığı bu yalnızlık onu bunalıma sürükler. Sitare yalnızca aşkı aramaz aynı zamanda kendini de arar. Yanlış yeğlediği ilişkilerde kaybolmuştur. Kendini bir aşkta bulmayı umar farkında olmadan. Sitare’nin, doğu kentinde çekilecek bir dizi için teklif alması yaşamını değiştirir. Hiç ayak basmadığı bu kent ona aşkı verecektir, ancak bu aşk daha önce yaşadıklarına benzemez. Aşk, belki de çekip gitmeyi bilmektir. Aşkı korumak için ayrı kalmayı başarabilmektir belki de. Doğu kentinin sorunları da Sitare’ya bambaşka bir bakış açısı katar. Yaşadığı dizi sektöründeki sorunlara tezat bir yaşamdır bu. Sitare bunalımından yalnızca aşkla değil insanlara yardım ederek de çıkar. Kiremitçi doğal betimlemeleriyle, duru ve coşkulu anlatımıyla okuru hikâyenin içine çekmeyi başarıyor. Nesnelerin doğru kullanımı nedenselliği sağladığı gibi gereksiz ayrıntıları da önlüyor. Aşka başka bir yoldan giden Kiremitçi bizi peşinden sürüklüyor. Böyle de bir “aşkın” olabileceğini görmek aşk adına bizi umutlandırıyor. Kim bilir! “Kendi Seven Ağlamaz”, Tuna Kiremitçi, 192 s., Destek Yayınları, 2016

Einstein’dan Aforizma Ötesi... Tüm zamanların en iyi fizikçisi kabul edilen Einstein’dan alıntılar koleksiyonunun bu nihai baskısı yaklaşık 1600 alıntı içeriyor. Koleksiyon tüm dünyada sayısız baskı yapmış ve yirmi beş dile çevrilen “Benim Sözlerimle Dünya” Ozan Karakaş’ın çevirisi ve Alfa Yayınlarının etiketiyle Türkiye’de de raflarda yerini aldı. “Benim Sözlerimle Dünya” dünyanın en önde gelen Einstein uzmanı Alice Calaprice’in ünlü fizikçinin konuşmalarından ve mektuplarından çekip çıkardığı özlü ve etkileyici deyişlerle Einstein’ın düşünce dünyasının, yaşamının, gündelik hayatının bir panoramasını sunuyor. Alice Calaprice, sadece alıntıları bir araya getirmekle kalmamış, yorumları ve betimleyici notlarıyla zengin bir çalışma ortaya koymuş. “Benim Sözlerimle Dünya” için sadece bir aforizmalar kitabı demek haksızlık olur. Zira Albert Einstein’ın yaşamı ve başarılarına ilişkin ayrıntılı bir kronolojiye de yer verilmiş. Kitabın önsözü ise kuantum mekaniği, katı hal fiziği ve fütürizm konusundaki çalışmaları ve özellikle dünya dışı zeki varlıkların araştırılması da dahil olmak üzere bilimkurgu kavramlarına yönelik ciddi kuramsal yapıtları ve milliyetçilik karşıtı, nükleer silahsızlanma ve uluslararası işbirliği savunucu tavrı ile ünlü teorik fizikçi ve matematikçi Freeman Dyson ait. “Benim Sözlerimle Dünya”, Albert Einstein, Çev: Ozan Karakaş , 470 s., Alfa Yayıncılık, 2016

Baba ve Oğul Olmanın Sırları YANKI ENKİ

O

rhan Pamuk’un “Aslında yazar olmak istiyordum. Ama anlatacağım olaylardan sonra jeoloji mühendisi ve müteahhit oldum. Okuyucularım, hikâyemi anlatmaya başladım diye olayların sona erip arkada kaldığını da sanmasınlar. Hatırladıkça olayların içine daha çok giriyorum. Bu yüzden sizlerin de peşim sıra baba ve oğul olmanın sırlarına sürükleneceğinizi hissediyorum,” cümleleriyle açılan yeni romanı “Kırmızı Saçlı Kadın”, sanki basit bir öyküyü sade bir dil ve üslupla anlatacakmış gibi başlıyor, hatta bir noktaya kadar da böyle devam ediyor, fakat bölümler ilerledikçe Pamuk’un dili sadeliğini korusa da, eserdeki kurgunun aslında girift bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkıyor. Sürükleyici ama soru işareti bol, hızlı okunan ama derin bir öykü anlatıyor Orhan Pamuk. Romanın finali yaklaşırken bizi baş başa bıraktığı, biri eserin içeriğine diğeriyse biçimine dair iki sürpriz, eserin açılış cümlelerine gönderiyor bizi. Nihayetinde “baba ve oğul olmanın sırları”na sürükleneceğimize ikna ediyor, tıpkı romanın ilk paragrafında ifade edildiği gibi. Kitabın tanıtımında ve arka kapağında kullanılan “ilk aşk” kavramına aldanarak Orhan Pamuk’tan romantik bir aşk romanı bekleyen okurların büyük bir hayal kırıklığı yaşayacağını söyleyebiliriz. “Kırmızı Saçlı Kadın”, çağdaş edebiyatın birçok unsuruna sahip olduğu gibi dünya klasiklerinin sıklıkla beslendiği temaları da barındırıyor. İsmi her ne kadar “Kırmızı Saçlı Kadın” olsa da, bu roman öncelikle karanlık bir baba-oğul çarpışmasını anlatıyor. Genel bir niteleme yapmak gerekirse romanın türüne “gizem” demek mümkün. Kitabın son bölümleri yaklaştıkça bir polisiye okuduğumuz hissine de kapılıyoruz. Bu bakımdan, Türkiye’den yakın bir örnek vermek istersek, Selçuk Altun’un romanlarında rastladığımız türden bir gizem/suç öyküsünün eserin merkezini kapladığını belirtebiliriz. Yine bu bağlamda, Pamuk’un diğer kitapları arasında “Beyaz Kale”ye yakın, “Masumiyet Müzesi”ne uzak bir metin var karşımızda. Kahramanının kendi efsanesini anlatmaya çalışan değil, edebiyatın yerleşik efsanelerini, ki bunlara “klişe” de diyebiliriz, kahramanının öyküsüne yediren bir roman. Ne dersek diyelim, kesin olan bir şey var ki bu kitap bir aşk romanı değil. Anlatıcı kahramanımız “Pek çok kitap okudum o yaz; çocuk romanları, Jules Verne’den ‘Arzın Merkezine Seyahat’, Edgar Allan Poe’dan seçme hikâyeler, şiir kitapları, Osmanlı cengâverlerinin maceralarını anlatan tarihi romanlar ve bir de rüyalar üzerine bir derleme. Bu derlemedeki bir yazı bütün hayatımı değiştirecekti,” derken, bize az önce bahsettiğimiz gizem ve polisiye unsurları ile mitolojinin iç içe geçeceği bir kurgunun işaretini de vermiş oluyor aslında. Diğer yandan, 1980’li yıllarda başlayan bu öykünün ülkenin siyasi atmosferine yaptığı göndermeler, psikanalize, mitolojiye ve klasik edebiyat metinlerine yapılan atıflara göre nispeten yüzeysel kalsa da, kurgudaki katmanlara bir yenisini ekliyor. Ayrıca, şehir ve taşra arasındaki kırılmanın, İstanbul’un son 40 yıldaki coğrafi ve kültürel değişiminin takip edilebildiği bölümler de kahramanımızın öyküsüne önemli bir katkıda

yankienki@gmail.com bulunuyor. Küçüklüğünde bir kuyu ustasının yanında çıraklık yapan, büyüyünce de jeoloji mühendisi ve müteahhit olan ama aslında hep yazar olmak isteyen kahramanımızın öyküsü, hem kültüre hem de toprağa, hem baba hem de anne figürüne ait bir anlatıya dönüşüyor. Orhan Pamuk, modern insanın tanımını da bu anlatıların ışığında tartışıyor: “Modern kişi şehrin ormanında kaybolan kişidir. Bu da babasız kalmak demektir. Babasını araması da boşunadır aslında. Kişi modern bir bireyse şehrin kalabalığında babasını bulamayacaktır. Bulursa da bu sefer birey olamayacaktır.” Orhan Pamuk, “Beyaz Kale”de Doğu ve Batı anlatılarını karşı karşıya getirmekle kalmamış, onları iç içe geçirmişti. Burada da romanın asıl teması olan baba-oğul meselesini biri Doğu diğeri Batı edebiyatına ait iki metne dayandırıyor: Sophokles’in tragedyası “Kral Oidipus” ve İran edebiyatının en önemli ismi Firdevsî’nin “Şehname”sindeki Rüstem ve Sührab’ın öyküsü. Başka bir deyişle, babasını öldüren oğlun ve oğlunu öldüren babanın, uygarlık tarihine geçen ölümsüz efsaneleri… İşte Pamuk, kaderi, suçu, cinayeti bu metinler üzerinden tartışıyor. Psikanalizin en önemli konularından birinin derinlerine inmeye çalışan Pamuk, bu doğrultuda tam da Freud’luk bir imge seçiyor kendine: Baba ile oğlun nihai yüzleşmelerini yaşadığı, romanın başlayıp bittiği bir yeri; bir kuyuyu. “Kırmızı Saçlı Kadın”, babasız bir oğlun ve oğulsuz bir babanın öykülerinin buluştuğu, daha doğrusu hesaplaştığı bir roman. Babanın yerine geçen sözde babaların, ölen babaların, suçlu oğulların, katil olup olmadığını bilmeyen ve kendi suçunu araştıran Oidipus’ların, “Katil kim?” sorusunu “Ben kimim?” sorusuyla birlikte soran kayıp kahramanların öyküsü, dönüp dolaşıp başladığı yerde, bir kuyuda sona eriyor. Roman ilerledikçe dallanıp budaklanan öykü, üç kısımdan oluşan bu romanın özellikle ikinci ve üçüncü kısımlarındaki sürprizlerle birlikte adeta bir gayya kuyusu halini alıyor. Orhan Pamuk belki kısa sürede yazmış olabilir, ama bu romana çok uzun vadeli bir zihinsel emeğin yatırıldığı belli oluyor. Hatta bazı okurlara fazla gelebilecek ölçüde “çalışılmış” bir metin gibi de değerlendirilebilir. Pamuk’un az önce verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi klasik metinlere ve mitolojiye bol miktarda gönderme yaptığı “Kırmızı Saçlı Kadın”, çalışkan bir okurun elinden çıkmış bir eser. Bu, öncelikle bir baba-oğul çarpışmasının öyküsü olabilir, ama psikanalitik çerçeveden bakıldığında romanın temasının bir kuyu, yani bir anne sembolü etrafında dönmesi de oldukça manidar. Kitabın adının “Kırmızı Saçlı Kadın” olmasına da çok şaşırmamak gerek bu yüzden. Babalar ve oğullar kadar, annelerin de hikâyesi var bu romanda. Sonuçta anne, baba ile oğlun paylaştığı bir sır değil mi? Ya da farklı bir açıdan soralım: Gerçek baba-oğul öykülerini aslında anneler mi yazar? “Kırmızı Saçlı Kadın”, Orhan Pamuk, 195 s., Yapı Kredi Yayınları, 2016


Mart 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

“Paris’teki Eş”in Yazarından... AYFER GENÇ

Y

azar Paula Mclain, yine Remzi Kitabevi etiketiyle okuyucuyla buluşan önceki eserinde Ernest Hemingway’in ilk eşi Hadley’i hikâyesinin merkezine yerleştirerek 1920’lerin sanat ve edebiyat kokan Paris’ine uzanmıştı. “Paris’teki Eş”, Paris’in özgürlük yayan savaş sonrası atmosferinde Hemingway ve Hadley arasındaki ilişkinin evrilişine güçlü bir bakış atmıştı. Bu defa, “Güneşi Kuşatmak” adlı romanıyla Mclain, bir kadının sınıf ve cinsiyete meydan okuyan özgürlük arayışını konu ediniyor. Henüz 18 yaşındayken Afrika’nın ilk kadın yarış atı antrenörü olmasından kısa süre sonra Atlantik’i tek başına geçen ilk kadın pilot olmayı da başaran Beryl Markham çocukluğundan otuzlu yaşlarına kadar geçen kısa ama dopdolu serüveninde “Güneşi Kuşatmak”ın kadın kahramanı olarak karşımıza çıkıyor. Mclain, “Güneşi Kuşatmak”ta yaşanmış gerçek bir hikâyeden yola çıkıyor. Beryl Markham’ın “West with the Night” adıyla yayınlanan oto-biyografisinden yola çıkan Mclain, kadın kahramanını tüm çelişkileri, ihtirasları ve en çok da özgürlük tutkusu üzerinden derinlemesine analiz ediyor. Beryl’nin aile hayatı, Kenya’ya olan tutkusu, erkeklerle olan ilişkileri ve hayata tek başına da olsa tutunabilme savaşı kitabın sade ama sürükleyici anlatımı sayesinde okuyucuyu daha ilk sayfalardan itibaren içine çekmeyi başarıyor. “Bazen bizi bileyen ve değiştiren tek şeyin meydan okumalarımız olduğunu düşünüyorum.” Kitabın ilk sayfalarında beliren bu söz, romanın kahramanı Beryl’nin hayatının bir özeti niteliğinde. İçine doğduğumuz ve toplum tarafından yaşamımız boyunca uçları sivriltilen kimliklerimizle devam eden savaş hayat boyu sürüyor. Cinsiyetimiz, içine doğduğumuz coğrafya ve ait olduğumuz toplumsal sınıf... İşte hepsine birden meydan okumaya çabalayan bir kahramanı var “Güneşi Kuşatmak”ın. Kitap, 20. yüzyılın hemen başında Kenya’da Njoro’ya yerleşen bir İngiliz ailenin bu coğrafyaya tutunma mücadelesiyle açılıyor. Medeniyetin göbeği İngiltere’den Afrika coğrafyasının kırsalına yerleşen aile bu coğrafyada ve bu coğrafya uğruna bölünüyor. Beryl’nin bir tren istasyonunda veda ettiği annesi ve onun kalkan trenin buharına karışan silueti mücadeleyle geçecek bir hayatın açılış sahnesi aslında. Kendisi de çocuk yaşta annesi tarafından terk edilen kitabın yazarı Paula Mclain’i Beryl’e yakınlaştıran ve onun hayatına dair merak duygusunu tüm coşkusuyla ortaya çıkaran bir büyük etmen olarak “annesizlik” paydası beliriyor. Kenya ve Njoro kırsalı ise kitabın asıl hikâyesinin geçtiği arka plan olmaktan çok daha öte bir anlam taşıyor. “Yaşamın nasıl olması gerektiğini söyleyen tüm dar tanımlardan kaçarken yolu Kenya’ya düşen” bir başka Avrupalı Denys’nin sözleri bu noktada bir hayli anlamlı görünüyor. İngiltere’den koloni topraklarına ve vahşi doğanın tam da merkezine yerleşen beyazlar, burada bambaşka bir hayat biçimiyle karşılaşıyorlar: Çiftlik hayatı, yerli halk ile katı sınıfsal ve ırksal ayrımlar temelinde kurulan mesafeli ilişkiler ve nihayetinde çetin doğa şartları… Kenya’nın taşrası Njoro Beryl’nin hayatında birbirine yüz çeviren iki zıt kutbu temsil edi-

ayfergenc@gmail.com yor. Bir taraftan tüm ilkelliği ve doğayla savaşı ile Beryl’e mücadele etmeyi öğretirken; öte yandan herkesin herkesi tanıdığı –ya da tanıdığını sandığı– bir taşra olarak Beryl’i bir o kadar da baskılıyor ve içine hapsediyor. Dolayısıyla Njoro, Beryl için hem kaçılması gereken hem de sığınmak için geri dönülen bir mekânı temsil ediyor. Beryl, kadına biçilen rollerin dışına her çıktığında toplum tarafından geri püskürtülüyor. Yaşadığı dönem açısından –ve hatta bugün bile– tümüyle erkek etiketli olarak nitelendirebileceğimiz mecralara adımını her attığında hem ilgi hem de tepkiyle karşılaşıyor. Neredeyse tüm erkekler onun bu farklı ya da erkeksi ve cesur karakterinden etkilenirken zaman ilerledikçe Beryl’i ender kılan ne varsa hayatındaki erkekler açısından birer sıkıntı haline dönüşüyor. Ona hayranlıkla yaklaşanlar süratle ondan kaçmaya başlıyorlar. Beryl’nin tüm yaşamı, aslında, onun kadınlıkla savaşından ibaret. Erkek işi kabul edilen mesleklerdeki başarı inadı, anneliği çabuk kabul edemeyen ruhu ile cinselliği özgürce arayan bedeni, hepsi, Beryl’nin toplumsal cinsiyetle olan savaşının önemli birer parçası halini alıyor. Toplum ile süregiden gerilim ve mücadelede Beryl’nin en büyük yardımcısı ise atlar oluyor. Çiftlik yaşamının Beryl’e armağan ettiği ve babasından yadigâr at sevgisi onu henüz on sekiz yaşında at antretörü yapmayı başarıyor. At sevgisi onu bir türlü güvenemediği insanlardan koruyan bir kalkan görevi de üstleniyor. İnsanların yaşattığı hayal kırıklığıyla baş ederken omzunu atlara yaslıyor Beryl. Şair Walt Whitman’ın sevdiği adamın dilinden dökülen şiirleri de Beryl’nin insanlarda bulamayıp da hayvanlarda bulabildiklerini dönem dönem ona yeniden hatırlatıyor. Ve uçmak… “Seni dizginlemek isteyen her şeyi yarıp geçmeye benziyor” ya da Karen’in sözleri ile “özgürlüğün en belirgin hali”. Belki sırf bu yüzden uçmak, Beryl’nin sonu hüsranla biten ilişkisinden sonra yeniden ayağa kalkmak ve hep hasretini çektiği özgürlüğe “somut” olarak ulaşabilmek için tutunduğu son ama en sağlam dal halini alıyor. Öte yandan Beryl –belki de– uçmayı, hiç kavuşamadığı ve asla sahiplenemediği kendisi gibi özgür ruhlu hayatının tek aşkının kendisine bıraktığı en büyük emanet olarak kabul ediyor. En az atlar kadar tutkuyla bulutlara sarılıyor. O uçarken tam anlamıyla özgür olabiliyor. Tıpkı kendi elleriyle yetiştirdiği atların üzerinde Kenya’nın zorlu yollarını kat ederken olduğu gibi... Özetle, Paula Mclain, “Güneşi Kuşatmak” ile ince işlenmiş bir kadın karakteri –belki de koloninin Madame Bovary’sini– tüm çelişkileri ve açmazları ile yüceltmeden ya da yermeden yaşatmayı başarıyor. Beryl’nin gerçek hikâyesi, Mclain’nin kaleminde bir kez daha büyüyerek ve zenginleşerek yaşıyor. Beryl’nin mutluluğu anlarda saklı kalırken asıl peşinde olduğu şey her daim özgürlükmüş gibi duruyor. “Güneşi Kuşatmak”, Paula Mclain, Çev: Figen Yanık, 400 s., Remzi Kitabevi, 2016

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Sıra Dışı Bir Aydın: Enis Batur Şu sıralarda tarihimizin kavşak noktaları, toplumsal yapımızın yarına taşıdığı sorunlar ve modernizmin evrensel yapısı üstüne düşünmeye çalışıyorum. Okumalarım beni bir uçtan bir uca sürüklüyor. Modernizmin geleneksel yapıyla ilişkisini düşünen Doğan Kuban bu konuda görüşlerini şöyle özetliyor: “…Bugünkü Kırgız çadırında bulduğumuz İsa’dan önceki motiflerin örneklerine, Türkiye’de rastlamak da şaşırtıcı değildir. Önemli olan, Türk tarihinin enginliği içinde, ulusal kimliğini koruyan, Türk ulusunun her yeni kurduğu politik düzende, egemen olduğu ülkenin yerel verileri ile birleşerek, yeni sentezler yaratma gücü göstermesidir.” (“Sanat Tarihimizin Sorunları”, Çağdaş Yayınları, 1975, s.15) Sıra geldi Enis Batur’a. Onu daha çok edebiyat değerlendirmeleriyle tanımaya çalıştığım bir sırada “Alternatif: Aydın” ile kent kitapları (“Paris, ecekent”, “Amerika Bir Şaka…”, “Siyah Sert: Berlin”) bir yana üst üste iki kitabına daha göz atmaya başladım. İlki “Oktay Rifat’a Doğru”(Sel Yayıncılık, 2014) Adından da anlaşılacağı gibi bir başlangıç kitabı... Enikonu Oktay Rifat’ın oğlu Samih Rifat’la dostluğu adına Enis Batur eldeki malzemeyi kalıcılaştırmak istemiş. Çağının bilincinde bir şairin ufku konusunda elbette öğreneceğimiz çok şey var. Örneğin: “Modernleşme sürecinde şiirimiz Servet-i Fünun’dan Yahya Kemal’e ve Haşim’e, Nâzım Hikmet’ten Garip üçlüsüne Batılı modellerden esinlenerek yola çıkmıştır şüphesiz; ... Yerel ile Evrensel’in ortak paydada buluşup dönüşmelerinin ortak öyküsüdür bu.” Peki bu modernleşme süreci, edebiyatta ve sanatta nasıl bir yolculuğa tekabül ediyor? Bunu da Enis Batur, hazırladığı “Modernizmin Serüveni-Temel Metinler Seçkisi” (Sel Yayıncılık) adlı kitapta değerlendiriyor. Tam bu kitaptaki metinlere göz atarken Doç. Dr. Ayşen Ciravoğlu’dan bu çalışmaya ilişkin –mimarlık alanında– bir not geldi: “Enis Batur’un kitabı mimarlık açısından az bilinen ama ufuk açıcı metinleri dilimize kazandırması açısından önemli. Üstelik bunu sanat ve edebiyat alanlarıyla destekleyerek yapması, özellikle mimari metinlerin dönemin ‘ruhu’ndan kopuk irdelenmesinin önüne geçmek açısından değerli bir çaba. Dahası yazarların kendi görüşlerini açıkladığı metinlerden çok, dönemin iki önemli figürünün kıyasıya tartıştığı söyleşileri dilimize kazandırması, fikirlerin oluşum, gelişim ve kökenleri açısından önemli açılımlar yaratıyor.” Enis Batur’un bu konularda epey kafa yorduğunu biliyorum hatta tanığım. İlk tanıklığım 1981 ya da 1982’dir. YAZKO’da yönetmen Mustafa Kemal Ağaoğlu’nun odasında. “Tahta Troya” adlı kitabını getirmişti. Ece Ayhan şiirine belki de ilk “damardan” bakış. Sürekli altmetinlerle örülü iç içe geçmiş bir anlatısal-irdeleme kitabı. Bu arada Memet Fuat’la da tanıştı “Yazko Edebiyat” dergisi odasında. Ne günlerdi o günler. Bir yanda Memet Fuat, Adnan Özyalçıner, Turgay Fişekçi edebiyat dergisiyle uğraşıyor. Öteki masada Ahmet Cemal çeviri dergisine dalmış durumda. Selahattin Hilâv ise Hilmi Yavuz’la felsefe dergisini kotarmakta. Biz de Yazko ödülleri için seçici kurul oluşturma peşindeyiz. Ve giderek Murat Belge’li Fethi Naci’li, Cemal Süreya’lı, feminist sayfalı Yazko Somut’un hazırlıkları sürüyor. Ne yazık ki haftalık Yazko Somut bir maceraydı ve Yazko’nun çöküşüne de sebep oldu. Neyse Enis Batur, bu çöküşte yer almadı ve iyi de etti. O, daha çok teorik sorunlara eğildi ve özellikle modernizm üstüne kafa yoran bir düşünür edebiyatçımız olarak bize hep ışık tuttu. Yeni çıkan “Cinlerin İstanbulu”nu da bu “ışık”la ama içlenerek “ah İstanbul!” diyerek okuyacağım sanırım.


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2016

Türkçenin Kadın Hali OZAN EZGİ BERBEROĞLU ozanezgiberberoglu@gmail.com

Ö

zgürlük ve eşitliğe giden yolda, kadınların erkek egemen düzene karşı verdikleri var oluş mücadelesi en eski ve zorlu hak arayışı olarak görülebilir. Ülkemizde kadının sanata ve edebiyata emek vermesi uzun yıllar boyunca, kemikleşmiş değerlere ve kutsal aile dogmasına açılmış bir savaş olarak algılandı. 19. yüzyılın ilk yarısından sonra Fatma Aliye ya da Zafer Hanım gibi isimlerle edebiyat İletişim Yayınları kısa arayla, Türkçe edebiyata büyük katkılar sunmuş iki kadın yazara adanmış iki kitabı okurla buluşturdu. Bunlardan biri “İsyankâr Neşe, Sevgi Soysal Kitabı”, diğeri ise bir Tezer Özlü kitabı olan “Güler miyiz Dersin?” Her iki kitabın da Türkçe edebiyatın iki önemli kadını hakkında bugüne kadar yapılmış en güzel derlemelerden olduğunu söyleyebiliriz. Bu çok yazarlı kitaplarda, dönemin siyasi iklimi, toplumsal değerleri, toplumsal cinsiyet rolleri, kadın kimliği, kadınlık sorunsalı ele alınıyor. Daha birçok sosyal bileşenin etrafında Sevgi Soysal ve Tezer Özlü’nün eserleri bu alanlarda çalışan, yazan, düşünen isimler tarafından ele alınıyor. Edebiyatımızın erken kayıplarından Sevgi Soysal kısa yaşamına sığdırdığı eserleriyle bize cesur ve sorgulayıcı bir dil bıraktı. Aramızdan ayrılışının kırkıncı yılına yaklaşırken Seval Şahin ve İpek Şahbenderoğlu’nun hazırladığı “İsyankâr Neşe, Sevgi Soysal Kitabı” Soysal’ın dilini ve yazılarını farklı bakış açılarından sorgulamamızın yolunu açıyor. Bu çok yazarlı eserde Sevgi Soy-

dünyasında kendini göstermeye başlayan kadın yazarlar olsa da kadının kendi kimliğiyle kalemini eline alması Cumhuriyet sonrası döneme denk geliyor. Özellikle 1950’li yıllardan sonra kadın yazarların bir cinsiyet kimliği olarak kadınlık, aşk, cinsellik gibi konulara girdiğini ve özgürleşmeye giden yolda mücadeleci dilin daha duyulur hale gelmeye başladığını kabul edebiliriz.

sal ismi, kadınlık durumu ve bilinci çerçevesinde irdeleniyor. Kitapta Soysal’ın yazar kimliği varoluşsal sorunsalın egemenliğinde kadınlık durumu ve siyasal toplumsallaşmanın egemenliğinde kadın sorunsalı başlıklarıyla inceleniyor. Yine bu kimliğin onun eserlerindeki yansımaları ve kahramanların kişiliklerinde toplumsal cinsiyet rollerine işaret eden izler takip ediliyor. Cinselliğin Konuşulmaya Başlanması “Ben, kadının biriysem sevilmeliyim, sen bilmezsin güzel miyim, bu en büyük güzelliğim senin bilmezliğin, duymazlığın - ya en boş dalmalar gözlerimizde... Somutlara güvenimin yok hiç, onlar kalmaz, yok. Herkesler, her şeylerini çok şeylere harcıyorlar, tutsak kılıyor bu şeyler onları, hep onlara çarpıyorlar yaşantılarında. Ama bak, gerçek tutsaklar biziz, soyuttan gelir bizimki, savaşılmaz. En değerli somutlarımı yoktan satarım da kurtulamam ötekilerden, bilirsin. Bırakıp bırakıp ırak kentlere bile gidemeyiz, bu uğraş ister. Bak, bizi ağaçlandırmak güçtür - ya bozkır.” (Sev-

gi Soysal, “Ne Güzel Suçluyuz Biz Hepimiz”) Sevgi Soysal’ın Türk edebiyatındaki yerine bakıldığında bireysellikten toplumsallığa uzanan bir yazın yaşamı görüyoruz. 70’li yıllar edebiyat dünyasında cinselliğin cesurca anlatılmasının pek de yaygın olmadığı zamanlar. Sevgi Soysal bu muhafazakâr dönemde cesur bir çıkış yapıyor ve “Yürümek”i yayımlıyor. Roman kadın ve erkek arasındaki cinselliğe yoğun olarak yer verdiği gerekçesiyle müstehcen bulunarak toplatılıyor. Burada Soysal’ın içinde yaşadığı toplumun dayatmalarına karşı gösterdiği cesur duruşun bir örneğine rastlıyoruz. Bu duruşun bir benzerini Tezer Özlü’de de görüyoruz. Ancak Özlü dayatmalara savaş açmanın yanında, onları doğrudan yok saymaya ve anlamsızlaştırmaya yatkın bir dil izliyor. Kimi zamansa büyük bir isyanı ateşliyor ve yaşamlarımıza sınırlar çizen tüm düşünceleri radikal söylemlerle reddediyor. Yalnızlık Yaşamın Özüdür Tezer Özlü, dönemin edebiyatına şekil veren pek çok yazar gibi varoluşçuluk akımına ait kavram ve temalarla örtüşen yapıtlar verir. Ancak isyanını dile getirme biçimi, aracı kullanmaksızın ve bir kurguya bağlı kalmaksızın sarıldığı yırtıcı çıkışı onu diğerlerinden bir miktar ayırır. Ruhsal çalkantılarının izlerini çoğu yazısında rahatça görebildiğimiz Tezer Öz-


Mart 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

lü, geleneklere ve kalıplaşmış inançlara başkaldırır ve onların karanlığında boğulurken okura seslenir; boğuk bir iniltiyle değil, gürül gürül akan bir sesle. “Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku… Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından... Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur – artık hiçbir yerdesin.” (Tezer Özlü, “Kalanlar”) Özlü’nün yazıları kendi yaşamından yola çıkar. O hepimizin daha çocukken başlayan, yaşama, varoluşa ve ölüme ilişkin sorgulamalarımızı erişkin yıllarına taşır ve bu sorgularda attığı adımları not eder. Çoğumuzun zorluğundan kaçarak daha düz bir hayata yöneldiği yaşlar, Tezer Özlü için kavramlarla yüzleşmek, onları parçalamak ve yeniden inşa etmekle geçer. Korkuyu merakla, acıyı hayalle parçalar; tekrar inşa eder; kimi zamansa kavramları tersten çözümleyerek içlerindeki gizli anlamı ortaya çıkarır. Yolu ne olursa olsun hep bir arayışın peşindedir. Bu illa bir anlamlandırma arayışı olmayabilir, ancak gerçeğin izini sürme eğiliminden emin olabiliriz. Tezer Özlü, insanların, bilhassa kadınların, mutluluk oyunları içinde hapsolup gerçeğe körleşmelerini kaldıramaz. O, acıdan arınmış bir yanılsama yerine tüm ürkütücülüğüyle gerçeği kucaklamak ister. Gerçek çoğunlukla mutsuzluk, ölüm, ölüm korkusu ya da yalnızlıktır. Yalnızlık varoluşun özüdür. Hayat yalnızlığın üzerine kurulur. Tıpkı çıplaklık gibidir. Üzerimize ne giyersek giyelim özümüz çıplaktır. “Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatılarında yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden. Dünyanın ihtiyacı olan her olguyu vermiş, söylemiş, yazmış ölülerden.” (Tezer Özlü, “Yaşamın Ucuna Yolculuk”) Tezer Özlü kendinizi en yalnız ya da çaresiz hissettiğiniz anlarda, anlaşılamama hezeyanınızı yatıştıracak bir ilaçtır adeta. Düşüncenin en siyahına saplandığınızda dahi hissettiklerinizi cümleleştirebilen biri olduğunu görürsünüz. Sanki tüm hayal kırıklıkları, tüm umutlar ve umutsuzlukların geçmişte de var olduğunun, sizden önce de birileri tarafından hissedilmiş olduğunun kanıtıdır çoğu kez. Tezer Özlü’den konuşurken onun “can dostum” diye bahsettiği Leylâ Erbil’den ve ona yazdığı mektuplardan bahsetmeden olmaz. Leylâ Erbil, Özlü’nün mektuplarını onun aramızdan ayrılışından dokuz yıl sonra okurla paylaştı. Bu mektuplarda Pavese hayranlığından, yurt dışında yaşadığı yıllara, hastalığını öğrenme sürecinden boğuştuğu ruhsal devinimlere kadar Özlü’nün hayatının en yalın anlarına, başka deyişle yazarın “Tezer haline” şahit oluyoruz. Mektuplarda Tezer Özlü’nün cinsellik, ölüm, siyaset, işçi sınıfı mücadelesi ve kadınlık halleri üzerindeki düşüncelerini birinci ağızdan ve dostane cümlelerle okumak mümkün. Cinsellik Tabusuna Karşı Kadın Söylemi “Geçti gitti hepsi artık. Yürü hadi. Yürüyelim.. Bak önümüzde uzun yıllar var. Ben hep yanında olacağım. Hadi gel gir koluma. Ellerinin çizgisi ellerime benzeyen sevgilim. Ben hep yanındayım..” (Leylâ Erbil, “Kalan”)

Bir kadının cinsellik konuşmasının halen zor olduğu Türkiye’de Leylâ Erbil, bir kadın yazar olarak eserlerinde cinselliği çokça işlemiştir. Dili oldukça cesurdur. Bunun en iyi örneğini “Tuhaf Bir Kadın”da görürüz. Toplumun kurallarına hapsolmuş bir anne ve başkaldıran kızı Nermin’in hikâyesinde cinsellik tabusu bir kadının gözünden incelenir. Nermin’in annesi Nuriye Hanım için evlilik öncesi yaşanacak cinsellik genç bir kadının utancıdır. Bu konuda sürekli olarak kızına yön vermeye, onu kontrol altında tutmaya çalışır. Elbette burada Nuriye Hanım imgesiyle Erbil’in ataerkil toplum portresi çizdiğini rahatça görebiliriz. Bu ataerkil toplum mekanizmasında kadın bedeninin kutsal bir anlamı vardır. Kadının toplumun “tasvip etmediği” biçimlerde cinsellik yaşaması sadece kendi bedenini ilgilendirmez. Bu toplumun topyekûn tüm değerlerinin karşısında büyük bir tehdittir. Çünkü kadın, kural tanımaz erkeklerin domine ettiği düstura uygun yaşamak, onların cinsel açlıklarınıysa kendi bedeninden ödün vererek ehlileştirmek durumundadır. Patriyarkanın gözünde anne olmak, namuslu kadın olmak, “makbul” kadın olmak bunu gerektirir. Kadının, hakları için savaşması, kavga etmesi, dans etmesi, yüksek sesle gülmesi yani edilgenlikten sıyrılması her şekliyle lanetlenir. Bunların tümü erke başkaldırmadır. ve mutlak bir cinsellik ilintisi içerir. Kadının cinselliğini özgürce yaşaması toplumun geleneksel düzenine karşı en büyük tehdittir. Çünkü cinsel arzularını “kontrol edemeyen” kadın, topluma zarar verebilecek tüm yanlış fikirlerin anası olmaya adaydır. Bu onun patriyarkaya karşı mutlak bir başkaldırı içinde olduğunun en güçlü kanıtıdır ve erkeklerin dünyasında bu kabul edilemez. Leylâ Erbil’in eserlerinde kadınlar, erkek egemen düzen ve önyargılarla kuşatılmış, özgürleşme yolunda çıkışsız kalmış, sancı çeken bireyler olarak karşımıza çıkar. Erbil annelik durumu üzerinden, kadına biçilmiş geleneksel rollerin kuşaklar arası aktarımını irdeler ve kabul gören kutsal annelik mitini eleştirir. “Tuhaf Bir Kadın”da Nermin’in dayatılan cinsel tabulara açtığı savaşta gördüğümüz mücadeleci ruh, Özlü’de kendini karamsarlığa ve kaçışa bırakır. Tezer Özlü’nün, aileye ve topluma duyduğu yabancılık, yerleşik kavramların anlamsızlığı ve kaçış arzusu çoğu metninde temel izlektir. “O bana yaklaşırken ben onun (annemin) dünyasına ne kadar yabancı olduğumu düşündüm. Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olmadığını düşünüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve babam gi-

bi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana. İnsanlara daha fazla yaklaştıkça bu saydıklarımdan daha fazla uzaklaşıyorum. Gökyüzünden, onun ışıklarından, gün batımlarından, karanlıklardan ve bulutlardan, kendi çıktığım karanlığa ulaşıncaya kadar onlardan uzaklaşacağım.” (Tezer Özlü, “Kalanlar”) Acıyla Beraber Yürümek Sevgi Soysal, Leylâ Erbil ve Tezer Özlü... Bu üç önemli kadın yazar arasında Tezer Özlü’nün bende biraz daha farklı bir yeri var. Bunun ana sebebinin onun dilindeki güç olduğunu söyleyebilirim. Sevgi Soysal ve Leylâ Erbil’i okurken sıcak ve yumuşak bir hisse kapılırken Özlü’de zihnime daha ağır bir yük bindiğini hissederim. Soysal ve Erbil’de sanki günışığında kendimle ya da bir dostumla konuşurken kullandığım ses tonu gizliyken Özlü’de bulutlu bir hava, karanlık bir pencere, kırık bir ayna ya da nesnesiz bir gölgeden gelir çoğunlukla ses. Bu nedenle Sevgi Soysal ve Leylâ Erbil herhangi bir günde okunabilse de Özlü’yü okumadan önce ruhsal bir hazırlanma sürecinden geçmem gerekir her seferinde. Özlü’nün acıyı estetize ettiğini çoğu kişiden duydum. Belki de gerçekten öyledir. Aşkın gücünü okumaktan bıkmayanlar neden acıya tahammül edemezler bilinmez. Nitekim acıda da en az aşktaki kadar sarsıcı ve kimi zaman hayran bırakıcı muazzam bir güç yok mudur? Bu gücün fazlasıyla farkında olan Özlü, onunla mücadele etmenin tek yol olmadığını fark etmiş yazarlardan. Acıyla savaşabilir, ondan kaçabilir ya da yanınızdan yürümesine izin verebilirsiniz. Tezer Özlü onunla beraber yürüdüğü uzun yolda acıyı kişileştirmiş, onu okurla kurduğu diyaloğun başat öğesi haline getirmiştir. Kadınların yazması edebiyat dünyası için hayati öneme sahip. Zira kadın kimliğini ötekileştiren, kadını özneliğe layık görmeyen patriyarkanın karşısında en iyi silahın kadının tuttuğu kalem olduğuna inananlardanım. Soysal, Erbil ve Özlü’ler, çağdaş Türkçe edebiyatın gelişmesine önayak olan ve onu sürdüren tüm kadın yazarlara 8 Mart vesilesiyle bir kez daha teşekkür etmek gerekiyor. Tüm emekçi kadınlarla, umut dolu yarınlara yan yana yürüme umuyla: ‘’Bütün acılara karşın hayat içimize bir nota bırakır ya en bitik günümüzde direnme notasını, bir zarfa mı koyar bir deniz çırpıntısıyla mı savurur yüzümüze? Neşe üşüşür hayatımıza birden güç aşılar iyi güçtür baş eğdirmeyen umut altın kafesinden, çıkıverir dolaşır tepemizde…” (Leylâ Erbil, “Tuhaf Bir Erkek”)


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2016

Ali Sami Yen’in Hayatı “Küçücük, naif bir çocuk; imparatorluklar çarpışırken, dünya savaşları başlarken, sadece kendi sevdiği oyunun peşinden gidiyor. Basit bir oyunun peşinden ama gerçek bir tutkuyla! Tutkuyla, kararlılıkla, tüm tehlikeleri göze alarak...” Can Arca kahramanı Ali’yi kısaca böyle tanıtıyor önsözünde. Galatasaray Lisesi günlerinden ülkenin en ünlü futbol takımının kuruculuğuna uzanan serüveniyle Galatasaray Lisesi’nin en ünlü Ali’sinin, Ali Sami Yen’in yaşam öyküsünden esinle kaleme alınmış bir masal bu. Ali Sami Yen’in İngilizleri yenmek için 1905 yılında kurduğu takım, 2000 yılında İngilizlerin Arsenal takımını yenerek UEFA kupasını kazanmıştır. Böylece yüzyıllık bir hayal gerçekleşmiş olur. “Ali”, işte bu hayalin peşinde harcanan bir ömürden ilhamla kaleme alınmış. İmparatorluk tahtı sarsılır, işgal tehlikesi baş gösterirken gencecik bir delikanlı hem bir aşka hem de bir oyuna kalbini kaptırır. Aşkının ve oyunun peşine hevesle düşen, Galatasaray koridorlarında yeniyetmelik günlerini geçiren bir delikanlıdan bir efsanenin doğuşunun öyküsü. Ali hiç bilmediği bir oyunda, o oyunu icat edenleri yenmek için yola çıkmıştır. İmparatorluklar ona karşıdır... Bu masal, Ali’nin hayalini, bir ufak çocuğun bile isterse milyonları peşinden sürükleyebileceğini, herkesin dünyayı değiştirebileceğini anlatıyor. “Ali”, Can Arca, 160 s., Postiga Yayınları, 2016

Kardeş Ruhların Hikâyesi Amerika’nın dört bir köşesinin demiryollarıyla birbirine bağlanmasından da öncesini anlatan, zulüm ve kadersizliğin birbirine bağladığı kardeş ruhların öyküsü bu. Amanda Coplin ilk romanı “Bahçıvan”da derli toplu ve ahenkli hayatının bozulması pahasına kalbini açmayı göze alan ve koca bir dünyanın bahçesine dalmasına izin veren bir adamın (William Talmadge) dokunaklı öyküsünü nefes kesen bir üslup ve duygudaşlıkla anlatıyor. Yirminci yüzyıla beş kala, Amerika’nın Kuzeybatısı’ndaki kırlarda kendine yetiştirdiği meyve ağaçlarından bir cennet yaratmış bir bahçıvan olan William Talmadge sessiz ve sakin bir hayat sürmektedir. Ta ki bir gün bahçesinden meyve çalan iki küçük kızın ikisinin de hamile olduğunu anlayıncaya dek. Kızlar göz teması kurmayacak, ona yaklaşmayacak kadar vahşidirler. Bu yalnız ve sessiz adama güvenmeye, bir sığınak bulduklarına inanmaya başladıklarında ise işler hiç ummadıkları bir şekilde gelişecektir. Washington Post, Seattle Times, The Oregonian, National Public Radio, Amazon, Kirkus Reviews, Publishers Weekly, The Daily Beast’in yılın en iyi kitapları seçkisinde yer alan “Bahçıvan” okurunu başka bir yüzyılda yaşanan görkemli ve nefes kesen bir hikâyenin parçası olmaya davet ediyor. “Bahçıvan”, Amanda Coplin, Çev: Yeşim Seber, 590 s., Everest Yayınları, 2016

Gerçek Bir CSI CEYHAN USANMAZ

A

merika Birleşik Devletleri’nin farklı kentlerinde geçen ve her biri sezonlar boyunca devam eden CSI dizileri (“CSI: New York”, “CSI: Miami” gibi), bir dönem bizleri hayli “oyalamıştı”. Söz konusu dizilerde her ne kadar çoğu zaman gerçeklere de dayanan ve yüksek tempolu hikâyeler anlatılmışsa da, bir süre sonra kaçınılmaz olarak kaybolup gittiler... Ancak geriye dönüp baktığımızda, polisiye türün takipçilerine yeni bilgiler, ayrıntılar, araştırma yöntemleri hakkında farklı bir bakış açısı kazandırdıklarını da inkâr edemeyiz. Bu dizilerin diğer bir özelliği de, “CSI: New York”u yakından takip etmiş biri olarak söylersem, isimlerine yansıyan kenti de hikâyelerine bir karakter olarak dahil edebilmeleriydi. Dizilerin popülerliği dolayısıyla hemen kitapları da yayımlanmış, hatta bir kısmı Türkçeye de çevrilmişti. Bugünlerde ise CSI dizilerini yeniden hatırlamamıza sebep olan başka bir kitap var. Çünkü “Karanlık Barselona”nın yazarı Marc Pastor, gerçek bir CSI. 1977 doğumlu Marc Pastor kriminoloji eğitimi görmüş. Şimdilerde de “CSI’lık” yapıyormuş; yani suç mahalli araştırmacısı. Dolayısıyla, böylesi bir ismin romanıyla karşılaşmak ayrı bir merak uyandırıyor insanda. Üstelik Barselona gibi bir kent de varken işin içinde. 20. yüzyılın başlarında geçiyor “Karanlık Barselona”nın hikâyesi. Merkezinde de iki polis dedektifi var; Moisès Corvo ve Juan Malsano. Barselona’da aslında şiddet ölümleri hemen her gün gerçekleşmektedir. “İntihar olayları bir gün varsa ertesi gün yine vardı: Fabrika kapandığında içeride kalıp kendilerini fabrikanın kirişlerinden birine asan işçiler; aşkına karşılık bulamayan ve Otel Colón’un üzerinden kendini aşağıya atan bir banker; depresyonun üstesinden gelemeyip tren raylarına yatarak kafasını trene koparttıran birden, ikiden ve üçten fazla kişi ve buna benzer olaylar...” Bu “rutin” dolayısıyla Moisès Corvo ve Juan Malsano olaylara genellikle bir dizi formalite, kırtasiye işi gözüyle yaklaşmaktadır artık. Ancak son zamanlarda halk arasında kulaktan kulağa yayılan kaybolan çocuklar hadisesi, Corvo ve Malsano’nun kayıtsız kalamayacağı düzeydedir. Bir yıllık bir süre içerisinde, ikisi kesin olmakla birlikte, en az dokuz çocuk kaçırılmıştır. Bu kaçırılma vakalarını daha da vahim kılan şey, halk arasında bunu bir “canavarın” gerçekleştirdiğine inanılmasıdır... Kısacası, korku ile polisiye türün kesişme noktasında yer alıyor “Karanlık Barselona”; hatta başka türlere göz kırpan bölümleri de var. (Örneğin steampunk’ın alametifarikalarına rastlamıyoruz belki ama atmosferin steampunk türüne yaklaştığı parçalar bile mevcut.) Diğer bir deyişle, kitabın ismindeki “karanlık” taraf tamam! Tabii ki, kaçınılmaz olarak Barselona’yı da arıyor gözlerimiz; ama... “Örnek şehir Barselona defolarını saklamıyordu çünkü zaten kimse onları görmüyor gibiydi”; “Ateşli Gül lakaplı anarşist Barselona’da herkes kendi derdiyle meşguldü”; “Barselona çabuk sevip çabuk unutur, çabuk kızıp çabuk uykuya dalardı”; “Barselona’da birbirlerine çok uzak ve birbirleriyle bağlantısız sınıflar ve so-

ceyhanusanmaz@gmail.com nuçlarına katlanmadan geçilmesi imkânsız, görünmez sınırlar vardı.” Barselona’nın karakteristiğini yansıtan bu ve benzeri cümlelere roman boyunca zaman zaman rastlıyoruz; hikâyeyle iç içe geçen toplumsal yapıyı az çok çözmeye çalışıyoruz. Ancak genel olarak bakıldığında, Barselona’nın mesela o labirentvari sokaklarının tam anlamıyla ön plana çıktığını söylemek zor. Yani Marc Pastor, hikâyeye de çok uygun düşecek şekilde ele alınabilecek bir kent olan Barselona’ya, o hak ettiği roman kahramanlığı payesini verememiş gibi görünüyor. Bir fırsat tepilmiş, diye de nitelendirilebilir. Gerçi hakkını yemeyelim; kenti yeterince ön plana çıkarmayışı Marc Pastor’un CSI’lığını sekteye uğratmışsa da, hikâyenin gerçeklerle bağlantı noktasında yazar, araştırmacı özelliğini konuşturmuş! Kaçırma hadiselerinden kimin sorumlu olduğu daha kitabın başlarında açıklandığı, dahası, roman bu muamma üzerine kurulmadığı için burada ayrıntılara girebiliriz. “Karanlık Barselona”da anlatılan, Enriqueta Martí’nin hikâyesi aslında. Gerçekten de çocukları kaçıran, “Barselona’nın vampirellası” olarak anılan bir Enriqueta Martí var kentin tarihinde... Romanın merkezinde yer alan dedektiflerden Moisès Corvo’nun bir kitap kurdu oluşunun da altını özellikle çizmeliyiz. Moisès Corvo, karısından kaça kaça akşamlarını kardeşi Antoni’nin çalıştığı matbaada geçirmeye alışmış. Günün birinde kardeşi, Corvo’ya yeni ciltlediği bir kitap veriyor; “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde.” Kitabın hoşuna gitmesiyle birlikte Corvo’nun önünde yepyeni ve sonsuz bir dünya da açılmış oluyor böylelikle ve kardeşinden yeni kitaplar istiyor. Corvo’nun istediği kitaplar, “Karanlık Barselona”nın hikâyesi düşünüldüğünde, oldukça manidar: Sheridan Le Fanu’nun “Carmilla”sı, Conan Doyle’un “Holmes Hikâyeleri”, Shelley’in “Frankenstein”ı, Gaston Leroux’un “Operadaki Hayalet”i, Stoker’ın vampiri... Polisiye, bilimkurgu, korku edebiyatını takip edenlere aşina gelecek isimler. Laf arasında, adını pek duymadığımız bir yazardan daha bahsediliyor romanda; Juli Vallmitjana. Adının geçtiği yerde, dipnotla şu bilgiler verilmiş: “Eserlerinde özellikle Barselona’nın alt tabakaları ve Çingenelerinin yaşamını işleyen Katalan yazar ve dramaturg.” Biraz daha araştırınca, zamanında Picasso’nun portresini yaptığı bir yazar ve ressam olduğunu da öğreniyoruz Juli Vallmitjana’nın. Barselona’nın ünlü mekânlarından Els Quatre Gats’te gölge tiyatrosu gösterileri de yapmış hatta. Yakın bir zaman önce Barselona’ya gittiğimde, uğradığım yerlerden biriydi Els Quatre Gats. Hakkındaki ilk bilgileri de başka bir romandan, Carlos Ruiz Zafon’un kaleme aldığı “Rüzgârın Gölgesi”nden edinmiştim. Romanlar elbette birer gezi rehberi değildir ama bazı kentler, ne kadar ön planda olup olmadıklarıyla bile eserlerin niteliğinde belirleyici rol oynayabiliyorlar... “Karanlık Barselona”, Marc Pastor, Çev: Gülsevim Erhan, 255 s., Esen Kitap, 2016


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Mart 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Aşkı Erteleyen Devrimler Kaybetti” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Kısaca bu yasağı şöyle özetliyorlardı: Devrim asıl büyük amaçtır. Devrimciler bütün enerjilerini devrim yolunda harcamalıdır. Bunun dışındaki bütün uğraşlar talidir ve ertelenmelidir. Ne zamana? Devrimden sonraya… Somut bir teorik dayanak göster dersen, Maksim Gorki’nin “Ana” adlı romanını gösteririm. Roman kahramanı Pavel tam da böyle bir devrimcidir. Sevgiliyle vakit geçirmenin zamanı değildir der ve devrim yapmak için ayrılır sevgilisinden. Gorki’nin “Ana” romanını niçin örnek veriyorum? Çünkü bu roman Türkiye’de sol örgütlerin el kitabıydı yakın zamana kadar. Halen kitlelerine okutan örgütler var bu romanı. Sol örgütlerdeki aşk yasağının teorik arka planı buralara dayanıyor. Pratik uygulamalarda ise kapalı grup özelliğine sahip sol örgüt yapıları, aşk yasağına geleneksel olarak yatkın zaten. Feodal aile ilişkilerinin örgüt içerisinde sürdürüldüğünü görüyoruz. Aşk yasağını en katı biçimde uygulayan örgütler, silahlı mücadele verenler oldu. Savaşırken aşkın, sevmenin zamanı mı şimdi denilerek en masumane ilişki bile “yoz ilişki” denilerek mahkûm edildi. Sonuçları çok acı oldu. Romanda Sara’nın, “Savaş zamanında öldürdüğüm çocuğu barış zamanında doğurmak istiyorum” dediği şey bu yasaklı tarihe göndermedir. Elif Şahin Hamidi: Bir yerde benzer bir tepki Cevher’den geliyor, “Kendime kalbi olan bir yol seçeceğim” diyor. Aytekin Yılmaz: Evet, benzer gerekçelere dayanır Cevher’in bu tepkisi de. Bana göre aşkı erteleyen bütün devrimler kaybetti. Bazı şeyleri devrimden sonraya erteleyebilirsiniz ama bu aşk, sevgi gibi insanı insan kılan şeyler olmamalıdır. Rus anarşist Neçayev “Dökülen kan bizi birbirimize bağlar” demişti. Cevher buna itiraz eder. “Bizi birleştirecek olan şey kan değil, sevgiyle beslenmiş vicdan olmalıdır” der. Mesela Cevher’in kaldığı koğuş komününde kimse kimseyi sevmemektedir. Hatta bir yerde eşcinsel ilişkiden dolayı dışlanan Çetin ve Metin için “Birbirini gerçekten seven iki kişi vardı onları da sürdüler ortamdan” der. “Kendine kalbi olan bir yol seç!” romanın ilk cümlesi-

için on dört yıl hapis yatmayı göze alır. Cevher, itaatsiz bir kişiliktir. Hem devlete hem örgüte direnir. Zaman içinde aslında bütün iktidar erklerinin birbirinden çok da faklı olmadığı sonucuna ulaşır. Hatta bir yerde günlüğüne yazar, “Devletle henüz iktidar olamamış örgüt arasındaki fark ihtiyar kurtla genç kurt arasındaki farktır”. Hangisinin daha zalim veya özgürlükçü olduğunu sıkılmış dişlerine bakarak anlayabiliriz ancak. Elif Şahin Hamidi: Mezarsız Meryem’in hikâyesi de çok sarsıcı. Örgüt içi infaz edilenlerin mezarı olmuyor ve Meryem de onlardan biri. İki ucuna bir işaret konulan mezar yerini bile kendi adamlarına, yoldaş bellediklerine çok görüyor örgüt. Aytekin Yılmaz: Gerek Kahır Dağı’na gömülen Meryem’in hikâyesi gerekse işaretsiz mezarlar gerçeği... Günün birinde dağın içi açıldığında bizleri nelerin beklediğinin haberini veriyor. Romanın gelecekten haber veren bir yanı da var bence. Aslında normalde başka devrimlerde ve savaşlarda çok sonraları yazılan şeyi bu roman henüz savaş bitmeden söylüyor. O yüzden en çok aldığım tepkilerden biri de bunları yazmanın şimdi zamanı mı oluyor. Bunu söyleyen akıl için, o zamanın hiç gelmeyeceğini biliyorum. Elif Şahin Hamidi: Hapishane gerçeğiyle tanışıyoruz romanda. Kapalı kapıların ardında mahpusların ne gibi sorunlarla boğuştuğunu, örgütün, örgüt baskısının içeride de ne kadar hâkim olduğunu açıkça resmediyorsunuz. Bir de roman ‘Özel durumu olan mahpuslar hapishanesi’ni anlatıyor. İlginç mahpusları var. Özellikle trans mahpusların hapishanede bile sığınacak bir yerlerinin olmadığını görüyoruz. Dışarıda dışlanan tüm bireyler burada da dışlanıyor, bu bir tesadüf mü? Aytekin Yılmaz: Tesadüf değil, çünkü her ülkenin hapishanesi aynı zamanda dışarının bir aynasıdır. Bu anlamıyla özel durumlu mahpuslarıyla Kılıç Kalesi Hapishanesi bu ülkenin bir gerçeğidir. Cevher bir yerde şöyle der, “Bugün nasıl ki burada bir koğuşa sığamıyorsam yarın dışarı çıktığımda da bir yerlere sığınamayacağımı biliyorum”. İçeri ile dışarının nasıl da

“Sığınamayanlar” bir savaş romanı olduğu kadar şiddetsizliği savunan, yeri geldiğinde savaşın nasıl da korkunç sonuçları olduğunu hatırlatan bir roman olduğunu düşünüyorum. Kahramanların tümü savaş mağduru. Savaşın özgürlük getireceğine inanmayan kahramanlar var romanda. dir aynı zamanda. Cevher hapishanenin birinde sığındığı hücrenin ranzasında tanışır bu sözle. Ve bu sözün peşinden gider. Yaşanmış aşksız, ruhsuz geçmişle bu söz üzerinden hesaplaşır. Elif Şahin Hamidi: Cevher, sürekli “ben böyle iyiyim” diyerek pek çok şeye boyun eğmiyor. Herman Melville’in sürekli “Yapmamayı tercih ederim” diyen Katip Bartleby’sini hatırlattı bana. Örgüt içinde “yapmamayı tercih etme”nin bedellerinden bahseder misiniz? Aytekin Yılmaz: Eğer konu itaatsizlikse Cevher de öyle birisidir, kişilik yapısında disipline, hiyerarşiye karşı bir direnç var. Cevher başlarda örgüte katılmamak için epey bir direnmiştir. Bunun için üniversitede bir süreliğine dışlanmıştır. Fakat ülkenin içinde bulunduğu genel hava onu da etkiler. Örgüte katılır ama erken fark eder bazı şeyleri. Özellikle hapishanedeki koğuş yaşamında tanık olduğu bazı pratikler örgüte olan inancını kaybettirir. Örgütün onu yeniden kazanması girişimlerine cevabı “Ben böyle iyiyim” olur. Benzer tepkiyi Kılıç Kalesi Hapishanesi’nde savcıdan gelen “pişmanlık yasasından yararlan” sözlerine olur. Ona da “Ben böyle iyiyim” der. Bir dilekçe yazmamak

aynılaştığını birbirinin aynası olduğunu bir cümlede özetlemiş oluyor bize. Elif Şahin Hamidi: Cevher’in birgün dışarı çıktığında gerçekleştirmek istediği bir hayali var. Sizin hapishane derneği “Mahsus Mahal”de yaptıklarınızı görünce sormak istedim, neydi bu hayal? Aytekin Yılmaz: Cevher’in hayalleri kendi geçmişinde mağdur edildiği, kendisinin beklediği ama kimselerin yapmadığı şeylerdir. Hapiste bir dönem çok yoksul ve kimsesiz kalır. Geleni gideni arayanı olmaz. Çok etkilenir yıpranır bu durumdan. Hapiste olup da dışarıda bir bekleyeni arayanı soranı olmamak bir mahpus için tarifi zor bir acı demektir. Bu durumda olan bazı mahpuslar zaman içinde ruh sağlığını yitirir. Cevher bu durumda olan bazı mahpuslar için “Yoksulluktan deli oldular” der. Yıllar sonra içinde ukde olan şey bu durumdur. Kendi kendine söz verir: “Eğer bir gün dışarı çıkarsam hapishanelerde hiç kimsesi olmayan özel durumu olan mahpusların görüşmecisi olacağım” der. Biz şimdi dernekte bu özel durumu olan mahpuslarla ilgili bir proje yürütüyoruz. Bir bakıma Cevher’in hayalini gerçekleştirmek istiyoruz. Eğer terslikler olmazsa bu projeyle

birlikte özel durumu olan mahpuslara bir kapı açılmış olacak. Elif Şahin Hamidi: Savaşın, öldürmenin korkunçluğunun farkına varan, taraf olmamak için direnen kahramanlarla tanışıyoruz kitapta. Savaş karşısında, ölmek/öldürmek karşısında bazen bedeli çok ağır da olsa taraf olmamak mümkün. Son dönemde yaşananlar karşısında barışa dair hâlâ umut var mı sizce? Aytekin Yılmaz: “Sığınamayanlar” bir savaş romanı olduğu kadar şiddetsizliği savunan, yeri geldiğinde savaşın nasıl da korkunç sonuçları olduğunu hatırlatan bir roman olduğunu düşünüyorum. Kahramanların tümü savaş mağduru. Savaşın özgürlük getireceğine inanmayan kahramanlar var romanda. Cevher bir yerde çok özlü bir cümleyle söyler sözünü: “Ölümlerden sonra özgürlük değil, mezarlık gelir”. Uzun yıllar dağda kalmış, savaşmış Sara ve Besna’nın örneğinde savaşın dağda gerilla kadınlar üzerinde yaratmış olduğu yıkımı görebiliyoruz. Bu soru Besna’ya sorulduğunda “Özgürleşen kadını değil ama erkekleşen kadını gördüm” der. Savaşa katılan kadının nasıl erkekleştiğini Besna’da görebiliriz. Savaşın başka şeylerin yanında ilk aldığı sonuçlardan biri de insanları riyakâr yapmış olmasıdır. Ateşkesler olur, sonra çatışmalar yeniden başlar. Hapishaneler bazen boşalır, bazen dolar. Gideni geleni çok olur. Dışarıdan yeni gelenler dışarıda olup bitenler hakkında görüşlerini Cevher’e aktarır. Bunlardan birinin söylediği ilginçtir: “Dışarıda herkes düşmanını yanına almış, dostlarıyla savaşıyor” Bir başkası ise “Savaş neredeyse herkesi riyakâr yaptı, doğru söyleyenlerin hepsi dışarıda açlıktan kırılıyor” der. Cevher bunların hepsini not alır, biz de onun notlarından okuruz. Elif Şahin Hamidi: Sanırım en zoru da savaşmamak için ülkelerini terk edenlerin durumu? Aytekin Yılmaz: Bence de savaşmamanın bedelinin savaşmaktan daha zor olduğu bir dönemden geçiyoruz. O yüzden Cevher’in gerçek ideal kahramanları savaşanlar değil, savaşmayanlardır. Savaşanlar birçok bakımdan ayrılıkları olsa da devlet için de örgüt için de savaş kaçkınları, ikisi için de haindir. Cevher ise savaşan kahramanların yanında değil, savaştan kaçan hainlerin safındadır.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2016

Bir Romancının Ağıtı SELNUR AYSEVER

“U

cunda Ölüm Var” bir Kemal Varol romanı. Onun yerelliğinin, kendisine ait dilinin, şair kaleminin dolu dolu hissedildiği bir aşk romanı. Neredeyse yarım asır süren bir aşkın öyküsü ön planda durmakta. Ancak romanın içerisinde, yaşadığımız toprağın unsurlarını, sorunlarını, tarihini ve insanını bulmaktayız. Yazar bu romanı için, “galiba en temel derdim bu topraklara son bir kez olsun ağıt yakmaktı” diyor. “Dünya ölümlü, gün akşamlı… Bizden kalacak olan üç-beş kelime. Bana hikâyesini anlat oğlum. Ağıdını yakacağım” diyen Ağıtçı Kadın ile birlikte, okur da ağıda katılıyor. Ağıtçı Kadın, bir gece yaşamından çıkan Heves Ali’yi arar elli yıl boyunca. Ömrü, aşkını beklemekle geçer. Kendi ölümüne on üç gün kala ölüme yatar evinde. Derken bir gece rüyasında Heves Ali’yi görür. “Ben öldüm, gel bul beni” der ama rüyada bile yüzünü görememekten yakınır Ağıtçı Kadın. Ölüme sayılı günleri kalmışken, Heves Ali’yi aramak için düşer yola. Konya, Bursa, İstanbul, Erzurum, Arkanya derken kendi evinde sonlanır roman. Ağıtçı Kadın’ın Heves Ali’nin ölüsünü aradığı yolculuk, her durakta yitip giden başka bir öyküye dönüşür. Her öykü, ülkenin meselelerine dokunmaktadır. “Bir Tekaüdün Ağıdı” dediği bölümde, Konyalı bir tren istasyonu işçisine yakar ilk ağıdını yazar. Yaşamında tren istasyonundaki işinden başka hiçbir şey olmayan bu işçinin, emekli olmasıyla sona eren hayatına yakılır ağıt. Yaşamı boyunca senelik iznini bile kullanmamış; yılda iki kez ücretsiz yolculuk yapma imkânı varken bile bir kez seyahat etmemiş; devletine sadakatle bağlı, dini bütün bir işçinin öyküsüdür bu. İçinde nasıl bir ukde kalmışsa, vefatında bile gözü zorla kapanmayan bir işçinin… Ağıtçı Kadın, Heves Ali’yi burada bulamasa da; okur, sarsıcı bir şekilde yaşamının anlamı üzerine düşünecektir. Kendi dünyasına dönüp, o ana kadar yapamadıklarını en çok. Muhtemelen kaçmak istediklerine yakalanacak, bir nevi hesaplaşma yaşayacaktır kendisiyle. Yazarın burada yaktığı ağıt kimi yaşamların dirilmesine de olanak sağlayabilir. Ağıtçı Kadın uğradığı her duraktan sonra aşkıyla ilgili bilgiler vermeye başlıyor. Yirmili yaşlarda başlayan aşktan, ağıtçılığa uzanan bir yaşamın isyanı bu okuduğumuz. Kadının yolculuğu sırasında ara durak gibi bu bölümler. Ağıtçı Kadın’ın acısından; aşkı, sadakati, unutulmama arzusunu ve adanmışlığı okuyoruz. Bursa’da Ermeni Artin’in öyküsünde mizahi bir yan var. Dilimize yerleşmiş şekliyle, “Tam Aziz Nesin’lik” bir öykü bu. Tam da o öyküler gibi bize dair bir gerçekliği içinde barındırıyor. Müslüman mahallesinde zordur gayrimüslim olarak yaşamak. Dün de bugün de değişmedi bu gerçek. Belki daha bile zor artık çoğunluğun parçası olmamak. Artin’in yer değiştiren mezarı; bu kadar ağıdın ve acılı yaşamın içinde bir nebze gülümsetse de okuru; ironisiyle sarsıyor aslında. Romanın genelinde, Kemal Varol’un şair yanını görüyor okur. Aşağıdaki satırlar, Ağıtçı Kadın’ın Bursa’dan evine dönmeye karar verdiği zaman söylediği sözler olsa da; kendi başına da bir şiir gibi adeta.

selnur.aysever@gmail.com “Yoktun! / Hiç olmadın belki de. / Dönüyorum artık. / Vazgeçtim bu oyundan. / Halim yok yeniden yollara düşmeye. / Bir ömrü rüya etmeye takatim yok. / Kime ne söylesem canım efendim! / Hasanım Ali, Hüseynim Ali, Hevesim Ali! / Kalbini unutan insan, neyi unutmaz ki!” Heves Ali’sini bulma umudunu yitiren Ağıtçı Kadın, apar topar jandarmalar tarafından İstanbul’a getirilir. Bu yolculukta devlet ile yurttaşın ilişkisine gönderme yapıyor yazar. Ağıtçı Kadın ne suçu olduğunu bile bilmeden, askeri cipin içinde bulur kendini. Komutan “anacığım” dese de, devlete laf söylenmez, soru sorulamaz. Devlet değil midir analara, çocuklarının ölüsüne ağıt yaktıran? Diyarbakır Cezaevi’nin yüzbaşısı olan Esat Oktay Yıldıran’ı anlatıyor Ağıtçı Kadın’ın İstanbul’a zorla gelişinin öyküsünde Varol. Ülkenin en karanlık dönemleri darbe yılları. Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan işkencelerle ilgili çekilen filmler, yazılan kitaplar, verilen hukuki mücadele o yılları anlatmaya yetmez. Hep eksik kalır. Yazar, bu konuya farklı bir açıdan, romanın tam da kurgusuna uygun bir şekilde bakıyor. Bu kez bir eş, baba, sevilen bir komutandır. Evine asla “iş” getirmeyen, eşine âşık, çocuklarına bağlı bir profille çıkıyor karşımıza yüzbaşı. Kızlarının yatağına sevgi mesajları bırakan adam ile Diyarbakır Cezaevi’ndeki insanlara köpeği Co’ya tekmil verdiren adam aynı. Yazar, bir röportajında en çok bu öyküde zorlandığını, söylüyor. “İnsanları katlettikten sonra evine gittiğinde ne hisseder? Pişmanlık duyar mı? Sevdikleri bu kişiyi nasıl görür?” gibi sorulara cevap arıyor. “Günahsızdı eşim. O sadece evimizin değil, vatanın da kahramanıydı. Bugün bu canım, adeta cennet parçası, güllük gülistanlık ülkede yaşıyorsak, hep onun emekleri sayesinde” diye bitiriyor öyküyü. Roman; Ağıtçı Kadın’ın, kendini ölüme hazırlarken tepeden tırnağa değiştirmesiyle son buluyor. Bu değişim bir ironi de olabilir yaşama dair umudun tükenmeyeceğinin emaresi de. “Ucunda Ölüm Var” için yazarına soracak birçok sorum vardı. Röportaj yapmak istediğim için aradım. Kemal Varol’dan aldığım cevabı, tüm okurlarının bilmesi gerektiğini düşünüyorum: “Roman çıktığından beri kapağını bile açmadım. Kitabım çıktı diye heyecanlanamadım bile. Çok fazla röportaj talebi aldım. Hepsini reddetmek durumunda kaldım. Ben Diyarbakır’da yaşıyorum. Kimi arkadaşlar ‘Batı’da hayat devam ediyor’ diyor. Ama her gün bombaların patladığı bu şehirde edebiyat konuşmak mümkün değil. Hatta ayıp bile sayılır durumda. Umarım beni anlarsınız.” Bana bu cevabı verirken öyle kibar ve mahcup bir ses tonu vardı ki; sanki üç yaşındaki çocuğuna bomba seslerinin havai fişek olduğunu söylemek zorunda kalan kendisi değil de bendim. “Ucunda Ölüm Var” çıktığında, yazarı “kendimizi en kötüsüne hazırladık” diyecekti bana. Bir gün, yaşadığımız bu günleri yazdığında, dilerim daha umutlu sözler söyler okurlarına… “Ucunda Ölüm Var”, Kemal Varol, 227 s., İletişim Yayınları, 2016


Mart 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Galeano’nun ve Latin Amerika’nın Kadınları AYŞE BAŞCI

Ç

içeklerden kaktüs… Hayvanlardan yılan… İnsanlardan kadın… Hep ötekidir bunlar. Dikenleri batar, dilleri zehirler, huyları anlaşılmaz! Öteki olmak; bastırılmayı, susturulmayı, yok edilmeyi gerektirir. Yüzyıllardır “öteki” bitkilerin, hayvanların, insanların başına gelen de bu değil mi? Bölge coğrafyasında tecavüzler, cinayetler, baskılar, dayaklar ardı arkası kesilmeden sürerken, “o da şöyle yapmasaydı, onu giymeseydi, bunu demeseydi, o kadar içmeseydi” cümleleri de peşi sıra geliyor. Hep aynı Nasreddin Hoca repliği: “Peki ama hırsızın hiç mi suçu yok?” Sadece bizim bölgemize özgü de değil üstelik bu yaklaşım. İnsanı insan bağlamından koparıp cinsiyet bağlamına indirgemek dünyada binlerce yıldır uygulanan bir gelenek. İnsani değil, siyasi ve toplumsal bir gelenek. Çünkü böylesi daha kolay. Daha uygun. Daha güvenli. Kadını susturmak, toplumun yarısını susturmak demek. Kadını cehalete mahkûm etmek, toplumun neredeyse tamamını mahkûm etmek demek. Kadını ev ve çocuk dünyasına hapsetmek, toplumun çok değerli bir kesimini boşlukta bırakmak demek. Kadın üzerinden yaratılan acıların sadece bu ülkeye ya da bölgeye özgü olmadığını bilmek bir avuntu olamaz elbette. Dahası, acıyı pekiştirmekten başka bir işe de yaramayabilir. Yine de yalnız olmadığımızı bilmek önemli. Eduardo Galeano bize “Kadınlar” isimli kitabında, Latin Amerika başta olmak üzere, dünyanın pek çok yerinde kadınların “makus talihinin” hep aynı olduğunu anlatıyor. Galeano’nun notlarında kâh Delaware’deki Alice sessiz protestosunu sürdürüyor yıllarca, kâh Uruguaylı bir kadın, masalların gerçeğini gösteriyor. “Alice 1686’da köle olarak doğdu ve köle olarak yüz on altı yıl yaşadı. Doksan yaşındayken kör oldu. Ona Ferry Dunks’ın Alice’i diyorlardı. Sahibinin emrinde, Delaware Nehri’nin iki yakası arasında gidip gelen yolcuları taşıyan arabalı vapurda çalışıyordu. Daima beyazlardan oluşan yolcular bu yaşlıların yaşlısı kadınla dalga geçtiklerinde, onları nehrin diğer kıyısında ağaç ediyordu. Bunun üzerine yolcular bağırarak onu çağırıyorlardı, ama bu bir işe yaramıyordu. O görmediği şeyi duymuyordu da.” (s. 21) “Kötü davranış şüphesi uyandırmayan kadın yok. Bolero şarkılarına göre bütün kadınlar nankör; tangolara göreyse hepsi fahişe (anne hariç). Dünyanın güneyindeki ülkelerde yaşayan her üç kadından biri, evlilik hayatının rutin bir parçası olarak, yapmış olduğu ya da yapabileceği şeylerden ötürü dayak yiyor: ‘Biz uykudayız,’ diyor Montevido’nun Casavelle mahallesinden bir işçi kadın. ‘Prensin biri seni öpüp uyandırıyor. Uyandığında ise pataklıyor.’” (s. 129) Kilisenin “ilk günah”tan sorumlu tuttuğu Havva’dan Diyanet’in eve kapatmaya çalıştığı Havvalara kadar tüm kadınlar, resmi dilin kurbanı. Kadının zeki, üretken, anne ya da fahişe olması değil mesele. Resmi dil, kadını sevmiyor. Akademisyen olarak da sokak kızı olarak da sevmiyor. “Pozitif ayrımcılık” kavramı, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü bile bunu gösteriyor. Ay-

aysebasci@hotmail.com rımcılığı kökünden kazımak mümkün olmuyor. Elbette buna kadınlar da önemli katkılarda bulunuyor. Birkaç gün önce metroda kendi gözlerimle gördüğüm gibi, bir erkeği haksız yere suçlayan bir kadın hakaret edip peşi sıra adama tokat attıktan sonra, “Karakola gidelim, sizden şikâyetçiyim,” cümlesini duyunca, “Ben de kocamı arıyorum, sen benim kocamın kim olduğunu biliyor musun?” diyebiliyor. Tokat atarken yalnız, karakola giderken kocayla. Erkeğin omzunun arkasına sığınmaya hazır halde… Oysa Cumartesi Annelerimiz öyle mi? Yıllardır aynı gün, aynı saatte, aynı yerde, aynı direnişle… Tıpkı Plaza de Mayo Anneleri gibi. “Kendi evlatları tarafından dünyaya getirilmiş kadınlar olan Plaza de Mayo Anneleri, bu trajedinin Yunan korosunu oluşturuyorlar.” (s. 28) Kadın ülkeleri yönetir; Tutmosis’in büyük kızı Hatşepsut gibi… Ama takma sakal kullanmak zorunda bırakılır. Kadın üretir; İspanya’da kadınların eğitimine odaklanan manastırlar kurmuş Avilalı Teresa gibi… Ama Engizisyon tarafından bedeni parçalara ayrılır. Kadın öğretir; İspanya’nın ilk kadın öğretim görevlisi olan Emilia Pardo Bazán gibi… Ama hiçbir öğrenci dersine gitmez. Kadın öğrenir; “Öklid ve Arşimet’e kök söktürmüş matematik problemleri üzerinde” çalışan Hypatia gibi… Ama “Kadına benzemiyor,” derler zekâsını övmek isteyenler. Kadın sorgular; Fransız Devrimi’ne yüreğini koyan, Kadın Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni teklif eden Olympe de Gouges gibi… Ama devrimciler tarafından giyotine gönderilir. Kadın yüzleşir: “Birleşik Dev­let­ler’de her altı dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Meksika’daysa her dokuz dakikada bir. Bir Meksikalı kadın şöyle diyor: ‘Daha sonra adamların sana hoşuna gitti mi diye sormasının dışında, tecavüze uğramakla bir kamyonun çarpması arasında bir fark yok.’” (s. 129) “Kadınlar”ı okurken “Seni Resmetme Sanatı” başlıklı yazının üzerine not düşmüşüm: “Kadın yaratır, şekillendirir, unutmaz, bir yolunu bulur.” Çünkü: “Korint Körfezi’ndeki yataklardan birinde yatan bir kadın, odun ateşinin ışığında uyumakta olan aşığının profilini seyrediyor. Adamın gölgesi duvara vuruyor. Aşığı şu anda kadının yanında yatıyor ama gidecek. Şafak vakti savaşa, ölüme gidecek. Duvardaki gölgesi, yolculuk arkadaşı da onunla birlikte gidecek ve onunla birlikte ölecek. Şu anda henüz gece. Kadın korların içinden yarısı yanmış bir odun parçası alıyor ve duvara gölgenin konturlarını çiziyor. Bu çizgiler gitmeyecek. Kendisini kucaklamayacaklar, bunu biliyor. Ama en azından gitmeyecekler.” (s. 19) “Uyumayı başaramıyorum. Gözkapaklarımın arasında uykumu kaçıran bir kadın var,” diyor Galeano kitabın bir yerinde. Kadınlar için özel yazılar yazmanın gerekmeyeceği bir dünyayı düşlemekten de uykusuz kalabilir insan. “Kadınlar”, Eduardo Galeano, Çev: Süleyman Doğru, 197 s., Sel Yayıncılık, 2016


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2016

KISA KISA Haçlı Seferleri Zamanında Doğu George Tate, YKY Doğu ve Batı dünyasının tarihinde büyük bir yarılmaya neden olan Haçlı Seferleri üzerine bu çalışma, konuyla ilgili pek çok soruya yanıt veriyor. Haçlı Seferleri’nin altında yatan dini duygular ile siyasal düşünceleri irdeleyen kitap, görsel öğelerle de desteklenmiş.

Ateşten ve Kandan Sıra Cédric, Doğan Kitap Polisiye, fantastik ve gerilim türlerinde yedi tane romanı olan yazar, bu kitabında da “Canavarlar içimizdedir” diyor. Aklın sınırlarını zorlayan olay örgüsü okurda neyin gerçek, neyin kâbus olduğu sorusunu uyandırıyor. Cédric, çocukluk sırlarını da romanın merkezine koymuş.

Fransız Devrimi Tarihi Eric Hazan, Say Yayınları İnsanlık tarihine yön veren en önemli dönemeçlerden Fransız devrimi üzerine önemli bir araştırma kitabı. Devrimin, Batı dünyasının düşünce ve yaşam biçimini kökünden değiştirdiğini savunan yazar, 1789 sürecini hem devrim liderlerinin hem de halkın gözünden yansıtıyor.

Çiçeklerin Şarkısı Christine Breen, Timaş Yayınları Hayatın sürprizlerini kucaklamayı öğrenen bir kadının hikâyesi... Iris ölen eşine verdiği sözü tutmak için kıtalararası bir maceraya atılır. Kızının mutluluğu için çıktığı bu yolculuk sadece evlatlık kızının değil, onun da hayatını derinden etkileyecektir.

Çocuk Nazi Andreas Okopenko, Edebi Şeyler İkinci Dünya Savaşı sırasında çocukluktan ergenliğe geçen bir gencin güncesi. Nasyonal Sosyalizmin etkisi altındaki çocuğun zihninden çıkan satırlar, şiddeti ve karmaşayı bir çocuğa yansımış haliyle okumamıza olanak sağlıyor. Kötülük ile saflığın ironik buluşması.

Mindfuck Aşk Petro Bock, Paloma Yayınları “Aşkta kendimizi nasıl sabote ederiz ve buna karşı ne yapabiliriz?” diye soruyor kitap. Dünyanın en güzel duygusunu yaşarken insan kaderini bir davranışıyla değiştirebiliyor. Üstelik bile bile. Peki bunu neden yapıyor, iyi giden bir şeyi neden bozuyor? Merak ediyorsanız okuyun.

Kopuklar B. Güney Ulutaş, Can Yayınları Yetimhanede büyümüş bir avukat yıllar sonra annesinin yazdığı bir romanla karşılaşır. Kim olduğunu aramanın öyküsü olan bu kitap, bunu “anne”nin izlerini takip ederek yapıyor. Dünyanın nasıl ve ne şekilde değiştirilebileceği de romanın önemli bir başka sorusu.

Hayatımızı Belirleyen Neoliberalizm SARPHAN UZUNOĞLU

C

EO’lar, CFO’lar, küreselleşme bahsi, bir anda ortaya çıkan yeni ama pek kimsenin anlamını bilmediği kısa süreli ya da güvencesiz işler. Bunların ardında yeni bir ekonomik sistemin izleri var. Prof. Dr. Gülten Kazgan’ın “Liberalizmden Neoliberalizme: Neoliberalizmin Getirisi ve Götürüsü” kitabı ise oturduğumuz hanelerden içtiğimiz suya, maaşlarımızdan çocuklarımız için hazırladığımız geleceğe her şeyin üstünde mutlak bir etkisi olan bu yeni ekonomik sistemi, neoliberalizmi ele alıyor. Yeni liberalizm anlamına gelen neoliberalizm ve kitabın yazarının “ideolojisiz” izleyicisi olarak tanımladığı “küreselleşme” kavramları bugün akademide sık sık kullanılıyor. Neoliberalizm ve küreselleşme kavramları sosyal yaşamda ise bazen hiç alakalı olmadıkları olguları açıklamak için kullanılırken, özellikle sosyal politikadaki yeni ekonomik düzenlemeleri yapanların çoğu neoliberalizm kelimesini ağzına almamaya dikkat ediyor. Neoliberalizm kavramı kulak tırmalıyor. Kazgan’ın kitabı ise siyasal görüşlerine göre farklı okumaları olan bu neoliberalizmin tarihi yolculuğunun izini sürüyor. Kitap, 18. yüzyıl ortasında ortaya çıkan “serbest piyasa” ve “görünmez el” teorilerine değinerek başlıyor. Yani liberalizmin köklerinden ve bugün liberalizmin babası olarak anılan Adam Smith’ten söz ederek. Liberalizm, Keynesyenizm ve Neoliberalizm akımları arasındaki en belirgin farklılığın görünmez bir elin varlığına ve o elin fonksiyonlarına dair olduğu düşünüldüğünde bu oldukça anlamlı bir başlangıç. Kazgan kitabı boyunca argümanını güncel örneklerin desteğiyle anlatırken, bu güncel örnekleri tüm kitaba yayarak neoliberalizmin tarihini dönemsel örneklerle ortaya koyuyor. Dünyada neoliberalizmin kö­ken­leri olarak 20. yüzyılın ilk yarısında başlayan ve Keynesyen ekonomiye rakip olan, Avusturyalı iktisatçılar başta olmak üzere Avrupalıların iktisadi yaklaşımları da kaynak göstermek gibi bir eğilim var. Ancak yazar neoliberalizmin tohumlarının atıldığı tarihler olarak 1970’li ve 80’li yılları öne sürüyor. Kazgan, neoliberalizmin tanımlarken malhizmet piyasalarındaki “serbestlik” anlayışından ziyade sermaye hareketliğindeki serbestliğin liberalizm-neoliberalizm ayrımının asli belirleyicisi olduğunu ifade ediyor. Günümüz piyasalarında bir dakikadan kısa bir sürede 1 milyon dolar gibi bir yüklü sermayenin 1 dakikada Paris’le Tokyo arasında taşınabiliyor olması, ofis gibi kavramların ve dolayısıyla üretim yerlerinin ya da emek alanının muğlaklaşmasını vurguluyor. Occupy filozofu olarak hatırlanan David Graeber’in “Borç” kitabında ele aldığı tarihsel olarak borcun akışını inceleyen tezleri anımsatır bir şekilde neoliberalizm döneminde “kâğıt para sistemi” ve onun türevlerinin “altın para sistemini” nasıl ikame ettiğini anlatıyor. Tabii ki yazar neoliberalizmin vazgeçilmezi olan kriz söylemine ve geçtiğimiz on yıllarda yaşanan ve dünya siyaseti ile ekonomisine sert etkileri olan 1970’lerdeki petrol krizi gibi olayları ve neoliberalizmin bu krizlerin yönetim biçimlerindeki rolünü anlatmaktan kaçınmıyor. Kazgan’ın neoliberalizme ilişkin saptamalarının en yerinde olanlarından biri de ABD ve İngiltere dışındaki ülkelerin neoliberalizmle ilişkileri-

sarphan.uzunoglu@khas.edu.tr nin zorakiliği ve hatta bu sistemin bir şekilde bu ülkelere empoze edilmiş olması. Özellikle Latin Amerika’nın ve Ortadoğu’nun darbelerle dolu yakın tarihini düşündüğümüzde, bazı darbelerin ardından gelen ekonomik reformlara bakarak bile neoliberalizmin ne olduğunu anlayabilmemiz mümkün. 12 Eylül’den Pinochet Şili’sine neoliberal gündemin nasıl ortaya çıktığını ve borçlandırma stratejilerinin nasıl neoliberalleştirme için kullanıldığını daima aklımızda tutmalıyız. Neoliberalizm bir ekonomik rejim olarak hükmünü teknolojinin en hızlı ilerlediği yıllarda gösteriyor. Bu nedenle Kazgan’ın 80’lerde ve 90’larda kök salıp yayılan bu ekonomik yönelime ilişkin tüm örnekleri bir uluslararası politika ve teknoloji tarihini de içeriyor. ABD-Çin ilişkilerinden eriyen soğuk savaşa neoliberalizmin üstünde yükseldiği bazı temel gelişmeler es geçilmiyor. 80’li yıllar kitapta neoliberalizmin yerleştiği yıllar olarak tanımlanıyor ki bu sanıyorum herkesin üzerinde uzlaşacağı bir tespit. Kazgan bu bölüm itibarıyla her iktisat çalışanın yapacağı üzere grafiklere ve istatistiklere başvurmaya başlıyor; ancak her okurun anlayabileceği bir kavram kullanımı söz konusu. Kitabın daha en başında yer alan anahtar kavramlar sayfası da bu işi ekonomi konusunda uzman olmayanlar bakımından kolaylaştırıyor. Burada Kazgan’ın üzerinde durduğu ve bana kalırsa yine neoliberal ekonomi için anahtar değerinde risk yönetimi ve denetimi kavramını ele almakta fayda var. Ulrich Beck ve Anthony Giddens’ın günümüz toplumunu risk toplumu olarak tanımlamasına neden olan faktörler iktisadi bağlamda burada ele alınıyor. Neoliberalizmin değer üretmek için ne kadar çok sayıda çapraz riski bir arada ortaya koyduğunu ve bu ekonomik rejimde riskin denetlenmesi için özellikle yeni yükselen ülkelerde (Rusya, Türkiye, Brezilya, Arjantin) nasıl tekniklerin uygulandığı örnekleniyor. Riskle birlikte anılan en önemli kavramlardan biri olan ve yazının başında da değindiğim borçlar ve borçlara dayalı bireysel, uluslararası ve kurumsal riskler ise krizlerin ortaya çıkışındaki rolleri açısından ele alınırken yazarın cümleleri günümüzde Yunanistan’ın yaşamakta olduğu Avrupa krizinin boyutlarını daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor. Avrupa krizi ve borç üstüne yazıp çizen Mario Lazaratto ve Syriza’nın eski Ekonomi Bakanı Yanis Varoufakis’in özellikle de Eurozone’daki krize ilişkin yazdıkları metinleri okuyabilmek için Kazgan’ın kitabına bakmak ve bir altyapı edinmek iyi bir fikir olabilir. Kitabın son ve en ilgi çekici bölümünde ise yazarın gelecek projeksiyonu ve kendi görüşleri var. Kazgan’ın kitabı bir yandan neoliberalizme ilişkin düzenli bir okuma ihtiyacını karşılarken bir yandan da anlaşılır diliyle araştırmacılara rahat bir nefes aldırıyor. “Liberalizmden Neoliberalizme: Neoliberalizmin Getirisi ve Götürüsü”, Gülten Kazgan, 180 s., Remzi Kitabevi, 2016


Mart 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLÂ SUNAY

Analar Her Şeyi Bilir

O

kadar az çocuk kitabı var ki kadın bilgelerden söz açsın, kadını önlüksüz çizmesin, anneyi mutfak dışında resmetsin, “Babana sor ben bilmem,” diyalogları yer almasın. Çoğu çocuk kitabında anneler aşırı fedakâr bir “melek” olarak anlatılırlar; kendi beğenileri, kusurları yoktur, birey değildirler. Hem kapitalizm hem de muhafazakârlaşma, kadına çocuk kitabı üzerinden bile rol biçer, ahkâm keser, toplumsal görevlerinin sınırlarını belirler. Türkiye’deki çocuk kitaplarına akademik bir filtre olan “feminist okuma” yapmaya kalksak koca bir hapishane edebiyatıyla karşılaşırız. Sadece annenin hareket ettiği yönlere ve dar konumuna bakarak anlarız bunu. Türkçenin ustası Feyza Hepçilingirler, bilinçli mi bilmiyorum ama doğa ve kadını bilgelikte birleştirdiği bu küçücük resimli öyküsünde isyan bayrağını açıyor. “Kara Kuzu’nun Kulağı” adlı kitapta, kulağını yemeğe kalkan garip bir kuzuyla karşılaşıyoruz. Düşüncesi bile hayli komik, eğlenceli. Önce bilmiyoruz, neden Kara Kuzu kulak yemekte bu kadar ısrarcı. Kendi kulağını bir türlü yiyemiyor tabii. (Dramaya epey yatkın bir hikâye.) Sonra bu bizim uyanık kuzu arkadaşlarından kulak istemeye kalkıyor. İlla kulak yiyecek ya. Kimse kulağını karşılıksız vermiyor, kimi burnunu kimi dilini istiyor Kara Kuzu’dan. Derdine çare bulamayınca, “her şeyi bildiği” söylenen Koca Koyun Ana’nın yanına gönderiliyor. Koca Ana Küçükbaş ailesinin en aklısıdır. Sadece kuzular, keçiler değil, kendisinden büyük koyunlar bile ona akıl danışır hep. Bilge koyunun ağılı da ne hikmetse, karşı tepenin hemen yamacındadır. Yazar, saray yapılacak ye-

CAROLİNE MC AVOY’DAN TÜRK MASALI Mots Et Couleurs özgün çocuk kitaplarıyla bilinen bir Fransız yayınevi. Caroline Mc Avoy, nefis resimlerine yazarlığını eklediği, üstelik de bir Türk masalından uyarladığı “Kuyruğu Zilli Tilki” adlı kitabıyla tekrar güneşli kütüphanenize konuk oluyor. Geleneksel bir Fransız çocuk tekerlemesinden uyarlanan “Dans Paris”i yorumlamıştık. Resimleri dikkat çeken ressamın yeni kitabında neden Türk masalından esinlendiğini bilemesek de keyifle okunuyor. Çişi gelen uyanık tilkinin çevresindekileri birbirine düşürme çabası, balta ile ateşi, ateş ile suyu sözgelimi, Türk masallarını hatırlatıyor gerçekten. Masalın orijinalini bulamadım ama hikâyede çamın, baltanın, ateş ve suyun dile gelmesi bu coğrafyayı yeterince işaret ediyor. Ve sadece hayvanlar ve insanlar arasında geçmeyen bir masal oluşuysa büyülüyor okuru. Ispatulayla kazınmış, bol akıtma boyalı, karmaşık çizimler tam da atölyeler için biçilmiş kaftan. Bir çıkar uğruna birini diğerine kırdırmayı başarıyor zalim tilki ama fani bedeninden yani çişinden kurtulamıyor yine de. “Kuyuruğu Zilli Tilki”, Caroline Mc Avoy, Çeviren: Ali Nesin, 5+ yaş, Nesin Yayınevi, Aralık 2015

TAKAS ZAMANI Çok üretken bir yazar Koray Avcı Çakman. Farklı yayınevlerinden hayli kitabı var. Flamingolarla ilgili kitabını severek okumuştum. Kırmızı Kedi Yayınları’ndan yeni çıkan resimli öykülerinde temiz ve akıcı Türkçesi dikkat çekiyor. Değerler Öyküleri Serisi-4, “Karganın Eskici Dükkânı” eşya takasını anlatması açısından değerli bir öykü. Hele de takas pazarını kuranın bir karga olması çok inandırıcı. Herkesin attıklarını tek toplayan odur çünkü. Kitabın sonunda, “El emeğinin hakkını verip kargadan eşyaları aldılar,” cümlesi hedef yaş kitlesi için zor bir cümle belki ama bilmedikleri sözcüklerle karşılaşmalıdır çocuklar. Ancak hikâye zaten anlattığı şeyi son cümlede tekrar ediyor. Değerler Eğitimi Serisi’nin üçüncü kitabı “İncir Uçtu” meselenin çok önemsenmediği bir öykü olarak bahsi gerekli kılıyor. Yazarın kendi tercihi elbette. “Meselesi olmayan çocuk kitabı olur mu?” sorusunu çok sorduk, tartışmak mühim. Başka sorular da sorarak çocuk edebiyatı adına sürekli konuşmalıyız. Soruyu ters çevirirsek: “Her şey çocuk kitabının meselesi olur mu?” Sıradanlık bir sorunsal mıdır?

re bir ağılı ve de bir kadını yerleştirmiş güzelce. Kuzunun akıl danıştığı Koca Koyun Ana’nın kendi annesi olmaması, başka bir kadın olması da ayrı bir önem taşıyor. Her ne kadar ana dense de bir kadın imgesidir Koca Koyun. Derdini dinledikten sonra küçük kuzuyu bir otluğa sürükler niyeyse. Senin çaren bu otlardır, der. Meğer bizim Kara Kuzu, insanlar konuşurken dinlemiş, “Kuzuların kulağı o kadar yararlı, o kadar yararlıymış ki… Pek çok hastalığa iyi gelirmiş.” İşte Koca Ana bu yüzden onu kuzukulaklarıyla dolu otluğa götürmüştür. Gerçekten de kuzuların kulaklarına benziyordur bu ekşisi ve vitamini bol sebze. Kuzu bütün bunları nereden bildiğini sorar. Koca Koyun Ana: “Analar her şeyi bilir” diye cevaplar. Kitabın sonunda bilge ana ders veriyor: “Ben de insanları dinliyorum. Bilgili insanları… Ama söylediklerini yanlış anlayıp kulaklarını yemeğe kalkışmıyorum.” Ben burada vejetaryen bir mesaj da sezdim, sosyal medya galeyanlarıyla yalan haberlerle kolay inanmaya başlamamıza bir gönderme de. Sanırım en çok da; doğru söz toprakta yemyeşil apaçık büyürken sırf doymak için duymamacasına birbirimizin kulaklarını yemeye kalkmamıza dair bir sitem hissettim. 8 Mart’a selam olsun. “Kara Kuzu’nun Kulağı”, Feyza Hepçilingirler, Çeviren: Serap Deliorman, + 5 yaş, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016

Çok üretmek bir sorunsal mıdır? Çocuklar daha özgün, daha farklı, daha karmaşık, daha katmanlı öyküleri hak etmiyor mu? Onların zekâsına neden güvenemiyor da sadelik uğruna basitliğe kaçıyoruz? Bu soruları kendim de dâhil bütün çocuk kitabı yazarlarına soruyorum. 72-100-150, kitap sayısı mı bir yazarın değerini belli ediyor? Yoksa metnin kendisi mi? Bir buluş yapmadan yazmak niye? Çakman’a tek bir sorum var aslında: “Sadece incir yiyerek uçabilir mi bir incir kuşu?” “Karganın Eskici Dükkânı”, Koray Avcı Çakman, 5+ yaş, Kırmızı Kedi Yayınları, 2016

DÜNYANIN EN ACAYİP HAYVANI Andersen ödülü, İtalyan yazar Guido Sgardoli’nin çok ilginç bir hikâyesi “Dünyanın En Acayip Hayvanı”. Miriam’ın babası bir sürü borç bırakarak evi terk etmiştir. Annesi henüz kardeşini emzirdiği için çalışamıyor besbelli. Fakirler. Miriam kasabaya gelen sirk benzeri çadırda para karşılığı gösterilecek olan dünyanın en acayip hayvanını görmeyi çok istiyor ama buna imkânları yok. Kasaba halkı sırayla, “1 parayı” verip teker teker çadıra girip, hayvanı görüp çıkıyor. Birlikte göremedikleri ancak tek tek girip bakabildikleri bu tuhaf yaratık hakkında anlattıkları birbirinden farklı çıkıyor niyeyse. Kimi ejderha kimi zürafa kimi timsah diyor. Tüylerini, kabuklarını, hörgüçlerini abartıp duruyor ve bir söz birliğine varamıyorlar. Bu Miriam’ı daha da meraklandırıyor. Akşam gösteri kapanınca, hayvan ve sahibini kaldıkları arabada gizlice gözetliyor böylece bütün gerçekleri öğreniyor. Okura ne olduğu sonda bile söylenmeyen hayvan aslında sıradan bir hayvan Miriam’ın gözlerinde. Yazar çocuk kitabı yazdığının bilincinde olduğu için olsa gerek son bölümde göstericinin aslında iyi biri olduğuna inandırmak istiyor okuru. Bu çabasının yama izleri belirgin. Hayvanına iyi bakıyor belli ki, onlar aslında hayat arkadaşı. Hayvan da halinden memnun, sahibini sevdiği için. Hayvanın bir gösteri unsuru olmasının olumlanması rahatsız ediyor, hikâyenin kendisi çok güzel oysa. Hele Miriam’ın en sonunda, herkesin çeşitli kostümlerle kandırılarak izletildiği hayvanın gerçek halini görmesi... Resimleri ve grafiği övgüye değer. “Dünyanın En Acayip Hayvanı”, Guido Sgardoli, Resimleyen: Roberto Lauciello, Çeviren: Filiz Özdem, 7+ yaş, YKY, 2016


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Mart 2016

AYTEKİN YILMAZ:

“Aşkı Erteleyen Devrimler Kaybetti” Söyleşi: ELİF ŞAHİN HAMİDİ Aytekin Yılmaz, dağ gerçeğini gayet yakından kendi gözleriyle görmüş, deneyimlemiş, soğuk hapishane duvarlarına sırtını yaslamış, orayı solumuş bir yazar. Ve o da bir sığınamayan. Tıpkı son romanındaki kahramanlar gibi. Yılmaz, daha önceki kitaplarında da dağın karanlık yüzüne ayna tutmuş, yeraltı sol örgütlerin kendi içindeki çatışmalara, acımasızlıklara yer vermişti. On yıl duvarların ardında yaşamış biri olarak hapishane gerçeğini de resmediyor yazar, duvarlar yıkılıyor ve her şey apaçık ortaya çıkıyor. Elif Şahin Hamidi: Önceki romanlarınızda da dağın öteki yüzüne, sol örgütlerin kendi içindeki çelişkilerine, çatışmalarına yer verdiniz. Bu konuda söylenmesi gereken daha çok söz var anlaşılan? Aytekin Yılmaz: Evet, daha söylenecek, yazılacak çok şey var. Çünkü üzerinde konuştuğumuz meseleler sol cenahta konuşulmuyor, tartışılmıyor. Her defasında şimdi zamanı değil denilip erteleniyor. Yazan, konuşan birileri olduğunda da sol çevreler tarafından şeytanlaştırılıp dışlanıyor. “Sığınamayanlar”, bir bakıma daha önceki kitaplarımdan izler taşır ama dağın içini ve solun yeraltı dünyasını konu etmesi bakımından diğerlerinden biraz daha sert ve kapsamlı olduğunu düşünüyorum. Elif Şahin Hamidi: Sonuçta “Sığınamayanlar”, bir kurgu. Ama belgesel özellikler taşıyan bir roman. Anlatıcı ses Cevher de tıpkı kitabın yazarı gibi hapis yatan biri. Hapishanedeki diğer mahpusların hikâyelerini bir gün bir kitapta dillendirmek üzere dinleyerek notlar alan, günlük tutan bir mahkûm. Cevher, Aytekin Yılmaz’ın yansıması diyebilir miyiz? Aytekin Yılmaz: “Dağbozumu” romanındaki Yusuf için de benzer şeyi söyleyenler oldu. “Yusuf sensin!” dediler. Ne kadar ben değilim desem de okuyucu sizi bir yere yerleştiriyor. Şimdi de “Sığınamayanlar”da Cevher olduğumu söyleyenler var sizin gibi. Bu soruya vereceğim cevap biraz evet, biraz hayırdır. Ne kadarı benim, ne kadarı değilim? Bunu yazar olarak söylememeliyim. Yazarın işi bunu söylemek olmamalı. Yazar ile okur arasındaki büyü bozulmamalı bence. Bir yandan da hoşuma gidiyor okurun beni kahramanla özdeşleştirmesi. Elif Şahin Hamidi: Cevher, edebiyatın büyüsünü keşfediyor ve kitaplara sığınıyor. Edebiyatın acıları sağaltan, insanı hayata bağlayan yanı, dört duvar arasındayken de geçerli mi? Aytekin Yılmaz: Eski bir mahpus olarak hapishanelerde kitaplara olan vefa borcum çok fazladır. Burada ben de Cevher gibi düşünüyorum. Halen daha soruyorum, 10 yıl hapishanelerde beni ayakta tutan şey neydi? Edebiyattı, dünya klasikleri romanlardı ve özendiğim, esinlendiğim roman kahramanlarıydı. Mesela Cevher’in, Victor Hugo’nun “Sefiller”indeki Jean Valjean’ı okumuş olması, onu örnek alması çok zor bir kararı almasında önemli rol oynar. Sonraki zamanlarda buna bir ad koydum. “Jean Valjean İyimserliği”. Hatırlanacağı gibi Jean Valjean,

kötü geçmişi olan bir hapishane firarisidir. Ama dışarıda günün birinde başına bir olay gelir. Sonraki günlerde derin bir iç hesaplaşma yapar ve geçmişiyle yüzleşir. O yüzleşmeden sonra çok farklı bir insan olur. Hatırlarsanız Cevher de yoldaş katili Sadık’la karşılaştığında ilk başlarda ne yapacağını bilemez. Sonra “Sefiller” romanının Jean Valjean’ını hatırlar. Karşı karşıya olduğu bu çıkmazı Jean Valjean iyimserliğiyle aşar. Cevher de yoldaş katili Sadık Durmuş’un özeleştirisini samimi bulur. Kötü geçmişiyle yüzleştiğine inanır. Elif Şahin Hamidi: Dağdaki kadın militanların hikâyeleri içler acısı. Erkenden menopoza giren, silah kullanmaktan elleri; dağ bayır aşmaktan ayakları irileşen kadın kahramanlar var hikâyede. Görünen o ki kadın olmak dağda daha da zor, orada da kadının adı yok… Aytekin Yılmaz: Sara’yı dağa çıkaran şey tam da dediğiniz şeydir, kadını küçümseyen ona savaşı bile yakıştırmayan erkek aklının sonucudur. Sara kadının da erkekler gibi savaşacağını ispatlamak için dağa çıkar. Birçokları gibi onun da sonu hüsran olur ama bu kadın olduğu için değil, savaş cins ayrımı yapmadan herkesi ezip geçtiği içindir. Önce savaşın cins ayırmadan herkes için vahşet demek olduğunu söylememiz lazım. Bir adım ötede ise tabii ki her savaşın en çok vurduğu kesim çocuklar ve kadınlardır. Romanın kahramanlarından Sara ve Besna uzun süre dağlarda savaşmış kadın gerillalardır. Yaşadıkları acı hikâyeler onları savaşın dışına atar. Bu savrulma isteyerek olmamıştır. Sara bir yerde “Hayallerimi dağlara gömdüm” der. Bu roman bir bakıma hayallerini dağlara gömen kadınların romanıdır. Sara da, Besna da bir savaşta yaşanacak acı hikâyeleri fazlasıyla yaşarlar. Öyle ki savaş sonrasında o acılı geçmişleri bir yerlere sığınamamalarına yol açar. Elif Şahin Hamidi: Aşk bile yasak dağda ve sol örgütlerin içerisinde. “Yoz ilişki” diye tanımlıyorlar kadın erkek arasındaki duygusal ilişkiyi. Böyle bir ilişki yaşamanın bedeli ise çok ağır: İnfaz. Aşka neden yasak getirildiği üzerine konuşabilir miyiz biraz? Aytekin Yılmaz: Sol örgütlerde aşk yasağının geçmişi epey bir eskiye dayanır. Rusya’da Bolşevik Parti’nin ilk yıllarına kadar götürülebilir. Türkiye’de soğuk savaş döneminde kurulan radikal sol örgütler bu geçmişten etkilendi. (Devamı sayfa 11)

EMRE KONGAR Arslan Kaynardağ ve Elif Kitabevi “Hocaefendi’nin Sandukası” adlı kitabımdaki serüvene ilişkin senaryonun başlangıç noktası, Arslan Kaynardağ’ın sahaflardaki dükkanıdır. Arslan Kaynardağ, bir kitapçı olmaktan çok bir “felsefeci” olarak bilinirdi. Elif Kitabevi, onun Beyazıt sahaflar meydanındaki sahip olduğu kitapçı dükkânının adıydı. Doğup büyüdüğüm, Çarşıkapı’daki ev, sahaflara çok yakındı... Ama ben Arslan Kaynardağ’ı 1980 askeri rejimini ve YÖK’ü protesto için Hacettepe’den istifa ettikten sonra döndüğüm İstanbul’da, 1983’te tanımıştım. Doğduğum apartmanın adı “Pekit Evi” idi. Bu ismin nereden geldiğini bilmiyorum. Bildiğim bir şey, o sıralarda İstanbul’da az bulunan kaloriferli apartmanlardan biri oluşuydu. Yeniçeriler Caddesi ile Sinekli Medrese Sokağı’nın kesiştiği noktada bulunan bu apartmanın yerinde şimdi yanındaki bina ile birleştirilerek inşa edilmiş olan bir Ziraat Bankası şubesi var. Ben doğduğumda binanın köşesinde “Beyaz Köşe Saim Ercan” şekercisi vardı. Sahaflar, Kapalı Çarşı’nın anacaddesinin sonundaki kapının açıldığı sokağı geçince, bir-iki basamakla çıkılan küçük bir avlu-meydanın etrafında toplanmış dükkânlardan oluşurdu. Hâlâ da öyledir. Bizim ev, Kapalı Çarşı’nın Nuruosmaniye’den girilen ana caddesinin ortalarındaki çeşmesin karşısındaki kapıdan çıkınca, caddenin öbür tarafındaydı; yani Sahaflar Çarşısı’na çok yakındı. Nitekim ağabeyimle birlikte (dağdan düşüp ölene kadar) sık sık sahaflara gider, Amerikan Kütüphanesi tarafından ıskartaya çıkartılmış olan Captain Marvel gibi “Comic” dergilerinden satın alır, bunlardan İngilizcemi ilerletmeye çalışırdım. İstanbul’a döndüğümde, “Hürriyet” gazetesinin o zamanlar Cağaloğlu’nda olan binasında çalışmaya başlamıştım. Fırsat buldukça, özellikle de öğlenleri, yemek zamanlarında sık sık Sahaflar’a gidiyordum. Arslan Kaynardağ ile Elif Kitabevi’ndeki tanışmamız, adeta kendiliğinden olmuştu... Ayrıntıları anımsamıyorum bile. Çok kısa bir sürede yakın arkadaş olmuştuk. Her gittiğimde mutlaka dükkânda oturur, o yoksa bile (sonradan yollarını ayırdığı) yardımcısı Yakup’la bir çay-kahve sohbeti yapardım. Arslan Kaynardağ, Cumhuriyet’le yaşıt olarak 1923’te Yemen’de doğmuştu. Ben kendisiyle tanıştığımda, 60 yaşını aşmıştı. 1948 yılında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünü bitirmiş, 1960-1965 yılları arasında 43 sayı süren “Kitap Belleten” adıyla bir bibliyografya dergisi çıkarmış, şiirleri ve felsefeyle ilgili yazıları Yığın, Fikirler, Vakit, Son Saat, Türk Dili, Yeni Ufuklar, Yeditepe, Cumhuriyet, Sanat Olayı gibi dergi ve gazetelerde yayınlanmış, kitapları olan bir ünlüydü. “Hocaefendi’nin Sandukası” adlı kitabımın öyküsünü onun dükkânı üzerine kurmam, aramızdaki bağı biraz daha güçlendirmişti. “Beni yeniden ünlü yaptın” derdi. 2008’de aramızdan ayrılmadan önceki son sohbetlerimizde, kendisinden sonra, elindeki değerli kitapların ne olacağı konusunda kaygılarını paylaşmaya başlamıştı. Birgün telefon etti, işlerin çok iyi gittiğini, yönetim kurulunda Prof. İonna Kuçuradi ile benim de bulunacağım bir vakıf kurmakta olduğunu, kitaplarını bu vakfa bağışlayacağını belirtti. Bir daha da kendisinden haber almadım.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.