Eski Çiçekçi Sokağı
Uzun Yürüyüş
Dünya Bu Kadar
GÜROL SÖZEN
AYHAN GEÇGİN
MAHİR ÜNSAL ERİŞ
G
“U
ürol Sözen, atölyesinin yer aldığı Beyoğlu’nda bir sokağın hikayesini anlatıyor. 1963-1973 arasındaki on yıllık zaman diliminde sokağın sakinlerinin yaşamları üzerinden bir döneme tanıklık ediyor. Marjinaller, azınlıklar, arabacılar, sokak satıcıları, aylaklar birer hikâye kişisi gibi işleniyor. Devamı sayfa 6
R
E
M
Z
İ
zun Yürüyüş”, isimsiz ve yalnız bir kahramanın yolculuğuna sahne oluyor. Türkiye’nin politik gündemine de göndermeleri olan kitap, insanın toplumdan uzaklaşmasının ve kendisini keşfetmesinin olanaklarını ele alırken, okurları var olmak ve yok olmak üzerine düşündürücü bir maceraya davet ediyor. Devamı sayfa 7
K
İ
T
A
B
E
V
İ
SAYI 113 - MAYIS 2015 - ÜCRETSİZDİR
Ö
yküleriyle hem okurun ilgisini çeken, hem de önemli ödüller almış bir isim Eriş. Ama yeni kitabıyla roman sayfasını açmış görünüyor. Öte yandan, “Dünya Bu Kadar”, birinin bittiği yerden bir diğerinin başladığı “küçük küçük” hikâyelerden oluşan yapısıyla yazarın öykü ile roman arasında bağ kurduğu bir yapıt. Devamı sayfa 13
ARKA KAPAK KONUĞU Ayşegül Devecioğlu
BABİL KULESİNE BİR TUĞLA DAHA...
T
ürkiye’de yayıncılık sektörü hızla endüstrileşiyor. Her geçen yıl basılan kitap sayısı artarken, yeni-eski bu kitap denizinde okurun nitelikli kitaba ulaşması da gittikçe zorlaşıyor. Reklamlar, PR çalışmaları, kitap tanıtım yazıları arasında kaybolmak, “bunu mutlaka okumalıyım” diyebileceğimiz pek çok kitabı ıskalamak işten bile değil. Okuma listeleri, kitap seçkileri ya da eleştiri-inceleme kitapları bir nebze de olsa bu arayışa ışık tutuyor. Yine de okumak kadar öznel bir eylem söz konusu olduğunda hazırlanan her liste eksik, yetersizdir. Tam da bu nedenle listeleri bir şans olarak görmek ve eksikliklerini tamamlayarak geliştirmek, böylelikle seçenek-
Kaldığımız Yer
Devamı sayfa 8-9
6
BEHÇET ÇELİK
Aile Hayatı
10
AKHIL SHARMA
Iskalı Karnaval
10
KEREM IŞIK
Hindi’nin Ruhu
12
ERSAN ÜLDES
Potus & Beyefendi TOLGA TANIŞ
14 15
Bu Yazı Annem İçin
3
leri çoğaltmak mümkün. Dahası gerekli. Her okurun bu listelere ekleyeceği başka kitaplar mutlaka olacaktır. Yakın zamanda yayınlanan “Okunması Gereken 501 Kitap”tan yola çıkarak, Melisa Ceren Hasmaden de bu seçkiye önerilerle katkıda bulundu. Belki sizin de sürekli değişen, yenilenen ve bazen de yinelenen okuma listenizi bir kez daha elden geçirme zamanınız gelmiştir. Okumanın sonsuzluğa uzanan Babil Kulesi’ne bir tuğla daha koymak için.
7
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Bu Yazarın Savunması
Güzel Ada’ya Mektup
Haldun Taner 100 Yaşında!
HANDE ALTAYLI “Sevmenin Farklı Biçimlerini Vermek İstedim” “Ş
ehirli” olduğunu kendi kabul etmese de şehirli bir kadın ve yazar Hande Altaylı… Son romanı “Delice”yle bizi 484 köylünün yaşadığı Çakalağzı’na götürüyor. Yazar, köyün garibanlarından Ağır İrfan’ın “uslanmaz” kızı Meryem ile üç zengininden biri olan Osman Efendi’nin “deli” oğlu Kazım’ın hayatını anlatıyor. Meryem çirkin ama başkaldırabilen, içinde bulunduğu toplumun ahmakça bulduğu değer yargılarına kafa tutabilen, nedenini sesli ve en sert biçimde dillendiren, soru soran, toplumun ödeteceği bedeli de, gerekirse, ödemeye razı ama asla boyun eğmeyen bir karakter. Kazım ise Meryem’e âşık ve bir süre sonra ona benzemeye başlayan zengin ailenin deli oğlu. Özellikle Meryem’e olan aşkı nedeniyle o da “Meryemleşiyor” adeta; seviyorsunuz her ikisini de romanın sonunda ve alıp başınızı bu iki kahramanla beraber köyden, kötü
kaderinizden kaçarcasına hep beraber yollara düşüyorsunuz… Yazar, roman boyunca okuruna sorular sordurmayı başarıyor… Karakterleri öyle çok kötülük yapıyor ki “koca köyde bir tane de olsa iyi adam yok mu?” diye isyan ediyor okur. Öte yandan bu kötülüğü öyle güçlü veriyor ki, elinizde olmadan, “acaba bu kötülüğü yapmakta haklı mı?” diye düşünüyorsunuz. Altaylı bu romanında hal-i pürmelalimizi anlatıyor... “Delice”, küçük bir köyün kendine özgü kapalı yaşamından ziyade koca bir Türkiye’nin romanı gibi. Romanın kahramanları şehrimizde, mahallemizde, sokağımızda, apartmanımızda, yan dairemizde, evimizde hatta kendi içimizde yaşıyor. “Delice”, tüm kirli çamaşırlarımızı, tüm kirli düşüncelerimizi, ikiyüzlü yaşamlarımızı döküyor ortaya. Kendimizle yüzleşmeye davet ediyor bizi. Devamı sayfa 4-5
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2015
Mitoloji ve Psikoloji Bir Arada Nefrin Tokyay’ın kaleme aldığı “Perseus’un Yolculuğu” çok yakında Pan Yayıncılık’tan çıkacak. At adamlar, yüz gözlü yüz kollu canavarlar, yarı boğa yarı insan yaratıklar, üç başlı cehennem köpekleri, yılan saçlı öç tanrıçaları, şahin başlı tanrılar, insan yiyen tek gözlü devler ve mitler dünyasının daha da inanılmaz figürlerinin
tümü, anlattıkları hikâyeleriyle sanki fantastik bir sirkin perdelerini geçmişten bugüne onları seyretmemiz için açıyorlar. “Perseus’un Yolculuğu”, insanın çok uzun süren yürüyüşünde nereden gelip nereye gittiğine dair bu en eski hikâyeleri anlatan mitlerin dünyası ile psikolojiyi buluşturan bir çalışma.
Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ
Küçük Prens’in Yazarına Rağbet Artıyor Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry külliyatına yayınevlerinden rağbet var. SaintExupéry’nin “Gece Uçuşu” isimli romanı Dedalus Kitap tarafından basıldı. Roman, 1931 yılı Femina Ödülü’nü aldıktan sonra, 1939 yılında sinemaya uyarlandı. Sivil havacılığın kuruluş dönemi serüvenlerinden birini anlatan bu yapıt, başarılı karakter analizleri, yoğun bir dil ve şaşırtıcı ayrıntılandırma tekniğiyle yazılmış. “Gece Uçuşu”, daha önce mart ayında Zeplin Kitap tarafından yayımlanmıştı. Zeplin Kitap, şimdilerde yazarın “Savaş Pilotu” isimli bir kitabını daha basıyor. Saint-Exupéry’nin en önemli ve en otobiyografik eserlerinden biri olan “Savaş Pilotu”, işgalci Almanlara karşı umutsuz bir göreve atanan bir avuç pilotun hikâyesini anlatıyor.
Redhouse Kidz’ten Yaz Sürprizleri… Redhouse Kidz’in mutfağına girdik ve yazın okurları ne gibi sürprizlerin beklediğini sizler için öğrendik. Ünlü İngiliz müzik grubu The Beatles’ın aynı isimdeki şarkısı için hazırlanan “Octopus’s Garden”, kısa bir süre sonra raflarda yerini alacak. Çocuklar hem şarkının İngilizce sözlerini bir resimli kitap olarak okuyabilecek hem de
elif.sahin@gmail.com
şarkıyı kitabın içinden çıkan CD’den dinleme şansına sahip olacak. Üstelik The Beatles üyesi Ringo Starr’ın yorumuyla! Yayınevinin önümüzdeki aylarda yayımlayacağı kitaplardan bir diğeri ise “Pibalu Gezegeni’ne Yolculuk”. Pibalu Gezegeni’nde geçen fantastik bir macerayı anlatan bu kitap, Emre Şimşek adlı genç bir yazar ve çizerin ilk resimli kitabı. Raflarda yerini alacak bir diğer kitap serisini ise çocuk edebiyatının sevilen ismi Aytül Akal yazdı, Mert Tugen resimledi. “Ormanda Oyun” adlı bu seride çocuklar geleneksel oyunları, taş boyamayı, öykü yazmayı ve meyvesebzeleri dört ayrı kitaptan öğrenebilecek. Redhouse Kidz tarafından yayımlanan “Leyla Fonten’den Öyküler” serisi de yaz aylarına girerken tamamlanıyor. Tülin Kozikoğlu’nun yazdığı ve Sedat Girgin’in resimlediği bu serinin son iki kitabı “Utangaç Köpek Kaya” ve “Sabırsız Sinek Feza” çok yakında çocuk okurlarla buluşacak.
Tasarımcı Çocuklar İçin Gönül Öztopuz’un, “Hayallerini Meslek Seçenler” kitabının ikinci serisi raflarda yerini almaya hazırlanıyor. Final Kültür Yayınları tarafından yayımlanan “Ah Şu Tasarımcılar” isimli kitabıyla okurlara ulaşacak olan Gönül Öztopuz bu defa da tasarımcı olmak isteyen çocuklara işin püf noktalarını anlatıyor. Yayınevi, “meslekler kitabı” kapsamında yürüttüğü etkinliklere bu kitapta da devam edecek. Nalan Alaca’nın çizimleriyle hareket bulan “Ah Şu Tasarımcılar”, belki de sökükleri dikebilmenin ötesine geçmeyi sağlar, ne dersiniz?
“Sansür” Konulu Öykü Yarışması Düzenleniyor Eğitim-İş tarafından “Sansür” konulu öykü yarışması düzenleniyor. İlk üçte yer alan eserlerin yanında her yıl bir edebiyatçımızın anısına, o kişinin kitaplarından oluşan bir Özendirme Ödülü verilecek. Bu yıl belirlenen isim Yaşar Kemal. Amacı Türk edebiyatına yeni kalemler kazandırmak olan yarışmanın seçici kurulunda Muzaffer İzgü, Osman Şahin, Öner Yağcı, Talat Avcı ve Hasan Cüneyt Bozkurt yer alıyor. Yarışmaya son katılım tarihi ise 1 Haziran 2015.
İşte “Foucault Hakkında Her Şey”! Çevirmenlik ve Fransız solu üzerine çalışmalar yapan David Macey’nin kaleme aldığı “Foucault Hakkında Her Şey”, Dedalus Kitap etiketiyle yakında okurlarıyla buluşacak. Foucault’nun hayatını tarafsız bir açıdan ele alarak değerlendiren David Macey, bu ünlü düşünürü daha derinlemesine anlamak adına yardımcı olacak bir eser sunuyor Foucault severlere. “Kim olduğumu tam olarak bilmenin gerekli olmadığını düşünüyorum. Yaşamanın ve çalışmanın temel önemini oluşturan şey, başlangıçtakinden farklı biri haline gelmektir,” demiş Foucault bir röportajında. Haklıdır da; doğrudan “şudur” diyebileceğimiz bir düşünür değildir Foucault. Zaten David Macey’nin de amacı bundan ziyade, Foucault’nun entelektüel gelişimini izlemek olmuş…
Bir Adamın Özgürlük Savaşı Metis Kitap tarafından yayımlanan Barnaby Martin’in “Asılı Adam: Ai Weiwei’ın Tutuklanışı” isimli kitabı mayıs ayında okuyucuyla buluşuyor. “Asılı Adam: Ai Weiwei’ın Tutuklanışı”nda, Batılı güçlerin onaylamakta pek zorlanmadıkları, hatta küresel kapitalizme katılışını hayranlıkla izledikleri Çin’de, adalet ve özgürlük peşine düşen bir adamın hikâyesini okuyacaksınız. “Totalitarizmin yanılgısı, özgürlüğün hapse tıkılabileceğini sanmasıdır,” diyor Ai Weiwei, “Oysa öyle değildir. Özgürlüğü zindana atarsan kanatlanıp kaçar ve bir pencerenin eşiğine konar...”
Remzi’de En Çok Satanlar (Nisan 2015) KİTAP (KURGU)
1 2 Delice 3 Trendeki Kız 4 Kürk Mantolu Madonna 5 Vazgeçtim 6 Ölmek Kolaydır Sevmekten 7 Küçük Prens 8 Puslu Kıtalar Atlası (Çizgiroman) 9 Küçük Prens 10 Satranç Kocan Kadar Konuş 2 Diriliş Şebnem Burcuoğlu, Dex Plus Hande Altaylı, Doğan Kitap
Paula Hawkins, İthaki Yayınları Sabahattin Ali, YKY
Kahraman Tazeoğlu, Destek Yayınevi Ahmet Altan, Everest Yayınları
Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları
Antoine de Saint-Exupéry, Can Yayınları Stefhan Zweig, Remzi Kitabevi
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 Türklerin Tarihi 2 Mahrem 3 Başarıya Götüren Aile 4 Masal Terapi 5 Potus ve Beyefendi 6 Dört Anlaşma 7 Deizm 8 Ermiş 9 Yalnızlık Sahip Olduğum Tek Şey 1 0 Anksiyete Çağım İlber Ortaylı, Timaş Yayınları
Barış Pehlivan-Barış Terkoğlu, Kırmızı Kedi Yayınevi
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi
Judith Malika Liberman, Doğan Novus
Tolga Tanış Doğan Kitap
Don Miguel Ruiz, Ötesi Yayıncılık
Yaşar Nuri Öztürk, Yeni Boyut Yayınları Halil Cibran, Remzi Kitabevi Franz Kafka, Zeplin Kitap
Scott Stossel, Boyner Yayınları
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Mayıs 2015 Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Baskı: Seçil Ofset, MATSİT 4. Cad. No:77, Bağcılar-İstanbul, Tel.: (0-212) 629 0615 Sertifika no: 12068
Mayıs 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Faulkner Ödülü Sahibi Belli Oldu 35 yıldır verilen prestijli edebiyat ödülü PEN/ Faulkner’ın bu yılki sahibi, ilk kitabı “Preparation for the Next Life” (Bir Sonraki Hayata Hazırlık) kitabıyla Atticus Lish oldu. Üç kez Amerika/Irak Savaşı’na katılmış bir askerin New York’ta yaşayan Çinli Müs-
lüman bir göçmene âşık olma hikâyesini anlattığı romanı, “kendimiz hakkında bir şarkı, bir çığlık,” diye yorumlandı. Ünlü bir yayıncının oğlu olmasına rağmen kitabını bağımsız bir yayınevinden çıkaran Lish’in romanı ilk olarak geçen sene aldığı Carla Furstenberg Cohen Edebiyat Ödülü’yle adını duyurmuştu. Kaynak: Ron Charles, Washington Post, 7 Nisan 2015
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Günter Grass Hayatını Kaybetti
Patti Smith’in Yeni Otobiyografisi
Nobel Edebiyat Ödüllü usta yazar Günter Grass, 87 yaşında hayata gözlerini yumdu. 13 Nisan’da Lübeck’te bir hastanede hayatını kaybeden yazarın zatürreden öldüğü söylendi. Grass, 1959 yılında Avrupa büyülü gerçekçiliğinin en önemli kitaplarından biri olan “Teneke Trampet”le kısa zamanda üne kavuştu. Gazeteci, şair, yazar, heykel ve grafik sanatçı kim likleriyle tanınan Grass, aynı zamanda aktivistliğiyle de gündemde kalmayı başarmıştı. 2012 Nisan’ında, nükleer silah ürettiği gerekçesiyle İran’a tavır alan İsrail’i “What Must Be Said” (Denmesi Gereken Şey) adlı şiiriyle eleştirince, İsrail hükümeti ve başbakanının tepkisini çekti ve Grass’ın İsrail’e girmesi yasaklandı. Şiirinde İsrail’i İran’ı yıkmaya yeltenmek ve dünya barışını tehlikeye atmakla suçlayan Grass’ın bu hamlesi değişik yerlerden tepki aldı. Ancak yazarın hayatındaki en tartışmalı günler, 2006 yılında, otobiyografisi “Soğanı Soymak” yayınlanmadan önceki günlerdi. Yazarın bir Alman dergisine İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi askeri kuvvetlerine katıldığını söylemesi büyük bir tartışmanın başlamasına neden oldu. Bu süreçte yazardan Nobel Ödülü’nün iadesi bile istenmişti.
2010 yılında çıkardığı, Türkçeye “Çoluk Çocuk” adıyla çevrilen kitabıyla Amerikan Ulusal Kitap Ödülü’nü kazanan Patti Smith’in yeni otobiyografik kitabı “M Train” (M Treni) ekim ayında okuyucuların karşısına çıkacak. “Çoluk Çocuk”ta New York’taki gençlik yıllarını ve Robert Mapplethorpe’la olan ilişkisini anlatan rockçı-yazar, bu kitabında da hayatında önem taşıyan 18 mekânla olan ilişkisini anlatıyor. Frida Kahlo’nun Meksika’daki evi; Berlin; New York; Sylvia Plath, Rimbaud ve Jean Genet’nin mezarları gibi mekânları konu alan kitap, yayıncısına göre, “efsanevi bir sanatçının zihnine doğru çıkılan kahve kokulu bir yolculuk.” Aynı zamanda Patti Smith’in, MC5 grubu gitaristi Fred Smith’le olan evliliğinin de konu edildiği kitap, Smith’e göre, “Çoluk Çocuk”la benzer bir zamanda ve evrende geçiyor ama aile ve müzik kavramlarıyla ilgileniyor.
Kaynak: Martin Chillton, The Telegraph, 13 Nisan 2015
Latin Amerika’nın Belleği Sustu Latin Amerika’nın en önemli antikapitalist isimlerinden yazar ve gazeteci Eduardo Galeano, 74 yaşında hayatını kaybetti. Eduardo Galeano 1971 yılında yazdığı “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” kitabıyla tanındı. Kitapta beş yüzyıl boyunca Latin Amerika’nın Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından fakirleştirilmesi anlatılıyordu. 2009 yılında, eski Venezuela Başkanı Hugo Chavez’in kitabı Barack Obama’ya hediye etmesiyle dünya çapında çok satanlar listesine girmişti kitap. Kariyerine 1960’larda Marcha dergisinde başlayan Galeano, 1973 darbesiyle birlikte Arjentina’ya, ardından da İspanya’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Kaynak: Ashifa Kassam, Sam Jones, The Guardian, 13 Nisan 2015
Kaynak: Joe Coscarelli, The New York Times, 13 Nisan 2015
Kraliçe Victoria’nın İlk Hikâyesi İngiltere’de 19. yüzyılda hüküm sürmüş Kraliçe Vic toria’nın on yaşındayken yazdığı bir kısa hikâye haziran ayında ilk defa basılacak. “The Adventures of Alice Laselles” (Alice Laselles’in Maceraları) adlı hikâye, babasının yeniden evlenmesi üzerine yatılı okula gönderilen bir kızın başından geçenleri anlatıyor. Kitapta, Alice’e zengin bir bankacının zeki ama “aşırı gururu yüzünden çirkin görünen” kızı Barbara, “zavallı Fransız bir yetim” olan ve su çiçeğinden tek gözünü kaybetmiş Ernestine Duval ve annesinin ölümünden sonra dadısı tarafından büyütülen Diana O’Reilly eşlik ediyor. Kitap, Victoria ve mürebbiyesi Barones Louise Lehzen tarafından müstakbel kraliçenin kâğıt bebeklerinden yararlanarak hazırladıkları çizimlerle bezenmiş. Kraliçe’nin ileriki yıllarındaki mizacına ters düşecek şekilde hayal gücü yüksek bir dramatiklikle yazılan hikâye annesine ithaf edilmiş. Kaynak: Kat Brown, The Telegraph, 9 Nisan 2015
Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Bu Yazarın Savunması Bir okurum, yazılarımda “yeni bir şey söylememekle” eleştirmiş beni. “Yeni bir şey söylemek gibi bir kaygım var mı ya da olmalı mı?” diye sordum önce kendime. Ayda en az bir kere “yeni bir fikir” bulabilmek için özel gayret sarf etmek gerekirdi. Diyelim o gayreti gösterdim, bir insan her yeni yazıda yeni bir fikir sunabilir miydi okuruna? Tabii böyle bir şeye soyunabilmen için oldukça yüksek bir özgüvene sahip olman gerekir. Ne iddia ama! Yani diyorsun ki; “Buraya yazdığım o fikir dünya üzerinde benden önce dile getirilmedi.” Bu sözün arkasında duracaksan eğer, kendini gün yüzü görmemiş bilgilerle donatman, yeryüzünde ve tarih boyunca o konuda fikir üreten herkesin eserlerini hatmetmiş olman gerekir. Bunu da koy cebe. Bu denli büyük bir iddiayla başa çıkamayacağımı anlayınca bir daha eleştiriye döndüm. “Belki de” dedim, “ben yanlış anladım, benden her ay yeni bir fikirle gelmemi beklemiyordur da, üslubumdaki bir soruna işaret ediyordur.” Belki okurum, yazılarda öne sürdüğüm tespitleri ilk kez ben dile getiriyormuşum gibi bir eda takındığımı söylemek istemiştir. Yok hayır, zaten kısa olan mektupta şu cümleden fazlası yoktu: “Yazdıklarınız yeni bir şey değil.” Hepsi bu. Tekrar kendi soruma döndüm: “Bir köşe yazısının ‘yeni şeyler’ söylemek gibi bir kaygısı olmalı mıdır?” Ardından hemen ikinci soru geldi tabii: “Edebiyatın ilgilendiği şey öncelikle metnin ‘ne’ söylediği midir, onu ‘nasıl’ söylediği midir?” Aklıma dönüp dönüp başvurduğum Adorno’nun “Biçim Olarak Deneme” başlıklı yazısı geldi. Bir kez daha. “Deneme,” der Adorno, “kendi sorumluluk alanının dışarıdan dayatılmasına izin vermez. Bilimsel bir şey üretmek ya da sanatsal bir şey yaratmak yerine, çocuksuluğun esinini yansıtır onun çabası, hiç sıkılmadan, başkalarının çoktan yapmış olduğu şeye tutulur.” Bak yine “Başkalarının çoktan yapmış olduğu şeye tutulur” cümlesine tutuldum. Yazar milletini buluşturan o hissi hatırladım: Kimselerin anlatmadığı o konuyu bulma arzusu. Bir de tersinden söyleyeyim: Yazacağın temanın daha önce sayısız defa ustalar tarafından işlenmiş olmasından doğan kaygı; “Yahu ben bunu neden yazayım ki? Bu zaten yazıldı!” Şimdi adını ve yazarını hatırlamadığım −bak işte bunun için özür dilerim− bir roman okumuştum. Kahramanı yaşlı bir yazardı. Ölmeden yazacağı son roman için bir konu arıyordu. Lakin hangisine el atsa hayran olduğu bir usta tarafından o konunun çoktan ezilmiş olduğunu öğrenip bir yenisine saldırıyordu. Sonra bir yenisine. Sonra diğerine... “Bu romancının yolu yordamı” başlıklı atölyemde katılımcılardan biri “Bu yazdıklarım çok sıradan, sıradan olmayanları da başkaları çoktan yazdı duygusu yaşıyor musunuz hiç?” diye sormuştu. “Her zaman!” demiştim. Gerçekten de yazma sürecinde yazar kendi metnine karşı katı bir memnuniyetsizlik hissiyle dolu oluyor. Bu yüzden de yazarların kendilerine sık sık çıkıştıkları görülür. Mesela bunlardan birinde kendisini şöyle azarlıyordur: “Binlerce kez ezilmiş bir konuyu bir kere daha sakız etmeyeydin edebiyat dünyası büyük bir kayıp yaşardı. Aferin sana!” Kendi kendime ayar verdiğim böyle zamanları da hatırlayınca, okurun eleştirisi karşısında efsunlu olduğumu fark ettim. Bu yüzden daha önce pek çok kez söylenmiş bir sözü yinelemekte sakınca görmüyorum: “Dünya üzerinde söylenmemiş bir söz mü kaldı ki onu ben söyleyeyim?” Şimdi bakın; konuyu bir yere bağlamadan bitirmekte olduğumun farkındayım. Ama ne de olsa sırtımı Adorno Usta’ya yasladım bari ordan bağlayayım: “Deneme kendini sona gelmiş hissettiği yerde durur, söyleyecek bir şey kalmadığı yerde değil.” “Yeni bir şey söylememiş olsam” da bana bu yazıyı yazdıran okuruma ve eleştirisine teşekkür ederim.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2015
HANDE ALTAYLI:
“Sevmenin Farklı Biçimlerini Vermek İstedim” Söyleşi: ŞAKİR ALTINTAŞ, Fotoğraf: SEVGİ CAN (Baş tarafı sayfa 1’den)
“Hemen hemen tüm karakterleri anormal, özürlü, hasta tipler olan ‘Delice’ nasıl çıktı ortaya, nedir hikâyesi?” “‘Delice’nin tüm hikâyesi aslında bir gecede çıktı. Bu, benim için bir ilk oldu; yani kitabi yazmaya oturduğumda başını, sonunu biliyordum. Hikâyenin neredeyse yüzde kırkını o gece kurdum. Karakterlere gelince, bir arkadaşımla konuşuyorduk, zekâ özürlü bir kardeşi vardı. Kardeşinden de bahsettik. Evlendirdiklerini söyledi. Eğitimli, varlıklı bir aileydi. Kiminle evlendirdiniz diye sorduğumda köyden bir kızla evlendirdiklerini söyledi. Aklıma takıldı, kızı düşünmeye başladım. Acaba şu an ne durumda, hayatının kurtulduğunu mu düşünüyor yoksa yanlış yaptığını mı? Belki de seve seve evlendi ama neler yaşayacağını bilmiyor… Gece onu düşünürken bu düşünceler hikâye şeklinde bir yerden püskürüverdi. Zaten zekâ geriliği olan insanlar hep ilgimi çekmiştir. Küçük yerlerde İstanbul’daki gibi sessiz yaşamlarında değil, ortalarda yaşarlar, toplumun gözü önündedirler, hayatın içindedirler. Sokakta yürürken de karşılaşırsınız, caddede, pazarda da görürsünüz. Hani ‘deli’ diye adlandırdığımız onlar, hep hayatımızdadırlar.”
“Bir gecede ortaya çıktı ama sonucu da belli miydi o gece, sonunu da biliyor muydunuz?”
“Sonuç da kafamdaydı, tamamen birebir değil ama o duyguyla bitireceğimi biliyordum. İlk başta sonu öyle aklıma geldi, değiştirebilirim diye başladım yazmaya ama yazdıkça da içimden değiştirmek gelmedi. Doğru sonun o hikâye için o olduğuna karar verdim, içime sinen sondu ve bu son bende bir heyecan yaratmıştı. Bir yazar olarak şunu da biliyorum, bazen aklınıza bir şey gelir, yazmaya ya da düşünmeye başlarsınız, iki gün sonra çok kötü gelir; bu kez öyle olmadı. Hemen yazmaya başlamadım tabii, neredeyse aylarca kafamda kaldı. Aslında ilk başta bir senaryo olarak yazmayı düşünüyordum. Hatta senaryo gibi bir şey yazdım ama sinmedi içime çünkü bir romancının hikâyeye sahip olma şekli başka, senaristinki başka. Sinema başka bir dil, roman başka bir dil. İlk önce bildiğim bir dilden konuşmak istedim. Senaryoyu yazarken karakterlerde derinleşemediğimi fark ettim çünkü. Sinemada anlatmanız için karakteri
çok iyi bilmeniz gerekiyor. O yüzden önce ben bunun romanını yazacağım dedim ve yazdım, sonra inşallah film de çekmek istiyorum.”
“Pek çok yazarın hayatından şunu biliyoruz: Yazar romanını yazmaya başlıyor ama öyle bir an geliyor ki metin bir müddet sonra inisiyatifi ele geçirip yazarı peşinden sürüklüyor ve çok başka bir sonla kendini bağlayabiliyor. Sizdeki yazma süreci nedir, sizde ne oluyor?” “İlk üç romanımla ilgili şunu söyleyebilirim: Başladığımda sonları hakkında, ortaları hakkında hiç bir fikrim yoktu. Bazen bir sahneyle, bazen bir diyalogla hatta bazen tek bir kelimeyle başladım. Onlar çok daha stresli yazma dönemleriydi. Bu kez ‘Delice’yi çok daha rahat yazdım. Bu romanımda roman kendini yazmadı, ben romanı yazdım.”
“Şehirli bir kadınsınız, İstanbul’un güzel de bir yerinde yaşıyorsunuz. Romanda ise bir köyü, köylü-
takılırdım peşine. Hafta sonları da oralara gezmeye giderdik. Köy kahvelerinde çok oturduk. Hangisinin Yörük köyü hangisinin Türkmen köyü olduğunu bilirdik. Oradaki renklilik beni çok etkiledi. Oraların köylerini bilirim ama bana doğunun bir köyünü anlat deseniz hiç bilmem. Küçüklükten gelen, kanımıza işler ya hani, ben o duyguyla yazdım ‘Delice’yi.”
“Romandaki Çakalağzı Köyü’nü anlatırken esinlendiğiniz bir köy oldu mu?”
“‘Kahperengi’yi yazarken daha çok Edremit’in dağa yakın, kenar mahalle denebilecek yerleri vardı ama ‘Delice’de daha çok gittiğim, gördüğüm, sevdiğim köylerin hepsinin kolajı var. Bu benim köyüm.”
“‘Delice’de kara mizah var mı?”
“Elbette var, bir olayın kötü olması komik olmadığı anlamına gelmez.”
“Romanda iki baba figürü var. Biri Meryem’in babası Ağır İrfan, diğeri Kazım’ın babası Osman Efendi.
Aslında ilk başta bir senaryo olarak yazmayı düşünüyordum. Hatta senaryo gibi bir şey yazdım ama sinmedi içime çünkü bir romancının hikâyeye sahip olma şekli başka, senaristinki başka. Sinema başka bir dil, roman başka bir dil. İlk önce bildiğim bir dilden konuşmak istedim. Senaryoyu yazarken karakterlerde derinleşemediğimi fark ettim çünkü. Sinemada anlatmanız için karakteri çok iyi bilmeniz gerekiyor. O yüzden önce ben bunun romanını yazacağım dedim ve yazdım, sonra inşallah film de çekmek istiyorum. leri anlatıyorsunuz. Şahsen ben köyde doğdum, köyde büyüdüm. İtiraf edeyim ki, roman boyunca ‘hah işte burada yanılmış, burada abartmış’ diyebileceğim bir şeyler aradım ama bulamadım. Bir şehirli olarak, köylüleri nasıl bu kadar iyi anlatabildiniz?” “Öncellikle şehirli biri değilim, Edremit’te doğdum, büyüdüm. Edremit’in avantajı köylere yakın olmasıdır. 3 km ötemizde Güre Köyü, 5 km ötemizde bir başka köy vardır. Ayvalığa giderken yoldan az çıkarsanız 30 tane köy görebilirsiniz. Babam avukattı; arazi davaları olur ve köylere sık sık keşfe giderdi. Ben de çoğu zaman
İyi-kötü bağlamında kıyaslarsak neler söylemek istersiniz?” “Aslında baba olarak değil de daha çok iyi insan ya da kötü insan bağlamında ele alırsak Kazım’ın babası iyiye daha yakın, öbürü de daha çok kötüye. İkisinin de kötü tarafları var aslında. Kazım’ın babası Osman Efendi’nin de hoş olmayan, bencilce seçimleri var ama oğluna olan sevgisini ortaya koyduğunuzda ailesine karşı, Ağır İrfan’la kıyaslandığında, çok daha sevgi dolu. Ama emin olun ki onların da bir hikâyesini yazsak halihazır hallerine gerekçe pek çok neden bulabiliriz.”
Mayıs 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
“Roman kahramanlarınızla aranızda sevgi ya da nefret gibi duygular yaşar mısınız?” “Hepsini seviyorum. Mesela bir önceki kitapta iğrenç bir karakter vardı, Recep karakteri, o en sevdiğim karakterlerden bir tanesiydi çünkü çok gerçekti. Ayrıca herkes ondan nefret ettiği için onu sevmeyi kendime bir borç gibi görüyordum. Bütün karakterleri seviyorum çünkü onları ben yaratıyorum, onlar çocuğum gibi. Sevilmeyen karakterleri daha da çok seviyorum. Zaten iyi, şefkatli, sevgi dolu karakterlerden herkes hoşlandığı için sevgiye pek ihtiyaçları yok. Mesela ben Aliço’nun hastasıyım, çok seviyorum Aliço’yu. Hiç biri özelde suçlanmamalı, hiç birine kızılmamalı, hepsine anlayış gösterilmeli bence, hepsi anlayışı hak ediyor. İnsanoğlu her türlü kötülüğü yapabiliyor, hiç yapmaz denen insanlar yapabiliyor. Bu, bence yazmaya çok değer bir şey. Zaten anlatmak istediğim bu ve sanırım bütün kitaplarımda var. İnsanlara anlayış göstermek, kötülükleri, yapılan fena şeyleri tolere edebilmek önemli olan.”
“Toplumdaki hoşgörüsüzlüğe değinmek istiyorum, roman bağlamında ne söyleyebilirsiniz?”
“Orada bir köy var aslında ve ben bunu bazı yerlerde tek bir kişi gibi yazdım. Çakalağzı dediğimiz yer aslında gözlerini dikmiş insanlara bakıyor. Toplum denilince, sizi çıkarın, sizden geriye kalanlar; benim için toplum, beni çıkarın, benden geriye kalanlar… Ama toplum çok acımasız, insanların bir araya geldiklerinde ne kadar acımasız olabildiklerini zaten dünya tarihi bize gösteriyor. Bireysel olarak, bence, bu kadar kötü değiller; birleşince çok kötü olabiliyorlar. Orada işte, Çakalağzı Köyü’nde, Kazım’ın ve Meryem’in üzerinde yaratılan toplum baskısı… ‘Bir ayrılın, bir rahat bırakın insanları!’ demek istiyorum. Meryem, aslında bunu diyebilen bir insan ve bu yüzden sevilmiyor. O toplumun insan üstündeki bu yıldırıcı ve yaralayıcı baskısı bence çok çirkin, çok haksız, insanın hayatını burnundan getiren bir şey. Zorla evlendirebiliyorlar; sonra da sizin o duruma, oraya uyum göstermenizi bekliyorlar. Şimdi sen, Meryem’i zorla evlendirdin, Meryem kocasını aldatırsa bunun sorumlusu Meryem mi yoksa buna sebep olanlar mı?”
“Meryem’i çok beğeniyorsunuz, neden?”
“Meryem şu açıdan beğendiğim bir karakter: Topluma karşı dimdik duran bir kız, yani toplum ona bir tane vurduğunda o da topluma dönüp bir tane patlatabiliyor. O gücünü seviyorum Meryem’in. Bu başkaldırıya toplum bedel ödetiyor elbette ama Meryem bunu ödemeye de hazır. Kan içinde kalıp savaşmaya devam edebilen yırtıcı bir kuş aslında, çok ender bir karakter bu açıdan.”
“Meryem’in doğduğu gece birtakım doğa olayları oluyor; fırtına kopuyor, ağaçlar yerinden sökülüyor ve köylü bunu Meryem’in doğumuna bağlıyor. Sonrasında gelen dedikodular abartıya dönüşüyor. Bu abartıları neye bağlıyorsunuz?”
“Evet abartılı ve tam abartılı bir şehir efsanesi kıvamında... Aslında bu olaylar esnasında doğan çocuk, eğer sevilen, daha sonradan tatlı dilli, şeker bir çocuk olsaydı, köyün gözbebeği bir çocuk olsaydı asla böyle bir şey konuşulmayacaktı. Hatta bunu söyleyenler bile hani, ‘çok çirkin bir çocuk doğdu, doğarken anasını paraladı’ bile deseler unutulup gidecekti her şey; o çocuğun tatlılığı karşısında. Ama Meryem topluma dişlerini gösterdikçe konuşulanlar arttı. Hiç unutulmadı, hep üzerine eklendi. Romanı küçük bir topluluk üzerinde, bir köyde kurguladım ki insanlar o baskıyı daha fazla hissetsinler. Bir şehirde de geçebilirdi bu hikâye ama köy gibi herkesi tanıdığımız bir toplumu anlatırken bu daha etkili oluyor. Daha çok gösterebilme şansı var bu gerçekleri. İnsanlar Meryem’in uğursuzluğunu konuşa konuşa büyüttüler hatta öyle oldu ki belki Meryem bile inandı uğursuz olduğuna.”
“Anadoluya bir kutsallık atfedilir bazen. Öyle bir kutsallık olduğunu düşünüyor musunuz Anadolu ya da Anadolu köylüsünde?”
“Bir kutsallık olduğunu düşünmüyorum, hele de bugün, bilgisayar çağında o kadar da aynılaştık ki artık herkes birbirine çok yakın yaşıyor.”
“Bu aynılaşma çok sıkıcı değil mi?”
“Çok sıkıcı ama kaçınılmaz galiba… Çünkü o farklılıklar yüzünden de birbirimizi çok hırpaladık, çok vurduk, çok paraladık. Belki aynılaşmak biraz daha barışı getirecek. Belki renklerin gitmesi çok iyi değil ama insani açıdan da bakınca kim bilir belki de birbirimizi o kadar farklı mahlûklar gibi görmekten vazgeçeceğiz.”
“Bu aynılaşma romanlara nasıl yansıyacak? Çünkü farklı yaşamlar pek kalmayınca acaba bundan sonra romanlar yaşamlarımızdan çok duygularımızı mı anlatacak?”
“Duygular da artık eskisi kadar derinleşemediği için bilmiyorum ne anlatacaklar ama hani derler ya ‘roman öldü, roman bitti.’ Hayır, zaman değişti, elbette zamana bağlı olarak roman da değişecek. 18. yüzyıl romanı öldü; çünkü 18. yüzyıl çok geride kaldı. Dünün romanı vardı, bugün bizim çağımızın romanı var, yarın da yarının romanı olacak.”
“Çocuklarımızın romanı olacak…”
“Bir kuşak değil, bizden birkaç kuşak önde olduklarını görüyorum ben çocuklarımızın. O kadar duyarlılar ki. Biz hayvanseveriz diye gezip kürklerle kuşanmış bir dönemiz. Onlar gerçekten hayvan sevmenin ne demek olduğunu biliyorlar. Vejeteryan olamazlarsa bile daha az et tüketmeyi akıl edebiliyorlar. Çiftlik üretim şekillerine bilinçli bir karşı çıkışları var. İyi insanlar yetişiyor diye düşünüyorum. Gezi’de gördüğümüz çocuklar da bunların ağabeyleri, ablaları ve o iyi kalplilik bence orda hepimizin gözüne girdi ve daha da artacak. İşte o çocukların aynılaşması, bence hiçbiri birbirinden farklı değiller, işte orada barış var.”
“Okur hedef kitleniz kim, böylesine bir kaygınız var mı, kim için yazıyorsunuz?”
“Ben sadece kendimi kendime beğendirmek amacıyla yazıyorum, aslında kendime yazıyorum öncelikle. İlk okurum, benim. Bir kitleyi hedef alıp yazarsanız o kitle de bunu fark eder, sizi okumaz, öyle kalırsınız! İyi bir şey yazmak istiyorsanız metinle aranıza kimseyi sokmamanız lazım. Mesela ben ilk kitabın çok zorluğunu çektim. Çok da başarılı oldu, hiç beklenilmediği oranda satışlar gerçekleşti, övgüler aldı, beğenildi. İkinci kitabı yazmak için oturduğumda bıraktım ve yaklaşık bir sene kadar elimi hiçbir şeye sürmedim çünkü ‘insanlar’ diye bir kitle vardı aklımda. Bunun kaygısını yaşadığım zaman yazmayacağım, dedim ve yazmadım. O kaygıdan kurtulduğum zaman yazmaya başladım. Ömer Bey de söylemişti ‘ikinci kitap bir cehennemdir yazarlar için’ diye ve ben o cehennemi Remzi Kitabevi’yle birlikte atlattım. O arada uzun süre yazmamamın sebebi, bunu açık yüreklilikle söyleyebilirim, okur kaygısıydı. İlki başarılı oldu; ikincisi olmazsa kaygısını hissettiğim için uzun süre yazmadım.
Şimdi bir kişi bile olsa ben o bir kişi için yazıyorum. Elbette ki, her yazar okunmak ister.
“‘Delice’ bağlamında aşkı konuşsak. Nedir aşk?”
“Aşkı değil de sevginin biçimlerini vermek istedim ben. Burada sevmenin biçimleri var. Bazılarını aşk olarak adlandırabilirken burada daha çok anne ile çocuk arasında ya da baba ile çocuk arasındaki sevmenin biçimleri var. Bunları vermeye çalıştım romanımda. Normalde aşk sağlıklı bir duygu değil, bir göz kararması, sevgiyi nereye koyacağınızı bilememe halidir. Romanımdaki önemsediğim durum, dediğim gibi, daha çok sevme biçimleridir. Ama illa aşk ne derseniz, diyebilirim ki, sevginin nefrete dönüşebilenidir.”
“Çakalağzı’na küçük bir Türkiye diyebilir miyiz?”
“Elbette. Bizim toplumumuzda zaten çoğumuzun gözleri başkasının hayatındadır. Hepimizin hayatında gözetleyici komşular, dedikoducular, küçükken sevgilimizi anne babamıza yetiştirenler vardır. Onlar hayatımız boyunca üstümüzde yaşamaya devam ederler. Türk toplumunun çok hoş olmasının yanı sıra böyle de bir defosu vardır. Büyük kentlerde bu zamanla hafifliyor ama bu defa da insanları medya gözüyle ya da sosyal medyalarla taciz etmek devreye giriyor. Korkunç yaratıklara dönüşüyoruz. Kibarlıktan, nezaketten uzak olabiliyoruz bazen. Çok düzgün insanlarımız elbette var. Toplumun bir kısmı elbette çok görgülü, çok zarif ama bir kısmından gelen nefretin, kinin diğerlerine yönelmesini anlamak mümkün değil. Bunun da kökeninde kendi hayatımıza bakmadan başkalarının hayatına bakmak var. Ama ben yeni nesilden çok umutluyum, gelen iyi kalpli nesil tarafından bunun da atlatılacağını düşünüyorum. Yeni nesil daha hoşgörülü, daha kibar.”
“Bedriye, Kazım’ın annesi, oğlunu Meryem’den vazgeçirmek için bir sürü laf ediyor ve her biri için Kazım annesine ‘neden?’ sorusunu yöneltiyor. Sanki bizler, toplumun bireyleri, bu soruyu hayatlarımızda pek sık sormuyoruz. Bir an için farzedelim ki ‘neden?’ sorusunu sık sormaya başladık… Nasıl bir değişiklik olur bizde?”
“Terbiyeli oluruz öncelikle birbirimize karşı. Sırf bize öyle öğretildi diye anlamsız şeyleri yapmaktan vazgeçeriz. Meryem’i başkalarından farklı kılan da bu temel soru zaten, hep sormuş o. Sonra bunu sormayı Kazım’a öğretiyor. ‘Neden’ sorusunun getireceği en büyük değişiklik, birey ve toplum hayatında var olan anlamsızlıkların güçlerini yitirmesi olur.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2015
Ülkenin Gündemine Müdahil Öyküler Öykücülüğümüzün önemli isimlerinden Behçet Çelik, yeni kitabı “Kaldığımız Yer” ile yalnızca edebiyatın değil ülkenin de gündemine müdahalede bulunuyor. Gittikçe yükselen huzursuzlukların, yaşamımızı çevreleyen kent gürültüsünün, hızla anlamsızlaşan gelecek hayallerinin kırıldığı ve değersizleştiği bir dünyada kişinin kendi yalnızlığını arzulaması ne kadar anlamlıdır? Başka türlü sorarsak; böyle bir yalnızlık ve huzur arayışı mümkün ya
da mantıklı mıdır? Behçet Çelik, öteden beri getirdiği yalın anlayışla kaleme almış öykülerini. Süsten, şairane söylemden ve iddiadan alabildiğine soyutlanmış bu dil, aslında onun göstermek istediği dünyanın da esastan öne çıkmasını kolaylaştırıyor. Tüm süs ve söyleyiş abartısı çekildiğinde geriye kalan ne işimize yarar? Böylece, öykü, öykü kişileri için olduğu kadar, okur için de bir aynaya dönüşür. Çelik bu yalınlığı yakalamakta çok başarılı. “Kaldığımız Yer”, içeriği bakımından da kitabın adına uyumlu öykülerden oluşuyor. Türkiye’nin kendine sorması gereken sorulardan biri bu. Tüm kimlik, yüzleşme, sorgulama ve kabullenme tartışmaları içinde bir noktaya dönüp bakıyor Çelik, öyleyse, geri dönüp o kırılma noktalarına gitmeli ve kendimize sormalı mıyız: Nerede kalmıştık? Kaldığımız yer neresiydi? “Kaldığımız Yer”, Behçet Çelik, 144 s., Can Yayınları, 2015
Hanefi Avcı’nın Gözünden “Cemaat” Son günlerde Türk yargısında yaşanan karmaşayı izlemeye çalışan hemen herkesin biraz kafası karışmış durumda. Elbette yalnızca son günlerde olan değil Türkiye’de 10 yıldır olan bitene, ardı arkası kesilmeyen torba davalara, operasyonlara, dinleme kasetlerine, özel hayatın gizliliğini yerle bir eden görüntülere ve şantajlarla siyasetin dizayn edilmesine kadar… Susurluk ve 28 Şubat dönemlerinde yaptığı açıklamalarla hafızalarda yer edinen Hanefi Avcı, “Haliç’te Yaşayan Simonlar” adlı ilk kitabında örgütlü bir yapıdan bahsediyordu. Bu kitap pek çok insanın dikkatini çekmiş, Hanefi Avcı’nın da tutuklanmasına neden olmuştu. Hanefi Avcı, “Cemaat’in İflası”nda bütün bu olup bitenlerin ne anlama geldiğini, yargılama sürecinde yaşananları anlatıyor. Cemaat yapılanmasının kısa bir sürede devlet kurumları içinde nasıl örgütlendiğine ilişkin en çok sorulan soruları yanıtlıyor. Kitapta ayrıca dikkat çeken başlıklardan bazıları ise şöyle; “Cemaat demokratların, liberallerin ve hükümetin desteğini nasıl aldı?” “Hukuka aykırı olarak kimlerin ve ne oranda telefonları dinlendi?” “Cemaat hedefleri için yargıyı bir silah olarak nasıl kullandı?” “Yargı Cemaat’e bağlı olursa ne olur?” “Cemaat hükümetle neden karşı karşıya geldi?” “Cemaat’in ittifak arayışları” “Cemaat’in İflası”, 344 s., Hanefi Avcı, Tekin Yayınevi, 2015
“Sokağın Hikayesi” Deyip Geçme ÖMER AYHAN
G
ürol Sözen, yeni kitabı “Eski Çiçekçi Sokağı” için öykü/anlatı demiş. Yerinde bir saptama olmakla birlikte kitabı açıklamak için yeterli olmayabilir. Kitabın yapısı üzerine elbette bir şeyler söyleyeceğim ancak önce yazarı üzerinde durmakta fayda var. Zira, Gürol Sözen, farklı anlatım biçimlerine içkin kıldığı kitabında yaptığı gibi, katmanlı bir kültürel dünya kurabilmiş sanatçılarımızdan. Sözen’i belki en çok resimleriyle biliyoruz, 1960’tan günümüze sergiliyor yapıtlarını. Yetinmiyor; resim ve heykel sanatları üzerine kitap yazıyor. Televizyon için kültür programları hazırlamış, belgesel çekmiş Sözen’in farklı konularda kitapları da var. Üstelik Sözen’in, şiir, öykü, deneme, masal türlerinde yazdıkları, Varlık, Yelken, Yeditepe gibi önemli dergilerde yayımlanmış. Yazmayı, düşünce üretmeyi seviyor, yine de “Eski Çiçekçi Sokağı” daha önce yazdıklarına hiç benzemiyor. Kişisel bir kitap bu; öykü tadı var her bölümde. Peki anlatı denilebilir mi, denilebilir, evet. Her ne kadar kitabın karakterleri arasında olsa da, yaşanılanları üçüncü tekil anlatım yoluyla, yabancılaştırma efektiyle vermeyi tercih etmiş. Bu noktada öykü ile anlatının kesişim noktasına ‘anı’ kuruluyor. Bu üçlü anlatımın bir arada çatılması sayesinde, okurun kurmaca duygusuyla okuyacağı bir kitap “Eski Çiçekçi Sokağı”. Tarihsel açıdan yaklaşıldığında enteresan bir sokak Eski Çiçekçi. İstanbul’un fuhuş tarihinde Beyoğlu ve Abanoz’un şöhreti tartışılmaz ama Eski Çiçekçi Sokağı’nda fuhuşun tarihi daha da eski. Semtin ilk genelevleri burada açılmış. Gürol Sözen’in, İstiklal Caddesi’nin gölgesinde kalan Eski Çiçekçi Sokağı’nın sakinlerini anlattığı 1963-1973 arasındaki on yıllık zaman diliminde şartlar değişmiş. Bu çileli ve lanetli işi sürdürenlerin civardaki pavyonlarda konsomatris ve/veya dansöz olarak çalışıp, iş çıkışı döndüğü yuvadır orası artık. Marjinallerin, azınlıkların hayatı bu sokakta kesişir. 1955 sonrası şehrinde kalmayan direnen Rumlar, kazandığı üç kuruşla ayakta kalmaya çalışan arabacılar, sokak satıcıları, aylaklar, kendilerini nasıl bir geleceğin beklediği belirsiz gayrimeşru çocuklar... Sanat dünyasına henüz girmiş yahut girmekte olan Gürol Sözen ve arkadaşları, sokağın yabancılarıdır. Alçakgönüllü kazançlarını birleştirerek döküntü bir apartmanda daire tutarlar. Evlilik ve iş güç öncesi bohem hayatın tadı ve zorlukları bu dairede yaşanır. Gelgelelim sokağın sakinleri zaten toplum tarafından dışlanmıştır. Tam da bu yüzden genç insanları hiç yadırgamaz, bağırlarına basarlar. Doğrusu Gürol Sözen’in giriş yazısında, kitapta yer alan kişilerin adını sıraladığı liste iştah kabartıcı. Eski Çiçekçi Sokağı’ndaki atölyeye girip çıkanlar o kadar çok ki, bazılarını sıralamak fikir verecektir. Metin Sözen, Berna Moran, Murat Belge, Tahsin Yücel, İsmail Cem, Semih Balcıoğlu, Turan Oflazoğlu, Güngör Dilmen, Engin Ayça, Esin Afşar, Özer Kabaş... Resim, edebiyat, sinema ve tiyatro dünyasının, sonradan önemli işler yapacak birçok genci, çoğunluğu üniversite öğrencisi olarak bu atölyeden geçmiştir. Sözen, birkaç bölümde öne çıkmakla birlikte pasif anlatıcı olmayı tercih etmiş. Bütün bu isimler hızla geçip gidiyor, burada yapılan
visage37@yahoo.com bir portre çalışması değil. Sadece bir bölümde Behçet Necatigil’e genişçe bir parantez açılmış. Çünkü Necatigil atölyenin gençlerinden yaşça büyük, şöyle bir gelip geçiyor. Gençler hep bir ağızdan konuşuyor, kimi zaman hangi cümleyi kimin söylediği okura yansıtılmıyor. Bu tutum bir kafa karışıklığına yol açmıyor, çünkü burada benzer espriler yapan, hep birlikte gülüp ortak hayaller kuran, hatta aynı korkuları yaşayan bir grubu tanıyoruz. Kendilerine Müessese adını vermişler ve buna uygun olarak hiç kimse diğerinden daha fazla öne çıkmıyor. Gürol Sözen’in ressam bakışı “Eski Çiçekçi Sokağı”nda anlattıklarına nasıl yansımış? Doğrusu üzerinde durulmaya değer bir soru, kendi payıma beklentim biraz daha fazlasıydı. Ara sokakların kasvetine ayrılan cümlelerde benzer sözcükler dolaşıyor. Keza sık sık dile getirilen martılar, Boğaziçi ve bir noktada sık sık karşımıza çıkan espriler tekrar duygusu veriyor. Bununla birlikte kitabın yazarı bir ressam, bir belgeselci, öykücü, denemeci. Bunların hepsi bir araya gelince kimi güzelliklerin okura geçmesi de kaçınılmaz. O dönemin Markiz’ini iki kelimeyle önümüze sermiş. “Duvarındaki görkemli çinileri bahar ayini sanki.” Ama Gürol Sözen’in tam anlamıyla döktürdüğü bir yer var kitapta. “Silviya ve İntihar” başlıklı bölümün girişinde Madam Berta’nın yanında ikamet eden yeğeni Silviya bir fotoğraf çerçevesinin içinden anlatılır. Kuşkusuz çarpıcı bir buluş. Anlatacak çok şeyi olan Sözen, keşke böylesi hoşlukları biraz daha fazla arasaydı. Kitaptaki en çarpıcı bölümlerden biri de “Marmara Sevenler Partisi”. Marmara şarabının taçlandıracağı bir parti için Beyoğlu’ndan kalkıp Yeşilköy’e geçen Müessese ekibi, sivil polislerin hışmına uğrar. Ev sahibinin yolu kolay bulsunlar diye Yeşilköy’ün çeşitli yerlerine bıraktığı simgeler komünist avının acımasızca sürdürüldüğü bir dönemde kuşku uyandırmıştır. Üstelik gençlerin hazırladıkları eğlenceli tüzük siyasi bir bildirinin şifresi gibi algılanır. Hele polislerin teypten yükselen müziklerin sözlerini başka yerlere çekmeleri, toplumsal baskının varlığını ayyuka çıkarır. Kâbus, karakolda geçen sıkıntılı saatlerden sonra eve, atölyeye dönüşle biter. Nezih mahalle Yeşilköy tehlikelerle dolu dış dünyayı simgeler, tehlikelerle dolu Beyoğlu ise kendi üstüne kapanan varlığıyla bir korunaktır. Ne ki, her güzel hikâyenin bir sonu var. Zarifçe sezdirmiş Gürol Sözen. “Kente alıştığı ve eskidiği için mi farklı görüyordu her bir yanı? Belki. Belki!.. Caddeye ara sokaklara, apartmanlara, vitrinlere, caddede yürüyenlere farklı bakıyor olabilirdi artık...” “Eski Çiçekçi Sokağı”, Gürol Sözen, 189 s., Remzi Kitabevi, 2015
Mayıs 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Yok Olma Alıştırmaları YANKI ENKİ
Y
alnızlık ve tek başınalık, sadece sosyolojinin ya da psikolojinin konularından biri değil, edebiyatın da temel meselelerinden biri. Romanlar ve öyküler, modern bireyin öyküsünü anlatmaya başladığından beri, tam olarak ne istediğini bilmeyen, bu dünyaya neden geldiğini ve neden gitmek zorunda olduğuna cevap bulamayan, varlığının anlamını aradığında koskoca bir boşluktan başka bir şeyle karşılaşamayan insanları kahraman ilan ediyor. Sadece yüksek edebiyat klasikleri değil, popüler edebiyat eserleri de uğraşıyor bu meseleyle, çünkü gerçek hayatta, sokakta, varoluş ve yokoluş arasında gidip gelen birçok isimsiz kahraman var. Ayhan Geçgin’in “Uzun Yürüyüş”ünün de isimsiz bir kahramanı var. Bir isminin olmaması manidar, çünkü o, zaten var olmak istemeyen de biri. Uzun bir yürüyüşe çıkıp, bir süre sonra yola niye çıktığını unutan, insan sesinden acı duyan, dünyadan yok olmanın hayalini kuran, insan olduğunu, dünyanın döndüğünü bile unutmak isteyen, hatta unutmayı da unutmak isteyen bir kahramanın öyküsünü anlatıyor Geçgin. Tek bir cümlede özetlemek gerekirse, “Uzun Yürüyüş”, varlıktan yokluğa doğru yürüyen bir adamın öyküsü. Bir yandan isimsiz bir kahramanın, ama diğer yandan çok isimli, daha doğrusu herhangi bir ismi kendi üzerine alabilecek bir kahramanın yolculuğu bu; var olmanın ve yok olmanın denklemindeki bilinmeyenler nedeniyle artık ismi cismi kalmamış bir kahramanın yürüyüşü… Bu kahraman, birilerinin yalnız bıraktığı biri mi yoksa yalnız kalmak kendi tercihi mi, orası tartışılır. Bu nedenle “Uzun Yürüyüş” yalnızlığa bir övgü olarak okunabileceği gibi, insanın yalnız yaşayamayacağının, dünyanın buna izin vermediğinin bir kabulü olarak da görülebilir. Kimi okurlar için başkaldıran bir öykü, diğerleri için teslimiyetçi olabilir. İnsanın yaşamak için başkalarına ihtiyaç duyduğu gerçeği de görülebilir bu romanda. Hatta, başka insanların ötesine geçip daha mistik bir arayıştan da bahsetmek mümkün. Özellikle “Kendi içimden bir sesin, çok önceden sönüp gittiğini düşündüğüm bir sesin yeniden yükseleceğini mi ummuştum? Ancak burada, bu boşlukta duyulabilecek, işitmenin artık kulaklarım dediğim şeyle ilgisinin olmayacağı bir ses?” gibi satırların olduğu bölümler, bize içsel bir yolculuğu, bu uzun yürüyüşün aslında uzaklara değil, içeriye, derinlere doğru yapıldığını ve bu yüzden uzun sürdüğünü de düşündürüyor. Kendimize ve varoluşa dair hakikatin uzaklarda olmadığına, çok yakınımızda barındığına bizi ikna ediyor. Kitap, bu bireysel öykünün yanında, siyasi ve toplumsal bir portre de sergiliyor. Arka plandaki olaylar sayesinde, bu uzun yürüyüşün 2013’te başladığını görüyoruz, çünkü kahramanımız evinden ayrılıp sokaklarda yaşamaya başladıktan sonra, kendisini mayıs-haziran aylarındaki Gezi Parkı eylemlerinin içinde buluyor. Kitabın “şehir” ve “dağ” başlıklı iki bölümü var. Şehirdeki arayışı belirsiz bir şekilde sona eren kahramanımız, kendisini Güneydoğu’da bir dağda buluyor, ama oraya nasıl vardığı meçhul. Dağdayken, yaşamak ya da yok olmak gelgitleri için-
yankienki@gmail.com de bu kez gerillalarla karşılaşıp onlarla birlikte zaman geçiriyor. Bu toplumsal detayların romana politik bir kimlik verdiğini söylemek zor. Ancak sadece öykünün ne zaman ve nerede geçtiğini göstermek için serpiştirilmiş unsurlar olduğunu söylemek de yanlış olur. Eğer önemli olan, “Uzun Yürüyüş”ün anlattığı varoluşsal bunalımların yanında böylesi göndermelere ihtiyacı olup olmadığını düşünmekse, zaman ve mekândan bağımsızlaştırılmış bir isimsiz kahraman öyküsünün kurgu açısından hedefine daha çok yaklaşan bir kitap olabileceği iddia edilebilir. Elbette, birey ve öteki arasındaki uçurumla ilgilenen bu kitapta, Gezi Parkı ve gerilla bahislerinin yer alması, konuyu bağlamından çıkarmıyor ve bir yüzleşmeye davet ediyor, fakat yazar, bu “dış” bahislere eğileceğine modern birey ve ötekisini daha içeriden yüzleşmelerle aktarsaydı, bu uzun yürüyüş, okurun gözünde büyük ihtimalle daha uzun sürebilirdi. Bu “içeriden” yüzleşmelere en güzel örneklerden biri de, öykünün kırılma noktalarından birinde karşımıza çıkıyor: “… bir an o ötekinin, zaman zaman arkasında ya da önünde yürüdüğünü hissettiği o diğerinin hiç kımıldamadan, korkuluk gibi dikildiğini gördü. Ya da gördüğünü sandı. Belki de bu şey, hayatı boyunca ışık olsun olmasın bir gölge, bir hayalet gibi, kimi zaman kimin gölge ya da hayalet olduğunu karıştıracak kadar hep ona eşlik etmişti. Peki ama, diye kendine sordu, gerçekten kimdi ya da neydi o?” Kitabın böylesine ağır ve derin bir konu işlemesine rağmen oldukça akıcı ve sürükleyici olması, bizim okur olarak çok alışık olduğumuz bir durum değil. Aslında kendi içinde hiç de hızlı olmayan bir yürüyüşü anlatıyor yazar, ama kitabı okurken uzun adımlar atmamak, bir an önce kahramanın varacağı yere tanık olma arzusuna yenik düşmemek oldukça zor. Kitap boyunca sessizleşip, dünyaya kulaklarını ve gözlerini kapayıp, hareketsiz kalmaya çalışıp yok olma alıştırmaları yapan kahramanın, finalde bu alıştırmaları gerçeğe dönüştürüp dönüştürmediğini merak etmemek mümkün değil. Gerçi “Bir amacım var benim, dosdoğru gitmek. Tek düşünmem gereken bu, ileriye gitmek, çizginin sonuna varmak, belki çizginin sonundan, eğer varsa, öteki tarafa çıkmak,” diyor kahraman, ama o “öteki” tarafa çıkıp çıkmadığımız; kahramanla birlikte vardığımız yerin ve romanın final perdesinin, gerçek anlamda bir “final” olup olmadığı okurdan okura değişebilir. Bu kitapta anlatılan öykü, bir yandan öncesini ve sonrasını da aynı metinde barındırmaya çalışıyor sanki, ama yazar için son bulan bir öyküye okurların da kendilerince devam etme hakkı vardır, tıpkı öykünün öncesini hayal etme haklarının olduğu gibi. “Uzun Yürüyüş”, günümüzün çok satan kitaplarının istismar ettiği, kişisel gelişim kitaplarının sömürüp tükettiği, Batı’daki kalıcı edebiyat eserlerinin ise sonsuza dek sahiplendiği “yolculuk” temasının izlendiği bir eser. Tıp dünyası bize hep kısa yürüyüşlere çıkmamızı öğütler, edebiyat dünyası içinse uzun yürüyüşler daha doğru bir tercih olarak gözüküyor. “Uzun Yürüyüş”, Ayhan Geçgin, 150 s., Metis Yayınları, 2015
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Güzel Ada’ya Mektup Sevgili Ada, Henüz dört yaşında bile değilsin. Ama öykü dinlemeyi, öykü kitaplarının resimlerine bakmayı seviyorsun. Onları tekrar tekrar yutarcasına belleğine yerleştirmeyi nasıl da beceriyorsun? Tıpkı bir giysiyi prova ederken aynaya bakar gibi, resimli öykü kitaplarında hayatın gerçeğine yaklaşıyorsun. Sana mektubumu bu nedenle yazıyorum güzel kız. Birlikte kitaplardaki saflığı, berraklığı, farklı dünyalara tanıklığı paylaşmak için… “Selin” öykülerinde biliyorsun, seninle oturup uçurtma yapıyoruz, sonra yarışıyoruz, ardından kuklacıya gidiyoruz, köyde Burak Dayı’nın omuzuna sıçramak istiyoruz… Bazen de paten kayıyoruz, göl kıyısına gidiyoruz, evden taşınıyoruz. Elbette tüm bunlar öykülerdeki düşsel olaylarla ilgili. En ilgi çekici öykünün adı ise “Selin ve Köpeği” değil mi? İlgi odağımız olan bu öykülerin bir kahramanı da Benek adlı köpek… Başka bir hafta sonu çocuk tiyatrosunda Sinderella’yı, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’i izliyoruz. Hayatımızda tat alınabilecek, sevinç duyulacak ne varsa böylesi etkinliklerde ve çocuk kitaplarında var. O kitaplardaki satır aralarında seninle gezinmek bana ayrı bir yaşama sevinci veriyor. Annene ve babana da öyle… Üstün Dökmen’in “Mevsimler” adlı öykü kitabını sana okuduğumda çok sevinmiştin. Başka öyküler istemiştin. Şimdi sırada “Küçük Gezginler” ile “Piknikte…” var. Salyangozlu, kelebekli ve arılı küçücük masal kitaplarını birlikte defalarca okuduk. Sonra parkta gezinirken duvarın dibinde gerçek bir salyangoza rastladık. Kabuğundan başını çıkarıp etrafı gözetlemesini izlemiştin hayretle… Sabahları uyanınca annene ya da babana sesleniyorsun. Onlar da koşup kucaklarına alıyor seni. Dünyanın mutlu çocukları ve mutlu anneleri, babaları böyle kucaklaşır elbette. Daha şimdiden anlamlı sorular sormaya başladın. Bu arada su mataranı mutfaktaki damacanadan kendin dolduruyorsun. Yemekte çatal bıçak kullanmaya başladın. Belki de bu yaptığın işlerden bir öykü çıkar… Bekle bakalım. En sevdiğin sebzenin havuç olduğunu gördüm. Belki ben de bir gün havuç seven bir çocuk öyküsü yazmaya çalışırım… Annen de kitaplarla büyüdü Adacık. Onun “Küçük Prens” adlı kitabı hâlâ duruyor. Sen biraz daha büyü. Sana da bol resimli Kerem Topuz’un Türkçeleştirdiği bir “Küçük Prens” armağan edeceğim. Bu kitabın yazarının hayatı uçaklarda geçti. Sonunda bir uçak kazasında çöle düştü ve yaşama savaşı verdi. Aslında yazdığı Küçük Prens öyküsü de onun hayatından izler taşıyor. Biraz daha büyüyünce okuyacağız sakın unutma. Bunu yazınca aklıma geldi; senin kitaplığında “Küçük Prens”in farklı bir basımı var. Hareketli resimleri içeren renkli kocaman bir kitap… Adacık, bunlardan esinlendiğinden olacak sık sık resimler yapıyorsun. Bazı hazır çizimleri renk renk boyuyorsun. Kitap sevgisinin yeşerdiği etkinliklerdir bunlar. Mutlu ol! Kitaplarla büyü! Sevgiler... Öneri:
“Kasımpaşalı Oedipus”, Cem Kalender, roman, 170 sayfa, Alakarga, 2015 “Taş Devrinden Kapitalizme Uygarlıklar”, Cüneyt Akalın, Araştırma, 416 sayfa, Tarihçi Kitabevi, 2015 “O Anda”, Melike İnci, roman, 252 sayfa, Yitik Ülke, 2014
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2015
Babil Kulesine Bir Tuğla Daha... MELİSA CEREN HASMADEN melisahasmaden@gmail.com
H
içbir zaman disiplinli, ilgisi ve merakı odaklanmış bir okur olamadım. Bazen arkadaş tavsiyesiyle bazen bir eleştirinin etkisiyle seçtim okuyacağım kitabı. Bir kitabı ararken karşıma çıkıveren başka bir kitap, bir yazarın peşine düştüğümde keşfediverdiğim bir başkası... Okuma etkinliği benim için kitaplar arasında bir macera oldu her zaman. Elinde okuma listeleriyle kitapçı Böylesi bir okurluğun eğlenceli olabileceğini düşünenler vardır mutlaka. Macerayı ve keşfi seviyor olsam da itiraf etmeliyim ki bu avarelik önemli yapıtların ıskalanmasına da neden olabiliyor. Kitaba erişimin giderek kolaylaştığı, ancak bu erişilebilirliğin yeni çıkanlarla sınırlı olduğu şu zamanda iyi kitapların gözden kaçma riski daha da yüksek. Bunca kalabalığın içinde kitap seçimi derdine düşenlere kitap ekleri, edebiyat dergileri rehber olmaya çalışsa da, yeterli değil. Nitekim onların da bazen reklam alma mecburiyetinden, bazen de sayfa sayılarının sınırlı olmasından dolayı yeni çıkanların dışındaki yayınlara yer verme olanağı olmayabiliyor. İşte bu yüzden, özellikle de benim gibi avare okur için, son zamanlarda yayınlanan “Ölmeden Önce Okumanız Gereken 1001 Kitap” ve “Okunması Gereken 501 Kitap” gibi seçkiler ile Nurdan Gürbilek’in “Sessizlik Payı” ve Selim İleri’nin “Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu” gibi kitaplaştırılmış edebiyat eleştirileri/incelemeleri ve edebiyat üzerine deneme kitapları sarılacak birer can simidi oluyor. Günümüzde “en” filanca, “en” falanca listelerinden geçilmiyor. Kitabevlerinin en çok satanlar listeleri, internette dolaşan en iyiler, en beğenilenler, en ..., en ..., en...’ler listeleri. Satış listelerinin ölçütü adından da belli. Peki ya diğerlerinin? Okumak kadar öznel bir eylem ve tüm dünyada tarih boyunca basılan bunca metin göz önüne alındığında bir en’ler, bir öneriler listesi hazırlamanın zorluğu, hatta böyle bir listenin olup olamayacağı sorusu kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıyor. Belki de şunu söyleyebiliriz ki, daha hakkaniyetli olur; klasikleşmiş, çoğunluğun üzerinde uzlaştığı ve kilometre taşı olan kitapların bu tür listelerdeki varlığı tartışılmaz olabilir ancak. Ama bunun dışında kalan tüm listeler de tartışmaya açıktır. Zaten listeyi hazırlayanların da aksini iddia edebileceğini sanmam. Sonuçta “seçme” eyleminin kendisi öznel bir iş. Ne kadar nesnel ölçütler kullandığınızı iddia ederseniz edin... “Okunması Gereken 501 Kitap” adıyla yayınlanan seçkiyi de bu gözle değerlendirmek gerekiyor. Kitap, ele aldığı türler için kapsamlı bir harita olmasa da bir okuma yolculuğu krokisi çıkarmış. Bu krokiyi bir
gezen arkadaşlarıma imrendiğim çok olmuştur. Hele bazıları var ki bir türün meraklısıdır ve başkasını tanımaz, bu sayede neredeyse uzmanı bile sayılabilirler o türün. “İlle de roman olsun” ya da “kitap dedin mi sayfalarından bilgi fışkıracak” düsturlarıyla yol alan okurlar da yok değil. Ben ise kendi okuma biçimimi adlandıracak olsam, sanırım ancak avare okurluk diyebilirim.
“genel doğru” olarak kabul etmektense hazırlayanların kendi yolculuklarından damıttıkları bir öneri olarak algılamayı tercih ediyorum. Yine de ne yalan söyleyeyim, bu krokiye bakarken kendi yolculuğumda da kilometre taşı olan kitapları görünce sevindim, heyecanlandım; benim olmazsa olmazlar listemdeki bazı kitaplara yer verilmemesine ise şaşırdım. Kitabı evirip çevirip didiklemem, sayfaları arasında gezinmem bittiğinde seçkide hiç Türkçe yayına yer verilmediğini fark ettim. Oysa bir okunması gerekenler listesi düşündüğümde, olmazsa olmaz diyebileceğim pek çok kitap bu dilde üretildi. Demek ki dedim, şu 501 rakamını biraz esnetmek gerek. Bir kişinin ya da bir grubun tüm bir dünya edebiyatına hâkimiyetini beklemek biraz vicdansızca olacağından, listenin kendimce eksik bulduğum yanlarını tamamlamaya karar verdim. İşi gücü bıraktım, kâğıdı kalemi elime alıp böyle bir listeye girmesi gerektiğine inandığım bir Türkçe kitaplar listesi oluşturdum. Sonra da bu öznel listeyi, –evet neden olmasın, bu da benim listem– ilgilenenlerle paylaşmakta sakınca görmedim. Burada sayfalarca kitaplardan söz edemeyeceğim ve sınırlı bir alanım olduğu için, 501 kitabın sınıflandırmasına sadık kalarak, bu listelerin en başında yer alan kitaplara değineceğim. ÇOCUK EDEBİYATI “Dünya Çocukların Olsa” Gülten Dayıoğlu Çocukluğumu üç simgeye indirgeyecek olsam ilki babamın her gece yatmadan önce okuduğu “Peter Pan” romanı, ikincisi televizyon iznimi kullandığım Clementiné çizgi dizisi ve sonuncusu da mahalleden bir arkadaşımdan ödünç alarak okuduğum Gülten Dayıoğlu’nun “Dünya Çocukların Olsa” romanıdır. İnsanlar yer küreyi kuzey ve güney olarak ikiye ayırmışlardır. Sınırın her iki yakası da silahlanmada, bilimsel gelişimde, teknolojide, kısaca ötekine üstünlük sağlamasına olanak yaratacak her alanda kendile-
rini geliştirmeye çalışırlar. Ancak bu mücadelede işler çığırından çıkar ve tüm yetişkinler yeryüzünden silinir. Dünya artık 12 yaşın altındaki çocuklara kalmıştır. Hikâye biraz karanlık ve ürkütücü görünse de, okuduğum en iyi savaş karşıtı romanlardan biridir. Bu konunun çocuklar için, onların anlayabileceği dilde, ancak çocukları aptal yerine koymadan kaleme alınmış olması ise değerini bir kat daha artırıyor bence. “Dünya Çocukların Olsa”, Gülten Dayıoğlu, Altın Kitaplar, İstanbul.
KLASİK EDEBİYAT “Eylül” Mehmet Rauf Lise edebiyat derslerinden bile hatırlarsınız “Eylül”ün alameti farikasını: Türk edebiyatının ilk psikolojik romanı. 1900 yılında Serveti Fünun dergisinde tefrika edilmişti, bir yıl sonra da kitap olarak basıldı. “Eylül” Suat, Süreyya ve Necip arasında yaşanan bir aşk üçgenini anlatır. Necip bir süre için akrabaları olan Suat ile Süreyya’nın yanlarında konuk olur. Süreyya vaktini denize açılıp balık tutarak geçirmeyi seven bir adamdır. Süreyya’nın denizde olduğu zamanlarda Necip ve Suat başbaşa kalırlar ve piyano çalıp sohbet ederek günlerini geçirirler. Ancak bu başbaşalık zamanla onları, birbirlerine umduklarından daha çok yaklaştırır. İkisi arasında alevlenen bu aşk, romanı trajik bir sona sürükler. Mehmet Fuat’ın ağır anlatımı ve dili yer yer okumayı sürdürmeyi zorlaştırsa da derinlikli psikolojik tahlilleri, karakterlerinin iç dünyalarını okura başarıyla açması ve karakter kurguları açısından tam bir başyapıttır. Tabii romanı yazıldığı dönem içinde değerlendirmek gerekir. Ülkemizde roman sanatının emekleme yıllarında yazıldığını unutmadan okumanızı öneririm “Eylül”ü. “Eylül”, Mehmet Rauf, Kapı Yayınları, 325 s., 2013
Mayıs 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
TARİH “Bir Kent Tarihi: İstanbul” Doğan Kuban “İstanbul: Bir Kent Tarihi” Doğan Kuban’ın ifadesiyle 30 yıllık bir çalışmanın ürünü. Kent “Bizantion”, “Konstantinopolis” ve “İstanbul” olmak üzere üç ana bölümde ele alınıyor. İstanbul’un bugüne gelene kadar geçirdiği mimari ve yerleşim dönemlerini, arkeolojik ve mimari dönemleriyle birlikte irdeleyen Kuban, tarihsel koşulların, yapım etkinliklerinin, binyıllık sürekliliklerinin ya da ani çöküşlerin ana hatlarını çiziyor. Bu eşsiz dünya kentini, içinde yaşayan kentlilerin, ziyaret edenlerin betimlemeleriyle ve bütün dünyanın hayal ettiği bir kentsel varlık olarak sunuyor. Yüzyıllarca dünyada varlık gösteren, tarihin akışında önemli roller üstlenen imparatorluklara başkentlik etmiş bir kentin tarihi, tarihi başka bir yüzünden –savaşlar ve anlaşmalarla değil– içinde yaşanılan mekânın üzerinden okuma olanağı sunuyor. “İstanbul: Bir Kent Tarihi”, Doğan Kuban, İş Bankası Kültür Yayınları, 592 s., 2011.
ANI “Gündökümü: Bir Uyumsuzun Notları” Tomris Uyar Tomris Uyar’ın iki cilt halinde yayınlanan “Gündökümü” anı-anlatısı 20. yüzyılın son çeyreğinde dünyada ve Türkiye’de yaşanan hızlı değişime uyumsuzluğun, değişen değerleri sorgulamanın, toplumsal ve sanatsal eleştirilerin, gündelik hayatın, yazma ve yazamama hallerinin bir dökümü. Yazarın 25 yıl boyunca tuttuğu günlüklerden yayınlanmak üzere derlediği bu notlar, hem yakın tarihin önemli bir dönemecine tanıklık ediyor hem de hızla yaşanan değişim ve dönüşüme ayna tutuyor. Tomris Uyar’ın bazen sert bir eleştiriyle bazen de hınzır bir mizahla kaleme aldığı gündelik hayat detaylarında ise zaman zaman kendinizi yakalayabilir, Uyar’ın kalemiyle kendinizin, gündelik hayatın hay huyunun, fazlasıyla hızlı değişen ve tüketilen sanatın dışına çıkabilir, tüm bunlara bir de oradan bakabilirsiniz. Çünkü “Gündökümleri” sadece bir dönemi anlatmaz, aynı zamanda –kendi bütünlüğü içinde– okura bir bakış açısı, da önerir. “Gündökümü, Bir Uyumsuzun Notları -1”, Tomris Uyar, 416 s., YKY, 2005 “Gündökümü, Bir Uyumsuzun Notları -2”, Tomris Uyar, 554 s., YKY, 2003
MODERN EDEBİYAT “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” Bilge Karasu Bilge Karasu’nun okurları genellikle “Göçmüş Kediler Bahçesi” ya da “Gece”den yana saf tutarlar. Ben Karasu kitaplığının en başına “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”nı koymaktan yanayım. Öyle ki “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”nı tekrar tekrar okumaktan neredeyse lime lime ettiğimi söylemeliyim. Her okuyuşumda içinde yeni bir kitap bulduğum, bilmem kaçıncı okuyuşum olmasına rağ-
men hâlâ tamamladım/bitirdim duygusuna varamadığım bir kitaptır bu. 1971 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’nı alan “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, “Ada” ve “Tepe” bölümlerinden ve ikinci bir öykü olan “Dutlar”dan oluşuyor. Metinin kurgusu roman ile anlatı arasında salınır. Bizans’ta resim kırıcılık döneminde geçen “Ada” ve “Tepe”; baskı karşısında insanın kendi duruşunu, konumunu sorgulayışıdır. Bu iki metin birlikte, kesintisiz olarak okunabilir ve bir bütünlük duygusu yaratır. İki ana karakterin –Andronikos ve İoakim– hikâyesi, karşılıklı olarak iki metinde tamamlanmakta, birbirlerine tutulmuş iki aynaya benzeyen bu metinler arasındaki gel gitler/göndermelerle çoğalmaktadır. “Dutlar” ise Bizans’ta yaşanan baskı ortamının zaman dilimleri arasında yeniden oluşturulmasıdır. “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” ilk basımından 45 yıl sonra bugün Türkiye’de yaşadığımız politik ortamda sorduğu/sordurduğu sorularla güncelliğini korumaktadır. Öte yandan baskının, muhafazakârlığın çağlardan çağlara değişen yüzünü, ama özünde aynı olan kimliğini okura hatırlatmaktadır. Bir iktidar erki söz konusu oldukça, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı” kitaplıkların başköşesindeki yerini klasikliğinden değil, güncelliğinden ötürü korumayı sürdürecektir bence. Yoksa güncelliğini klasikliğine borçlu olduğundan mı demeli? “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, Bilge Karasu, 144 s., Metis Yayınları, 2014
POLİSİYE “Bir Cinayet Romanı” Pınar Kür Pınar Kür’ün bir üçlemenin ilk kitabı olan “Bir Cinayet Romanı”nı bu başlığın altına yazıp yazmamayı uzun uzun düşündüm. Sonuçta şüphelerimi tamamen defedemesem de romanı okurken aldığım haz baskın çıktı ve listedeki en uygun yerin de burası olduğunda karar kıldım. “Bir Cinayet Romanı” klasik bir polisiye örneği değil. Roman içinde roman kurgusuyla bir cinayet romanının yazım sürecini de metne dahil ederek işi biraz daha çetrefilleştiriyor. Oyun içinde oyun, romana ikinci bir yazarın dahil olması, kurmaca ile gerçekliğin iç içe geçişiyle işler tam anlamıyla bir düğüme dönüşüyor. İşte polisiye okurluğunun tadı da, düğümü yavaş yavaş çözerken karşılaşılan sürprizlerle, çıkmaz yollarla, yanlış yönlendirmelerle başa etmeye çalışırken çıkıyor. “Bir Cinayet Romanı”, Pınar Kür, 383 s., Everest Yayınları, 2003
SEYAHAT “Mavi Yolculuk” Azra Erhat, Günümüzde pek popüler olan Mavi Yolculuk; Azra Erhat, Sebahattin Eyüboğlu ve Cevat Şakir Kabaağaçlı namı diğer Halikarnas Balıkçısı tarafından kullanıma sokulan bir tanımdır. Adı geçen üçlü 1950’li ve 60’lı yıllarda Anadolu’nun güney kıyılarını, gizli köşelerini keşfetmek için deniz yolculuğuna çıkarlar. Azra Erhat bu yolculuğun tanıklıklarını, izlenimlerini, deneyimlerini kitaplaştırır. “Mavi Yolculuk” ve bunun devam kitabı niteliğinde olan “Mavi Anadolu” bugün de benzeri bir keşif yolculuğuna çıkmadan önce okunacak, el altında bulundurulacak önemli rehberlerdendir. Sadece keşfetmek için değil, değişimi de gözlemleyebilmek için. “Mavi Yolculuk”, Azra Erhat, 288 s., Can Yayınları, 2005
Yukarıda değindiğim bu kitaplar belki bazılarınızın listelerinin arasına çoktan girmiştir, ya da benim gibi avare okurları yeni kitaplara götürebilir. Bir kitabın, bir okumanın, bir konunun peşine düştüğümüzde bu, onun ardına saklanmış yeni bir listenin ilk adımı anlamına gelebilir. Böylece her okur durmadan değişen, bazen yenilenen bazen de yinelenen kendi “Okunması Gerekenler” listesini tekrar tekrar oluşturacaktır. Çünkü okumak bazılarımız için hiç bitmeyen bir arayış, hiç dinmeyen bir açlık. Belli bu yazı ve sözü edilen kitapların çağrıştırdıkları vesilesiyle sizin için yeni bir liste oluşturmanın zamanıdır.
OKUNMASI GEREKEN 501 KİTAP Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından, Selin Dingiloğlu çevirisiyle okura sunulan “Okunması Gereken 501 Kitap”, geniş bir yayın türü yelpazesinde, türünün iyi temsil cilerini, başyapıtlarını, “bunu mutlaka okumalısın!” denebilecek kitapları bir araya getiren kapsamlı bir seçki. Bu seçkiye girecek kitaplar “benzersiz bir kitap kurdunun ve yazarın” önerileri sonucunda belirlenmiş. Çocuk Edebiyatı, Klasik Edebiyat, Tarih, Anı, Modern Edebiyat, Bilimkurgu, Polisiye ve Seyahat başlıkları altında toplanan kitaplar konunun uzmanı ya da uzmanlık derecesinde meraklısı akademisyenler, yazarlar ve kitap severlerce tanıtılmış. Tanıtımlarda özellikle okuma heyecan ve zevkinizi öldürmemek adına “spolier” vermekten kaçınılmış. “Okunması Gereken 501 Kitap” hem dünyanın farklı bölgelerinden hem de geniş bir tarih aralığındaki kitaplara yer vererek okuru sadece güncel yayınları takip etmenin ötesinde bir arayışa, keşif yolculuğuna davet ediyor. Çocuk Edebiyatı deyince aklınıza sadece “Harry Potter” mı geliyor? Oysa bu seçki size çocuk edebiyatının kült metinleri arasında yer alan “Peter Pan”ı, bir klasik olan “Grimm Masalları”nı ya da “Andersen Masalları”nı da hatırlatıyor. Tarih kategorisinde ise tamamı okunduğu takdirde “dünyanın bilinen tarihine ve içinde yaşadığımız 21’inci yüzyıla ilişkin olgusal bir kavrayış ve bakış açısı” kazandırabilecek bir liste oluşturduğu iddiasında bulunuyor. Polisiye ve bilimkurgu türlerinde, türün modern ve klasik örneklerini bir araya getiriyor. Seçki “en iyileri bir arada sunma” iddiası taşımıyor. Ancak meraklı okura, kitapların engin dünyasında, kolayca gözden kaçabilecek değerleri, tenhada kalmış harikaları ya da fazlaca göz önünde olan, adından söz edilen, “nasıl olsa bir gün...” diyerek ertelenen deneyimleri hatırlatacak bir rehber olma amacı taşıyor. “Okunması Gereken 501 Kitap”ta yer alan bazı kitaplar Türkçede yayınlanmamış. Yayıncı Türkçe çevirisi bulunan kitapları, adlarının yanına kondurduğu birer yıldızla belirtmiş. Ancak Türkiye İş Kültür Yayınları bu kitaplardan kendi basımları olanların Türkçe baskıdaki kapaklarını kullanırken, kendi yayın listelerinde olmayan kitaplar için Türkiye’deki yayını hakkında hiçbir bilgi vermemiş. Burada –eğer varsa– rekabet kaygısını bir kenara bırakarak, diğer kitapların en azından yayıncılarını belirtmeleri hem okura hem de kitabın yerli yayıncısına hoş bir jest olurmuş doğrusu.
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2015
Distopik Hallerimiz “Iskalı Karnaval”, öncesinde “Aslında Cennet de Yok” ve “Toplum Böceği” ile tanıdığımız Kerem Işık’ın üçüncü öykü toplamı. Bu üçüncü kitabında Işık, “Toplum Böceği”yle açtığı yolu biraz daha genişletiyor ve fantastik kurguyla da bir yazarın ayaklarının yere basabileceğini, hayattan beslenip bunu tekrar hayatla okura sunabileceğini kanıtlıyor. Kitapta sekiz öykü yer alıyor ve kimi üzerine düşünülse, çalışılsa roman olabilecek derinlikte
metinler bunlar. Bilimkurgu ve fantastiğe uzak okurlar için ayrıca bir not düşmek gerekir: Kerem Işık öykülerini bu tanımlarla sınırlandırmak, önüne set çekmek pek mümkün değil çünkü öyküler; içlerinde barındırdıkları protest tavır, toplumsal düzenin kodlarıyla oynanmasına gösterilen örgütlü başkaldırının ipuçlarını veren çıkışlar ve bir insanın gerçeküstü düzeyde kurban edilişinin sorumluluğunu yaşayış matematiğiyle yöneticilere yükleyebilecek siyaset derinliğiyle buna izin vermiyor. Kerem Işık’ın yaptığına bir anlamda günümüzün şaşkınlıkla izlediğimiz distopik hallerini fantastiğe ve bilimkurguya taşımak denebilir aslında. Işık’ın kitaplarına belki ardı ardına baskı yaptıran bir okur kitlesi yok; her söylediğiyle gündem yaratan, manşet değiştiren bir yazar da değil şüphesiz ama has edebiyat çok uzun zamandır bu tenha sokaklarda dolaşmakta. Kerem Işık da ilk kitabından beri bu sokağın sakinlerinin takibinde. “Iskalı Karnaval”, Işık’ın bu sokaktaki yerini biraz daha belirginleştirecek. “Iskalı Karnaval”, Kerem Işık, 112 s., YKY, 2015
Fantastik Romanın Macerası Yaşadığımız dünyaya paralel bir dünya yaratan, olağanüstü olaylar kurgulayıp sunan fantastik roman, öğelerini sözlü edebiyattan almış olsa da, Batı edebiyatında bir tür olarak Viktorya Çağı’nda, Türk edebiyatında ise 19. yüzyıl sonunda ortaya çıkmıştır. Ama yakın zamana kadar edebiyat eleştirisinde kendine pek yer bulamamış, hakkında çok az çalışma yapılmıştır. Geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıkan çıkan “Türkçe Edebiyatta Varla Yok Arası Bir Tür: Fantastik Roman” kitabında Pelin Aslan Ayar 19. yüzyılın sonundan 1960’a kadarki zaman diliminde fantastik roman türünü ele alarak yaptığı yakın okumalar aracılığıyla bu türü Türkçe edebiyat tarihi içinde konumlandırıyor. Çalışmasına tür kavramını ele alarak başlayan yazar, teorik arka planın ardından, fantastik romanın Türkçe edebiyatta geri planda kalmasının, yazarın deyimiyle “yok tür” olmasının temel sebebini içinde barındıran 19. yüzyıl sonunu inceleyerek devam ediyor. Daha sonra modernleşmenin etkisiyle ortaya çıkan mistisizm-pozitivizm eksenindeki tartışmalar dahilinde beliren fantastik öğelerle ilgili anlatıların yakın okumasını sunuyor okura. Kitabın en ilgi çekici bölümü olan üçüncü bölümde ise popüler edebiyata dahil edilip gözden kaçan anlatılara odaklanan yazar, sonuç bölümünde 1960’lara gelindiğinde fantastik romanın vardığı noktayı mercek altına alıp sonrasına dair genel bir değerlendirmeyle bitiriyor kitabını. “Türkçe Edebiyatta Varla Yok Arası Bir Tür: Fantastik Roman”, Pelin Aslan Ayar, 351 s., İletişim Yayınları, 2015
Dilbaz Değil Samimi MELİSA KESMEZ
O
tobiyografik eserlere karşı engellenemez sevdam neticesinde, bir kitabın yazarın “gerçek” hayatından devşirildiğini duyduğumda gözlerim parlıyor. Bu sebeptendir ki, Akhil Sharma’nın geçtiğimiz ay Türkçeye çevrilen “Aile Hayatı”nı okumadan önce kitaba dair şu ilk bilgim, tanışma sürecimizi epey hızlandırdı: “Akhil Sharma, kendi hikâyesini 13 yıllık bir uğraş ve 7 bin sayfa sonunda tamamladı.” Yazarın yaklaşık iki yüz sayfaya süzdüğü kitap, baştaki hevesimi kesinlikle boşa çıkarmadı. Kendi hikâyeni –gerçek hayatta bizzat içine girip iliklerine kadar hissettiğin o hikâyeyi– yazmak boş bir sayfa karşısında bekleyen insanın en büyük sınavlarından biri gibi geliyor bana. Yazma süreci boyunca biteviye geriye dönerek ve seni bir kez daha hırpalayacağından emin olduğun o duyguları bir daha ziyaret ederek, yaşadığın şeyi bir romana dönüştürmek ve en nihayetinde okurla paylaşmak. Otobiyografik olmayan bir eser var mı, insan kendinde olmayanı yazabilir mi soruları bir tarafa, otobiyografik eserlerle ilgili şuna inanıyorum: Yazarın kâğıt üzerinde kendiyle yaptığı bu çoğu kez kanlı geçen hesaplaşmanın, günün sonunda bir okur tarafından okunacak o son ürüne, bir romana dönüşecek olması yazarı ziyadesiyle tuhaf bir halin içine sokuyor; onu bir yandan kendine yabancılaştırırken, bir yandan da kendi çukurlarına balıklama daldıran bir eylem bu. Bir iyileşme süreci olarak da işleyen yazma süreci; acının bir “sanat eseri”ne dönüşmesinin, özel olanın kamuya mal olmasının yanı sıra, özünde birinin yarasını bir başkasına gösterebilmesinden başkası değil galiba. Elbette bir başkasının duygusal iç döküşlerinin her zaman “edebiyat”tan sayılmadığı da bir gerçek. Ürettiği metin yazar için ne kadar kıymetli, narin ve dokunulmaz da olsa, anlattığı hikâyenin okuru ıskaladığı, türlü nedenlerden ötürü kendine inandırmadığı durumlar yok değil. Rebecca Solnit’in “Yakındaki Uzak” romanında –ki yazarın kendi annesiyle olan hikâyesini anlattığı otobiyografik bir eserdir– geçen şu cümleleri kendi hikâyeni anlatmak konusunda aklımdakileri çok güzel özetliyor: “Yazmak, herhangi birine söylenemeyecek şeyleri hem hiç kimseye söylememek hem de herkese söylemektir (...) Öyle ince, öyle kişisel, öyle bulanık şeyler ki, normal olarak en yakınlarıma bile söylemeyi düşünemediğim şeyler (...) Söylenemeyenler, yazmanın sessizliği içinde yabancılara söylenebilir olur ve okumanın yalnızlığı içinde işitilir.” Akhil Sharma, “Aile Hayatı”nda bizzat kendisinin ve Hindistan’dan Amerika’ya göç eden ailesinin hikâyesini anlatıyor. Bu hikâye, doğudan batıya gidişin, o keskin geçişin ve onun getirdiği travmaların yanı sıra bir ailenin kendi biricik cehennemindeki hayatta kalma savaşını da anlatıyor. Kültür çatışmasının zalimliklerini gözler önüne serecek şekilde “Amerikan rüyasının çöküşü” gibi dile pelesenk olmuş bir tabirle özetlemenin haksızlık olacağını düşündüğüm kitap, bunu kapsamakla birlikte, aslında belli bir cemaat içinde varoluş mücadelesi veren, geldiği yer ile vardığı yer arasında sıkışıp kalmış, gerçekliği çarpıtılmış, çoğunluk can çekişen bireye
odaklanıyor. Bir oğlan çocuğunun gözünden bir babanın, bir annenin ve talihsiz bir kazayla bitkiye dönüşen bir abinin tek kişilik savaşını aktarıyor ve dördünün hikâyelerinin kesiştiği yerlerde çok güçlü çarpışmalara sahne oluyor. Bir kitabı “iyi” yapan şey çoğu kez iyi bir hikâye bulmak olabilir. “Aile Hayatı” bu açıdan çok güçlü bir hikâyenin omuzlarında yükseliyor. Ama yazar, iyi bir hikâye bulmakla yetindiğinde ya da elinden o kadarı geldiğinde nice “güçlü” hikâye zamanın obur midesini boyladığı gibi unutuluyor. Ancak Akhil Sharma 13 yıllık bir uğraş sonucunda önümüze koyduğu kitabında, iyi hikâyeyi alıp çok yukarıya taşıyacak bir şey başarıyor: Samimiyet. Kurmaca bir roman olarak kaleme aldığı hikâyesini baştan sona kendi çocukluğunun gözünden, onun dilinden ve – çok zor bir şeyi başararak– o çocuğun kalbindeki körpe naiflikle anlatıyor. “Bakın, ne zor şeyler yaşadım, yazsam roman olur” telaşıyla değil, bilakis kalender bir tavırla konuşuyor ve bir ailenin anlatması zor psikolojisini sündürmeden, yapış yapış bir duygusallıktan uzak, okurun üstüne abanmadan, iyimserliğini hiç yitirmeden, yine de insanın içini sıklıkla burkuveren bir kırılganlıkla yüzleşiyor geçmişiyle. Okuyup bitirdiğinizde koşup Sharma’nın boynuna sarılmak istemenize sebep olacak, yetişkin dünyasının kibirinden uzak çocuksu bir samimiyet bu bahsettiğim: “Babamın kiraladığı daire tek yatak odalıydı. Queens’te yüksek, kahverengi tuğladan yapılmış bir binadaydı. Dairenin gri renkli metal kapısı, zemini ahşap bir giriş holüne açılıyordu. Holü geçince oturma odası vardı, kızılımsı kahverengi bir halıyla duvardan duvara kaplanmıştı. O zamana dek sadece filmlerde halı görmüştüm. Birju, annem ve babam holden geçip oturma odasına girdiler. Ben halının kenarına kadar ilerleyip durdum. Pirinçten bir şeritle zemine sabitlenmişti. Bir adım atıp üzerine bastım. O an paha biçilmez bir tablonun üzerine basıyormuşum gibi hissettim. Ağırlığımı vermemeye gayret ederek halının üzerinden geçtim.” İnsan galiba en çok hayatta kalmak için hikâyeler anlatıyor. İçinde çırpınıp durduğu bataklıktan kurtulmak için, sıkışıp kaldığı yerden çıkabilmek için. Ve bu her şeyden önce bir cesaret işi. Sonucun iyi ya da kötü olacağını düşünmeksizin karnında ağrıyan şeyi doğurmak için yeltenmek, güçsüzlüğünle hesaplaşmak ve onu hiç tanımadığın birine anlatabilmek çünkü aslında yaptığın. Bu hikâyeler bazen okurunu/ dinleyicisini buluyor, bazen uçan bir balon gibi giderek uzaklaşarak atmosferde kayboluyor. İyi edebiyatı “iyi” yapan şeylerin listesi uzun ama Akhil Sharma örneğinde aklıma gelen ilk şey, dediğim gibi ikna olmaktan başka çarenizin olmadığı samimiyetten başkası değil. “Aile Hayatı”, edebi vecibelerini yerine getirmenin ötesinde, benim kalbimi en çok naifliğiyle ve bundan mütevellit dolaysız anlatımıyla kazandı, dilbazlığıyla değil. Bence okuyun. “Aile Hayatı”, Akhil Sharma, Çev: Ergin Kaptan, 196 s., April Yayıncılık, 2015
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Mayıs 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“İnançların Toplumsallaştığı Durumlarla İlgileniyorum” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Genel hava böyle olunca sadece kökeninden dolayı kendini esas devrimci görenler başkalarını da burjuvalıkla suçlayanlar çıkar. Devrimcilik elbette bir köken meselesi değil. Selnur Aysever: “Ne yapmalı?” sorusu hâlâ en can yakıcı sorulardan biri. Ayşegül Devecioğlu bu sorunun bir gün cevabının verileceğini düşünüyor mu? Ayşegül Devecioğlu: Lenin’in anılan yapıtının ismi aslında “Nasıl Yapmalı?” Galat -ı meşhur diye bir deyim vardır, herkesin doğru bildiği yanlış diyelim. “Ne yapmalı” o kadar yaygın bir kullanıma sahip ki, “nasıl yapmalı” yanlışmış gibi geliyor. Öte yandan nasıl yapmalı daha çok ne yapması gerektiğini bilenlerin sorduğu bir soru gibi. “Ne yapmalı”, cevabı devamlı değişen, her cevabın yeni bir cevaba kapı açtığı türde sorulardan. Böyle sorulara ancak verdiğimiz yanıtın yetersizliği duygusu içimizde olgunlaştığı anda yanıt verebiliriz. Yanıt verilir, ama aynı anda yetersizleşir ve yeni yanıt arayışı sürmeye başlar. Kitapta bu soruyu, anlatıcının hayal ettiği anlamdan çok daha sade bir tarzda soran telefon şirketi çalışanı önce kâğıttan bir şablon çizerim diyordu. Nitekim geçmişte bu sorunun yanıtını şablonlar içinde vermek ya da görmek istediğimiz de doğrudur. Buradan da ne yapmalı değil ne yapmamalı sorusunun sayısız yanıtından biri çıkabilir. Selnur Aysever: “Devrim aşkın yerini almamıştı, aşkın ta kendisi olmuştu” cümleniz kendi adıma sarsıcı. Bugün baktığımızda devrime âşık insanlar var mı sizce? Sizin pencerenizden nasıl görünüyor mevcut durum? Ayşegül Devecioğlu: Devrim aşkın ta kendisi olmuştu derken aşka atfettiğimiz özelliklerin devrime atfedilmesi anlatılıyor, devrime duyulan aşktan ziyade. Devrime âşık insanlar diye bir insan türü var mıdır bilmiyorum, varsa bile benim ilgimi çekmiyor.
yor. Ama Saint Joseph Lisesi’nde öğrenciyken tiyatro kulübünün sahneye koyduğu bu oyunda rol alan, sonra da polisle çatışırken öldürülen Zeki Yumurtacı’ya selam yollamak arzusundan da vazgeçemedim. Soruya dönersek Demir meydan okumuyor, sadece elinden başka türlüsü gelmediği için cesaret ya da korkaklık gibi kavramların pek işe yaramadığı bir noktada aldığı bir tutumu ima ediyor. Selnur Aysever: Romanda bütün karakterlerin ilk kez bir araya geldiği kahvaltı sahnesiyle ilgili olarak bir yerde “hepsine ait olabilecek anonim bir yüz artık bu” diyorsunuz. Geçmişteki devrimci dostlar, bugünün sıradan ve her yerde görülen insan tipi oluyor. Romanın içinde varolan eleştiri için cesurca diyebilir miyiz? Ayşegül Devecioğlu: Az önce de söylediğim gibi tekil durumlardan çok bir dönemin karakteristiği denebilecek ruh hallerinden söz etmeyi yeğliyorum. Burada kitapları sahafta bulan ve artık hayatında hiçbir şey ifade etmemesine rağmen onları alıp evine getiren Ahmet’in bu ruh halinin tekil bir durum olmadığını söylemeye çalıştım. Devrimcilik göz rengi gibi ömür boyu bizimle kalmıyor. Bu doğal. Ama geçmiş yakanıza yapışmışken sizin deyiminizle “sıradan insan” olmak da kolay değil. Romana kulak verirsek geride kalanların kaderi ne birlikte ne ayrı olabilerek ömür tüketmek. Selnur Aysever: “Her kim ki hikâye anlatmaya kalkar hayatın sürprizleri karşısında ezilir” son bölümün ilk cümlesi. Bir yandan okura bilgece yaklaşmak istediniz mi? Ayşegül Devecioğlu: Sadece yazar olarak her an karşılaştığım basit bir gerçekten söz etmek istedim. Bir de tüm roman boyunca hayat ve hikâye arasında romanda kulllandığım sözcükle oynaşma alttan alta tartışıyor zaten.
1980 öncesi siyasi hareketler içinde yer almış binlerce insan herkesten ne eksiği ne fazlası olan insanlardı; âşık oluyorlardı, ihanet ediyorlardı, güveniyor güvenmiyor, hayal kırıklığına uğruyorlardı. O dönemde bütün bu duyguların içinde beslendiği bu duyguları yönlendiren, belki bazılarını yükselten bazılarını gizleyen bir atmosfer vardı. Sonra yenilgi döneminde yine aynı insanlar farklı toplumsal koşullar içinde başka duygularla hareket ettiler. Ben daha çok toplumsal duruma dikkat kesilmeyi ve tekil insanların kahramanlıkları ya da devrime duydukları inançtan çok bu inançların toplumsallaştığı durumlarla ilgileniyorum. Bana göre olağanüstü ölçüde çarpıcı olan budur. Nitekim 12 Eylül öncesi böyle bir dönemdi; bu nedenle insani niteliklerin olağanüstü zenginleştiği bir dönemdi aynı zamanda. Selnur Aysever: Demir’in “Diriler arasında kalamazdım,” demesi başlı başına bir meydan okuma. Darbe sonrası ne kadar “diri” kaldık sizce? Ayşegül Devecioğlu: Peter Weiss’in “Soruşturma” adlı tiyatro oyunundan bu cümle. Orada yanlış hatırlamıyor isem, aslında nispeten korunaklı konumda olan bir kadının belki cesurca denemeyecek, çünkü cesaret bu durumlarda bir şey anlatmaz, yalnızca onun için başka bir varoluş söz konusu olmadığından aldığı bir tutum anlatılıyordu. Bildiğiniz gibi toplama kampları ve Yahudi soykırımıyla ilgili bu eser. Bu cümleyi çevreleyen duygu dünyasının benzer nitelikleri de olsa başka bir zamana transferi mümkün değil aslında. Yine de Demir’in ruh halini anlatan ve bizim kuşak için tanıdık ve yakıcı olan bir metnin yardımına başvurdum. Aslında toplama kamplarında yaşanan zalimliğin kıyas kabul etmeyecek bir durum olduğunu düşünüyorum ve bu bende biraz rahatsızlık uyandırı-
Selnur Aysever: Karakterlerin hayatları bir yandan da herkes gibi. Aşk, ihanet, güven, endişe herkesin yaşadıkları da var. Esas duygu için hangisini söyleyebiliriz? Ayşegül Devecioğlu: 1980 öncesi siyasi hareketler içinde yer almış binlerce insan herkesten ne eksiği ne fazlası olan insanlardı; âşık oluyorlardı, ihanet ediyorlardı, güveniyor güvenmiyor, hayal kırıklığına uğruyorlardı. O dönemde bütün bu duyguların içinde beslendiği bu duyguları yönlendiren, belki bazılarını yükselten bazılarını gizleyen bir atmosfer vardı. Sonra yenilgi döneminde yine aynı insanlar farklı toplumsal koşullar içinde başka duygularla hareket ettiler. Kitap için konuşuyorsak, anlatıcının hapsolduğu bekleme hali temel bir duygu olarak öne çıkıyor. Selnur Aysever: Gezi direnişine dair konuşmazsak eksik kalır gibi geliyor röportaj. Devrime uzak olmakla beraber kendiliğinden olan bir direnişti Gezi. 12 Eylül sonrası için bir yanıyla devrim niteliğindeydi de. Hiçbir siyasi partinin tek başına kapsayacak kapasitede olmadığı bu direniş için ne söylemek istersiniz? Ayşegül Devecioğlu: Gezi direnişi totaliterliğe, yaşam tarzına, inançlara, düşüncelere sınırsızca müdahale getiren, kişiyi hiçleştiren ve onursuzlaştıran fü-
tursuz baskı politikalarına spontan bir direniş olarak ortaya çıktı ve yıllardır baskı altında tutulan hak ve özgürlük taleplerinin ifade edebileceği, herkesin kendine yer bulabileceği meşru bir mecraya dönüştü. Hâlâ 12 Eylül’ün karanlığını aşamamış bir topluma eşitlik, adalet, özgürlük için mücadele etmenin onurunu ve güzelliğini anımsattı. Siyasalın yeniden ve güçlü şekilde dönüşü demiştim ben buna, direniş sürerken Radikal için yazdığım bir yazıda. Direnişin taze soluğunun kurduğu bu siyasal alanın yeniden inşasını ise daha çok tartışacağımızı söylemiştim; hâlâ o noktadayım. Bence Gezi direnişinde siyasi hareketlerin kapsam alanını aşan bir şey var, bu Gezi direnişini kalıcı bir siyasi oluşuma tahvil etmekten çok daha kıymetli bir şey. Henüz bunu yeterince anladığımızı sanmıyorum. Selnur Aysever: Gezi direnişi romana ya da karakterlere nasıl yansıdı? Ayşegül Devecioğlu: Gezi direnişi gibi büyük toplumsal olaylar cerayan ettiği andan itibaren her türlü kültürel sanatsal üretimi doğal ve kaçınılmaz olarak etkiler. Damgasını vurur. Nitekim böyle oldu. Gezi direnişinde şehir bizimle konuştu. Mekân ve zaman boyutlandı, zenginleşti; görülmeyen şeyler görünür oldu. Bu nadir bir durum. Şehrin konuşması, bizim onu duymamız ve onun sesi olmamız direniş sayesinde mümkün oldu. Bu öyle güçlü bir ses ki kimse duymamazlık edemez. Hele bir yazardan ya da herhangi başka bir sanatsal alanda yaratımda bulunan bir insandan söz ediyorsak. “Ara Tonlar” da şehir metne bu denli girdiyse bunda Gezi direnişinin payı vardır. Ben bunu kabul etsem de etmesem de. Mesela Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık” var romanındaki yoğun kent duygusunu da Gezi direnişinden ayrı düşünemiyorum. Selnur Aysever: Kitabın sonundaki “Yazarın Notu” için sorum, son sorum olacak. Bedeninizden kan revan kopan sizin devrimci yanınız diyebilir miyiz? Ayşegül Devecioğlu: Diyemeyiz. Bedenimden kan revan içinde kopan öykü. Devrimci yanımdan arta kalanlar diyelim, eksik ve gedikleriyle birlikte hâlâ bende.
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2015
KISA KISA İçimizdeki Ermeni Kolektif, Can Yayınları Üç kuşaktan otuz beş edebiyatçının bir şekilde içimizde yaşamayı sürdüren Ermenileri anlattığı yazıların buluştuğu ‘İçimizdeki Ermeni (1915-2015)’ başlıklı kitapta, şiirler, hikâyeler, anlatılar, anılar, yakın zamanda yayınlanan romandan alıntılar ve görüşler yer alıyor.
Değmez İsmail Güzelsoy, Doğan Kitap “Değmez”de siyasi detaylar, tuhaf olaylar, sıradışı karakterlerden ördüğü bir fonda aşk ve ölüm kavramlarını işliyor. “Değmez” yazarın “Fennî Sihirler” adını verdiği, birbirinden bağımsız ama tematik olarak birbirine göndermeleri olan dizinin ilk kitabı.
Yalan Yıllar Can Kozanoğlu, Can Yayınları Gazeteci ve televizyon programcısı Kozanoğlu çocukluk yıllarını anlattığı “Acemi Eğitimi”nin ardından “Yalan Yıllar”da yetişkinlik dönemini, “meslek hayatı”nı anlatıyor. Yazar, 30 yıllık meslek hayatının gerçeklerini bir roman kurgusuyla aktarıyor.
Şeytan Etkisi Philip G. Zimbardo, Say Yayınları İyi insanlar nasıl olur da kötülüğü seçerler? Kötülüğün psikolojisi nedir? Zimbardo, bir grup üniversite öğrencisinin katılımıyla Stanford Hapishane Deneyi’nden hareketle insanların şartlara bağlı olarak geçirdiği değişimi ortaya koyuyor.
Gömülü Dev Kazuo Ishiguro, Yapı Kredi Yayınları Kazuo Ishiguro’dan 10 yıl aradan sonra unutuş ve anıların gücü üzerine zamanı aşan bir öykü. Kayıp oğullarını aramak üzere zorlu bir yolculuğa çıkan Axl ve Beatrice adlı yaşlı bir çiftin öyküsünü anlatan “Gömülü Dev”, hüzünlü, gizemli, her satırı iz bırakacak bir roman.
Sosyal Bilimler Ne İşe Yarar? Kolektif, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi 2013’te Boğaziçi Üniversitesi’nde “Sosyal Bilimler ‘Ne İşe Yarar’?” başlıklı yedi oturumluk bir atölye düzenledi. Farklı disiplinlerin kendi eleştirisini yapmasını sağlamak ve disiplinlerarası bir eleştirinin olanağını araştırmak amacıyla başlatılan çalışma sonunda bir yayına dönüştü.
Gezgin Sevgi Saygı, On8 Kitap Motosikletiyle yollara koyulmuş bir kadın, yakalandığı kar fırtınası nedeniyle yoluna devam edemez ve bir köyde misafir olur. Bu zorunlu misafirlik kahramanımızı yollardan alıp kendi içindeki yolculuğa yöneltecektir. Her içsel keşif gibi bu deneyim de pek çok sürprize gebedir.
Gerçek ile Fantastiğin Kucaklaşması OZAN EZGİ BERBEROĞLU
T
ürkçe edebiyat okurunun, hakkında pek fazla şey bilmediği, eserleri ve edebi kimliği gözden kaçmış, hak ettiği değeri görememiş bir yazar: Hasan Cahit Doğanay. Geçtiğimiz yüz yılın sonuna dek üretimlerini okura sunan Doğanay, son eseri “Hindi”nin yayımlanmasının üzerinden geçen sessiz yılların ardından, okurun karşısına başka bir taraftan tekrar taşınıyor. Hasan Cahit Doğanay, “Hindi” romanı üzerinde 17 yıl boyunca çalışır. Tüm edebi birikimini aktardığı, uzun yılların emeğini taşıyan eser 1999’da yayımlanır. Ne var ki, doğumu bunca uzun zamana yayılan “Hindi”, Doğanay’ın “büyük romanı” olacakken, okurun dikkatinden kaçar. Ersan Üldes’in kurgusu, işte bu kayıp yazarın ve onun kaleminin yeniden keşfi üzerinde yükseliyor. Üldes, yitip gitmiş bir yazarın okura ulaşamamış metinlerini anlaşılır bir dile sadeleştirerek romanını oluşturuyor. Burada yazar, kayıp eserin dilindeki engebeli yapının onun okura ulaşmasının önündeki en büyük engel olduğunu vurgularken, okurun edebiyattan beklentilerini de yorumlamış oluyor. Yazın dünyasında fazlaca yer bulamadan kaybolan birçok gerçek eserin arka planda kalma nedenlerine ilişkin bazı öngörüler edinebiliyoruz “Hindi’nin Ruhu”nda. Ersan Üldes, Hasan Cahit kurgusu üzerinden, bir eserin okura yabancı kalmasının ardında yalnızca tembel okur ve vurdumduymaz eleştirmen amillerinin olamayacağını, bu “başarısızlıkta” yazarın ve onun metninin de payı olabileceğini söylüyor. “Hindi’nin Ruhu” bizleri sıra dışı sıradanlıkta bir roman kahramanıyla tanıştırıyor. Mesut Penyeci, romanın tüm örgüsüne alışkanlıkları ve davranış kalıplarıyla damgasını vuruyor. Onu kısaca tanımak gerekirse, Mesut, tarihe ve tarihsel olana; aydınlanmaya ve sükûta, sükûtun bilgeliğine; demokrasinin zaferine; turşu kavanozlarının bir örnek formuna; seferberlik, fizibilite ve saman alevine; kısaca dünyaya dökülmüş sözlü ve yazılı kalıpların topuna, istisnasız her birine karşı külliyen mesafelidir. Uygarlığın temel direği olan bu çelikten önyargılar, bu kapanmaz mesafeler yüzünden enerjisini daima tutumlu kullanır; gazetenin üstünde yemek yer, yastıkların yerini değiştirmez, suyu sebilden içer, dara düşmedikçe de organıyla oynamaz. Kütüphanesine uzandığında kitabı alır, elini rafta bırakır. Bir daha açma zahmetine girmemek için televizyonu açık tutar. Son çeyreğin tamamında, kesintiler haricinde televizyonlar, işte hep bu yüzden açık kalmıştır. “Hindi’nin Ruhu”, roman okuruna farklı bir deneyim sunuyor. Eserde, romanın gerçek yazarının dışında, kurgunun omurgasının dayandığı ikinci bir yazar bulunuyor. Hasan Cahit Doğanay’ın yıllar içinde yığınlaşarak büyüyen hayal gücü ve ondan beslenmiş eseri, Üldes’in yorumuyla üst üste bindirilerek ortaya çok katmanlı bir roman çıkarılıyor. Deneyimin farklılığı ise bu çok katmanlı yapıda gizli. Zira yazar, romanı için bir öncel yazar ve eser yaratıyor, ardından oluşturduğu bu edebi yapının üzerine yeni bir roman inşa ediyor. Üldes, ilk katmanda yarattığı yazara ve onun eserine duydu-
ozan@ozanezgiberberoglu.com ğu hayranlıkla, çizdiği kavramlara verdiği değerden yola çıkarak ardıl bir anlatım oluşturuyor. Bu anlatımda bir önceki eserin yaratılış hikayesinden kurgusuna, kahramanına ve onun iç dünyasına kadar tüm ögeler yeniden resmediliyor. Böylece eleştiri ve incelemenin kurguya gömülmüş farklı bir yorumu ortaya çıkıyor. Üldes, kayıp yazara duyduğu hayranlığı romanın doğuşuna gerekçe olarak gösterse de yazarıyla arasına bir mesafe koymayı da ihmal etmiyor. Bu nedenle “Hindi’nin Ruhu”nda hayran bir okurun değil detayları ön plana almayı seven bir eleştirmenin dilini görüyoruz. “Hindi”de yarattığı örgü, çizilen zaman ve ışıtılan kavramlar, asıl romanın kendine ait olmayan ancak onu da oluşturan unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Yazar, romanı için yarattığı ikincil yazarın cümlelerini ve hayal dünyasını kullanarak romana bilinmez bir özne katmış oluyor. Doğanay’ın cümlelerine cevaben şekillenen metni, hem birbiriyle ilintili hem de birbirinden bağımsız iki farklı dilin bir arada kullanıldığı cümleler oluşturuyor. Böylece metne saplanıp kalıyor ve düşüncenin çizdiği çerçeveye yüzünüz dönük, kavramlar arasında sonsuz bir yolculuğa çıkıyorsunuz. “Hindi’nin Ruhu” edebiyat dünyasında önemli bir yere sahip olacak, zira Üldes’in yarattığı çift katmanlı yapı ve okura sunduğu hayal evreni, eseri sıra dışı bir noktaya taşıyor. Elbette bu sıra dışılığı sağlayan, gerçek yazar ile fantastik yazarın kalemlerindeki sihrin birbiriyle kucaklaşması. Bu edebi uyum, dilin alanını genişleterek ortaya nadir rastlanan türden bir eser çıkarıyor. Eser analizlerinde, çalışmayı yapanın, okurun incelemeye tabi tutulan eseri önceden okumuş olduğu varsayımı “Hindi’nin Ruhu”nda yok. Öyle ki, burada incelenen eserin özelliği bu inceleme ile nesnellik kazanıyor olması. Tıpkı bir annenin çocuğu ile aynı anda doğması gibi, yazın dünyasında hak ettiği ilgiyi göremeden kayıp gitmiş bir eser ve onun yazarı, kendi yorumuyla aynı anda vücut buluyor. Bu girift yapıdan yola çıkarak “Hindi’nin Ruhu”nu öznesinden aldığı benzersizliğiyle de farklı bir yere koymak gerektiğini düşünüyorum. Ersan Üldes, “Hindi’nin Ruhu”nu Hasan Cahit Doğanay’ı anlama kılavuzu olarak tanımlıyor. Kayıp yazarın izini sürmek için yarattığı eserinde Doğanay’ın kavramlarının üzerindeki örtünün kalkmasına katkıda bulunmak ve böylelikle yazarın doyurucu evreninin gelecek kuşaklarca teneffüs edilmesine ve Mesut gibi değişik, sıra dışı bir karakterin kısmen tanınmasına önayak olmak istiyor. Yer tezgâhlarına serili mecalsiz yığınların insafına terk edilen bu büyük romanı daha anlaşılır kılmak bu kılavuzu oluşturma nedeni. Bu noktada, yazarın “Hindi” metaforu üzerinden, tarihte hak ettiği itibara ulaşamadan yitip gitmiş tüm kayıp kalemleri andığını hissediyoruz. Roman içinde roman yaratan yazar, okuru tümüyle farklı bir deneyime davet ediyor. “Hindi’nin Ruhu”, Ersan Üldes, 196 s., Sel Yayıncılık, 2015
Mayıs 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Hep Söylediğimiz Gibi: Dünya Küçük! CEYHAN USANMAZ
M
ahir Ünsal Eriş, hiç kuşkusuz, bir “kuşağın” sesini yansıtıyor kitaplarında... 1980 civarı doğmuş, büyükşehirlerden nispeten uzakta, Türkiye’nin daha çok sahil şeridindeki “küçük” şehirlerinde, ilçelerinde büyümüş olanlara çokça aşina gelecek metinler... Bandırma’nın, Erdek’in, Edincik’in ismi daha sık geçiyor olabilir ama mesela bence Gemlik’i de anlatıyor Mahir Ünsal Eriş. İlk hikâye kitabı “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...”de (2012), ikinci hikâye kitabı “Olduğu Kadar Güzeldik”te (2013) öyleydi, yakın bir zaman önce yayımlanan romanı “Dünya Bu Kadar”da da öyle: “O zamanlar sahilde mavi tenteli, bordo masa örtülü aile çay bahçeleri vardı. Yazın akşam çöktü mü, çoluk çocuk buralara dökülürdü. Aileler, gazeteden külahlarda getirdikleri çekirdekleri masaların bordo örtüleri üstüne yayar, külahları açıp çekirdek kabuklarını gazete kâğıdının üstünde küçük bir tepe yapana kadar oturup çekirdek çitlerlerdi. Ancak birer tane meşrubat içmesine izin verilen çocukların çekirdeğin tuzundan içleri kavrulursa birer de paşa çayı söylenirdi. Sahil boyu atılan aheste voltaların sonu bu çay bahçelerinde biter, aileler denize yakın, bekâr kız ve oğlan grupları iç masalarda otururlardı.” Sahil boyu attığımız voltalar hep o çay bahçelerinde sona erdi gerçekten de; o güzergâh hiç değişmedi belki ama büyüdükçe, denize yakın “aileye mahsustur” masalarından iç masalara doğru kaydık. (Ve kirlendi dünya!) Mahir Ünsal Eriş’in kitapları arasında böylesi başka benzerliklere de rastlamak olası... “Dünya Bu Kadar”, biraz da roman olması nedeniyle, daha farklı bir noktada duruyor gibi görünse de, aslında yapısını “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...” kitabındaki son hikâyeye, “Biraz Uzunca Bir Diyet Hikâyesi”ne benzetebiliriz. “Biraz Uzunca Bir Diyet Hikâyesi”nde farklı karakterlerin farklı yollardan gelerek bir şekilde Sakarya’da (Ankara’daki Sakarya’da) birleşen hikâyelerini okumuştuk: “Evine konduğu adamın sevgilisine de konuşu suçüstü edilen” Veysel, ayakkabı boyacısı Beşo, dilenciliği meslek belleyen Nesibe Teyze ve “yorgun, dalgın ve yalnız bir adam” olan Ayhan... Benzer şekilde “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...”ki “Mektup Yazacak Gün” hikâyesi ile “Olduğu Kadar Güzeldik”teki “İşe Çıkılacak Gün” hikâyesi de akıllara getirilebilir... İşte “Dünya Bu Kadar”da da yolları bir kayısı bahçesinde kesişen farklı karakterlerin hikâyelerini okuyoruz; ama önemli bir farkla, söz konusu kayısı bahçesi, yolları bir hayli çatallanmış bir bahçe! Birbirine eklenmiş, diğer bir deyişle birinin bittiği yerden bir diğerinin başladığı “küçük küçük” hikâyelerden mürekkep bir roman olarak nitelendirebiliriz “Dünya Bu Kadar”ı. (Öykü yazarı olarak tanıştığımız Mahir Ünsal Eriş’in, –üstelik Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldıktan hemen sonra– bir romanla karşımıza çıkmış olması bir yana; romanın yapısındaki bu özellik, o “kadim” öykü-roman karşılaştırmasını yeniden gündeme getirecek gibi görünüyor.) Hikâyeler, karakterler arası geçişler o kadar yumuşak ki, romanın yapısını ancak sayfa-
ceyhanusanmaz@gmail.com larda biraz ilerledikçe tam anlamıyla fark edebiliyoruz. Zamanlar, mekânlar, karakterler arasında sürekli bir gelgit yaşarken, hatta savruluyormuş zannederken, özellikle romanın ikinci bölümüyle birlikte bu farklı karakterler, bu farklı hikâyeler arasındaki bağlar sıkılaşmaya başlıyor. “Demek Bahtışen’in çalıştığı matbaa, o matbaa, hani Yurdusev de ‘malzeme’ sağlıyordu oraya”, “Demek o anne kızı göçük altından kurtaran oymuş” gibi “ünlem”ler artıyor; ana hikâyenin hatları giderek belirginleşiyor. Sonuçta Mahir Ünsal Eriş’in bizi getirip bıraktığı noktada, “Dünya o kadar da kocaman değilmiş,” diyoruz... İster istemez “çifte bulmaca” geliyor insanın aklına; kareleri daire şekli oluşturan, cevaplarla dıştan içe doğru ilerlerken kalan kimi boşlukları, bir süre sonra içten dışa doğru ilerlerken de doldurulabilen çifte bulmaca. (Şimdi yeniden bakınca, söz konusu bulmacanın şekli de kayısıyı andırmıyor değil!) “Dünya Bu Kadar” oyunlu, bulmacalı bir roman değil ama “oyuncul” bir roman. Dinamik bir okuma vaat ediyor. Bir kalem kâğıt alıp, roman boyunca kurulan ilişki ağını görselleştirmekle uğraşılabilir pekala; “çıplak deniz çıplak ada macerası böylece nihayetine erdi” ya da “Yenişehir’de bir öğle vakti buluştular, yemek yediler” gibi cümlelerin, Turgut ve Selim isimli iki yakın arkadaşın peşinden başka “atıfların” da peşine düşülebilir, bazı filmler akla gelebilir. Ya da Orhan Hançerlioğlu’nun “Ali” isimli novellasına yeniden göz atılabilir. Ben mesela hâlâ, sürekli ortaya çıkıp kaybolan, kimi zaman özellikle bir yerlerde unutulan beyaz hırkanın “sırrının” peşindeyim... Hikâye kitaplarından farklı olarak söz ettiği zamanları ve mekânları daha da genişletiyor Mahir Ünsal Eriş “Dünya Bu Kadar”da. Dolayısıyla daha da geniş bir kesime aşina gelecektir anlatılanlar. Benim özellikle altını çizdiğim cümlelerse şunlar oldu: “Üniversitedeyken, çok sıkıcı bulduğu halde, herkes okuyor diye eksik kalmamak için okuduğu bazı kitaplarda böyle tipler olduğunu biliyordu. Bunlar, hiç geçmek bilmeyen bir iç sıkıntısıyla, en güzel anların bile tadını doya doya çıkaramaz, hayatta ölecek olmaktan başka hiçbir şeyin gerçek olmadığını sandıkları için bütün bu yaşadıklarımızın hava cıva olduğuna inanırlardı. Hayattaki her şey, karşı konulamaz bir biçimde geçici olduğundan bundan başka hiçbir şeyi hakikat saymaz, kendilerini hiçbir şeye tam olarak veremezlerdi. Bir insanın hayatında yapılacak onca şey, altına girilecek onca sorumluluk yokmuş gibi, durmadan tuhaf kitaplar okuyarak, herkesin anlayamayacağı filmler izleyerek bu huzursuzluklarını daha da aşıymaz hale getirmeyi severlerdi. Her şeyi dener ama hiçbir şeyi beğenmezler, hiçbirinden hayattan bekledikleri tadı alamazlar, bu yüzden bir türlü sebat etmezlerdi. Huzursuzluk illetlerinin bulaşıcı olduğunu bildikleri için de insanlara sokulmaktan kaçınır, onlarla çok yakın ilişkiler geliştirmekten geri dururlardı bu tipler.” “Dünya Bu Kadar”, Mahir Ünsal Eriş, 196 s., İletişim Yayınları, 2015
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2015
KISA KISA Işid ve Irak Abdullah Ağar, Remzi Kitabevi Özel Kuvvetler’de görev yapan, sayısız çatışmaya giren ve Irak dağlarında belinden üç kurşunla yaralanan Ağar, 4 yıl, 1 gün, 7 saat, terör ateşinin her gün kasıp kavurduğu, kızılca kıyametin koptuğu Irak’ta yaşadı. Yaşadıklarından yola çıkarak “IŞİD ve Irak”ı yazdı!
Suda Kalan Sarah Hall, Tekin Yayınevi “Suda Kalan”, İngiltere’de gözden uzak bir köyde kaderlerine baştan razı olmuş kırsal bölge insanlarının yaşamak zorunda bırakıldıkları acımasız değişimleri, tutuculuğu, kadınların gücünü ve gösterdikleri iradeyi yaratıcı kurgusuyla aktarıyor.
Mahrem Barış Pehlivan-Barış Terkoğlu, Kırmızı Kedi Yayınevi “Sızıntı, Wikileaks’te Ünlü Türkler” araştırmasıyla ses getiren iki gazeteci Pehlivan ve Terkoğlu, yine belgelerde gizli iktidar ilişkilerinin, hasıraltı edilen gerçeklerin izini sürüyor. Tartışma yaratacak bilgileri gün ışığına çıkarıyor.
Duyguların Kültürel Politikası Sara Ahmed, Sel Yayıncılık Bu çalışmada ırk, toplumsal cinsiyet ve cinsellik arasındaki kesişmelerden yola çıkılarak “ötekilerin” nasıl duyguların nesnesi haline geldiği, iyi ya da kötü duyguların kaynağı olarak tanımlandığı ele alınıyor.
Dokunulmamış Kadınlar Emine Supçin, Destek Yayınları Türkiye’den İsviçre’ye uzanan hikâyenin merkezinde birbirinden farklı ancak sonu aynı yere varan kadınların hikâyeleri yer alıyor. Bedenleri, ruhları, yaşamları hırpalanmış bu kadınlar, dokunulmamış olanla belki de dünyayı değiştirebilirler.
Vatandaşlar Ayaklanıyor David Hoffman, Paloma Internews’un kurucusu ve CEO’su olan Hoffman’dan medyanın küresel olayların yalnızca gözlemcisi olarak değil baş aktörü olarak ortaya çıkışına kapsamlı bir bakış sunan bir çalışma. Bu kitap medyanın tarihsel etkisini inceliyor ve geleceğin bir yol haritasını sunuyor.
Öfke Osman Çutsay, Beyaz Baykuş Çutsay, sanatın politik bilimini tartıştığı ve uyguladığı yazılar toplamında, 1980 sonrasında Türkiye edebiyatındaki değişimi, politika sanat ilişkisini, yazarın kendi deyimiyle “sanatın politolojisi”nin izini sürüyor.
Washington Soğuklarında Bir Gazeteci SARPHAN UZUNOĞLU
T
olga Tanış’ın “POTUS İle Beyefendi” isimli kitabı ilginç, ilginç olduğu kadar da belgesel niteliğe sahip önemli bir kitap. Kitabın çıktığı günden bu yana yeterince ses getirmemiş olması da Washington-Ankara ilişkilerindeki parçalı bulutlu havanın medyadaki yansıması gibi. Bu nedenle kitabı anlatmaya Tanış’ın kendi tanımıyla başlayalım. Kitap, Erdoğan ve Obama’nın ilk telefon konuşmalarını yaptıkları 16 Şubat 2009 tarihinden Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçilerek Başbakanlık makamını terk etmesine dek geçen 2002 günlük bir süreci kapsıyor. Kitabın başlığındaki POTUS kalıbı, siyasetle az ilgilenenleri meraklandırabilir. POTUS, İngilizce President of the United States; yani ABD Başkanı kavramının kısaltması. Beyefendi ise hayatımızın eksilmez parçası haline gelen ve Türkiye’deki tüm tartışmaların odağı olan isim tabii ki, yani Erdoğan. Bu kitap yazarın lunapark olarak adlandırdığı ve hatta bir roller coaster’a benzetebileceğimiz Washington’un kaygan koridorlarına Erdoğan’ın nasıl baktığını da gözler önüne seriyor. Kitap muhteşem bir öngörü sağlayan bir anekdotla başlıyor. ABD’lilerin silahla ve kişisel alanla ilişkilerini yansıtan bu anekdota göre: ABD’de sokakta insanların birbirlerine fazla yaklaştıklarında dahi – çarpmak bir yana dursun– özür dilemelerinin temelinde yatan “kişisel alan” algısı aslında silah kullanımlarına dair bir ipucu da sunuyor. ABD’liler her an devlet dahil her şeyi bir tehdit olarak algılıyor; tam da bu nedenle sokakta yanından geçerken size göre nedensizce özür dileyen bu insanlar söz konusu siyaset olduğunda acımasızlaşabiliyorlar. İnsanlar arası ilişkiye dair bu normun kitap boyunca kendini doğrulayacağını daha en başından hissediyorsunuz ve öyle de oluyor. Kitap hâlâ tartışmalara neden olan ve siyasi söylem üretiminde kullanılan bir olayla başlıyor: Çuval geçirme olayı. Ama mesele olayın ayrıntısı değil, ortada Tanış’ın gerçekten başarı diyebileceğimiz bir gazetecilik faaliyeti var: Çok ses getiren bu olayın ardından iki askerin bu konuyu bir masada karşılıklı nasıl tartıştıklarına ilişkin ulaştığı dökümanlar. Bu dökümanlar hem Irak Kürdistan’ı bakımından hem de Türkiye’nin bugünkü Ortadoğu politikası bakımından çok şey söylüyor; üstüne en çok nutuk atılan mevzuların bile nasıl büyük bir serinkanlılık içerisinde tartışıldığını, dahası böyle bir olayın ardından bile ortak bir gelecek projeksiyonu üstüne konuşulabildiğini gösteriyor. Bir savaş karşıtı için gerçekten ürpertici olabilecek detaylar bunlar. Eğer, Madame Secretary dizisinin, Borgen’in ya da House of Cards’ın sıkı bir fanatiği değilseniz veya siyasetle ilişkiniz popülist heyecanlardan ibaretse kitaptaki serinkanlılığı hayretle karşılayacaksınız. Ve Gezi. Bizim tarihimizin en özel olaylarından biri. Tanış bu bölümde Ahmet Altan’ın o güzel romanını anımsatan bir ara başlık kullanmış: İsyan günlerinde diplomasi. ABD’den gelen ilk beyanatı anımsatıyor Tanış: “Polis müdahalesi sonucu yaralanan kişi sayısından endişeliyiz.” Oysa ölümler başlamış bile. Kabataş provokas-
sarphanuzunoglu@gmail.com yonu yapılmış, bazı komplo teorisyenleri ekranlara çıkıyor; ama kitleler de öfkeyle sokakta kalmaya devam ediyor. ABD bu tür olaylara çoğunlukla geleneksel bir tepki verir, Tanış’ın tanıklığı da bunu doğruluyor: Demokratik ifade özgürlüğünün korunmasının gerekliliğine vurgu. Başbakan’ın geri adım atmama ve şiddeti arttırma yaklaşımı ise o dönem Washington’u itidal çağrısına itiyor; ama bir gün sonra Kerry yine aynı endişeyi dile getiriyor: Polis şiddeti. Tanış’a göre Gezi ABD’lilerin Erdoğan’ın giderek artan otoriter eğilimleriyle ilgili fikirlerini fazlasıyla pekiştirdi. Ama bunu stratejik ortakları olan lidere kolay kolay yakıştıramamışlardı. O gün Erdoğan ve Obama’nın arasına giren şey ABD’nin geleneksel olarak koruduğunu iddia ettiği normlardı. Gezi büyük bir kopuştu. ABD kökenli kuruluşların muhabirlerinin sınırdışı edilmesi isteklerinden Amanpour’la hayali röportaja dek birçok çılgınca şey de zaten bu yeni dengenin ürünüydü. ABD kaygılıydı ve kaygıları bugün görüyoruz ki gayet yerindeydi. Kitabın en ilginç kısımlarından biri, ABD ve Türkiyeli yetkililer ne zaman bir ortak açıklama yapacak olsa ağızlardan düşmeyen o kilit kavram üstünde şekilleniyor: Stratejik ortaklık. Malum, strateji kelimesi militarist kökeni nedeniyle pek şüphe uyandıran bir kavram olsa da özellikle Davutoğlu’nun sık sık kullandığı bir kelime, hele ki ortaklık kavramı yanına geldiğinde daha birçok insanı cezbettiği ortada. Ama bu ortaklık kitaba göre bir eşitlik ilişkisine dayanmıyor, en saygın geçen görüşmeler bile aradaki büyük farklılıkları gösteriyor. Erdoğan’a ABD’li bürokratlar daha belediye başkanlığı döneminden başlayarak özellikle sekülerizm karşıtı tutumundan ötürü olumsuz bir şekilde bakıyorlar. Bu olumsuz bakış, kitapta bir bürokratın henüz gençken Erdoğan’la giriştiği tatlı-sert münakaşa üstünden de aktarılıyor. Öte yandan Erdoğan-Obama ilişkilerinde ipi koparan asıl meseleler burada ortaya çıkıyor. Biri yerel seçimlerden hemen önce Youtube’un kapanması diğeri ise yine aynı dönemde ortaya çıkan Suriye’ye ilişkin dışişleri toplantısının kayıtları. Belli ki bu kayıtlar yerel seçim sonuçlarını değilse de iki ülkenin ilişkilerini derinden etkilemiş. Zira Erdoğan adına olumlu bir ifade kullanmaktan kaçınacak kadar ciddi görülen bu ifade özgürlüğü kısıtlamaları inatla sürdürülüyor ve ABD yetkilileri her seferinde duydukları rahatsızlığı daha yüksek bir sesle dile getiriyorlar. Netice olarak söylenebilir ki Tolga Tanış’ın kitabı Türkiye siyasi tarihinde önemli bir kesite tanıklık etmiş bir gazetecinin, belki de Türkiye üzerinde en çok etkisi olan ülkeyle ilişkilere dair notlarından oluşuyor. Bu notlar geniş bir siyaset okuması yapmak isteyen herkes için gerekli. IŞİD’den 21 Ağustos kimyasal saldırısına, Kürt petrolünden, 1915’e birçok mesele kitapta ardı ardına işleniyor. Bize ise tek bir soru kalıyor: Kapalı kapılar ardında kim bilir başka neler oluyor? “Potus ve Beyefendi”, Tolga Tanış, 436 s., Doğan Kitap, 2015
Mayıs 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
SİMLA SUNAY
Bu Yazı Annem İçin
O
cak sayımızda babam için yazınca (bir kitap vesilesiyle olmuştu) eminim annem içinden “beni unuttu” demiştir. Ama aslında bütün yazılarım annem içindir. O okusun da beğensin diyedir. Benim için çocuk kitabı okumaya başlamasındaki o sevimli hal içindir. Oysa çoğu zaman bu yaşımızda bile çatışırız. Bir türlü yaranamıyormuşum gibi gelir. Ama bu aramızda doğru iletişimi kuramadığımız zamanlarda olur. Oysa annem ne yazarsam okur. Bu yazıyı da okuyacak biliyorum. Söylemeliyim, bu yazının Anneler Günü’yle bir ilgisi yok. Annem, benim anneliğim, Neslihan Önderoğlu’nun anne kız ilişkisine odaklanan gençlik romanı ve baharla ilgisi var... “Bana Sesini Bırak”ta, boşanma sonrası, annesinden ayrı kalan, babasıyla yaşayan bir kızın büyüme süreci anlatılıyor. Duygu kendine bir yaşam alanı seçme sancısı içinde. O henüz on iki yaşındayken annesi evi terk edip gittikten sonra eşyalarını olduğu gibi korumuşlar. Çünkü Duygu’nun deyimiyle: “Kendi çizdiği dolapların içinde biriktirdiği eşyaları da bıraktı bize.” Annesine hep özlemle bağlı kalmış. Annesi ayrılık zamanı onu da götürecekmiş aslında ama Duygu, kedisi Susam, yaşadığı yerden, okulundan ayrılmamak adına İstanbul’da kalmış. Annesi Duygu’nun seçimine boyun eğiyor, bencillik etmiyor, onu sürüklemiyor. Romanın başlarında gözyaşlarımı serbest bırakıyorum. Bir kedinin hiçbir yere sığamaması ile Duygu’nun yaşadığı o “yersizlik” arasında etkileyici bir bağ kurmuş yazar. Romanın anlatımı ve kurgusu kusursuz. Okurda hiç soru bırakmadan kaymak gibi akıyor cümleler. Anne Nesrin bir mimar. Nesrin’i Ayvalık’ta zor bir hayat bekliyor. Talihsizlikler ardı ardına geliyor; önce babasını kaybediyor sonra da kardeşi genç yaşta bir deniz kazası nedeniyle tekerlekli iskemleye mecbur kalıyor. Önceleri mimarlığı bırakıp babasının lokma dükkânını işletiyor; kitabın sonlarına doğru kızına şöyle diyecek: “Çizim yapmak, yaptığım çizimlerin binalara dönüştüğünü görmek kadar, o dükkânı ayakta tutmayı, dedenin bıraktığı mirası sürdürmeyi, insanların bizim lokma tatlımızı yediklerinde yüzlerinde oluşan o memnuniyet ifadesini de seviyorum ben.” Daha sonraları Nesrin hem kendi annesine ve kardeşine bakacak hem babadan kalan işi yürütecek hem de mimarlığı sürdürecek... Duygu İstanbul’da büyürken araya giren mesafe de ve annesinin tercihlerine olan öfkesi de büyüyor beraberinde. Liseyi bitirdiği, üniversite sınavını kazanamadığı o yaz bütün geçmişle yüzleşecek; Ayvalık’ta bahçeli bir evde verilen hayat mücadelesine katılacak ve yaşamak istediği yeri, gelecekteki mesleğini de etkileyecek kararlar alacak. Ayvalık’taki evin emektarı Bedriye Anne’nin verdiği eski bir kutuyla o yaz ölen anneannesini daha yakından tanıyacak. “Eşyanın da, tıpkı insan gibi hafızası var.” İlk aşkı tattığı, Ayvalık’ta daha önce fark etmediği güzellikleri keşfettiği, kendi yetenekleriyle tanıştığı ve gerçekten olgunlaştığı değerli bir zaman, bu yaz mevsimi. Bu “değerli” zaman, anneannesinden yadigâr mektupların, manevi kıymeti olan eşya-
MUHTEŞEM FARE EVİ Karina Schaapman bir gün kendine fare evi yapmış. Ordan burdan topladığı, kesip, yapıştırdığı şeylerle fareler için minyatür bir dünya kurmuş. Hobisi evinin penceresinden sergilemiş. Gelip geçenler satın almak istemiş ama o, “siz de kendinize yapabilirsiniz” diye yanıtlamış. Zamanla atölyeler kurmuş. Sonra da bu harika sahnelerle dolu kitabı çocuklar için yayımlamışlar. Kocaman, baktıkça bakmak isteyeceğiniz, sabır ve emek işli muhteşem bir kitap “Fare Evi”. Büyülü Fener Yayınları’nca iki cilt olarak başlayan seri umarım kesintisiz devam eder. Sam ile Julia’nın ayrıntı cenneti mekânlarını mutlaka görmelisiniz. Masa, sandalye, kitaplık, desenli yatak örtüleri değil sadece, krepler, pastanedeki mini kurabiyeler, kasaptaki o pastırmalar, nasıl yapılmış böyle minik ve böyle güzel dedirten, çılgın detaylar... Fotoğraf tekniğiyle sayfalara taşınan sahnelere metinler de eşlik ediyor. “Fare Evi” işi gücü bırakıp da yapmaya koyulmaktan geri duramayacağınız görsel bir mucize. “Fare Evi ”, Karina Schaapman, 4 + yaş, 59 sayfa, Büyülü Fener Yayınları, 2015
ların yer aldığı “Değerli Kutusu” gibi Duygu için. İlk kez reçel yapıyor, ilk kez lokma döküyor, tüm bunlara yeni deneyler ekleyerek geliştiriyor. Sakızlı lokmanın mucidi oluveriyor. Bu arada kaza nedeniyle hayata küsen dayısını gitarla ve eski besteleriyle uyandırıyor. Dayısının da bir dizi tesadüf zinciriyle hayatı değişiyor. Müziğe başlıyor. Bu değerli zamanı özel yapan Duygu ile annesinin birbirlerini yeniden tanımaları... Sözgelimi şantiyelere gidiyor Duygu. Baret takınca etkileniyor, belki de endüstri mühendisi değil de mimar olacak kim bilir? Ya da gastronomi okuyacak ve dükkânı devralıp sürdürecek. Yazar bütün bunları bize söylemiyor ama sezdiriyor. Aile, emek, mücadele kavramlarıyla samimi, adını Duygu’nun dayısının şarkısından alan bir roman “Bana Sesisini Bırak”. Ve anlıyoruz ki ayrı kaldıkları altı yıl boyunca annesinin sesi hep Duygu’nun içinde çınlamış. Yazar hikâyesini anlatırken klasik anlatımlardan, sıcak ayrıntılardan yararlanmış. Okuru hiç yormamış. Bu anlamda ayağı hep frende. Duygu ve Uğur’u bir türlü birbirine yakınlaştırmıyor mesela. Yazar sesini bırakırken, ilk kez ürün verdiği çocuk ve gençlik edebiyatı dünyasına emin adımlarla, sakin girmeyi tercih etmiş. Tertemiz bir Türkçeyle, ergen sorunlarıyla yapış yapış o çok sıkıcı gençlik kurgularından kaçınmış. Yetişkinlere yazdığı öykülerden sonra ilk romanını gençlere adarken bundan sonra yazacaklarında, daha kalemini serbest bırakmasını, klasik anlatımı bozan, kendine has yenilikçi bir dile yeltenmesini ve seçtiği temalarda biraz daha cesaretle yürümesini naçizane arzu ederim. “İnsanlarda bir güzellik saplantısı olduğunu ve çoğunda bunun acıma ve şefkat duygularının çok ötesine geçmiş bulunduğunu bu şekilde öğrenmiş oldum.” Duygu’yu on iki yaşındayken annesinden ayıran belki de bir kediydi, Ayvalık’a götürülemeyen, yaralı, insanların güzel bulmadığı bir kedi. (Susam’ı evlat verememişlerdi farklı olduğu için.) Susam ölünce Duygu bir daha başka bir kediyi sevememişti. Oysa bu yaz pek çok taş yerine otururken hayat susam renkli bir kedi daha getirmişti. Hem de Ayvalık’ta, annesinin yanında. “Bana Sesini Bırak ”, Neslihan Önderoğlu, 14 + yaş, 147 sayfa, Günışığı Kitaplığı, 2015
BİZİM KUŞLAR Baharın gelişini bana Çengelköy’deki kuşlar söylüyor. Bir bülbülün sesini kaydetmiştim bir yıl önce. Kaydı internette paylaştım, kısa zamanda bin dinleyiciyi geçti. İnsanların kuşlara olan özlemini fark ettim. Çocuklara kuşları anlatan bir kitap, bu nedenle mucize gibidir… Tanıtımı çıktığından beri merakla beklediğim, şiirsel metniyle de dikkat çeken “Bizim Kuşlar” kitabı kuş gözlem mevsiminde biçilmiş kaftan. Bir kuş gözlemcisi olan Zelal Özgür Durmuş kitabı özenle hazırlamış. Çamur çulluklar, yelkovanlar, serçeler, sakarmekeler… Hepsi de bu coğrafyanın kuşları. İstanbul’da bile binlerce kuş türü var. Giderek yok ediliyorlar. Mücadele için bilgi şart. Keşke bale yapan, futbol oynayan çocuk sayısı kadar olabilse, kuş gözlemleyen çocuk sayısı. Umut her zaman vardır ve bir çocuk kitabıyla başlayabilir. “Bizim Kuşlar-Doğadayım ”, Zelal Özgür Durmuş, 6 + yaş, Esen Kitap, 2015
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2015
AYŞEGÜL DEVECİOĞLU:
“İnançların Toplumsallaştığı Durumlarla İlgileniyorum” Söyleşi: SELNUR AYSEVER Tarihimizin dönüm noktalarından biri olan 12 Eylül üzerine çokça konuşuluyor. Herkesin döneme ait ifade edilmesi zor acıları var. Hesaplaşmamız bitmedi ve kanımca bitmeyecek. “Ara Tonlar” tam da bu hesaplaşmanın ürünü. Dili son derece yalın. Karakterlerin ruhsal çözümlemeleri ise sahici insanların hayatlarını okuduğumuzun göstergesi. Ben her tasvirde sinemasal bir lezzet aldım. “Ara Tonlar”, bir solukta okuru içine çeken, son noktaya kadar sabırsızlıkla okunan ve her cümlede derin izler taşıyan bir roman. Selnur Aysever: “Ara Tonlar” için nasıl bir yaratım süreci geçirdiğinizi merak ettim. Hayatınızın içinde karakterler yaşadı mı? Süreç planladığınız gibi mi gelişti? Ayşegül Devecioğlu: Kitabın sonuna koyduğum notta da söylediğim gibi yazarken hayattan mola alamıyorsunuz. Bunun dışında yaratım süreci benim için öngörülebilen bir süreç değil, derinlerde bir yerlerde belli belirsiz şeyler sezdiğim ama yüzeyde ıssız ve yabancı topraklarda olduğum bir süreç. Yalınayak ve donanımsız çıktığınız zorlu bir keşif seferi. Yazmak aynı zamanda anımsamanın çok özgün bir yolu, hayatıma bol bol hayaletler girdi ama karakterler değil. Bir de kitabı yazarken toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına muhalefet ve terör örgütü propagandası yapmaktan iki yıl hapis cezası aldım, bu ceza beş yıl denetimli serbestliğe çevrildi, daha denetimli serbestliğimin iki yılı bile dolmadı. Bu benim fikir özgürlüğüme devletin müdahalesi. Fikir özgürlüğünden söz edildiğinde, barışçıl bir toplantıda konuşma yapmak ile kitap ya da makale yazmak aynı şeyler. Selnur Aysever: Romanın son cümlesini yazarken başlarken bulunduğunuz noktada mıydınız? Ayşegül Devecioğlu: Romana başlarken kafamda bir fikir vardı. Bu fikir bir ya da iki cümlecikten ibaretti ve evet son cümleyi kurduğumda bu fikirden uzaklaşmamıştım. Zaten bir ana izleği var romanın. Ama o fikirden yola çıkıp o izleğin peşinden giderken o denli öngöremediğim bir yol izlemiştim, zihnimden kazıp çıkardıklarım hem tanıdık hem de öyle yabancıydı ki başlangıç ve son önemini yitirdi. Selnur Aysever: Ben her romanda karakterlerin yazarın hayatından çıktığını düşünürüm. Ne derece doğrudur bu varsayımım? Ayşegül Devecioğlu: Eğer kasıt karakterlerin yazarın hayatına girmiş kişiler olduğu ise bence böyle bir koşul yok. Karakterlerle örtüşen gerçek kişilerin varlığından çok yaratılan karakterlerin hikâyeyi ne ölçüde taşıyabildiği önemli. Her insan hikâyesinin gerisinde; tarihten, toplumsal ilişkilere, dile, kurduğumuz ortak öykülere, anlam atfettiğimiz sembollere kadar uzanan çok katmanlı, çok karmaşık, birbiriyle sonsuz etkileşim halinde bir insanlık manzumesi var. Esasen bu büyük hikâye, karakterleri aşina kılıyor. Ve evet onları bu anlamda hayatımın bir parçası yapıyor. Ama karakterlerle kast ettiğiniz biçimde bir ahbaplığım yok.
Selnur Aysever: 12 Eylül için sayısız kitap yazıldı. “Ara Tonlar” döneme dair sizce farklı olarak neyi öne çıkarıyor? Ayşegül Devecioğlu: 12 Eylül’le ilgili sayısız kitap yazıldı sözlerine pek katılamayacağım, yaşanan toplumsal altüst oluşla kıyaslanamayacak kadar az yapıt var ortada. Bu da 12 Eylül başlığı altında ele aldığımız olgunun çarpıcı sonuçlarından biri, çünkü 12 Eylül’ün hâlâ karanlıkta olduğunu gösteriyor. 12 Eylül’de olan biteni anlatma bu dönemle hesaplaşabilme gayretinin temel eksenlerinden biri belki belgesel nitelik taşıyan yapıtlar. Yazılanların hepsi çok kıymetli. 12 Eylül’ün sadece devrimcilerin işkence gördüğü ve öldürüldüğü bir dönem olarak anımsanmaması için gayret ettim, ediyorum, bu beni belki kimi anlatılardan ayırıyordur, ama genel olarak yazdıklarım bence çok yetersiz. Selnur Aysever: Roman her biri tek başına öykü olabilecek bölümlerden oluşuyor. Tek tek ele alındığında okunabilecek bir kurgusu da olduğunu söyleyebilir miyiz? Ayşegül Devecioğlu: Roman, açılıp kapanmalarla aynı anımsama gibi parlayıp sönmelerle ilerliyor. Sahneler birbirini takip ediyor. Her biri öykü olacak bölümlerden ziyade bu parlayıp sönen anların yer aldığı sahnelerin bir ana izleğin etrafında ama kendi içlerinde de farklı açılar yaratarak bütünlük oluşturmaya çabalaması söz konusu. Ama bunu başarsa bile parçalanmış bir bütünlük bu. Selnur Aysever: Betimlemeleriniz sinema tadında. Söz gelimi bir kahvaltı sohbetini bir film karesi gibi çiziyorsunuz. Okurun kendi hayal gücünü zorlamıyor diyebilir miyiz? Ayşegül Devecioğlu: Okurun hayal gücüyle yazarın betimleme yeteneği ya da hayal gücü arasında olumsuz ya da ketleyici değil olumlu, açıcı ve geliştirici bir ilişki olduğunu düşünüyorum, umuyorum. Selnur Aysever: Romanda en sevdiğim kısımlardan biri Serpil’in şekilsel devrimciliğini anlattığınız yerler oldu. Kentli birinin devrimciliğinin ne kadar sahici olabileceğini mi sorguladınız burada? Ayşegül Devecioğlu: Burada daha çok bir siyasi varsayım eleştiriliyor. Devrimin dayandığı sınıflara ilişkin tezin bu türden mücadelelerin karakterine aslında taban tabana zıt bir biçimde mitleştirilmesi ve devrimciliğin bir köken sorununa indirgenmesi tartışılıyor. (Devamı sayfa 11)
EMRE KONGAR Haldun Taner 100 Yaşında! 14 Mart 2015, ünlü yazarımız Haldun Taner’in 100’üncü doğum günüydü. Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu’nun ev sahipliği yaptığı Caddebostan Kültür Merkezi’nde bir törenle anıldı. Töreni sevgili Zeynep Oral düzenlemiş ve Orhan Alkaya’yla birlikte sundu. Haldun Taner’le iyi dosttuk... Şimdi burada da, onunla ilgili, bilinmeyen dört anımı paylaşmak istiyorum. *** 1) Sakal baskısından dolayı “Sakalım devletin değil, eşimin egemenlik alanıdır” diyerek Hacettepe’den istifa edene kadar Ankara’da oturduğumuz ev, İstanbul’dan gelen yazar ve sanatçı arkadaşlarımızın uğrak yeriydi. Haldun Taner de, şimdi kendisinin anısını yaşatmakta olağanüstü bir çaba gösteren eşi Demet’le yeni evlendiği sıralarda bir akşam yemeğine gelmişti... Bir ara beni bir kenara çekip eşini işaret ederek “Nasıl!” demişti... Soru sormuyor, Demet’in güzelliği ve kültürüyle övünüyordu! *** 2) 1978 yılında Ecevit Başbakan, Ahmet Taner Kışlalı da Kültür Bakanı olmuş ve bir “Kültür Yüksek Kurulu” oluşturulmuştu... Aziz Nesin, Haldun Taner ve ben de bu kurulun üyeleriydik. Toplantılar sırasında, büyük bir dikdörtgen olan masanın bir uç köşesinde üçümüz yavaş sesle sohbet ederdik... Bir defasında, Haldun Taner içi boş ama kendini çok ağırdan satan asık suratlı bir tanıdığımızı eleştirmek için “Almanların bir atasözü vardır, ‘Hayvanlar gülmez’ derler. Bu adam da öyle” demişti. Ne zaman içi boş ama kasıntı birini görsem, onun bu sözlerini anımsarım. *** 3) 12 Eylül askeri darbesi olmuş, ben Dil-Tarih’te, Tiyatro Kürsüsü’nde “Sanat Sosyolojisi” dersleri veriyorum. Bir milli bayram dolayısıyla Kenan Evren’in de geleceği tören için dersler tatil edildi, hepimiz büyük konferans salonuna gittik... Haldun Taner de törende konuşmacı idi: Hepimiz onun adına kaygılıydık... Üniversitelere yapılan baskıyı aşırı eleştirirse hapse girer, eleştirmezse de aydın kimliğine gölge düşerdi! Ama o bütün kaygılarımızı boşa çıkardı: Kenan Evren’in gözlerinin içine baka baka, zekice ifade edilmiş mükemmel bir eleştiri yaptı... Ama sözcükleri o denli zekice kullanmıştı ki, başı da derde girmedi! Çünkü eleştiriyi zarafetle harmanlamıştı... *** 4) O sırada yazdığım edebiyat eleştirilerinden birinde kendisi hakkında söylediklerim çok hoşuna gitmiş ve kısa bir bölümünü kitaplarının arka kapağına yazı olarak koydurmuştu: “Haldun Taner, evrensel ile ulusalın kesiştiği noktaları yakalamış, bunları hem toplumsal hem de sınıfsal açıdan irdelemiş, ince zekası ile yaptığı çözümlemeleri enfes bir mizâh anlayışı içinde topluma aktarmıştır”. *** Benim “çağdaş klasik” dediğim ve çok beğendiğim beş yazar arasındaydı! Dostluğuyla övünüyorum.