Derviş’in Aklı
Mezeleri Güzel
Osmanlı Cadısı
DOĞAN CÜCELOĞLU
ERDEM AKSAKAL
BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU
“B
D
eyaz yakalı olmak” ne demek? Bu soruya herhalde en iyi yanıt verecek kişi de bir beyaz yakalı olmalı. Er dem Aksakal, beyaz yakalılık mevzusuna içeriden bir bakış sunuyor. Hem çuvaldızı kendine batırıyor, hem de patron statü sünden lafını esirgemiyor. Mizahi bir dil ile sınıfına ait gözlemlerini aktarıyor. Devamı sayfa 10
oğan Cüceloğlu’nun Ahmet Der vişoğlu’yla yaptığı sohbetlerin bir nehir söyleşi halinde sunulduğu kitap, toplum, kültür ve insan üzerine derin lemesine düşünmeyi seven okur için ufuk açıcı. Kitapta, Türkiye’nin eğitim sisteminden toplumsal dinamiklere ka dar birçok konuda önemli saptamalara rastlıyoruz. Devamı sayfa 7
R
E
M
Z
İ
K
İ
T
A
B
E
V
İ
“B
ir İstanbul Bilimkurgusu” alt başlığını taşıyan kitap bu şekilde okurdaki beklentiyi yükseltmiş oluyor. Her ne kadar beklentinizin yüksekliğine bağlı olarak hayalkırıklığı yaratma riski barındırsa da, Müstecaplıoğlu, okuruna ara sıra izleme ihtiyacı duyacağı bir ak siyon filmi tadında bir roman sunuyor. Devamı sayfa 13
ARKA KAPAK KONUĞU Canan Tan
SAYI 125 - MAYIS 2016 - ÜCRETSİZDİR
ORTADOĞU TARİHİ: FARKLI KİTAPLAR, FARKLI BAKIŞLAR D
oğu ve Batı. Bu kavramlar gerçekten birbirinden bu kadar fark lılaşan iki ayrı coğrafyayı ya da kültürü mü tarif ediyor? Peki biz Ortadoğu’da yaşayanlar bu iki kavramın sıkı sıkıya çizilmiş sı nırlarının neresindeyiz? Kendimizi ve tarihimizi bu ayrım içerisinde nereye konumluyoruz? Thierry Hentsch “Hayali Doğu” isimli kitabında Doğu ve Batı’nın birbirinden bu kadar ayrık iki alan olup olmadığını sorgularken Doğu’nun bizzat Batı tarafından kurgulanmış bir kavram olduğu sonucuna varıyordu. Dahası, Doğu ülkelerinde hâkim olan Batı kar şıtlığının da kendini Batı’nın bakışıyla, Batı’nın kavramlarıyla kurdu ğunu, Batı’nın “Doğu” imgesini kabullendiğini düşünüyordu.
Kırılgan Şeyler
Devamı sayfa 8-9
6
NEIL GAIMAN
100 Şarkıda Memleket Tarihi
6
MURAT MERİÇ
Çarşamba Perisi Özgecan BAHAETTİN KABAHASANOĞLU
Taş Kağıt Makas WILLIAM POUNDSTONE
Okurun Belleği
10 12 14
CEM İLERİ
15
Peki, Siz Nasıl Çizerdiniz?
3
Hentsch’in bu yaklaşımı Ortadoğu için de uygulanabilir. Orta doğu, dünyanın üstüne en çok fikir yürütülen coğrafyalarından biri. Üniversiteler Ortadoğu üzerine özel kürsüler kuruyor, bu konuda kütüphaneler dolusu kitap var. Güncel gelişmeler ise özellikle yakın Ortadoğu tarihini tekrar kitap dünyasının vitrinine yerleştirdi. Peki ya Ortadoğu’ya bakan Türkçe olarak yayınlanmış güncel kaynaklar hangileri ve hangi referanslara bağlılar? Hangi kaynak bize ne kadar kayda değer şeyler söylüyor? Bu sayının dosya say fasında...
7
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Normal Ne Ayol?
Yazar Mektupları
29 Şubat 1968 Cuma Günü
GÜN ZİLELİ
“Tarih Tekerrür Etmez; Hatalar Tekerrür Eder” G
ün Zileli, yeni romanı “Çanlar”da okuru dünya tarihinin önemli bir dönemeci olan 1917 Şubat devrimi ve sonrasına götürüyor. Rusya’dan göç etmek zorunda kalan Stara isimli küçük kızın zorluk larla dolu büyüme hikâyesini anlatırken, bir yandan da 2017’nin Türkiye’sine geçişler yapıyor. Okur, Stara ile günümüzün kahramanlarının yolu nasıl kesişecek diye merak ederken, bir yandan da bu kesişmenin iki farklı çağın kesişmesi gibi de okunabileceğini düşünüyor ister istemez. Gün Zileli, büyük tarihsel dönemeçlerde deği şen, dönüşen, altüst olan insanın dünyasını anlatıyor. Fakat bunu yaparken politik bir bakış da getiriyor. Si yaset ile birey arasındaki ilişkide heba olan hayatların bir yazgı mı olduğu sorusu kalıyor okuyanın zihninde. Zileli buna yanıt veren bir yazar değil. O daha çok kah ramanlarının peşine takılan ve onların hikâyesi arasın da kendi yanıtlarını arayan bir yazar. Stara’nın yaşamı
heba olmuş bir hayat mıdır, tartışılır. 2017’de metruk bir binanın içine hapsolan gençler için tarih (ya da Zileli’nin deyimiyle hatalar) tekerrür edecek mi bilinmez. Yine de romanın bir umutla bittiğini de söyleyelim. Gün Zileli’nin romanda en başarılı bölümlerin Stara’nın hikâyesinin aktığı yerler olduğunu düşünü yorum. Küçük bir kızdan, sevdalı bir kadına dönüşen Stara’nın içsesi okurun da içinde yankılanıyor. Bu yö nüyle erkek yazar kadın kahramanları ne ölçüde anla tabilir gibi tartışmalar için iyi bir örnek sayılmalı. Yanı sıra 2017’de polis saldırısından kaçarken sığındıkları bir evde genç devrimcilerin karşılaştığı dünya da Zileli’nin gerçekçi anlatımını gerçeküstü öğelerle kuvvetlendirdiği bölümler olarak dikkat çekici. Bu bölümler gerçek ve ger çekdışı üzerine düşünmek için olanaklar sunuyor. Devamı sayfa 4-5
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2016
FARUK DUMAN:
“Olay, Metni Ayakta Tutan Bir İskelet” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ
Ö
ykü, roman ve deneme türünde eserleriyle tanı yoruz onu. En son 2014’te yayınladığı romanı “Köpekler için Gece Müziği”yle çıktı okurunun karşısına. Masal ile modern anlatıları birleştiren, söz lü anlatı geleneğinden beslenerek modern dünyaya hikâyeler bırakan bir yazar Faruk Duman. Bu yönüyle yeni bir dil arayışı sürdürürken hikâyenin etkisi kaybol muyor. Dolayısıyla dil araç mı, amaç gibi ikilemlerin/ soru ve tartışmaların dışına çıkan, oradan bağımsızla şan metinler bana göre her biri. Faruk Duman’la dil, hikâye, üslup arasındaki ilişkiler üzerine konuştuk.
“Dili sadece bir araç olarak kullanmayan ama olay örgüsünü de ihmal etmeyen bir yazarsın...” “Okura, olay örgüsü duygusu uyandıracak bazı gö rünümler veriyorum evet, çünkü o roman için, o metnin okunabilmesi için bir iskelet gerekiyor benim anlayışıma göre. O yanılsamayı uyandıracak, olay örgüsüne benzer şeyler yapıyorum ama esasında bunun içerikle, kahra manların duygularıyla ilgili olarak, benim açımdan çok da önemi yok. Burada olay, metni ayakta tutan bir is kelet, bir mimari yapı. O yüzden de çoğu öykünün ve romanın sonunda net olarak ‘işte şu oldu’ demiyoruz. Bir kahramanın iç dünyasını yirmi sayfa boyunca anla tabilirsiniz, çağrışımlarla beraber, bütün görünümleriyle beraber anlatabilirsiniz ama somutta ne olduğunu bir yerlerde göstermezseniz, ben bir okur olarak öyle metin lerden yirmi sayfa sonra sıkılmaya başlarım. Bize hikâye gerekir. Yani sen tabii ki kendi üslubunla yazacaksın, tabii ki bir şey yapmak istiyorsun ama okura da bir hikâye sunacaksın; edebiyatın asıl gerekçesi o değil mi?”
“Peki dilin, üslubun verdiği haz?”
“Yazara özgü dil çok önemli, metnin plastik yönü, dili çok önemli ama olay örgüsü de hikâye de olmazsa olmaz. Tabii şu da var: Bazen de işte üslup yapmak, özgün bir dil iddiasında bulunmak için zorlandığını gö rüyorum kimilerinin; bayağı bir gösteriye dönüyor iş. Orada tabii edebi doğallık hemen patlamaya başlıyor. Buna genelde şairanelik diyoruz…”
kalarının yazdıklarına bakarken şöyle düşünmesi yaza rın: Bu yazara hayranım, bunu okuyorum, hepimizin hayran olduğu yazarlar var ama benim dilim nedir, nasıl yazmak istiyorum? Ben en güzel nasıl yazıyorum? Günlük hayatta kullandığım dilin, konuşma dilinin bu yazarlara göre farkı ne? Tabii ki bunu keşfetmek bir za man meselesi, bir çalışma meselesi. Önemli olan ken dinize bakmak, kendi içinizden dışarıya bakmak. ‘Bana ait dili nerede bulacağım? Bana ait bir dil olduğunu hissediyorum ama bunu nasıl yazacağım?’ Ortak bir edebiyat var, buna nasıl katılırım demeyi tehlikeli bulu yorum. Önemli olan, ‘Ortak bir edebiyat var, ben bunun dışında nasıl kalırım,’ diye düşünmek.”
“Bunun için kendi ölçütlerini mi yaratmalı?”
“Kim için yazıyoruz, diye soruyoruz bazen. Bence yazar en az kendisi kadar iyi bir okur için yazmalı. Şöyle bir edebiyattan hoşlanıyorum, şöyle bir kitap olursa seve seve okurum, şöyle bir hikâyeden beslenirim demeli. Fa kat bunları söyleyen kişiyle birlikte ikiye bölündük şimdi. Karşımda böyle bir okur var artık; bana benzeyen. O zaman o kişinin beğenilerini de dikkate almaya başlarım ve biliyorum ki benim bir yansımam o. Dolayısıyla o beni terbiye edecek yazma sırasında, yönlendirecek ve ondan bir noktadan sonra kurtulamayacağım. Benim eleştirmenim o olmaya başlayacak. Yazdıklarımı kolay beğenmeyecek, yeri geldiğinde bunu daha önce yap mıştın diyecek, yeri geldiğinde o kelimeyi çok kullanı yorsun diyecek. Çok yalnız, çok bireysel bir tanım gibi görünebilir ama bana sorarsan aslında zaten tek parça bir okur olmadığına göre bir sakıncası da yok. Neticede bir okurunuz var artık sizin.”
“Tekniği geliştirmek açısından özellikle kuram okumak gerekli midir sana göre? Sen okur musun?”
“Üslup yazarın kendi içinde var olan bir şeyin ortaya çıkması mıdır yoksa yazdıkça bulduğu, denediği, araştırdığı ve edindiği bir şey midir?”
“Ben okurum, çok da bayılarak okurum. Fakat oku duklarımın edebi dilime zarar vermemesi önemlidir. Bu nun için onları okuyup unutmaya çalışırım. Bana çok şey öğretir, onu zamanla fark ederim. Tarih kitapları, eski seyahatnameler, felsefe kitapları, hepsi çok şey öğretir. Öte yandan bunları okuyup uygulamaya çalışmak sa kıncalıdır. Kimse herhalde açıktan böyle düşünmez ama bu bir risk, her okurun başındaki bir risktir bana göre. ‘Ha demek ki böyle yapılıyormuş’ demek, bir hata.”
“Çalışarak çıkar. Yazar niye çalışır? Kendini kendisi gibi ifade etme yolunu bulmak için. Aslında hepimizde, bütün yazı yazanlarda bir üslup var. Kendi kişiliğimiz var, günlük konuşma biçimimiz var. Önemli olan baş
“Değildir. Yani en basit, en klasik metni alalım on kişiye okutalım, on kişi ayrı şeyler söyleyecektir, belki ka
“Yazarın yazdığıyla okurun okuduğu aynı metin midir sence?”
rakterin ismi dışında. Okumanın en sevdiğim yanı şu: Bir metin okurken, aynı anda kendi hayatımı düşünmek... Yani onu okuyorum ve bir noktadan sonra hikâyeyi ta kip etmek önemini yitiriyor. Metnin verdiği görüntüyle benimkiler birbirine karışıyor. Öyküde kahraman diyelim ki bir kır evine gider, ben geçen yaz kaldığım pansiyonu anımsarım. Dolayısıyla bir metni okuduğumuz zaman soyut anlamda kendimiz de bir metin yazmış oluyoruz. O yüzden de buradan şu sonuç çıkarılabilir: Yazar okura tek ve başı sonu olan bir metin verdiğini zannetmesin, öyle bir şey yok. Okur da yazardan böyle bir şey bekle mesin, çünkü öyle bir şey de yok. Yani okurla yazar bu durumda, arada bir kitap olmakla beraber, eşitlenmiş oluyorlar.”
“Her metin bir önceki zincire eklenir. Sen o zincirin bir halkası olarak önceki halkalardan hangileriyle birleşiyorsun?”
“Benim hiçbir zaman şöyle bir iddiam olmadı: İşte ben Türk edebiyatının bir yazarıyım, şurada görüyorum kendimi… Tabii ki hayran olduğum, çok benimsediğim, ben de böyle şeyler yazmak istiyorum dediğim bir ge leneğimiz var. Evliya Çelebi’den başlayabilirim. Modern edebiyata gelirsek; Sait Faik denebilir, Yaşar Kemal de nebilir, Onat Kutlar denebilir. Çok severim 50 kuşağı nın öykülerini. Dolayısıyla bu isimleri saydığınız zaman kalkıp da işte bir de ben varım, ben de oradan işte şu zincire… Onu demem. Çok da umurumda değil. Yaşıyo ruz, yazıyoruz ve birileri de okuyorsa ne mutlu.”
Remzi’de En Çok Satanlar (Nisan 2016) KİTAP (KURGU)
1 2 Kırmızı Saçlı Kadın 3 Şekerfare 4 Küçük Prens 5 Kürk Mantolu Madonna 6 Hiç Kimse 7 Kelepçe 8 Satranç 9 Bir Kadının Hayatından 24 Saat 10 Güneşi Kuşatmak 50 Muhteşem Kısa Hikâye Kolektif, Tefrika Yayınları Orhan Pamuk, YKY
Şebnem Burcuoğlu, Alfa Yayınları
Antoine de Saint-Exupery, Remzi Kitabevi
Sabahattin Ali, YKY
Mine G. Kırıkkanat, Kırmızı Kedi Yayınevi
Canan Tan, Doğan Kitap
Stefan Zweig, Remzi Kitabevi
Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınevi Paula McLain, Remzi Kitabevi
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 2 Galat-ı Meşhur - Doğru Bildiğiniz Yanlışlar 3 Şu Çılgın Gençler 4 Türklerin Tarihi 2 5 Felsefenin Kısa Tarihi 6 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens 7 Kovadaki Balıklar 8 Artık Biliyorum 9 Ben Böyle Gördüm 1 0 İletişim Donanımları Tutuklandık
Can Dündar, Can Yayınları
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Mayıs 2016
Soner Yalçın, Kırmızı Kedi Yayınevi
Kolektif, Kaynak Yayınları
İlber Ortaylı, Timaş Yayınları
Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın
Nigel Warburton, Alfa Yayıncılık
Reklam: Fevzi Kılınçarslan
Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap
Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr
Sacit Arslan & Necef Uğurlu, Postiga Yayınları Oprah Winfrey, Doğan Novus Fehmi Koru, Alfa Yayınları
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi
Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Mayıs 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Baileys Ödülü’nün Adayları Belli Oldu İngiltere’nin en prestijli ödüllerinden olan Baileys Kadın Yazar Ödülü’nün finalistleri belli oldu. Favori isimlerden Anne Enright daha önce “The Forgotten Waltz” (Unutulmuş Vals) ile 2012 yılında finalistler arasına kalmıştı. Yazarın bu sene yarışan kitabı
Kaynak: Tim Masters, BBC, 11 Nisan 2016
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Shakespeare’in İlk Baskısı Bulundu
En Eski Kütüphane Yeniden Açılıyor
İskoçya’da eski bir malikânede, Shakespe are’in bütün eserlerinin basıldığı “First Folio” olarak adlandırılan kitabın ilk baskısı bulundu. 1623 yılında basılan kitap, Shakespeare’in en ünlü eserlerinden otuz altısını içeriyor. “First Folio” yüz yıldan uzun süredir kayıptı. Kitabın ilk baskı olduğu Oxford Üniversitesi Shakespeare Çalışmaları Profesörü Emma Smith tarafından da onaylandı. Mount Stuart’ta bulunan kopya 18. yüzyılda Londra’da çalışan ünlü kitap editörü Isaac Reed’e aitti. Bulunan belgelerden Reed’in kitabı 1786 yılında aldığı ve Reed’in ölümünden sonra kitabın otuz sekiz sterline “JW” baş harflerine sahip birine satıldığı biliniyordu. Bundan sonra kitap kayıplara karışmış ve bugüne kadar kendisinden haber alınamamıştı.
Dünyanın en eski kütüphanesi El Quaraouiyine, Fas Kültür Bakanlığı tarafından restore edildi. Bu ay içinde yeniden okuyucularla buluşmaya hazırlanan kütüphanenin restorasyonu dört yıl sürdü. Proje Fas doğumlu Kanadalı mimar Aziza Chaouni tarafından yönetildi. El Quaraouiyine Külliyesi 859 yılında Tunus’tan Fas’a göçen zengin bir tüccarın kızı olan Fatima El Fihriya tarafından kurulmuştu. El Fihriya mal varlığını bir cami, medrese ve kütüphanesi bulunan El Quaraouiyine Külliyesi’nin yapımı için bağışlamıştı. Bugün El Quaraouiyine Üniversitesi adı altında eğitime devam eden medrese ise zamanında coğrafyacı Muhammed İdrisi, tarihçi, düşünür ve devlet adamı İbn-i Haldun ve Afrikalı Leo gibi dünyaca ünlü isimlerin de yuvası olmuştu. Arap-Endülüs mimarisinden öğeler taşıyan bina, aslına uygun olarak restore edildi ve içindeki değerli el yazmalarını koruyabilmek ve günümüz ihtiyaçlarına cevap verebilmek adına modern aletlerle donatıldı.
Kaynak: Hannah Stubbs, The Independent, 7 Nisan 2016
Imre Kertész’e Veda Nobel Ödüllü Macaristanlı yazar Imre Kertész seksen altı yaşında hayata gözlerini yumdu. Ülkemizde de “Kadersizlik” ve “Doğmayacak bir Çocuk için Dua” gibi kitaplarıyla tanınan yazar, Auschwitz’den kurtulduktan sonra toplama kamplarıyla ilgili yazdığı romanlarla tanınıyor. 1929 yılında Budapeşte’de Yahudi bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Kertész, 1944 yılında Ausch witz kampına, oradan da Doğu Almanya’daki Buchenwald toplama kampına götürüldü. 1945 yılında toplama kampından kurtulan Kertész, Macaristan’a geri dönüp bir gazetede çalışmaya başladı ancak gazetenin başına komünist görüşten insanlar geçince işini bırakmak zorunda kaldı. 1960 ile 1973 yılları arasında, toplama kampından sağ kurtulan bir erkek çocuğunun hikâyesi olan “Kadersizlik”i yazdı. “Kadersizlik”in arkasından ise başarılı romanlar “Doğmayacak Bir Çocuk için Dua” ve “Fiasko” geldi. Yazar 31 Mart günü uzun süredir savaştığı Parkinson hastalığına yenik düşerek hayatını kaybetti. Kaynak: The Guardian, 31 Mart 2016
Devrik Cümle
“The Green Road” (Yeşil Yol) ise Costa Roman Ödülü’nün finalistleri arasındaydı. Yine favori isimlerden Hanya Yanagihara’nın “A Little Life” (Kısa Bir Hayat) isimli romanı da geçen senenin Man Booker Ödülü finalistlerinden biri olmuştu. Ödülün bu seneki galibi 8 Haziran’da belli olacak ve 30.000 sterlinlik bir para ödülü kazanacak.
Kaynak: Marie-Amélie Blin, Le Figaro, 15 Nisan 2016
Cleary’nin Yüzüncü Yaşı “Ramona” ve “Fare Ralph” serilerinin ünlü yazarı Beverly Cleary bu ay yüzüncü yaşını kutluyor. 1950’lerde yazarlığa başlayan ve ilk kitabı “Henry Huggins”i yayınlayan Cleary, bu kitabını çalıştığı kütüphaneye gelip aradığı kitabı bulamadığından yakınan bir çocuk için yazmış. Altı kitaplık Henry Huggins serisi yayınladıktan sonra Henry’nin arkadaşı Ramona’nın da kendi serisi olmuş. Gerçekçi ve modern roman kahramanlarıyla tanınan Cleary daha sonra baş karakterini biraz değiştirerek fare Ralph’ın maceralarını yazmaya başlamış. Bugün Kaliforniya’da bir emekli sitesinde yaşayan yazar doğum günü için yalnızca ince bir dilim havuçlu kek yiyebilecek ama dünya onun yüzüncü yaş gününü kutlamaya çok hevesli, hatta yayıncısı Harper Collins, Cleary’nin doğumgününü “Her Şeyi Kenara Bırakıp Okuma Günü” ilan etmiş. Kaynak: The New York Times, 12 Nisan 2016
IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Normal Ne Ayol? Ne zaman şu iki sorudan biriyle karşılaşsam ruhumu teslim edesim gelir: “Romanınızın konusu ne?” ya da “Ne türde roman yazıyorsunuz?” Diyeceksiniz ki, ne var bunda? İyi niyetli bir soru. Kişi romanlarınız hakkında bilgi edinmek, sizi tanımak istiyor. Bu ne kibir! Aslına bakarsanız “Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?” diye sorulduğunda da aynı “ruhsal göç” arzusu uyanıyor içimde. “Ben nasıl biriyim? Ne türde bir insanım?” Bu sorulara yanıt bulmaya çalışırken karşılaştığım klişeler beni kendimden soğutuyor. Dehşete kapılıyorum ister istemez; aman yarabbim ben bu kadar sıradan biri miyim! Kimse sıradan olmak istemez. Ama her tanımlama ister istemez nesnesini sıradanlaştırır. Bizi öteki insanlarla bir kılar. Ruhumuzu, benliğimizi genel kategorilerin içine hapsediverir. Oysa şu az ötedeki kadın ile ben nasıl bir olabilirim? Falancaların oğluyla benim oğlum nasıl aynı kategoriye konulur? Hepimiz biricik olduğumuzun doğrulanmasını bekleriz hayattan ve etraftan. Ama yine hepimiz başkalarına bakarken kendilerini tanıtmalarını, yani kategorize etmelerini de isteriz. Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma desturu burada infilak eder. Romanlar ise bize iki durumu bir arada yaşatır. Eğer iyi yazılmış bir roman ise karakterlerin ruhlarını derinlemesine işlemiştir. Klişe tariflerle yetinmez romancı. Yarattığı karakterin biricik ve özel olduğunu bilerek, onu anlamaya çalışır. Yakıştırmalarda bulunmak yerine, onu keşfetmeye bırakır kendini. Yazarken bütün önyargılarını bir kenara bırakarak (aynı anda deneyim ve gözlemlerinden alabildiğine yararlanarak) karakterini inşa eder. Böylece kendine özgü bir varlık olarak metnin içinde yaşamaya başlar roman kahramanı. Öte yandan, tüm özgünlüğüne rağmen tuhaf bir biçimde o karakterle özdeşleşebildiğimizi fark ederiz. Ya da kendimize değil de yakınımızdaki birine fena halde benzetiriz onu. Bu durum, roman karakteriyle ilgili gerçeklik hissimizi kuvvetlendirir. Tanıdığımız, bildiğimiz birilerine benzediğine göre en azından uzaydan gelmemiş demektir. Ama ne hikmetse bu, o karakteri alelade biri yapmaz. Evet çok tanıdıktır, bizim gibidir, ya da sokakta karşılaştığımız onlarca insandan biridir ve bu yönüyle sıradandır ama aynı anda da özgündür. Nasıl olur bu? Yazar, ilk bakışta göze çarpanın ötesine geçerek, karakterin ruhundaki katmanları kabuk kabuk kaldırır. Böylece gerçek hayatta karşımıza çıkan insanlarda fark edemediğimiz özellikleri deşifre etmiş olur. Roman kahramanını klişelerden arınarak irdeler ve onun ruhuna nüfuz etmemizi sağlar. Aslında normal hayatta birbirimize yapamadığımızı yapmış olur. Michel Foucault, “Normal insan bir kurgudur” diyor. “Normal insan”ın, gerçekte olmayan, uydurulan bir şey olduğundan söz ediyor Foucault. İktidarlar ve sistemler normal tanımının sahipleri. Her tanım gibi bu da tanımladığı şeyi genelleştiriyor, dolayısıyla eksiltiyor. Bir bakıma nüansları ortadan kaldırarak buldozer gibi üzerinden geçiyor; düzlüyor. Düzlüyor demişken, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde “normal” kelimesinin tanımını da hatırlatayım: “Kurala uygun, alışılagelen, olağan, düzgülü, aşırılığı olmayan, uygun.” Bu tanımı da okuyunca Foucault’nun sözünün ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorum. “Uygun” ve “düzgülü” insanlara normal hayat içinde rastlayabiliyoruz, evet. Bize kendilerini tarif ettiklerinde. Bize kendimizden bahsetmemiz istendiğinde. Tüm “uygun” ve “kabul edilebilir” özelliklerimizi sıralarken… Ama bunu yaparken aynı anda birbirimize benzemeye de başlıyoruz. Aslında kişiliğimizi photoshoplamış oluyoruz. Hoşa gitmeyeceğinden endişe ettiğimiz, aykırı taraflarımızı törpüleyerek sıradanlaşıyoruz. Onları yeniden bulmak içinse romanlara bakmaya ihtiyacımız var. Bakmayın tanımında geçen “kurmaca” terimine; romanlar bize “normal olmayan” gerçeğimizi hatırlatıyor.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2016
GÜN ZİLELİ:
“Tarih Tekerrür Etmez; Hatalar Tekerrür Eder” Söyleşi: DİDEM ÇAĞLAYAN, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)
“1917 ile 2017 arasında geçen olayları paralel kurguyla veren bir roman ‘Çanlar’. 1917’de dünyada yaşananlar ile 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’de yaşananlar arasında nasıl bir paralellik kuruyorsunuz? Tarih tekerrür mü ediyor?” “Hayır. Tarih asla tekerrür etmez. Tarih, daha doğ rusu tarihi gören, anlayan insanlık ondan dersler çıka rarak ilerler. Elbette bu kısmen böyledir. Geçmişte ya pılanların bir kısmı ders çıkarılıp tekrar edilmezken bir kısmı da yeterince değerlendirilmediğinden bambaşka koşullarda tekrar da edilebilir ama bu bile tam anla mıyla tekerrür olarak görülemez. Tarih tekerrür etmez ama hatalar tekerrür eder. “Roman, dediğiniz gibi, paralel bir anlatıma da yanıyor ama olaylar paralel değil. 2017’de, devrilen iktidarın yerine, 1917 Şubat devriminden sonra ku rulan Geçici Devrimci Hükümet’e benzer bir hükümet kurulduğu anlaşılıyor, fakat bunların arasında, isimleri dışında pek bir benzerlik yok. 1917 Ekim’indeki gibi ik tidarı almaya hazırlanan bir Bolşevik Partisi de yok. Za ten olamaz da. Heraklit’in sözünü buraya uygulayarak söyleyecek olursak, ‘insanlık aynı kan banyosunda iki kere yıkanamaz.’”
“Roman karakterlerinizin yaşadıklarına baktığımızda, orada devrimler, iktidarlar ve insana dair neler görüyoruz?” “Stara’nın ve Boris’in hayatını izlediğimizde, insa nın devrimler ve ne yazık ki, devrimin vaatlerinin tam tersine, ardından gelen diktatörlükler çağında hazan yaprakları gibi savrulduğunu, kovalandığını, kaçtığını, gizlenmek zorunda kaldığını, göç yollarında perişan ol duğunu, örselendiğini, öldürüldüğünü görüyoruz. 2017
anlatımında da bunların çoğunu metruk bir apartman katındaki insanların ya da gölgelerin geçmişlerini, ko nuşmalarını, davranışlarını, korkularını izleyerek gör mek mümkün. Yine de romanın, acıların geçici de olsa son bulduğu iyimser bir finale açıldığını düşünüyorum. İnsan o kadar çok eziliyor ve kovalanıyor ki iktidarlarca, onun da biraz olsun nefes almaya ihtiyacı var.”
“Romanın sonunu açık etmek istemiyorum ama bir döngü hissi uyandırdığını da söylemeliyim. Bir yanıyla umutla biten ama bir yanıyla da insana ‘dur bakalım’ dedirten bir tarafı var. Bize bunu söyleten nedir?”
“Çünkü görüldüğü gibi, isyan edenler belli ki yeni bir iktidar kuracaklar. Dolayısıyla bu sefer, geçmişteki kovalananlar kovalayan olacak. İşte döngü bu. Bour
kullanılmayan bir tabirdir ama ‘erkek yazar’ olarak aşka ve siyasete kadının cephesinden bakmak özeleştirel bir açı kazandırdı mı size? Neler gördünüz?” “Benim kendiliğindenci bir yazım tarzım vardır. Hiç bir şeyi önceden planlayarak yazmam. Örneğin, Pilgrim apartmanının dördüncü katından o yaşlı kadın, apart mana sığınan göstericilere ‘buraya gelin’ diye seslen diğinde, ‘bu da kim?’ diye soran Kuzey’le birlikte aynı soruyu ben de sordum. O kadını ben de tanımıyordum. Romanın diğer kahramanları gibi ben de sonradan öğ rendim ismini ve onu süreç içinde tanımaya çalıştım. Dolayısıyla, eğer bütün bu yaşananlar ve yazılanlar bana özeleştirel bir açı kazandıracaksa ben de okuyu cuyla birlikte romanı kavradıkça olacak bu. Yazarken hiçbir şeyi düşünmem ve değerlendirmem. Sadece ro
Stara’nın ve Boris’in hayatını izlediğimizde, insanın devrimler ve ne yazık ki, devrimin vaatlerinin tam tersine, ardından gelen diktatörlükler çağında hazan yaprakları gibi savrulduğunu, kovalandığını, kaçtığını, gizlenmek zorunda kaldığını, göç yollarında perişan olduğunu, örselendiğini, öldürüldüğünü görüyoruz. 2017 anlatımında da bunların çoğunu metruk bir apartman katındaki insanların ya da gölgelerin geçmişlerini, konuşmalarını, davranışlarını, korkularını izleyerek görmek mümkün. gas Baba bu döngüye meydan okuyor romanın sonun daki davranışıyla.”
“1917’ye ait bölümlerde bir kadın karakterin yaşadıklarını sekiz yaşından başlayarak, onun dilinden, onun zihninden aktarıyorsunuz. Burada dokunaklı da bir aşk hikâyesine tanık oluyoruz. Genellikle pek
manın kendi mantığının, kendi kurgusunun ve roman kahramanlarının bana dikte ettiklerini yazarım.”
“İktidar cephesinde olsun, devrimci muhalif hareketlerde olsun kadınlar erkeklerin kurduğu bir dünyaya dahil olmaya çalışıyorlar. Ama Stara hep biraz dışarıda kalıyor. Sevgilisi devrimci bile olsa politikanın kıyısında durmayı tercih ediyor. Neden sizce?” “Bana kalırsa bunda Stara’nın aristokrat bir aile nin kızı olmasının ve devrimin hayatını altüst etmesi nin önemli bir rolü var. Fakat şu işe bakın ki, ne kadar kıyıda kalmaya, sıradan bir hayat yaşamaya gayret ederse etsin, dönemin dalgası onu her seferinde içine alıyor ve önüne katıp sürüklüyor. Diğer yandan, vicdan lı ve ilkeli bir insan olduğunu görüyoruz, nitekim Sta ra devrime karşı olsa da, yaşadıklarının sebebi olarak devrimi görse de, Boris’in Batılı kapitalistlerle işbirliği yapmış olabileceği ihtimali aklını başından alıyor. Öyle ki gerçek açıklığa kavuşana kadar Boris’e dokunamıyor bile. Pilgrim apartmanında ise önceki, genç Stara’dan tamamen farklı bir Stara ile karşılaşıyoruz. Yaşlı Sta ra hiç de ‘politikanın kıyısında’ymış gibi görünmüyor. Dev-Yol mahalle sorumlusuyla bile samimi ilişkileri var. Elbette oldukça anakronik sahnelerle karşılaşıyoruz bu rada, o başka. Aslında Stara hiçbir şeyi tercih etmiyor. Zorluklar içindeki, üstelik yabancı bir ülkeye sığınan her insan gibi yaşamaya ve en önemlisi de aşkını yaşama ya çabalıyor. Onun yüreğini harekete geçiren tek şey aşkı, onun peşinden her yere, her yere gidebiliyor. Çok insani, son derece insani.”
“Siz anakronik dediniz, ben de bir parça gerçekdışı diye düşünmüştüm. Gerçekdışılık ya da gerçek üstü anlatım, gerçeği anlama, keşfetme konusunda gerçekçi anlatımlara kıyasla daha büyük olanaklar sunar mı sizce?” “Tabii ki sunar. Fakat ben o apartmandaki insanla rın, birer ruh olarak gerçeküstü veya gerçekdışı olduğu nu düşünmüyorum. Öylesine gerçektirler ki, bu hayatı çoktan terk etmiş olması gereken Meziyet Teyze’nin
Mayıs 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
hipertansiyonu bile vardır. Keza Stara, ‘hiç mermi ya rası gördünüz mü?’ dedikten sonra, açıp, ensesindeki, ölümüne yol açan merminin izini göstermektedir. Bu ruhlar, o anki hayatın gerçeklerine göre hareket etmek tedirler. Bu da ‘ruh’ ya da ‘hayalet’in hiç de havalarda uçan, duvarları aşıp geçen bir şey olmadığını, onların da katı gerçeğe ayak uydurmak zorunda olduğunu ile ri süren fazlasıyla gerçekçi bir bakış açısı olarak görül melidir bence.”
“2017 bölümlerinde ise günümüz Türkiye’sine hatta Gezi direnişini andıran sahnelere tanık oluyoruz. Güncel olanın romana bu denli dahil olması sizce edebiyatın kalıcılığı açısından bir handikap yaratır mı?”
“Tersine, bence bir yönüyle günceli de içine alma yan veya onunla bağlantı kurmayan bir roman edebi yatın kalıcılığı açısından daha handikaplıdır. Bununla, elbette romanın güncele gömülmesi gerektiğini söyle miyorum. Zaten ‘Çanlar’da doğrudan doğruya güncel olan sadece ‘Toplantı’ bölümüdür. Güncel olarak görü lebilecek diğer olaylar sadece uzak sesler olarak yansı maktadır romana. Tabii bir de Taksim’deki son sahne var. Ama o sahne de güncele değil, geleceğe ilişkindir.”
“1917’de tek bir karakterin bakışı var. 2017 ise dışarıdan bir anlatıcı tarafından aktarılıyor okura. Bugünün anlatıcısı neden yine tek bir karakter değil? 1917 daha çok bireyin ruhuna odaklanmışken 2017’de daha çok olayları izliyoruz. Bu iki anlatım biçimi arasındaki farkların nedeni nedir sizin için?”
“Geçmiş, bir değerlendirmedir aynı zamanda, bu da ister istemez bireyin bakış açısından verilebi lir. 2017’deki olayların ise çok azı gerçekten 2017’ye aittir. Orada bulunanlar geçmişlerini de taşımışlardır yanlarında. O karanlık, metruk evde bir araya gelen bu ruhların bugünü ya da 2017’yi temsil ettiklerini söylemek zordur. Her biri yakın geçmişin bir parçasını getirmiştir yanında. Bu çok parçalılık çoklu bir anlatımı zorunlu kıldı. Yaşanan an, kaotiktir. Geçmişe gidildik çe yaşanan andaki kaotiklik yerini uyuma bırakır. Belki de geçmişi an latan Yelena (Stara)’nın o korkunç olayları anlatışındaki olgunluk ve soğukkanlılık ile, ‘bugünü yaşayan’ yaşlı Stara’nın bir yönüyle ele avu ca gelmez hayat doluluğu ve ‘ha fifliği’ arasındaki tuhaf uyumsuzluk da buradan kaynaklanmaktadır.”
“1917 bölümlerinin başında Rus şair Anna Ahmatova’dan alıntılarla karşılaşıyoruz. Ahmatova’nın, Stara karakterine ilham verdiğini söyleyebilir miyiz?”
“Anna Ahmatova da Stara gibi, devrim sonrası iktidarlardan acı çekmiş, kocasını ve oğlunu rejime kurban vermiş bir kadındır. Aynı zamanda, o da Stara gibi aşkının peşinden sürüklenen, bu uğurda tereddütsüz ölüme gi debilecek bir insan. Ne var ki, ben yıllar önce okudu ğum onun şiir kitabını, Stara karakteri ete kemiğe bü ründükten sonra yeniden açıp okudum ve o epigrafları aldım. Demek ki, Anna Ahmatova’nın Stara karakteri ne ilham vermesinden çok, Stara karakteri’nin bana, ‘Git, Anna Ahmatova’yı bir kere daha oku’ demesi söz konusu.”
“Aynı zamanda Sartre’dan epigraflarla açılan pek çok bölüm var. Bunlar da hep 2017’ye ait bölümlerde yer alıyor. Çağın devrimcilerinden söz ettiğiniz bu bölümlerde alıntı yaptığınız Sartre ve hemen her alıntının varlık, hiçlik ve özgürlük meseleleriyle ilişkili olduğunu görüyoruz. Öte yandan sizin de dahil olduğunuz 68 kuşağının Sartre’a ve varoluşçuluğa esasen mesafeli, dahası ikircikli bir yaklaşımı olmuştur. Sizin bu konudaki fikriniz ne ve Sartre epigrafları bu bağlamda bir yere oturuyor mu?”
“Bir kere daha belirteyim ki, Pilgrim apartmanın da, oraya sığınan insanlar arasında yaklaşık bir gün içinde geçen olaylar, konuşmalar, 2017 yılında olmuş gibi görünmesine rağmen bu kısmen böyledir. Demin de belirttiğim gibi, orada bulunanlar aslında geçmi
şin çeşitli parçalarıdır ve ruhları oradaysa da beden lerinin orada olduğu bir hayli kuşkuludur. Dolayısıyla Pilgrim aparmanındaki olaylar 2017’yi kısmen temsil eder. Sartre’dan yapılan alıntıların varlık ve hiçlikle ilgili olması da bununla ilgilidir. Çünkü Pilgrim apartmanı da, onun içindekiler de varlık ile hiçlik arasında gidip gelmektedir. “Öte yandan, 68 kuşağını tek bir bütün olarak almamak gerekir. Bir erken 68’liler vardır, bir de geç 68’liler. Erken 68’liler (ki ben de onlardanım) sanıldığı nın tersine, hem Marksist hem de egsistansiyalisttiler. Dolayısıyla Sartre ve Camus (tabii Kafka da) bizim esas okuduğumuz ve hayran olduğumuz yazarlardı. 1968’le birlikte bu durum tersine döndü ve 68 rüzgârı, solun bu en telektüel damarını kesip Stalinizmi başımıza geçirdi, ne yazık ki.”
“68 demişken, buradaki hikâye içinde doğrudan 68 kuşağıyla ilgili bir şey yok. Öte yandan eski 68’li olup, bugün sistemin belli köşe başlarını tutmuş kişiler var. Ya da o kuşaktan olup hâlâ devrimci kalan, ama toplumca ‘meczup’ gibi görünen karakterler… Yazdığınız hemen her metne bir şekilde sızan bir öğe 68 devrimciliği. Bunun nedeni kendi yaşamınızda kendi kuşağınızla hesabınızı kapatamamış olmanız mıdır, yoksa kapatabilmiş olmanız mı?”
“Hiçbir hesap kapanmaz, bunu illâ ‘hesap’ olarak göreceksek. Kapanmaz, çünkü bir kere romanda ge çen, 68’li olup bugün iktidara yamanmış insanlar son derece aktif bir sosyal ve siyasi hayat içindedirler. İk tidar odaklarıyla yakın temas halindedirler. ‘Devletin zirvesinde’ verilen ziyafetlerin en baş köşesinde yer almakta, iktidar sahiplerine akıl vermektedirler. Dola yısıyla, ‘zirve’lere çıkan Halis Serol’lar var ise, onların karşısında, ‘meczup’ olarak görülen ama aslında hem 68’in hem de gerçek toplumsal devrimin aklını ve vic danını temsil eden Salahattin’ler, Bourgas Baba’lar da var olacaktır. “Kaldı ki, zaman geçse, bu insanlar ölüp gitse ve her şey tarihe gömülse de hesap kapanmaz. Çünkü yaşayan insanlık bütün bu olup bitenleri değerlendire rek ilerlemek zorundadır. ‘Yahu, Stalin vb. öleli ne ka dar zaman oldu, bu insanların kemikleri bile kalmadı, zaten o dönem yaşananlar o döneme aitti’ diyenlere de aynı cevabı veririm her zaman.”
“Anı kitaplarınızın ardından doğrudan politik konularda makale ve kitaplar yayınladınız. Ama yakın zamanda ‘Mevsimler’ ve şimdi ‘Çanlar’ çıktı. Ta-
bii daha öncesinde yayınlanmış başka romanlarınız ve öyküleriniz de var. Ama son yıllarda edebiyatın çağrısına daha çok kulak veriyor gibisiniz. Günlük siyasetten umudu kestiğiniz için mi, böyle bu? Edebiyatın size nasıl bir olanak sunduğunu düşünüyorsunuz?” “‘Mevsimler’le ilgili yapılan söyleşilerde de aynı şeyi söylemiştim. Ben esasen edebiyatçıyım. İlk kez 1966 yılında Hüseyin Cöntürk’ün çıkardığı ‘Yordam’ dergi sinde yayınlanmıştır öykülerim. 1968’den sonra arada uzun bir siyasi mücadele dönemi var. 1990’a kadar. Fakat bu 20 yıllık dönemde de edebiyatla bağımı hiç koparmadım. William Faulkner’dan, Franz Kafka’dan, Tolstoy’dan, John Steinbeck’ten, Attilâ İlhan’ın ilk dö nem romanlarından, Ferit Edgü’den, Demir Özlü’den, Bilge Karasu’dan hiç kopmadım. “Son dönemde iki romanımın, ‘Mevsimler’ ve ‘Çanlar’ın (1990’larda yayınlanan ‘Deniz Orada’ ile ‘Bahar ve Tipi’ ve 2000’lerde yayınlanan ‘Komün’ün yapılarından nispeten farklı bir yapıyla) çıkması, benim edebiyata daha fazla ağırlık vermemle değil, hem siya si, hem de sanatsal birikimimin birleşerek bu ürünleri ortaya koyacak bir noktaya gelmesiyle ilgilidir. Haklı olarak, ‘biraz geç olmadı mı?’ diyeceksiniz ama hiçbir şey ne erkendir ne de geç. Bir meyve ancak olgunlaş tığında yenebilir. Unutmayalım ki, Jean Rhys, en güzel romanlarını 70 yaşından sonra yazmıştır ve o yaşta kendisine ödül verenlere, ‘kusura bakmayın ben de çok geciktim’ demek yerine, ‘çok gecikmediniz mi?’ demiş tir.”
“Öykü yazmaya başladığınız gençlik yıllarınıza dönüp baktığınızda o yolda devam etmediğiniz için pişmanlık duyuyor musunuz? Bu anlamda yaşadığınız hayat deneyiminin bugün yazdığınız romanlara katkısı ne oldu?”
“Tam zamanında sordunuz. Ben de tam bunu di yecektim. Pişmanlık duymak saçmadır. Bir şey yaşan mışsa yaşanması gerekiyordur. Kaldı ki, o yirmi yıllık yoğun siyasi mücadele dönemini yaşamasaydım, ne otobiyografilerimi yazabilirdim ne diğer üç romanımı, ne de ‘Mevsimler’i ve ‘Çanlar’ı. ‘Çanlar’ı okuyanlar, orada, yalnız yaşadığım toplumsal mücadelenin biriki mini değil, 1980’lerden sonra Stalinist bir partide ver diğim ideolojik mücadelenin beni sevk ettiği otuz yılı aşan, geçmişteki sosyalizm deneylerinin araştırılmasın dan ve o dönemlere ilişkin otobiyografi ya da biyografi çevirilerinden, anarşizm tarihinden, İspanya İç Savaşı okumalarından ve çevirilerinden süzülmüş bilgilerin edebi anlatımını bulacaklardır.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2016
Notalarla Tarih Eskiden “100 Soruda” serileri vardı. Konunun meraklılarına 100 soru – yanıt metoduyla tarih, sanat, ekonomi, politika vs. gibi konularda bir perspektif kazandırırdı. Ağaçkakan Yayınları artık bu nostalji olmuş serileri hatırlatan bir seri tasarlamış: Hazır Bilgi Serisi. Ama bu seriye daha çok bir tuhaf bilgiler serisi ismi yakışıyor. Seriden çıkan “Türkiye’ye Ait 100 Büyük Yanılgı”, “100 Tuhaf Kitap”, “100 Lakap Alınış Velveleleri İle”nin ardından Murat Meriç imzalı “100 Şarkıda Memleket Tarihi” de okurla buluştu. Tarih kitaplarından öğrendiklerinizi bir kenara bırakın. Çünkü Murat Meriç memleketin tarihini notaların imbiğinden süzerek, başka bir tarih damıtmış. Memlekette ve dünyada olan biten üzerine yazılmış şarkılar arasından 100 şarkı seçmiş. Kitabın hazırlanışında ve şarkıların ele alınışında kronolojik bir sıralama kullanmayı tercih etmiş. Böylece akan zamanın notalarından bir ezgi yaratmış. Murat Meriç’i bazılarımız Radyo Babylon programlarından tanıdı. Bazılarımız tarihe, aktüele, politikaya bakabileceğimiz, sol anahtarıyla açılan bir pencere olarak karşımıza müziği çıkardığı “BirGün” gazetesindeki yazılarında takipçisi oldu. Yaşananların kara bulut gibi memleket üzerine çöktüğü şu günlerde, tarihe bakmak için siyah/beyaz resmi tarihtense Murat Meriç’in renkli ve müzikli penceresi yeğdir. “100 Şarkıda Memleket Tarihi”, Murat Meriç, 264 s., Ağaçkakan Yayınları, 2016
Mülteci Olmak... “Türkiye’de Mültecilik” adlı bu çalışma, geçiciliğin yasal dayatma olduğu bir bağlamda mülteci olma koşulunu, bireylerin yasayla kurduğu ilişki üzerinden ele alıyor. Mülteci deneyimini bireylerin hukukla ilişkisi üzerinden nasıl tanımlayabiliriz? Hukuk iktidar aracı olarak mültecilerin eylemliliğini yapılandırır, var oluşunu belirlerken, yasayla ilişkilenme hali mültecilere ne tür bir mücadele alanı açar? Zamansal ve mekânsal sabitlik mültecilerin hukuk ve yasallıkla ilişkilerini nasıl etkiler? Kitap, bunun gibi pek çok soru yönelterek oldukça güncel bir soruna mercek tutuyor. Geçici olmanın mültecilerin yasal mücadelelerini, politik stratejilerini, gündelik hayat pratiklerini nasıl etkilediğini; geçici, yerel ve ulus ötesi bağlamda yasallığın nasıl inşa edildiğini ve bu sürecin mülteci deneyimini nasıl yapılandırdığını inceleyen çalışma ilk olarak geçicilik, yasallık ve mültecilik arasındaki ilişkiyi tartışıyor. Ardından geçici özne olarak iltica prosedürüne tabi olan bireylerin hukukla ilişkilerine odaklanıyor. Ayrıca göç/göçmen kategorilerine değiniyor. Uydu şehir kavramı tanımına açıklık getirirken mülteci yaşantısına etkisine, mültecilerin gündelik hayatla kurduğu ilişkiye, şehrin yapısına bakıyor ve çalışmanın öznesi olan Van’da yaşan İranlıların geride bıraktıkları yaşamı, siyasi mücadeleleri ve devletle ilişkilerini ele alıyor. “Türkiye’de Mültecilik - İltica, Geçicilik ve Yasallık”, Özge Biner, 264 s., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2016
Tesadüflerin Hikâyeleri ADALET ÇAVDAR
adaletcavdar@gmail.com
N
eil Gaiman’ın şiir ve öykülerinden oluşan yeni kitabı “Kırılgan Şeyler”in kitap kapağına takılı kalıyor gözüm. Yaprağın damarlarını saymaya çalışıyorum, olmuyor. Diğerlerinden daha büyük boşlukları saymaya çalışıyorum yine olmuyor. Bu yazıyı yazmaya çalışıyorum, ne kadar olacağını bilmiyorum. Kitabın adının altında “öyküler ve mucizeler” yazıyor, yaşadığımıza inanamadığımız şu günlerde mucize kelimesinin nasıl bir mucize olduğunu düşünmeden edemiyorum. Adı “Kırılgan Şeyler” olan ve Neil Gaiman’ın yazdığı kitaba karşı yukarıda yazdıklarımdan sonra çok yüksek duygular beslediğimi ifade etmeme gerek yok sanırım. Bir aydır sürekli beraber seyahat ediyoruz; çünkü karşılaştığım olayların aslında neler olabileceğine dair derin kurguların içerisinde bırakıyor beni Gaiman. Evrenin sınırsız olanakları içerisinde tesadüfün kıymetinden ve insanın kendini eğip bükebilmesinden bahsediyor Neil Gaiman “Kırılgan Şeyler”de. Adeta bir mekân-zaman bükücü gibi davranıyor, aklının kaybolduğu yerlerin farkına varmanızı ve sizin de o labirentlerin içerisine girmenizi sağlıyor. Ne kendinden, ne dünyadan, ne okuyucusundan sakınıyor, saklanıyor. Yeryüzüne bıraktığı her kelimenin ağırlığıyla kendini biraz daha hafiflemiş hissediyor tahminen. Aklın sınırlarına dayanıp kalmak yerine, sınırsız bir yolculukta bir durakta bulup başka bir durakta bıraktığı hikâyelerle dolanıp duruyor. Edepli bir cüretkârlık sergiliyor; önce heyecanla sonra keyfini çıkarmak için sakince seyredalıyorsunuz siz de. “Yokyer”, “Amerikan Tanrıları” ve “Anansi Çocukları” gibi romanlarıyla edebiyat dünyasının “rock yıldızı” olan Neil Gaiman yazdığı fantastik romanlar ve çizgi romanlarla okurlarının aklında kendine ait bir yer edinmiştir. Gaiman “Kırılgan Şeyler”e yazdığı giriş yazısında bu çağın baş sorunlarından birine ansızın rüyasına giren bir cümleyle yanıt veriyor: “Ahlaki sorumluluklardan kaçınılarak geçirilmiş bir hayattansa kırılgan şeyler uğruna tüketilmiş bir hayatı tercih ederim.” Böylece hayatta durduğu yeri, seçtiği tarafı nokta atışıyla belirtiyor. Sekiz yıl önce planladığı kitap ile bugün okurlarına sunduğu kitap arasındaki farkı elbette “hayat!” diyerek açıklıyor Gaiman. Sonra rüyasında gelen kelimelerin peşinden gidip kısa hikâyelerin olduğu bir kitaba “Kırılgan Şeyler” demenin uygun olacağını düşünüyor. Giriş yazısını bitirirken iki cümleyle kitabı da özetliyor: “Kırılganlıkların sonu yok. İnsanlar çabucak kırılıyor, rüyaları ve kalpleri de…” Neil Gaiman “Kırılgan Şeyler”de, bazı antolojiler ve yarışmalar için yazılan ödüllü ödülsüz hikâyelerin yanı sıra ilk defa okuyucuyla buluşanlara da yer vermiş. Her hikâyenin başında daha önce yayımlandığı yeri, aldığı ödülü, nasıl ve neden yazıldığına dair bilgileri de eklemiş. Gaiman’ın aklına gelen hikâye parçacıklarını birleştirdiği öyküler fantastik oluşlarının yanı sıra kendi içlerinde taşıdıkları gerilimle bir anda gerçek hayata dönüyor. Yazanın ve okuyanın kırılganlıklarına göre farklı anlamlar kazanabiliyor. Öykünün, eğilip bükülebilen ve kırılabilen yapısını en ince ayrıntılarına kadar gösteren Gaiman, hem kendi sınırlarını hem okurunun sınırlarını
zorluyor. Neil Gaiman’in yazdığı her şeyin bu kadar büyülü olmasının nedeni ufacık ayrıntılarla öykülerini beslemesi, adeta elinde bir peri tozuyla hayatınızın karşısına bir mucizeyi, tesadüfü ya da korkuyu getirip bırakması. Kitabın başlarındaki hikâyelerin ağırlığıyla ister istemez biraz ürküyor insan. Gaiman’ın romanlarından alışkın olunan o ritmi arıyor belki. Beş altı öykü sonrasında bunun birbirinden bağımsız kısa öyküler kitabı olduğunu anımsatınca bu da geçiyor. Neşeyi bu kitabında başka bir yere koymuş Gaiman, bulunup bulunup kaybedilen bir halde ortalıkta dolanıyor. Okuru biraz yorsa da kitabının hemen okunup rafa kaldırılmasına engel oluyor. Her hikâyenin sonrasında insan kendini ister istemez bunun romanını yazsaydı nasıl olurdu derken buluyor ya da daha önceki romanlarının arasında bir yere sıkıştırıp koymak istiyor. İlk öyküsünün ardında bir şiir ilişiveriyor kitabın içerisine ve “sarıp sarmalamıştım kendimi rüyalar ve ölümle, ikisinden birinde görürüm elbet sevdiğimi” derken buluyor kendisini Gaiman, yüksek sesle okunmasını istediği düz metinde. 1.80 boyunda, siyah tişörtleriyle ortalarda rock yıldızı gibi dolaşan ve sürekli ödüller alan bir adamın içerisinden herkes kadar yaralı biri çıkıveriyor birden. Bir kurgudan ziyade yaşanma olasılıkları var hikâyelerinde Gaiman’ın. Durduğu yerde çürüyüp giden konakların tahtalarının, birbirleriyle konuşmaları gibi. Gaiman hikâye anlatırken her şeyin sesi, rengi ve kokusu belirginleşiyor. Gaiman, olanlar, olması gerekenler, olabilirken olmayanlar, olmuş gibi olanlar hakkında fikir sahipliğinden öte his sahibi yapıyor okurunu. “Yaşanan tuhaflıkları anlatmak rüyaları anlatmaya çabalamaya benzer” diyor Gaiman. Hep bir arayış ya da buluşla devam ediyor hikâyelerine. Her şeyin her gün yeniden oluşundan bahsediyor. Bir öykü kitabından öte sanki gerçeğe çok yakın masalları anlatıyor Neil Gaiman. Sonsözünde de bahsettiği üzere aslında kırılgan şeylerin insanı ne kadar güçlendirdiğini örnekliyor hem kendisine hem okuruna. Yazanın evinin, okurun aklı olduğunu söylüyor bitirirken. Kitabı bitirirken bir şarkı dolanıyor dilime; “sen bize hep gel, kal burada”. “Kırılgan Şeyler”, Neil Gaiman, Çev: Zeynep Heyzen Ateş, 432 s., İthaki Yayınları, 2016
Mayıs 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Toplum ve Birey Üzerine Dervişçe Düşünceler OZAN EZGİ BERBEROĞLU
D
oğan Cüceloğlu, Türkiye’de yetişmiş önemli bilim insanlarından Ahmet Dervişoğlu’yla yaptığı uzun sohbetleri “Derviş’in Aklı” isimli yeni kitabında topladı. Uzun yıllardır süren dostluklarının verdiği samimiyetle ilerleyen sohbetlerde akademisyenin hayatından, Türkiye’nin eğitim sistemine ve toplumsal dinamiklere kadar birçok konuda önemli saptamalara rastlıyoruz. Cüceloğlu, Ahmet Dervişoğlu’yla Amerika’ya doktora öğrencisi olarak gittiği 1964’te tanışıyor. Yani dostlukları oldukça eski. Onun tanımıyla Dervişoğlu, kendisi olarak var olmayı ön planda tutan; meslek, aile, toplumsal yaşamında değerlerini yaşatmaya özen gösteren biri. İnsanlara güvenmeyi önemseyen, ilke ve değerlere önem veren bir akademisyen olarak Dervişoğlu’nun düşüncelerinin okurların bilincini zenginleştireceğini düşünen Cüceloğlu, onun çocukluğundan yetiştiği ortama, eğitim hayatından akademisyenliğine ve yöneticiliğine uzanıyor. Ahmet Dervişoğlu bu nehir söyleşi kitabında; tecrübesi, bilgisi ve analitik düşünce gücüyle, kendi deneyimlerini toplumun sosyolojik yapısı, eğitim algısı ve daha birçok sosyal bileşeni sorgulamada kullanıyor. Yaptığı saptamaları hayatından örneklerle açıklayarak okura yeni ufuklar çizmekte yol gösterici oluyor. Eğitim hayatında karşılaştığı zorluklardan dersler çıkaran ve etkin çözümler yaratan Dervişoğlu, Türkiye’de uzun yıllar birçok gencin harcandığını, bu yüzden ülkece daha iyi bir yerde olma fırsatını kaçırdığımızı söylüyor. Dervişoğlu ülkemizde halen kabilecilik kültürünün yaygınlığından yakınıyor ve adalet duygusunun güçlendirilmesi, kabileciliğinse dışlanması gerektiğini vurguluyor: “Yöneticilerin öneminin çok büyük olduğu bilincinin güçlendirilmesi gerekiyor. Adalet duygusu geliştirilmiş olsa bu kendiliğinden çözülür. Adil insan iyiyi dışlayıp daha az iyiyi desteklemez. Ben mesela yukarıda bir yönetici olsam, behemehâl bu mekanizmayı oluşturmaya çalışırım ama şimdiki yöneticiler, böyle bir mekanizma oluşturuyorlar izlenimini vermiyor. Hâlâ ilkellik, kabilecilik ağır basıyor.” Dervişoğlu ülkedeki en önemli sorunun yönetici sorunu olduğunu söylüyor. Burada kastedilen yalnızca ülkenin siyasi yönetimi değil. Apartman yöneticisinden muhtara, kaymakamdan rektöre, bakandan başbakana, cumhurbaşkanına kadar geçerli. Yöneticinin çok önemli olduğunu, toplumunsa eğitimsiz vatandaşından profesörüne kadar bu önemin yeterince bilincinde olmadığını söylerken önemli saptamalar yapıyor: Ülkemizde işi ehline verme mekanizması iyi çalışmıyor. Özellikle kayırma eğiliminin güçlülüğü önemli pozisyonlarda yeterli olmayan kişilerin bulunmasıyla sonuçlanıyor. Dahası toplum bu dengesizliğe yeterli tepkiyi gösterebilecek beceride değil. Toplumsal ilerlemede bireylerin birbirlerine yaklaşımları belirleyici unsurlardan. Dervişoğlu, ülkemizdeki önemli sosyal sorunlardan birinin de güveni kötüye kullanmak olduğunu söylüyor. Oysa çağdaş uygarlığı temsil eden toplumların temel özelliklerden biri güven ortamını korumak. Karşılıklı güven hissinin toplumun her alanına yansıdığı yerde, ilerleme daha kolay olu-
ozanezgiberberoglu@gmail.com yor. Dervişoğlu güveni kötüye kullanmanın açıkça gelişmemişlik ve ilkellik göstergesi olduğunu savunuyor. Bu, kişiler için de toplumlar için de geçerli. Bir toplumun gelişmiş bir toplum olması için insanların birbirine güvenmesi ve vatandaşların yönetim sistemine güvenmesi önemli bir koşul. Bu koşulu sağlamayan toplumların çok ağır bedel ödemek durumunda kalacağını şu sözlerle vurguluyor: “Hangi toplum karşılıklı güveni, güven ortamını iyi sağlayamadıysa, orada mutluluk ortalaması behemehâl düşer. Çok ağır bedeli var. O toplum çağdaş uygarlık düzeyine de erişememiştir.” Ahmet Dervişoğlu analitik düşünme yeteneğinin önemine inanıyor. Hayatta devamlı sorunlarla karşılaşıyoruz. Analitik düşünme yeteneğimiz güçlü ise yaklaşımımız da, kararlarımız da isabetli oluyor. Analitik düşünme becerisini geliştirmek, iyi eğitim ile kötü eğitim arasında ayırt edici ölçütlerden biri. Dervişoğlu yine, zekânın aklın garantisi olmadığını söylüyor. Öyle ki, ölçülebilir bir kavram olan zekânın ne yönde ve ne denli etkin kullanıldığı aslında aklın sınırlarını belirliyor. Bir insan çok zeki olmasa da akıllı olabilir. Aklını kullanarak zekâsıyla halledemediği problemlerle karşılaştığında diğer insanlara danışarak kusursuz bir yol çizebilir. Yine burada okulların yanında ailenin de bireyin geleceği üzerinde önemli etkileri oluyor. Çocuklar aileden itibaren araştırıcı bir kafa yapısı geliştirmeye başlıyorsa bu geleceği için büyük bir avantaj. Dervişoğlu rasyonel düşünebilen sorgulayıcı bireyler kazanmak için ailelere öğütler veriyor. Gereğinden fazla önemsenme ya da tam tersine aşağılanma çocukların geleceklerini oluştururken önlerindeki ciddi engellerden biri. Eğer aileler çocuklarına kontrollü bir özgür ortam sağlar ve kendilerini keşfetmelerine olanak tanırlarsa, onların potansiyelini ortaya çıkarmaları ve başarılı bir gelecek çizmeleri daha olası. Dünyada başarılar elde etmiş yetkin bireylerden oluşan bir toplum hayal ediyorsak işe çocuklardan başlamalıyız. Bu noktada, ancak sorgulayan çocukların ilerde sorgulayan nesiller yetiştirebileceğini söyleyen Dervişoğlu, başarıya ulaşmanın anahtarını kendi ürettiği bir terimle tanımlıyor: “Aktif sabır”. Burada kastedilen, sorunları çözerken sonuca ulaşana kadar beklemenin önemi. Gençlerin en önemli özelliklerinden birinin çabuk isyan etmeleri ve kolayca vazgeçmeleri olduğunu söylüyor ve sabrın tek başına işe yaramayacağının da altını çiziyor. İşte aktif sabır burada devreye giriyor. Problemlerin çözülmesini sabırla beklerken aynı zamanda çözüme ulaşmak için gereken çabayı da göstermek gerekiyor. Yarım asrı aşkın süredir kendini araştırmaya ve eğitimli nesiller yetiştirmeye adamış başarılı bir bilim insanı olarak Ahmet Dervişoğlu’nun hayatını ve görüşlerini dinlemek oldukça güzel bir deneyim. Tabii Doğan Cüceloğlu’yla dostlukları da devreye girince ortaya hem öğretici hem de okuması zevkli bir eser çıkıyor. “Derviş’in Aklı”, Doğan Cüceloğlu, 312 s., Remzi Kitabevi, 2016
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Yazar Mektupları Yazarların mektuplaşmalarını okumayı öğretici ve eğlendirici bulurum. Hikmet Altınkaynak’ın derlediği Oktay Akbal’a gelen mektupları geçenlerde okumuştum. Ancak benim başucu mektuplaşma kitabım Nâzım Hikmet imzalı “Kemal Tahir’e Mapushaneden Mektuplar”dır (İthaki Yayınları). Bu mektuplardaki görüşler bana göre genç edebiyatçılarımızın ilham alacağı değerdedir. Edebiyat eleştirmenleri için de ufuk açıcı değerlendirmeler yer alır. Nâzım Hikmet şiirin, romanın sorunları üstüne ısrarla durur, hayatın akışına ayak uyduracak bir yazınsal coşkuyu yakalamaya çalışır. Toplumsal kaygıların bireyin açmazlarıyla kurduğu helezonik ilişkiyi edebiyat eksenine oturtmayı salık verir Kemal Tahir’e. Kemal Tahir “Göl İnsanları”nda bunu başarır. Ama gerek “Devlet Ana”da gerekse “Yorgun Savaşçı”da kahramanların aynı dilden konuşmalarını önleyemez. Çoğu Çorum mapushanelerindeki mahkûmların diliyle birbirlerine “höst!” diye çıkışırlar. Bu arada mektupların önemini kavramış bir edebiyatçımız da Aziz Nesin’dir. Kurduğu yayınevinde Mektuplar Dizisi’ni başlatmıştır. Çehov-Gorki mektuplaşmaları, Kafka’nın mektupları, Antoine Saint-Exupéry’nin mektupları da her zaman başucu yapıtları arasındadır. Attilâ İlhan’a gelen mektuplar da basıldı. Ancak bir konuda itirazım var. Attilâ İlhan Bilgi Yayınevi’nin danışmanıyken kendisine yazılmış mektupları da yayımladı. Bana göre bu biraz tatsız oldu. Edebiyatçılarımız elbette yayın danışmanına niyetlerini aşan övgü sözleriyle hitap etmişlerdir. Bunu yayınlamak biraz sakil oldu diye düşünüyorum. Buna dikkat edilmeli. Kişisel olarak ben pek mektup meraklısı değilim. Mektup yazdığım sanatçı sayısı da sınırlıdır. Ancak İstanbul’da sık sık görüştüğümüz için İlhan Berk’in özel bir yeri var. İki tane mektup yazmış bana İlhan Berk. Onları da Raif Özben’in daktilo edilmiş şiirinin kopyasını ararken buldum. “Bir Şaire Ağıt” başlıklı o şiri bulamadım ama İlhan Berk’in bir kitap kapağı arkasına çizdiği desenle ve mektuplarıyla karşılaştım. İlk mektup şöyle: Bodrum, 16 Şubat 82 Sevgili Öner, Kitabı dün aldım. Her şey için çok teşekkür ederim. Kitabın baskısında çok emeğin geçmiş, bu ilk anda görülüyor, bu yüzden çok, ama çok teşekkür ederim. Senden şimdi bir ricam var: Kitap ciltlenir ciltlenmez benim hakkım olan adetteki kitabı hemen postalamanızı istiyorum. Bir kitap insanın sevdiği kişilere gitmedikçe, çıkmış sayılmaz biliyorsun. Bu bir. Bir de sana şunu sorayım: Kitap bu ay çıkacak kitaplar arasında mı? Bunu acele yanıtlarsan sevinirim. Bundan başka kitap gerçekten senin ilgini çektiyse soracağın soruları severek yanıtlamak isterim. Bu geleneği seninle sürdürmek istiyorum. Gözlerinden öperim kardeşim.
Not. Sana bir resmimi hediye ediyorum. İlhan Berk Yazko Edebiyat için sorularıma yanıt verdiğini yazdı, bu arada, “Ece Ayhan seni çok seviyor” notuyla bir mektup daha gönderdi. Bu olaylar onun Yazko’da “Kitaplar Kitabı” adlı seçme şiirlerini yayınlayıp, “Uzun Bir Adam” için çalışmalara başladığımız günlerde oluyor. Sonra İstanbul’da sık sık bir araya geldik. Kitap fuarlarında karşılaşıp resimler çektirdik. Ardında tüm şiirleri için Adam Yayıncılık’la anlaşma yaptı. Gidiş o gidiş… Sonuç olarak yazar ve şairlerin mektupları, biz sıradan okurlar için yeni pencereler açar önümüze… Edebiyat tarihçileri için de yazar metinlerini yorumlarken kaynak oluşturur. Öneri:
“Ağlayan Kadınlar Lahdi”, Enis Batur, desenler: İlhan Berk, Kült Neşriyat, Şubat, 2016
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2016
Ortadoğu Tarihi: Farklı Kitaplar, Farklı Bakışlar
SARPHAN UZUNOĞLU sarphan.uzunoglu@khas.edu.tr
Ş
üphesiz dijital arşivler üzerinden bir araştırma yaptığınızda Ortadoğu anahtar sözcüğü karşınıza onlarca kitap çıkarıyor. Bu kitapların her biri, Ortadoğu’ya farklı yönlerden yaklaşmış. Ancak ben inceleyeceğim kitapları iki ayrı başlık altında kategorilendirmeyi doğru buluyorum: Yükselen silahlı/saldırgan hare-
Hamit Bozarslan’ın “Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi – Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonundan El-Kaide’ye” isimli kitabı zor, şiddet, radikalizm ve ihtilaf kavramlarından yola çıkarak 19. yüzyıldan bugüne Ortadoğu tarihine şekil veren kavramları ele alıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden bugüne bölgede yaşanan gelişmeleri farklı bir terminoloji eşliğinde incelemeye çalışan Boz arslan, daha en baştan kitap boyunca kullanacağı kavramları –terörizm, radikalizm, zor ve şiddet gibi– teker teker nasıl kullanacağını açıklayarak akademik bir berraklık sergiliyor. Kitap başlığında “tarih” vaat ediyor, buna bağlı olarak da yazar Ortadoğu’da bir araç olarak şiddetin tarihini anlatırken farklı siyaset ve yapılanmaların şiddetle ilişkilerinin farklı zaman dilimlerinde nasıl olduğunu ortaya koyuyor. Onyıllar ve rejimler arası farklılıkların nasıl gerçekleştiğine dair tespitler ise Bozarslan’ın öznel algısına ve tarih görüşüne dayanıyor. Özellikle yazarın da başvurduğu “ötekilerin zamanı” kavramı ve mevcut hâkimiyet sistemlerine karşı çıkışların sonucu oluşan kanlı çatışma ortamı ve devletlerin zayıflayıp meşruiyetlerini yitirdikleri durum, kitabı ilgi çekici kılan unsurlardan. Zira şiddete dair algının bir imparatorluğun çöküşünden El-Kaide gibi bir noktaya kadar ulaşabilmesi sıradışı olayların sonucu. Kitap da ilk bölümde İran ve Osmanlı İmparatorluğu, ikinci bölümde Filistin’in bölünmesi ve nihayet üçüncü bölümde Seyyid Kutb Momenti odağıyla bölümlenmiş ki bu birçok kitapta karşılaşacağımız ve günümüzde İslam’a ilişkin farklı yaklaşımların aldığı son hal konusunda belirleyici bir unsur. Tıpkı Baas rejim-
ketlerin ortaya çıkış nedenlerine tarih perspektifi içeren bir bakış getirenler ve klasik bir anlayışla Ortadoğu’nun tarihini anlatanlar. Farklılıkların nedeni ise bir pazarlama stratejisinden ziyade yazarların uzmanlık alanları ve Ortadoğu’yu bir ürün olmaktan ziyade önemsedikleri bir coğrafya olarak görüyor olmaları.
leri olarak anılan rejimler gibi Seyyid Kutb Momenti de günümüz Ortadoğu’sunu yorumlamak için önemli materyal sunuyor; fakat bunun için ayrı referans kitaplarına başvurmak daha yararlı olabilir. Tarihi Referanslarla Bugünün Ortadoğusu Taner Timur’un “Türkiye, Ortadoğu ve Mezhep Savaşı -2015 Yılı Güncesi” kitabı ise bir tarih kitabı olmaktan çok tarihi referanslarla bugünü yorumlamaya çalışan bir kitap olarak öne çıkıyor. Bu kitap özellikle de Ortadoğu’da yükselen mezhepsel gerginlikler ve Türkiye ile diğer ülkelerin rolüne bakarken, uluslararası ilişkilerden yerel dinamiklere dek birçok değişkeni ele alıyor. Elbette akademisyen titizliği kitap boyunca sürüyor; ama bu, öznel ifadelerin ortaya çıkmasını engellemiyor. Hatta yazar dönem dönem kitap dahilinde bazı tarihçiler ve siyaset figürlerini açıkça tartışmaya davet ediyor – özellikle de sonradan derlenen gazete yazılarında bu üsluba rastlıyoruz. Timur’un bu tarzı her ne kadar ele aldığım öteki kitaplara benzemese de Ortadoğu siyasetine ilişkin ortaya farklı görme biçimleri koyuyor ve okurunu tartışmaya davet ediyor. Ortadoğu’da IŞİD Pierre-Jean Luizard’ın “IŞİD Tuzağı” isimli kitabı tıpkı Hamit
Bozarslan’ın kitabı gibi silahlı bir devlet dışı ya da devletleşen olarak adlandırılabilecek bir aktörü, IŞİD’i anlatıyor. Kısa sayılabilecek bir süre içerisinde bölgedeki devletlerin zayıflıklarından yararlanarak hatırı sayılır bir bölgeyi ele geçiren IŞİD, Luizard’ın perspektifiyle ele alınıyor. Luizard’ın kitabının çıkış noktası herkesin çok merak ettiği IŞİD’in nasıl bu kadar hızlı büyüyebildiği sorusu. IŞİD’in sınırlarında büyüdüğü Irak’ı “kendi toplumuna karşı bir devlet” olarak tanımlayan yazar, Avrupai ulus devlet modelinin ithal edilmesinden başlayan bir devlet ve ulus kimliği krizinin özellikle Irak’ın siyasal krizinin temelinde oturduğunu savunuyor. Kitaplarını inceleyeceğimiz diğer yazarların aksine Luizard IŞİD’in kullandığı sosyodinamik faktörleri, stratejilere ya da komplo teorisi olarak adlandırılabilecek birçok önermeye göre daha fazla göz önünde tutuyor. Özellikle de Sünni-Şii ayrımının söylemsel ve siyasal olarak işlevliliğine dikkat çeken yazar, 2014 yılındaki Irak Şam İslam Devleti’nden İslam Devleti’ne dönüş sürecini ve IŞİD’in paradigma dönüşümlerini de mercek altına alıyor. Örgütün “tek adam”cı bir yapısı olmadığını öne süren Luizard’ın Ebi Bekir elBağdadi kadar Ebu Muhammed elAdnani’nin de önemli bir isim olduğuna dair vurgusu dikkat çekiyor. Tarihteki ilk selefi devlet olarak kendini ilan eden bu örgütün kontrol ettiği topraklardaki sosyal ve ekonomik politikalarına ve adalet sistemine göz atan yazar, örgütün iletişimsel boyutunu da ele alıyor. Gelişmiş propaganda ağlarını inceleyen Luizard sosyal ağlardaki IŞİD stratejilerine dikkat çekiyor. Luizard’ın kitabı
Mayıs 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
IŞİD’e ve onların yayılım yöntemlerine ilişkin önemli bir rehber niteliğinde. Abdullah Ağar’ın “IŞİD ve Irak, Beled el-ifak vel şikak!” isimli kitabı ise yakın siyasi tarihe dair önemli ayrıntılar içeren bir anlatı. Kitap Luizard’ınkine oranla oldukça detaylı bir fotoğraf sunuyor ve birçok muadilinden farklı olarak yer yer alaycı bir dil tutturan bu kitapta yazarın kimliğini sıkı bir şekilde hissediyorsunuz. Yazar spekülasyonlardan kaçınmıyor; üstünde durduğu örgütün IŞİD olduğu düşünüldüğünde bu çok da sıra dışı bir durum değil. Kitapta, IŞİD’lilerin sık sık kullandığı Toyota’nın distribütöründen Barzani’ye uzanan yola dair ekonomi politik temelli bir yorumdan ANF’de yayınlanan belgelere dayalı olan ve IŞİD’in kuruluşunda Suud parmağı olduğuna dair yoruma dek oldukça ilginç bilgiler var. Bu bilgiler, aslında birçoğumuzun ulaşabileceği yerlerde duran belge ya da verilere dayanıyor; ama Ağar’ın konuyu ele alma biçimi bunları çok daha etkili hale getiriyor. Ağar’ın dayandığı belgeler üzerinde durulsaydı bugün IŞİD’in arkasındaki finansal güce ilişkin belki kesin bir sonuç elde edilecek ve IŞİD’in önü kesilecekti; belki de bu belgelerin gerçeklikleri kanıtlanamayacaktı. Tabii kitap bu çeşit kesin bilgilerden ibaret değil; arkasında geniş bir çalışma barındırdığı her halinden anlaşılıyor. Mezhep çatışması arkaplanını önkabullere dayanmadan ve aktörleri tek tek ele alarak inceleyen yazar, özellikle de 2003 Irak işgali sonrası sürece dair birikimini sık sık sergiliyor. IŞİD’in ortaya çıkış sürecinde Nusra gibi tartışmalı örgütlerle ilişkilerini de ele alan Ağar, IŞİD’in iç dinamiklerine de kitabında önemli bir yer ayırıyor. Bölgedeki Şii, Sünni dengeleri kadar Türkmenler ve Kürtlere ilişkin bir analiz ortaya koyan yazar, IŞİD’in Suriye-Irak hattında askeri stratejilerini ve potansiyelini nasıl kullandığını da özel olarak inceliyor. IŞİD’in mevcut lojistik stratejilerine ve insan kaynağını Suriye’den Irak’a nasıl kaydırdığına değinen Abdullah Ağar, IŞİD’in duruma ve konjonktüre göre değişen askeri stratejilerine de özel bir yer ayırıyor. Uzaktan kumandalı bombalı araç saldırılarından canlı bomba eylemlerine dek IŞİD’in eylem tiplerine ilişkin kimi bilgiler sunan Ağar’ın sıraladığı tüm bu stratejiler, IŞİD’in hâkimiyet mücadelesi verdiği coğrafyaların özellikle biz sıradan insanlar için ne kadar yaşanmaz hale gelebileceği duygusunu uyandırıyor. Gerçekten de tamamıyla terörize olmuş, terörün pençesinde yılmış bir Irak halkıyla karşı karşıya olduğunuza şaşırmıyorsunuz bu taktikleri okurken.
Geçmişe Bakan Kitaplar Elbette tüm bu kitapların yanı sıra bir de Ortadoğu tarihine tarih yazımının normları, biyografiler ya da başka disiplinler üstünden bakan kitaplar da var. Bu kitapların ortak özellikleri silahlı aktörler üzerinden değil, medeniyetler, şahıslar, kültürler ve uluslararası ilişkiler gibi kategoriler üzerinden Ortadoğu tarihi anlatısı geliştiriyor olmaları. Karl E. Meyer ve Shareen B. Brysac’ın “Ortadoğu Tarihi – Kral Yaratanlar” isimli kitabı da bunlardan biri. Kitap Ortadoğu’nun 20. yüzyıldan bugüne uzanan yapısına ulaşma macerasını bölgeyi şekillendi-
ren Amerikan ve İngilizlerin hayat hikâyeleri üzerinden anlatıyor. Arabistanlı Lawrence, El-Hatun, Glubb Paşa, Hacı Abdullah gibi birçoğu fazlasıyla ünlü, bazıları ise tıpkı Flora L. Shaw gibi bir ülkenin ismini bulacak kadar önemli olmalarına rağmen pek de tanımayan isimlerin yaşam öyküleri kitapta Ortadoğu’yu anlatmak için ele alınıyor. Anglo-Amerikalıların sınırları çizmekten, krallarını üretmeye (seçmeye) dek Ortadoğu’nun kaderinin belirlenmesinde ne kadar etkili olduğu üzerine birçok bilgi barındıran kitap, Ortadoğu karmaşasının nasıl oluştuğu ve bölgede yüz yılı aşan modern çatışmalar tarihinin kodlarını da içeriyor. Kitabın sonuna eklenen ve dönüm noktası olan olaylarla önemli tarihlere ilişkin dizin Ortadoğu tarihine ve politikasına tam olarak hâkim olmayan okurlar için kurtarıcı. Kitabın şahıslar üstüne kurulu olması başlangıçta okurda şüphe uyandırsa da bu şahısların görevleri ve etkileri üzerine bilgi edindikçe bunun özellikle Ortadoğu siyasi tarihini anlamakta pek de yanlış bir metot olmadığı sonucuna varıyorsunuz. Hatta günümüzde ortaya çıkan Ortadoğu fotoğrafına, eskiden andığımız adıyla Arap Baharı’na ve daha birçok aşamaya nasıl geldiğimizi bu önemli şahısların kararları ve etkileri üzerinden
tartışmak biraz moral bozucu olabiliyor. Zira başkaları tarafından inşa edilmiş gerçekliğimizle yüzleşmek pek de iyi bir tecrübe değil. Ali Çimen’in “Kısa Orta Doğu Tarihi” kitabı ise hızla okunabilen bir kitap ve Ortadoğu’nun, MÖ 15000’den MS 1940-2000 yılları arasındaki en uzun altmış yılı olarak anlatılan döneminin sonuna kadar olan tarihini anlatıyor. Özellikle İslamiyet referanslarına (doğal olarak) sıklıkla rastladığımız kitap bir gazetecinin mesleki yaşantısındaki birikimi kadar onun düşünce dünyasının siyasal arka planının da izlerini taşıyor. Yazar, amacını “klişelerden” kopan bir anlatı olarak tanımlıyor ki bu, daha ziyade tarihçilerin konusu; ancak şu kesin ki okunabilirliği oldukça yüksek bir kitap söz konusu. Kitapta her bölümün başında birer anahtar kelime serisi var. Bu benim oldukça hoşuma giden ve 21. yüzyılın yeni medya okur yazarlığı standartlarına da hitap eden bir tarz. Kitabın adında “kısa” kelimesinin kullanılma nedeni burada anlıyorsunuz zira her biri onlarca ansiklopediye anca sığacak bunca aktörün bir arada anılması akıl alır bir durum değil. Fakat yazar iddialı ve gerçekten kitabı bir giriş kitabı olarak görürseniz size söyleyecek bir hayli şeyi var. Hayri K. Yetik’in “Arkaik Ortadoğu” kitabı ise modern zamanların kaygılarından uzak olan okurların daha fazla tercih edeceği türde bir okuma sunuyor. Ortadoğu’dan çıkan “büyük anlatılar” üzerine yoğunlaşan kitap, bu metinleri eleştirel bir şekilde ele alırken edebiyata, dile dair birçok önyargıyı yıkıyor. İncelenen metinlerin ötesinde yazarın kendi bakış açısına dair de eleştirel olabildiği bir kitap. Dahası Hentsch’e verdiğimiz referansa dönersek metinlerin tarihi dizayn etmede ve yaratmada kullanımı bakımından kitapta incelenen metin ve kavramlar bize Ortadoğu’yu belki tartışma programlarında kullanamayacağımız referanslarla ama dünyamıza derinlemesine nüfuz edecek şekilde anlatıyor.
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2016
Özgecan’ların Romanı Türkiye’nin ışık hızında değişen gündemine rağmen hepiniz Özgecan Arslan cinayetini hatırlıyorsunuz, değil mi? Mersin’in Tarsus ilçesinde 11 Şubat 2015’te tecavüz girişimine direndiği için bir minibüste öldürülen üniversite öğrencisi. “Kadınlar neden sardunyaları çok sever” diye soran ve kendisi sorusunu “ikisinin de kırıldıkça yeşeren dalları var, o yüzden” diyerek cevaplayan bir genç kız. Ruhunu kitaplarla besleyen bir hayalperest. Şiirler yazan, büyük kitaplık hayalleri kuran, günlüğüne Çarşamba Perisi adını veren, çantasında güvercinler için hep bir avuç buğday taşıyan, sevgi dolu ve etrafına da sevgi saçan bir genç kız. Özgecan’ın uğradığı vahşeti unutamadık. Unutmak istemedik. Belki de babası Mehmet Arslan’ın dediği gibi insanların “Artık yeter” dediği nokta oldu. Sabır taşının çatladığı nokta. Bahaettin Kabahasanoğlu da olanları unutamamış, içine sindirememiş olacak ki bir roman olarak içinden taşmış bu hikâye. “Çarşamba Perisi Özgecan”ı yazmak için önce ailesinin rızasını almış. Sonra aile fertleriyle uzun görüşmeler yapmış. “Çarşamba Perisi Özgecan” bir sansasyon romanı değil. Genç bir kızın, öldüğü güne kadar adım adım inşa olan kimliğinin, yaşamının, ailesinin, hayallerinin, umutlarının hikâyesi ve pırıl pırıl, sevgi dolu, bu dünyada yapacak çok işi, yaşayacak çok anısı olan bir gencin kötülüğün en karanlık hali tarafından yutuluşunun... “Çarşamba Perisi Özgecan”, Bahaettin Kabahasanoğlu, 388 s., Librum Kitap, 2016
Hermann Hesse’den Aforizmalar Uzunca bir zamandır piyasada bulunmayan ve meraklılarına sahaf raflarını işaret eden “İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez”, yeni baskısıyla Yapı Kredi Yayınları tarafından okura sunuldu. 1946 Nobel Edebiyat Ödülü ve 1954’te bilim ve sanat alanında Pour le Mérite Ödülü’nün sahibi olan Hermann Hesse romanları, öyküleri, denemeleri, şiirleri, politik makaleleri ve kültür alanındaki eleştirel yazılarıyla tüm dünyada tanınır. “İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez” politikadan kültüre, kitaplardan sevgi, mutluluk, ölüm temalarına açılan geniş bir yelpazede yazarın düşünce dünyasının kapılarını aralıyor. Hesse, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’yı terk ederek İsviçre’ye yerleşen ve Alman militarizmini yeren bir dergi çıkarır. 1911 yılında Hindistan’a yaptığı yolculuk da Doğu kültüründen esinlenmesine yol açar. Bu iki düşünsel eğilimin izleri “İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez”de açıkça görülüyor. Volker Michels tarafından derlenen bu seçki tek cümlelik aforizmalardan, bir-iki sayfalık denemelere ya da uzun bir politika yazısına kadar Hesse’nin metinlerinden örnekler sunuyor. Eğer daha önce Hermann Hesse okumadıysanız ama niyetiniz varsa “İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez”e yazarın yazınsal dünyasının fragmanı olarak bir göz atın derim. “İnanç da Sevgi de Aklın Yolunu İzlemez”, Hermann Hesse, Çev: Kamuran Şipal, 200 s., Yapı Kredi Yayınları, 2016
Yakam Beyaz, Anlayın Beni Biraz AYŞE BAŞCI
Y
ıllaaar yıllar önce çalıştığım pek havalı ajansta müşteri temsilcilerinin spor giyinmesi, ojesiz ve makyajsız dolaşması pek hoş karşılanmazdı. Neyse ki ben işin mutfağındaydım ve bu zorunluluklardan kaytarabiliyordum. Aradan yıllar geçti. Bugün de toplantılara (plazalarda yapılanlara bile) spor ayakkabıyla gitme lüksüne sahibim. Mutluyum. Plaza çalışanı değilim. Emekçiyim, hatta sözlük anlamıyla beyaz yakalının âlâsıyım ama her beyaz yakalı da köle olacak değil ya! Bu rahatlığa sahip olunca, plaza ortamlarının vazgeçilmez rengi beyaz yakalılar hakkında atıp tutmak kolay. Ya içlerinde olsaydım? Dahası, ya plazalarla kısa süre önce müşerref olmuş tazecik bir beyaz yakalı olsaydım? O zaman da herhalde “Mezeleri Güzel”i okur titrerdim; mücrim gibi baktıkça istikbalime. Erdem Aksakal halis muhlis bir beyaz yakalı. Plaza jargonunu/raconunu/riyasını yalamış yutmuş, yetinmemiş bir de yazmış! Aksakal’ın deyimiyle, “Ama itirafçı olan beni dahi şişleyemeyecek kadar iyi insanlarız, biz beyaz yakalılar.” Neticede beyaz yakalı da insan, değil mi ya? Ekmek parası peşinde koşan ama koştuğunu belli etmemek için sürekli terini silen/ parfümünü tazeleyen, hep daha çok çalışması gereken, olmadığı gibi görünmekle olduğu gibi görünmemek arasında sıkışıp kalmış bir “mahkûm”. O halde bu kitap bir sistem eleştirisi mi? Kısmen. Sistem elbette acımasız ama sistemlerin çalışmasını sağlayanlar insanlardır. Hep derler ya, “Almayın canım oradan bir şey, görün bakın hizaya geliyorlar mı gelmiyorlar mı?” Mikro ölçekte doğru olan bu cümle makro ölçekte yanlış mı? “Çalışmayın canım plazalarda filan! Emeğinizin sömürülmesine izin vermeyin!” Bunu söylemek mümkün mü? Bir beyaz yakalı sendikası ya da sığınma evi var mı? Erdem Aksakal kurmayı düşünür mü? Bir gün kendisine soralım. Zira her şeyi çok eğlenceli bir dille anlatabiliyor. “Mezeleri Güzel”, liseden mezun olan bir gencin üniversite tercihleriyle başlayıp adım adım beyaz yakalılar konvoyuna katılmasıyla, yani pre-beyaz yakalıcayı öğrenmesiyle devam ediyor: “CV, interview, marketing, business development, strategic planning, FMCG vs.” İşte tam da bu dönemde başlıyor pre-beyaz yakalının “Erdem Abi”den alacağı tavsiyeler: “Beyaz yaka olmanın raconunu adım adım böyle yakalayacaksın. Kendini kalaylayacaksın. Parlatacaksın. Her şeyi olduğundan daha afili göstereceksin. Abartacaksın.” Hedef? Sonunda “çok yoğunum” diyebilmek. Çünkü biliyoruz ki beyaz yakalıların dünyasında en önemli cümledir bu. Bütün günü manasız ve sonuçsuz toplantılarda geçirip yine de çok yoğun olmak mümkün. Güzel havalarda toplantıları plazanın girişindeki kafede yaparak da çok yoğun olunabilir. Hatta müşteri ziyaretleri öncesinde fön için kuaföre gitmek de bu çok yoğunluğun bir parçasıdır elbette. Gece yarıları gönderilen e-postalar ise kadayıfın üzerindeki kaymak. Çünkü çok yoğunuz. Neye göre, kime göre? “Bir beyaz yakalı her zaman, ‘Çok yoğunum,’ der demesine de, telefonla gelen otuz lahmacun siparişini on beş dakikada yetiştirmeye çalışan pide ustasıyla kıyaslanabilir bir yo-
aysebasci@hotmail.com ğunluk değildir onunkisi. Genel bir stres havası vardır ama yük taşımaz sırtında.” Gel zaman git zaman, beyaz yakalı “meeting set etmeye” de alışır, “challenge’lara karşı roadmap’ler geliştirmeye” de. Plazada geçirdiği zaman uzadıkça, Erdem Abi’sinin de tavsiyelerine uyarak, az çalışıp çok yoğun görünmenin yollarını; toplantılarda fenalık geçirmeden uzun süre dayanabilmeyi; işlerini başkalarına yıkmanın yöntemlerini; gittiği ortamlarda yakasından büyük görünmeyi öğrenir. Neticede beyaz yakalıdır. Ama aslında sadece beyaz yakalıdır. Yani: “Beyaz yakalı ah bir barışsa sınıfıyla, kendini anlayabilse. Halihazırda bir restorana gittiğinde kendini oranın patronundan üstün görüyor. Garsonla, otopark görevlisiyle muhatap dahi olmuyor. Halbuki gerçeklik şu. Beyaz yaka sınıfsal olarak garsonla ve bulaşıkçıyla aynı kadere sahip.” Hep beyaz yakalılara yüklenecek değil elbette “Mezeleri Güzel”. Patronlara da bir çift lafı var Erdem Aksakal’ın: “Muhtemelen bilmiyorsun patron. Çalışanlarından birinin, şu pazarlamadaki çocuğun hedefi çok yaşlanmadan bir dünya turuna çıkmak, çok paranın değil de 2-3 ay ara verip geri dönünce çalışabileceği bir işin derdinde. Üretim planlamadaki genç anne çocuğunu huzur içinde büyütebileceği bir iş yeri kreşi olsa, bebeği yakınında boy atsa belki daha mutlu olacak. Diğeri yetenekli bir dansçı ama dans kursları mesai saatine denk geliyor. Gidemiyor bir türlü. Bu hedefler sadece para ile alınmıyor değil mi sayın işveren?” Pre-beyaz yakalıya rehberlik etmek üzere yola çıkan kitap zaman zaman ağır bir beyaz yakalı, eleştirisine, zaman zaman trajikomik bir beyaz yakalı tablosuna, kimi yerde de sistemi eleştiren bir manifestoya dönüşüyor: “Kapitalizmin içinde doğan beyaz yakalı, kapitalizmi ve kendisinin kapitalizmdeki rolünü anlamamış. Hiç. Kendisi ne üreten kesim ne tüketen. … Sadece bir katalizör. Aracı. Tutuşturucu. Sahip olduğunu sandığı sistem ne varlığını umursuyor, ne de tercihlerini.” O halde hemen sorulabilir Erdem Aksakal’a: “İyi de birader, beyaz yakalı olmak madem bu kadar kötü, neden hâlâ oradasın?” Cevabını “patronla” yaptığı hayali tartışmada veriyor: “O yüzden gel harbi olalım, açık konuşalım. Ne sen benden sonsuz bir sadakat bekle ne ben senden bir tutku. Profesyonelce oyunumuzu oynayalım. Daha iyi değil mi?” Bu oyunu oynamak zorundaysak, böylesi daha iyi tabii. Ama o zaman da “başka bir dünya mümkün” demek mümkün mü, onu bilemiyorum. Bildiğim tek şey şu: Kitapçılara gittiğinizde kişisel ve profesyonel gelişim raflarına bakıp her seferinde “başarıya giden yol, filancanın öyküsü, şirketim evladımdır, ben bugünlere kolay gelmedim” tarzında iş dünyası masalları dinlemek yerine, bir de sistemin diğer tarafındakilerden dinlemek lazım “başarıyı”. Çünkü günün sonunda (ki nefis bir plaza klişesidir bu) şirketler ve koskoca ekonomiler beyaz yakalıların omuzlarında yükselecektir! “Mezeleri Güzel”, Erdem Aksakal, 160 s., Ot Kitap, 2016
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Mayıs 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“Yazarken Hesap Kitap Yapmam” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Canan Tan: Hepsinden ayrı ayrı etkilendiğimi söyleyebilirim. Ancak, çoğu hikâyeyi ağzından dinlediğimiz Yeter başrolde tabii. Selnur Aysever: “Hiçbir şey yapmadım ben, yalnızca zincirlerimi parçaladım,” diyor koğuşun Yeter ablası. Cinayet işlemesine sebep olan öyküsü Çilem Doğan davasına da benziyor. Özgürlük ile tutsaklık arasındaki bu ince çizgi için siz ne düşünüyorsunuz? Canan Tan: Çilem Doğan davası gündeme düşmeden çok önce ben hikâyelerimi tamamlamıştım. Cinayet nedenleri de çok farklı zaten. Orada, kocası tarafından fuhuşa zorlanan bir kadın, bizim öykümüzde ise kızını koruma güdüsüyle zincirlerini parçalayan bir kadın var. Ve ömrü boyunca tutsak yaşadığını düşünen Yeter, yaptığı eylemle özgürlüğüne kavuştuğuna inanıyor. Selnur Aysever: Cezaevlerinde kadınlar için açılan atölyelerden söz ediyorsunuz. Siz böyle bir atölyede bulundunuz mu? Nasıl değerlendiriyorsunuz bu çalışmaları? Canan Tan: Benim gittiğim ceza infaz kurumunda, eğitim faaliyetleri kapsamında çok sayıda kurs ve atölye çalışması vardı. Okuma-yazma, dikiş-nakış, takı tasarımı, kuaförlük, deri işleme, çanta-kemer ve mum yapımı; bilgisayar, resim, satranç, bağlama ve gitar kursları... Atölyelerde çalışanlar, iş yaparken cezaevinde olduklarını bir nebze olsun unuttuklarını söylüyorlar. Üstelik çalışma haklarına sahipler. Sigortalılar ve az da olsa para kazanabiliyorlar. Selnur Aysever: Gonca’nın kızı Mine’nin yaşamını okuyunca, cezaevlerinde çocuk olmak üzerine düşünmekten kendimi alamadım. Sizi nasıl etkiledi orada çocuklar? Canan Tan: Cezaevlerindeki çocukların yaşantısı başlı başına bir dram. Dört duvarın dışında bambaşka bir dünyanın olduğundan bile habersizler. Anala-
okuru. Okurken oluşan bu etkiden, siz, o kadınlarla konuştuktan ve yazım süreci bittikten sonra kurtulabildiniz mi? Canan Tan: İtiraf etmeliyim ki, beynimde ve yüreğimde şiddetli depremler yaratan bir çalışmaydı. Hâlâ etkisinden kurtulmuş değilim. Artçı sarsıntılar sürüyor... Selnur Aysever: Biraz da yazarlığa seçme hikâyenizden söz edelim. Lise yıllarında edebiyata ilginiz açıkça görülüyormuş. Hatta ödül bile almışlığınız var. Peki, neden yönünüz eczacılığa çevrildi? Canan Tan: Evet, lise son sınıfta Hisar Dergisi yazarlarından (İlhan Geçer, Necati Karaer, Mehmet Çınarlı, Sami Aşar) oluşan bir seçici kuruldan şiir ödülü aldım. Fen kolunda olduğum halde, Ankara Kız Lisesi’nin gazetesini edebiyat öğretmenimle beraber ben çıkarıyordum. İlk köşe yazılarım o gazetede çıktı. Bütün amacım Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Basın Yayın Bölümü’ne girmekti. Puanın mı tutmadı diyeceksiniz. Tam tersine, fazla geldi puanım. Türkiye derecesiyle, tercih listemdeki tüm okullara girebiliyordum. Ancak babamın, “Eczacı ol, emekliliğimde ben otururum eczanende, sen de ne istersen yaparsın” demesiyle Eczacılık Fakültesi’ne girdim. Ama ne babam benim eczanemde oturabildi, ne de ben gönlümde yatanı gerçekleştirebildim. Gene de yaptığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadığımı belirtmek isterim. Şu anda bulunduğum yeri hak edebilmek için o yolları arşınlamam gerekiyormuş... Selnur Aysever: “Eroinle Dans”ı okuyan bir genç kitabınız sayesinde madde kullanmayı bıraktığını söylemiş. Edebiyatın insanları sağaltıcı bir tarafı olduğunu ve dönüştürmek ve iyiye sevk etmek gibi bir misyonu olduğunu düşünüyor musunuz? Canan Tan: Yazarken asla hesap kitap yapmam. “Eroinle Dans”ta da birilerine ders vermek, “Aman
İçerdekiyle dışardaki arasında yalnızca üç beş saniye fark var. En ağır suçlar o birkaç saniye içinde işlenebiliyor. “Dışardakiler çok mu masum?” diye soruyor kelepçeliler. Değil tabii. Herkes, hiç ummadığı bir anda kapkara bir çukurun dibinde bulabilir kendini... rının koynunda uyuyor, onlarla aynı yemeği paylaşıyor, yaramazlık yapmayı bile öğrenemeden; babasız, oyuncaksız çile dolduruyorlar. “Eksik büyüyen” ve yaşamları boyunca bir yanlarıyla eksik kalacak çocuklar onlar... Selnur Aysever: Cezaevinden sonraki yaşam, cezaevinde yaşamak kadar zor olmalı. Hükümlülerin yaşamlarını devam ettirebilmeleri konusunda ne kadar bilinçli ve hazırlıklı bir toplumuz? Canan Tan: Toplumuzda, tahliye olan tutuklu ya da hükümlüye lekeli ve sakıncalı gözüyle bakılıyor. Ve bu kişiler ikinci, hatta üçüncü sınıf vatandaşlar olarak katılıyorlar aramıza. Tüm mahkûmların en kaygı duyduğu konu, çıktıktan sonra ne yapacağı. Genellikle evleri barkları, paraları, destek olacak yakınları, dostları olmuyor. Sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Gerçekten de işleri çok, ama çok zor! Selnur Aysever: Beyza “Büyük konuşmasın hiç kimse! Kimse benim başıma gelmez demesin,” diyor. “Kelepçe”nin okura vermek istediği ana mesaj diyebilir miyiz bu söz için? Canan Tan: Evet, içerdekiyle dışardaki arasında yalnızca üç beş saniye fark var. En ağır suçlar o birkaç saniye içinde işlenebiliyor. “Dışardakiler çok mu masum?” diye soruyor kelepçeliler. Değil tabii. Herkes, hiç ummadığı bir anda kapkara bir çukurun dibinde bulabilir kendini... Selnur Aysever: “Kelepçe” bir solukta okunuyor. Ancak bittikten sonra izi kalıyor. Düşünmeye itiyor
ha, şöyle yaparsanız sonunuz böyle olur!” gibi bir mesaj verme amacım asla olmadı. Romancıyım ben. Yüreğimden taşıp kalemimin ucuna dolananı satırlarıma dökerim. İsteyen istediği dersi ve yorumu çıkarır yazdıklarımdan. Ancak, “Eroinle Dans”ın kendi misyonunu yarattığını düşünüyorum ve bu kitap sayesinde uyuşturucu illetinden kurtulanları duydukça mutlu oluyorum. Selnur Aysever: Pek çok yazın türünde eseriniz var. Sizi yazarlığınızda en doyuran tür hangisidir? Neden? Canan Tan: Sanırım bu durum, değişken bir yapıya sahip oluşumdan kaynaklanıyor. Yanı sıra, türden türe atlamak, örneğin “Kelepçe” gibi ruhen yoran bir romanın ardından mizah öyküleri ya da bir çocuk kitabı yazmak dinlendiriyor beni. Üzerinde çalıştığım kitap hangi türdeyse, o an beni en çok doyuran tür de o oluyor. Selnur Aysever: Bir de gülmece ödülleriniz var. Mizah ile kadının pek yan yana geldiğini göremiyoruz. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Canan Tan: İlk kitabım “İster Mor, İster Mavi”, Aziz Nesin gülmece öyküsü ödülü alarak basılmıştı ve “Türkiye’nin ilk ve tek kadın mizah yazarısınız!” demişlerdi bana. Daha sonra Rıfat Ilgaz yarışmasından da birincilik ödülü aldım. Tescilli bir mizah yazarıyım anlayacağınız. Kadın yazarlarımız pek rağbet etmese de, bu türde yazmayı çok seviyorum ben. Ancak, bizim insanımız gülmekten çok hüzünlenmeyi yeğliyor sanırım.
Selnur Aysever: Kadın yazar tanımını kabul etmediğinizi söylüyorsunuz. Ama romanınız “Pembe ile Yusuf”, “Kelepçe” ülkemizdeki kadın gerçeğine, kadına yönelik şiddete karşı yüksek sesli bir itiraz olarak da okunabilir. Kadın olmasaydınız bu kitapları yazabilir miydiniz sizce? Canan Tan: “Erkek yazar” diye bir tanım olmadığından, “Kadın yazar” kalıbı ayrımcılık gibi geliyor bana. Ancak, kadın sorunlarını ille de kadınlar yazar diye bir kural da yok. Ama özellikle “Pembe ve Yusuf”taki gibi hassas konularda kadın duyarlılığının öne çıkması doğal. Aynı duyarlılığı yüreğinde hissedebilen bir erkek de, bu tür bir romanı yazabilir. Selnur Aysever: Türk Kütüphaneciler Derne ği’nden, Türkiye’deki bütün il ve ilçe kütüphaneleri bazında, “2009 yılının en çok okunan yazarı” ödülü almışsınız. Kütüphanelerin ziyaret yoğunluğuna bakacak olursak, okurun sizi orada da tercih ediyor olmasını nasıl yorumlarsınız? Canan Tan: Kütüphane okuru çok özeldir, ancak okuyacağı kitabı ödünç alır ve mutlaka okur. Bu yüzden aldığım bu ödülü önemsiyorum. Yanı sıra, her yılın sonunda Türkiye’nin dört bir yanındaki pek çok halk kütüphanesinden en çok okunan yazar seçildiğimi bildiriyorlar. Halka ve gerçek okura ulaşabilmek mutlu ediyor beni. Selnur Aysever: Ne olursa olsun yazar mıydınız sizce? Yazmak sizin için bir ihtiyaç mı, profesyonel bir uğraş mı? Canan Tan: Yazmak, önüne geçilemeyen farklı bir dürtü. Ancak, okunmaya değer görülmeseler, yazmayı sürdürmezdim. Edebiyata delicesine tutkun olsam da... Evet, edebiyat benim en büyük aşkım. Yazmak da bu büyük aşkın içinde erimeye eşdeğer. Böylesine derin bir sevda, profesyonel uğraş olabilir mi? Benim geçimimi sağlayan bir mesleğim var zaten. Eczacıyım. Ama yetmedi. Parasal yönünü asla düşünmeden yola çıktım. Ulaştığım noktada da maddiyat, en son planda gelir. Selnur Aysever: Çok okunan yazar olmak yeni bir kitaba başlarken baskı yaratıyor mu sizde? Canan Tan: Baskı söz konusu değil. Ancak, sorumluluklarımın da farkındayım. Okurlarıma daha iyiyi, daha güzeli verebilmek kaygısı her an benimle... Ve her zaman benimle olacak!
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2016
KISA KISA İçedönüklerin Sessiz Gücü Sylvia Loehken, Paloma Yayınevi Kariyer kitaplarının çoğu sosyal ilişki ağları kurmayı önerir. Dışadönük insanlara odaklanan bu kitaplara karşın, dünya nüfusunun yüzde 30’u içedönük insanlardan oluşur. Dr. Loehken, bu kitabında iş dünyasında içe dönüklere koçluk yaparak edindiği deneyimleri okurla paylaşıyor.
Âdem ile Havva’nın Güncesi Mark Twain, Nora Kitap Mark Twain, yazarlık hayatı boyunca Âdem ile Havva’nın öyküsüne özel bir ilgi gösterdi ve sık sık bu konuya döndü. “Âdem ile Havva’nın Güncesi” orijinal desenleriyle birlikte Nora Kitap etiketiyle basıldı. Mark Twain’den ilk aşka ve ilk kayba dair komik ve dokunaklı bir hikâye.
Oksijen Andrew Miller, Kırmızı Kedi Yayınevi Ailesini geçindirmek için karanlık işlere giren Larry; kırılgan ve annesine bağımlı Alec; İngiltere’deki kır evinde ölümü bekleyen anneleri Alice ve bu aileyle bir ilişkisi yokmuş gibi gözüken ünlü oyun yazarı László... 2011 Costa Ödüllü Miller’dan, özgürleşme üzerine şiirsel bir roman.
Yalnız Konuşmalar Andres Neuman, Soyka Yayınevi “Yalnız Konuşmalar”, insanların ölüm, sevgi, cinsellik ve yalnızlık üzerine düşüncelerinin nasıl değiştiğini bir aile üzerinden, sade ve akıcı bir dille anlatıyor. Kadın, erkek ve 10 yaşındaki bir çocuğun hayatı nasıl algıladığını kısa ama vurucu bir biçimde gösteriyor.
Kardeşimin Bekçisi Zeynep Ergun, Labirent Yayınları Ülkemizde polisiye edebiyat üzerine yapılan akademik çalışmaların eksikliğini giderecek çarpıcı tespitlere yer veren bu eserde, aklınızdaki pek çok soruya cevap bulacaksınız. Dedektif karakterlerinin nitelikleri, sınıfsal ve cinsel çatışmalar kitabın başlıkları arasında.
Pandora’nın Kutusu Ferdie Addis, Akılçelen Kitaplar Günlük konuşmalarımızda pek çok kavram ve deyimi sıklıkla kullanırız. Fakat bunların gerçek anlamının ne olduğunu ya da bu kavramlara ilham kaynağı olan mitolojik efsaneleri bilmeyiz. “Pandora’nın Kutusu”, mitolojiye ve Antik Dönem metinlerine eğlenceli bir geziye çıkarıyor.
Türkiye’nin Pop Müziği Uğur Küçükkaplan, Ayrıntı Yayınları Yarım yüzyılı aşkın bir zamandır milyonlarca insanın hislerine tercüman olan pop müziği; icracılar, besteciler, söz yazarları, aranjörler ve çeşitli akımlardan hareketle geniş bir perspektifte ele alan Küçükkaplan, çalışmasını bilimsel bir zemine oturtuyor.
Şansın Matematiği Var mı? OZAN EZGİ BERBEROĞLU
G
eleceği görebilmek çoğumuzun çocukluk hayallerinden. Yapacağınız bir iş görüşmesinin sonucu, gireceğiniz sınavdan alacağınız puan ya da karşınızdaki oyuncunun bir sonraki hamlesi... Öngöremediğimiz durumları etkileyen kontrol dışı birçok faktörün varlığını kabul ederiz. Bilgi seviyesi, motivasyon ya da zamanlama. Kimi tüm bu bileşenlerin şekillendirdiği geleceği kader kimi ise rastlantı olarak tanımlar. Ancak çoğumuz geleceğin neredeyse hiç tahmin edilemeyeceği konusunda hemfikiriz. Ünlü Carl Sagan biyografisinden tanıdığımız William Poundstone, geleceği bilmeyi vaat etmese de, yakın zaman tahminlerinin bilimsel yollardan yapılabileceğini öne sürüyor. Şans oyunları, spor müsabakaları ya da sınavlarda istatistik ve davranışsal psikolojiden yararlanılarak bir sonraki adımın tahmin edilebileceğini söyleyen yazar, kitabı “Taş Kağıt Makas”ta bunun ilginç formüllerini okurla paylaşıyor. Edgar Allan Poe’nun dedektifi C. Auguste Dupin, “Çalınan Mektup” adlı hikâyede saklı bir şantaj mektubunu bulmaya çalışır. Dedektif “tekler ve çiftler” oyununa benzer bir yol izler. Poe’nun analizine göre “düz” bir insan, sürekli hamle değiştirerek öngörülemez olmayı hedefler. Önce çift sayı seçer, sonra tek. Bu da zeki bir rakibe bariz bir karşı strateji sunar. Ama “bir nebze daha az düz” bir insan, aldatmacaya başvurabilir. İlk tercihini değiştirmek yerine tekrar eder. Dupin de bu mantıkla, karşısındaki üstün zekâlı bir suçlu olduğu için ondan aldatmacalı bir hamle bekler. Poe, suçlunun en uzak şüpheli olduğu dedektiflik hikâyesi geleneğinin ve bu açıdan suçlunun az çok tahmin edilebilir olması paradoksunun kurucularındandır. Varsayımsal analizler ve karşı tarafın hamlelerini tahmin etme pratiği psikolojinin ve istatistiğin çokça incelediği durumlardır. Yaptığımız tercihleri evrimsel psikolojiden, kültürel etkilenimlere kadar birçok bileşene dayandırabiliyoruz. Tüm bileşenlerin doğru bir istatistikle analizi ise bizi en iyi seçime götürmeye yardım edebilir. Kitaba adını veren taş-kâğıt-makas oyununu okul bahçelerinde oynamayanımız yoktur. Rakibin hamlesini tahmin etmek üzerine kurulu bu oyunda şanstan başka şeylerin de kazanmanız üzerinde etkili olduğunu düşünmüş müydünüz? Bu oyunda, üç hamlenin sırası her ne kadar gelişigüzel olarak seçilse de, seçimlerin kültürel faktörlerin etkisi altında olduğunu Poundstone’un yaptığı istatistik çalışmalarında görüyoruz. Yazarın verilerine göre “taş”, aslında bir testosteron seçimi. Oyunun en agresif hamlesi olan “taş” atak oyuncular tarafından daha çok seçiliyor. Dünyada düzenli olarak gerçekleşen taş-kâğıtmakas turnuvalarına katılanların çoğunun erkek olduğu görülüyor. Buradan oyundaki tercihlerin daha “maskülen” ihtimallere yoğunlaştığı gerçeğini çıkarıyoruz. Bu noktada, erkekler arasında oynanan bir oyunda deneyimsiz olarak katılan oyuncunun yapabileceği en iyi seçim kâğıt. Çünkü kâğıt, ortamda seçilme ihtimali en yüksek olan hamleyi, yani taşı yenen tek seçenek. İstatistik çalışmaları kadınların en çok makas hamlesini yaptığını söylüyor. Yani rakibiniz bir kadınsa kâğıdı seçmeniz büyük ihtimalle sizi
ozanezgiberberoglu@gmail.com yenilgiye götürecek. Acemi oyuncular aynı hamleyi ardı ardına iki kereden fazla tekrarlamaktan hoşlanmıyor. Bunu rastgele olarak kabul edemiyorlar. Bu da iki kez üst üste taş hamlesi yapan bir oyuncunun bir sonraki hamlede başka bir durumu seçme ihtimalini yükseltiyor. Buradaki karşı strateji, iki kere tekrarlanan hamleyi hangi hamleyle yenebiliyorsanız onu seçmek. Farz edelim rakibiniz arka arkaya iki kere taşı seçtiyse bir sonraki turda makası seçmeniz gerekir. Rakibin bir daha taşı seçme ihtimali düşük olduğundan yenilmeyeceğiniz tek hamle makas olacaktır. Zira rakip kâğıt yaparsa makas yener, makas yaparsa berabere kalırsınız. Sınavlar hayatımızın her devresinde karşımıza çıkan zorluklardan. Sınavları hazırlayanlar, doğru cevabı tahmin edecek bilgiden yoksun kişiler için sınavı zorlaştırmaya çalışır. Çoktan seçmeli sınavlar için bu durum her şıkkın doğruluk ihtimalinin eşit olması gerektiği anlamına geliyor. Üç seçenekli bir sınavda (A, B ve C) her şıkkın doğru olma ihtimali neredeyse birbirine eşit. Şık sayısı dörde çıkınca en çok tercih edilen, ikinci cevap yani “B” oluyor. Bu oran yüzde 28, yani dört cevabın her biri için beklenen yüzde 25’ten daha yüksek. Şık sayısı beşe çıktığında ise yüzde 23 gibi bir oranla en sık doğru çıkan yanıt son seçenek, yani “E” şıkkı. En az tercih edilen ise yüzde 17’lik bir oranla ortadaki şık, yani “C”. Görünen o ki sınav hazırlayan kişiler üç seçenekli sınavlarda oranlamayı farkında olmadan doğru tutturuyor ama şık sayısı üçten fazla olunca bunu başarmakta zorlanıyorlar. Bu da seçenek sayısı arttıkça rassallık kalitesinin düştüğünü gösteren deneysel bulgulara paralel bir durum. Çoktan seçmeli testlerde doğruyu bulmak isteyenler için işte birkaç tüyo: Doğru yanlış testlerinde, “doğru” olan cevaplar daha fazla. Dört şıklı çoktan seçmeli sınavlarda, ikinci şık (B) genelde doğru olan. “Yukarıdaki şıkların hepsi” ve “yukarıdaki şıkların hiçbiri” seçeneklerinin doğru cevap olma olasılığı aşırı yüksek. Bir önceki soruda doğru olan şıkkın, örneğin “A” şıkkı, bir sonraki soruda doğru olma ihtimali düşük. SAT gibi standart hale getirilmiş testlerde uygulanacak strateji, aykırı olanı elemek. Diğerlerinden çok farklı olan bir şıkkı işaretlemekten kaçınmak ise en doğru yaklaşım. Belki de en büyük hayaliniz bir gün lotoyu kazanıp hayatınızı değiştirmek ya da zorlu bir sınavı sorunsuzca geçip kendinize yepyeni bir kariyer imkânı yaratmak. William Poundstone salt şansa dayandırdığımız tahmin oyunlarını bilim ve istatistik kullanılarak daha kolay hale getirmenin yollarını keşfetmemizi sağlıyor. Lotoda şanslı rakamlar hangileri? Kart oyunlarında rakibinizi nasıl okursunuz? Bahis oyunlarında doğru tahminleri nasıl yaparsınız? Bunun gibi birçok sorunun cevabını rastlantı teorisinden uzak, tamamen matematiksel kanıtlarla öğrenmek için “Taş-Kağıt-Makas: Bilinebilecek Kadarını Bilme Sanatı” eğlenceli bir deneyim sunuyor. “Taş-Kağıt-Makas: Bilinebilecek Kadarını Bilme Sanatı”, William Poundstone, Çev: Zeynep Yeşiltuna, 328 s., Domingo Yayınevi, 2016
Mayıs 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Bir İstanbul Bilimkurgusu! CEYHAN USANMAZ
B
arış Müstecaplıoğlu’nun ismini ilk olarak, 2002’de yayımlanan “Korkak ve Canavar” romanıyla duymuştuk. Okurlarını bambaşka diyarlara davet eden bu romanıyla Barış Müstecaplıoğlu’nun kendisi de, Türkçe edebiyatta pek sık adım atılmamış bir diyara girmiş oluyordu. “Korkak ve Canavar,” Türkçe edebiyatta ilk fantastik kurgu serisi kabul edilen “Perg Efsaneleri”nin ilk kitabıydı. Bu noktada kitaplaşmış bir doktora tezini hatırlatabiliriz sanırım. Pelin Aslan Ayar’ın geçen yıl içinde yayımlanan “Türkçe Edebiyatta Varla Yok Arası Bir Tür: Fantastik Roman” başlıklı çalışması, Türkçe edebiyat tarihi içinde fantastik roman türünün izini sürüyordu. 19. yüzyıl sonundan 1960’a kadarki zaman dilimine odaklanan çalışmada Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Suat Derviş gibi isimlerle karşılaşmıştık. Aşina olduğumuz bu isimlerin fantastik roman türündeki eserleri hakkında diğer eserlerine göre daha az bilgiye sahibiz. Ne de olsa fantastik kurgu “yüksek” edebiyattan sayılmayan, hatta kimi zaman ciddiye bile alınmayan bir “yok tür!” Benzer bir görmezden gelme hali, hiç kuşkusuz bilimkurgu için de geçerli. Bilimkurgu da, tıpkı fantastik kurgu gibi bu toprakların çorak arazileri! Ama elbette, tümüyle de çölleşmiş olduğunu ya da bir kökene dayanmadığını söyleyemeyiz. İşte bu noktada da bir başka doktora teziyle karşı karşıya geliyoruz. 2013’te yayımlanan “Osmanlı Bilim Kurgusu: Fennî Edebiyat” isimli kitabında Seda Uyanık, 19. yüzyıl sonu ve erken 20. yüzyılda Osmanlı edebiyatında bilimi merkeze alan anlatıları irdeliyordu. Kitaptaki tanımla; “Konusunu fennî olaylardan, keşif ve icatlardan alan, ileride olması tahayyül edilen teknolojik gelişmelere yer veren, aya, gezegenlere, uzak kıta ve denizlere yapılan heyecanlı seyahatlerden bahseden roman türü”nden... Ahmet Mithat’ın “Fennî Bir Roman Yahut Amerika Doktorları”ndan (1888) Yahya Kemal Beyatlı’nın “Çamlar Altında Musahabe”sine (1913), Hasan Rûşenî Barkın’ın “Rûşenî’nin Rüyası: Müslümanların ‘Megali İdeası’ Gaye-i Hayâliyesi”nden (1914) Refik Halid Karay’ın “Hülya Bu Ya...”sına (1921), Abdülhak Hâmid Tarhan’ın “Arzîler”inden (1925) Behlül Dânâ’nın “Makineli Kafa”sına (1928)... İsimler yine tanıdık ama kaleme aldıkları eserler için aynı şeyi söylemek güç; diğer bir deyişle Seda Uyanık, kanon dışı kalmış, günümüzde haklarında çok az bilgi olan ve edebiyat araştırmalarında adları pek anılmayan metinleri görünür kılıyordu bu çalışmasıyla. Pelin Aslan Ayar, eğer bir gün “Fantastik Roman” çalışmasının kapsamını genişletmek isterse, elbette Barış Müstecaplıoğlu’nun “Perg Efsaneleri” dörtlemesine de ayrı bir başlık açacaktır; peki ama, geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Osmanlı Cadısı” isimli yeni romanıyla, Barış Müstecaplıoğlu’nu Seda Uyanık’ın “Osmanlı Bilim Kurgusu” çalışmasına da dahil etmek mümkün olur mu? Ne de olsa “Osmanlı Cadısı,” Osmanlı dönemini de içine alan “bir İstanbul bilimkurgusu” olarak yayımlandı! Yine pek adım atılmamış bir alanda kalem oynatmayı seçtiğini görüyoruz Müstecaplı
ceyhanusanmaz@gmail.com oğlu’nun; ismiyle, alt başlığıyla, kapak görseliyle albenili bir roman “Osmanlı Cadısı.” Ancak fazlasıyla bir beklentiye girilmişse, hayal kırıklığı yaratabilir. İki ana eksende ilerliyor hikâye. Bir tarafta, “Osmanlı’nın köpekbalığı” olarak nam salmış Şahmeran kalyonunun reisi Haymanalı Süleyman Paşa ile güzelliği her göreni çarpan Ayşe’nin hikâyesi var (daha çok Ayşe’nin hikâyesi); diğer tarafta da, günümüzden uzak bir gelecekte, bir “şehir cumhuriyeti”ne dönüşmüş İstanbul’da yaşayan özel dedektif Kemal’in hikâyesi... Süleyman Paşa, karşılaştığı “olağanüstü” bir kazadan kurtardığı “olağanüstü” yeteneklere sahip Ayşe’yi yabancı gözlerden koruyup kollamaya; Kemal de, ilk başta pek hevesli olmasa da sonradan kabul etmek zorunda kaldığı, kendi geçmişini de kurcalayacağı bir cinayeti aydınlatmaya çalışmaktadır... “Osmanlı Cadısı”nın hikâyesi, insanın ara sıra izleme ihtiyacı duyduğu gibi bir aksiyon filmi temposunda okunabilir. Hoşça vakit geçireceğiniz muhakkak. Ama bilimkurgunun, örneğin “uzay operası” türünden hoşlanmayanlardansanız, elinize aldığınız her bilimkurgu romanından teknolojik keşif beklentiniz varsa (Müstecaplıoğlu günümüzde mevcut araçların, aletlerin önüne “mikro”, “mega”, “heli” ve “tele” ön eklerini getirmeyi tercih etmiş yalnızca) ya da çok çok derin toplumsal göndermelerin izini sürüyorsanız; “Osmanlı Cadısı” beklentileri karşılamayabilir. Ancak bu roman, “Bir İstanbul Bilimkurgusu” altbaşlığının çekiciliğini, bana göre, her daim koruyacaktır. Mesela elektronik nazar boncuğu, aslına bakarsanız “hoş” bir keşif: “Elektronik nazar boncuklarının, etraftaki nazar, kem göz ve kıskançlık düzeyini algılayabildikleri, insanlardan gelen bu tür zararlı altıncı boyut dalgalarına göre parlaklıklarının artıp azaldığı söylenirdi. Bilimsel olarak etkileri kanıtlanmış olmasa da, oldukça popülerdiler. Kadının boynundaki epey soluktu, odadaki herkesin kendi dünyasıyla ve sorunuyla meşgul olduğu, kimsenin kimseye nispet edecek hali olmadığı düşünülürse bu son derece normaldi.” Benzer şekilde, günlük hayatımın vazgeçilmezi metrobüsün “hızlıbüs”e dönüşmesi de benim için hem “komik” hem de “kurtuluş”un uzak gelecekte bile görünmemesi anlamında “trajik” bir keşif. Belki ufak bir rahatlama sağlayabilirdi, keşke şu numaratör sisteminin ayrıntılarına biraz daha inseymiş Müstecaplıoğlu: “Hızlıbüs duraklarında bekleyen insan kalabalıkları bu mesafeden bakınca iç içe geçmişler gibi görünüyordu. Duraklarda yaşanan ölümcül kavgalar çoğalınca, yıllar önce numaratör sistemine geçilmişti, bekleyenlerin büyük bölümü ancak on ya da daha fazla hızlıbüsten sonraki bir araca binebilecekti. Yine de duraktan ayrılırlarsa o hengâmede geri dönemezler korkusuyla oldukları yerde bekliyorlardı. Teknoloji tarihi derslerinde ulaşım araçlarında yaşanan gelişmelerden övgüyle bahsedilirdi, fakat bu gelişmeler bile şehirdeki nüfus artışıyla başa çıkmaya yetmemişti.” “Osmanlı Cadısı”, Barış Müstecaplıoğlu, 268 s., Doğan Kitap, 2016
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2016
KISA KISA Dünyayı Değiştiren Düşünürler 2 Sadık Usta, Yordam Kitap Bu kitapta; Kopernik, Bodin, Bacon, Galileo, Hobbes, Descartes, Milton, Spinoza, Locke, Leibniz, Meslier ve Montesquieu, hem dönemin koşullarını anlatan özgün sunuş yazılarıyla hem de kendi yapıtlarından okuma parçalarıyla yer alıyor.
Kız Koşucu Carrie Snyder, Alef Yayınevi 1908’de Ontario taşrasında bir çiftlikte dünyaya gelen Aganetha Smart’ın koşma tutkusunu anlatan kitap, kadınların ilk defa 800 metre koştuğu 1928 Amsterdam Olimpiyatları’nı, iki savaş arası yıllarda bağımsız bir kadın olarak hayat mücadelesi vermenin zorluklarını okura yaşatıyor.
Albayım Hasip Akgül, Ayrıntı Yayınları Emekli Albay Yurdanur Yılmaztürk’ün evinin basıldığı 7 Kasım 2007’den bir gün öncesinden başlayarak bir hikâye anlatılıyor. Olayları Albay’ın büyük oğlu Kemal’in gözünden izliyoruz. Romanın kurgusunda fantastik öğeler de yok değil.
Yaşamın Kökeni Peter M. Hoffman, Say Yayınevi Bilim bize canlıların cansız moleküllerden oluşan karmaşık yapılardan ibaret olduğunu söylüyor. Bu görüş doğruysa, hücrelerin ve organizmaların belli bir amacı varmış gibi görünen hareketi nereden kaynaklanıyor? Fizikçi Peter M. Hoffmann bu sorunun yanıtını arıyor.
Yolculuklar ve Öteki Yolculuklar Antonio Tabucchi, Can Yayınları Tabucchi’nin yaşamı boyunca ayak bastığı farklı coğrafyaları bizlerle paylaştığı büyüleyici bir yolculuk kitabı. Bir yanda sokaklar, meydanlar, müzeler, lokantalar; diğer yanda o coğrafyaların yazara duyumsattıkları… Tabucchi, mekânlarla olan ilişkilerimize bakmamıza olanak sunuyor.
Türkiye’nin Kaderini Değiştiren Kriz Yaman Törüner, Pegasus Yayıncılık Ülkemizin yakın tarihindeki para politikalarının ve ekonomik modellerin oluşturulmasında bizzat emek vermiş olan yazar, 1997-2002 yıllarında yaşanan büyük ekonomik krizi kendi tanıklığı üzerinden ele alıyor. Krizin neden ve sonuçlarını yeniden değerlendirme imkânı sunuyor.
Kahvaltı & Brunch Nathalie Stoyanof, Remzi Kitabevi “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” diyen Cemal Süreya haklı olmalı! İki asırlık pastane Beyaz Fırın’ın beşinci kuşak temsilcisi Nathalie’den, kahvaltı sofralarınız için lezzetli tarifler bu kitapta. Damak tadına hitap eden bol çeşitli mönüler sizi bekliyor.
Bir “Fenomen” Olarak W. G. Sebald MELİSA KESMEZ
C
em İleri, Bilge Karasu’nun yapıtını bir bütün olarak ele aldığı kapsamlı incelemesi “Yazının da Yırtılıverdiği Yer”den sonra, bu sefer W. G. Sebald hakkında bir deneme kaleme aldı. “Okurun Belleği” adını taşıyan çalışmada “Sebald fenomeni”ni ele alan İleri, Sebald’ı Walter Benjamin’le yan yana okuyor, Sebald’ı “Benjamin okuru Sebald” olarak masaya yatırıyor. Enis Batur’un belirttiği üzere “Benjamin ve Sebald’ı hem yan yana, hem karşılıklı yürütüyor”. İleri, K24 için Sibel Oral’a verdiği röportajda bu kitabının da Karasu çalışması gibi, bir tür okuma denemesi olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Kesinlikle akademik bir çalışma değil. (...) İkisinde de amacım, kabaca, ele aldığım yazarın üslup özelliklerini, edebiyata bakışını, kendisini ilişkilendirdiği yazınsal hattı, hatta giderek dilini ödünç almak, kendime mal etmek ve yazarın yaratmak istediği okuma deneyiminin bir benzerini kendi metnimde yineleyebilmekti. Okuma deneyiminin yazıya aktarılması çabası. Bunun olanaklı olup olmadığının sınanması da denebilir. Barthes buna üst-okuma diyor, okumanın okuması. Bir tür kurmaca karakteri olarak düşünülen ‘okur’un metin içindeki serüveni.” Ellili yaşlarına kadar deneme yazan bir akademisyen olan ve bir anda eleştirel yazıdan, anlatıya, yani kurmaca metne geçen Sebald’ın geride bıraktığı birikim kuşkusuz incelemeye, hakkında düşünmeye değer. Bilinen o ki, Türkçeye çevrilmiş olsa da Türkiye’de pek karşılığını bulamamış bu mühim yazar üstüne dünyada fazlasıyla konuşuluyor. Hakkında yüzlerce akademik çalışma var ve yenileri yapılmaya devam ediyor. Sebald’ın mirası, sayısız derleme, makale, konferans ve sempozyumda mercek altına alınıyor. Ona ve yazdıklarına gösterilen öyle bir alaka ki, yapıtlarının topografyasını keşfetmeye yönelik geziler bile düzenleniyor. Cem İleri’nin aktardığı üzere “Sebald hastalığı” deniyor buna, ki İleri derhal ekliyor: “Ne mutlu ki, yalnız ve güzel ülkemizi teğet geçti bu hastalık!” Ona göre bu durumun okuru yönlendiren yayıncılarla ilgisi büyük. Sebald’in bir trafik kazası sonucu erkenden hayata veda etmesi elbette bu alakayı körüklüyor ama asıl mesele onun geride bıraktığı yapıtın nadir karakteristiği; düşünce yazısından anlatıya evrilen ve farklı bir kurmaca tarzına örnek olan bu yapıtta deneme ve kurmaca iç içe geçiyor. Ki bu Sebald’ın metninin temel mekanizmasına dönüşüyor: “Eleştirel düşüncenin anlatısal olanaklarla karşılaştığı bu anda, metnin her iki yana birden savruluşunu engelleyebilecek mihenk taşlarına gereksinim vardır. Sebald bu olanaksızlıktan yeni bir olanak yaratacaktır.” Metin ayrıca bir okur olarak Sebald’in çok farklı yerlerden yaptığı alıntılarla zenginleşen, bir sürü farklı alanı yan yana getiren ve birbirine teyelleyen parçalı yapısıyla türler arası bir yerde seyrediyor. İleri “son on yılların en büyük edebi başarısı” diyor Sebald yapıtı hakkında ve ekliyor: “Winfried Georg Sebald, 20. yüzyılın son çeyreğindeki üretimiyle edebiyattaki son ‘olay’ı meydana getirdi. Birkaç kısa metnini ve akademik çalışmalarını dışarıda bırakırsak, Sebald’in yapıtı sadece yalnızca dört kitaptan oluşuyor. Hak-
kesmezmelisa@yahoo.co.uk kında yazılanların oluşturduğu külliyatsa kütüphaneler dolduracak genişlikte. Birdenbire ortaya çıkıp bütün dikkatleri üzerine çeken gizemli yazarın yapıtı, Avrupa düşüncesinin kendisiyle son, görkemli hesaplaşmasına denk geliyordu hiç kuşkusuz. Büyük bir kültürün, yıkımın eşiğinde, geçmişini yeniden anımsaması, defteri kapatmadan önce gerçekleştirdiği son envanter çalışması.” Bu haliyle okuma ve yorumlama olasılıklara fazlasıyla açık hale gelen Sebald metni, yazmak kadar okumayı da önemsiyor ve okurun tecrübesiyle ve belleğinin nasıl işlediğiyle ilgileniyor. Cem İleri “kendisi üst-okuma olan bir metni okuma denemesi benimkisi” derken, aslında çalışmasını en net şekilde özetliyor: Bir okurun (Sebald) çok çeşitli kaynaktan derlediği, bir araya getirdiği bir metni okuyan bir başka okurun (İleri) okuma deneyimi, “Okurun Belleği”. Kitap büyük oranda Benjamin hakkında. Sebald’ın yapıtının ardında, “bütün karmaşıklığıyla boy gösteren” Benjamin’i gören İleri, Sebald için “tüm akımların dışında, sınıflandırılamaz Benjamin’de kendi imgesini, kurmak istediği yapıtın karşılığını bulmuş olmalı” diyor. Ve Sebald’ın, bir okur olarak, Benjamin’in yazılarında üzerinde durduğu, düşündüğü konuları yeniden ele aldığını söylüyor; tam da Benjamin’in bıraktığı yerden: “Bu bağlamda Sebald’ın da, ‘Pasajlar’ın 19. yüzyıl için düşlediği, düşündüğü, tasarladığı yapıyı 20. yüzyıla uyarladığını söyleyebilirim, kesinlikle. (...) Benjamin’i okumak, onun başka metinleri okumak için kat ettiği yolu kat ederek gerçekleştirilmesi gereken bir iştir.” İleri’nin kitapta Sebald okumak üzerine düştüğü bir başka detay da, Sebald hakkında konuşmanın, daha en baştan özgün tek bir cümle bile üretebilmenin olanaksız olduğunu kabul etmeyi gerektiriyor: “Okuru en çok kışkırtan da bu olanaksızlık: özgün bir cümle kurma, yeni bir bağlantı keşfetme, öngörülmemiş bir yaklaşım geliştirme arzusu, okumanın olanaklarının bir hayli zorlanmasına, yüzlerce denemecinin aşırı-yorum duvarına toslamasına yol açıyor. İşin tuhafı, hiçbir yorum denemesinin, hiçbir bağlantılandırma çabasının fiyaskoyla sonuçlanmaması. Arayan herkes mutlaka bir şey buluyor (...)” Yazmaya geç başlamış ve yazmanın temeline okumayı koyarak, yapıtını sürekli okuyan bir figür olarak sayısız okumanın içinden geçerek yaratan ve hayata bir trafik kazası sonucu erken veda eden bir yazarın geride bıraktığı yazınsal birikimin, Türkçede bir ilk kitapta incelenmiş olması kesinlikle güzel haber. İleri’nin derin bir inceleme neticesinde okurla paylaştığı aşikar “Okurun Belleği”, okumak ve yazmak üzerine düşünmek için iyi bir fırsat. Benjamin’i okuyan Sebald’ın ve zincirin son halkasında Sebald’ı okuyan İleri’nin “okuryazarlık” deneyimini aktaran kitap, hem Sebald’a hem de Benjamin’e geri okumalar yapmak üzere iştah açıyor. “Okurun Belleği”, Cem İleri, 540 s., Everest Yayınları, 2016
Mayıs 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
SİMLÂ SUNAY
Peki, Siz Nasıl Çizerdiniz?
A
ntoine altın sarısı saçlarla doğar. Ailesi ona Güneş Kral adını takar. Daha sonraysa Cubi Burnu’nda bir uçak pistinin sorumlusu olduğunda ona Kuşların Kaptanı ismini vereceklerdir. Çünkü, Antoine yere çakılan uçakları tespit edecek, uçakları vurup pilotları rehin alan düşman göçerlerle pazarlık edecektir. Barış karşılığı pilotları kurtaracaktır. Bu ismi ona düşman kabul edilen göçerler takacaktır. Sonbahar, 1920, Paris. Antoine henüz on dokuz yaşında, Ecole des Beaux-Arts’ta mimarlık fakültesine girer ama birkaç ay sonra okuldan ayrılır. Sanırım sebebini anlamak kolay. O, bir yapı yapmaktansa onun üzerinde uçmayı tercih edecektir hep. Mimarlar yeterince yükselemezler. Yapının ancak çatısına çıkabilirler. Ama Antoine için bu yeterli değildir, o on iki yaşından beri uçuyor çünkü. 1937’de uluslararası bir fuar kapsamında Eiffel Kulesi’nden paraşütle atladığında artık bu kararının ne kadar isabetli olduğunu anlarız. O öncelikle bir pilottur. Mimar olmasa da hep çizecek ve yazacaktır. Ustası topoğrafyadır. Çek asıllı, New York’ta yaşayan, bol ödüllü çizer-yazar Peter Sis (“Kuşlar Meclisi”nden hatırlıyoruz), “Küçük Prens”i on iki yaşında Çekoslovakya’dayken okumuş. Antoine’un annesinden gizli, evlerinin yakınındaki havaalanında çalışan bir pilotla beraber ilk kez uçağa binip uçtuğu yaşta yani. O yıllar, uçakların yeni yeni keşfedilip geliştirildiği yıllar Fransa’da. Peter Sis, “‘Küçük Prens’i okumak hayatımı değiştirdi” diyor. Ve sanırım “Pilot ve Küçük Prens” adlı bu kitap da bunun bir ifadesi. Peter Sis yazmasaydı kulaktan dolma bilgilerle Antoine’u bu denli tanıyamazdık. Çünkü Peter Sis kendine göre biyografiye özgün bir yön vermiş. Çok ilginç ayrıntıları öne çıkarmış. Kronolojik ilerleyen ve kendine has bir grafiği olan, Antoine de Saint-Exupéry’nin yaşam öyküsünde, dünya uçuş tarihi de paralel olarak geçiyor. Babasız büyüyen bir çocuk Antoine. Erkek kardeşinin vakitsiz ölümü de bütün hayatını etkilemiş. Posta pilotu olarak başladığı kariyerinde başına gelmeyen kalmamış. Pek çok kaza ve yeniden doğuş öyküsü. Çöllerde ve dağlarda yalnız kurtarılmayı beklemek, denizlerde boğulmaktan son anda kurtulmak... Ve sonra savaş pilotluğu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın işgali onu yıkmış ve sonra Amerika’ya yerleşmiş, “Küçük Prens”i de New York’ta, Peter Sis’in kariyeri için gittiği bu dünya başkentinde yazmış. Peter Sis’e göre Antoine ahbaplık etmek için hayvan evcilleştiren biri. Belki de “Küçük Prens”teki tilkinin doğuşu da böyle olmuştur. Pek çok uçuş yazısı ve hikâyesi yazmış, çoğu yayımlanmış ve Amerika’da tanınmış. “Küçük Prens” de dâhil yazdıklarında otobiyografik malzemenin yoğun olduğunu biliyoruz. Yaşam öyküsünü okuyunca “Küçük Prens”teki pilot ve prens diyaloglarının kendi çocukluğuyla konuşan yalnız olgun bir adam olduğunu anlarız. Evet, altın saçlı, birdenbire çölde beliren çocuk ta kendisidir. Babasını ve erkek kardeşini erken kaybeden acılı ve yalnız bir çocuk... İki dünya savaşı arasında sıkışan bir nesil… Bilimsel zekâsını nerede, nasıl değerlendireceği konusunda hayli kafası karışık genç, mucit bir adam... Öyle ki, ansızın küvette suyun dalga kuvveti üzerine çalışmalara başlayabilir, her şeyi bırakıp. Peter Sis’e göre çizme tutkusuydu onu yükseklere çıkaran. Ve bu yükseklikse onu yazdırandı belli ki. Antoine’un sıkça sorduğu soruyu, hatırlatıyor bir söyleşisinde Peter Sis, bu kitabı yapma gerekçesi olarak: “Siz nasıl çizerdiniz?” İşte bunu, ya da bunu, şu görünen dağı, şu garip çukuru, bir koyunu, ya da fil yutmuş bir pitonu. Siz nasıl çizerdiniz? Ağaçları.. Peter Sis, hiç kuşkusuz çocuk edebiyatının en özgün ve en iyi çizerlerinden biri. Çünkü çizgilerinde hassasiyet, hakkaniyet ve haysiyet var. Savaşın anlatıldığı sahneler tüyler ürpertici sözgelimi. 2011’de ilk kez yayımlanan “Kuşlar Meclisi” adlı kitabı yine Alef Yayınevi tarafında Türkçeye kazandırılmıştı. Peter Sis, İranlı sufi şair, eczacı bilim insanı Ferîdüddîn-i Attâr’ın, tasavvuf edebiyatının başlıca eserlerinden sayılan “Mantıku’t-Tayr” (Kuşların Diliyle veya Kuş Dili) adlı 1187 yılında yazdığı 4724 beyitten oluşan eserinden yola çıkmıştı. Şiirde anlatılan asıl hikâyeyi, omurgasına sadık kalarak yeniden düzenleyip, modernize etmişti. Dokulu, isli puslu, noktalı olağanüstü resimlerle de kendi üslubunda yorumlamıştı. Bu yüz-
den Peter Sis evrensel bir vefakâr. Tam adıyla, Antoine Marie Jean-Baptiste Roger, comte de Saint Exupéry (29 Haziran 1900 - 31 Temmuz 1944) bir Fransız vatanseveriydi hiç şüphesiz. Onun doğadan yana felsefesine, maceracı hayatına ve “Küçük Prens” metninin eşsizliğine diyecek bir şeyimiz yok. Ancak, Tunus ve Cezayir’in üstünde neden uçuyordu, nerelerin haritalarını taşıdı, çöllerde neler yaptı, Fransız sömürgeciliğine ne kadar hizmet etti ya da etmedi bilemiyoruz. Savaş karşıtı değildi; Fransa’nın savaşmasını istiyordu, bu her ne kadar bir savunma gibi görünse de. Peter Sis, bu eser için gerekçesini açıkladığı sözlerine söyle devam ediyor, “Peki nasıl bir ceket çizmeliyim Antoine’ın yaşam öyküsünde, onun üzerine giydirmek için?” Anlaşılan o ki, İran tarihine bakacak kadar duyarlı bir sanatçı, tarafsız bir ceket giydirerek yüceltiyor Antoine’u. Kutsal kitaplar kadar çok okunan, çok okunmasına karşın hayli derinlikli bir eser olan “Küçük Prensi”i bizlere bırakıp, bir savaş kaybı olarak, belki de kendi gezegenine gitmek için, yitti gitti 1944’te… Ben de kendime soruyorum, ben nasıl çizerdim herkes için koyun olacak bir koyunu? Sanırım en doğrusuydu onun yaptığı. Bir sandık içinde. Herkes için hayal edecek bir alan bırakmalı çünkü sanat. “Pilot ve Küçük Prens”, Peter Sis, Çev.: Çiçek Öztek, + 9 yaş, Alef Yayınevi, 2016
NASIL BAŞLAR O HER ŞEY? “Her şeyin kendince bir başlangıcı var.” İlk cümlesi böyle olan, Silvana Tavano’nun bu çok etkileyici hikâyesi Filiz Özdem çevirisiyle çocuk okurlarıyla buluştu. Son haftalarda karşıma çıkan en özgün eserlerden biri Elma tarafından olağanüstü resimlenmiş. “Bazı şeylerin de başlangıcı görünmez: Ağaçlar toprağın altında başlar hayatına,” Bir öyküden çok bir şiir aslında. Derin felsefi anlamlar gizli. Ancak çocuklardan öte değil, onları kışkırtacak kadar özenle seçilmiş cümleler. Mesela esnemek uykunun mu başlangıcıdır yoksa diğer uzun esnemelerin mi? Bazı şeylerse başlangıcına benzemez sonra, yumurta, kurbağa ve kelebek gibi. Bu kitabı okurken düşündüm, çocukken biliyor muydum çocukluğun bir başlangıç olduğunu? Neyse şimdi biliyorum. Ama galiba, çocukken sonsuzluğu hissedebilirdim. Büyümek bu hissin kaybı gibi. “Ya deniz? Kumsalla mı başlar, yoksa biter mi?” Sanırım ikisi de. “Her şeyin bir sonu olduğunu anlamanın tek yoludur başlamak,” diye bitiyor kitap. Bu cümleye katılmasam da, sonsuzluğun bittiğini biliyorum. “Nasıl Başlar?”, Sivana Tavano, Resimleyen: Elma, Çev: Filiz Özdem, + 5 yaş, YKY, 2016
OKUMAK İSTEYEN AYIYA POLİS MÜDAHALESİ “Ayılar Kitap Okuyamaz” cesur resimleriyle dikkatimi çekti. Sıkıcı hayatından bunaldığı anda ormanda bir kitap bulan bir ayının hikâyesi… Kitabın sahibinden okumayı öğrenmek istemesiyle başlıyor. Tabii ki şehre iniyor ayı. Ve şehrin bütün sertliğiyle karşılaşıyor. İnsanlar ondan korkup kaçıyor ve kalkanlı, kasketli polisler tarafından çevriliyor, sorguya çekiliyor. Elbette onu bir çocuk kurtarıyor ama öyküde, tarih boyunca okuyana, yazana ve kitap sevene yapılan eziyetlere bir gönderme olduğu apaçık. Bu nedenle güneşli kütüphaneniz için mutlaka edinmelisiniz. Üstelik kitabın sonunda polis memuru ile barış da var. Kitaplar umudun başlangıcıdır ne de olsa. “Ayılar Kitap Okuyamaz”, Emma Chizhester Clark, Çev: Derin Erkan, + 4 yaş, 1001 Çiçek Kitaplar, 2016
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Mayıs 2016
CANAN TAN:
“Yazarken Hesap Kitap Yapmam” Söyleşi: SELNUR AYSEVER, Fotoğraf: FETHİ KARADUMAN Canan Tan’la yaptığımız röportajı düzenlerken, 14 yaşında bir genç kızın intihar girişimi haberini okudum. Siz bu röportajı okurken, dilerim yaşıyor olur Olcay. Aramızda olmayanlar ya da aramızda olabilmek için cinayet işlemek zorunda kalanlar… Hangisini anımsıyoruz? Hangisinin hesabını sorabiliyoruz? Her güne bir kadın ölümü düşen ülkede, kadın olarak, kız çocuğu annesi olarak, kız çocuğu olarak yaşamak için çabalıyoruz. “Kelepçe” isimli kitabında Canan Tan, demir parmaklık arkasında olmanın an meselesi olduğunu söylüyor. “Kelepçe”, kadın mahkûmların yaşamlarından bir kesit sunuyor. Suç ne? Suçlu kim? Masumlar ne kadar masum? İster istemez sorguluyor okur. Özellikle kadın okurlar. Hepsinden bir parça var “Kelepçe”de. Kimi baskı altında yaşayan, kimi şiddet gören, kimi kocasından dertli pek çok kadın var kitapta. “Kelepçe,” diğer Canan Tan kitapları gibi; soluksuz okunan, kahramanları içselleştirilen, hayatın içinden bir kitap. Selnur Aysever: Suç ve masumiyet kavramlarına ilişkin, kitabı yazmadan önce ve yazdıktan sonra düşüncelerinizde bir değişiklik oldu mu? Canan Tan: Suç ve masumiyet kişiden kişiye, toplumdan topluma ve değer yargılarına göre farklılık gösteren kavramlar. Suçlu diye niteleyerek cezaevlerine gönderdiğimiz pek çok kişi, dışarda elini kolunu sallayarak gezen pek çoğumuzdan da ha masum. Yazmadan önce de farkındaydım, yazdıktan sonra bir kez daha emin oldum. Selnur Aysever: Kitabınızın giriş bölümünde, kadınların suçluluk oranının yüzde 3 olduğunu belirtiyorsunuz. Ve bu kadınların da en çok işledikleri suçun yüzde 71 oranla cinayet olduğunu aktarıyorsunuz. Bir kadın olarak bu rakamları nasıl yorumluyorsunuz? Canan Tan: Kadın yapı olarak daha uzlaşmacı. Mecbur kalmadıkça şiddete başvurmuyor. Ancak kendini ve bir yakınını korumak amacıyla, o da meşru müdafaa sayılabilecek cinayetlerin faili oluyor. Anlık bir korunma güdüsü; önceden tasarlanmış bir eylem değil. Erkekse sudan nedenlerle katil olabiliyor. Sevdiği insanla ya da karısıyla barışmak için yanına gittiğini söylüyor, ama yanında bıçak var, tabanca var; niyeti baştan belli. Ülkemizde cinayet faillerinin yüzde 95’inin erkek, yüzde 5’inin kadın oluşu da bu durumun göstergesi. Selnur Aysever: Kitabınızdaki kadın mah kûmların çoğunda erkek şiddetinden dolayı işlenen cinayet suçunu görüyoruz. Özellikle mi bu suçu tercih ettiniz? Canan Tan: “Kelepçe”de cinayetin yanında hırsızlık, yaralama, dolandırıcılık, gasp ve uyuşturucu ticaretinden içeriye düşmüş kadınlar da var. Ama kadına yönelik cinayetlerin alıp başını gittiği günümüzde, kadınların işlediği cinayetlere ağırlıklı olarak yer vermem de kaçınılmazdı. Selnur Aysever: Kitabınızın sonunda “Bileklerinde kelepçe’nin soğukluğunu hisseden kader mahkûmlarıyla yüz yüze gelmeden, onların yaşadığı ortamın havasını solumadan yazamazdım bu kitabı,” diyorsunuz. Bu yaklaşımınız yazım sürecinizde neleri etkiledi? Canan Tan: Bütün kitaplarımda, olayların
yaşandığı mekânları mutlaka önceden gezip görürüm. Cezaevinde geçen bir romanı yazarken de o havayı solumam gerekiyordu. Ancak cezaevine giriş nedenim, yalnızca oradaki yaşam şartlarını gözlemlemek içindi. Koğuşlar, koğuşlardaki odalar, çeşitli etkinliklerin yapıldığı atölyeleri gezdim. Sabah öğlen akşam yenilen yemek listelerini aldım. Dört duvar arasında nasıl yaşandığını inceden inceye araştırdım. Topladığım verilerin her biri yazdığım öykülerde yerini aldı ve kitabıma gerçeklik kazandırdı. Selnur Aysever: Her romanınızı yazarken uzun araştırmalar yapar mısınız? Canan Tan: Mükemmeliyetçi bir yazar olduğumu söyleyebilirim. Gezip görmediğim, havasını solumadığım yerleri yazmam. Derinlemesine inceleme yaparım. Gerekli bilimsel makaleleri titizlikle tararım. Örneğin “Hasret” için gittiğim Selanik’teki Mübadele Tarih Arşivi Dairesi’nde saatler boyu yazılı ve görsel bilgileri cömertçe sunan değerli bir tarihçi Maria Kazancidu, oraya giren ilk Türk olduğumu söyledi bana. “Eroinle Dans”ta AMATEM’den, “En Son Yürekler Ölür”de Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden organ nakli konusunda yardım aldım. Masa başı yazarlardan değilim anlayacağınız. Selnur Aysever: Geniş okur kitlesine sahip bir yazar olarak, toplumsal durumları eleştirel bir bakışla yazmak sizi yazma sürecinde kaygılandırıyor mu hiç? Okurun tepkisini çekerim, bazı kesimleri kaybederim gibi hesaplarla aranız nasıl? Canan Tan: Böyle bir kaygım olmadı hiç. Gerçekleri nereye kadar örtbas edebiliriz ki? Diyarbakır geliniyim ben. O yörenin yaralarına parmak bastım. Ve “Piraye”yi Kürtçeye çevirdik. Diyarbakırlıların sıcacık ilgisi ve gösterdikleri sıcacık sevgi kelimelere sığmaz. Politikacı değilim ki, bazı kesimleri kaybetmekten korkayım. Hiçbir ayrım gözetmeden, halkımı tümüyle kucaklıyorum ben. Selnur Aysever: Yeter, Mimoza, Gonca, Beyza, Sultan, Zeyno ve Merve’nin cezaevine giden öykülerini okuyoruz. Sizin en çok etkilendiğiniz kadın hangisi oldu ve neden? (Devamı sayfa 11)
EMRE KONGAR 29 Şubat 1968 Cuma Günü Bu başlıktaki tarih aslında yanlış: 1968 artık yıl olduğu için Şubat 29 çekiyordu ama o gün bir Cuma değil, bir Perşembeydi. Bu yanlış tarihi, dikkatli ve meraklı okurları uyarmak için “Hocaefendi’nin Sandukası” adlı romanımın girişine yazdığım “Romanın Öyküsü” bölümünde bilhassa belirtmiştim. Aslında okurları o giriş bölümünden önce bile uyarmak için, künye sayfasının karşısındaki ilk sayfaya “Bu satırlardan itibaren karşılaşacağınız tek ve biricik gerçek, romanın kendi gerçeğidir. Romandaki bütün isim, cisim, kişi ve olaylar, (hatta bu satırlar bile) uydurmadır” diye bir not koymuştum. Fakat gerek giriş bölümü, gerek romanın ana metni ve gerekse sonraki okur mektupları, gerçek tarih ve toplumla, gerçek insanlarla ve gerçek sorunlarla o denli iç içe geçmiş olarak aktarılmıştı ki, pek çok okur, romanın gerçek belgelerden oluştuğunu sanarak bana mektup yazdı, eksik bilgileri, belgeleri sordu. Bu yazıda sadece, giriş bölümünde yazdığım “Romanın Öyküsü” kısmındaki “gerçekler” ile “kurmacalar” arasındaki ilişkiyi açıklamak istiyorum. Değerli Türk dili ve edebiyatı uzmanı Prof. S. Dilek Yalçın-Çelik hocanın “üstkurmaca düzlemi” olarak nitelediği bu bölümü çözümlediğim zaman, kitabın içindeki yazım sırlarının önemli bir bölümü de açıklığa kavuşmuş olacak. (Bknz: S. Dilek Yalçın-Çelik, Yeni Tarihselcilik Kuramı ve Türk Edebiyatında Postmodern Tarih Romanları, Akçağ Yayınları, Ankara, 2005. ss. 87-90) Kitabın öyküsünü bütün dünyanın özgürlüğe doğru büyük bir değişme yaşadığı 1968 yılından başlattım... Çünkü o yıl gerek dünyada, gerekse Türkiye’de büyük bir siyasal ve kültürel kırılmanın yaşandığı yıldı. 1968 yılını anlatırken, toplumsal ve siyasal ortam olarak yazdığım her satır doğru... Biz özgürlükçü ortam çerçevesinde Hacettepe’de öğrencileri bile yönetime katmaya çalışırken, 4 Nisan’da ABD’de Martin Luther King Jr. öldürülmüş, 6 Nisan’da oğlum Kağan doğmuştu. Diyalektik olarak, Türkiye’de de, dünyada da, yükselen özgür siyasal ortamı, baskı rejimine doğru yönlendirme kumpaslarının tohumları atılmaya başlamıştı. Romanın başında o yılın genel ortamını ve sorunlarını yansıtmaya çalıştım. Sahaflardaki Elif Kitabevi de gerçek. Elbette bütün kişiler de. Ama o kişilerle yaşadıklarım, Eco, Pamuk ve Kaynardağ ile aramda geçen konuşmalar, Mete Tunçay’la çarpışmam ve diğerleri, hep kurmaca. Aslında kitabı postmodern bir anlayışla yazdığımı anlatmak için Umberto Eco’ya ve Orhan Pamuk’a gönderme yaptım. Özellikle Pamuk’a, roman kahramanı Darvınlıoğlu üzerinden yaptığım gönderme, hem “Sessiz Ev”, hem de “Beyaz Kale” için, ona verdiğim destekten kaynaklanıyordu. “Kar” romanını yazarak, Türkiye’nin gerçeklerini saptırmasına ve İslamcılara destek vermesine kadar, Pamuk’u, kötü Türkçesine karşın, büyük bir heyecanla ve umutla desteklemiştim. El yazmalarını yayınlama aşamasında anlattığım bölümlerde de, insanlar ve olaylar gerçek, aramızda geçen iletişim ve etkileşimler kurmaca. Örneğin Ahmet Altan’ın kitabı gerçekten müstehcen bulunmuş ve imha edilmesine karar verilmişti. Dönem, Turgut Özal’ın çıkardığı “Çocukları Müstehcen Neşriyattan Koruma Yasası” dolayısıyla, dergilerin bile poşet içinde satıldığı dönemdi. Haldun Taner’le ilgili anılar ve evindeki kişiler de gerçek, konuşma ve etkileşimler kurmaca.