Remzi Kitap Gazetesi / Nisan 2015

Page 1

Siper Mektupları

Bakele

Futbol! Bir Aşk...

NECATİ İNCEOĞLU

SEZGİN KAYMAZ

HALİT KIVANÇ

S

Ç

anakkale zaferinin 100. yılı nedeniyle çok sayıda etkinlik, kitap, belgesel çalışmasına tanık olduk. “Siper Mektupları” onların içinden farklı yaklaşımıyla sıyrılıyor. Hamasete bulaşmadan, zaferin arkasındaki trajediyi olduğu kadar, insani boyutta neler yaşandığını da asker mektupları aracılığıyla anlatıyor. Devamı sayfa 6

R

E

M

Z

İ

ezgin Kaymaz, öykülerinde şiddeti işliyor. Ancak çok sert bir konuyu, mizahi bir dille, bir o kadar da yalın bir anlatımla ele aldığı için bıraktığı iz acıtıcı olmaktan çok ılımlı. Aile içinde yaşananından, despot öğretmenlerin elinden çıkanına kadar, her türlü şiddeti öykünün yalın evrenine yediriyor. Devamı sayfa 7

K

İ

T

A

B

E

V

İ

SAYI 112 - NİSAN 2015 - ÜCRETSİZDİR

S

iyah beyaz yıllardan kalan bir ses o. Futbolun unutulmaz anlatıcısı. İzleyicinin nabzını her daim yüksekte tutmayı bilen, asla ihtiyarlamayan bir isim: Halit Kıvanç. Anılarını Türkiye futbolunun tarihiyle koşut anlatıyor bu kitabında. Kıvanç’ın esprili kalemi futbol sahasındaki topçu gibi kıvrak ve ateşli. Devamı sayfa 14

ARKA KAPAK KONUĞU Murat Özyaşar

SATIRLAR ARASINDA 1915

Ö

yle bir şeydi ki tam ortada duran “mesele”, nereden bakarsak farklı görünüyordu. Öğrendiklerimiz, inandıklarımız, varsaydıklarımız, yok saydıklarımız, korktuklarımız, kabullendiklerimiz ya da inkâr ettiklerimiz… Hepsi tek bir noktada karşımıza çıkıveriyordu. Böylesine tartışmalı bir konuda yazabilmek için aylarca çalışmak gerekirdi. Çalıştık. Farklı görüşlerden yazarların kitaplarını okuduk, cümlelerin altını çizdik, notlar aldık. Gazete yazılarını taradık, televizyon programları izledik, sorduk soruşturduk. Bu yazıda, sayısız kitap arasından

Ölmek Kolaydır Sevmekten

birkaçını ele almaya karar verdik. Her birinin rotası farklıydı. Böylece birbirine taban taban zıt görüşlere de yer verebilmek istedik. Bununla beraber, bıçak sırtındaki bu yolculuğun siyasetten arınmış bir yanı vardı ve bizce en önemlisi buydu. İnsan olarak, kalbimizle bakmaya çalıştık 1915’e. Siyaset malzemesi yapılmış bir süreci, vicdan penceresinden takip etmeye çalıştık. Uzun yolculuğumuzun son durağı sizin gözleriniz. Çok güzel bir Karadeniz türküsü şöyle der: “Ben yazarken ağladım, okurken de sen ağla.” Devamı sayfa 8-9

6

AHMET ALTAN

Uçan Halıların Ayrodinamik 10 Sorunları TUNA KİREMİTÇİ

Eleştirinin Anatomisi

12

NORTHROP FRYE

Bana Ait Bir Yer

BEJAN MATUR “Şair İmgeye Maruz Kalandır”

13

MICHAEL POLLAN

Bir Jinekoloğun Gözünden Bacak Arasından Türkiye

14

FERAYE SÜNEV ÇOKGÜRSES

Bir Sevinçten Söz Açmak; Yaşar Kemal

3

7

15

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

“Hamarat Tembellik”

Yaşar Kemal, Bir Destan…

Yaşar Kemal’in Ardından...

B

ejan Matur’un şiiri bir ağıt şiiri. Şairin yeni kitabı “Son Dağ” ise uzun süren bir ağıtın en yalın parçalarından biri olmuş. Matur şiirinde daha da yalınlaşmak istediğini ve bu kitabın o yalınlaşma yolundaki en önemli adımlardan biri olduğunu söylüyor. Biz de Matur’la “Son Dağ”ın çıkışını fırsat bilerek, çocukluğundaki odasından yetişkinliğindeki dünyasına dek şiirini ve yolculuğunu konuştuk.

“Siz şiiri nasıl yaşıyorsunuz? Şiirle ilişkinizi nasıl kuruyorsunuz?” “Ben varoluş konusunu merkeze almayan, onunla meşgul olmayan hiçbir sanata ilgi duymuyorum. Şiirde bu fazlasıyla geçerli. Nihayetinde sanatın konusu varoluş sorusu ve bu soruya verilen cevap, soruyu sorma biçiminizdir. Bütün bu uğraşın kaynağını oluşturan anlama çabası aslında şiirdir. Çünkü şiir ruhun alanından

seslenir. Ruhun manasına ve bütünlüğüne dair bir dil kurma çabasıdır. Modern hayat dili parçalar, varlığı parçalar. Biz sezgilerimizle o parçalanmışlığı aşmaya çabalarız. Bu aşma oranında iyileşiriz. Ruhumuzu dağılmadan kurtarırız. Şiirin iyileştirici yanı bunu yapabilme yetisinden kaynaklanır. İyileştiricidir şiir. Şiir ruhun bütünlüğüne, ana rahminde, doğum öncesi tamlığa ait bir referans olduğu, bir gönderme yapabildiği için gizini koruyan şamanik bir deneyim adeta. Ben sanırım biraz böyle yaşıyorum. Şiir yazayım diye yola çıkan biri olmadım hiç. Yolda, hareket halindeyken şiiri duyarım. Şiire yakalanırım. Şiir müzik olarak gelir bana, güçlü bir müzik… Kelimeleri olmayan bir ritim başlangıçta. Müzisyen olsaydım herhalde duyduğum o sesleri nota olarak yazardım. Bir senfoni yazardım. Nota bilmeyi çok isterdim. Başlangıçta müzik olarak duyduğum sesleri kâğıda kelime olarak döken biriyim. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2015

Mavisakal’ın Solistinden Çocuk Kitabı

Oyun Yazarı Olarak Camus

Mavisakal’ın solisti ve Hindiba Grubu’nun kurucusu Genç Osman Yavaş, Final Kültür Sanat Yayınları aracılığıyla yakın zamanda bir çocuk kitabı serisi çıkartacak. Sevenlerinin heyecanla beklediği serinin adını “Amcam ve Ben” koyan Yavaş, kitabın etkinliklerinde yapacağı sürprizlerle şimdiden

Yirminci yüzyıl edebiyat ve düşünce dünyasının en önemli isimlerinden biri kabul edilen Albert Camus, döneme damgasını vuran felsefi bakışını tiyatro sahnelerine de taşımıştı… Camus’nün “Asturya’da İsyan”, “Caligula”, “Yanlışlık”, “Sıkıyönetim”, “Adiller” isimli oyunları, Ayberk Erkay çevirisiyle Can Yayınları tarafından basıldı. Camus’nün 1935 yılında kaleme aldığı “Asturya’da İsyan”, 1934 yılında Asturya’da yaşanan işçi isyanını konu alır. 1943 yılında kaleme aldığı ve “absürd” fikri üzerine inşa ettiği “Yanlışlık”, yanlış zamanda yanlış yerde bir araya gelen insanların, ölümcül bir yanlış anlaşılmanın neticesinde uğradıkları felaketin, geri dönülemez şekilde kadere boyun eğişin öyküsüdür. Camus’nün kaleme aldığı dördüncü oyun olan “Sıkıyönetim”, imgesel kurgusu, poetik dili, gerçeküstü kişi ve unsurlarla bezenmiş yapısıyla Camus edebiyatı dahilinde ayrı bir yere sahip. Tarihte yaşanmış bir olay üzerine inşa edilmiş olan “Adiller” ise yirminci yüzyıl başında, Moskova’da, sosyalist devrimci bir örgütün, ülkeyi zorbalıkla yöneten grandük Sergey’e karşı suikast girişimini konu alıyor.

merak konusu oldu. Daha önce Almancadan Türkçeye kitap çeviren Genç Osman Yavaş’ın yayınlanacak ilk çocuk kitabı aynı zamanda farklı bir heyecan daha taşıyor; gerçek bir hikâyeden mi esinleniyor yoksa tamamen hayal ürünü mü, henüz bilinmiyor. Yavaş’ın yazdığı bu kitap sert müziğin çocuksu tınısı olarak manşetlere geçmeye aday...

Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ

Sylvia Plath Hayranlarına Müjde! Sylvia Plath’in tüm öyküleri, defterlerinden ve ardında kalan arşivinden çıkan kurgusal düzyazıları Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından tek ciltte toplandı. Yaşama yönelik hassasiyetlerini yapıtlarına yansıtan Sylvia Plath, kısa ömrüne rağmen edebiyat tarihine geçen yazarlardandı. Hayattayken daha çok şair yanıyla bilinen Plath, ölümünden sonra kişiliğiyle ve hayat öyküsüyle neredeyse efsaneleşti. Psikiyatrik tedavilerini, çocukluğunda yaşadığı hüsranları, üniversite yıllarını ve şair kocasıyla gelgitli ilişkilerini yansıtan öyküleri sadece “Plath’onikler” değil, iyi edebiyat meraklıları için de gizli bir hazine. İlk basımı, popüler dergilerde yayımlanmış on üç öykünün derlemesi olarak sunulan “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”, Plath’tan kalan arşivin tekrar elden geçirilmesiyle ortaya çıkan malzemenin ışığında genişletilmiş. Kitap ayrıca yazarın yayımlanmış diğer öykülerini, öykü taslaklarını ve güncesinden bazı notları da içeriyor.

Özsezgin’in Kaleminden “Resmin Ustaları”

Yazar, sanat eleştirmeni ve öğretim üyesi Prof. Dr. Kaya Özsezgin’in, Kaynak Yayınları’ndan ilk ikisi yayımlanan “Resmin Ustaları Dizisi”nin üçüncü kitabı “Kategorik Sınıflamanın Dışında Bir Sanatçı Abidin Dino” Mart ayında raflarda yerini aldı. Dizinin ilk kitabı “Çağ-

elif.sahin@gmail.com

daş Sanatımızda Son Osmanlı Osman Hamdi” Türk arkeolog, çağdaş Türk müzeciliğinin kurucusu ve Kadıköy’ün ilk Belediye Başkanı Osman Hamdi’yi anlatıyordu. Hoşsohbet kimliği dolayısıyla “şeker” lakabını alan, “Doğu’nun Penceresinden Doğaya Bakış Şeker Ahmet Paşa” kitabı takip etti. On kitaptan oluşacak dizinin sıradaki kitapları şu ressamları konu edinecek: Nurullah Berk, Fikret Mualla, Hikmet Onat, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Turgut Zaim, Nuri İyem ve Neş’e Erdok. Dizinin kitapları, kuşe kağıt ve ortalama 70 sayfa...

Film Gibiydi Kitap Oldu

Hakiki yolculuk, gittiğin yerleri harita üzerinde tek tek işaretlemek değil, tek başına yola çıkma cesareti gösterip ruhundaki yaraları tek tek iyileştirmektir. O öyle yaptı; gitti, hamdı, pişti! Hem iyileşti, hem iyileştirdi! Banka kartlarını kırdı, cebindeki son parayı çocuklara dağıttı, bisikletle 8 ayda 10 bin kilometre yaparak Türkiye’yi dolaştı. Herkes böyle bir yolculuğa ancak hayallerinde gider; Hasan Söylemez bedenini de yanına aldı. Bazen yolunu kaybetti ama kendini buldu. Film gibi bu yolculuk, kitaplaştırıldı ve nisan ayında okurla buluşacak. “Hayata Yolculuk” sevgi, dayanışma, paylaşım, vefa ve umut üzerine bir ‘iç’ gezi kitabı. İnsanlığın ölmediği yerde, Anadolu’da geçiyor. Her şeyi bırakıp gitmek isteyenlere, gerçek hayatın gökdelenlerden uzakta olduğuna inananlara cesaret veriyor. Yolculara şöyle fısıldıyor: “Yolunuzu kaybetmemenin tek yolu ruha dokunmaktır; kendinizin, insanların ve tabiatın ruhuna...”

Kayıp Roman Ortaya Çıktı Barlas Özarıkça’nın kaleme aldığı, Ahmet Ergenç’in editörlüğünü yaptığı, yaklaşık otuz yıl önce yayımlanıp kaybolan “Ters Adam”, Encore Yayınları tarafından yayımlandı. “Ters Adam” her şeye “ters” bakan öfkeli bir adamın ve “başka türlü bir dünya”ya ulaşmak için mevcut dünyaya karşı giriştiği saldırının hikâyesini sunuyor. Ahmet Ergenç, bu “kayıp roman”ın ortaya çıkışını önsözde şu şekilde dile getiriyor: “İlk yayınlandığında (1986) kıymeti pek bilinmemiş bu ‘kayıp’ romanı keşfedişim bir bakıma Oğuz Atay sayesinde oldu. Geçen sene Atay’a dair bir atölye çalışması hazırlarken, Yıldız Ecevit’in biyografisinin bir kısmında bir iki cümleyle ‘Ters Adam’dan ve yazarı Barlas Özarıkça’dan bahsediliyordu. Bu ‘Oğuz Atayvari’ romanın yazarı aynı zamanda Oğuz Atay’ın yakın arkadaşlarından biriydi. Ama her ne hikmetse, günümüz okurları -Atay ‘fanları’ dahil- bu romanın ve yazarının varlığından bihaberdi. Bir kayıp hazine bulduğum hissiyle, Nadir Kitap’tan (evet ‘nadir’) kitabı ısmarladım. Ve evet, kayıp bir edebi hazineyle karşılaştım. Türkçe edebiyattaki kayıp ‘demonik’ anlatılardan biri sahaflarda sararmış bir baskının içinde keşfedilmeyi bekliyordu. Modern Türkçe edebiyat çizgisinde Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay arası bir yerde duran Barlas Özarıkça’nın bir anlamda “yeniden keşfedilmesi” farzdı.

Remzi’de En Çok Satanlar (Mart 2015) KİTAP (KURGU)

1 2 Kürk Mantolu Madonna 3 Puslu Kıtalar Atlası (Çizgiroman) 4 Bize İki Çay Söyle 5 Küçük Prens 6 Kafamda Bir Tuhaflık 7 Ölmek Kolaydır Sevmekten 8 Küçük Prens 9 Babam ve Ben 10 Devir

O Adam Buraya Gelecek - Pucca Günlük Pucca, Dex Plus

Sabahattin Ali, YKY

İhsan Oktay Anar, İletişim Yayınları Elif Key, İletişim Yayınları

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi Orhan Pamuk, YKY

Ahmet Altan, Everest Yayınları

Antoine de Saint-Exupéry, Can Yayınları Patrick Modiano, Tudem Yayıncılık Ece Temelkuran, Can Yayınları

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 Beraber Yürüttük Biz Bu Yollarda 2 Başarıya Götüren Aile 3 Big Boss 4 Allah De Ötesini Bırak 2 5 Anne Ben Acıktım 6 Ermiş 7 Peygamberden Sonra 8 Dört Anlaşma 9 Dahi Diktatör ve Olaylarıyla 1 0 Mekânlar Hz. Muhammed’in Hayatı Yılmaz Özdil, Kırmızı Kedi Yayınevi Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Nisan 2015

Mustafa Hoş, Destek Yayınları

Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran

Uğur Koşar, Destek Yayınları

Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli

Sahrap Soysal, Doğan Kitap Halil Cibran, Remzi Kitabevi

Lesley Hazleton, Kitabix Yayınları

Don Miguel Ruiz, Ötesi Yayıncılık A. M. Celal Şengör, Ka Kitap

Talha Uğurluel, Timaş Yayınları

Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Nisan 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Terry Pratchett Hayatını Kaybetti “Diskdünya” serisiyle dünya çapında büyük bir üne kavuşan İngiliz fantastik romancı Terry Pratchett, 12 Mart günü evinde hayata gözlerini yumdu. 66 yaşında hayatını kaybeden yazar, 2007 yılında Alzheimer’a yakalandığını açıklamış-

tı. Pratchett, hastalığının ilerleyen dönemlerinde kendisi yazmak yerine dikte ederek romanlarını yaratmaya devam etti. Yayıncısı yazarın ölümünü “Diskdünya”daki “Ölüm” karakterinin ağzından yazılan tweet’lerle duyurdu: “Sonunda, Sir Terry, birlikte yürümemizin vakti geldi”, “Terry Ölüm’ün kolundan tuttu ve kapılardan geçerek sonsuz gecenin kara çölüne doğru yola çıktı”. Kaynak: Richard Lea ve Caroline Davies, The Guardian, 12 Mart 2015

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Eco’nun Yeni Romanı Yolda

Monte-Cristo Şatosu Yardım Bekliyor

“Gülün Adı” ve “Foucault Sarkacı” kitaplarının yazarı Umberto Eco’nun yeni romanı İtalya’da görücüye çıktı. Listelere birinci sıradan giren “Numero Zero” (Sıfır Numara), Mussolini ve metresinin 1945 yılında Como Gölü’nde vurulmasıyla, 1992 yılında Milano’da yaşayan Colonna isimli bir hacker’ın hikâyelerini konu alıyor. Romanda Colonna, bir gazetecinin anı kitabını onun yerine yazmayı kabul ediyor ve böylece kendini bir komplo teorisinin içinde buluyor. Kitabın yayıncısına göre Eco’nun kurgusu, “İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan beri İtalya’yı şekillendiren güç dengelerini içeren, medya, mafya, aşk ve cinayet ekseninde bir roman.”

“Monte Cristo Kontu” ve “Üç Silahşörler” kitaplarının yazarı Alexandre Dumas’nın, kitap kahramanın adını verdiği şatosunu restore etmek için 1 milyon dolara ihtiyaç var. Dumas’nın kitaplarından kazandığı paralarla önce Monte-Cristo şatosunu, sonra da kendine yazma stüdyosu olarak Şato d’If’i yaptırdı. Ancak bundan iki yıl sonra para sorunları yüzünden binaları satmak zorunda kaldı. 1846 yılında yapılan şatolar, 1960’lı yıllarda Fas Kralı II. Hasan tarafından restore ettirilip müze olarak kullanılmaya başlanmıştı. Bu restorasyona rağmen harap duruma gelen binaları kurtarmak için bir yardım kampanyası başlatıldı. Eğer kampanyaya yapılan bağışlarla gereken paranın yüzde 5’i bulunabilirse, Tarihi Eserleri Koruma Vakfı’nın geri kalan miktarı karşılamasıyla bu iki şato kurtarılabilecek. Bugüne dek iki haftada toplanan para yalnızca 150 avro.

Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 10 Mart 2015

Tsunaminin Yaraları Kitapla Sarılıyor

2011 yılında Japonya’nın güneyini vuran deprem ve tsunaminin kurbanlarından biri de, Rikuzentaka Halk Kütüphanesi’ndeki 80 bini aşkın kitaptı. Bu büyük felaketten dört yıl sonra ise Tokyo Chou Müzesi Restorasyon Bölümü, şehrin kütüphanesindeki zarar görmüş kitapları onarmak için harekete geçti. Tsunaminin dördüncü yılında, restorasyon çalışmalarının ilk aşamasında kurtarılan elli bir kitabı ve kurtarılış hikâyelerini bir sergiyle halka sunan Tokyo Müzesi, 20 Mart’ta da kitapları ait oldukları kütüphaneye geri gönderecek. Tsunamiden sonraki ilk yılda bölgenin durumuna dair bir fotoğraf sergisinin de bulunduğu müzede aynı zamanda kitap restorasyonunun süreçlerini anlatan paneller de verilecek. Kaynak: The Huffington Post, 11 Mart 2015

Kaynak: Kim Willsher, The Guardian, 8 Mart 2015

İtalyan Yazar Tutuklandı 1970’li yıllarda İtalya’daki bir komünist gruba üye olan ve dört kişiyi öldürmekle suçlanan yazar Cesare Battisti, politik mülteci olarak yaşadığı Brezilya’da tutuklandı. 1981 yılında duruşmasını beklerken hapisten kaçan, ardından Fransa ve Meksika’ya mülteci statüsüyle yerleşen Battisti, bu ülkelerde yazdığı romanlarla tanınmıştı. Daha sonra İtalya, Battisti hakkında müebbet hapis cezası vermişti. Battisti 2004 yılında Brezilya’ya kaçmış ve ardından kendisine mülteci statüsü verilmişti. 2007 yılında İtalya’nın iadesini istemesi üzerine Brezilya’da tutuklanmış ama dönemin devlet başkanı tarafından serbest bırakılmıştı. Battisti’nin Meksika ya da Fransa üzerinden ülkesine iade edilmesi gündemde. Kaynak: BBC News, 13 Mart 2015

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

“Hamarat Tembellik” Marion Milner “Kendine Ait Bir Hayat” isimli kitabında birbirine zıt görünen iki sözcüğü birleştirerek yeni bir kavram yaratmıştı: “Hamarat Tembellik.” Milner, kitabın sonlarına geldiğinde bu kavramla tanıştırıyordu okuru. İnsanların hayatlarında bazı hedeflere ulaşmasının tek yolunun “sürekli çabalamak mı olduğunu” sorguluyordu önce. Eylem dediğimiz etkinliğin yalnızca dışarıdan görülebilen ve sahibinin her an hareket halinde olmasını gerektiren bir fiil olup olmadığı da başka bir soru olarak beliriyordu kitapta. Çağımızın vahşi rekabet ortamında işimizi kaybetmemek için büyük ve görünür hareketler sergilemeyi bir zorunluluk olarak algılıyoruz. Sevdiğimiz birini yitirmemek için ona dört elle sarılıyor, onun gözünde vazgeçilmez olmaya çalışıyoruz. “Bir şey yapmak”tan anladığımız, çoğunlukla her an eylem halinde olmak ve hayatın akışına irademizle “yön vermek”. Aksi halde hayat üzerindeki kontrolümüzü kaybettiğimiz duygusuna kapılıyoruz. Kendi dışımızdaki süreçleri kontrol edememek ise, -ki çoğunlukla sonuç bu oluyor- bizi hasta, mutsuz, agresif yapıyor. Fakat ne hikmetse bu sürecin sonunda çoğunlukla kişi istediklerini elde edemiyor. Bazen kovalamadığımız şeyler çok daha kolay düşüyor avuçlarımıza. Metafizik bir şeyden söz etmiyor yazar. Bu aşırı kovalama halinin, bu hayatı kendi bildiği yola sokma çabasının, insanları hedefleri için yönlendirme arzusunun kişiyi, içsel bir dönüşümden alıkoyduğunu vurguluyor. Son yılların moda deyimiyle “sonuç odaklılık” bizi sandığımız kadar da sonuca yaklaştırmayabiliyor. Varış çizgisine odaklanarak, daimi bir “gelecek” fikriyle koşup duruyoruz. Bu koşu esnasında nerede ne hata yaptığımızı fark etmenin imkânsızlığıyla da yüzleşemiyoruz. Milner ise “hamarat tembellik” kavramıyla açıkladığı başka bir seçenek olabileceğini söylüyor okuruna. Eylemsiz bir eylemlilik içinde “şimdi ve burada” olmak. Parkurun dışına çıkmak. Şimdi ve burada ne yaptığınla, ne düşündüğünle ve ne hissettiğinle ilgilenerek “oyalanmak”. Amaçsız ve eylemsiz gibi görünen bu oyalanma halinin içinde gerçek bir çalışkanlık olduğunu vurguluyor yazar. Milner’ın genel olarak hayatla ilgili yaptığı bu önerisinin yazma eylemi için de büyük bir olanak barındırdığını düşünüyorum. Ursula K. Le Guin’in “Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar” isimli deneme kitabında karşıma çıkan satırları bu düşüncemi kuvvetlendirdi. Şöyle diyor Le Guin: “Ben de defter tutarım; bu defterlere öykü fikirleri yazar, tıpkı kemikmişler gibi onlara homurdanırım, çiğnerim, çoğu kez gömer, sonra kazıp yeniden çıkarırım.” Tıpkı bir kurt gibi, sezgilerine güvenen bir yazara yakışır şekilde malzemesiyle hamarat bir ilişki içine giriyor Le Guin. Malzemesi ne mi? Düşünceleri. Hayal dünyası. O dünyanın içinde kalıp, tembelce homurdanıyor, kokluyor, çiğniyor malzemesini. Bir kısmını da tükürüyor. Belki daha sonra dönüp bir daha bakacak. Hemen yazmaya kalkışmıyor. “Bir konu bulup o konuda bir roman yazmalıyım, çünkü hayatta bazı hedeflerim var, zaman kaybetmeden işe koyulmalıyım” demiyor. Çünkü o defterin sayfaları içinde kalmayı, onunla haşır neşir olmayı da işten sayıyor. İşi sadece “kitap yazmak” olarak görmüyor. O noktaya gelmeden önce gözle fark edilemeyen bazı hareketlerde bulunmak gerektiğini biliyor. Dahası buna ihtiyaç duyuyor. Jung’un “hepimizin temelde benzer olduğumuz” tezinden hareketle, sanatçının bu “kolektif bilinç”i keşfedebilmesi için önce içe dönmesi gerektiğini vurguluyor Le Guin ve diyor ki: “yüzünü kalabalıktan kaynağa çevirmelidir: kendi derinlikleriyle, Benlik’in büyük keşfedilmemiş alanlarıyla özdeşleşmelidir.” İşte kalabalıktan uzakta o derinlemesine dalış esnasında hamarat bir tembellik içinde oluyor sanatçı. Ödülü ise derinlerde bulacağı kemikten başka bir şey değil.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2015

BEJAN MATUR:

“Şair İmgeye Maruz Kalandır” Söyleşi: SARPHAN UZUNOĞLU (Baş tarafı sayfa 1’den)

Bir aracı gibiyim sanki; başlangıca dair, benim dışımdaki büyük bir hakikatin, o karanlık alanın, kainata ait manayla ilişkilendiğim bir anın hediyesi gibi. Bu ilk an; bir dağ yolunda, bozkırda, rüzgârı, yıldız ışığını, taşın fısıltısını duymakla var oluyor çoğunlukla. O anda kaydettiklerim birikiyor sonra. Defterlerimi bir köşeye atıyorum. Üzerinden yıllar geçiyor bazen. Sonra, günü gelince üzerinde bir elmas işçisi titizliğiyle çalışıyorum, Şiir başlangıçta kontrolümde olmayan, hissedişle, sesle gelen, sonrasında ise yapılan bir şeydir bana göre. Yapma süreci ciddi bir teknik ve bilgi gerektiriyor. Yani şiirin toparlanma süreci, kendi sezgisel matematiği, mimarisi olan fazlasıyla meşakkatli bir çalışma gerektiriyor. Bir tür heykeltraşlık gibi aslında. Ben şiirde çok mecbur değilsem ekleme yapmıyorum. Tam tersi estetiğin, ahengin ölçülerini gözeterek olabildiğince azaltmaya, az olana varmaya çabalıyorum.”

“Şiirinizde günlük yaşamdaki teknolojik seslere, işaretlere değil de doğaya rastlıyoruz genelde. Bu bir tercih mi?”

“Her dilin kendinden önce bir hayatı var. Büyük bir sessizlik o. Binlerce yılın sessizliği. Bunu duyan bir şairin ona kayıtsız kalması, yanından geçip gitmesi

düşünülemez. Ben bazen taşlara bakıp ağlarım. Taşın yüzündeki küçük bir işarete takılır kalırım. Zaten şair dediğimiz rüzgârın, taşın, yıldızın yanından geçerken ondaki kelimeyi duyan kimsedir. Gerçek sessizlik sesle doludur çünkü… O sessizlik o kadar büyük ve konuşan bir şey ki, onun sükunetine şükran duyarak, onu örselemeden dinlemek ve kaydetmek şiirin konusu aslında... Ben bu anlamda kendimi hep kelimelere tutkuyla bağlı bir müptela gibi görüyorum. Kelimenin hizmetindeyim sanki hep. Zaten müzik, ritm ve sessizlikle gelen duyguyu o an kaydetmezsem geriye hiçbir şey kalmıyor.”

“İlham anına dair ne söylersiniz?”

“Kelimeleri nasıl seçiyoruz? Ben imgeleri seçebileceğimize inanmıyorum. Şair imgeye maruz kalandır. Çünkü ilhamın öğrenilebilir bir şey olduğuna inanmıyorum. İlham öğretilemez de, vardır ya da yoktur. Ama işçilik öğretilebilir. İyi şiirin ne olduğuna dair bilgi belki öğretilebilir. Çünkü nihayetinde iyi sanatı, ortalama olandan ayırmak da bir kalp bilgisi gerektirir. O da kalple bilinir çünkü. İşte o ilham anında, sesin anaforuna kapılan biriyseniz, baktığınız her şey şiire dönüşür. Gökyüzü, dağ, rüzgâr. Her şey şiire dönüşür. Zaten öyledir. Bize kainatın büyük bir şiir olduğunu unutturan doğmak, dünyaya fırlatılmış olmak kaderimiz, yalnızlığımızdır. Felsefenin, dinlerin, mitolojinin, sanatın ve özelde ve en derin duyuşuyla şiirde cevabı aranan yitirilmiş o güzelliğin gizidir

ve o cevabı bulduğumuzda hayatımızın bir anlamı olur. Sonuçta ben bir yerde doğdum ve o yerin manzarasının bana fısıldadığı bir imgeler toplamı var. O sesleri duyma ve aktarma benim bütün hayat yükümü oluşturuyor aslında. Bu bir seçim. Doğada ve başımı kaldırıp baktığım sonsuzlukta gördüğüm manayı nerdeyse sadece dört elementle anlatabileceğime dair bir inadım ve inancım var! Bu son derece bilinçli bir seçim. Yani modern dünyanın, şehir hayatının hengamesine takılıp kalmayışım bir tercih. Çünkü doğada bulduğum dilin yalınlığı bana en derindeki anlama ulaşma konusunda daha sahih bir rehber gibi görünüyor. O yalınlıktan bakmak, bana çok daha gerçek ve sarsıcı geliyor. İnsanın acısına değen, tozlanmış kısımlarını toparlayan bir güç var o yalınlıkta. Bu kitapta daha da yalın bir dile ulaştığımı zannediyorum. Sıra ikinci şiir dosyasında şimdi; Aşk dosyası. Orada daha da yalın bir dil var. Neredeyse kelime harfe bükülüyor. Keşke mümkün olsa harfi de susup bir tür ses ve nefesle anlatabilsem…”

“Belki de odadan çıkıştan bahsederken diğer mekânlardan bahsetmek gerekir. Farklı mekânlarda yaşadınız, farklı yerlerde yaşamak şiirinize nasıl yansıdı?” “Bir yerde doğarız ve sonra hayatın gereği başka duraklara yolumuz düşer. Dururuz, bekleriz, anlamaya çalışırız ve sonra geri döneriz. Geri dönmemiz de bir

Her şairin en derinden bildiği, hissettiği bir dünya vardır hep. Bütün şiir uğraşı boyunca o dünyanın dilini kurmaya çalışır. Yüzlerce kitap da yapsa bir şiirdir aslında anlattığı. Başlangıçta onu harekete geçiren de o yerle kurduğu ilişkidir. Ben nereden geliyorum sorusuyla başlar her şey... Olduğum yer ne? Buradan asla folklöre indirgenmiş bir kapalılığı kastetmiyorum. İnsanlığın büyük hikâyesine, ruhun hikâyesine dair ipuçlarına varabildiğimiz bir ilk yer sözünü ettiğim. aslında. Biz belki de tanrıyı arıyoruz sanat aracılığıyla. O sebeple belki de Rilke’nin kullandığı anlamda şiir bir dindir. Varlığa bir cevap arayışıdır. Şiir sorusunu bana göre dinlerden daha da derin bir yerden sorar.”

“Şairin hikâyesi ile şiirin kesiştiği alana dair ne söylersiniz?”

“Her şairin en derinden bildiği, hissettiği bir dünya vardır hep. Bütün şiir uğraşı boyunca o dünyanın dilini kurmaya çalışır. Yüzlerce kitap da yapsa bir şiirdir aslında anlattığı. Başlangıçta onu harekete geçiren de o yerle kurduğu ilişkidir. Ben nereden geliyorum sorusuyla başlar her şey... Olduğum yer ne? Buradan asla folklöre indirgenmiş bir kapalılığı kastetmiyorum. İnsanlığın büyük hikâyesine, ruhun hikâyesine dair ipuçlarına varabildiğimiz bir ilk yer sözünü ettiğim. Bir referans aralığı. Algımızı en derinden o aralığa yönelterek o büyük cevapla ilişki kurabiliriz ancak. Yani ancak en iyi bildiğimiz köke giderek insan oluşumuza dair derin cevapla ilişki kurabiliriz. O kök ilk bakışta hepimizde farklı durur ama ortaktır. Şiirin ve genelde sanatın evrensel olma iddiası buradan kaynaklanıyor. Bir tür arkeolojik merakla derine, en derine varmak tutkusu olmadan iyi imge var olamaz ki… “Ben sonuçta Anadolu, Mezopotamya toprağında doğmuş, o tarihi hisseden biri olarak görüyorum kendimi... Maraş’ta doğdum. Bizim aslında kainatla ilk karşılaştığımız yer, yani doğduğumuz yer kainatı anlamamız için de bize bilinçdışı kodlar sunar. Muhayyileyi oluşturan çocukluk yaşantısı ve manzarasıdır. Chagal’ın çok sevdiğim bir sözü var: ‘Herkes doğduğu odayı anlatır’ der. Hepimiz sahiden aslında doğduğumuz odayı anlatırız

mecburiyet aslında. Çünkü dönüp bir kez daha bakmamız gerekir. Ancak o zaman görmüş oluruz. Bunun en güzel örneği Gandhi’dir. Çizgiyi iki defa geçmiş biri o. Gandhi Hindistan’da kalmaya devam etseydi Gandhi olmazdı. O büyük yolculuğu yaşadı, İngiliz kültürünü İngilizleşecek kadar kavrayıp orada durmayarak, geri dönmek arzusu duyduğu için Gandhi oldu. Ve hikâyesi tüm insanlık için bir değer kazandı. Barış çağrısı bu sebeple daha anlamlı hale geldi. Bu aslında hepimiz için geçerli; o başlangıç referansını kaybetmeden oraya yenilik taşımakla yükümlüyüz hepimiz. Yoksa yerellik hapsinde takılır kalırız. Ben söylediğiniz gibi kendimi anlatmaya bir yerden başladım, hâlâ devam ediyorum. İçinden geldiğim toplumun tarihsel kederi yazdıklarıma fazlasıyla bir alt metin olarak sızıyor... “John Berger yazmıştı şiirim için ‘şiirinde tarihin acısı var’ diye. Ben bunun görülebildiğine seviniyorum. 10 yaşındaydım Maraş olayları yaşandığında... Kayıplar, yakınlarımızı kaybetmiş olmamız, sonrasında yaşadığım cezaevi süreci, işkence… Ben bunlara tanıklık ettiğim için değil sadece, bütün yaşadıklarım daha eski acıları da hatırlattığı için değerli aslında. Maraş katliamını yaşadığımızda ilk ‘neden’ sorusunu sormaya başladım. Çünkü orada, bildiğiniz dünya ayağınızın altından kayıyor ve bölünüyor. Birden ‘biz ve onlar’ başlıyor. Ayrılıyorsunuz. Bu toprağın kayması gibi. Birileri sizi katlediyor ve bunun cevabını arıyorsunuz. Aile dostlarınız, çocukluk arkadaşlarınız öldürülüyor... Burada oyunun masumiyeti içinde tanıdığım birinin katledildiğini duymak beni başka sorulara götürdü. Neden, diye soruyorsunuz. Derken acınızla başetmenin bir yolu olarak insanlığın hikâyesine, geçmi-


Nisan 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

şe bakıyorsunuz. Geçmişte aynı topraklarda Ermenilere yapılanları anımsıyorsunuz. Yüzyıllık, senin olmayan başka bir acıyla karşılaşıyorsunuz. Ama duruyor o acı. Resmi tarih sayfalarında olmasa da, coğrafyanın hafızasında kayıtlı olarak kendini müziğe, şiire sızdırarak hissetiriyor.”

“Kolektif bir hafızadan bahsediyorsunuz yani…”

“Evet o kolektif hafızada duruyor. Çünkü doğada kayıtlıdır o. Ben coğrafyanın hafızasına inanırım. Ve hallolmamış, dilini bulmamış acılar ağır hikâyeler olarak toprağın altında durur. Onu bir şair olarak elbette duyarsınız, hissedersiniz. Ve bunu bir ağıt duygusuyla anlatmak zorunda hissedersiniz. Çünkü ağıt olan şiirin ancak iyileştirici bir yanı var. Onun dilini kurduğunuza o yarayı biraz olsun sarmalayacak bir dokunuşu var ettiğinize inanıyorsunuz. “Ben ‘Son Dağ’ kitabını Saroyan’la bitirdim. Bağışlamayla bitirdim. Bu bilinçli yaptığım bir tercihti. Şiirin matematiğine dahildi verdiğim o karar. ‘Ben bu kitabı bağışlama cümlesiyle bitirmeliyim’ dedim. Çünkü yaşanan bütün o acıya, tarihin kederine, yüküne rağmen ben kalbimden nefreti çıkarmak istiyorum. Öfke tabii ki var. Ama kainatın, hayatın, insanın onaması anlamında şükran duygumuzu kaybetmemek bana her şeyden daha değerli geliyor. Nefretin kalbi karartan, kapatan ağırlığını ancak şiir temziler. Bizim toplum olarak sahiden iyileşmeye ihtiyacımız var. Ağıt da o yüzden gerekli belki.”

“Peki bağışlama bağlamında sanatın ne kadar etkili olabileceğini düşünüyorsunuz?”

“Ben gerçek sanatın arındırıcı, iyileştirici gücüne sonsuz inanıyorum. Bu gücü muktedirler çok iyi bildiklerinden hep gerçek sanatın karşıtı olana yönelirler. Kitleleri şık görünen ama özünde yenilenmeyi durdururcu kof sanatla meşgul ederler. Bu ‘politik sanat aslında nedir?’ sorusuna getiriyor bizi. Ben yazdığım şiirin son derece poltik olduğunu düşünüyorum ama bunu yaparken hiç politik kavram kullanmıyorum. Çünkü politik’in tam da bu olduğuna inanıyorum. Kalbi dönüştüren, değiştiren… İnsanda bir aşkınlık hissi yaratabiliyor musunuz? İzleyenin ruhunda bu böyle de söylenebilirmiş, böyle de olabilirmiş duygusunu yaratabiliyor musunuz? Yazdığınız bir dize bir insanın hayatında başka bir yenilenmeye, uyanışa sebep olabiliyor mu? Budur politik sanat.”

“Şiirin siyasette kullanımı hakkında ne söylersiniz?”

“Şiir ruhun dili, ruhun kalesi. Ruhun bütünlüğünü koruyabilen yegâne uğraş aslında şiirdir. Bu sebeple bütün uğraşlarımızın temelinde şiir vardır. Siyaseti de şiirsiz yaptığınızda etkili olamazsınız. Goethe’nin çok güzel bir sözü var: ‘Yüreklere ulaşmak istiyorsanız yürekten konuşun,’ der. Herhangi bir uğraşın merkezine o yüreği koymuyorsanız tüm çabanız boştur aslında. Şiir her yerdedir. Şiir sadece şiir formunda görebildiğimiz şey değildir. Şiir insanlığın gücüdür. Doğru kullanıldığında doğru sonuç da yaratabilen büyük bir güç. Politik terminolijiye boğulmuş şiirler görürsünüz. Ama politik etkinliği son derece tartışılır. Aslında apolitiktir. Çünkü dönüşümü engelleyen, bir tür oyalanmaya neden olan bir kofluk barındırırlar. O tuzağa düşmemek lazım. Toplumların hayatı bu tür oyalanmalarla dolu çünkü. Ben hayatta da, okuduğum kitaplarda da izlediğim filmlerde de o kofluktan uzaklaşabilme çabasına değer veriyorum. Bir sahicilik arayışım var. Sanatın strateji ve hesapla ilişkilenemeyeceğine dair naif duyguma ısrarla tutunmaya çalışıyorum.”

“Siz Maraş Kürtçesi konuşabiliyorsunuz. Hatta Kürtçeyi unutup sonra aileye dönmüş ve Kürtçeyle tekrar karşılaşmışsınız ve iki dilde de kendinizi çok iyi ifade ediyorsunuz. Şiirinizde birçok şairin erişemeyeceği bir duruluk var. Hiç anadilinizde, bir politik bayrak açmayı ve Maraş Kürtçesiyle yazmayı düşündünüz mü?”

“Aslında bunu bir sürpriz olarak ortaya çıkarmayı istiyordum. Sanırım artık Maraş Kürtçesiyle yazdığımı

paylaşmam gerekiyor. Orada kültürel olarak da Maraş Kürtçesi, Kürtlüğün kıyısında durur. Dışlanır hep. Bu bende bir yaradır. Ben cezaevindeyken, şiiri çok güçlü hissetiğim ilk zamanlarda bir dil ararken yol ayrımında gibiydim. Türkçe mi yazsam Kürtçe mi diye. Edebiyatta kullanılan Kürtçenin Maraş’ta kullandığımız Kürtçenin dışında Botan yöresini referans alan bir Kürtçe olması bana ikinci bir asimilasyon gibi gelmişti o zaman. Halbuki ben anneden hatırladığım o kederli sesi anlatmak istiyordum. O sırada kalbim durdurdu beni. Türkçem daha güçlü bir ifade imkânı veriyordu zaten. Anne dilini orada bir kez daha terk etmek kolay değildi hiç ve durdum. Southbank Poetry festivalinde kapanışta şiir okurken izleyicilerin çoğu gelip şunu söylediler; Türkçenin sesi ne güzelmiş. Bunu duyduğumda kalbimin sızladığını hissettim çünkü benim o sesimin içinde Kürtçe de var. O benim biriktirdiğim hayatın, geride bıraktığım dünyanın arkaik, incinmiş sesi aslında. Ve içimden dedim ki o an; bir gün böyle bir salonda dinleyiciye Kürtçenin, annenin sesini iki satır da olsa duyurabilmeliyim. Kürtçenin benim üstümde bir hakkı var. Sonrasında Londra’dan New York’a uçarken okyanusun üstünde karanlık bir yolcu koltuğunda bir anda geldi şiir. Kendi dilimde, Kürtçede dört kısa şiir yazdım, sanıyorum oldu da! Dönüşte koşarak anneme gittim. Çünkü annemin anlayacağı bir dilde yazmıştım ilk defa. Bu duyguyu anlatmam o kadar zor ki. Tamamlanma gibi. Bir yaranın kapanması gibi, barışma gibi… Anneme acemi şiirlerimi okudum ve annem kullandığım bir kelimeyi düzeltti. Ben dönüş kelimesini kullanıyordum ‘Wegere’ denmesi gerekirken ‘Çax ba’ demişim. Giden birine dön diyorsan ‘Wegere’, kendi etrafında dönüş için ‘Çax ba’ demem gerektiğini söyledi annem. Bu o kadar büyük bir tamamlanma ki. Annemle tepeleri, dağları dolaşıp taş topluyoruz biz. Diğer çocuklarına, babama anlatmadığı hikâyeleri o yürüyüşlerde bana açar hep. Geçtiğimiz sonbaharda geçmişteki adıyla Zeytun dağında kalıyorduk. Orada uzun uzun yürüyüşler yaparken ben annemi dinledim, bilmediğim yeni Kürtçe kelimeler öğrendim ondan. Annemin de unuttuğu çocukluk oyunlarını, şiirleri, şarkıları, genç kızken yaylaya gittiklerinde kızlar ve erkeklerin birbirlerine söylemek üzere hazırladıkları aşk şiirlerini yadettim. Onları ilk defa anlatıyordu annem. Belki de Kürtçe yazmam ona daha yakın hissetirirdiği için bana yüreğinin en derinini açtı annem… Bir kitap hazırlığım olacak evet. Daha doğrusu kalbim beni oraya doğru götürüyor. Zaten Kürtçe yazmak, Kürtçe hissetmek bana şairliğimle değil insan oluşumla ilgiliymiş gibi

geliyor daha çok. Böyle de ağrılı ve duygusal bir yanı var…”

“Bu anadile dönüş Türkiye’de yaşanan toplumsal gelişmelerle bir arada okunabilir mi sizce? Kürtler içerisindeki farklılıklar da dahil. Siz kendi şiirinizi bu değişim sürecinin bir parçası olarak görüyor musunuz?”

“Bunu bir başkası sanıyorum daha iyi tarif eder. Ama bana kalırsa elbette parçasıyım, o dilsiz bırakılmış dünyayı aktarmak üzere kalbimde bir yük var. Şöyle bir örnek vereyim, ilk kitabımı yayınladığım zaman, kendi toplumuma döndüğümde o dili bastırılmış insanların anlatma ihtiyacının ne kadar derin olduğunu fark etmiştim. Onlarla nerdeyse her karşılaşmamda geçmişten biriktirdiği, değer verdiği bir anıyı anlatıyorlardı. Falanca yıl şuradaydım, şöyle olmuştu gibi. Aramızda sessiz bir anlaşma var gibiydi. Sanki bana anlatırlarsa ben dertlerini, o gizli hazineyi aktarabilirdim. Dertlerini aktaracak bir köprü gibi görüyorlardı beni. Bugün de devam ediyor bu. O hikâyelerin muhatabı olmak, öyle görülmek çok değerli benim için. Ben başından itibaren bunu önemsedim. Yaptığım hemen her şeyde, gölgede bırakılan, kenarda duran insanın sesi olmayı öncelikle kendim için arzuladım. Ben o toplumun içinden gelen, onların dilini bilen biriyim çünkü. Ben geçen yaz halamı kaybettim ve bizim köyümüzde yıllar sonra cemevi yapılıdı. Artık toplu olarak yapılıyor anmalar. Bu yeni, modern bir şey. Halam vesilesiyle ilk defa gittim. Bizimkiler çok benziyor Ermenilere. Beden olarak da, form ve ses olarak da. Kadınların hepsi duruyor öyle tek bir gövde gibiler. Bir kadın korosu oluşturuyorlar; ama kıyafetleri aynı, jestler aynı... Annem beni çağırmıştı ağıt yakan kadınlarla oturmam için. Ben kendimi şöyle yakaladım. O kadınların arasında kıvrılıp oturmayı, onlarla birlikte ağıtların sesine kulak vermeyi o kadar doğal yaşadım ki. Hiçbir boşluk ve yabancılaşma hissetmeden. Sanki hep orada, onlardan biri gibiydim… Benim kuşağımdan hiç kimse orada benim gibi oturamıyor. Onlara fazla geleneksel ve demode geliyor sanırım. Başka hayatları var. Bir köy hayatı içinde moderni yakalamaya çabalıyorlar. Bir tür yabancılaşma bu. Ben o kadınlarla geçirdiğim anlarda, zamansız duran sessizliğin içinde sanki hep oradaymışım gibi hissediyorum. Elbette bu his yazdıklarıma sızıyor. Sanki tam da onların hissettiği yerden ama modern bir dille söylüyorum. Elbette onların bir parçasıyım. Bunu aktarmak üzere kalbimde bir yük var. O yükü tabii ki taşımak ve aktarmak zorundayım.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2015

Ahmet Altan Ölüleri Konuşturuyor Ahmet Altan’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemini ele aldığı roman dizisinin üçüncüsü “Ölmek Kolaydır Sevmekten”, Birinci Meşrutiyet’ten 31 Mart vakasına ve trajik Balkan Savaşları’na uzanan bir sürecin tüm siyasal ve toplumsal gelişmelerini, roman kahramanlarının serüvenleri ekseninde anlatıyor. Roman, Balkan Savaşları döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinin geniş bir tarihsel panoramasını çizerken hem cephede hem de hastalıktan kırılan İstanbul’da halktan kopuk yaşayan Osmanlı aristokrasisini karakterlerinin derin tahlilleriyle veriyor. Bir yanda Osmanlı İmparatorluğun’un son günlerinin yaşandığı; herkesin birbirine kumpas kurmaya çalıştığı olayları gerçekçi bir biçimde aktarırken aynı zamanda cephenin gerisinde yaşanan imkânsız ve o ölçüde büyük aşkları anlatıyor. Ahmet Altan romanında okura bu olayları anlatıcı Osman’ın ağzından anlatıyor. Osman yalnız bir adam ve bir süredir ölülerle konuşuyor. Dedeleri, nineleri, büyük dedeleri, büyük nineleri evine gelip ona kendi hayatlarını anlatıyorlar. Onları dinliyor, onların hikâyesini yazıyor. Dinlerken, yazarken hayatlarının görünmez bir parçası oluyor o da… İşte o roman kahramanları: Bir albay olan Ragıp Bey, onun hemen her zaman sevdiği ama kavuşamayacağı Dilara Hanım, Doktor Reşit Paşa’nın oğlu Hikmet Bey, Mehpare Hanım’la Hikmet Bey’in oğlu Nizam, İstanbul’da bir kumarhanede piyano çalan Anya... “Ölmek Kolaydır Sevmekten”, Ahmet Altan, 576 s., Everest Yayınları

Ortaylı’dan Türklerin Tarihi Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın da kayda değer bilgi birikimlerinden süzerek özetlediği bir tanım var Türkler için. Ortaylı, Timaş Tarih’ten çıkan yeni kitabı Türklerin Tarihi’nde şöyle diyor: “Koca bir kavmin binlerce kilometreyi üç asır içinde geçtiğini düşünün… Bu, dünyayı değiştirmez de ne yapar? İşte Türkler dünyayı böyle değiştirdi. Bu sebeple, bizim hayalî bir tarih ve kahramanlar üretmeye değil, yalnızca doğruyu öğrenmeye

ihtiyacımız var…” Peki sahiden Türklerin Tarihi’ni ne kadar biliyoruz? Göçebe bir kavimken Ortadoğu’nun güçlü uygarlıklarından birini tesis eden Türklerin günümüzde de çok konuşulan menşei tartışmalarıyla başlayan bu kitap, akabinde Orta Asya’dan Anadolu’ya göç edip bölgeyi Türkleştirmelerine ve orada inşa ettikleri kültürün esaslarına değiniyor. Büyük bir mirasa, güçlü bir yapılanmaya ve tarihi bir zenginliğe sahip Türklerin adının nereden geldiği ve bu coğrafyaya ne zamandan beri “Türkiye” dendiği tartışmalarının tüm detaylarına da değinen Ortaylı, bugünkü halini alan Anadolu’nun hikâyesini ve Türkiye’nin Malazgirt Savaşı’yla Bosna’nın fethi arasındaki 400 yıl boyunca Avrupa açısından önemli bir ülke ve baş edilmesi gereken bir sorun olmasının gerekçelerini de sunuyor. Aslında kendileriyle aynı coğrafyayı yüzyıllar boyunca paylaşan uygarlıklara hep etki etmiş, Doğu ve Batı kültürlerini birbirine taşımakta önemli bir rol oynamış Türklerin dünya tarihindeki yerini mercek altına alıyor. “Türklerin Tarihi”, İlber Ortaylı, 320 s., Timaş Yayınları, 2015

Barış Dürbününden “Siper Mektupları” MELİSA CEREN HASMADEN

B

u yıl pek çok ulusun kaderinde ve dünya tarihinde bir mihenk taşı olan, her iki cepheden de toplamda yarım milyon zayiatı (ölen, yaralı, kayıp kişi) bulunan bir savaşın 100. yıldönümü: Çanakkale Savaşı. Son birkaç yıldır yaklaşan bu yıldönümü şerefine pek çok yayınevi kitaplar sürdü piyasaya. Oysa bundan on yıl önce konuya dair bulabileceğiniz Türkçe kaynak oldukça sınırlı, kaynakların büyük bir bölümü ise ya içeriği bakımından şaibeli ya da birbirinin tekrarı niteliğindeydi. Hamaseti başköşeye oturtan, çalışmanın temelini oluşturmasını beklediğimiz belge ve arşivlerin izini sürmeyen yayınlardı bunlar. Bir kısmı da bir lise ders kitabından halliceydi ki meraklılarının dişinin kovuğunu doldurmazdı. Bugün de durum pek farklı değil. Bu yayınlara bir de konuya “edebi” yaklaşma yolunu seçen “Çanakkale Savaşı romanları” eklendi. İlk basımı bundan on dört yıl önce yapılmış, bu yıl dördüncü basımıyla okurla buluşacak olan Necati İnceoğlu imzalı “Siper Mektupları” işte bu nitelikli yayın yoksunluğunda tutunacak bir dal adeta. Ancak hemen belirtmek gerekiyor, “Siper Mektupları” her ne kadar odağı Çanakkale Savaşı olsa da Birinci Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı cephelerinde savaşan askerlerin -özellikle 11. Tümendekilerin anılarını anlatıyor. “Siper Mektupları” sonundaki notlar bölümü, derli toplu kaynakçası, giriş bölümünde çalışmanın çerçevesinin ve metodolojisinin açıklanmasıyla bu yayın karmaşasında güvenirliliğini artıran bir kitap. Ancak bir belgesel, bir başvuru kitabı olma iddiasını taşımıyor. Necati İnceoğlu sunuş bölümünde anıları “roman tekniği içinde değiştirilmiş ve zenginleştirilmiş” olarak aktardığını belirtiyor. Bir kısmının tamamıyla hayal ürünü olmakla birlikte, bazı bölümlerin hiç değiştirilmeden metne dahil edildiğinin ve birebir yapılan alıntılarda mektubun yazarının kimliğini belirttiğinin altını çizmiş. Yine de okur açısından sık sık kurgu ile gerçek iç içe geçebiliyor. Neyin gerçek, neyin kurgu olduğunu ayırmasının güç bir metin olduğunu belirtmek gerek. “Siper Mektupları”nı emsal çalışmalardan ayıran önemli bir özelliği var ki, o da yazarının bir kahramanlık destanı yazmaktan öte bir derdi oluşu. İnceoğlu “cephe yaşamının savaş dışında kalan diğer etkinlikleri, rütbesiz bir askerin savaşa bakışı ve onu yorumlayışı” konusunda kaynakların azlığına değinmiş. Gerek mektupların gerekse anıların izini sürerken tam da bu soruna odaklandığını belirtmiş. Çalışmasını Osmanlı askerlerinin mektup ve anılarıyla sınırlamayıp madalyonun iki yüzüne de bakmayı tercih etmiş. Kitabın çerçevesini Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun 11. Tümen’ini merkeze koyarak, karşı cephe askerlerinin ve 11. Tümen’e komşu askerlerin mektuplarıyla sınırlayan İnceoğlu’nun bir diğer ölçütü ise mektuplardaki barış vurgusu olmuş. “Düşmanlık duyguları taşıyan, kırıp döken, ucuz kahramanlık taslayan” anılar özellikle kapsam dışı bırakılmış. Barış düşüncesi ise üç eksene oturtulmuş. Doğa sevgisi, sıla hasreti ve anne sevgisi. İnceoğlu’nun özellikle üçüncü maddeye getirdiği açıklama sava-

melisahasmaden@gmail.com şın pek de destansı olmayan yüzünü işaret ediyor: “Bu sevgi [anne sevgisi] giderek artmakta, zaman zaman bağımlılığa dönüşmektedir. Ancak bir kısmı heyecanla ve isteyerek, bir kısmı istemeden savaşa katılmış gençlerin 18-24 yaş grubunda oldukları, aralarında yaşını büyüterek 16’dan 18’e çıkarmış olanların da bulunduğu unutulmamalıdır. Bu anne sevgisi ve özlemi, savaş ve ölümden kaçışın simgesel bir anlatımıdır.” Çanakkale Savaşı’nın en önemli özeliklerinden biri siperlerin birbirine yakınlığıdır. Siperler arası mesafenin sekiz metreye kadar düştüğü savaş boyunca, bu fiziksel yakınlık taraflar arasında ister istemez bir iletişim doğurur. Ve bu temas bir kez yaşandıktan sonra, karşıda bir düşman değil bir insan bulunmaktadır artık. Bu durum mektuplarda da yansımasını bulur, siperlerde yaşanan gündelik hayatın detayları arasında yerini alır elbette: “Sakin zamanlarda yeraltı sığınaklarında partiler düzenlerdik. Bütün gece boyunca kâğıt oynanırdı. Konserler verirdik, Türkler de dinlenme yerlerinden dinlerdi.” Savaş bir türlü nihayete ermeyip her iki taraftan verilen kayıplar arttıkça, ortalık bir savaş meydanından çok ceset tarlasına döndükçe ve bitler ile sivrisinekler can almakta keskin nişancılarla yarışmaya başladığında artık savaşta bir kahraman olma düşüncesi de unutulur. Geriye tek bir soru kalır: “Bana savaş bütün bunlara değer miydi diye sorabilirsiniz. Beyaz haçlar altında yatan, Yeni Zelanda’nın yetiştirdiği en değerli evlatlar. Buna değer miydi? Bana sorabilirsiniz. Hayır, hayır değmezdi.” Bunlar mektuplardan sadece iki örnek. Kitap, savaşın sorgulandığı, kâh umutsuzluk kâh zafer arzusu taşıyan, savaşın dehşeti içinde ellerine geçen her türlü yaşama sevincine tutunmaya çalışan pek çok örnekle dolu. “Siper Mektupları” konunun meraklılarına kendinden önce yayımlanan Türkçe kaynaklarda rastlayamayacakları iki yeni belge ve anı da sunuyor. Bunlardan ilki iki Alman askerinin mektupları. İkincisi ise, yazarın babasının anıları ve tanıklığı. İnceoğlu, çocukluğunda ve gençliğinde babasından dinlediği anıları, kardeşlerinin de yardımıyla bir araya getirmiş. Yazının en başında İnceoğlu’nun dünya tarihinin en kanlı dönemlerinden birinde yaşanan bu çarpışmalara sıradan erlerin gözünden ve barış perspektifiyle yaklaşma amacından söz etmiştik. Yazar, bir kahramanlık destanı olarak dinlemeye alıştığımız olaylara başka pencerelerden bakmaya, okura alternatif bir bakış açısı sunmaya çalışmış. Metin içinde bu çaba bazen yerini bulmuş, bazen de İnceoğlu o zafer duygusundan yana savrulmuş. Yine de olay, anı ve mektupları kurgularken mümkün olduğunca tarafsız bölgede konumlanmaya çalıştığını söylemeliyim. “Siper Mektupları”, Necati İnceoğlu, 264 s., Remzi Kitabevi, 2015


Nisan 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Olması Gerektiği Gibi Yalın ÖMER AYHAN

S

ezgin Kaymaz’ın yeni öykü kitabı “Bakele”yi okurken edebiyat tarihimizde geriye dönüşler yaptım. Aslında yetişkinler kadar çocukların, gençliğe geçiş sancısındaki ergenlerin dünyasına da dalışlar yapan Kaymaz’ın öykülerinde sıkça döndüğü geçmişe, yaş itibarıyla üç aşağı beş yukarı aşinayım. Kaymaz’ın öykülerini “otantik” kılan, yazarlık tavrı. Dili kullanışı ve her seferinde hareketin öne çıktığı olay öyküleri yazışı, onu bugünkü öykü yazarlarından ayırıyor ve muadillerini bulabilmek için geçmişe yolculuk kaçınılmaz oluyor. Gazetelerde tefrika romanlar yayımlanırdı, sanırım 80’lerde bitti bu iş. Çok daha önceleri, öyküler de yayımlarmış gazeteler. Peyami Safa’nın, romanlarını kaleme almadan önce gazetelerde çıkan öyküleri on yıllar sonra bir kitapta toplanmıştı. İşte onlar gibi kolay okunan öyküler bunlar. Üstelik “Bakele”, anne-baba, anlatıcının hayat arkadaşı Hülya gibi birçok öyküde beliren ortak karakterleriyle, romanı öyküye tercih eden üşengeç okurları da kendine bağlayabilecek bir çekiciliğe sahip. Peki bu öyküler göründüğü kadar basit mi? Peyami Safa’nın, romanlarının aksine incir çekirdeğini doldurmayacak gazete öyküleriyle bir tutulabilir mi? Bu sorunun cevabı, ne mutlu bize ki, hayır. Sezgin Kaymaz, hemen her sayfasında insanı güldüren, hiç olmazsa tebessüm ettiren, hınzırlık ve fitne fücur dolu öykülerinde şiddeti işliyor. Şiddeti, günümüzün yabanıl dünyasında belki de ister istemez gözümüze sokmayı tercih eden yazarların aksine, gülmecenin içinden yürütüyor. Şiddetin özneleri ise genellikle çocuklar ve elden ayaktan düşmüş yaşlılar. Şiddet; “aile terbiyesi”, despot öğretmenler, çocukların “temelsiz” ve ham şiddeti derken, yetimhanelerde, bakımevlerinde, aslında insanın içinde bulunduğu her yerde boyveriyor. Kaymaz, kimi zaman daha karanlık tonları da yoklamıyor değil: “Akranlarım birer birer bataklık canavarına dönüşürken ben o çamurlu suların üstünde sırtüstü seyrâna dalmış, beklemiştim. Bir anne ve baba bulacaktım. Bir gün mutlaka.” Tasavvufa selam gönderen öyküler de var “Bakele”de. Sözgelimi “Temizlik İmândandır” öyküsündeki imamın bönlüğünü ve kavuştuğu aydınlanmanın karşılığını tasavvuf ehli Samiha Ayverdi’nin romanlarında, özellikle “Mesihpaşa İmamı”nda bulabiliriz. Dahası bu öykülerde niteliğin ivme kazandığını söylemek mümkün. Kaymaz’ın bilhassa çocukluk eksenli öykülerinde kendi bohçasını eşelediği çok açık. Çizgi romanların, bir başka deyişle popüler kültürün kimi kahramanları, birçok öyküde çıkıyor karşımıza. Kaymaz’ın öykülerinde karakterlerin rüyalarına giren çizgi roman kahramanları hep 60’lı ve 70’li yıllardan. Zagor, Çiko, Tom Braks, Çelik Bilek... 70’lerde topluma sunulan en güçlü eğlence aracı televizyondu. “Bakele”de, erotik çağrışımlarla dolu çorap reklamları geçit resmi yapıyor. Kaymaz’ın sık sık popüler kültür imgelerini yoklaması da dikkate değer; bugün yazılan öykülerde, benzer göndermelere bu kadar sık rastlayamıyoruz. Kaymaz, günümüzün bol seçenek-

visage37@yahoo.com li darmadağınık dünyasından değil, bir zamanların yekpâre dünyasından sinyaller gönderiyor. Böylelikle öykülerin art alanı da genişliyor. Kaymaz’ın öykülerinde dikkat çekici bir başka unsur ise kadınların konumu. Vurduğu yerden ses getiren, ağzı bozuk, harbi kadınlarla karşılaşıyoruz öykülerde. Ezilen, şiddete maruz kalmış, duygularını sürekli bastıran kadınlardan eser yok. Kadınlara yönelik şiddetin akıl almaz noktalara ulaştığı bir dönemde, bu sıra dışı tavrın gerçeği bile bile tersyüz etme, bir tür tepki olarak yorumlanması mümkün. Zira Kaymaz, öykülerinde bir iki örnek (Su Gibi Aziz) haricinde gerçekçi çizgiye sadık kalıyor. Kaymaz’ın öyküleri “sahiden” yalın. Edebiyatımızda yalınlığın giderek fetişleştirilmesi kötü sonuçlar vermeye başladı. Üç beş kelimede bir yolumuzu kesen noktalarla, olabildiğince az sözcükle çok şey anlatmanın edebiyatın yegâne temsil alanı olduğu yanılsaması; tıkız, ruhsuz, renksiz ve özellikle estetik duygusunun geri çekildiği kurmacaları tetikledi. Sezgin Kaymaz, Orhan Kemal doğallığıyla okuru içine alan öykülerini O. Henry sürprizleriyle sonlandırıyor genellikle. Haliyle biçim açısından yeni bir şey söylemiyor bize, ama yalınlığın okuru edebi zevkten mahrum bırakmak olmadığını da gösteriyor. “Aşkın Hasretle İmtihanı” öyküsünün girişi bir fikir verecektir: “Evimizin gülü, mahallemizin medâr-ı iftiharı, at kadar bir dobermandı; korkmayan taş olsun. Bir hâysiyet âbidesi gibi yürürdü sokakta. Dizlerini sirk atları gibi büker büker indirir, tırnaklarını kastanyet kadar ritmik şıkırdatırdı.” Yukarıdaki cümlelerde görebileceğiniz gibi yazar şapkaları içinden geldiği gibi yerli yersiz konduruyor. Böyle aklına eseni yaparak bir tür anarşi yaratması yanlış bulunabilir, ama kendi payıma bu tavırdan keyif aldım. Sözcük seçimlerinde de tutucu değil. Eski sözcükleri yerli yerinde kullanmasıyla cümlelerini daha da etkili kılıyor. Romanlarının aksine, öykülerinde geçmişin yazarlarını hatırlatan Kaymaz, Orhan Kemal ve kimi Köy Enstitüsü çıkışlı yazarlar gibi yerel ağızları da kullanmış. Sezgin Kaymaz, bugünün ölçütlerine başvurduğumuzda öykülerini kendine özgü bir tutumla yazıyor diyebiliriz; konu bulmakta hiç zorluk çekmemesi olay öyküsü yazmasını isabetli kılıyor. Ben bu öykülerdeki havayı, yoksa ruhu mu demeli, unutulmuş ama çok iyi bir öykü yazarı olan F. Celalettin’in öykülerine yakın buldum. “Bakele” unutulmaya yüz tutmuş, hatta kimilerince bilinmeyen bir öykü anlayışının kıvamlı örnekleriyle dolu. Öykünün edebiyatımızdaki yüksek çıtasını fazla zorlamasa da, benzerlerinin pek yazılmamasıyla bile ilgiyi hak ettiği söylenebilir. “Bakele”, Sezgin Kaymaz, 200 s., April Yayıncılık, 2015

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Yaşar Kemal, Bir Destan… Arkadaşım M. Sabri Koz’un sözünü bir türlü unutamıyorum: “Geride kalmanın zorluğu bu, gidenlerin yokluğunu kabullenmek...” Yokluğuna alışamadığımız bir yazarımız daha göçtü. Toroslar’ın destancısı, “İnce Memed”in yaratıcısı ve ozanı uluslararası üne sahip Yaşar Kemal’e gereği kadar sahip çıkabildik mi, bilemiyorum. Yaşar Kemal, Dede Korkut’un çağdaş bir sürdürücüsüdür. Tıpkı onun gibi boy boylayıp soy soylar yapıtlarında. “Binboğalar Efsanesi”, “Üç Anadolu Efsanesi”, “Çukurova Yana Yana”, “Sarı Defterdekiler” bunun en içten örnekleridir. Romanların dili ise okudukça ısıtır içinizi… John Steinbeck gibi, hatta ondan daha şiirsel bir anlatımla başlar romanları. Örneğin “Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den başlar. Kıyıları döğen ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdeniz’in üstünde daima top top ak bulutlar salınır. Kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz, killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar saatlerce içe kadar deniz kokar, tuz kokar.” Yıl 1966. Hukuk Fakültesi’ne kaydolmak için Ankara’dayım. Okulun kapısında Zülküf Şahin’le tanışıyorum. Sonra Attilâ Aşut ağabeyle buluşuyoruz. Mithatpaşa Caddesi’ndeki toplantıdan Yaşar Kemal ve bir grup adam çıkıyoruz. Haydi yemeğe… Yaşar Kemal o yemekte avuç avuç maydanoz yiyor, yol boyunca ise önümüze çıkan Ataol Behramoğlu’yla konuşuyorlar. Sanırım Kızılay’daki ünlü Piknik’in önüne gelince Ataol ona Necmiye’den söz ediyor. “Bir Gün Mutlaka” şiirinin yazıldığı günler… Aklımda kalan bu... Bir de ertesi sabah Mehmet Ali Aybar’ı Esenboğa’dan uğurluyoruz, Russell Mahkemesi için… ABD’nin Vietnam suçlarını yargılamak üzere… Birkaç yıl sonra da Trabzon’a geliyor Yaşar Abi. Burada yerel bir sağ eğilimli gazeteciyi elinin tersiyle kovuyor. Öyküsü uzun... Yaşar Kemal’in yaşamı tıpkı romanları gibidir. Çocukla çocuk olur. Balıkçıyla balıkçı… Taşıyıcıyla kol kola girer, onun yükünü de sırtlamak ister. Çok örneği var bunun. Thilda’ya olan bağlılığı da anılmalı. Raşit Gökçeli de Toros Yayınları olarak emek verdi onun külliyatına. Benim son karşılaşmalarımın biri Arif Keskiner’in Çiçek Barı’nda oldu. Yazdığım bir şiirin içinde nereden aklıma estiyse Arif’in Barı’ndan söz etmiştim. Hadi ona da okuyayım dedim. Arif Ağabey her zaman olduğu gibi Yaşar Kemal’le sohbete dalmıştı Çiçek Bar’da… Ben hafifçe fısıldayacak oldum. Yaşar Ağabey “Sesli oku bakalım,” dedi. Bitirince “Ben de sana bir şiir okuyayım,” diye karşılık verdi. Başladı “Hayat Ağacı” şiirini okumaya. Ben tıkanıp kalmıştım. Şiir çok güzeldi çünkü. Oradan nasıl ayrıldığımı anımsamıyorum. İlk karşılaşmada bunu Arif’e soracağım. Yaşar Kemal bu toprakların hikâyesini anlatır. Anlatır da, bunu güzel Türkçeyle nasıl evrenselleştirir bilemiyorum. Edebiyat tarihçilerimize çok iş düşüyor bu konuda. Onu anlamak... İnsan sevdasını kavramak... Bunu hikâye etmek ve bir bütünlük içinde yazınsal bir mucizeye dönüştürmek... İşte işin özü bu! Halkımızın Nobel’i çoktan onun… Öneriler:

“Mimarlar Dik Durur”, Doğan Hasol, sıra dışı öyküler, 200 sayfa, YEM Yayınları, 2015 “Tatavla’da Bir Delirme Vakası”, Bade Osma Erbayav, öykü, Yitik Ülke Yayınları, 2014


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2015

AYŞE BAŞCI aysebasci@hotmail.com

Satırlar Arasında 1915 U perinern aysbes dıkhur yerker gerken voğç kişer

Ç

Ve perilerin hüzünlü şarkıları geceden sabaha dek sürdü

ocukken en sık kullandığımız savunma yöntemiydi “Ama o da bana vurdu!” demek. O zaman kabahatimizin hafifleyeceğini zannederdik belki de. Yine de yediğimiz ve attığımız tokatların acısı cayır cayır yanardı yanaklarımızda. Çocuktuk, bir saate kalmadan unuturduk. Peki neden büyüyünce de unutuverir olduk? Daha mı kolay böylesi? Acıların hesaplaşmasının olmayacağını bir türlü öğrenemedik. Acı, acıdır. Düştüğü yeri yakar. Etrafta durup sadece seyredeni, vicdan azabıyla er

1915’i çocukken bilmezdim elbette. Hele benim gibi Yeşilköy’de büyümüş biriyseniz, yan komşunuzun çocuğu Arin’in isminin neden Arin olduğunu sormak aklınıza bile gelmez. Önemli olan tek şey, Arin’in oyunlarda mızıkçılık yapıp yapmadığıdır. Biraz daha büyüyünce, Arin’lerin üst katında oturan Karin’in anneannesine neden Mari Teyze değil de Madam Mari dediğiniz takılabilir aklınıza elbette. Yine de çok üzerinde durulacak bir konu değildir. Zira Madam Mari şahane gül tatlısı ve paskalya yumurtası yapar. Aradan biraz daha zaman geçer. Bir gün okulun tiyatro kulübünde biriyle tanışırsınız. Özcan. Gönlünüz kayıverir. O da size karşı boş değildir, kesin. Özcan der ki “Hiç boşuna heveslenmeyelim; sen ve ben, mümkün değil!” Nedenini sorarsınız. Cevap çok şaşırtıcıdır: “Çünkü ben Ermeni’yim!” Böyle bir durumda aklınıza gelen ilk soru ne olur? Benimkini söyleyeyim: “İyi de adın neden Özcan o zaman?” Özcan, ailesinin böyle bir ismi “daha güvenli” bulduğunu söyler. Kalbiniz kırılır, hayalleriniz yıkılır, minibüs kuyruğuna girer, Özcan’ı geride bırakırsınız. Yıllar sonra, 2015’te, Özcan gelir takılır işte aklınıza. Şimdi olsa farklı sorular sorarsınız ona. Çünkü mutlaka vardır bu isim kaygısının gerekçesi. Belki 1955’te, belki 1915’te, belki 1909’da. Çünkü tarih, acılarla doludur ve bu acıların varlığı bile reddedilir

ya da geç kavurur. Vicdanı olmayan ise o acıyı çektirendir zaten. Yıllar geçer, hatta yüz yıl geçer, acıyı çekenlerin ardından gözyaşı dökülür, çektirene ta yürekten “ah!” edilir. Çocuk değiliz, unutmayalım. Çocuk değiliz, “ama” demeyelim. Çocuk değiliz, kederi paylaşalım. Çocuk değiliz, savunmaya geçmeyelim. Olanı olmamış, olmayanı olmuş yapamayız. Olanı görüp, anlayıp, öğrenip birlikte yol alabiliriz. Sarkis Çerkezyan’ın da dediği gibi, “Dünya hepimize yeter.”

“gerekirse”. Ama neden gereksin? Aklımdaki asıl soru bu. İnsan, neden kabul etmesin acıların yaşandığını? Devlet(ler) demiyorum. Çünkü biliyorum ki o noktada dinamikler çok farklı. Devletlerin vicdanı olmuyor. Diyeceksiniz ki “devletin vicdanı hukuktur”. Hukuk, isteğe göre eğilip bükülebilen bir araç. Vicdanlı olmasını beklediğiniz insanların kurduğu vicdansız devletlerin kimi zaman maşası, kimi zaman darağacı, kimi zaman da kurtarıcısı. Bir 2015 gerçeği var. Devletlerin ismi üzerinde bir türlü karar veremedikleri bir olayın 100. yılı. Kimilerine göre soykırım, kimilerine göre mesele, tehcir, sürgün ya da yer değiştirme. Ermeniler ne diyor peki 1915’e? Meds Yeghern. Yani “Büyük Felaket”. Bir an için biz de bu “adlandırma” derdine düşüp, Büyük Felaket’in 100. yılında, farklı bakış açılarıyla yayımlanmış kitaplardan birkaç örneğe bakalım. Ama, Zira, Neticede… Ulus-devlet geleneğini devam ettirip sabit bir noktadan bakıyorsak dünyaya, pek çok şey söylenebilir 1915 hakkında. “Ama”larla dolu, “zira”larla süslü, “neticede”lerle onaylı… İlk kitabımız, Bilgeoğuz Yayınları’ndan çıkan, Hüseyin Adıgüzel imzalı “Yer Değiştirmenin 100. Yılında Ermeniler ve Ermeni Meselesi”. Kitabın giriş yazısında olay şöyle özetleniyor: “Halbuki, tarih olayın birçok sebebi bulunduğunu açık olarak gösteriyor. Bu sebepler irdelenmeden, iyi anlaşılmadan, bu konu ile ilgili söylenecek her şey, laf-ı güzaftan ibaret olur. … ‘Ermeniler, Osmanlı toprakları içerisinde yer değiştirme’ işlemine tabi tutulmuşlardır. Bu doğrudur. Ama bunun doğru olması, sebeplerin yok sayılmasına asla bir gerekçe teşkil etmez.” (s. 16) Bu ifadeyi kitaptaki ilk “ama” olarak algılayarak hemen bir sonraki sayfaya (yani “zira”ya) geçelim: “Çünkü, Ermenilerin is-

tekleri hiçbir zaman bitmeyecektir, ta ki, Türk devleti yıkılana, Türk milleti tarihten silinene kadar … Türk milleti uzun tarihi boyunca hiçbir millete ‘SOYKIRIM’ yapmamıştır. Aksini söyleyen iftira atmakta ve yalan söylemektedir.” (s. 17) Bu satırlar, Adıgüzel’in başlangıç noktasını çok net bir şekilde özetliyor elbette. Kitabın diğer bölümlerinde öncelikle Ermenilerin kökeni, “Ermeni” isminin nereden geldiği, Anadolu’ya ne zaman yerleştikleri gibi bilgiler veriliyor. “Herodot Tarihi”ne dayanarak, sonradan “Ermeni” adını alan bu milletin aslında Frig kolonisi Haylar olduğunu yazıyor. (Adıgüzel’in elindeki “Herodot Tarihi”nde “Haylar” olarak geçiyor olabilir; bendeki çeviride “Ermeniler”.) Ermenilerin Fırat Havzası’na yerleşme tarihleri ise, farklı kaynaklara göre değişiyor ama M.Ö. 700 ilâ 500 arasında bir tarihten söz etmek mümkün. “Yer Değiştirmenin 100. Yılında Ermeniler ve Ermeni Meselesi”ne göre mesele şu: “Çünkü; Anadolu, Kafkasya’nın güneyi ve Urmiye Gölü çevresi, Türklerin ana yurdudur. Bu topraklarda, M.Ö. dört bin, dört bin beş yüz yıllarında Türkler yaşamış ve devlet-beylik kurmuşlardır. Aşağıda göstereceğimiz gibi, ‘gelme halk’ Türkler değil, Ermeniler ve Kürtlerdir.” (s. 84) Okullarda öğretilen resmi tarihte, Türklerin Anadolu’ya 1071 Malazgirt Savaşı’yla girdiği yazılır. Yine de 10. yüzyılda bazı Türk boylarının Anadolu’ya geldiğini ve burada yerleşik düzene geçtiğini biliyoruz. Fakat M.Ö. 4500’den söz eden bir kaynak bulamadım açıkçası. Adıgüzel’in kitabı, Kâmuran Gürün’ün “Ermeni Dosyası” adlı kitabında olduğu gibi resmi tezi destekliyor. Diğer bir deyişle, Ermeniler çeteleştiler, Türklere saldırdılar, Ruslarla işbirliği yaptılar, Osmanlı’yı sırtından bıçakladılar. Dolayısıyla devlet, bütünlüğünü korumak için Ermenilere karşı radikal bir önlem olarak yer değiştirme uygulamak zorunda kaldı. Ama kitap, resmi tezin de ötesinde, ilginç bir yaklaşım getiriyor konuya: “Ermenilerin, 1950’li yıllardan bu yana, 1915 olayları için sıkça kullandıkları SOYKIRIM


Nisan 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

sözünü daha yumuşak hale getirebilmek için kullandığımız TEHCİR sözü, bize göre yanlış kullanılan, hiç kullanılmaması gereken bir sözcüktür. … Bir topluluğu, bir halkı zorla, güç kullanarak göç ettirmek [“tehcir”in sözlük anlamı], 1949 yılında imzalanan ve bizim de taraf olduğumuz Cenevre Sözleşmesi’ne göre, savaş suçudur. … Biz bu sözcüğü kullanarak kendimizi, ‘hem savaş suçu hem de insanlık suçu’ işlemiş suçlu konumuna düşürüyoruz. … Lütfen sizler de bu sözü kullanmayınız!” (s. 221-222) Soykırım Nedir? Madem bütün mesele “olayı” isimlendirmekte, bu noktada biraz durup kanunlardan söz edelim isterseniz. Birleşmiş Milletler’in 1948 tarihli “soykırım” tanımı (ki bu terimi üreten Lemkin, 1915’teki katliamdan yola çıktığını açıkça söylemiş) şöyle: “Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir: grubun üyelerinin öldürülmesi; grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi; grubun yaşam koşullarının, bunun grubun bütününe ya da bir kısmına ge-

tireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması; grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi.” O halde 1915 bir soykırım mıdır? Sadece devletler değil, akademisyenler, hukukçular, sosyalbilimciler de bu sorunun yanıtını arıyor. Çünkü işin içine “soykırım” girdiği zaman devletler açısından ağır cezalar ve yaptırımlar söz konusu oluyor. Soykırım demeye dili varmayanlar “insanlık suçu” terimine razı olmaya yelteniyor. Ortada olan, görünmez oluveriyor. Taner Akçam’ın da dediği gibi, “… ilk önce ortada bir suçun işlenmiş olduğunun kabul edilmesi gerekir. … Görülmesi gerekir ki, Türkiye’de Resmi Tez olarak bilinen görüş, esas olarak yaşananların bir suç kategorisi ile açıklanmayacak, ‘normal’ bir eylem olduğu fikrinden hareket etmektedir.” (“Ermeni Meselesi Hallolunmuştur”, s. 328). Kılıç Artığı Anadolu’nun farklı yerlerinde yaşayan, işinde gücünde insanlardı hepsi de… 24 Nisan 1915’te İstanbul’dan Ermeni aydınların sürüldüğünden haberleri var mıydı acaba? Kendi başlarına da böyle bir

şeyin geleceğini düşünebilirler miydi? Apar topar, çoluk çocuk, aç sefil, kıyım katliam… Torunları işkence çekmesin diye onları Fırat’a atıp boğulmalarını izleyen, öldüklerinden emin olunca kendini de suya bırakıveren nineler. Karnı deşilen gebeler, nehir kenarında boğazlanan erkekler, yola güç yetiremeyip dermansız kalınca öylece ölüme terk ediliveren amcalar… Şanslı bile sayılabilirler mi Der Zor’a, Musul’a varabilenlere kıyasla? Ya da annesi babası gözü önünde öldürülünce Türk ailelere verilen çocuklarla karşılaştırıldığında? Yani “kılıç artıklarıyla”. Dink ailesinin avukatı Fethiye Çetin’in anneannesi Seher (Heranuş) Hanım’la örneğin. Ya da 90 yaşına gelip çocukluğuna dönünce Ermenice konuşmaya, maniler söylemeye başlayan (mesela) Sabri Amca’yla. Somon Balıkları Gibi… Katolik Ermeni olan gazeteci Jan Devletoğlu, Doğan Kitap’tan çıkan “İyi Kötü Ermeni” adlı kitabında anılarını paylaşıyor. Bu anıların hepsi hüzünlü değil, insanı gülümseten pek çok an da var. Ama çizilen resmin çerçevesinden, ne olursa olsun “azınlık” olma duygusunun hüznü sürekli sızıyor. Baskın Oran’ın da dediği gibi, “…dünyanın bir noktasında azınlık olan kişi otomatikman dünyanın her yerinde azınlık olmaya mahkûmdur: Türkiyeli işçi Almanya’da ‘Karakafa’dır, memleketi Türkiye’ye dönünce ‘Almancı’ olur”. (“Türkiye’de Azınlıklar” s. 34) Devletoğlu, Türkiye’de Ermeni olarak “azınlık”, Ermenilerin içinde de “Katolik” olarak “azınlık”. 1915 Tehcir Kanunu çıktığında Gregoryen ya da Katolik diye ayrım yapılmadan tüm Ermenilerin sürülmesi gündeme gelmiş. Devletoğlu’nun babası da bu sürgünden nasibini almış. “Sonra büyük ve uzun yürüyüş başlamış. Kafileler halinde değişik yerlere sürülmüşler. Babamın kafilesinin yönü Suriye’deki Deyrü’z-Zor’muş. … Bir keresinde, yürüyüş sırasında, yolda cesetler arasında yaşayan yaralı bir adam görmüşler. Pala darbesi başının tam yanına isabet ettiği için kafatası kırılmış, beyninin bir bölümü açıktaymış. Babam yanında taşıdığı unu suyla karıştırıp hamur yapıp adamın başına sürmüş.” (s. 120-121) Jan Devletoğlu’nun babası, yolda kaçmayı başarmış. “Sonra… Somon balıklarının hayat hikâyesindeki gibi gerisingeri Türkiye’ye, doğdukları ülkeye, vatanlarına dönmüşler.” (s. 121) Acıya Uzaktan Bakanlar Vahşeti yaşamamış olanlar; yaşayanları belki de hiç tanımamış olanlar; Ermeni olanlar ya da olmayanlar: 1915’i nasıl biliriz biz? Okuduklarımızı, duyduklarımızı zihnimizde nasıl kurgular, nasıl yorumlarız? Öğretilenlerin ötesine geçmek istesek, yola nereden çıkarız? Resmi ideolojilerden tehcir etmek için kendimizi, nereye bakar, nereye kulak veririz? İnsanlığın acıları ortaktır. Yugoslavya’da, Ruanda’da, Polonya’da, Azerbaycan’da ya da Anadolu’da… Pusulamız kalp olduğu sürece, yönümüz hep insanlıktır. Can Yayınları, Adalet Ağaoğlu’ndan Murathan Mungan’a, Mine Söğüt’ten Vivet Kanetti’ye, Ferit Edgü’den Ece Temelkuran’a kadar pek çok edebiyatçının kalbinden geçenleri, “’İçimizdeki’ Ermeni” adlı kitapta bir araya getirdi kısa süre önce. Yiğit Bener’in hazırladığı kitap, bütün kavramsal ve hukuksal tartışmaların ötesinde, edebiyatın şifalı gücüyle umut tazeliyor. Kitapta Ferit Edgü’nün de dediği gibi, “Ne var ki ben, yüzbinlerce insanın, kadın, çoluk çocuk acımasızca öldürülmeleri karşısında kuramın değil, ‘yaşamın gerçekleri’nin yanında yer almayı yeğlerim. Ölümün karşısında soyut kuralların hiçbir ağırlığı olmadığı için.” (s. 57) Ve işte artık bütün kanunlardan, kurallardan, öğretilerden, ezberlerden farklı olarak, ortak dili konuşmanın zamanı geldi. Bu dünyada en kutsal kavra-

mın “yaşam hakkı” olduğunun bilinciyle konuşmanın zamanı geldi. Soykırımın hukuki açıklamalarını ömür boyu okuyabiliriz. İstediğimiz kadar reddedebilir ya da kabul edebiliriz. Ne olursa olsun, her şey birkaç güçlü devletin yöneticisinin dudaklarından çıkacak sözcüklere bağlı olacaktır. Oysa insanlığımız bir bütün. John Donne’un 16. yüzyılda dediği gibi, “Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; … ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.” Çanlar, kadim dostlarımız için çalarken burada mıyız? Dost görmediklerimiz için çalarken de burada olabilecek miyiz? Karin Karakaşlı şöyle yazıyor: “Utanç, vicdan kapısının anahtarı. Eğer onu çevirip de vicdanın kilidini açmıyorsan, insan havsalasının almayacağı karanlıkları yaratmaktan da çekinmezsin.” Mesele, o kilidi açmak. Vicdanı serbest bırakmak. İşte o zaman, bu yazının başlığındaki sözcüklerin geçtiği türküyü, Haynirina’yı dinlerken halay çekebilecek, başımızı kaldırıp yıldızlara bakabileceğiz. Not: Konuyla ilgili kaynakları bulma konusunda destek veren Irmak Zileli ve Can Dündar’a, Ermeniceden çeviriyi yapan kadim dostum Saro Ari Paşalı’ya teşekkürlerimle. Yararlanılan Kaynaklar: “’İçimizdeki’ Ermeni”, Haz. Yiğit Bener, Can Yayınları, İstanbul, Nisan 2015. “Yer Değiştirmenin 100. Yılında Ermeniler ve Ermeni Meselesi”, Hüseyin Adıgüzel, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul, Ocak 2015. “Yetersiz Bakiye”, Karin Karakaşlı, Can Yayınları, İstanbul, Ocak 2015. “İyi Kötü Ermeni”, Jan Devletoğlu, Doğan Kitap, İstanbul, Ocak 2015. “Ermeni Halkının Tarihi”, Der: Gerard Dedeyan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Şubat 2015 “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur”, Taner Akçam, İletişim Yayınları, İstanbul, 6. Basım, 2013. “Ermeni Soykırımı”, Prof. Dr. Verjine Svazlian, Çev. Tigran Ter Voğormiyaciyan, Petros Çavikyan, Belge Yayınları, İstanbul, Kasım 2013. “Kanunların Ruhu”, Taner Akçam, Ümit Kurt, İletişim Yayınları, İstanbul, 2012. “Dünya Hepimize Yeter”, Sarkis Çerkezyan, Haz. Yasemin Gedik, Belge Yayınları, İstanbul, 5. Basım, Ağustos 2012. “Anneannem”, Fethiye Çetin, Metis Yayınları, İstanbul, 10. Basım, Ocak 2012. “1915 Yazıları”, Taner Akçam, İletişim Yayınları, İstanbul, 2. Basım, 2010. “Türkiye’de Azınlıklar”, Baskın Oran, İletişim Yayınları, İstanbul, 6. Basım, 2010. “Ermeni Dosyası”, Kâmuran Gürün, Remzi Kitabevi, İstanbul, 10. Basım, Temmuz 2010. “Heredot Tarihi”, Herodotos, Çev. Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, İstanbul, 3. Basım 1991.


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2015

Kiremitçi’den Edebi Hiciv Tuna Kiremitçi, “Uçan Halıların Ayrodinamik Sorunları” isimli yeni romanında alışık olduğumuz dilin dışına çıkıyor ve “aşk romanlarının unutulmaz yazarı”nın hikâyesini okurla paylaşıyor. Berkay Uysal gençlik zamanlarını geride bırakmış, edebiyat çevrelerince “aşk”ın kalemi olarak değerlendirilen bir yazardır. Artık üzerine yapışan etiketi değiştirmek ve dünyayı fethedecek bir roman yazmak istiyordur, Ancak asıl amacı yine aşkla ilgilidir: Natalie Portman’la tanışmak! Bu noktada dünyayı fetheden Türkiyeli yazarların izini sürer ve kendine bir yol haritası çıkarır: Tıpkı Elif Şafak gibi Konya’yı öğrenecek, tıpkı Orhan Pamuk gibi Kars’a gidecektir. Ancak çıktığı yol da vardığı şehirler de ona bambaşka hikâyeler sunar, dahası yolu yolda tanırken yazarımız kendi hayatıyla, geçmişiyle ilgili de bilmediklerini öğrenecektir. Mizah ve hiciv dozu yüksek, en başta kendiyle, devamında tüm dünyayla dalgasını geçen bir roman “Uçan Halıların Ayrodinamik Sorunları”. Eleştiri kurumunun olmayışını, bağlam yoksunluğunu, argumentum ad hominemin baskın olduğu tartışma dünyasını kıyasıya eleştiriyor Kiremitçi. Hayat boyu süper kahraman olmuş ve artık gerçek sanatla kendini var etme peşindeki Birdman gibi, Berkay da artık aşk romanlarının unutulmaz yazarı olmaktan usanmış durumda ve kendini kendine kanıtlama peşinde. Bu yolda yaşadıkları okuru hem güldüreceğe, hem de kendini yıkıp baştan yaratma meselesine kafa yorduracağa benziyor. “Uçan Halıların Ayrodinamik Sorunları”, Tuna Kiremitçi, 191 s., April Yayıncılık, 2015

Altaylı’dan Köy Romanı Hande Altaylı’nın dördüncü romanı “Delice” okurla buluştu. Bir önceki romanı “Kahperengi”, televizyon dizisi de olan yazar, bizi kimsenin kimse için iyi düşünmediği 484 köylünün yaşadığı Çakalağzı Köyü’ne götürüyor. Doğduğu günden beri uğursuzluğuyla nam salmış, 29 yaşındaki “çirkin Meryem”le, ona âşık olan “zengin ailenin deli oğlu Kazım”ın hayatını anlatıyor. Roman karakterleri hataları sayesinde birer kahramana dönüşüyor kitapta. Çünkü Altaylı’nın bu romanda üzerine basa basa durduğu mesele bu. İnsanın hatalarıyla insan olduğu. “Bizi biz yapan şeyler hatalarımızdır” diyor kitap. Bunu da Meryem karakteri üzerinden işliyor. Çünkü Meryem’i Meryem yapan da, Aliço’yu hayatının hatası olarak seçmesi. Hande Altaylı bu dördüncü romanında zor bir işe de girişmiş. Şehirli bir yazar olarak mekânı köy olan bir roman yazmış. Köy hayatının ayrıntıları, köylünün doğayla ve hayatla kurduğu ilişkiyi son derece “içeriden” bir dille anlatmayı başarmış. İlk romanı “Aşka Şeytan Karışır”, 2006 yılında yayımlandıktan sonra hatırı sayılır bir okur kitlesine sahip olan Altaylı, ikinci romanı “Maraz”ı 2009 yılında yayınlamıştı. “Kahperengi” ise 2012 yılında yayınlandıktan sonra Merhamet ismiyle televizyon dizisi olarak çekildi ve Altaylı bu kez televizyon izleyicisine de ulaşmış oldu. Okuyanlar, bu yeni romanı “Delice”nin de televizyona göz kırptığı yorumunu yapıyorlar. “Delice”, Hande Altaylı, 311 s., Doğan Kitap, 2015

Halit Kıvanç’ın Top Peşinde Yılları ŞAKİR ALTINTAŞ

S

iyah-beyaz zamanların en tanınan simalarından biri oldu o… Jönlerden değildi ama onlar kadar göz önündeydi. Yakışıklıydı. Düz saçları sağdan sola taralıydı hep. Takım elbiseli ve kravatlı gördük onu her zaman. Fenerbahçeli olmasına rağmen siyah-beyaz zamanlardan kalan bir hatıra gibiydi… Karanlık bir gecede, en karanlık yerden sesi gelse tanırdık onu. O anda bile kesinlikle futbol maçı anlatıyor olurdu. Yaşım gereği radyolu zamanlardan geliyorum, hatırlarım o sesi. Efsane futbol spikeriydi. Milli maçlar onun sesinde bir başka anlam kazanırdı. Dinleyeni hop oturtup hop kaldırmayı bilirdi. Topun ardında koşan futbolcu değil de oydu sanki. Sahadaydı her daim. Sizi de indirirdi o sahaya. Halit Kıvanç, yaşını göstermese de 1925 doğumlu, tam tamına 90 yaşında bir koca çınar, futbol spikerlerinin duayeni. Pek çoğu mizah ve anı olan onlarca kitap yazdı. Futbolu, futbol spikerlik yaşamını anlatıyor şimdi de: “Futbol! Bir Aşk…” Kıvanç, NTV Yayınları’ndan çıkan kitabında konuşur gibi anlatıyor futbolu ve kendini. Mikrofondaki Halit Kıvanç’ı hissediyorsunuz satırlarda. Öyle bir meslek yaşamı ki onunki, kendi hayatını anlatınca Türk futbol tarihini de öğrenmiş oluyorsunuz ister istemez. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenciyken buluyor kendini ilk kez mikrofon başında Halit Kıvanç. 1943 yılında ve sonrasında yaşam boyu tutkulu bir aşka dönüşüyor bu ilk dokunuş; kendi ifadesiyle, “İşte beni ilk tanışmamızda böylesine kucaklayan ‘mikrofon’ o günden sonra en büyük sevgilim olacaktı.” Bu en büyük sevgili, yaşamının merkezine oturuveriyor devamında. 1954 yılında Türk Milli Futbol Takımı tarihinde ilk kez Dünya Kupası’nda oynar ve gelinir 1960’a… 27 Mayıs İhtilali yaşanmıştır. Tarih 8 Haziran 1960. Ankara’da İskoçya’yla maç var. Halit Kıvanç maç sunumu için apar topar Ankara’ya getirilir. Maç sabahı Ankara Radyosu’nun bir odasında, bir anlamda, tecrit edilir. Radyonun başında askerler vardır. Saatler sonra bir albay gelip, “durumu anlayışla karşılamasını” rica eder. Sonra bir askeri araçla Radyoevi’nden 19 Mayıs Stadı’na götürülür. Spiker kulübesine geldiğinde alınan önlemler dikkatini çeker. Bir binbaşı, bir yüzbaşı ve otomatik tüfekleri mikrofona çevrili iki asker hazır beklemektedir. Şaşkındır Kıvanç. Maçtan sonra öğrenir gerçeği, Radyoevi’nde kendisinden anlayış isteyen albay tekrar gelir ve der ki, “Bakın Halit Bey, bugünkü yayın canlı yayındı. 27 Mayıs’tan bu yana radyoda hep biz, harekâtın başındakiler görevliydik. Bugün ise komite dışında, hatta devrim yöneticileri dışında ilk kez bir sivil olarak siz mikrofon başına geçtiniz. Sizi tanıyorduk, namuslu bir vatandaş olduğunuza güveniyorduk. Ama takdir edersiniz ki bizler de bu hareketi kellemizi ortaya koyarak yaptık. Sizi başıboş bırakırsak, bilerek ya da bilmeyerek, isteyerek belki de istemeyerek bir hata yapabileceğinizi düşündük. Maçtan önce birileri ile temas edebilirdiniz. Kısacası, söyleyeceğiniz bir sözle ülkede kargaşa yaratabilirdiniz. Sizden çekinmedik. Fakat önlem almamız da normaldi. Anlayışınız için teşekkürler.”

sakiraltintas@gmail.com Kitap, yazarın yaşamına dair düştüğü notlar ve Türkiye futbol tarihi yanı sıra siyasi tarihe ilişkin de anekdotlar içeriyor. Tabii en çok da Türkiye futbol tarihinin geçtiği evreler dikkat çekiyor. Söz gelimi, saha kenarında assolist gibi maç sunumu düşünebilir miydiniz hiç? Elinde kablolu mikrofon, bir uçtan bir uca topla birlikte koşan bir adam... İşte o Halit Kıvanç. 5 Haziran 1966. Konya. Hollanda Ordu futbol takımı ile Türk Ordu takımı maç yapıyor. Yine maçı Ankara radyosu için Halit Kıvanç naklen sunacak. Metrelerce kablo indiriliyor sahaya ve ucunda da mikrofon. Maç başlar ve 90 dakika boyunca sahanın kıyısında elinde mikrofonla topun ardınca hem koşan hem anlatan bir adamdır Kıvanç. Bir dostu takılır kendisine daha sonra; “ Senin öyle saha kenarında metrelerce kablo ile dolaştığını görünce gazinoda seyirci arasına giren assolistleri hatırladım.” Kitap, bir hatıralar yığını. Çok hareketli bir futbol maçı tadında, sürükleyici… Bir ilginç hatıra da 1962 Dünya Kupası’ndan… Final maçı Londra’da oynanacak. Bütün dünya “kim yenecek?” sorusuyla uğraşırken TRT’de ise “maçı naklen verebilecek miyiz?” sorusuna çözüm aranmakta. Spiker olarak yine Halit Kıvanç görevlendirilir ama denir ki, “naklen yayın için Londra’da gerekli girişimi sen yapacaksın”. İlk başvurusuna “olamaz, mümkün değil,” karşılığını alır usta sunucu; hatta bir güzel de azarlanır; “Dünya Kupası finalinin oynanacağını dün mü haber aldınız?” Sonrasında basın tribününde bir telefon ister İngilizlerden. İngiliz sorar yine: “Neee? Yeni bir icat mı yoksa maçı telefonla mı yayınlayacaksınız!?” Aynı soruyu basın tribünündeki Alman spor yazarı da sorar: “Ne yani, maçı telefonla mı anlatacaksın?” Şöyle anlatır olayı Kıvanç: “Cevap vermek için maçın sonunu bekledim. İngiliz’in de, Alman’ın da kafası almazdı ama Türk, her türlü çaresizlik karşısında bir şeyler yapardı. Yapmıştık da. İngiliz’e ‘evet’ dedim, maçı telefonla anlattım. Türkiye’deki teknisyenler ellerinde en güçlü aygıtlar olmasa da kafalarını kullanır, azmeder ve yapılmazı yaparlar. İşte böylece maçı, uzatmalarıyla, kupa törenleriyle baştan sona sorunsuz anlattım.” Kıvanç, konuşmasındaki güzelliği kitabında da ortaya koyuyor. Okuru yormuyor, sıkmıyor. Bazen saha kenarında, bazen de saha ortasında hem dünya futbolunu hem de Türk futbolunu anlatıyor okura. Türkiye’de futbol kültürünün öncüsü ve duayeni olan Halit Kıvanç bu çalışmaya maç spikerliğinin en özel ve güzel anılarını sığdırmış. Bir kafede oturup güzel bir maçı keyifle izlemekten çok daha fazlasını sunuyor okura. Özellikle de futbolu aşkla sevenler için yaşamının en güzel hediyesini takdim ediyor futbol kültürünün duayeni. “Futbol! Bir Aşk…”, Halit Kıvanç, 408 s., NTV Yayınları, 2015


Nisan 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

“Sezgidir Yazara Yol Açtıran” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Irmak Zileli: Ölçeği büyüttüğümüzde ailedeki bu iktidar simgesinin farklı tezahürlerini görüyoruz. Öykülerinin bu “farklı tezahürlerle” de bir alıp veremediği var mı? Murat Özyaşar: “Baba” en küçük ölçek belki de. Ve evet, ölçeği büyüttükçe büyütelim. “Baba”nın farklı tezahürleriyle, sözgelimi “devlet”le, sözgelimi “efendi dili”yle alıp veremediğim çok şey var. Ama yazdıklarım hakkında konuşmak, onları açıklamaya, uzun uzun anlatmaya çalışmak zoruma gidiyor. Her türlü iktidarla hesabımın olduğu, okur ve eleştirmen katında dile getirilmesi daha çok memnun eder beni. Söyleyecek sözüm yok, okurla kitap arasına girecek halim de. Irmak Zileli: “Ben babama benzemek istemiyordum, annem balkondaki o kıza çok benziyordu çünkü” diyor bir öyküde karakter. Sence babalarımızın ve annelerimizin bir tekrarı olmak fiziksel ya da psikolojik aktarımın bize hediyesi bir yazgı mıdır? Murat Özyaşar: Bunun bir “hediye” oluşundan şüphe ediyorum. Uzun zamandır tanıdığım, ahbaplık ettiğim bir arkadaşımın babasıyla yıllar sonra tanıştım. İlk sohbette gördüğüm şey; baba ve oğulun jest ve mimiklerinin aynı oluşu, benzer hikâyeleri benzer edayla anlatışları, yürüyüşlerinin aynı oluşuydu... Bunu, arkadaşıma söylediğimde çok bozuldu. Yıllardır kendini var etmek için kendine fazlasıyla çalıştığından, neler neler yaptığından söz etti uzun uzun. “Sonuç bu olmamalı,” demişti konuşmanın sonunda. Evet, sonuç bu olmamalı. Irmak Zileli: Bu kadar “erkek” bir hikaye anlatırken yazı kolaylıkla maskülenleşebilecekken buna izin vermemişsin. Bu, özel bir dikkatin ürünü mü? Bu tür hikâyelerde böyle bir risk olduğunu düşünüyor musun? Ya da sence maskülen bir dil çıksaydı bu bir problem olur muydu? Murat Özyaşar: “Şairin hayatı şiire dahil,” demişti Cemal Süreya haklı gerekçelerle. Bu cümleyi, gayet tabii düzyazı için de kurabiliriz. Gündelik hayattaki tavrımın yazıya yansıması deyip kendime de bir pay çıkarabilirim senin bu incelikli saptamandan. Mas-

sen bunu kimi zaman bir cümle, deyim, şarkı, durum veya olay olarak da okuyabilirsin. Niyetim bir yerde doğmuş ve orada büyümüşlere güzelleme yapmak değil, bundan bir mağduriyet çıkarmak hiç değil. Hiçbir hiyerarşi kurmadan ya da herhangi bir şeyi yüceltmeme adına söylüyorum bunu. Demek istediğim sadece şu: Bazı çocuklar daha erken atılırlar bazı sözcüklerin içine. Bazı çocukların ise vakti vardır daha. Nedir peki bu sözcükler: serhildan, fail-i meçhul, bildiri, ajitasyon, zıvana, çarşaf, askıcı, tufacı, tevkif, refik, milis, provokasyon, azadî, gayr-ı meşru, berxwedan, şoreş… Hal böyle olunca daha ayık başlıyorsunuz hayata, buna mecbursunuz çünkü. Siyasal olanı, toplumsal meseleleri konu edinirken “insan”ı asla unutmamam gerektiğini hep hatırlarım. Çünkü edebiyatın gereğidir bu, buna ant içmelidir edebiyatçı. Öbür türlüsü slogandan öteye geçmez; bilgi, belge olmanın dışında hiçbir hükmü yoktur yazılanın. Çünkü bin yıllardır tekrarlanır; edebiyatçının işi “güzel” olanladır, “doğru” olan ile değil. Irmak Zileli: “Altıotuzbeş” isimli öykü bir askerlik hikâyesi gibi dursa da farklı katmanları olan bir öykü. Orada en başta anlatılan hikâyenin öykünün sonunda gerçekleşmesi ilgimi çekti. Katmanlardan biri de “anlatının gücü” ya da “hikâye anlatıcılığının” gücü mü? Murat Özyaşar: “Altıotuzbeş” öyküsü şüpheli asker ölümlerini konu edinen, Murathan Mungan’ın hazırladığı “Merhaba Asker” seçkisi için yazıldı. Kendime dair vereceğim bu bilgi eminim hikâyeye hiçbir şey katmayacaktır, ama söyleşi ve röportajlar biraz da bunun için var: Askerliğimi “sakıncalı” olarak yaptım. Bilmeyenler için özetle söylersem silahın, nöbetin ve bir bez parçasından ibaret rütbenin verilmediği, bir bölük gözün sürekli üzerinizde tetikte durduğu halin, iktidar için bir “tehdidin” adıdır “sakıncalı” olmak. “Altıotuzbeş” öyküsünde dört “sakıncalı” askerden birinin hikâyesini dünyanın en eski, ta Habil ve Kâbil’den bu yana işlenen meselelerinden biri olan “kardeşlik, kıskançlık” meselesini hem “kışla” hem de “dağ” üzerinden tarife kalkarak “esrar içilen-dumanlı bir kafa”nın eşliğinde düş ile gerçeğin birbirinin yerini

Siyasal olanı, toplumsal meseleleri konu edinirken “insan”ı asla unutmamam gerektiğini hep hatırlarım. Çünkü edebiyatın gereğidir bu, buna ant içmelidir edebiyatçı. Öbür türlüsü slogandan öteye geçmez; bilgi, belge olmanın dışında hiçbir hükmü yoktur yazılanın. Çünkü bin yıllardır tekrarlanır; edebiyatçının işi “güzel” olanladır, “doğru” olan ile değil. külen bir dil hikâyelerde problem olur mu, hikâyenin böyle bir dile ihtiyacı varsa neden olsun? Irmak Zileli: Öykülerinde adını anmasan da Doğu seziliyor. Doğu’nun insanının yanında, toplumsal ve siyasal ortam, savaş, halkın yaşadıkları… Fakat bütün bunlar öyküyü ele geçirmiyor da hep bireye ait dertlerin aralarında derelerinde görünüp kayboluyorlar. Öykü evreni ile güncel/siyasal evren nerelerde nasıl, ne ölçüde kesişiyor senin metinlerinde? Murat Özyaşar: Sözünü ettiğin Doğu’ya Kürtler uzun zamandır Kuzey diyor. Açıkçası benim için Doğu; ta Hindistan’a, Çin’e, Maçin’e uzanan bir yer. Haliyle Doğu’dan anladığım sadece Güneydoğu Anadolu Bölgesi değil.Çocukluğum ve hayatımın büyük bir kısmı Diyarbakır’da geçti, orda doğup büyüdüm ve hâlâ orda yaşıyorum. Bazı sözcükleri öğrenmenin yaşı vardır. Amma velakin kimi yerlerde öğrenmenin yaşı daha erkene alınmıştır. Diyarbakır’da doğmuşsanız şayet, diğer yerlerdeki yaşıtlarınıza nazaran bazı sözcüklere erken kayıt yapmak, kimi sözcükleri erken sökmek ve bu sözcüklerle vaktinden evvel tanışmak zorundasınızdır. Her ne kadar sözcük diyorsam da

aldığı bir atmosferde anlatmaya çalıştım. Hepimiz biliyoruz ki tüm öldürülen veya intihar eden askerlerin hikâyesi birer “sır” olarak kaldı. Bu sır, beni “esrarlı” bir atmosferde hikâyemi anlatmaya yöneltti. Senin de bildiğin gibi, “esrar” aynı zamanda “sır”ın çoğulu, yani sırlar demek. Derdim, herkesin bildiği bu sırrı, bu hikâyeyle ifşa etmekti. Asıl derdim “iktidardı” çünkü; kışladaki herhangi bir komutanla, canına cömert dağdaki ağbiyle kahvehaneden yükselen mahallenin sesiyle de hesaplaşmak istedim. Tabii, bunu ne kadar becerebildim, bilemiyorum. Şimdi diyeceğim okuru ne kadar ilgilendirir onu da bilmiyorum ama, has okuru ilgilendireceğini düşünüyorum. “Merhaba Asker”deki “Altıotuzbeş” hikâyesini bildiğimiz anlamda 1. 2. veya 3. tekil anlatıcı sesle değil de bile isteye “figüran anlatıcı ses”in üzerine kurdum. Malum, asker intiharları mevzusunda öldürülen veya intihar eden bütün askerler iktidar nezdinde birer “figüran” olmaktan öteye gidemedi. Bu sebeple ben de hikâyemi “figüran anlatıcı ses”in üzerine kurdum.

Çünkü bir hikâyede “ne anlattığımız kadar” onu “nasıl anlattığımız”, hatta bu aralar hikâyeyi “niçin” anlattığımız da fazlasıyla ilgilendiriyor beni. Irmak Zileli: “Cümlelerin anlamları yoktur, anlamların cümleleri vardır”ın dışında da neredeyse hemen her öyküde yazıyla ilişkili bir değinme ya da göndermeye rastlıyoruz. “Ayna Çarpması”ndan bu yana geçen yedi yıl içinde Murat Özyaşar dilin, edebiyatın, öykünün nerelerinde gezindi? Murat Özyaşar: Sende de oluyordur. Zaman zaman daha önce okuduğum bir romanı, hikâyeyi veya şiiri gecenin bir vakti, sanki sebepsiz bir yere bi’ daha okuma ihtiyacı hissederim. Aslında o metne o ara duyduğum ihtiyaçtan kaynaklanıyor bu durum. Kilit sözcüğüm: İhtiyaç. Aradan geçen bu yedi yıl zarfında, tıpkı bu okumalarda olduğu gibi, yazma ihtiyacı hissetmediğim hiçbir zaman yazı masasının başına oturmadım. Kendimi yazarken yakalamak, yazıya böyle bulaşmak, yazıyla böyle buluşmak hoşuma gidiyor çünkü. Irmak Zileli: Bir öyküde hepimizin hayatındaki kimi klişeleri ardı ardına sıralıyorsun ve o an tek bir klişe bile bütün bir resmi görmeyi sağlıyor. Mesela “sıkıntıdan ölecek gibi olduğun aile çay bahçesi”, “genç kızların genç kızlarla dans ettiği düğünler” gibi… Klişelerin metni yerelleştirme gibi bir riski olduğunu düşünüyor musun? Ya da sen bunu dert ediyor musun? Murat Özyaşar: Bu soruyu Borges yanıtlasın: “Ben, diyelim ayda yaşayan bir adam üstüne, bir öykü yazsam bile bir Arjantin öyküsü çıkar ortaya, çünkü Arjantinliyim; kaynağı da Batı uygarlığı olur, çünkü o uygarlıktanım. Bilinçli davranmak şart değil... Ne yüzyılınıza ne de kendi düşüncelerinize bağlı kalmaya özellikle çalışmamalısınız bence, çünkü zaten bağlısınız. Belli bir sesiniz, belli bir yüzünüz, belli bir yazma tarzınız var, isteseniz de onlardan kaçamazsınız.”


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2015

KISA KISA Şahane Hatalar Sınav Liz Ruckdeschel & Sara James, April Yayıncılık “Şahane Hatalar” serisinin yeni kitabı, “Sınav” başlığını taşıyor. Üniversite sınavına hazırlanan öğrencilerin karar eşikleri kitapta da karşımıza çıkıyor. Ve okur aldığı kararlar doğrultusunda kitabın sayfalarına zıplayabiliyor.

Albinizmli Bir Çocuk Yetiştirmek h2O Kitap Kitap albinizmin ne olduğundan başlayarak, çocuğun hayatındaki etkilerine, sağlıkta karşılaşılması muhtemel problemlere, tedavilere ve hayatı kolaylaştıracak önerilere kadar pek çok önemli bilgi içeriyor. Hayatına albinizmin girdiği herkese yol gösterecek bir çalışma.

Fasülyenin Günlüğü Özlem Dilber-Op. Dr. Selçuk Somer, Remzi Kitabevi Hamile olduğunu öğrendiği ilk günden doğumuna kadar yaşadıklarını anlatan komik bir anne ve ona rehberlik eden uzman doktorun yazdığı kitap, anne adaylarına yararlı bilgileri aktararak, “bilinçli” bir anne olmasında yardımcı oluyor.

Mutluluğun Sakıncaları Elizabeth Farrelly, YKY Bolluk içinde yüzen bir toplum bireylerinin neden hâlâ mutlu olamadığını sorgulayan kitabın yazarı, neden küçük ölçekli, insani boyutlarda mekânlar yaratamadığımızı ve doğaya saldırmaktan vazgeçemediğimizi sorguluyor.

Türkiye’nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı Cangül Örnek, Can Yayınları “Antikomünizm ve Amerikan Etkisi” altbaşlığını taşıyan bu inceleme kitabı 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Türkiye’nin içeride ve dışarıdaki politik çizgisinde ne tür değişiklikler olduğunun izini sürüyor. Kaynak ve arşiv taraması zengin bir çalışma.

Mimarlar Dik Durur! Doğan Hasol, YEM Yayın Mimarların hem iş dünyalarını, hem de iç dünyalarını anlatan Hasol, kendi mesleğine bakarken mimarların meslekleriyle de ilişkilendirebileceğimiz kimi kişilik özelliklerini anlatıyor. İlginç olaylar ekseninde, hem hüzünlü hem de neşeli öyküler anlatıyor.

Viking Dünyası Ed: Stefan Brink -Neil Price, Alfa Basım Yayın Viking dönemi üzerine bu kitap; arkeoloji, tarih, filoloji, karşılaştırmalı dinler tarihi gibi pek çok disiplinin işbirliğiyle hazırlanmış. Viking çağının ekonomik, sosyal, kültürel özelliklerini merak eden okur için temel bir kaynak.

Eleştirmek Bir Sanattır YANKI ENKİ

A

yrıntı Yayınları’nın “ağır kitaplar” dizisinden çıkan ve Hande Koçak tarafından özenle Türkçeye çevrilen Northrop Frye’ın başyapıtı “Eleştirinin Anatomisi”, özellikle İngiliz Edebiyatı ve Karşılaştırmalı Edebiyat bölümlerindeki öğrencilerin kütüphanelerinde yer alması gereken, gerçekten de “ağır” bir kitap. Murat Belge’nin ve “Batı Kanonu” yazarı Harold Bloom’un önsözleriyle sunulan, dört uzun denemeden oluşan ve parça parça da olsa oldukça kapsamlı bir şekilde ilerleyen kitap, edebiyat eleştirisi alanında bugüne kadar Türkçeye çevrilmiş en önemli eser. İlk olarak 1957’de yayımlanan bu kitap, Harold Bloom’un “Batı Kanonu”ndan pek çok anlamda farklı bir çalışma. “Eleştirinin Anatomisi” öncelikle, genel anlamda edebiyat üzerine söyleyecek sözleri olsa da, aslında başlığından da anlaşılacağı üzere edebiyat eleştirisine odaklanıyor. Harold Bloom “Batı Kanonu”nda, tek tek yazarlara ve eserlerine eğilip, onları kanona dahil olup olmamaları üzerinden değerlendiriyor, ayrıca farklı birtakım disiplinleri ve postmodern eğilimleri eleştiriyordu. Kısaca söylemek gerekirse, hangi yazarların ve eserlerinin okunması gerektiği üzerine yol gösteren bir çalışmaydı bu. Northrop Frye ise neyin eleştiri olup olmadığıyla, hatta edebiyat eleştirisinin bir bilim ya da sanat olup olmadığıyla daha çok ilgili. “Batı Kanonu” yer yer akademik dünyanın dışındaki edebiyat meraklılarına da hitap ederken, “Eleştirinin Anatomisi”ni ellerine alacak sıradan okurları zevkli ve öğretici de olsa zorlu ve zahmetli bir okuma süreci bekliyor. Ayrıca bu eserin yayımlanmasının üzerinden altmış yıla yakın bir zamanın geçtiğini de hesaba katmak ve son elli yılda edebiyat kuramı alanında söz sahibi olmuş perspektifleri zihnimizde biraz arka plana atarak bu eseri okumakta fayda var. Murat Belge’nin yazarın zihniyeti hakkında fikir veren kısa önsözünü, Harold Bloom’un oldukça iğneleyici, hatta kimi satırlarda güldürücü bir yazısı izliyor. Bloom, Frye’ın eserinden ziyade Frye’ın kendisini eleştiriyor ve “Batı Kanonu”nu okuyanları hiç şaşırtmayacak şekilde, edebiyata Marksist, feminist, postyapısalcı eğilimlerle yaklaşan eleştirmenlere ve akademisyenlere dil uzatmayı ihmal etmiyor. 2000’de yazdığı bu önsözde “Eleştirinin Anatomisi” için “mevcut arayışlarımıza pek uygun bir kılavuz değildir,” diyor, ancak “ciddi ve kapsamlı” bir eser olduğu için kalıcı olacağını iddia ediyor. Aslında Murat Belge’nin önsözü de benzer bir şekilde, bu kitabın çok önemli olduğunu, bize yeni bakış açıları kazandıracağını söylüyor, ama yazarla çok da aynı fikirde olmayacağımızın, sık sık zıtlaşacağımızın sinyalini veriyor. Kitaptaki dört denemeyi, edebi eleştiriye toplu bir bakış sağlamak için yazdığını ve çalışmasının aslında “tamamlanmamış bir girişim” olduğunu söyleyerek başlayan Frye, eleştirinin sadece konusunun değil, kendisinin de sanat olduğunu henüz ilk sayfada peşinen belirtiyor ve eleştirinin neden var olması gerektiğini örneklerle anlatıp, eleştirisiz bir sanatın eksik olacağını iddia ediyor. “Tarihsel Eleştiri”, “Etik Eleştiri”, “Arketipik Eleştiri” ve “Retorik Eleştiri” başlıklı dört denemenin bir araya geldiği kitabı okumaya, her

yankienki@gmail.com ne kadar bu bölümler birbirinden bağımsız olsa da, özellikle ilk bölümü süzgecimizden iyice geçirerek başlamak gerekiyor. Frye’ın kullandığı kavramlara kitap ilerledikçe aşina oluyoruz ve konusunu altbaşlıklara ve maddelere ayırmaya meraklı yazarın üslubuna yavaş yavaş alışıyoruz. Yazarın kurmaca kiplerini anlattığı ilk bölümde, kahramanın bir lider olduğu kipe “üstmimetik”, sıradan biri olduğu kipe “altmimetik”, kahramana tepeden baktığımız kipe “ironik” dediği çerçeveyi etraflıca anlarsak, ilk bölümün edebiyat tarihiyle ilgili verdiği mesajları kavramak o kadar da güç olmuyor. Edebiyat eserlerinin ve kahramanlarının bu kipler aracılığıyla nereden nereye vardığını gösteren eserin tek eksik yanı, 1957’de yayımlanmış olduğu için, yaklaşık son elli yıla dair bir tespitten yoksun olması. Yine de Frye’ın bahsettiği bu kiplerin bazen birbirinin içine geçtiği örneklerden bahsetmesi, günümüz edebiyatına da ışık tutabilecek bir perspektifi görmemizi sağlıyor. İlk bölümdeki kiplerden sonra sembol, mit ve tür teorilerinin anlatıldığı ve eleştirel tekniklerin ele alındığı bu kitapta sık sık karşılaştığımız diğer kavramlar da “mythos”, “dianoia”, “mimesis” ve “pathos”. Bu ve benzeri kavramları özümseyebilmek için öncesinde Aristoteles’in metinlerini okumak yararlı olacaktır. Frye genellikle Shakespeare ve Milton gibi klasik isimlere göndermede bulunuyor ancak Harold Bloom’dan farklı olarak, yeri geldiğinde kısa da olsa Poe’ya bile atıfta bulunabiliyor. Eleştirmenlik, bugüne dek sadece edebiyatta değil, tüm sanat alanlarında sorgulanan bir konum oldu. Kimileri eleştirinin kendisinin de bir çeşit sanat olacağını düşünürken, kimileri yaratıcılıktan, sanatçılıktan yoksun olanların ancak sanat hakkında fikir belirtebileceği bir alan olduğunu düşünerek eleştirmenlere, kuramcılara yukarıdan bakmayı sürdürdü. “Eleştirinin Anatomisi”, edebiyata ve eleştiriye dair birçok önemli fikre ev sahipliği yapsa da, özellikle akademisyenlere ve öğrencilere eleştirinin bir sanat ya da bilim dalı olup olmadığını tartıştıracak, kitaplarını “edebiyat” ve “edebiyatdışı” olarak ayıran yayınevi editörlerine ve rafa koydukları eserleri aynı şekilde kategorize eden kitabevlerine de konuyu tekrar ele almak için vesile olacak bir çalışma. Elbette eleştirmenin görevi üzerine düşünmek isteyenler için de kaçırılmaması gereken bir kaynak. Kütüphanemizde Harold Bloom’un “Batı Kanonu” ve “Etkilenme Endişesi” kitaplarının yanında yer alması gereken “Eleştirinin Anatomisi”nin en azından akademik camiada yeniden tartışılmasını umarken, bugünlerde Ahmet Cemal tarafından Türkçeye çevrilmekte olan bir başka başyapıtın, Erich Auerbach’ın ünlü “Mimesis”inin de bu kitaplarla rafta yan yana geleceği günü bekliyoruz. “Eleştirinin Anatomisi”, Northrop Frye, Çev: Hande Koçak, 432 s., Ayrıntı Yayınları, 2015


Nisan 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Üç Kitap, Üç Ev CEYHAN USANMAZ

A

ralarında hiç de ince olmayan bağlar bulunan üç kitabın, birbirlerine bu kadar yakın tarihlerde çıkmış olmalarını sanırım yalnızca “tesadüf”le açıklayabiliriz; ne de olsa her biri, farklı yayınevleri tarafından yayımlandı. Enis Batur’un geçen yıl ortasında Sel Yayıncılık’tan çıkan “Kitap Evi” romanının anlatıcısı, sürpriz bir mirasla karşı karşıya kalıyordu bir anda. Hiç tanımadığı biri, kendisine İstanbul’da, Dragos sırtlarında yaptırdığı özel bir kütüphaneyi miras bırakmıştır. Kitaplarla derin bir ilişki içinde olduğunu bildiğimiz anlatıcımız elbette kayıtsız kalamayacaktır bu duruma ve merakına yenik düşüp görmek isteyecektir, gizemli bir Beyefendi’den kendisine miras bırakılan bu kütüphaneyi... Daha doğrusu bir “kitap evi”dir burası, yapının ayrıntılarını da uzun uzadıya anlatır anlatıcımız; menteşeler, kilit aksamı ve belli birkaç bölüm haricinde tamamıyla camdan yapılmış, yine özellikle seçilip belli bir düzende dikilmiş ağaçlar arasında sekizgen, petek biçiminde bir yapıdır karşısında duran. Üstelik az ötede, bir patikanın sonunda ayrı bir yapı olarak bir okuma odası da mevcuttur: “Yetkin bir petekle yüzyüze geldiğimi kavramıştım. Duvarlar, eni ve boyu yaklaşık beş metrelik yekpâre camlardan oluşuyordu; bu durumda, sekiz üçgenin buluştuğu, kaynaştığı bir çatı düzeni yaratılmış olmalıydı. İşçilik alabildiğine yalın, ama olağanüstüydü.” Carlos María Domínguez’in Jaguar Kitap tarafından bu yıl başında yayımlanan “Kâğıt Ev” isimli romanı da, yine bir “sürpriz”le başlıyor. Anlatıcımızın eline, aslında yakın bir zaman önce hayatını kaybetmiş bir meslektaşına Uruguay’dan gönderilmiş bir kitap geçiyor. Joseph Conrad’ın “Gölge Hattı” isimli novellasıdır söz konusu kitap; şaşırtıcı olansa, kitabın ön ve arka kapaklarının kir tabakasıyla kaplı olmasıdır: “Sayfaların kenarlarında çalışma masasının pırıl pırıl ahşap yüzeyine ince bir toz yayılmasına neden olan çimento kalıntıları vardı. Bir mendil çıkardım ve şaşkınlık içinde harç kalıntısından kopan bir çakıl tanesiyle karşılaştım. Şüphesiz Portland çimentosuydu bu, benim ihtiyatlı temizleme girişimimden önce sağlamca yapışmış olmalıydı kitaba.” Kitaba yapışmış çimento kalıntılarını anlamlandırmakta güçlük çeken anlatıcımız merakına yenilir ve kitabı gönderene geri teslim etmesi gerektiğini düşünerek işin peşine düşer. Sonuç olarak; Enis Batur’un “Kitap Evi” romanındaki gibi kitaplarla, kitaplar arasındaki bağlantılarla, kütüphane kavramıyla ve yine “mimariyle” de ilgili bir hikâyedir bizim de okur olarak peşinden sürüklendiğimiz... Dolayısıyla hiç çekinmeden, yakın bir zaman önce Sinek Sekiz Yayınevi tarafından yayımlanan Michael Pollan’ın “Bana Ait Bir Yer” isimli kitabını da yukarıda adını andığımız bu iki kitapla birlikte değerlendirebiliriz. Bu sefer de bizi bir “yazı evi” bekliyor ne de olsa... “Bana Ait Bir Yer”, Michael Pollan’ın daha önce Türkçede de yayımlanan “Arzunun Botaniği” ve “EtoburOtobur İkilemi” kitaplarını kaleme aldığı “kulübesinin” inşa sürecinde odaklanıyor. Virginia Woolf’tan esinle sorarsak; bir dönem “kendine ait bir oda”sı olsun istememiş, bu

ceyhanusanmaz@gmail.com kelimeleri içinde yaşanabilir bir biçim alana dek kafasında evirip çevirmemiş biri var mıdır? İşte Michael Pollan’ı harekete geçiren de bu olmuş. En azından yaz aylarında içinde okuyup yazabileceği, basit, tek oda bir müştemilat için kolları sıvamış. Ama kelimenin gerçek anlamıyla bir “kolları sıvama” durumu bu çünkü Pollan “yazı evi”ni kendisi inşa etmek için kolları sıvıyor. “Sadece bana ait bir oda değil, kendi yaptığım bir oda istiyordum. Bunu kendim inşa etmek istiyordum.” Diğer bir deyişle, “Bana Ait Bir Yer”de, Enis Batur’un “Kitap Evi”ne ve Carlos María Domínguez’in “Kâğıt Ev”ine göre kelimelerin dünyasından biraz daha uzaklaşıyoruz aslında. (Tabii “Kitap Evi”nin ve “Kâğıt Ev”in birer roman olduklarını da unutmamamız gerekiyor.) O ilk “düşünce”den başlayarak kulübenin inşa sürecini adım adım takip ettiğimiz bölümlerden bazıları, zaman zaman fazlasıyla teknik/ mimarlığa yönelik gelebilir; her ne kadar Michael Pollan teknik elemanları dahi “kültür tarihi” çerçevesinde, öyküleştirerek ele almış olsa da: “Beton garip bir malzemedir; bir an için öylesine uyumlu, bir an sonra bir o kadar dik başlıdır. Hiç de öyle değişken olduğundan değil; zira dünyada beton kadar güvenilir çok az şey vardır. Islakken neredeyse istediğiniz her şeyi yaptırabilirsiniz ona; (...) hiç şikâyet etmez. Kuruduğunda ise artık iflah olmaz, kaya gibi inatçı ve amansızdır. Bir zamanlar cansız olan bu nesne artık aşırı derecede kararlı ve neredeyse ölümsüzdür. Betonda geriye dönüş, ahşaptaki gibi ölçüye göre kesme şansı yoktur. Zamanın geri döndürülemez oku, tarihin nesnel karşılığı, işte bu bir avuç soğuk gri çamurda bulunabilir. Taze bir beton yığını neredeyse sonsuz sayıda yoldan geleceğe uzanabilir; yol ya da köprü olarak, kader kadar tek yönlü ve sabittir. ‘Concrete’ kelimesinin biri nesne diğeri ise sıfat olarak iki farklı anlamı tam burada kesişir: Dünyada bundan daha özel bir şey var mı acaba?” Buna rağmen, illa ki kitapların dünyasında kalmak istiyorsak; Michael Pollan’ın bu deneyimi bizi Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sından başlayarak Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe”suna, Henry David Thoreau’nun “Walden”ına, Gaston Bachelard’ın “Mekânın Poetikası”na, Lewis Mumford’un “Tarih Boyunca Kent”ine ve hatta bazı feng-shui kitaplarına da sürükleyecektir hiç kuşkusuz. Üstelik diğer kitapları da hesaba katarak söylersek; üç evin anlatıldığı üç kitapla bir noktada başlayan okuma “serüvenimiz” onlarca kitaba ve onların da yol göstermesiyle sonsuza kadar uzayabilir... Bu uç uca eklenme durumu kaçınılmaz; Enis Batur’un “Kitap Evi”nde yazdığı gibi, “bir kitabın başlangıcının bir başka kitabın sona eriş cümlesinden hızını aldığını çoktan öğrenmiş olmalıydım.” “Bana Ait Bir Yer”, Michael Pollan, Çev: İlknur Urkun Kelso, 343 s., Sinek Sekiz Yayınevi, 2015


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2015

KISA KISA Tolstoy mu, Dostoyevski mi? George Steiner, İş Bankası Kültür Yayınları Edebiyat kuramı alanında bir klasik haline gelmiş bu kitap, iki dev romancının eserlerini epik ve dramatik yazın gelenekleri çerçevesinde karşılaştırıyor. Kitap “eski tarz eleştiri” sınıfında değerlendiriliyor.

Kalp Zamanı Ingeborg Bachmann-Paul Celan, Kırmızı Kedi Yayınevi 20. yüzyılın en önemli Avusturyalı yazarlarından Bachmann ile Alman şiirinin önde gelen temsilcilerinden Celan’ın mektuplarla yazdıkları bir aşk bu. Kitap mektuplar yoluyla iki sanatçının ve entelektüelin aşkını yansıtıyor...

Üzerime Giyecek Hiçbir Şeyim Yok! Elisa Ricadat-Lydia Taieb, İletişim Yayınları Yazarlar soruyor: “Giysi, keyif mi işkence mi?” Belki ikisi birden. Bu basit gibi görünen gündelik zevk nasıl oluyor da bazıları için işkenceye dönüşüyor? Kitap bu soruyu psikolojinin çerçevesi içinde kalarak irdeliyor.

Film Anlatıcısı Kız Herman Rivera Letelier, Doğan Kitap Masal anlatıcısı oluyor da, film anlatıcısı neden olmasın? Maria Margarita’nın yeteneği bütün kasabanın ilgisini çekiyorsa bunda bir keramet olmalı. Bakmayın küçük göründüğüne, sinema sevdası hakkındaki bu roman Fransa’nın Sanat ve Şövalyelik Nişanı’na layık görülmüş.

Fotoğraf Notları Jale N. Erzen, Say Yayınları “Instagram çıktı mertlik bozuldu” diyenlerdenseniz, fotoğrafa bir sanat olarak sahip çıkan bu kitap ilginizi çekecektir. “Fotoğraf Notları” isimli bu kitap, makine ve göz arasındaki ilişki kadar biçim ve içerik arasındaki ilişkiyi de fotoğrafa özgü ilkelerle açıklıyor.

Maskülen Carl Gustav Jung, Pinhan Yayıncılık Analitik psikolojinin kurucusu Jung bu kitabında erillik kavramına eğiliyor. Erilliğin kişiliğin gelişimini nasıl şekillendirdiğini açıklıyor. Kişisel ve klinik deneyimlerin de ürünü olan bu kitap, toplumsal cinsiyet üzerine çalışanların da mutlaka ilgisini çekecek.

Kontrol Kalemi Murat Yalçın, Can Yayınları Öyküleriyle tanıdığımız Murat Yalçın, bu kez kurmaca dışı bir kitap sunuyor okurlarına. Kendi içine dönüp düşünen bir yazarın zihninde dolaşan tilkileri deşifre ediyor. Bir tür yazar güncesi olarak da okunabilir.

Bir Jinekoloğun Anıları AYFER GENÇ

P

espembe bir bebek, müjdeli haber, mutlu anne ve baba… Yepyeni bir yaşamı selamlayan bu mavili-pembeli sahnenin arka planında bir kahraman var. Dr. Feraye Sünev Çokgürses, o kahramanlardan biri. 40 yıla yakın deneyime sahip bir jinekolog. Deneyimlerinden harmanladığı bir kitapla okuyucusuyla buluşuyor. Jinekolog isminin telaffuzundan bile korkulan bir toplumda, o toplumun sahip çıkmayı başaramadığı “kadın”ın doktoru olarak Feraye Sünev Çokgürses, kimi zaman acımasız bir hal alan, okuyucuyu sarsan bir gerçekçilikle 40 yıldır karşılaştığı kadınlarla birlikte kendi hikâyesini anlatıyor. “Bir Jinekoloğun Gözünden Bacak Arasından Türkiye” adlı kitabında, hem kadının hem de genel olarak tıp dünyasının gerçekliğini sunuyor. Kitapta, “kadın üzerinden” tartışmaya alıştığımız birçok konu “kadın için” tartışılıyor. Kadın şiddetinin somut ve acımasız sonuçları, son zamanların önemli tartışmalarından sezaryen/normal doğum tercihi, kürtaj, taciz, bir tabu olarak cinsellik ve ensest kitapta yer alan ve bu bakımdan dürüstçe konuşmamız gereken konular. Yazar bunları tartışmaya açarken, en çok gerçekliğe tutunuyor, ondan güç alıyor. Tıp eğitiminin zorlu yılları, ilk doğumdaki tedirginlik, hastalarıyla yaşadıkları yorucu olmasına karşın sürükleyici bir yolculuğun farklı dönemeçleri olarak okuyucuya açık yüreklilikle aktarılıyor. 40 yıllık bir doktor olarak yazar, genç meslektaşlarına tavsiyelerini ve sağlıkta özelleştirme uygulamaları sonucu yaşanan sancılı süreçleri, sürekli artan tıp fakültelerine rağmen kalitesizleşen sağlık hizmetini hem dürüst hem de sade bir anlatımla okuyucunun dikkatine sunuyor. Bu bakımdan yazar, sağlık sektörüne bir de “içeriden” bakmaya davet ediyor. Özel sağlık sektöründe yaşadıklarına dair anlattıkları bu anlamda çok büyük önem arz ediyor. “Saçlar fönlü, yüzde makyaj, eli cicili bicili bebek ürünleriyle dolu, kolda marka çanta, eller manikürlü, ayaklar pedikürlü anne adayı ve ellerine kayıt cihazlarıyla maaile ameliyathane önünde üs kurmuş vaziyetteler. ‘Ben sezaryene geldim!’ diyerek hastaneye konuk olan, randevusu çok önceden ayarlanmış, konu mankeni gibi ‘arkadan bakire, önden hamile’ hanımlar.’ Yukarıdaki satırlar Dr. Feraye Sünev Çok­gür­ ses’e ait. Yazar, film setine dönüşmeye yüz tutmuş son doğum hikâyelerinin haklı bir eleştirisini sunuyor. Sezaryen doğumun normalleştiğini, normal doğumun anormal hale geldiğini vurgularken tıbbın piyasalaşmasına da değiniyor. Sezaryen doğumun doktorun performansına katkı sağladığı ölçüde nasıl teşvik edildiğini anlatırken özelleştirilen bir kamu hizmeti olarak tıp biliminin geleceğini de sorguluyor. Diğer yandan, aynı coğrafyada, sezaryenin yukarıdaki temsiliyle eş zamanlı ama çok başka bir temsili daha tüm acımasızlığıyla yaşanıyor. Kendi kendine sezaryen yapan kadın hikâyelerinden aktarılan kesitler insanı sarsıyor. Dünyada ilk kendi kendine sezaryenin Mayıs 1996’da Manisa’da gerçekleştiğini bilenimiz pek yoktur. Doğum sancılarına dayanama-

ayfergenc@gmail.com yıp, çocuklarının da yardımıyla kendisine jiletle sezaryen yaparak dünya literatürüne giren Halime Yılmaz’ı hangimiz tanıyoruz ya da biliyoruz? İşte, sezaryeni tartışırken bu hikâyeleri bilmeye ihtiyacımız var. Kitabın en özgün yanını dürüst ve sade anlatımı oluşturuyor. Dr. Feraye Sünev Çokgürses, konuşulmayanları ya da toplumca üstünü örterek kurtulabileceğimizi sandığımız ayıpları çekinmeden aktarıyor. Yazar, abisiyle dört yıldır birlikte yaşayan ve bunu kabullenmiş olan kız kardeşe dair satırlarda okuru irkiltmekten ve hatta rahatsız etmekten çekinmiyor. Rahatsız olsak da konuşabilmeli ve tartışabilmeliyiz. Dr Feraye Sünev Çokgürses işte bunu başarıyor. Kitabın zor kısmını, mutlu bitmeyen doğum hikâyeleri ve Türkiye toplumunda kadın gerçekliği oluşturuyor. Doğamayan bebekler, doğan bebeklerine hayatını bahşeden anneler, bacakları arasından ardı ardına ölü ceninler dökülen kadınlar, düşükle yarıda kalan hamilelikler, çocuk tacizleriyle yüzleşmeler yazarın mesleki deneyimi ışığında çarpıcı bir gerçekliğe bürünüyor. Doğumu pembe bir masal gibi algılamış olan zihnimiz bir anda hayatın acı ve gerçek yüzüyle burun buruna geliyor. Dr. Feraye Sünev Çokgürses’in de satır aralarında sık sık anımsattığı gibi; yaşam ve ölüm her zaman el ele, hep birlikte. Bir doktorun anılarından akılda kalan en diri gerçek de bu galiba. Yazar, her mesleğin temelinde; kısaca yaşamın merkezinde yer alması gereken bir değeri hatırlatıyor okuruna: Sevgi. Hasta ya da son zamanların tıp dünyasının arzu ettiği üzere müşteri gibi değil de insan gibi görüyor tedavi ettiği kişileri. Onları dinliyor, onlarla öğreniyor ve onların hikâyelerini onlarla birlikte yaşıyor. Toplumun en çok dışladıklarını en çok merak ediyor. Kendisine muayene olmak için gelen bir travestiyi biz okuyucuya “afetim” diyerek anlatırken aynı travestinin güzelliğini bir sayfa boyunca tasvir etmekten çekinmiyor. Benzer şekilde, genelevlerin gerekliliğini de üstüne basa basa vurguluyor. Çocuklarını okutmayı başaran hayat kadınının yaşamını olduğu gibi sunarken de; buradan Matild Manukyan’ın yaşam öyküsüne doğru yol alırken de amacı benzer: Tüm bunları konuşarak normalleştirebilmek. Son bir not olarak eklenmesi gereken, bu kitabın layıkıyla yaptığı gibi mesleki deneyimlerin, ülkenin bir dönemini de aydınlatacak biçimde yazıya geçirilmesinin taşıdığı büyük önem. Yıllar sonra dönüp bu zamanlara bakıldığında, sağlık sisteminin ya da kadının toplumdaki yerinin bir doktorun gözünden yeniden okunabilecek olması, kitabı toplumsal açıdan olduğu kadar bilimsel açıdan da önemli bir konuma yerleştiriyor. “Bir Jinekoloğun Gözünden Bacak Arasından Türkiye”, Feraye Sünev Çokgürses, 304 s., Martı Yayıncılık, 2015


Nisan 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLA SUNAY

Bir Sevinçten Söz Açmak; Yaşar Kemal

Ç

ok isterdim, büyük usta Yaşar Kemal’le şu sözleri üzerine tartışmak: “Çocuklar için ayrı bir destan söylendiğini görmedim, duymadım. Masallar da herkes içindi. Doğa çocuklar için ayrı bir güneş, çiçek, bulut, kuş yaratmadığı gibi, halk da çocuklar için ayrı bir sanat yaratmamıştı. Bütün çocuk oyunlarını, çocuklar kendileri yaratmıştı. Sonradan yaratılmaya çalışılan o ‘çocuk edebiyatı’ deyimini biz uydurduk.” Üstadın baktığı noktadan doğru gibi görünse de ben “çocuk edebiyatı vardır” diyenlerdenim. “Oyuncaklarımızı da biz kendimiz yapardık,” diyor aynı konuşmasında. Çocuk kitabını, çocuk giysisi, ayakkabısı, sandalyesi, lavabosu gibi yani kapitalist bir ürün olarak algılıyor. En büyük desteği doğadan: “Doğada çocuklar için çiçek yoktur.” Onu anlıyorum. Oysa çocuk edebiyatı vardır tam da bu nedenlerle. Çocuklar az deneyim yaşamış bireylerdir. Konuşmaları başkadır. Adımları. Koşmayı sevmeleri. Sabırsızlıkları. Cesaretleri yetişkinlerden farklı ölçektedir. Bu -ölçek- nedeniyle tam da çocukların -o doğası- gereği olmalıdır çocuk edebiyatı. Yanlış olan çocuk edebiyatını edebiyattan ayırmak, soyutlamak ve kapitalist bir eşya haline getirmektir. Kız, erkek kitapları, prensli pembe kitaplar, markaların ticari seri hikâyeleri bütün bunlar değildir elbette. Son iki yüz yıldır var olan, evet geç, ama resimleriyle ama şiirsel anlatılarıyla dünyanın en güzel sesidir çocuk kitapları. ÇOCUKLAR VE GENÇLER NEDEN YAŞAR KEMAL OKUMALI On iki yaşından büyük her çocuk Yaşar Kemal’in eserlerini okuyabilir. YKY’nin çocuk ve gençler için yeni derlemeleri bu seçimi kolaylaştırıyor. Metinlerde sadeleştirme ve eksilme yok, sadece başlıklara bölünmüş, özenle seçilmiş. Anne babalar bilmeli ki bu eserlerin hepsi son derece gerçekçi. Acılar çıplak ve sert. Açlık, yoksulluk, kötücüllük, dayak, cinayet, şehrin arka sokakları, hayvanlara yapılan zulüm, yok edilen toprak… Ancak bu katı gerçeklerle yüzleşmek yumuşak ve benzersiz bir anlatımla olduğundan, sanki çocuklar için yazılmış gibidir. Yaşar Kemal, özel isimleri kesme noktalama işaretiyle ayırmaz, dil, kelime zenginliği akıcı ve samimidir. Çoğu yerde okura sarılırcasına sıcak bir sesleniş ve temas içindedir. İnsan ilişkilerindeki zorbalıklar, düzene isyan, haklı olanla olmayanın mücadelesini merkeze alan, her biri gençlikten yetişkin olmaya giden bireyleri dönüştürecek güçte romanlardır. Biricik metinlerindeki o uzun uzadıya betimlemelerinde, doğayı, sanılanın aksine bir süs gibi değil, canlı başlı, tozlu topraklı; kuraklığı ve verimiyle de, yok edilişiyle başkahraman olarak ele alır. Çocuklara kazandırmak istediğimiz o “doğa savunusu” için daha iyi bir neden var mıdır, Yaşar Kemal kitaplarından başka? “Deniz Küstü” eserinde yunusların katledişini, “Kuşlar da Gitti”de şehirde tuzaklarla yakalanıp satılan şans niyet kuşlarını anlatır. 1960’lardan itibaren büyük bir öngörüyle şehircilikteki bütün yanlışları tespit eder ve bugünleri muştular. “Doğayı Öldürmek” adlı denemesinde “doğa hopurunu” neden ve nasıl yazdığını anlatır ve isyan eder. (Hopur: eskiden ağaçlık alanların kesilerek ya da yakılarak tarıma açılmasıdır.) Günümüzde –hopur- devam ediyor, tarla yerine beton konutlar geliyor. Yaşar Kemal hopurun devlet eliyle yapılmasına büyük öfke duyuyor. Hopurdan kazanan -hiçbir dönemde- halk değil. (Süleyman Demirel’in makiliklere göz dikmesinden söz açıyor örneğin. Ormandan sayılmaması için kanun teklifi verilmiş zamanında.) Gençlerin hopur sözcüğünü tanıması elzem bugün. Liselilerin, romanları kadar onun deneme yazılarını, röportajlarını da okuyup çeşitli etkinliklerle pekiştirmesi gerekir. Bunun için çok zengin bir malzeme sunar Yaşar Kemal. “Yağmurla Gelen”, Yaşar Kemal’in sokak çocuklarıyla yaptığı röportajlardan tanıdığımız Muhterem Yoğuntaş’ı anlatır yalnızca. Yaşar Kemal bu röportajları öykü diliyle, diyaloglarla besleyerek yazmıştır. Her biri gerçek yaşam öyküsüdür. YKY’nin çocuklar ve gençler için derlediği kitabı Mustafa Delioğlu muhteşem resimlemiş. Figüratif çizimlerde yüzler, emekçi, zanaatkâr, göçmen insanların çektikleri kahrı yansıtıyor; sert ifadeler, iri burun, kalın pala bıyık, yoksulluk. Kimsesiz Muhterem Yoğuntaş’ın hayatı neredeyse anlatılamayacak kadar zor. Aile şiddeti, devlet şiddeti, toplumsal şiddet, polis dayağı, usta dayağı, arkadaş kazığı derken inanılmayacak derece acılı bir hayat. Buna rağmen gizli bir umutla bezemiş Yaşar Kemal, bu umu-

du da; çocukların çalışkanlıklarından, hürmet duygularından, açık yüreklilikleriyle büyütü büyütüvermiş. “Nerdesin Arkadaşım”daysa, Yaşar Kemal’in 1975’te sokakta ve yurtlarda kalan çocuklarla yaptığı röportajlardan oluşan “Çocuklar İnsandır” adlı yapıttan gençler için derlenmiş seçme hikâyeler yer alıyor. Muhteram Yoğuntaş ve “Kuşlar da Gitti”ye ilham olan Florya düzlüğünden çocuk karakterler de var. Röportajın edebi bir tür olduğunu göstermesi açısından değer taşıyor. Yürek burkan hayatlar arasında; kötülük nedir, kötü kimdir soruları çok başka yanıtlar buluyor. Usta, çırağını döver çünkü kendi ustası da onu dövmüştür. Sokak çocuklarına herkes, alıp götürebileceği, yararlanabileceği, sömürüp taciz edebileceği bir mal gibi bakar hep. Şehirlerin bütün adaletsizliği apaçık ortaya serilir satırlar arasında. “Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne” de Yaşar Kemal’in yazma serüvenini, denemelerini, bazı önemli açılış ve ödül konuşmalarını, sisteme karşı isyanını, doğa talanına dikkat çekişini, kendi iç hesaplaşmalarını, Anadolu sanatı ve edebiyatı üzerine notlarını; hasılı coğrafyayı nasıl kucakladığını içeren gençler için bir başka seçkidir. Florya düzlüğünde kuşları yakalayıp sonra şehir merkezlerinde, sözgelimi Beyoğlu’nda, para karşılığı özgür bıraktıran (azat buzat) sokak çocuklarının son derece etkileyici romanıdır “Kuşlar da Gitti”. “İstanbulun tarihini yazanlar Florya düzündeki kuşların, kuş yakalayıcıların tarihine boş verirlerse tarihlerinin o kadar pek işe yarayacağını sanmam. Emeklerine yazık olur. Yüzlerce yıldır kiliselerin, havraların, camilerin önünde, milyarlarca salıverilmiş kuşun sevinci, insanların sevinci, az macera mı? Biliyorum, bir gün bir hoş, yüreği temiz, akıllı birisi çıkacak, Florya kuşlarının güzel, sevinçli, umutlu tarihini yazacak, işte o zaman işte, İstanbul biraz daha güzelleşecek, biraz daha büyülü bir kent olacak.” (Romandan) Geleneksel anlatıdan, masallardan beslenen, ironi ve taşlamayla toplumu, gücü, iktidarı ve ulusların tarihini sorgulayan, son derece özel bir eser “Filler Sultanı İle Kırmızı Sakallı Topal Karınca”. Filler ve karıncalar arasındaki amansız savaşı anlatan romanda, fillerin zalimliğini ve cüssesinden aldığı iktidarını, haklıyla haksız arasındaki ölçek farkını yine eşsiz bir dille kaleme almış Yaşar Kemal. Gerçeküstü olup da gerçeklere bu denli yaklaşan, okullarda mutlaka okunması gereken bir kitap. “Ben sevgiden, sevinçten söz açmak istemez miyim, delice, çılgınca, içim taşa taşa, bir sevinçten söz açmak istemez miyim? Ben sevinçli adamım. Bu dünya böyle olmasa, böyle kara, karanlık olmasa, ben sevinçten taşar coşardım,” diyor sıklıkla üstat. Demek, içindeki sevinç sayesinde, bu denli yılmadan, yazarak mücadele etti Abdi Ağalarla. Yazımında imlâ ve noktalama kurallarını reddetti, hiç şapka kullanmadı, kendi sözcüklerini yarattı, sözlü halk dilini yazılı hale getirdi, durmaksızın akan bir anlatım dilini aradı durdu uzun ömründe. Kimsenin yazmadığı zulümleri cesaretle yazdı, hümanist, barışçıl, ödün vermeden, yolundan dönmeden, dürüstçe… 28 Şubat 2015’te onu kaybettiğimizde başka bir çağa girdik artık. Doğa sesini kaybetti. Biz şimdi, dilimiz damağımız kuruyana dek, onu anlatmaya, yorumlamaya ant içelim, varlığından kalan kitapların verdiği sevinçten söz açalım. “Yağmurla Gelen”, Yaşar Kemal, Resimleyen: Mustafa Delioğlu, 12 + yaş, 80 sayfa, YKY, 2014 “Nerdesin Arkadaşım”, Yaşar Kemal, 12 + yaş, 109 sayfa, YKY, 2014 “Sevmek, Sevinmek, İyi Şeyler Üstüne”, Yaşar Kemal, 14 + yaş, 113 sayfa, YKY, 2014 “Kuşlar da Gitti”, Yaşar Kemal, 12 + yaş, 113 sayfa, YKY, 2014 “Filler Sultanı İle Kırmızı Sakallı Topal Karınca”, Yaşar Kemal, 12 + yaş, 113 sayfa, YKY, 2014


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2015

MURAT ÖZYAŞAR:

“Sezgidir Yazara Yol Açtıran” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ, Fotoğraf: MEHMET TÜTÜNCÜ Murat Özyaşar’ın ilk öykü kitabı “Ayna Çarpması”nı okuduğumda uzun zaman yolunu gözleyeceğim bir yazarla karşılaştığımı içten içe sezmiştim. Gerçekten de aradan geçen yedi yıl boyunca bekledim. Nihayet yedi yılın sonunda “Sarı Kahkaha” çıkageldi. Kitabı okuduğumda Murat Özyaşar’ın hangi yolları aştığını, yazısına neler eklediğini görünce şaşırmadım ama büyük bir sevinç duydum. Yolunu gözlemeye devam edeceğim için… “Sarı Kahkaha”da yer alan neredeyse her öyküde köklerle, babayla hesaplaşma teması var. Bu hesaplaşma ailedeki babayı olduğu kadar, iktidarın tüm tezahürlerini de kapsıyor. Özyaşar’ın öykülerinin çoğunlukla kahramanı erkekler. Babalarıyla ilişkilerinin yanında, anneleriyle, sevgilileriyle ilişkileri de öykülerin temaları arasında. Askerlik, erkekler arası arkadaşlıklar, erkeklerin cinsellikle imtihanına kadar uzanan öyküler var kitapta. Özyaşar bu kadar “erkek bir dünya”ya girmiş olmasına karşın maskülen bir dil ve bakışla örmüyor hikâyelerini. Belki de o sayede erkeğin değil insanın hikâyesini okuyorsunuz zaten… Irmak Zileli: Daha ilk öyküde anlatıcı karakter “iyi de biz kimin devamıyız Kâmil” diye soruyor. Köklerle, babayla hesaplaşma teması neredeyse her öyküde var. Senin için öykülerin böyle bir tematik bütünlüğü var mı? Murat Özyaşar: İlk kitabım “Ayna Çarp­ ması”nda tematik bir bütünlüğün oluşması için özenle çalışmıştım. Hikâyeler birbirine değsin, birbirini bütünlesin istemiştim. Pavese’nin “Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum,” alıntısıyla başlayan “Ayna Çarpması”, The Beatles’ten bir dizeyle kapanıyordu: “Bu sabah aynaya baktım kimseyi göremedim.” Kitaptaki öyküler de tıpkı ilk alıntıyla son alıntı arasındaki gerilimli ilişkiyi yansıtsın; varlıktan yokluğa mıhlanan öyküler olsun istemiştim. Bunu ne kadar becerebildim bilmiyorum elbette. Ama kimi söyleşilerde “Ben bu kitabı yazmadım, bu kitabı yaptım,” gibi büyük sözler de ettim. Demek ki kendimi, kendi yazımdan daha akıllı saydığım zamanlardaymışım. Ne iyi ki, yazı, bunun böyle olmadığını, yazarın yazısından daha akıllı olamayacağını gösterdi bana. Şimdi efendi efendi oturmanın zamanıdır artık. “Sarı Kahkaha”da ise birbirini tamamlayan öyküler yazmak gibi bir muradım olmadı. Tek derdim vardı bu kitabın başına otururken: Müstakil hikâyeler yazmak! Kitapta geçen “Cümlelerin anlamları yoktur, anlamların cümleleri var. Her anlamın bir cümlesi olmadığı için de hikâyeler var,” cümlesi kitabın kaderini de belirledi. Niçin hikâye yazdığıma yanıtımdır aslında bu cümle. Gündelik hayatta niçin hikâye anlatırız, niçin yazıyoruz da diyebilirim ya da şöyle sormak gerek: Niçin beste yapar biri, bir başkası niçin roman yazar, baş başa verip saatlerce bir konu hakkında niçin konuşur, sohbet ederiz? Demem o ki; halihazırda, her cümlenin en az bir anlamı var, evet, ama her anlamın bir cümlesi yok. Belki de o anlam ve manaya ulaşmak için tüm bu eylemimiz. Belki sözcüğünün “belli ki”den geldiğini unutmadan.

O anlamı olmayan cümlelerin meramı; formu belirlediği gibi, metnin uzunluğunu, kısalığını, yoğunluğunu, derinliğini, sadeliğini ve daha birçok sıfatı da belirler çünkü. O cümleyi kuramadığımız ve asla kuramayacağımızı bildiğimiz için bu dünya telaşımız, dünya derdimiz. Sonra sonra, kitaptaki öykülerin tamamına baktığımda aslında derdimin aynı olduğunu, o uzun cümleyi kurma derdiyle “Sarı Kahkaha”nın başına oturduğumu fark ettim diyebilirim. Her hikâyeyi müstakil kurma çabası veya hikâyelerin tematik bir bütünlüğü olsun niyeti, birbirini inkâr eden haller de değil anladığım. Varsa bir derdiniz yazarsınız, yazı da sizi yazar. Sizin yazınızdan daha akıllı olma gibi bir erdeminiz yoktur! Irmak Zileli: Er­kek karakterlerin babalarıyla hesaplaşmasını okuyoruz kitapta. Kafka’dan O­ğuz Atay’a önemli edebiyatçıların metin­lerin­de önem­li bir izlektir bu. Mu­rat Öz­ yaşar için de böyle olacağının bir işareti midir “Sarı Kahkaha”daki öyküler? Murat Özyaşar: Edebiyatta herhalde en çok işlenen temalardan biri olmuştur “baba”. “Yasak Bölge” öyküsünde şöyle bir cümle var: “Adı: Baba!.. Yahut çok çiğnenmiş bir patika.” Farkındalık iyidir her zaman. Benden önce kim, hangi yolu hangi şekillerde yürümüş; bu, beni fazlasıyla ilgilendiriyor. Tam da bu sebeple kurmuştum bu cümleyi. Edebi bilgi her zaman yol aldırır yazara, ama ve asıl daha önemlisi edebi sezgidir yazara yol açtıran. Şöyle şöyle bir kitap yazacağım, şöyle şöyle projelerim var, diyen biri olmadım hiçbir zaman. Yazının başına otururken ne yazacağını, hikâyenin nereye evrileceğini, nasıl sonlanacağını bilemeyen biriyim ben. Yazının kahrını da keyfini de tam olarak buradan alıyorum diyebilirim. Bu sebeple “baba” izleği sürer mi yazdıklarımda gerçekten bilmiyorum. Ben şimdilik hesaplaştığımı düşünüyorum “baba” izleğiyle, ama hayattır ve yazıdır bu; “olmamış,” der, “hadi bi’ daha.” (Devamı sayfa 11)

EMRE KONGAR Yaşar Kemal’in Ardından... Yaşar Kemal Cumhuriyet’le yaşıttı; 92 yaşındaydı. Solunum güçlüğü ve kalp ritmi bozukluğu sebebiyle, daha önce kaldırıldığı hastaneden, 14 Ocak’ta İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi’ne nakledilmişti. Çoklu organ yetersizliğinden dolayı 28 Şubat 2015 tarihinde bir Cumartesi günü aramızdan ayrıldı. *** Remzi Kitap Gazetesi’ndeki yazılarımda, edebiyat ve bilim üzerine genel konuları ele almakla birlikte, günceli de izlemeye ve irdelemeye çalışıyorum. Bu nedenle sevgili Yaşar Kemal hastaneye kaldırılınca, bir an önce iyileşmesi dileğimle birlikte onun hakkında iki yazı yazdım... Ne yazık ki üçüncü yazıyı onun kaybı üzerine yazıyorum: Bir büyük insanın, hele bu büyük insan tanıdığınız da olunca, arkasından yazı yazmak çok zor oluyor. *** Yaşar Kemal’in öldüğü gün, bütün yaşamı boyunca taraftarlığını yaptığı “Barış” konusunda da yeni bir açıklamanın yapıldığı gündü: Kürt politikacılarla, AKP hükümetinin yetkilileri birlikte bir açıklama yaparak “Barış Süreci” çerçevesinde bazı ortak adımlar atılacağını belirtmişlerdi. Ne yazık ki o bu açıklamayı duyamadı ve yorumlayamadı. *** Yaşar Kemal’i yitirdiğimizi, benden kendisi hakkında kısa bir yazı isteyen Can Dündar’ın telefonundan öğrendim. Oturdum aşağıdaki yazıyı yazdım ertesi günkü Cumhuriyet için: “Çok az insana nasip olur, yaşarken hem çağdaşlığı yakalamak hem de klasikler arasına katılmak… Yaşar Kemal bunu yakalayabilmiş ender yazarlardan biriydi: Çağının insanını, ülkesinin sorunlarını, dinamik bir değişim süreci içinde yakalamıştı… İnsan ilişkileri, birey ve doğa üzerinde, klasik edebiyatın en güzel örneklerini de vermiş bir ustaydı! Destanların masalsı güzellikleriyle, en gerçekçi gözlemlerin acılarını harmanlamak onun özel yeteneğiydi… Türkiye’nin, din-tarım toplumundan endüstriyel kentsel yapıya evrilmesini, İnce Memed dörtlüsü ve Akçasaz’ın Ağaları ikilemesiyle sadece tarihe değil, edebiyata da mal etmişti. O güzel insan o güzel beyaz atına bindi… Uçtu gitti… Tüm insanlığın tarihsel ve edebi birikimiyle bütünleşti!” *** Kendisi hakkındaki değerlendirmemi bundan önceki iki yazımda yaptığım ve bu yazıda da özetlediğim için bugün küçücük bir anımı aktarmakla yetineceğim: Kocaman bir yüreği vardı ve dostlarını severdi... Yapmacık bir sevgi değildi onunki, gerçekten severdi dostlarını. Beni de dostları arasına katmıştı... Bu dostluğu, devletten ve devlet adamlarından hoşlanmamasına karşın, Müsteşarlık dönemimde de sürdü... Bir gece birlikte, Atatürk Kültür Merkezi’ndeki bir toplantıdan çıkmıştık; onu evine bırakmayı önerdim.. “Ben devletin kırmızı plakalı arabasına binmem” dedi. İstanbul’da makam arabası olarak küçük bir Renault 9 kullanıyordum. Otomobili görünce, o meşhur kahkahalarından birini patlattı ve “Seninki de pek ufakmış, hadi gidelim” dedi... Arkadan da hemen ekledi: “Seni kırmamak için biniyorum haaa, sakın başka bir şey sanma!”


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.