İzlenimcilik (Empresyonizm)
Öyle miymiş?
Fakir Kene
MARK POWELL-JONES
ŞULE GÜRBÜZ
BİRHAN KESKİN
S
R
E
M
Z
İ
B
Ş
ule Gürbüz, uzunca bir arada sonra altıncı kitabı “Öyle miymiş?” ile yine okurlarının aklını karıştırıyor; her cümleyi iki kez düşündürmeyi başarıyor. Roman ve öykülerin yanı sıra oyun ve şiir kitapları da bulunan Gürbüz, “Öyle miymiş?” ile bildiğimizi zannettiklerimizden kuşkulanmayı hatırlatıyor bizlere. Devamı sayfa 7
anat tarihinin İzlenimcilik akımı üzerine olan bu çalışma, örnek resimlerle okumayı görsel bir keyfe dönüştürüyor. Gerçeği algıladığımız haliyle tuvaline yansıtan İzlenimciliğin en önemli temsilcileri: Monet, Pissarro, Manet, Degas, Sisley, Cezanne, Renoir... Devamı sayfa 6
K
İ
T
A
B
E
V
ir edebiyatçı için zordur zamanla eş koşmak. Duran, düşünen insandır, sabreder. “Fakir Kene” ise öfkesini içinde bir an tutup da üfleyen ve evet sakınmayan, bunun için yazısını da feda edebilecek, samimi bir metin olarak Birhan Keskin’in diğer şiir kitaplarından ayrılıyor. Dize bilen ama dize gelmeyen. Devamı sayfa 10
ARKA KAPAK KONUĞU
İ
Ethem Baran SAYI 124 - NİSAN 2016 - ÜCRETSİZDİR
UMBERTO ECO’NUN ŞİFRELERİ
1
9 Şubat 2016’da aramızdan ayrılan Umberto Eco, önemli bir eleştirmen, denemeci, göstergebilimci ve Ortaçağ uzmanıydı ama tüm bu bilgisini kurguya aktarıp başarılı bir romancı olarak adını tarihe yazdırmayı da bildi. Sadece tüm dünyada popüler olan “Gülün Adı” romanıyla değil, “Foucault Sarkacı”, “Baudolino”, “Önceki Günün Adası”, “Prag Mezarlığı” gibi eserleriyle de gizemli bir atmosfer yaratıp çok katmanlı anlatılara imza attı. İroni, hayal gücü ve entrika üçlüsünü asla birbirinden koparmayarak kendine has bir üslup inşa eden Eco, romanlarında, denemelerinde ve hatta inceleme-araştırma kitaplarında da bu du-
Kurbağalara İnanıyorum
10
KOLEKTİF
Okulsuz Büyümek
12
BEN HEWITT
Buzda Yürüyüş
13
WERNER HERZOG
Ne Tanrı Ne Efendi LOCATELLI KOURNWSKY LE ROY
Sanat, Piramidi Parçalar
3
7
Devamı sayfa 8-9
6
BARIŞ BIÇAKÇI BEHÇET ÇELİK AYHAN GEÇGİN
Canımı Yakma
ruşunu korudu. Hem iyi bir yazar hem de çok iyi bir okur olan Eco, okudukları ile yazdıkları arasında kurduğu güçlü ilişkiyle, bilgi ve kurgu arasındaki temasın ne kadar değerli olduğunu da gösterdi. Umberto Eco artık aramızda değil, ama yıllarca en ince ayrıntısına kadar çalışıp inşa ettiği eserler, satır aralarına gizlemek için uğraştığı o şifreler hâlâ bizimle… Dosya yazımızda Umberto Eco’nun satır aralarında yeniden kısa bir yolculuk yapalım istedik.
14 15
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Virginia Woolf’un Boğulduğu Su
Kitaplık Gezintisi
U. Eco, O. Pamuk ve Hocaefendi
FATMA AKERSON
“Kurguda Oynayabiliriz İstediğimiz Gibi”
Y
apı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Düğmeler ve Başka Şeyler”, hayal dairelerinin içine düşmüş düğmeleri, iç içe bir kurguyla anlatıyor. Bir yazar düşünün, eliyle çizdiği hayal dairesinin içinde üç düğme, üç düğmenin ardında birbirleriyle kesişen hikayeler bulan. İşte o yazar elinizde tuttuğunuz kitabın yazarı değil, anlatıcı karakteri Eylül. Gökten üç elma yerine üç düğmenin düştüğü kurmaca bir dünyada iyi okuru keyifli bir hikaye ve başka şeyler bekliyor. Bu hikayede düğmelere meraklı Gülşen, ileride bir masalcı olamak isteyecek Koray ve çok uzak diyarlardan gelen bir anlatıcı Mor Harmanili Kadın’ınla birlikte edebiyatın perde arkasına geçiyoruz. Fatma Akerson üçüncü kurmaca kitabıyla (zira yazarın göstergebilimle, kuramlarla ilgili çok değerli kitapları da var) okurunu anlatının inşasıyla yüzyüze bırakarak keyifli bir okuma deneyimi sunuyor. Yazarla bu okurluk deneyimi ve kitapları hakkında konuştuk.
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’in anlatıcılarından Koray şöyle bir cümle kuruyor: ‘Hayal edebilmem için geride somut bir olgu, sahiden yaşanmış bir durum olması gerekmez mi?’ Sizce gerekir mi?” “Doğrudan doğruya kitap üzerine bir yorum yapmaktan ya da bir açıklama getirmekten sıkılırım. Okur ne anlıyorsa odur. ‘Düğmeler ve Başka Şeyler’in dışına çıkarırsak soruyu, akademisyen kimliğimle ya da hayat bilgisi olarak bakarsak bu benim kafamı hep meşgul eden bir sorun. Birtakım şeylerin ne kadarını sıfırdan kendimiz yaşıyoruz ne kadarı bize edebiyat, sinema, kültür olarak yükleniyor. Hiç denemediğimiz bir şeyi ilk defa deneyince ona bir anlam verebiliyor muyuz? Önceden bir örneğini görmüş olmamız gerekiyor mu? ‘Kurmak’ çok baştan çıkarıcı bir şey. Sıfırdan kurmak/ hayal edebilmek gerçekten yapılabilir mi bilmiyorum. Devamı sayfa 4-5 Dolayısıyla bu bir sorundur.”
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2016
BURHAN SÖNMEZ:
“Her Yazar Kendi Okurunu Yaratır” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ
B
urhan Sönmez, “Yazdığım şeyin iç tutarlılığı yani estetik bütünlüğü önemli. O cümleyi neden öyle yazdığımı bilmem, o cümleye varana kadar yaptığım denemeler, içimdeki bir duygu arayışının parçasıdır,” diyor. Bugüne dek takip ettiği duygular ile üç roman yazdı. “Kuzey”, “Masumlar” ve son olarak “İstanbul İstanbul”. Sönmez’le yazmadan öncesi, yazarken ve yazdıktan sonrası üzerine sohbet ettik. İşte o sohbetten kalanlar...
“Nietzsche ‘Tanrı öldü’ demişti, peki ‘tanrı-yazar’ yaşıyor mu?” “Tanrı-yazar öldü, hatta sıra yazarın ölümüne geldi. Şu saatten sonra tanrı-yazar olamaz, çünkü okuduğumuz metinler ve geldiğimiz birikim düzeyi öyle bir tanrılığa erişme imkânımızı yok etmiştir. Bizim değerlerimizin dışında bir şeydir o. Edebiyatın sosyolojisi ve estetiği bugünkü koşullarda bize belli sınırlar çizer, bazı imkânlar verirken bazı imkânları da siler, olumlu anlamda.”
“Gerçekliğin temsiliyle ilgili kısmı üzerine ne söylersin peki?”
“Şöyle bir paradoks var edebiyat ile sosyoloji arasında: İlkçağlarda henüz dünya ve varlıkla ilgili insanlığın bilgi birikimi çok azken, edebiyat ve sanat gerçeği elde ettiğini iddia ederdi veya onu yakalamaya teşebbüs ederdi. Oysa son birkaç yüzyıldır bilimsel bilgi birikimi patlama yapmış, varlığa dair pek çok soru aydınlanmışken, şimdi edebiyat ve sanat gerçek dediğimiz nosyondan geri çekilmeye başladı. Gerçeği elde etme çabasının yerini gerçeğin çeşitliliği ve esas olarak ona dair yorumlar ve bakışlar aldı. Bunu tümüyle postmodern akıma yüklemek doğru değil. Felsefi kökenleri Antik Çağ’a kadar gider. Tanrı-yazarın geri çekilmesi ve bireyin merkeze yerleşmesiyle birlikte, gerçek de esnemeye, ele geçirilemez hale gelmeye başladı. Geçmişte gerçeklik ile metin arasında yazar diye bir şey vardı. Zaman değişti. Gerçeklik öldü, yazar kaldı. Sonra yazar öldü, metin kaldı. Sonra metin de ölüp sadece okur kalınca, sıra onun ölümünü izlemeye gelecek. Gerçekliğe dair binlerce yıldır elde ettiğimizi sandığımız bütün misyonlar değişiyor. Burada korkmaya gerek olduğunu sanmıyorum. İnsan ve sanat kendisine yeni yollar çizer. Ve eski yolların birikimini kendisiyle taşırken yeniye meyletmesi onun içindeki sonsuzluk arzusunun gücünü gösterir. Bunu bilerek, bunlardan beslenerek bugünü anlamak ve oradaki meseleye yol yordam bulmak gerekir. Gerçeklik
nedir diye düşünerek gerçeği elde edemeyiz. Yapmak ve eylemek gerekir. Her ne yaparsak, gerçek o olur.”
“Bir yandan da yazarın ölmesine hiçbir zaman izin vermeyen bir piyasa var. Türkiye’deki okur, yazarın ölümünü kabul ediyor mu?”
“Okurun metni tam olarak sahiplenebilmesi için yazarı kendi zihninden çıkarması gerekir, işte o yazarın ölümüdür. Tolstoy’un sanata veya kendi eserlerine dair düşüncelerini bilerek Tolstoy’u sevmeye başlamayız. Sevgiyi başlatan, onun romanlarıdır. Ama onun ‘Sanat Nedir?’ kitabını okuduğumuzda, o romanları yazan adamın sanat hakkındaki yorumlarına şaşırırız. Kendi romanlarının bile çoğunu değersiz olarak nitelemiştir. Biz okur olarak Tolstoy’a karşı onun romanlarını sahiplenmeye, yüceltmeye çalışırız. Çünkü o romanlar artık ona değil hepimize aittir. Bu yüzden yazarın ölmesi nispeten iyidir, metin açısından söylüyorum. Ama bir diğer nokta var: Yazar bugün bir ürünün üreticisi olarak algılanıyor. Oysa bundan iki yüz yıl önce yazar, üretici niteliğinden önce aydın niteliğine sahipti. Büyük harflerle söyleyelim, ‘aydın’ diye bir kategori vardı. O aydın öldü, öldürdüler. Siyasetler, ideolojiler, toplumlar elbirliği ettiler bu konuda. Gramsci’nin vurguladığı yeni ve yaygın aydın kategorisi de tam vücut bulabilmiş değil. Hayatın iyice parçalandığı, paranın ve kolaycı sanat anlayışlarının piyasayı sardığı bir zamanda toplumlar, ne Batı’da ne Doğu’da yeni bir yaşam biçimi kuramadıkları için ‘aydın’ın yokluğu da kendini hissettiriyor.”
“Romanın oluşum sürecinde nasıl bir çalışma yöntemin var? Hepsinde aynı mıdır, değişir mi?”
“Değişir. Genelde insanlar hikâye, konu bulmakta zorlanır. Benimse hikâye konusunda, nasıl diyeyim, kafamda yüz tane cin dolanır. Eski zaman Arab şairlerinin ilham cini gibi, çok sayıda cin dolanır yazarlık ruhumda. Zihnimde o kadar çok hikâye doğar ki, bu rahatlığım başka bir yerde zorluğa düşer: benim zorlandığım şey, içimdekileri kaleme dökmektir. Zor yazan biriyim. Mesela ilk romanım ‘Kuzey’i yazdığım dönemlerde günde sekiz on saat çalıştığımda, iyi günümdeysem bir sayfayı tamamlardım. Bu verimlilik giderek azaldı. Üçüncü romanımda, tam günlük bir çalışmanın sonucu, ancak yarım sayfa oldu. Bu, yazdığım kelimeleri daha zor beğenmek mi ya da daha önce yazdığım şeylerden farklı bir şey yapma çabası mı, bilemiyorum.”
“Peki, hikâyeleri anlatırken ne canlanır zihninde? Bir görüntü ya da bir sesi mi izlersin?”
“Benim itkim, bir duyguya dayanır. Görüntü veya sese değil. İçimde bir duygu oluşur ve ben onu ifade etmek isterim. Yazacağım hikâye, canlandıracağım karakterler ve tasvir edeceğim sahneler bir burgaç gibi dönüp o duygumu ifade etmeli. O duyguyu adlandıramam. Onu somutlayabilmemin yolu, onu bir romana dökmektir. O duygunun gerçekten ne olduğunu bilmem, ancak o duyguya denk gelen metni yazmaya başladığımda, bilmeye başlarım. O yüzden ilk sayfayı yazmam çok zaman alır. Genelde bir yılımı, bir buçuk yılımı alır ilk satır, ilk paragraf ve ilk sayfa.”
“Yapı, dil, içerik arasındaki ilişki üzerine neler söylersin?”
“Çelişik görünen bir şey söyleyeyim. Hayal gücüne ve bir duyguyu izlemeye vurgu yaparım. Ama bu, duygum beni nereye yönlendirirse onu yazıyorum, anlamına gelmez. Yaratıcı süreç, bizdeki hayal gücünü zanaatkâr gibi işlemektir. Yani toprağın altındaki yüzde ikilik ilham kaynağını yukarı çıkarmak için, yüzde doksan sekiz çalışmak, tırnağınla toprağı kazmak, yanlış yerde kazı yapmışsan yeni bir yere yönelip bu sefer orada ter döküp yerin altına inmektir. Romanı sıfırdan yaratmıyoruz. Binlerce yıldır gelen metinler var. Tekrar edilen kalıplar var. Her okur, kendi beğenisine uygun metinleri bulup izler, ama şu da bir gerçek: Her yazar kendi okurunu yaratır. Nasıl ki bizler artık Shakespeare’in okurlarıysak, yani onun edebiyat anlayışı tarafından şekillendiysek, her yeni edebiyat metniyle birlikte yeni varlık biçimleri edinir, kendimizi yenileriz.”
Remzi’de En Çok Satanlar (Mart 2016) KİTAP (KURGU)
1 2 50 Muhteşem Kısa Hikâye 3 Kadınsız Erkekler 4 Kürk Mantolu Madonna 5 Boğulmamak İçin 6 Bülbülü Öldürmek 7 Satranç 8 Gece Uçuşu 9 Bir Kadının Hayatından 24 Saat 10 Sen Benim Hayatımsın Kırmızı Saçlı Kadın Orhan Pamuk, YKY
Kolektif, Tefrika Yayınları
Haruki Murakami, Doğan Kitap Sabahattin Ali, YKY
George Orwell, Can Yayınları Harper Lee, Sel Yayıncılık
Stefan Zweig, Remzi Kitabevi
Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınevi Ferzan Özpetek, Can Yayınları
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 2 Gözüyle Kartal Avlayan Yazar Yaşar Kemal 3 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens 4 Ayasofya’nın Gizli Tarihi 5 Tarihimizle Yüzleşmek 6 Osmanlı’ya Bakmak 7 İletişim Donanımları 8 30 Günde 10 Yıl 9 Kelebeğin Hayat Sırları 1 0 Başarıya Götüren Aile Felsefenin Kısa Tarihi
Nigel Warburton, Alfa Yayıncılık
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Nisan 2016
Zülfü Livaneli, Doğan Kitap
Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap
Pelin Çift-Erhan Altunay, Beyaz Baykuş
Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın
Emre Kongar, Remzi Kitabevi
Reklam: Fevzi Kılınçarslan
İlber Ortaylı, İnkılap Kitabevi
Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi Yavuz Yörükoğlu, Hayy Kitap
Nil Karaibrahimgil, Doğan Novus
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi
Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Nisan 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
R.R. Martin Hayranlarını Korkuttu Efsanevi müzik prodüktörü Sir George Martin’in ölümü “Taht Oyunları” serisinin yazarı George R. R. Martin hayranlarına kısa süreli bir şok yaşattı. Beatles’ın prodüktörünün adını yanlış okuyan hayranlar ölenin George R. R. Martin olduğunu düşününce internette çeşitli
platformlarda üzüntülerini dile getirdiler. Yazar hâlâ hayatta olduğunu açıklamak zorunda kaldı. “Her ne kadar dünya üzerinde bu kadar insanın yaşamam ya da ölmemle bu denli ilgili olduğunu fark etmem tuhaf ve duygusal olsa da Mark Twain’in de dediği gibi ölümümle ilgili dedikoduların bir hayli abartıldığını belirtmek zorundayım,” dedi. Kaynak: Megan McCluskey, Time, 9 Mart 2016
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Man Booker Adayları Açıklandı Dünyanın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Man Booker Ödülü’nün aday listesi açıklandı. Ödül için, Nobel Edebiyat Ödüllü Orhan Pamuk ve Kenzaburo Oe’nin yanı sıra İtalyan yazar Elena Ferrante, ilk romanlarını yazan iki yazar ve dünyanın değişik yerlerinden sekiz aday
daha yarışacak. Orhan Pamuk’ın “Kafamda Bir Tuhaflık”ı ve Kenzaburo Oe’nin yazacağı son roman olacağı düşünülen “Death by Water” (Suyla Ölüm)’ü ödülü alması en muhtemel eserler. Onları Napoli serisinin gerçek kimliğini açıklamayan yazarı Elena Ferrante izliyor. Ferrante’nin kitabı ise Napoli serisinin son kitabı “The Story of the Lost Child” (Kayıp Çocuğun Öyküsü). Aday listesi 14 Nisan’da altı finaliste düşürülecek ve kazanan 16 Mayıs’ta bir törenle açıklanacak. 50.000 sterlinlik ödül ise geçen sene alınan karar uyarınca yazar ve çevirmen arasında eşit olarak paylaştırılacak.
Shakespeare’den Göçmenlere Mesaj William Shakespeare’in el yazısıyla yazdığı son oyunda göçmen haklarını savunan bir bölüm bulundu. İngiliz Kütüphanesi tarafından internetten erişime açılan oyunda VII. Henry’nin danışmanı, düşünür Thomas More İngiltere’ye girmek isteyen göçmenlere insanca davranılmasını isteğini dile getiriyor. “Sir Thomas More” adını taşıyan oyun aslında Anthony Munday ve Henry Chettle tarafından yazılmış ancak o yıllarda tepki çekebileceği düşüncesiyle sahnelenmemiş. Shakespeare uzmanları tarafından ünlü yazarın elinden çıktığı söylenen üç sayfalık metin ise bu oyunun yeniden yazımının bir bölümü. Dijital ortama yeni taşınan üç yüz Shakespe are el yazması Shakespeare’in yazım dünyasını ve yeteneğini daha iyi tanımamıza yardımcı olmakla kalmadı, bir yandan da Shakespeare gibi bir yazarın yaşadığı zamandan yüzyıllar sonrasına bile nasıl ışık tutabileceğini ortaya koydu. Kaynak: Mark Brown, The Guardian, 15 Mart 2016
Whitman’ın ağzından Dünyanın En Okuryazar asker mektubu Ülkesi Finlandiya Kaynak: The Telegraph, 10 Mart 2016
Amerika’nın Connecticut Üniversitesi’nin dünya çapında yürüttüğü bir projeye göre Finlandiya dünyada okuryazarlık oranının en yüksek olduğu ülke. Finlandiya’nın ardından Norveç ve İzlanda gelirken, dünyanın en az okuryazarlık oranına sahip ülkeleri Botswana, Endonezya ve Tayland oldu. Türkiye ise
50. sırada. Sadece okuryazar kişi sayısını baz almak yerine, ülkedeki kütüphane ve gazete sayısından bilgisayar kullanımına ve okulun süresine kadar pek çok kriter göz önüne alınarak hazırlanan listede ilginç veriler yer alıyor. Örneğin dünyada eğitime en çok yatırım yapan ilk dört ülke Brezilya, İsrail, Meksika ve Arjantin. Okul notlarının en yüksek olduğu ülkelerinin çoğunu ise tahmin edilebileceği gibi Singapur ve Japonya gibi Uzak Doğu ülkeleri oluşturuyor. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 11 Mart 2016
Whitman’ın tarafından yazılan ve şimdilik sadece üç tanesi ortaya çıkarılan “asker mektupları”ndan biri Amerikan arşivlerinde çalışan bir gönüllü tarafından bulundu. İçsavaşta eşini kaybeden bir dulun dosyasından çıkan mektup dijital ortama taşınıp internete konuldu. New Hampshire birliğinden Robert N. Jabo, Washington’ın Harewood Hastanesi’nde tüberkülozdan ölmeden önce evdeki eşine bir mektup yollamak istedi. Ne var ki Jabo’nun sağlık durumu kötüydü ve okuma yazması yoktu. O da hastanedeki yaralıları ziyaret eden bir yardımseverden yardım aldı. Bu yardımseverin Amerika’nın en ünlü şairlerinden Walt Whitman olduğundan ise haberi yoktu. Walt Whitman’ın savaş döneminde sık sık hastaneleri ziyaret ettiği, para ve yiyecek dağıttığı ve yaralıların yanında durup onları teselli ettiği biliniyor. Bu mektuplardan birkaçı arşivciler tarafından bulundu, geri kalanı ise bir yerlerde bulunmayı bekliyor. Kaynak: Michael E. Ruane, The Washington Post, 9 Mart 2016
Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Virginia Woolf’un Boğulduğu Su Virginia Woolf, “Mrs. Dalloway” romanını yazdığı 1922 yılında şöyle der: “Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde, en yoğun biçimde.” 1. Dünya Savaşı 1918’de sona ermiş olsa da bireyin ve toplumun ruhundaki sarıntı kolay dinmez. Dahası 20 yıl sonra 2. Dünya Savaşı’nın etkileriyle büyük bir depreme dönüşür. Hem yeryüzünde, hem Woolf’un ruhunda. Virginia Woolf, “Mrs. Dalloway”de dünyayı biçimlendiren (savaşları çıkaran, onlara alışmamızı salık veren) aklı başında kişiler ile bunun bedelini ödeyen delileri karşı karşıya getirir. (Bugünlerde onlara paranoyak diyenler de çıkıyor.) Patlayan bombaların, kopan kafaların, silah seslerinin anısını beyninin içinde taşıyan Septimus’tan hayatına devam etmesi beklenir. Aklı başında toplum, delileri içinde barındırmak istemez. Eğer normalleşme konusunda ayak direrse tükürüp atar posasını. Hem de hepimizin gözü önünde. Ki “delirme ihtimali olanlar” da çekidüzen versinler kendilerine. Çiçeklerini kendi alacak olan Mrs. Dalloway tek derdi vereceği parti olan bir karakter gibi görünür önce. Oysa bir romanda, hele bu bir Virginia Woolf romanı ise parti asla sadece parti değildir. Clarissa, parti hazırlığı esnasında düşünür. Kullandığı kavramlar roman yazma eylemini tanımlar gibidir: “Ancak Tanrı bilebilir neden böylesine sevdiğimizi, nasıl böyle değerlendirdiğimizi, usul usul kurduğumuzu, çevremizde büyüttüğümüzü, yıktıktan sonra, her an yeniden yarattığımızı; ama en düşkünler bile (ölesiye içen), aynı şeyi yapmıyorlar mı; başa çıkılmaz bunlarla, öyle kanunlar falan çıkararak, Clarissa kalıbını basardı, neden mi: çünkü yaşamayı seviyorlar.” (İtalikler benim. IZ) Clarissa Dalloway, Virginia Woolf’un roman yazarak ölüme direnen yanı ise Septimus Warren Smith de onun öteki yarısı gibi gelir bana; normalleşemeyen, hayatla ve toplumla uzlaşamayan. Romanda bir kez olsun karşılaşmayan bu iki karakter birbirinden ne kadar farklı görünseler de ruhları kardeştir. Romanın sonunda da Clarissa, intihar eden Septimus’la özdeşleşir. Septumis’un “hayatını kaldırıp atması” onu hep kaçtığı ölüm korkusuyla burun buruna getirir. Septimus’un ölümü, tükürülen bir posa olmayı reddettiğini söyler bize: “Ölüm, bir direnmeydi. Ölüm, iletişim kurma çabasıydı.” İşte bu çaba sayesinde farkına varır Clarissa/Virginia; o, ölümlere ve savaşlara tanıklık etmeye mecbur bırakılmış kişidir/yazardır: “Clarissa’nın felaketiydi bu – utanç lekesiydi. Bu koyu karanlıkta, genç adamların yitişini, yokoluşunu gözlemek, onlar ölürken, gece elbisesiyle durmak bir çeşit cezaydı belki.” Fakat işte tanıklık eden bir Clarissa olduğu için Septimus’un ölümü anlamlıdır. Septimus’un eylemi amacına ulaşır. Roman şu cümleyle biter: “Çünkü Clarissa oradaydı.” Virginia Woolf, iki dünya savaşında da oradaydı. 2. Dünya Savaşı devam ederken, savaş uçaklarının gürültüsü altında o güne dek sürdürdüğü tanıklığı artık taşıyamadığı için, yazma eylemi de bu noktada onu kurtaramadığından, 1941’de yaşamına son verdi. Geride kalanlara kendi tanıklık mecburiyetlerini de hatırlattı böylece. Mirası devretti. Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sını basan İthaki Yayınevi biyografisinde şöyle diyordu: “Dalgalarla sörf yapıp nehir bile denemeyecek bir kaşık suda boğuldu. Bilinç akışı mı nehrin akışı mı?” Böylece sokakta Septimus’u parmakla göstererek alay edenlerden bir farkları kalmadı. Talihsizlik o ki, popülizme kurban ettikleri yazar, başyapıtlarından birinde tam da parçası haline geliverdikleri bu toplum düzenini eleştirmişti. Kuşkusuz ki tanıklık etme mecburiyetini bir sorumluluk olarak üstlenen okurlar Woolf’un boğulduğu suyun insanlığın utanç ve suç denizi olduğunu biliyorlar. “Çünkü Clarissa oradaydı.”
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2016
FATMA AKERSON:
“Kurguda Oynayabiliriz İstediğimiz Gibi” Söyleşi: NEŞE PELİN KAYA, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)
“Bu bağlamda ‘Kırmızı Motosiklet’in anlatıcısı da otobiyografik izler taşıyor diyebilir miyiz?” “Bilmiyorum. İlk defa bunu ben düşündüm ya da ilk defa benim başımdan geçti gibi bir düşünce çok baştan çıkarıcı. Ama ne kadar mümkündür? Benim kahramanlarım da zaten hep bununla mücadele ediyorlar. Bir sürü gönderme olması da bu yüzdendir sonuçta. Gerçekte de öyledir. Bilinçli olmadığımız zamanda bile bu müdahaleler hep var. Bu sorunun cevabı açıktır, istenilir, cazip bir şeydir ama sahiden mümkün müdür? Ama belki büyük yazar dediğimiz de bu modeli koyandır. Yani büyük ressamlara falan bakalım, diyelim ki Leonardo da Vinci. Önemli biri olmak, büyük biri olmak, yaratıcı olmak bununla mücadele edip biraz bunun dışına çıkmaktır. O zaman ölçüyü, o modeli koyuyor. Ondan sonra arkasından taklitler geliyor tabii o kültüre yayılıyor. Belki de büyük fark budur.”
“Kitabı yazmaya başladığınızda meselelerinizden biri de kimlik değiştirme miydi?”
“Yok, ben hiç böyle bir şey yazayım diye hesaplamam. Yani zaten şurada topu topu üç kitap var. Kaç yaşından sonra yayımlamaya başladım. Gerçek bir yazar olarak konuşabilir miyim? Daha o hissim bile tam oturmadı. Belki sonradan gelecek. Şimdi, son zamanlarda elime geçerse başka yazarların kendi yazarlıkları hakkında söylediklerini okuyorum. Ne düşünüyorlar? Neler söylüyorlar? Eskiden pek böyle şeyler okumazdım. Hepsinin söyledikleri biribirine benziyor. Demek ki böyle bir model var. Kimlik değiştirme meselesine gelince, kahramanlar bir şeyler yaparken birdenbire başka bir şey olsun istiyorlar. Yani bu da çağımızın bir getirisi herhalde. Bunlar hep olduklarından başka bir şey olmaya ya da macera aramak gibi başka bir şey yapmaya çalışıyorlar. Biraz da koşullanıyoruz belki de. Bize verilenle, bulduğumuzla yetinmemek gibi. Bir derste bir inceleme yapmıştık, bir kaç yıl üst üste. Şimdi biliyorsunuz Türkçeye bir sürü yeni sözcük girdi son dönemlerde. Bazıları hakikaten eski sözcükleri yok ettiler. Mesela kimse artık tahtelbahir demiyor, denizaltı diyoruz, bu değişti. Bazılarının ikisi de kaldı. Burada vereceğim örnek hayat ve yaşam. Niye kaldı? Anlam değişikliği oldu bir süre sonra. Hayat daha
çok size verilen hazır gelen şeydir. Yaşam ondan sizin ne yaptığınızdır belki de. Bunu sınıfta çocuklarla tartışarak çıkarmıştık. Yani onların çıkardığı sonuç, benden ziyade. Dolayısıyla yaşam olarak baktığınızda herkes kendi yaşamını şöyle veya böyle bir şeyler yapmak istiyor. Daha eski dönemlerde bu o kadar yaygın bir şey değildi. Ne verilmişse onun içinde kanaat ederek devam ediliyordu. Şimdi daha farklı oldu her şey. Kültürel değişiklerin sonucu belki bu. Bütün dünya, medya, teknik çok değişti. Çok imkân var bir kere. İşte orada ben hep oynuyorum: Geçmişi değiştirebilir miyim?”
ya hizmet ediyor bence. Kitabı okurun gözlerinin önünde inşa ediyorsunuz...”
“Ama insan öyledir. Ben şimdi neyim, kimim diye baktığınız zaman bunu geçmişinizle birlikte düşünürsünüz. Yani buraya nasıl geldim, ne oldum falan. Ama şimdi hakikaten tam kendi geçmişinize bakarken geçmişiniz nasıldı? Öyle mi bakıyoruz? Yoksa olmayan şeyleri
“Yayınevi kabul etse ben kitabın içine CD de koyacağım. Hatta renkli küçük bir video. Yani alanları birbirine karıştırmayı seviyorum. Ama çok kolay olmuyor. Böyle bir kitabın içine ancak fotoğraf koyabiliyorsunuz onlar da siyah beyaz basılıyor malesef.”
“Bütün yazdıklarınızda geçmişi yeniden kurmak/ kurgulamak bir mesele...”
“Niye sahtekârlık yapalım? Sonuçta bir şey yazdığınız zaman bir şeyleri uyduruyorsunuz; o kahramanları da uyduruyorsunuz. Bunu saklayıp gerçekmiş gibi yapmak belki daha çok oyun oluyor. Böylesi bana realite dediğimiz gerçeğe –hakikat anlamında kullandığımız– daha yakın geliyor. Zaten ben bunları uyduruyorum. Niye saklayayım uydurduğumu?”
“Anlatıyı görseller, dipnotlar, linkler hatta Wikipedia alıntılarıyla destekliyorsunuz. Bir anlamda kitabın sınırları içindeki gerçekliği baltalarken bir yandan da gerçeklik duygusunu beslemek bu...”
Niye sahtekârlık yapalım? Sonuçta bir şey yazdığınız zaman bir şeyleri uyduruyorsunuz; o kahramanları da uyduruyorsunuz. Bunu saklayıp gerçekmiş gibi yapmak belki daha çok oyun oluyor. Böylesi bana realite dediğimiz gerçeğe –hakikat anlamında kullandığımız– daha yakın geliyor. Zaten ben bunları uyduruyorum. Niye saklayayım uydurduğumu? hayal mi ediyoruz? Kendimizi başka bir şey mi farz ediyoruz. Gerçek hayatta tam böyle gitmez ama kurguda oynayabiliriz istediğimiz gibi. Kurguda çok da farklı bir geçmiş hayal edebilirsiniz. Kimse buna engel olamaz.”
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’in ithaf kısmı da kurgusal anlatıcısı Eylül’ün cümlelerinden oluşuyor. Burada da farklı bir tercihiniz var. Neden?”
“Bir alışkanlığı kırmak belki de. Orada büyük bir isim verilir. Bir arkadaşım da ‘Bu kadar uçma.’ dedi. Ama böylesi daha çok hoşuma gidiyor.”
“Aslında anlatı o ilk sayfadaki klasik biyografi ve kitabın künyesinden hemen sonra başlıyor böylece. Anlatıcı problemlerini vurgulamanız da bu kurgu-
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’de başka anlatılarla da yakın bir ilişki kuruyorsunuz. Kimi zaman okuru, dipnotlarla başka bir esere yönlendiriyorsunuz...” “Az önce de konuştuk. Dünya çok mu değişti yoksa birtakım şeyler olduğu gibi kalıyor mu? Bu bir problem. Dolayısıyla orada birtakım eski masalların beni ilgilendirmesi, herhalde bu problemin çerçevesinde kafamda dönen bir şey. Öncelikle bu var. Bir de yalnız eski masallar değil daha yeni metinlere de göndermeler var. Calvino, edebiyat bir bütündür, herkes bir kenarından bir şey ekler, diyor. O his bende çok var. Yine bu da, yepyeni bir şey yapmak mümkün müdür, değil midir sorusuna geliyor. Bu problemler etrafında dönüyor bazı şeyler. Bence
Nisan 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
metne bu şekilde kuramsal da bakılabilir ama hikâyenin sizi alıp götürmesi lazım. Sonra ne olacak fikrinin de olması lazım gibi geliyor. Edebiyat deyince aslında temel sorun bir metnin kendini okutabilmesi olmalı. Onu yapamıyorsanız zaten ne yaparsanız yapın. Çok bilgece şeyler de söyleseniz bir işe yaramaz insanlar sıkılıyorsa. Bana daha cazip gelen o sonra ne olacak sorusunu sordurmak. Kendim de onu kurarken eğleniyorum aslında. Daha çok ilgimi çeken budur. Ama bunu kurarken sağdan soldan bir sürü şey giriyor muhakkak ki.”
“Üslubunuz yer yer şiirsel. Dilbilimci olarak bu dili nasıl oluşturuyorsunuz? Yoksa içten gelen bir şey mi bu?”
“Yani içten gelen bir şey tabii. Her şey içten gelerek yazılıyor sonuçta. Yine de her yazdığımı bin defa okuyup şu cümle olmadı, şu cümlede ‘de’yi sona alırsam daha akıcı olur şeklinde bunlarla çok oynuyorum. Söylediğim şeyin içeriği çok ukalaca olabilir ama ifade ediliş tarzı ukalaca olmasın. Buna çok dikkat ediyorum. Yani o en ukala en karışık şeyler bile böyle çok sıradan bir şeymiş gibi söylensin. Bu da biraz hocalık deneyimi galiba. Bir öğrencinin karşısına ben her şeyi biliyorum tavrıyla çıkarsanız zaten kendinizden uzaklaştırıyorsunuz. Önemli olan onu içeri çekmek. Belki bu üslup da derste edinilmiş bir üslup olabilir. Bunu hiç düşünmemiştim, okur üzerindeki etkisini, bu şekilde. Yapmak istediğimin, bu olduğunu biliyorum ama tam bilemiyorum kendi psikolojimi o kadar.”
“Bu kitapta düğmeler, lacivert taşlı halka, çöl, kedi, karga, hüthüt kuşu ve başka kuşlar var. Son kitabınızda yansımalar ve simgeler daha ön plana çıktı sanırım...”
“Bilmiyorum. Bunu hiç düşünmedim. Sizde öyle bir izlenim bırakıyorsa öyledir demek ki.”
“O zaman planlayarak yaptığınız bir şey değil...”
“Yok. Ben çok planlayarak yazmıyorum zaten. İçime bir his gelmesi lazım. His ya da bir görüntü bile olabilir; hatırladığım bir sahne olabilir. Yani bir şekilde başlıyorum. Sonra nasıl bitireceğimi de bilmiyorum. Yine de ortalarda bir yerde son cümleyi görüyorum. Arada ne olacak, oraya kadar nasıl geleceğim onu çok önceden planlamıyorum. Yazdıkça çıkıyor. O kahramanlar kendi yolunu çiziyor; bunu herkes söyler.”
“Daha öncesinde alanla ilgili çalışmalarınız, başka kitaplarınız var. Kurgu yazmaya nasıl karar verdiniz?”
“Ben çok eskiden beri kurgu yazıyordum zaten yeni bir şey değil. Sonra üniversite, hocalık filan söz konusu olunca ikisini paralel götüremedim. Bir tuhaf geldi. Yani derse giriyorsunuz bir şeyleri ciddi ciddi anlatıyorsunuz. Sonra birdenbire o hafta bir romanınız çıkmış. Roman insanı çok daha açık eden bir şey. Onu beceremedim, ikisini birden götürmeyi. Bunun matrak bir hikâyesi var. Sınıf arkadaşlarım bende kalıyorlardı. Biz lise arkadaşlarımızla görüşmeye devam ederiz. Daha ‘Kırmızı Motosiklet’in ilk öyküsü ya da öyküleri vardı elimde. O arkadaşım okudu. Ben daha o zaman üniversitedeydim, emekli olmamıştım. Onun da aklına güvenirim. ‘Çok güzel bunlar,’ dedi. ‘Hocalık mocalık bırak bu işleri, otur böyle yaz,’ dedi. Ben de belki birisinin böyle bir şey söylemesini bekliyordum. Hemen dediğini yaptım. ‘Kırmızın Motosiklet’in öyküleri yeni, o sıralarda yazılmıştı. ‘Nisan’daki bazı şeyler çok önceden yazılmıştı. ‘Düğmeler ve Başka Şeyler’ de yeni. Bir sürü attığım daha başka şeyler de var, yazıp yazıp beğenmediğim. Yani hep oynadım yazmakla onu demek istiyorum. Aslında eskiden bilgisayar yokken elle yazıyorduk ya beyaz kâğıda, o baştan çıkarıcı bir şeydir. Önünüzde beyaz bir kâğıt vardır, üstünü dolduracaksınız. Ama ister araştırma, akademik bir şey olsun ister başka türlü olsun o doldurma eylemi, beyaz kâğıdın yarattığı his aslında çok farklı değildir. Benim diğer kitaplarım da mesela ‘Edebiyat ve Kuramlar’ da böyle hikâye anlatmaya yöneliktir. Herhalde böyle bir eğilimim varmış.”
“Bir parantez açarak söylemek gerekirse ‘Edebiyat ve Kuramlar’ gerçekten okuması çok keyifli bir kuram kitabı.”
“‘Kırmızı Motosiklet’ten de sizin anlatınıza çok uygun düşen bir cümle dikkatimi çekti: ‘Edebiyatı bükmek ne kadar heyecan verici değil mi?’
“Bir öğrencim bir keresinde bana bir şey söylemişti. İltifat mıydı değil miydi önce biraz tereddüt ettim. Dilbilimle ilgili bir kitabım için ‘Kitap, kitap gibi değil’ demişti. Herhalde öğrenciyi zorlamayan, içine alabilen bir kitap anlamında söyledi onu.”
“Evet ben de o cümleyi sevmiştim. Hatta birtakım arkadaşlarıma da söyledim. Bakın ben böyle bir cümle buldum, edebiyatı bükmek diye. Benim de hoşuma gitmişti. Bükmek nedir? Bir şeyi çevirmek, değiştirmek onla oynamak; onun gibi bir şey herhalde. Geçmişi değiştirmek gibi.“
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’de epey müdahil bir anlatıcısınız. Aklıma Ahmet Midhat Efendi geliyor. Ahmet Midhat’tan bu yana ne değişti bu konuda?”
“O da benim temel problemlerimden birisi. Ne değişiyor bu dünyada? Muhakkak ki bir sürü şey değişiyor ama bazen de hiçbir şey değişmemiş gibi geliyor insana. Artık hangisi doğrudur bilmiyorum. Ama Ahmet Midhat Efendi’nin o yaklaşımını severim. Biraz Brechtvari bir yaklaşım da olabilir. İzleyiciye, okura okur olduğunu izleyici olduğunu hatırlatır. Bunun bir öykü olduğunu, arkasında bir yazar olduğunu; o bir diyalogdur sonunda. İyi bir şeydir gibi geliyor bunu bilerek okumak veya yazmak. Okurken de bazen aynı duyguyu duyuyorsunuz. Bazen bir yazarın anlattığı sizi çok etkiliyor. Yani çok derinden bir yerden yakalıyor. O zaman ‘Ay karşımda olsa da konuşsak şunu’ hissi geliyor. Bunun için müdahil olmayı seviyorum.”
“‘Düğmeler ve Başka Şeyler’de bir başka dikkat çekici yön de aynı sahnenin tekrar tekrar anlatılması. ‘Nisan’da da vardı bu. Okurda ‘deja vu’ hissi yaratmaya yönelik bir tavır mı?”
“O da var. Romanları çok yorumlamak istemiyorum ama öyle oluyor. Gerçekte de böyle oluyor, bir şeyleri hatırlarsınız. Biraz değişir hatırlarken, tam olarak aynı olmaz bakış açınız. Bazen değişmez.”
“Kendi yazdıklarını açıklamaktan pek hoşlanmıyorsunuz ama akademik olarak birçok eseri de açıklıyorsunuz bir yandan. Bu, yazarken de istemsizce önünüze geçiyor mu?”
“Bu şekilde bakmamaya çalışıyorum. Ama herhalde oluyor. İyi bir şey değil o. Bir mesleki deformasyon. Ben aslında edebiyatçı değilim. Doktoram da göstergebilim konusundaydı; daha çok onlarla uğraştım. Daha sonra yazdığım bir sürü şey de dilbilimle ilgiliydi. Dilbilim veya göstergebilimle ilgili ama sonra dönüp dolaşıp edebiyat kuramlarına yani göstergebilimden edebiyata doğru kaydım. İster istemez bir kuramsal bakış, yöntem ediniyorsunuz. Kurgu nedir, nasıl yazılır… Yazarken bunlardan kurtulmak mümkün değil. Yıllarca hayatınızı belirlemiş o bakış açısı. Öyle bakmamaya çalışıyorum ama yazarken kurgu problemleriyle kafam uğraşıyordur herhalde. Yani bunun iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyorum kendi adıma.”
“‘Nisan’ ve ‘Düğmeler ve Başka Şeyler’ roman başlığıyla yayımlandı, ‘Kırmızı Motosiklet’ ise anlatı olarak, bu sizin tercihiniz mi?”
“Bu Murat (Yalçın) Bey’in seçimiydi. Ben onu öyküler olarak düşünmüştüm. Üç öykülü bir kitap diye. O, bunlar birbirleriyle bir şekilde bağlanıyor ama tam öykü değil tam roman değil anlatı diyelim, dedi. Ben çok uzun yazamıyorum. Sıkılıyorum uzun yazınca, bir yerde bitsin istiyorum. ‘Düğmeler ve Başka Şeyler’ de öyle. Baktım, doksan dokuz sayfa olmuş. Bir roman mı sayılacak? Belki o bile bir uzun öykü sayılabilir. O tür kategorileri sevmiyorum. Gerçeğe ne kadar uyuyor? Biraz da uyuyor tabii. Hiç sınıflandırma yapmadan da olmuyor, bazı şeyleri kategorize etmek şart. Ama çok fazla abartmamak lazım galiba. Yani işte o ‘edebiyatı bükmek’ de belki böyle bir şey. Birinden ötekine geçilebilmeli. Resim olmalı, dediğim gibi bana kalsa CD de koyacağım içine; daha renkli resimler, belki onları hareketli kılabilsem. Müzik de ilave edeyim, şu müzikle okuyalım gibi. Böyle şeyler katılabilir. Niye olmasın? Zaten var. Anlatıda geçer ya hep arada bir şarkı adı, bu şekilde katılmış oluyor.”
“Biraz da diğer kitaplarınızdan, bu söyleşide ötekiler olmuş mesleki kitaplarınızdan bahsedelim. Hangisini yazmak daha keyifli, kurmaca olanlar mı diğerleri mi?”
“Az önce de söyledim. Bir şey yazmaktan her zaman mutlu oldum. Yazdığım ne olursa olsun. Ders hazırlamak olsun herhangi bir arkadaşıma mektup yazmak olsun, artık onlar da küçük e-maillere dönüştü ama. Tabii ki bilimsel araştırma daha zahmetli. Ama onun da bir keyfi var. Şimdi artık böyle şeyler yazmama pek gerek kalmadı. Yine de hayatımdan tamamen çıkmış değil. Arada ufak tefek çevirilerle falan uğraşıyorum.”
“Etkilendiğiniz yazarlar arasında kimleri sayabilirsiniz?”
“O kadar çok var ki. Daha yenilerden gidelim. Türkiye’den yola çıkarsak muhakkak ki Oğuz Atay’dan hepimiz etkilenmişizdir. Yusuf Atılgan’dan da herhalde etkilenmişimdir. Çok zor bunları sıraya dizmek. Yabancı yazarlardan herhalde Calvino’dan etkilenmişimdir. Selma Lagerlöf’ün Gösta Berling’inden gerçekten etkilenmişimdir. Ama yazar olarak mı anlattıkları hikâyelerin okuduğum dönemde benim beklentilerime ya da o zamanki ruh halime karşılık geldikleri için mi bilemiyorum. Eschenbach’tan da etkilendim; ‘Belakane’ öyküsünde bahsi var. O kadar çok şey vardır ki etkileyen; bunların yanısıra filmlerden de etkilenmişimdir muhakkak.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2016
Üç Yazarın Diyalogu Türkiye edebiyatının genç kuşak roman ve öykü yazarı üç yazarın edebiyat okumak, yazmak ve düşünmek üzerine mektuplaşmaları “Kurbağalara İnanıyorum-Edebiyat Üzerine Yazışmalar” İletişim Yayınları tarafından okura sunuldu. Barış Bıçakçı, Ayhan Geçgin ve Behçet Çelik gerek biçemleriyle gerekse seçtikleri içerikle olsun edebiyat yelpazesinde pek de yan yana durmayan isimler. Bu durum, üç yazarın yazışmalarını
daha da ilginç kılıyor. Kitap Barış Bıçakçı’nın “Kişisel Bir Önsöz”üyle açılıyor. Buradan öğrendiğimize göre bu projenin fikri Behçet Çelik’e aitmiş. Edebiyat, yazmak, okumak üzerine ettikleri güzel sohbetlerin uçuculuğundan endişe ederek “söz uçar yazı kalır” demişler ve bir yıl boyunca okumak, yazmak, düşünmek, kitaplar etrafında e-posta aracılığıyla yazışmışlar. Bu yazışmalardan ele alınan kâh bir yapıt olmuş kâh kişisel yazma deneyimleri, edebiyat sohbetleri bazen felsefenin alanına sızmış bazen filmler girmiş devreye. “Kurbağalara İnanıyorum” hem edebiyat meraklıları için hem de edebiyat tarihi için yazarların yazma kaygılarına, süreçlerine, düşünme ve tasarlama aşamalarındaki etkileşimlerine bir tanıklık olanağı, yazının gizli dehlizlerine bizzat buranın yerlisi olan rehber eşliğinde yapılacak heyecan verici bir yolculuk. “Kurbağalara İnanıyorum”, Barış Bıçakçı, Ayhan Geçgin, Behçet Çelik, 213 s., İletişim Yayınları, 2016
Ötekini Anlamak Edebiyatla haşırneşir olup Karin Karakaşlı adını duymayan pek azdır. Öyküden romana, şiirden denemeye edebiyatın çeşitli alanlarında ürün veren yazarın adına kapanana kadar “Radikal 2”de ve şimdilerde “Agos”ta yazdığı yazılarından da aşinayız. Gerek edebi metinlerinde gerekse güncel yazılarında hep aynı Karin Karakaşlı bakışını bulur okur: Ötekini anlamaya çalışan, empati ve sevgi perspektifinden bir bakış ve hep haksızlığa uğrayandan yana samimi bir duruş. Yazarın son kitabı “Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz” adlı anlatısı yine aynı samimiyetle okurunu sarıveriyor. Diğer yandan insanın ve haliyle zulmün olduğu tüm zamanlarda, kimi zaman sözler anlamsız kaldığından kimi zaman kelimeler boğazda düğümlendiğinden dile getirilemeyen acıların bir sis bulutu gibi etrafımızı kuşattığı kitap sarsıyor bizi. Karin Karakaşlı’nın hepsi birbirine sıkı sıkıya kenetlenmiş metinleri; Berlin’de, İstanbul’da, kalabalık konferans salonlarında, havaalanlarında, kimsesiz otel odalarında, kafelerde; yazılamamış romanların, yazarından hesap soran öksüz kahramanlarıyla zavallı dünyamızın kimseye hesap sormaya gücü yetmeyen ezilmişleri arasında dolaşıyor. “Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz”, 304 s., Karin Karakaşlı, Can Yayınları
Gerçek; Algıdır MELİSA CEREN HASMADEN
melisahasmaden@gmail.com
S
anat Tarihi lisans eğitimine başladığım ilk haftanın sonunda elimde upuzun bir okuma listesi olmuştu. Listedekilerin çoğu Remzi Kitabevi’nin yayınlarıydı. İlk aklıma gelenler: “Sanatın Öyküsü”-E. H. Gombrich, “Türk Sanatı”Oktay Aslanapa, “Dünya Sanat Tarihi”Adnan Turani, “Mitoloji Sözlüğü” Azra Erhat, “Sanat Terimleri Sözlüğü”-Adnan Turani. Sonraki yıllarda bu temel metinlerin üzerine yenileri eklendi: “Estetik Beğeni”-İsmail Tunalı, “Modern Sanatın Öyküsü”-Norbert Lynton, “Resim Sanatının Tarihi”-Sezer Tansuğ, “Çağdaş Sanat Felsefesi”Adnan Turani... Taschen Temel Sanat Dizisi ise Avrupa Resim Sanatı Tarihi temalı derslerin başucu kitapları oldu. Uzun lafın kısası Remzi Kitabevi’nin Sanat Dizisi sanat eğitimi görenler ve sanat meraklıları için bütünlüklü bir kütüphanenin temel taşlarını oluşturacak nitelikte. Şimdi bu koleksiyona bir yenisi ekleniyor: “İzlenimcilik (Empresyonizm)” Yazarı Mark Powell-Jones. Kitap Philip Cooper’ın notlarıyla sunulmuş. 127 sayfalık ince bir kitap olmasına rağmen oldukça derli toplu ve sistematik bir çalışma. Mark Powell-Jones hem öğrenciler hem de konunun meraklıları için aradıklarını kolayca bulabilecekleri ve akım hakkında etraflıca bilgi edinebilecekleri, oldukça konsantre bir kitap ortaya çıkarmış. Her sanat akımı bir öncekinin önkabullerini yıkarak ilerler. İzlenimciler de bu kuraldan şaşmadılar. İzlenimcilerin başarısı, Rönesans sırasında biçimin sunumu konusunda gerçekleşen devrimin bir benzerini rengin sunumunda gerçekleştirmeleri olmuştur. Sanat tarihinde ilk kez nesneleri, olduğunu bildiğimiz renkleriyle değil gördüğümüz renkleriyle resmeden uzun soluklu ve geniş katılımlı bir girişim söz konusuydu. Elbette bu girişim de kendinden önceki ve sonraki pek çok yeni sanat akımının ortaya çıkışında olduğu gibi önce dışlanma ve hor görülmeyle karşılandı. İzlenimciler stüdyolarını terk edip açık havada, kırlarda resim yapmayı tercih etmişlerdi. Doğayı bilindiği değil algılandığı biçimiyle tuvale aksettirmeye çabaladılar. Fotoğraf netliğine hizmet eden çizgisel yaklaşımdan vazgeçerken, tuvallerinde geleneksel manzara ressamlarının koyu tonlamalarının aksine açık, parlak, doğal renkleri tercih ettiler. Üstelik konu seçimlerinde ve seçtikleri konuları ele alışlarıyla da sanat çevrelerince kabul görmüyorlardı. Tüm bu süreç ve İzlenimcilerin kendilerinden önce gelenlerden nasıl ayrıldıkları Mark Powell-Jones’un iki bölüm halinde tasarladığı çalışmasının ilk bölümünde etraflıca ele almış. İzlenimciliğin doğuşu, gelişimi, sanat çevrelerinde nasıl karşılandıkları, resim sanatına getirdikleri yenilikler, ilk İzlenimci sergiler ve katılımcıları, akımın önde gelen isimleri hakkında okuması oldukça kolay, akıcı bir üslupla kaleme alınmış bu bölümde toplanmış. Akım hakkında etraflıca bilgi aktarıldıktan sonra, ikinci bölümde kırk sekiz yapıt tek tek ele alınmış. Monet, Pissarro, Manet, Degas, Sisley, Cezanne, Renoir gibi ressamların bilinen bazı çalışmaları boyama teknikleri, ışık ve konu seçiminde kaynakları açısından karşılaştırmalı ola-
rak incelenmiş. Bu incelemeler İzlenimcilerin özellikle bazı çalışmalarının yarattığı sansasyonun anlaşılması için oldukça aydınlatıcı olmuş. Örneğin; Edouard Manet’nin “Kırda Öğlen Yemeği” tablosu ilk sergilendiğinde büyük bir skandala neden olmuştu ve modern sanat için bir dönüm noktası haline gelmişti. İki genç adam ve muhtemelen fahişe olan biri çıplak iki genç kadının kırda piknik yaparken resmedildiği bu çalışmada, çıplak olan kadın alışılmışın dışında bir mahcubiyet ya da masumiyet taşımaksızın gözlerini izleyiciye dikmişti. Manet, tablosunda gerçek modeller kullanmıştı. Sanatta çıplaklık, “gerçek” insanları yansıtmadığı sürece kabul görüyordu. Nü’lerin, dönemin akademik ressamlarının yapıtlarında olduğu gibi, mecazi figürler olmaları gerekiyordu. Oysa Manet, öğrenci oldukları düşünülebilecek iki adamı ve fahişe oldukları tahmin edilen iki kadını betimlemeyi tercih etmişti. Manet’nin bu çalışmasından bir yıl sonra tamamladığı “Olympia” tablosu daha da büyük tartışmalara neden olacaktı. Claude Monet’nin çalışmaları, “İzlenim: Gündoğumu” örneğindeki gibi, eleştirmenlerce teknikten yoksun ve üstün körü olmakla suçlandı. Paul Cézanne’in “Dr. Gachet’in Evi” eleştirmenlerin alay konusu olurken, Degas gibi bazı diğer İzlenimciler bile, neden olduğu alaycı yorumlar yüzünden onun eserlerinin sergide yer almasından rahatsız oldular. Bu söz ettiklerim ve daha pek çok örnek yapıt incelemelerinin yapıldığı ikinci bölümde yer alıyor. Kitapta sözü edilen hemen hemen her yapıtın bir resmi de bulunuyor. Böylece anlatılanlar havada kalmadan gözün de görmesine olanak sağlanıyor. Takibi kolaylaştırmak için resimler için üç ayrı liste eklenmiş: “Renkli Tablolar”, “Metinde Kullanılan Resimler”, “Karşılaştırmalı Resimler”. Her tablonun yapım yılı, tekniği, bulunduğu yer bilgileri listelerde bile mevcut. Bu listelere bir sayfa numarası da eklenseymiş tadından yenmezmiş. Mark Powell-Jones’un “İzlenimcilik”i siz bu yazıyı okurken raflardaki yerini almış olacak. Ancak sanat kitapları raflarından gözünüzü ayırmamanızı tavsiye ederim. Zira bunun ardından sürrealizmin alametifarikası Salvador Dali’nin yaşamı, yapıtlarını yaratım süreci, tekniğinin gelişiminin yanı sıra otuz yedi yapıtının da incelendiği bir “Dali” kitabı yolda. “İzlenimcilik (Empresyonizm)”, Mark Powell-Jones, Çev: Engin Süren ,128 s., Remzi Kitabevi, 2016
Nisan 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
İtirafa Teşvik, İrtifaya Davet AYŞE BAŞCI
“B
en sarkaç yapmayı çok severim. Çünkü saatte oluşmuş bütün sistemin neticesi sarkaçta alınır. Onun ağırlığını, boyunu ve kompanzasyonunu tespit etmek çok incelikli bir iştir.” Böyle diyor Şule Gürbüz, TRT’de yayınlanan “Ne İçindeyim Zamanın” belgeselinde. Ve son kitabı “Öyle miymiş?” tam da bu sarkaç duygusunu veriyor insana. Aslında insana değil, bana demeliyim. Çünkü Gürbüz’ü bir kez okuyan, genellemelerden kopuveriyor. Dahası, gerçeklikten emin olmanın imkânsızlığını görüyor. Sarkaç: belli belirsiz bir tıkırtı, yeknesak bir hareket, tekrarlayan bir ritm. O halde “Öyle miymiş?” sıkıcı bir kitap mı? Sarkaç saatin bir parçası, zamanın birim değeri. Borsası olmayan, takası yapılamayan, yerine koyulamayan zamanın geçişinin kanıtı. Mesele belki de sarkaçta değil, iki tıkırtı arasında uzanan, genişleyen, yayılan anda. Ne oluyorsa o anda oluyor. Ya da ne olmuyorsa o anda olmuyor işte. Bir nevi sonsuzluk. Sonlu bir hareketin ara noktalarına sıkışıp kalmış bir sonsuzluk. Sonsuzluk ne kadar sıkıcı olabilir ki? Sarkaç: bir araya gelip dakikalara, saatlere, günlere ulaştıran tiktakların kaynağı. Adeta akışkan. “Öyle miymiş?” gibi. Sade görünen bir karmaşık yapı. Bağlantısızmışçasına tıkırdayan seslerin getirdiği bir müzik. Sarkaç: kuşku. Bir an için ritmi kaçırma korkusu. Kaçırdığım noktada ne kaybettim? Hangi tik, hangi tak gitti ömrümden? O tik ve tak arasındaki anda ben neredeydim? Sarkaç: dünyanın göbek bağı. Yerçekiminin kölesi, insanın efendisi. “Öyle miymiş?” Sarkaç imgesiyle okuduğum bu kitabı anladım mı diye kendime sorduğumda cevabı bilemiyorum. Oysa ne çok satırın altını çizdim! Anlamamış olabilirim, ama duyduğumu ve hissettiğimi biliyorum. Tıpkı Şule Gürbüz’ün “Zamanın Farkında” kitabında da hissettiğim gibi. Anlamadığımı kabullenmek bir tik, hissettiğimi kavramaya çalışmak bir tak. Yeni bir zaman ölçü birimi. “Öyle miymiş?” Tam da şu anda, sarkaç bir sağa bir sola giderken bu yazıyı layıkıyla yazabileceğimden de emin değilim. Mesele yanlış anlamak değil, kadir kıymet bilmemek. O zaman sarkaç ah-mak ah-mak ah-mak diye de çınlayabilir. “Acıyı Beet hoven çekti sen üşenmezsen dinledin, can pahasına yazılan şiirleri ruhuna bakılmaz kızlara serpeledin, gezdin gördün, ‘Kemikli koyun eti gibi yok,’ dedin.” (“Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?” s. 40) Bu ahmaklık değil de nedir? Gerçi ahmaklık da insandan pek ayrı bir kavram sayılmaz. “İnsan kan dökücü ve zalim ama dağın taşın istemediği iradeyi aldı diye sağa sola çalımlanmış. İnsan anlamadığını alır, anlayıp kıymetli bulduğunu da almaz. Bu yüzden insan adam olmaz. Melek, boşa üzülme, insan bir şeydir zannetme.” (“Cennet Varken Cinnet Olabilir mi?”, s. 28) Kitaba adını veren “Öyle miymiş?” şu cümleyle açılıyor: “Russell’ın eşek kadar ‘Batı Felsefesi Tarihi’ diye bir kitabı var.” Böyle başlayan bir yazı, daha ilk andan göz korkutur mu? Korkutur elbet. Zaten ilerledikçe göreceksiniz, birkaç yol çıkacak karşınıza:
aysebasci@hotmail.com a) Dinler tarihini, tarih felsefesini, felsefe kuramını, ezoterik öğretileri yalayıp yuttuysanız nispeten düz bir yol sizi çağırıyor, yürüyün. Algılarınızı açın, kavrama noktanızı daha da daha da yukarı çekin. Tik-takları duymuyor musunuz? Önceliğiniz değildir belki. O da olur. Ama o zaman okuduğunuzdan hoşlanacağınıza dair bir teminat yok, ona göre. “Ama işte bilen nerdeymiş, ‘Beklemek’ ile ‘Sahip olmak’ın aynı olduğunu bilen nerde? Belki bu yüzden bekleyemeyenle doluymuş her yer ya da beklerken kayıpta olduğunu düşünenlerle. Sürtünerek edinilen ilim dökülerek zâyi olurmuş.” (s. 133) b) Dinler tarihini, tarih felsefesini, felsefe kuramını, ezoterik öğretileri “eh işte” düzeyinde biliyorsanız, fikir sahibi olmaya yetmese de rampayı tırmandıracak nefesi sağlamaya yetecek kadar varsa bunlardan içinizde, yine yürüyün. Tik-takları duyun. Yorulunca durun, soluklanın, dinleyin, yeniden başlayın, dönüp dolaşıp bir daha okuyun. Nefesinizi akciğerlerinizin marifeti sayarken kalbinizi unutmayın. Anlamadan ya da pek anlamadan hissetmenin o gaipvari dünyasına girin. “Nedense bu topraklarda ne dikilse kuruyor, sulansa çürüyormuş. Bu topraklar hakikat sevmiyormuş. Ülkemize masal diyarı denmesi bundanmış. Ama bir masalcı edâsı da yokmuş. Masalı hakikat tavrı ile anlatmak varmış.” (s. 111) c) Dinler tarihi, tarih felsefesi, felsefe kuramı, ezoterik öğretiler umrunuzda bile değilse, sarkaçın ritmi gibi sözcüklerin akışına bırakın kendinizi. Lisanın tadına varın. Ama uyarayım, öztürkçeçi inkârcılardansanız, ya ezberinizi bozar ya da keyfinizi kaçırırsınız. “Sade halk böyle atlarken, sıçramadan nefes nefese ‘Ses’ ve ‘Hayat’ dergilerinden, Amerika’daki yeni buluş ve medeniyet tanelerinden iştihâ ile haberdar edilirken, Anadolu’daki kurşunî şehir ve kasabalarda efendilerin ve kıymetli büyüklerin halkalarında, çoraplar halılarda, kaşıklar bardaklarda, çiviler duvarlarda, paltolar çivilerde, muşambalar yerlerde, şu şivi muşambadaki çiçeğin tam gözünde, gıcırtı kapıda, kadın yeleğinin içinde, bulgur kurumada, oğlan surat asmada, kız el öpmede, erişte kesilmede, gün uzamada ama bahar gelmemede iken, büyükler hep rüyada, zemzem kuyudan çok uzakta şurdaki tahta masada, Mushaf yeşil naylon kabında duvardaki kavuklukta, ağacın yaprakları tozlu, kabuklar râyihasız ve cilasız, namazlar göğe ulaşmak için değil yeryüzünü yaklaştırıp kendine ısındırmak için, mâsivadan el etek çekmek için değil onu elde etmek için ve keder bunun olmaması, Allah isteneni vermeyen demek ki daha iyisine saklayan iken, televizyon bunun sahiplerini gösteren aygıt iken yıllar yılları devirmiş.” (s. 137-138) Bütün bu miş ve mış’lar içinde bana ne sorsanız, “Bilmiyorum” derim. Hiç utanmadan. Şule Gürbüz, bilmediğini ve anlamadığını söyleme rahatlığı veriyor çünkü insana. Peki ya size sorsam: Öyle miymiş? “Öyle miymiş?”, Şule Gürbüz, 198 s., İletişim Yayınları, 2016
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Kitaplık Gezintisi Kişisel kitaplıklarda belli bir kitabı ararken kimi zaman bu arayış uzun sürer. Kitaplık gezintisi denebilir bu oyalanmaya. Ben de Hasibe Mazıoğlu’nun Fuzuli ve Hafız karşılaştırmasını içeren çalışmasını merak ediyordum. Kitaplığımda bulamadım. Onun yerine Selahattin Hilâv ile Hilmi Yavuz arasındaki eski bir tartışmanın konusu olan Tanpınar’ın “Huzur” romanına takıldı aklım. Tanpınar’ın enikonu Yunan felsefesinin trajik döneminden esinlendiği iddiası vardı. Ben de Nusret Hızır’ın çevirisinden “Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe” (F. Nietzsche) adlı kitaba daldım bu kez. Daldım ama bir yandan kitapla birlikte önüme çıkan küçük broşürler de ilgimi çekmedi değil. Bir tanesi “Kitap Pusulası”. Yazarı Ali Karaçam. 2001 yılında (Bilge Yayıncılık) basılmış. Broşürün altbaşlığı “Her eve değil, herkese lazım”. Derme çatma olan bu derlemede bazı sorular ve cevapların yanı sıra her ay okunması gereken 22 kitap varsayımıyla bir cetvel düzenlenmiş. Üstelik hem kış tatilinde hem de yaz tatilinde de okuyun önerisi yer alıyor. Bravo doğrusu. Ayda 22 kitap okumak her babayiğidin harcı değil. Onun yanında bir de minik “Resimli Katalog” düştü önüme. Umumi Kütüphane Neşriyatı (1932). Yayınlanan kitaplardan özet bilgiler ve adı üstünde görseller de yer alıyor tanıtım kataloğunda. Bu kitaplardan sipariş edenlere sinema bileti armağan ediliyor. Arka kapakta ise bir kitaplık çizimi var. 500 kitap alabilecek bu güzel kitap dolabı da “karilere” hediye edilebiliyor. Neler mi var listede? Yazıldığı gibi yazıyorum: Oscar Wilde “Meşhur Hava Fişeği”; Andersen “Kibritçi Kız”; Jorj Kurtelin “Yeni Hasta”; Gü dö Mopasan “Bir İntikam”; Edgar Alan Po “Altın Böcek”; Alfons Dödo “Kaçış” vs. Kitapçılar ve kitap tanıtımı için kolları sıvayanlar didine dursun, toplumsal koşullar başka bir telden çalıyor. Kitap toplatmaları, yargılamalar, yasaklamalar her dönemde sürüyor. Ray Bradbury’nin “Fahrenheitt 451”i bu konuda en öğretici roman… Aşılmadı henüz. Kitabın tarihini merak edenler için birkaç kaynak sıralamak isterim. İletişim Cep Üniversitesi’nden “Kitabı Tarihi” (Albert Labarre); Sami Önal’ın Necip Asım’dan yeni harflere aktardığı “Kitab” ve Prof. Jale Baysal’ın “Kitap ve Kütüphane Tarihi” ilgimi çekenler arasında. Bu arada yazarlığın bir sektör, bir uğraş olarak olgunlaşma serüveni de ülkemizde ilginçtir. Bu konuda Alpay Kabacalı’nın “Türkiye’de Yazarın Kazancı” (1984) adlı çalışması eğlenceli tanıklıklarla doludur. Yalçın Kaya’nın “Çağlar Boyunca Kitap Kıyımı ve Basın Özgürlüğü” altbaşlığıyla hazırladığı “Kitap Kıyımı”nda (2001) kitabın tarihsel gelişimi, Roma dönemindeki ve Ortaçağ’daki kitap kıyımlarının yanı sıra matbaacılığın gelişmesiyle kitap sansürünün de ortaya çıktığı özetleniyor. Benim için asıl önemli çalışmaya Atilla Özkırımlı ve Celâl Üster imza atmış: “Yazarları da Vururlar!” Dünyada yazarın durumu bölümünde Kurt Vonnegut, Mario Vargas Llosa, Milan Kundera ve Julio Cortazar gibi ünlü romancıların görüşleri yer alıyor. Türkiye’de yazarın durumunu ise Oktay Akbal, Emil Galip Sandalcı, İlhan Selçuk, Muzaffer İlhan Erdost, Vedat Günyol, Bekir Yıldız ve Nedim Gürsel özetliyor. Bu konuda Hıfzı Topuz’un “Basın Tarihi” de gözden kaçmamalı. Atilla Özkırımlı kitabın sonunda dünyada ve Türkiye’de kovuşturmaya uğrayan yazarların listesini veriyor. Tahmin edileceği gibi liste pek uzun… Türkler Sait Faik Abasıyanık’tan Rıza Zelyut’a, yabancılar ise Aristophanes’ten Emile Zola’ya uzanıyor. İbretlik listeler… Öneri:
“Siyasetname”, Nizamülmülk, Haz. Mehmet Kanar, Say Yayınları, 2016 “Güneşe Yürüyenler”, Turan Bahadır, Anlatı, Kıyı Yayınları, 284 s., 2016
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2016
UMBERTO ECO’NUN ŞİFRELERİ YANKI ENKİ yankienki@gmail.com
“Ç
ocukken, komşumuz olan bir hanım, bana her yıl Noel’de bir kitap verirdi. Bir gün bana şöyle sormuştu: ‘Söyle bakalım Umbertino, okuduğun kitapta ne olduğunu öğrenmek için mi okuyorsun, yoksa okumayı sevdiğinden mi?’ “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın” adlı kitapta J.C. Carriére’le söyleşen Umberto Eco, okuma alışkanlığından böyle bahsediyordu, fakat bu çocukluk hatırası, usta yazarı yakından tanıyan okurları pek ikna edeceğe benzemiyor. Ne de olsa Eco, sadece büyük bir yazar değil, aynı zamanda büyük bir okurdu. Kütüphanesinde kaç kitap olduğu, onların ne kadarını okumuş olabileceği tartışılır, hatta Eco’nun kendisi de bununla dalga geçerdi. İki cevabı vardı bu meseleye. Toplamda elli bin cildi bulan kitapları için ya “Bu kitaplar yalnızca önümüzdeki hafta okumam gerekenler,” derdi ya da “Bu kitapların hiçbirini okumadım. Yoksa niye tutayım ki?” diye sorardı. Bir yandan bazı kitapların baştan sona okunmayacağını da savunurdu. Örneğin Kutsal Kitaplar veya “Binbir Gece Masalları” baştan sona okunmazdı Eco’ya göre. “Savaş ve Barış” gibi bir klasiği bile ancak kırk yaşında okuduğunu itiraf ediyordu Eco. Yine de bu itirafın ardından gelen cümle, Eco’yu çok iyi anlatıyor bize: “Ama daha okumadan özünü biliyordum.” Her ne kadar yukarıdaki çocukluk hatırasında bize “okuma zevki için okuyordum” dese de, Eco aslında okumak ve bilmek arasındaki köprü gibiydi. Yaşamını kitaplara adadı ve bilgisini, romanlarında, denemelerinde, araştırma kitaplarında kimseden esirgemedi. Umberto Eco’nun Kütüphanesi 19 Şubat 2016’da hayatını kaybeden Umberto Eco’nun ardından, “Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın” adlı kitabın son bölümü geldi birçok kişinin aklına, çünkü şöyleydi başlığı: “İnsan öldükten sonra kütüphanesine ne olur?” Eco’nun basit bir cevabı vardı bu soru için; koleksiyonunun dağılması-
Okuduğum şeye her zaman tutkulu bir merak duymadığımı kabul etmek zorunda kalmıştım. Okuma zevki için okuyordum; ne olursa. Çocukluğumda kendimle ilgili olarak aniden keşfettiğim önemli şeylerden biri de budur.”
nı istemiyor, bir üniversite tarafından alınabileceğini düşünüyordu. Eco’nun ölümünden sonra, hem kendi eserlerinin hem de özenle topladığı, hatta sigortalattırdığı koleksiyonunun peşine düşeceksek, hatırlamamız gereken daha önemli bir cümle var aslında. “İnanmadığım eserlerin koleksiyonunu yapıyorum, yani kütüphanem beni tersten yansıtıyor. Ya da belki, çelişkili bir kafa yapısı olarak beni yansıtıyor,” demişti Carriére’le sohbetinde. Eco’nun kendi içindeki çelişkiden bahsettiği bu sözleri, eserlerini düşündüğümüzde üç anahtar kelimeyi akla getiriyor: İroni, hayal gücü ve entrika. İroni, özellikle “Yanlış Okumalar” ve “Somonbalığıyla Yolculuk” adlı deneme kitaplarında ön plana çıkarken, “Efsanevi Yerlerin Tarihi” başlıklı araştırma kitabı ya da “Düşman Yaratmak” adlı deneme seçkisi Eco’nun gerçek hayatta aradığımız fantastik boyuta, hayal gücünün dünyasına nasıl yaklaştığını gösteriyor. Çelişki, entrika ve zihin jimnastiğine dönen meselelerle ise Eco’nun “Prag Mezarlığı”, “Gülün Adı” veya “Foucault Sarkacı” gibi romanlarında karşılaşıyoruz. Eco’nun bu kitaplarla birlikte tüm eserlerini düşündüğümüzde, ister deneme, ister araştırma ya da kurgu olsun, ortak bir payda görmek mümkün: Bilgi. Eco, çocukluğunda bilgi edinmek için değil sadece okumanın zevkine varmak için kitap okumuş olabilir ama onun herhangi bir kitabını okurken bilgi edinmemek, o ki-
taptan hareketle başka eserlere yönelmemek mümkün değil, hatta sırf Eco sayesinde bile koskoca bir kütüphane oluşturmak mümkün. Kısacası Eco, okurlarını kendine benzemeye zorluyor bir bakıma. Okudukça okumaya, bildikçe daha fazlasını istemeye mecbur bırakıyor. Çok şey okuyan, çok şey bilen, çok şey yazan Eco külliyatına girdiğimizde, bizi orada bir edebiyat deryası bekliyor; onun bir parçasını özümseyebilmek bile önemli, ama az önce vurguladığımız üç kelimeyi; ironiyi, hayal gücünü ve entrikayı unutmamamız gerekiyor. Eco’nun Gizleri “Genç Bir Romancının İtirafları” adlı kitabında, ondan gayet ciddi bir cevap almayı bekleyenlerin “Romanlarınızı nasıl yazdınız?” sorusuna karşılık şöyle diyor Eco: “Soldan sağa doğru.” İşte Eco’nun cevabı bu kadar basit aslında, ama işin asıl sırrını Latinlerin şu kuralıyla perçinliyor: “Rem tene, verbe sequentur.” Yani, “Konuya hâkim ol, sözcükler arkadan gelir.” Eco’nun bu kitaptaki en önemli ama meraklılarını üzecek itirafı ise şöyle: “Başarılı bir roman yazmak istiyorsanız bazı formülleri kendinize saklamalısınız.” O nedenle, “Gülün Adı”, “Baudolino”, “Foucault Sarkacı” ve “Önceki Günün Adası” gibi romanların perde arkasını –tıpkı romanların kendileri gibi– oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatan Eco, zaten entrika, ironi ve hayal gücüyle dolu olan bu romanların okur tarafından çözülmesi gereken şifreler olarak görür ve çözümü paylaşmaya çok da yanaşmaz. Okurundan bir dedektife dönüşmesini bekler belki de. Ne de olsa romanları geçmişte kalmış gizemlere nostaljik bir vurguyla yaklaşır, gerilimi ve karanlığı elden bı-
Nisan 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
rakmaz, aynı zamanda kalabalık ve kafa karıştırıcı olmayı da başarır. Hem kurgu hem de kurgudışı eserlerine baktığımızda da görmek mümkündür bu mistik hali. Tarihin üzeri örtülü, gölgede kalmış anları, kişileri, kurumları birer hayalet gibi dikiliverir karşımıza. 1980’de yayımlanan ilk romanı “Gülün Adı”nı yazmadan önce çekmecesini karıştırır ve birkaç keşiş isminin yazıldığı bir not bulur. “O notları alırken, bir keşişi gizemli bir kitap okurken zehirlemenin güzel olacağını anlamıştım,” der yıllar sonra. 14. yüzyılda geçen bu tarihsel polisiye, Eco’nun sadece ilk romanı olmakla kalmaz, artık, onun başyapıtı olarak da anılacaktır. Ortaçağ’ın Hıristiyan dünyasında geçen gerilim ve kasvet yüklü bu romanın yanında, Eco’nun kurgudışı metinlerini de karıştırmak gerekir. “Ortaçağ’ı Düşlemek” ve “Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik” gibi iki önemli kaynak kitap, bize Eco’nun edebi evreninin felsefeyle, sanatla ve tarihle nasıl girift bir yapıya dönüştüğünü gösterir. Eco, Ortaçağ’dan “Sevgili Ortaçağ’ım” diye bahsetse de, aslında kendi güncel gerçekliğini yansıtır bu eserler aracılığıyla. Zaten yazdıklarının her zaman güncel dünyayla bir alışverişi vardır. Bu kitapların yanında “Çirkinliğin Tarihi”, “Güzelliğin Tarihi”, “Efsanevi Yerlerin Tarihi” gibi eserleri de düşündüğümüzde, kurgu ve kurgudışının bir araya gelerek Batı kültürü tarihi için bir kaynak silsilesi oluşturduğunu söyleyebiliriz. Okurunu Aldatan Yazar Eco’nun 1988’de yayımlanan ikinci romanı “Foucault Sarkacı”, içeriği ile biçimi nedeniyle “zor” bir kitap olarak değerlendirilir genellikle. Sekiz yılda yazılan bu romanın kaotik bir yapıya sahip olduğunu, bazı imaları çok az sayıda okurun anlayabileceğini Eco’nun kendisi de itiraf eder. Okurun keşfetmesini istediği birçok üstü kapalı alıntı yerleştirir romana. Bugün bu romanı okurken, açıklamalı notlarına bakmamak mümkün değildir. Kurgu, bilgiye dönüşür böylece. Yazmak için altı yılını verdiği tarihsel romanı “Önceki Günün Adası”nda, “ıssız bir gemide deniz kazasına uğrayan” İtalyan soylusu Roberto de la Grive’in 17. yüzyılda geçen gizemli öyküsünü anlatır. Bu romanı yazmaya başlamadan önce yaptığı hazırlıklar, Eco’nun takıntılı denebilecek ölçüde detaycı olduğunu gösterir. Önce romanın geçtiği Pasifik Okyanusu’na gider ve doğayı, etraftaki canlıları ve iklimi inceler. Daha da önemlisi, ikiüç yıl boyunca kamaraların mimari yapısını çözmeye çalışması ve dönemin gemi çizimlerini araştırmış olmasıdır. Buradaki entrika hem romanda hem de okurun zihninde canlanmalıdır Eco’ya göre: “Hem okurun kafasının karışmasını istiyordum, hem de bolca alkol aldıktan sonra o dolambaçlı gemide bir türlü yolunu bulamayan kahramanımın. Dolayısıyla kendi zihnimi pırıl pırıl tutarken okurumu aldatmaya ihtiyacım vardı,” der “Genç Bir Romancının İtirafları”nda. 2000’de yayımlanan dördüncü romanı “Baudolino”nun ise bizim için ayrı bir önemi var elbette. “O güne kadar görmediğim İstanbul beni büyülüyordu. Oraya gidebilmek için bir gerekçe bulmam gerektiğinden bu kent ve Bizans uygarlığı hakkında bir hikâye anlatmalıydım. Kalkıp gittim İstanbul’a. Yüze-
yini, katmanlarını inceledim ve hikâyem için gerekli olan başlangıç imgesini buldum: Kentin 1206’da Haçlılar tarafından ateşe verilmesi.” İşte bu fikirle birlikte, bir yandan metnin diğer katmanlarında da neler anlatacağını iyice hesaplayan Eco, yine okurlarını zorlayan, ama özellikle de eseri özgün dilinden okuyamayanların zorlanacakları bir yola girer. “Anlatıcının ve okurun bile Baudolino’nun ne anlattığından asla emin olamayacakları bir hikâye olacaktı,” der bu kitap için. Gerçek hayattan, tarihten tanıdığımız simaları kendi kurgu karakteri Simone Simonini’yle buluşturduğu “Prag Mezarlığı” ise 19. yüzyıla götürür bizi. Yine ayrıntılı bir çalışmanın ürünü olan bu roman, kurmaca olduğu düşünülen Siyon Bilgelerinin Protokolleri’nin yazılış öyküsünü anlatır. Burada Eco’nun entrikacılığı yine ön plandadır, çünkü gerçek olduğuna inanılan kurmaca bir belgenin öyküsünü kurgulayıp, okurunu bunun gerçekliğine ikna etmeye çalışır. Önceki romanlarını andıran ayrıntılarla birlikte tam bir Eco romanıdır bu. Dinin, devletin, bireyin derin öyküleri iç içe geçer. Mistik ve okült atmosfer, Eco’nun yorulmak bilmeyen hayal gücünün ışığında zenginleşir ve çoğu Eco metninde olduğu gibi, yer yer yorucu hale de gelir. Aynı zamanda, Yahudi toplumunu derinden ilgilendiren bir meseleyle uğraştığı için cesur da bir romandır “Prag Mezarlığı”. Eco’nun son romanı “Sıfır Sayı” ise hem diğer Eco romanlarının yanında incecik kalışıyla hem de bizi oldukça yakın bir geçmişe, 20. yüzyıla gönderen içeriğiyle ayrı bir yerde duruyor, ama derin iktidar ilişkilerinin yine gündemde olduğu bir Eco romanı bu. “Sıfır Sayı”nın, yazarın diğer romanları kadar ses getirmemesinin sebepleri arasında bu biçim ve içerik farkı olabilir, ama bunun yanında romanın biraz da “milli” konulara girmeyi tercih ettiğini, belki de bu yüzden dünya genelinde beklenildiği kadar revaçta olmadığını söyleyebiliriz. İronik, Kışkırtıcı, Eğlenceli Denemeler Umberto Eco’nun romanlarının sahip olduğu dil zenginliği, karanlık, mistik konulardan bahsetmesine rağmen barındırdığı canlılık, uzak geçmişten gelen öyküler anlatmasına rağmen içerdiği güncellik, yazarın bir “usta” olarak anılmasının en önemli nedenleri arasındadır. Diğer yandan, Eco’nun ironik, kışkırtıcı ve eğlendirici üslubunun zirvelerini denemelerinde aramak gerekir. Eco, gençlik yıllarında “Il Verri” adlı bir edebiyat dergisinde “Küçük günce” başlıklı bir bölüm hazırlamaya başlar. Eco’nun kendi deyimiye “komik ve garip” yazılardır bunlar. Aslında cesaret isteyen bir işe girişmiştir Eco, çünkü derginin diğer bölümlerine göre oldukça yenilikçi bir bakış açısıyla yazılmış edebi hicivlere, parodilere imza atmıştır. Bu denemeler daha sonra kitaplaşır ve “Yanlış Okumalar” böyle ortaya çıkar. Kitaba yazdığı önsözde bu yazıların arkasındaki tutumu açıklamaya,
bir anlamda savunmaya çalışır Eco. Belki romanları için bir savunma yazmasına gerek yoktur ama denemeler “kurgu” sayılmayacağı için böyle bir açıklamaya da ihtiyaç duymuştur Eco. Romanlarının hesabını “Genç Bir Romancının İtirafları”nda en ufak detaya kadar inerek tutar ama bu kitabı bir savunma olarak düşünmek Eco’ya haksızlık olacaktır. Yine de Eco’nun ironik üslubunun kitaba sızdığını belirtmek gerekir. Adından bile anlaşılır bu tutum; “genç” romancı der Eco kendine. İlk romanı “Gülün Adı” yayımlandığında genç değildir halbuki, ama 1932 doğumlu yazar, 1980’de ilk romanının yayımlanmasıyla yeni doğmuş bir roman yazarı oluverir. “Somonbalığıyla Yolculuk” ise, “Yanlış Okumalar”ın devamı olarak kabul edilebilir; bir nevi ikinci “Küçük Günce”dir bu kitap. Parodilerine devam eden Eco, aşırıya kaçmaktan korkmaz bu kitapta da. Sonuçta, ironinin sinsice gülümsemediği, hayal gücünün sınırlarının zorlanmadığı, entrikaların eksik olmadığı bir Eco eseri düşünmek imkânsızdır. Birgün evim yanarsa diye düşünüp kitap koleksiyonunu sigortalatan Eco’nun, aslında kendi yazdıklarını sigortalatmamız ve deşifre etmeye devam etmemiz gerekir; kimbilir, belki de hâlâ eserlerinin bir yerlerinde gizlenen yüzlerce şifre vardır.
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2016
Kadınlar için Yazdılar 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nden hemen önce kadın cinayetlerini ve kadına yönelik şiddeti odağına alan “Canımı Yakma!” Pen Türkiye ve Pen Norveç’in de işbirliğiyle Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle raflarda yerini aldı. Ayşe Kulin, Ayşe Kilimci, Adnan Özyalçıner, Adnan Binyazar, Büşra Ersanlı, Çiler İlhan, Erendiz Atasü, Feride Çiçekoğlu, Feridun Andaç, Feyza Hepçilingirler, Işıl Özgentürk, Jale Sancak, M. Sadık Aslankara, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Mine G. Kırıkkanat, Nilüfer Açıkalın, Nilüfer Kuyaş, Sezer Ateş Ayvaz, Suzan Samancı, Tülin Dursun, Ulviye Alpay, Yasemin Yazıcı, Zeynep Aliye ve Zeynep Altıok’un imzalarının bulunduğu “Canımı Yakma!” kadına yönelik sistematik sindirme politikalarına karşı bir direniş niteliğinde. Erkek egemen iktidarın nefret diline, şiddet söylemine, değersizleştirme politikalarına, ayrımcılığa edebi bir panzehir olabilecek kitap; öldürülen, susturulan, sindirilen kadınların “unutturulma” çabalarına karşı yaşananları tarihe notu düşüyor. Projenin işbirlikçilerinden Pen Norveç Başkanı William Nygaard, projenin ortaya çıkışını ve katılımlarını şöyle özetliyor: “Kadınların her alanda özgür iradeleriyle kendilerini ifade edebilmeleri, seslerini duyurabilmeleri, amaçtır. Kardeş PEN Türkiye’yle omuz omuza, insani değerlerin öykülerini görünür kılmak üzere, güçlü yazarlarla işbirliği yaptık.” “Canımı Yakma!”, Kolektif, 216 s., Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016
Bir Köy Yakılırken... Doğası ve insanıyla Cevizler Vadisi’nin yeni bir güne uyanmasıyla başlıyor “Günün Birinde”. Köyün erkekleri tarlada, kadınlar evlerinde, çocuklar top peşinde… Bir yılan serçe yavrularını yiyor, bir kartal yılanı kovalıyor, bir sincap meşe palamudunu yuvasına taşıyor… Kısacası sıradan bir gün. Yatağından kalkamayan Eyüp için de öyle. Eyüp yine yatağında. Amar Dedesi ile Sara Anasını düşünüyor, onların hikâyesini torunlarına anlatmaya çabalıyor hiçbirinin kavrayamadığı sözcüklerle: “Karanlık… Her şeyden önce karanlık vardı. Eskiden karanlık bugünkü gibi insanın kalbinde, ruhunda, yüzünde ve sesinde değildi. Karanlık evvel zaman önce gecede, kuytu yerlerde, mağaraların derinliklerinde, ceviz ağacının gölgesinde, vadinin ıssızlığında saklanırdı. Evvel zaman önce Amar Dağı’nın ardında derin mi derin bir vadi, vadide ulu mu ulu ceviz ağaçları, ceviz ağaçlarının da iri mi iri yaprakları, ağır mı ağır cevizleri vardı.” Tam bu sırada Amar Dağı’ndan koşarak gelen bir adam gerçek karanlığı haber veriyor: Yakılan çevre köylerden sonra sıra Cevizler Vadisi’nde. Karanlık insanın kalbinde, ruhunda, yüzünde ve sesinde artık… Yavuz Ekinci yakılmanın eşiğindeki köyün ruhuna inerek gerçeğe hiç de uzak olmayan bir felaket senaryosu çiziyor. “Ağaçları, börtü böceği, insanı ve efsanesiyle tüm bir köy yok edilirken elden ne gelir?” diye sorduruyor... “Günün Birinde”, Yavuz Ekinci, 148 s., Doğan Kitap, 2016
Bir Avuç Sımsıkı Harf SİMLÂ SUNAY
G
az lambamı yaktım. Zamana içerliyorum çünkü. Peki ya siz? Nâzım’ın aspirinin icat edildiği yüzyıla sövdüğü gibi milenyuma, topyekûn upuzun bir zamana gönül koymuyor musunuz? Baş aşağı düşüyoruz. Serbest bir düşüş değil bu. Çocuküstü itildik. Şimdi bu çağ öyle bir çağ ki, hani bana gaz lambasını yaktıran, şairin el ayalarında beliren bir ayna; yaşamakta olduğumuz, içinde tutsak kaldığımız zamanı tutuyor yüzümüze, baş aşağı yüzümüze, acısı sözüne denk. Birhan Keskin altı yıl aradan sonra gelen kitabında, acının kıvrımlarıyla öyküleşen şiiriyle, öyküleştikçe gerçeğe tutunarak ve kalp ritmiyle atarak zamanın sesine yetişiyor. Bir edebiyatçı için zordur zamanla eş koşmak. Duran, düşünen insandır, sabreder. “Fakir Kene” ise öfkesini içinde bir an tutup da üfleyen ve evet sakınmayan, bunun için yazısını da feda edebilecek, samimi bir metin olarak Keskin’in diğer şiir kitaplarından ayrılıyor. Dize bilen ama dize gelmeyen. Bu altı yılı “Taşta saklandım ben yıllarca taşta/Bu yüzden anlamıyorsun öfkem nasıl sert”dizesiyle tanımlıyor sanki. İnsan taşa benzerken taş da insana benziyor. İnsana benzeyen bir taş arasak İstanbul’da nerede buluruz? Esenler Otogarı’nda belki. Ama oraya gelenler İstanbul’a mı gelmiş oluyor? “Bunca katlı yol, bunca kavşak/Kavuşturmuyor bu şehirde insanı birbirine”. Beklemek, gelmek ve gitmek mi taşı insana benzeten? Mimar Sinan’ın Büyükçekmece’deki köprüsü geliyor aklıma. Hani şimdilerde suyu altından alınan, doldurulan köprü. Sanırım artık bir insanı andırıyor o köprü. “Betonu icat edene yazıklar olsun!” “Çimenlerin Efendisi” başlıklı şiirinde “Ben canımı sokakta buldum efendim!” diye başlayıp, yakın zamanın duraklarında sürecek yolculuğundan önce Gezi Direnişi’nde iniyor. “Zillet”te İstanbul’a tepeden bakan şairin gözüyleyiz artık. Bakışımızı veren, tekrarlardan oluşan bir tuğla duvar gibi örülü o şiirde! Çimenler bir olasılık. “Bir balığın yaralı ağzıyla konuşuyor olmamız bundan” derken çaresizlikle sıvanmış ve hikâyesi olan şiirini duyuruyor. Baş metin “Kargo” bir seslenişse de, bu sesleniş dili şiirden şiire geçiyor, biri diğerini muştuluyor sanki. Domino taşları gibi devriliyor şiir şiire. Arada fokurdayıp genişliyor, öyküleşerek kucaklıyor okuru ancak hemen sonraki sayfada bir gelgit gibi imgeye çekiliyor. Joan Miró Ferra‘nın resmini yakması gibi, Birhan Keskin şiiri tutuşturmuş. Çağa isyan ederken, zamanla Don Quijotevari dövüşürken, sen misin ey acı dercesine, şiiri yakıp külünden anlatılar devşirmiş. Çünkü tek bir giz kalmamış şiirinde. “Zehra teyzem”de ölmeyi bekleyen çok sevdiği teyzesi için üzülen şair, ölümü bir yanılsama olarak resmetmiş. Zehra’nın kızı Hayriye var çünkü. Bu şiir de onun için. Kimse ölmüyor aslında. Bu yüzden ölüm bir giz değil. Yine annesine olan seslenişlerinde ve “Firdevs teyze”de kendi hayatından parçaları da bize içtenlikle açtığını, bunu da bitimsiz bir acı ve kaybolmuş bir sabır nedeniyle yaptığını anlıyoruz. Birey ile toplumu acıda eşliyor. Bütün edebi türleri içi-
simlasunay@gmail.com ne alıp da şiiri yok ederken var etmiş, şiiri bir fedadan damıtmış. Kendi kalbini açmış bize. Bu açıklıkla reddediyor “sağlıklı bir yasın” varlığını. Şair Aslı Serin’le birlikte kadın cinayetleri ve bunları listeleyen bir sanal sayaç üzerine yazdıkları şiir için şunları diyor Birhan Keskin tam da şiirinin içinde: “…bu şiir birbirine geçmiyor./Acıyor, soğuyor, acıyor, soğuyor, acıyor, soğuyor.” Şiirlerinde kendi hayatından kahramanlara, direnişte ölen gençlerin gerçek isimlerine, Aslı Serin’e, yani başka bir şaire olan mektubuna, iktidara olan isyanına, okura seslenişine yer verirken; koca bir şehre, İstanbul’a bir serzenişle; ağacı, tek bir ağacı yücelterek, hepsini bir gölgede topluyor. Gölgenin diliyle konuşuyor. Gölge kadar belirgin bir acının hepimizin peşinde olduğunu gösteriyor. Gölge bir kardeş payı. “Her ağaç ben buralıyım der, burada” Sesi yine o bildik Birhan Keskin sesi, “Soğuk Kazı”dan esen, cinsiyetsiz, İngilizce sözcüklerle kurulmuş o ironi tanıdık. Türkçe bir şiirde birdenbire karşınıza çıkan İngilizce sözcüklerle, dile değil de anlama odaklanıyor. Anlamı reddeden İlhan Berk’e selam çakıyor. Ses bir şimşekteki hiyerarşide değil. Önce görüntü gelmiyor. Ses hep daha önde. Çünkü, giz başka nasıl gizlenir ki şiirde? “Bak bu kar Dan Dan A! Dam.” “Dogmayaydın” şiirinde ses iyice gündelik dilin içine giriyor: “…şanlı erkek tarihi iktidar ve tabancam ohhhh ne güzel./Savaş ne güzel bak, füzeler, mermiler, kalkan malkan,/hepsi ne güzel, ve ört ört üstünü yoksa üşürler filan./Lan olm ne güzel olm bu Ortadoğu ne güzel” Üç virgülle duraklayarak, sözcükleri kırıp ayırarak, harfleri eksilterek, alfabede olmayan harfleri seçerek yapı bozumunu sürdürüyor. Sözgelimi n sessizini, zaten ince işitilen bu harfi, daha da incelterek ñ olarak kullanıyor “Küçük Şeyler”de, ya da uzatmak istiyor dañ sözcüğü içinde. Dan kitabın ana sesi, baş aşağı düşüşümüzü de sonlandıran. Ya da her birimizin düşüş sesini ayrı ayrı hisseden, kovboyculuk oynayan çocukların dilinden şiire geçiveren… Hidroforun sesiyle kitabın başında rahatsız etmişti bizi. Gürültülü, karmakarışık, acı ve ölüm dolu, isyanı yarım kalmış bir şehirde tutuyor okuru. Leylâ Erbil’in “Kalan”ındaki apaçık dili sanki bir adım daha öteye taşıyor. “Mavi yüzüklü” cinsiyetsiz bir dille yazıyor ama, bazı şiirlerinde kadın ve doğa başkaldırısı, “Bırak Bırak” şiirinde daha yoğun olmak üzere, şairin ekofeminist edebiyata yakınlığını hissettiriyor. Bu çağ, şiirin nasıl okunduğunu da bir gösteri haline getirecek kadar zalim. Çıktığı gün alınıp bir çırpıda okunuyor bu kitap, nasıl bir açlıksa bu. Şair bundan hiç memnun değil. Yavaş okuyun diye uyarıyor. Bu açlığımızı yazıp da bu açlığımızı görmüyor mu yoksa? Zaman şiirin hızlı okunduğu zaman, evet. Çünkü sağlıklı yas yok ve şiiri yas diye içiyoruz biz. Hızlı okuduk diyelim, hızlı unutacak değiliz böylesi bir avuç sımsıkı harfi. Bir gaz lambası ışığıyla okuduk vesselâm. “Fakir Kene”, Birhan Keskin, 80 s., Metis Yayıncılık, 2016
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Nisan 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“Metinler Arasında Dolaşmayı Seviyorum” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
bu kavruk gökyüzünden –kaçarcasına– ayrılacak, şıngırtılı gecelerin, denizin içinde çırpınan yepyeni bir gökyüzünün uğultusuna karışacak. Kulakları bu yüzden uğulduyor, gözleri bu yüzden kimseyi görmüyor, kafası bu yüzden karışık. Hem zaten âşık o. Siz nereden bileceksiniz! Dedik ya, o başka hikâye. Ona da sıra gelecek…” diyerek bir başka öykünün kapısı aralanır. “Bir Kuru Hayal”i yazarken o çocuğun hikâyesi içime düşmüştü. Bu öykünün ardından “Söylerim Sözüm Almıyor”u yazdım. Kahramanımıza bu kez Ankara terminalinde, otobüs yazıhanelerinin önünde, elinde bağlamasıyla, beş parasız, İstanbul’a gitmek isterken rastlarız. Yazar sözünü tutmuştur yani. Öykünün adı, Neşet Ertaş’ın bir türküsünden alınmıştır ve öykü ona ithaf edilmiştir. Evet, benim böyle kahramanlarım var. Ben bunu, aynı oyuncularla çalışmayı seven yönetmenlerin tutumlarına benzetiyorum. Bir öyküde karşılaştığımız bir öykü kişisini yıllar sonra başka bir kitabın bir öyküsünde misafir ediyorum bazen. Sözgelimi, “Bulut Bulut Üstüne” adlı öykü kitabımdaki “Ankara Hatları Vapuru” öyküsüne, “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı”ndaki “Kuş Yüzü Görmek” öyküsünün bir karakterini çağırmıştım. Benzer bir bağlantı yine “Bulut Bulut Üstüne”de yer alan “Ata Binmiş Ali Ağa’yı Tahmis” ile “Zira”daki “Bir At Bindim Başı Yok” arasında da kurulmuştur. Aynı öyküde Kafka ve Bekir Yıldız’ın da selamı vardır bize. Selnur Aysever: “Bozulmayan Yazı” isimli öykünüzde, “Başkalarının hikâyeleri ile çevrili yaşayan bir insanın aynı zamanda kendi hikâyesini de yaşadığını biliyordum elbet,” diye bir cümleniz var. Sorum cümlenin içinde: sizin öyküleriniz gerçek kişilerin öyküsü müdür? Ethem Baran: Elbette gerçek kişiler değil ama yazdıktan sonra kendim de onların gerçek olduklarını düşünmeye başlıyorum. Başka bir gerçeklik yaratma çabası tabii bu. Yazdım, varlar ve filan kitabın sayfaları arasında, bıraktığım yerde yaşıyorlar diyorum. Ya da öyle olmasını istiyorum. “Bozulmayan Yazı” öyküsü, benim geleneksel halk hikâyeciliğimizin kapısına gi-
şine düşerek “Bozulmayan Yazı”yı kaleme aldım. Bize hikâyeler anlatan bir marangoz ustası var karşımızda, Mahir Usta; üstelik İç Anadolu şivesiyle ve olanca rahatlığıyla konuşuyor. Usta olduğunu göz önüne alarak ve tekrarın güzelliğini tekrarlamak için, ayrıca tabii ki Behçet Mahir’e vefa duygusuyla ona Behçet Mahir’in adını verdim. Borcumun diğer yarısını da öykünün bir başka kişisi olan oğluna Behçet adını vererek ödediğimi düşünüyorum. Sonuç olarak, öyküdeki, elinde cep telefonuyla sevdiği kadına mesaj gönderen Mahir Usta ve onunla aramızda bir köprü oluşturan oğlu Behçet’in yaşayan öykü kişileri olmalarını dileyerek yazdım ben onları. Selnur Aysever: Yine aynı öyküde “Ve her hikâye zamanını bekliyordu” diyorsunuz. Sizde henüz zamanı gelmeyen öyküler var mı? Ethem Baran: Ben zor yazan biriyim ve zamana yayarak yazıyorum. Yazma konusunda acelem yok. Hemen her günüm yazının içinde, yazıyı düşünerek geçer. Bu yüzden sürekli not alırım, aldığım notlar arasında öykü başlangıçları vardır, bir öyküye girmeyi bekleyen hikâyecikler, cümleler, hatta kelimeler, sözler vardır. Yıllar önce yazmaya başladığım ama bir türlü bitiremediğim nice yazı parçaları var defterlerimde. Yazı parçaları diyorum çünkü bir öyküye mi dönüşeceği, bir öykünün ya da romanın parçası mı olacağı belirsiz metinler bunlar. Evet, her hikâye zamanını bekliyor ve günü gelince bir öykü ya da roman kılığında çıkıyor karşımıza. Selnur Aysever: “Kendine Dönen Yüz”, kitabın son öyküsü. “Yazmanın çok güzel bir şey olduğunu yazdıkça fark ediyorum. Kendimi görüyorum yazdıkça,” diyorsunuz. Sizin için yazmak neye karşılık geliyor? Ethem Baran: Ben de oradaki anlatıcı gibi düşünüyorum. Yazmak, bana göre, tek çaresi yazmak olan bir dert ve çok güzel bir dert. Elbette ki, bir yaşama biçimi, elbette ki, başka türlü yapamama hali. Harflerden oluşmuş bir dünyada kendi bildiğinizce, kendi gönlünüzce yaşamanın verdiği tanımlanamaz duygu. Acınızla, öfkenizle, hayal kırıklıklarınızla, hayal ettikleri-
Sıradan insan tanımlamasının bir daha gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yoksulları, her gün, her yerde karşılaştığımız insanları anlattığım için mi böyle değerlendiriliyor? Kendimize benzemeyen, gösterişli hayatlar yaşayan insanların hayatları mı yazılmayı hak ediyor? Taşra dediğimiz neresi? Her yer taşra değil mi? dip oradan el alma, modern öykünün içinden eğilerek geleneksel hikâyeye bakma isteğimden doğdu. Erzurumlu hikâye anlatıcısı Behçet Mahir’i biliyordum. Edebiyat profesörü Mehmet Kaplan Erzurum’da, Atatürk Üniversitesi’nde çalıştığı yıllarda Behçet Mahir’i kahvelerde hikâye anlatıyorken görür ve onu hademe olarak üniversiteye aldırır. Onun anlattığı Köroğlu Destanı’nı Mehmet Akalın ve Muhan Bali’yle birlikte bastırırlar. Daha sonra Behçet Mahir’in anlattığı diğer hikâyelerin bir kısmı da basıldı. Meddah Behçet Mahir’in kendine özgü şivesiyle bizlere öğütler vererek, kıssadan hisse çıkararak anlattığı hikâyelerin içinde gizli kalmış bir dil olduğunu hissediyordum yıllardır. Bu dili ortaya çıkarmak, günümüze getirmek ve modern öykünün olanakları içinde yeniden biçimlendirmek istiyordum. Bir elimiz geçmişte olmalı ve oradan aldıklarımızı geleceğe uzanan diğer elimize aktarmalıyız diye düşünüyorum. Eskilerin bıraktığı izlere basarak yürüyüp yeni izler bırakmak olmalı derdimiz. Bu topraklarda hikâye anlatıcısı kalmadı artık; Behçet Mahirler’in nesli tükendi. Devam etseydi, günümüzde yaşasalardı, neler anlatırlardı, nasıl bir hayatları olurdu, biz onlara nasıl bakardık gibi pek çok sorunun pe-
nizle, özlemlerinizle, umutlarınızla göz göze geldiğiniz yer. İçinizdeki boşlukları gördüğünüz ve tamamlamaya çalıştığınız alan. Bir yandan yüklerinizden arınırken, diğer yandan yeni yükleri sırtlandığınız benzersiz bir dünya… Selnur Aysever: Sizin okurlarınızla ilişkiniz nasıl? Mektup alır mısınız mesela? Ethem Baran: Mektup alıyorum, evet. Hele teknolojinin sınırsız olanakları sayesinde okur-yazar ilişkisi bir hayli sıkılaştı. İyi yanlarını bir kenara bırakırsak, yazarları zorda bırakan tarafları da var bu ilişkinin. Bana gönderilen yazıları mutlaka okuyup cevaplamaya çalışıyorum. Ancak ne yazık ki bazı okurlar bizim zamanımızın sonsuz olduğunu ve başka bir meşguliyetimizin olmadığını düşünüyorlar. Kimsenin hevesini kırmamaya, yetenekli olanların elinden tutmaya çalışıyorum. Eleştirdiklerimin bir daha dönmemesi, onca zaman ayırıp okuduktan, satır satır değerlendirme yaptıktan sonra bir teşekkürün çok görülmesi de bu işin cilvesi galiba. Kimi zaman, senin filanca kahramanına çok benzeyen biriyle karşılaştım diye arayan okurlarım oluyor. Ya da kendini bir kahramanıma benzetenler. Bir yazara da bu yeter sanırım…
Selnur Aysever: Kemal Varol, bir yazısında, “Baran’ın konularını taşradan seçtiğine, taşrada yaşayan sıradan insanların hikâyelerine odaklandığına, o insanların acı ve sevinçlerine, kaygı ve diğer tuhaf hallerine eğildiğine dair bu yaygın söylem, giderek yazarı kategorize etme amacına da dönüştü kanımca,” diyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kategorize olmayı seçiyor musunuz ya da böyle bir kategoride olmak sizi sınırlandırır mı? Ethem Baran: Kemal Varol’un edebiyatını çok severim. Benim hakkımda yazdıklarını da çok önemsiyorum. Yazdıklarım ortada. Bunların kategorize edilmesi benim dışımda gelişen bir şey. Ben taşrayı yahut da merkezi yazayım diye bir çaba içerisinde değilim. “Sıradan insan” tanımlamasının bir daha gözden geçirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yoksulları, her gün, her yerde karşılaştığımız insanları anlattığım için mi böyle değerlendiriliyor? Kendimize benzemeyen, gösterişli hayatlar yaşayan insanların hayatları mı yazılmayı hak ediyor? Taşra dediğimiz neresi? Her yer taşra değil mi? Benim yazdıklarımın içinde Divan şiirinin söz sanatları da çağdaş şiirin en güzel dizeleri de yankılanır; satırlarımın arasında Borges, Kafka, Marquez, Woolf da dolaşır Hasan Ali Toptaş’la Oğuz Atay ve Tanpınar da. Harflerin boşluklarından türküler, bozlaklar da sızar klasik melodiler de. Ben insana bakıyorum. Ve onun yaşadığı hayata. Doğaya bakıyorum; görmezden geldiğimiz doğaya; bulutlara, ağaçlara, balkonumuza konan kuşlara. Yağan kara, yağmura bakıyorum; çünkü en güzel kitaplarda yağıyor onlar. Ben taşrayı değil, taşrayı da yazıyorum. Tabii ki herhangi bir sınırlandırma, sınıflandırma içinde bulunmak, orada anılmak istemem.
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2016
KISA KISA Sopanın Ucundaki Müttefik Barış Doster, Asi Kitap AB üyeliğinden ABD ittifakına, komşularla ilişkilerden Ortadoğu’da yaşanan gerilimlere, Türkiye’nin AKP dönemi dış politikasına mercek tutan Barış Doster, iç içe geçen Amerikancılık ile Yeni Osmanlıcılık üzerine analizlerini okurla paylaşıyor.
Köprü Claire Wallis, Yabancı Yayınları Tacizci üvey babası yüzünden evinden uzaklaşan bir genç kadının baş etmeye çalıştığı öfkesi nasıl dinecek? Karşısına çıkan bir adam onun güvenini kazanacak ama bu onu belki de daha tekinsiz bir maceranın kollarına bırakacak. Genç bir kadının hayatla olan sınavı.
Antigone’nin Üç Yaşamı Slavoj Žižek, Encore Yayınları Klasik mitologyanın en temel eserlerinden olan Antigone’yi etik-siyasal bir perspektiften yeniden yazıyor Žižek. Metni güncelleştirirken sadakat fikrinin kendisini de sorguluyor. “Esas” olay örgüsünü bozup üç ayrı senaryo ortaya çıkarıyor.
Ermiş Halil Cibran, Say Yayınları Lübnan asıllı yazar Cibran bu kült eserinde; sevgi, sevinç, keder, acı, dostluk, din ve ölüm gibi kavramları şiirsel bir dille işliyor. Meseller anlatan el-Mustafa, suçceza, iyi-kötü diyalektiği üzerine düşünmemizi sağlıyor. Sevginin yaşamın temel kaynağı olduğunu öne süren bir metin.
Devrimin Kardeşleri Ann & Jeff Vandermeer, Kolektif Kitap Bu kitap, “feminist spekülatif kurgu” başlığı altında bilimkurgudan doğaüstü kurguya, fanteziden büyülü gerçekliğe uzanan türleri kapsayan bir öykü antolojisi. 1970’lerden bu yana olan zaman diliminde ses getiren öyküleri bir araya toplayan seçki, toplumsal cinsiyeti sorguluyor.
Boşbeleş Çalış-ma Tekin Yayınevi “Restoranlarda Köleliğe Son/Çalışma, Toplum, Politika, Savaş” altbaşlığını taşıyan kitap, işçilerin sömürülen emeğine sahip çıkma çağrısı. Çizgi roman formatında hazırlanmış. Yazarı tek sermayesi alınteri olan herkes. Çalışan insanlara gücünü fark ettiren bir kitap.
Güldürme Beni! Melike Eğilmezler Boylan, YKY Tanzimat’tan Abdülhamit’e, Osman lı’dan tek parti dönemine, 12 Eylül darbesinden günümüze dek türlü tahammülsüzlüklere karşı direnen, büyüyen, zenginleşen güldürü sanatı üzerine “Mizah Üstüne Ciddi Söyleşiler”den oluşan bir kitap.
Okulsuz Bir Hayat Mümkün! MELİSA KESMEZ
kesmezmelisa@yahoo.co.uk
K
endinize en son ne zaman “şu anda başka hiçbir şeye ihtiyacım yok” dediniz? Zaferin, kazanmanın, kıyasıya rekabetin, diğerlerinden geride kalmamak ve hep daha fazlasına sahip olmak için biteviye çalışıp çabalamanın, daha fazlasına sahip oldukça onaylanmanın ve en nihayetinde doyumsuzluğun genel geçer yaşam biçimine dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz. Bugünün modern kentlileri olarak gerçek doğamızın bin ışık yılı uzağındayız. İnsanın doğadan kopuşunun travması büyük, bedeli ağır, yaraları derin ve ağrılı. İyileşmesi de o kadar hızlı ve kolay olacak gibi değil. Yine de umut yok mu? Var, iyi ki var. Siyasetten ekolojiye gezegenin bin tane derdi içinde, hâlâ doğaya inanan ve ona geri dönmek için farklı yollar arayan insanların hikâyeleri, kara bulutları dağıtıyor az biraz. Değiştirme gücüne inanan ve hayatının iplerine eline alıp egemen sisteme dahil olmayı reddeden insanlar bunlar. Ben Hewitt işte, bu müthiş isimlerden biri. Ben Hewitt’in Sinek Sekiz’den çıkan “Okulsuz Büyümek” (Home Grown) kitabında anlattığı hikâyesi gerçekten de ilham verici: Eşi Penny ve iki oğluyla ABD’de, Vermont’ta kısmen orman, kısmen ekilip biçilen bir arazide kendi kendine yeten bir ekosistem kurmuş Hewitt. Yirmi yıla yakındır bu hayatı yaşıyor ve keşfetmeye devam ediyor, bir yandan da müthiş kitaplar yazıyor. Ayrıca pek çok dergide köşe yazarlığı yapıyor. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere asıl odağı Hewitt ailesinin çocuklarının eğitimi ile ilgili aldığı karar: Çiftin iki oğlu Fin ve Rye okula gitmiyorlar. Çünkü Hewitt, çocukların öğrenebilmeleri için öğretilmeleri gerektiğine değil, her bireyin kendi zamanında ve kendi içinden kaynaklanan bir motivasyonla, gereken her şeyi keşfederek öğrenebileceğine inanıyor. Ancak Penny-Ben çiftinin kararı basit bir şekilde çocuklarını resmi eğitim kurumlarına göndermeyip evde eğitmek değil; bunun yanı sıra insanın doğanın içinde, kendi zamanı ve arzusu doğrultusunda keşfederek öğrenebileceğine inanıyorlar. Şöyle diyor Hewitt kitapta: “Onlara yargılanma veya başarısızlık korkusu olmadan gerçek tutkularının peşinden gitme özgürlüğü, keşif ve ifade özgürlüğü verildiğinde neler öğrendiklerini gördüm ve bu resmi eğitimin onlara verebileceğinden çok daha fazla.” Öte yandan kitap sadece çocukların eğitimi merkezli bir kitap değil; Hewitt iki çocuğunun eğitimini bir aile olarak Vermont Dağı’nın yamacında kurdukları, evdeki herkesin üretime dahil olduğu küçük çiftlik hayatının bir uzantısı olarak anlatıyor. Yani okuduğumuz cesur hikâye, eğitim konusunda alınan radikal bir kararın yanı sıra kırsal alanda yaşamayı tercih etmiş bir ailenin araziyle kurduğu bağ ve orada şekillenen yaşam biçimi hakkında. Bu yüzden aslında bir özgürleşme hikâyesi; bir ailenin kendini her türlü kültürel beklenti ve varsayımdan azat ederek, mutluluğu çoğunluğun başka yerlerde arama ve günün sonunda onun burunların dibindeki basit şeylerde olduğunu öğrenme macerası: Evet, bir macera bu, Hewitt’in de sık sık belirttiği üzere bu sadece bir keşif. Özgürleştirici, zorlayıcı, heyecan verici ve korkutucu... Ne doğruluğu kanıtlanmış bir proje ne de onun
ısrarla savunduğu bir yaşam: “Bu kitap sizi ikna etmek için yazılmadı. Kitapta anlatılanlar tek bir kişinin ve bir ailenin keşif notları...” Bunun ideal ebeveynlik modeli olmadığını sık sık dile getiriyor Hewitt. Bu seçim ona göre her ailenin ihtiyaçlarına göre şekillenecek bir şey. Onların kendi çocuklarının eğitimi, donanımı ya da bir gün nasıl bir yetişkine dönüşecekleri konusunda ise beklentileri düşük çünkü denetlemeye değil teslimiyete inanıyor. Ben Hewitt kendisi de Kuzey Vermont’ta babasına ait bir arazide büyümüş. Liseyi bitirmeden okulu bırakan Hewitt, o yaşta ne istediğini, hayatta neye ihtiyacı olduğunu bildiğini söylüyor. Bize dikte edilen eğitimin özgüvenimizi zedelediğini ve kendisinin de bir çocukken bunu fazlasıyla hissettiğini anlatıyor. Sonuç olarak “bizlere yerlerimizin gösterildiği” örgün eğitimde kendine bir yer edinemiyor ve annesinden “kendi hatalarını yapması” için izin istiyor ve ailesi ona karşı çıkmıyor. Bu yüzden en çok onlara müteşekkir. Fin ve Rye hayatlarını yaşıyorlar, yaşarken de öğreniyorlar. Her gün, gün doğmadan uyanıyor ve çiftlik hayatı içinde sorumluluklarını yerine getirmek için kolları sıvıyorlar. Bütün günü ormanda geçirebiliyor, balık tutuyor, hayvanları inceliyor, bahçede ya da hayvanların bakımında ailelerine yardım ediyorlar. İkisi de babalarının aktardığına göre oldukça cesur ve inatçı çocuklar. Doğal merak ve zorlamasız, kendiliğinden bir keşif süreciyle hayatlarında onlara yol gösterecek bilgilere kendileri ulaşıyorlar. Saatlerini sadece yaşa göre gruplanmış çocukların doldurduğu ve dışarıdaki hayatı dışlayan sınıflarda değil, doğanın içinde geçiriyorlar. Evlerinde televizyon yok. Kitaplar var. Oyuncaklarını kendileri yapıyorlar. Büyüdüklerini ispatlamak için otuz tane ineği yamaçtan aşağı indirip ahıra geri soktukları bir dünya burası. Daha iki yaşında bahçede çalışmaya heves ettiklerini, patates fidelerinin üzerine toprak atıp onlara “İyi geceler, patatesler” dediklerini hatırlıyor Hewitt. Bu ona göre hayattaki bir sürü şeyden daha gerçek... “Okulsuz Büyümek”, “Okulsuz Eğitim, Kırsalda Yaşamak, Doğa ile Bağ Kurmak ve Yaşarken Öğrenmek Hakkında Sıradışı bir Ebeveynlik Macerası” altbaşlığıyla sadece anne babaların değil, herkesin içinde kocaman bir dünya bulacağı, bugün yitirdiğimiz tonla güzel şeye atıfta bulunan “umutlu” bir kitap. “Okulsuz Büyümek”, Ben Hewitt, 376 s., Sinek Sekiz Yayınevi, 2016
Nisan 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Edebiyatın Yürüyüşçüleri CEYHAN USANMAZ
Y
ürümek mevzubahis olunca, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ının akla gelmemesi pek mümkün değil. Şehrin sokaklarında, kalabalıklar arasında etrafına pürdikkat kesilmiş “aylak adam” C.’nin peşine takılıp, bize biraz daha yakın tarihlere doğru ilerlediğimizde de Ayhan Geçgin’in karakterleriyle karşılaşıyoruz. 2003 tarihli ilk romanı “Kenarda”dan başlayarak, “Gençlik Düşü” ve “Son Adım”dan geçip, geçen yıl yayımlanan “Uzun Yürüyüş” isimli dördüncü romanına dek... Oradan oraya “savrulan” karakterlerine benzer şekilde, yalnız başına yaptığı –gerçekten– uzun yürüyüşleriyle de bilinen yazar Robert Walser’in, 25 Aralık 1956’da, tam da yaptığı bir yürüyüş esnasında geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybettiğini öğrenmek de hiç kuşkusuz oldukça etkileyici. Flâneurlerin, aylakların, gezginlerin, sokaktakilerin ya da vahşi doğadakilerin kaldırımdaki/patikadaki/kardaki ayak izlerini takip ettiğimiz hikâyeler yalnızca bunlarla sınırlı değil elbette. Ya da yalnızca tek bir güdü yok yola koyulmanın ardında. İşte bu noktada da David le Breton’un, yürümenin birçok yoluna açan deneme kitabı “Yürümeye Övgü” geliyor akla: “Yürüyüş dünyaya açılmadır. İnsanı mutlu yaşam duyguları içinde yeniden oluşturur. Tam bir duyumsallık isteyen derin düşünmenin etkin bir biçimine sokar insanı. İnsan bazen yürüyüşten değişmiş olarak döner ve çağdaş yaşamlarımızda ağır basan ivediliğe boyun eğmekten çok, zamanın keyfini çıkarmaya eğilimli hisseder. Yürümek geçici ya da kalıcı olarak bedenle yaşamaktır. Ormanlarda, yollarda ya da patikalarda yürümek dünyanın düzensizlikleri karşısında gittikçe artan sorumluluklarımızdan uzaklaştırmaz bizi, soluklanmamızı, duyularımızı keskinleştirmemizi, meraklarımızı yenilememizi sağlar. Yürüyüş çoğu zaman insanın kendi içinde yoğunlaşmasını sağlayan bir dönemeçtir.” (çev. İsmail Yerguz, Sel Yayıncılık, 2003) David le Breton “Yürümeye Övgü” kitabında Thoreau, Kazancakis, Stevenson, Rimbaud, Rousseau, Kierkegaard, Nietzsche gibi isimleri de yanına katarak yürüyüş zevki, yürüyüş ritimleri, yürüyüşün tinsellikleri gibi konuları eşeliyor... Kitap boyunca birkaç kere, özellikle altı çizilen dikkat çekici husus ise, gezintinin entelektüel etkinlik üzerindeki olumlu etkisi. Duyuları ve zihni canlandırması. Örneğin Kierkegaard’ın bir mektubundan şu cümleler alıntılanmış: “Ben en verimli şekilde ancak yürürken düşünebiliyorum ve yürüyüşün uzaklaştıramayacağı hiçbir saplantının olabileceğini düşünemiyorum.” Nietzsche’nin “Şen Bilim”inden de şu aforizma hatırlatılmış: “Sadece elimle yazmıyorum; ayağım da katılmak istiyor bu etkinliğe her zaman. Yiğit, özgür ve güçlü bir tavır içinde oynuyor rolünü... bazen tarlalarda, bazen kâğıt üstünde.” Burada, koşuya olan düşkünlüğü de bilinen Haruki Murakami’den de bahsetmek gerekir. Murakami de, düzenli olarak koşması ile düzenli olarak yazması arasındaki bağlantı için şöyle diyordu “Koşmasaydım Yazamazdım” isimli kitabında: “Roman yazmak konusunda bildiklerimin ço-
ceyhanusanmaz@gmail.com ğunu yollarda, sabahın erken saatlerinde koşarak öğrendim.” David le Breton’un radarına takılan isimlerden biri de, ünlü Alman yönetmen Werner Herzog. “Kasım 1974’te, Paris’te Lotte Eisner ağır durumda hastaneye kaldırılır. Kendisi sinema tarihçisidir ve Alman sinemasıyla ilgili önemli yapıtlar kaleme almıştır. Durumunu öğrenen sinemacı Werner Herzog, dinsel bağlam dışında bir adak haccı geleneği uyarınca onun ölüm vaktinin henüz gelmediğine karar verir.” Werner Herzog’un verdiği karar, Münih’ten Paris’e yürümektir; Lotte Eisner’i ziyarete yürüyerek giderse onun ölmeyeceğine, iyileşeceğine dair çılgınca bir inançla ilk adımlarını bir cumartesi günü atmaya başlar. “Bir ceket, bir pusula ve gerekli malzemelerle dolu bir kamp çantası aldım. Çizmelerim o kadar sağlam ve yeniydi ki yüzümü kara çıkarmayacaklarına emindim.” Werner Herzog, 23 Kasım’da başlayıp 14 Aralık 1974’te sona eren bu üç haftalık kış yürüyüşü boyunca notlar da tutar. Aslında yayımlamak gibi bir düşüncesi yoktur ama dört yıl sonra küçük not defterini eline yeniden alınca beklenmedik bir hisse kapılır ve bu metni tanımadığı kişilere gösterme arzusu, yabancı gözlere kapıyı ardına kadar açmanın dehşetine ve çekinliğine baskın gelir. İşte geçtiğimiz günlerde Türkçede de yayımlanan “Buzda Yürüyüş” kitabı, Werner Herzog’un bu benzersiz tecrübesi boyunca gün gün tuttuğu notları içeriyor; yalnızca bazı çok özel kısımlar çıkarılmış haliyle. Werner Herzog, yolculuğu boyunca uğradığı durakları tek tek yazmış; dolayısıyla, bir harita üzerinde izlediği rotayı takip etmek mümkün. Teknolojinin imkânlarıyla hemen hesaplayabiliyoruz; yaklaşık 800 kilometrelik bir mesafe. Ancak böylesi bir bakış, “Buzda Yürüyüş”ün atmosferine oldukça aykırı elbette. Nasıl ki daha yolun eşiğinde, Münih’ten bile nasıl çıkacağını düşünmeden ya da mesela nerede uyuyacağı konusunu pek dert etmeden yola koyulduysa Werner Herzog; “Buzda Yürüyüş”ü okumaya da aynı şekilde başlamak gerekiyor sanırım. Bakış açısını değiştirerek... Şöyle diyor Werner Herzog: “Arabamdan otoban üst geçitlerinde dikilip bakınan insanlar görüyordum bazen; şimdi ben onlardan biriyim.” Tarlaların güçlü kokusu, doğuya uçan kuzgunlar, traktörlerin bıraktığı izler, fırlatılıp atılmış eşyalar... Sadece yürüyen birinin görebileceği, fark edebileceği ayrıntılar eşliğinde, çoğunlukla kasvetli ve donmuş bir toprak üzerinde; David le Breton’un da dikkat çektiği gibi, yıkıntı halinde, bitmekte, dağılmakta olan bir dünyayı hatırlatan işaretlerle yoğrulmuş, zamanın ve mekânın karışmış gibi gözüktüğü her şeyi önceleyen bir yürüyüş Werner Herzog’unki. Üstelik bir sinemacının bakış açısının da dahil olduğu unutulmamalı. “Sadece yürüyen biri bu fareleri görebilir. (...) İnsan arabadayken pek fark etmiyor ne kadar çok köpek olduğunu, ateşlerin kokusunu ve de inleyen ağaçları.” “Buzda Yürüyüş”, Werner Herzog, Çev: Ali Bolcakan, 106 s., Jaguar Kitap, 2016
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2016
KISA KISA Single ve Oğlu John Le Carré, Kırmızı Kedi Yayınevi Polisiyenin usta yazarından Türkiye’nin de parçası olduğu karanlık iş ilişkilerini gözler önüne seren sürükleyici bir yapıt. Yazar bu kez büyütecini Sovyet Bloku’nun yıkılmasının ardından oligarşi yanlılarının ortaya çıkışına ve yozlaşmış ekonomik evliliklere tutuyor.
Üç Kar Tanrıçası Nevzat Çakır, Eksik Parça Yayınları Bir üçlemenin ilk kitabı olan roman, antik kent yağmasıyla birlikte yerel dokuda yaşanan hızlı değişimi insan ilişkileri üzerinden anlatıyor. Tutkulu bir aşk bu ilişkilerin merkezinde duruyor. İşlenen cinayet ise öyküyü sürükleyici bir anlatıya dönüştürüyor.
Ortaçağ’dan 20. Yüzyıla Şişmanlığın Tarihi Georges Vigarello, Can Yayınları Dolgun hatların makbul olduğu dönemlerden 21. yüzyılın bir deri bir kemik dönemine neler oldu? Kitap şişmanlığın seyri ile toplumsal gerilimler arasındaki ilişkiyi başarıyla aktarılıyor.
Glow Ned Beauman, Domingo Yayınları Gerilim türünün genç ve yetenekli yazarlarından Beauman, tüm dünyayı dolaşan ve parçaları Londra’da bir araya gelen bir bilmeceyle çıkıyor okurunun karşısına. Tuhaf bir hastalığı olan genç roman karakterine bu macerasında bir teriyer, güzel bir kadın ve tilkiler eşlik ediyor.
Ey Sevgili Liderim T. Kunze & T. Vogel, Paloma Yayınları 20. ve 21. yüzyıllarda politikaya karakterini veren kişi kültü kavramı üzerine hazırlanmış bu çalışma dünya çapında bunun en tipik örneklerini, bilinmeyen yanlarıyla sunuyor okura. Çavuşevsku’dan Hitler’e, Stalin’den Mao Zedung’a tarihi liderler ve gerçeklerin irdelendiği bir kitap.
Kafkaesk Öyküler Kolektif, Monokl Edebiyat Amerikan ve İngiliz edebiyatının en büyük isimleri bu kez Kafka için yazmışlar. Ballard’dan Borges’e, Jeffrey Ford’dan Philip Roth’a, pek çok önemli kalem, Kafka’yı merkeze alan ya da ona selam gönderen öyküler kaleme almışlar.
Orta Doğu Tarihi K. E. Meyer & S. B. Brysac, Akılçelen Kitaplar Kitap, Orta Doğu’nun bugünkü halini anlamak isteyenler için bir başucu kaynağı olma iddasında. Bölgeyi şekillendiren Amerikalı ve İngilizlerin hayat hikâyeleri üzerinden yeni bir Orta Doğu okuması vaat ediyor.
Çizgilerle Auguste Blanqui ELİF ŞAHİN HAMİDİ
“N
e tanrı ne efendi” sözünü çoğunluk bilir, bilir de kime ait olduğunu bilen pek azdır. Fransız devrimci Louis Auguste Blanqui’ye ait olan bu söz, onun “yarının toplumuna katkı olarak çıkardığı” gazetenin de adıdır aynı zamanda. Blanqui, özgürlük için sonsuz mücadele vermiş, bu uğurda kendi özgürlüğünden vazgeçmiş, 75 yıllık ömrünün 43 yılını “tutsak” olarak geçirmiş devrimci bir cumhuriyetçi. Dile kolay, tam otuz üç yıl yedi buçuk ay hapis, altı yıl sürgün ve polis gözetimi, iki yıl sekiz ay da ev hapsi… Özgür olabildiği kısacık zaman dilimini ise sokaklarda, barikatların ardında çarpışarak geçirmiş, amansız bir mücadele adamı. 19. yüzyılın bu kararlı, ısrarlı ve daimi isyancısı her nedense bugün pek anılmaz, hayat hikâyesi pek bilinmez. Gölgede bırakılmış, unutturulmak istenmiş bir isimdir adeta. Öyle ki hakkında Türkçe kaynak neredeyse yok denecek kadar az. Örneğin, bu tek tük kaynaktan biri, 2013 yılında yayımlanan ve çevirisini Suphi Nejat Ağırnaslı’nın yaptığı “L. Auguste Blanqui’nin Devrimci Teorileri”. Bu kitap, Blanqui’nin hayatına, beri yandan da onun siyaset, iktisat ve felsefeye bakışına dair detaylı bilgi edinilebilecek güzel bir kaynak. Bir de Vedat Günyol’un çevirdiği “Seçme Yazılar/Auguste Blanqui” isimli kitabı anabiliriz. Şimdilerde Mylos Kitap, Blanqui’nin yaşamını anlatan bir çizgi roman yayınlayarak bu mücadele adamı hakkında Türkçeye yeni bir kaynak kazandırdı. “Ne Tanrı Ne Efendi/Auguste Blanqui: Tutsak” ismini taşıyan kitabın çizimleri Le Roy’a ait. Roy’un şahane çizgileriyle, Fransız devrimci Blanqui’nin hayat hikâyesi adeta bir filme dönüşüyor. Uzak çekim olarak Blanqui’nin hapishane odasını görüyoruz detaylarıyla, sonra yatakta uzanan Blanqui’ye zoom yapıyor kamera ve ardından yüzündeki ifadeye odaklanıyor. Tüm bunları Le Roy’un detaylı ve hareketli çizgilerinde izliyoruz. Neredeyse daimi bir tutsak olan Blanqui’yi sık sık yıldızlı gökyüzüne bakarken görüyoruz yahut bakışlarının gökyüzünde süzülen bir kuşa kilitlendiğini fark ediyoruz. 1877 yılında gazeteci Aurélien Marcadet’in, Blanqui ile cezaevinde haftada bir kez görüşerek gerçekleştirdiği söyleşiler üzerinden kaleme aldığı hayat hikâyesi, bu kitapta çizgilerle birlikte dile geliyor. Kitap, 14 Mayıs 1871’de savaşın hüküm sürdüğü bir sahneyle başlıyor. Paris Komünü’nün ilan edildiği 18 Mart 1871 (resmi olarak 28 Mart) tarihinden kısa bir süre sonra yani. Ya da şöyle söyleyebiliriz, son barikat düşüp, komünün yıkıldığı 28 Mayıs 1971’in hemen öncesi. Yalnızca iki ay iktidarda kalabilmiş Paris Komünü’nün başlangıcı ve bitişi arasında bir gün… O sıra Blanqui, Cahors Hapishanesi’nde ve Versailles’de Fransa’nın ilk cumhurbaşkanı Thiers ile Blanqui için pazarlık yapılıyor. Blanqui’ye karşılık komünün elindeki 74 rehinenin serbest bırakılabileceği teklif ediliyor Thiers’e. Bir adam karşılığında 74 kişinin hayatı! Ama ne ki şöyle bir cevap geliyor Thiers’ten: “Size Blanqui’yi veremeyiz. Onu bırakmak, size silahlı bir birlik göndermek demek. Söz konusu bile olamaz!” Blanqui’nin mahpusluğu sürerken birgün gazeteci Aurélien Marcadet ziyaret ediyor kendi-
elif.sahin@gmail.com sini. Marcadet, inatçı Blanqui’yi konuşmaya ikna ediyor ve hayat hikâyesini dinlemeye başlıyor. Blanqui, 17 yaşından giriş yapıyor hikâyesine. Böylece biz de Blanqui’nin kendi ağzından amansız mücadelesine şahit oluyor, yaşadığı hapishane günlerine, firar girişimlerine, sık sık nükseden sağlık sorunlarına yakından bakıyoruz. Beri yandan Paris, 1871 yılında Almanlar tarafından kuşatıldığında Blanqui’nin giriştiği komün teşebbüsüne, komünün hükümeti devirme girişimlerine, Blanqui içerideyken seçilme hakkı olmamasına rağmen Bordeaux’tan (18. bölge) milletvekili seçilmesine, ısrarla çıkardığı gazetelere, kurduğu örgütlere, sözün özü belirli bir tarih kesitine tanıklık ediyoruz. Yunanca, Latince, coğrafya ve tarih eğitimi alan Blanqui, yarıdan fazla ömrü parmaklıkların ardında geçmiş olsa da mahpusluk hayatı boyunca düşünerek, okuyup yazarak tutsaklığın boğucu zincirlerinden kendini korumuş bir insan. Yani tarih sahnesindeki pek çok isim gibi o da mahpus damını kendine okul eyleyenlerden. Örneğin yıldızlar, gökyüzü, evren hakkında “Yeryüzünden Ebediyete” isimli kayda değer bir astronomik metin kaleme alıyor dört duvar arasında. Blanqui’nin şahsında bir kez daha görüyoruz ki parmaklıklar ardına tıkılan, yalnızca “beden”; insanın düşünce dünyasına, kalemine pranga vurmak mümkün değil. Bir vakitler düşmanları tarafından “ruhsuz şeytan”, “yılan kanı taşıyan zorba”, “beyni sulanmış ihtiyar” olarak damgalanan, bugün de kimilerince “komplocu” yahut “neo jakoben” diye etiketlenen Blanqui; burjuvaziye, monarşiye, baskıya, içinde yaşadığı toplumun çürümüşlüğüne karşı büyük bir nefret ve kin duymaya başladığında henüz 17 yaşında. Fransız felsefeci Michel Onfray, “sürekli anarşi”den yana olduğunu belirten Blanqui’den “daimi bir isyancı ve genel itaatsizliğin kuramcısı”, “tam bir özgürlükçü irade” diye söz ediyor. Marx’ın deyişiyle de “işçi sınıfının gerçek önderlerinden biri” o. Bir diğer Fransız felsefeci Daniel Bensaïd’e göre ise “heretik, yeraltı, uç ve hasıraltı edilmiş akımın en parlak yıldızı”. Sonuçta Fransa tarihinin önemli siyasal başkaldırılarına tanıklık eden, birçok eylemde bizzat yer alan Blanqui, herkes gibi doğruları ve yanlışları da olan bir “insan”dı. Eleştirilecek yanları da vardır kuşkusuz. Ama başlı başına bir başka yazı konusu o; bu yazının sınırlarını aşar. “Ne Tanrı Ne Efendi/Auguste Blanqui: Tutsak”, asla pes etmeyen bu eylem adamıyla tanışmak için bir ilk adım olabilir. Hele ki bu tanışmanın bir çizgi-biyografi aracılığıyla olması hayli keyifli ve heyecan verici. “Ne Tanrı Ne Efendi/Auguste Blanqui: Tutsak”, Locatelli Kournwsky-Le Roy, Çev: Hasan Doğan, 208 s., Mylos Kitap, 2016
Nisan 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
SİMLÂ SUNAY
Sanat, Piramidi Parçalar
Y
azmak öğretilebilen bir şey midir? Bu tartışma hiç bitmez. Ressamlar ustalarının yanında yola başlarken; edebiyatçı için neredeyse tek talim okumaktır. Yaratıcı yazarlık atölyeleri olsa da, diğer sanatlardan farklıdır yazmak. Bedri Rahmi, sanat bir oyundur derken ne düşünmüştü acaba? Çocuklara sorduğumda çoğunlukla: “Evet bir oyundur çünkü eğlencelidir” derler. Sanat eğlence midir peki? Çağımızın bir sorunu da bütün kavramların tek başına ayakta kalamamasıdır. Oyun eğitime, sanat eğlenceye karışıyor. Edebiyat da resim sanatına benzetilmeye çalışılıyor. Öykü yazma kitapları bunun en büyük göstergesi. Bir malzeme dizer gibi edatları, fiilleri, edebi türleri; polisiye mi casusluk mu, hayalet mi, komedi mi gibi kategorilerle yazma eylemini tarif ediyor bu kitaplar. Domingo Yayıncılık’tan yeni çıkan, Chiristopher Edge’in “En Güzel Öykünü Yaz” başlıklı kitabında bunları konuşmaya çalışacağız. Okunma ölçülebilir mi? En azından sayıyla değil. Bu yüzden “En Güzel Öykünü Yaz” adlı kitabın çocuklara salık verdiği, on beş yaşında ünlü olan çocuk yazar Christopher Paolini’nin bugüne kadar milyonlarca satması ve kitabının film olmasını önemsemiyorum. Hedef çocukları öykü yazmaya teşvik etmek mi yoksa satış başarısı üzerinden edebiyatın değerini mi ölçmek mi? Hatta Hollywood klişelerine yeni yazarlar mı katmak? Kitapta geçen ifadeleri, özellikle de sarı balonların içinde sunulan “Yazar Diyor Ki…” tavsiyelerine dair bazı çekincelerimi güneşli kütüphanede tartışmaya açmak istiyorum. “Öykünün bir giriş, bir gelişme bölümü ve bir sonu olması gerekir.” Bu ifadenin bizim ortaokul kompozisyon derslerimizde kaldığını sanıyordum. Öykünün sonu sonda yer alacak diye bir kaide var mıdır? Ya da giriş ve gelişme bölümleri birbirinden çok farklı mıdır? Yazmak gibi özgürleştirici bir eylem için daha en başından böyle keskin kurallar koymak ne kadar doğru? Kitapta ayrıca besin piramidine benzer bir grafikle “başlangıç” en altta ilk basamak olarak gösterilmiş. En üstte olay örgüsü var. Bence sanat tam da bu piramidi parçalamaktır. Aksi halde yazılan şey yeni olmaz. Keza kitaptaki bazı popüler çocuk kitaplarından verilen alıntılarla hissettirilen “öykünme” tavsiyesi; okur olmakla yazar olmak arasındaki farkı kapatmış. Okumak için iyi örnekler seçilmiş aslında. Alıntılar hem dünyadan hem ülkemizden çok güzel. Road Dahl, Sevim Ak, Miyase Sertbarut, Philip Pulman gibi usta yazarlar; “Küçük Prens”, “Yürüyen Kentler” gibi kitaplar salık verilmiş. Ancak yapılan çağrı, bunların edebi lezzetine değil de sanki ticari başarısına, herkesçe beğenilmesine, kolay anlaşılabilir olmasına, klişe miktarına göre değerlendirilmiş. Yazar diyor ki: “Masallarda miş’li geçmiş zaman, öykülerde di’li geçmiş zaman kipi kullanılır.” Masallar sözlü paylaşım olduğu ve dilden dile geçtiği için miş’li zamanla derlenir. Masalı ilk anlatan nasıl anlatmıştı acaba? Bundan emin olabilir miyiz? Öykülerin di’li geçmiş zamanla yazılacağına dair kesin kanı neden geliyor? “Çoğunlukla öykülerde di’li geçmiş zaman kullanılır” da denmiyor. Bir tartışma yok. Budur deniyor. “Masallar böyle, öyküler böyle yazılır.” Sanat bir oyundur. Ve oyunun kuralları vardır. Ancak bu kesin yargılar bir tartışma zemini oluşturmayı da imkânsız kılıyor. Jean Paul Sartre’a göre edebiyat özgürleştirmek için vardır. Okur da özgürleştirmek için okur. Bu karşılıklı özgürleşme halidir edebiyatı var eden. Yazar diyor ki: “Yazım hataları için bilgisayardaki kontrol programından faydalanabilirsin.” Dil otomatize edilebilen bir olgu mudur? Makale ve bilim metinleri için tercih edilebilir belki ama yeni bir öykü buluşu için, kitabın deyimiyle -eğer mümkünse tabii- “en iyiyi yazmak” için otomatik düzeltme sıradanlaştırmaktan başka ne işe yarar? Ancak aynı sarı balonda sözlükler ve eş anlamlı sözlükler de öneriliyor, buna katılıyorum, sözlüklerin bile son derece ideolojik hazırlandığını unutmamak kaydıyla. İyi bir yazar yetiştirmek istiyorsak sözcüğün bir hazine olduğunu, sesin önemini ve alfabenin her daim eksik kaldığını cesaretle öğretmeliyiz çocuklarımıza. Dile, imlâya, yazım kılavuzlarına eleştirel bakışı kazandırmalıyız. Yazar diyor ki: “Akla hayale gelmez bir casus yaratmaya ne dersin? Örneğin dünyayı ele geçirmeyi amaçlayan kötü ruhlu sarmanı durdurmaya çalışan, Kuçular Servisi’nden gizli ajan İncekemik Bond hakkında bir öykü yazabilirsin.” Kitaptaki mizahi dili elbette anlıyorum. Eğlenceli de. Ancak dünyayı ele geçirmeyi amaçlayan kötü ruhlu bir karakter yaratmanın her şeyden önce modası geçti. Popülerlik yerini bulamadı bu kez. Örneğin ile başlayıp, “şunu yazabilirsin”le biten komutlar yaratıcılık açısından tartışılmalı. Yazar Edge iyi bir öykü yazdırma is-
teğinden çok, sürekli klişe fikirleri tekrar edip duran, kendi yaratım fikirlerini ileten biri konumunda. Bir oyun, bir eğlence kitabı olarak güzel bir yayın olduğunu söyleyebiliriz. Ama öykü yazmak için reçeteler var kitapta. Eğer bir şeyin nasıl yapıldığı hakkında kesin bir hüküm varsa karşısını da söylemek mümkündür. Dolayısıyla bu kesinlik kitabın kendi kendiyle çelişmesine neden oluyor. Yazar diyor ki: “Unutma bir öykü yazıyorsun araştırma kitabı değil. Eğer daha iyi bir öykü olacaksa, tarihi değiştirmekten çekinme.” Yazar elbette özgürdür. Kurgu yapıyordur. Ve yazmak zaten değiştirmenin kendisidir. Sözcükleri seçer yazar. Ve “tarih” romanlarda o değiştirildiği söylenen tarih midir ki? Tarihi değiştirmek mümkün müdür ki? Ben söylemek istediklerini anlıyorum elbette ama çocuk okurların kafası karışabilir bu kısımda. Yazar diyor ki: “Yepyeni ve heyecanlı bir öykü yaratmak için kitap, film, TV ve video oyunlarındaki farklı unsurlardan yararlanabilirsin.” Yarardan kasıt ne bilmiyorum, kopyacı bir popülerlik aşılanıyor sanki burada deyim yerindeyse. Kolaj yap, deniyor. Eklektik ol. Popüler, çok satan ve filme dönüşmüş olmak şartıyla kitapları örnek al. En iyi öyküyü sen yazacaksın. Öykün başarılı olmalı. Çok satmalı. Filme çekilmeli. Herkes tarafından beğenilmeli. Unutma. Amacını çok sevsem de bu noktalarda çelişkiler sunan kitabı tartışırken, son bir soru daha soralım. Bir öykünün “en iyi” olduğunu kim belirleyecek? Yazar bunu kendi mi yapmalı? Bir jüri mi olmalı? Okullar, öğretmenler mi seçmeli? Bana öyle geliyor ki her çocuk yazar olabilir. Ve her çocuk en iyiyi yazabilir. Çünkü en ile başlayan bir ölçüt sanatta yoktur. Sanat eseri biriciktir. Eşlenemez. “En Güzel Öykünü Yaz”, Christopher Edge, Çeviren: Sumru Ağıryürüyen, + 9 yaş, 39 sayfa, Domingo Yayıncılık, 2016
YAŞAR KEMAL’İN “EN GÜZEL” ÖYKÜSÜ Christopher Edge’in kılavuz kitabına göre, Yaşar Kemal’in YKY Doğan Kardeş’ten çıkan çocuklar için seçilmiş öyküsü “Kalemler” pek de iyi bir öykü olmayabilir. Neden mi? Bir kere Yaşar Kemal özel isimlerden sonra gelen ekleri tepe virgülüyle ayırmaz. Harflere, imlâda yer alan inceltme, yumuşama ve uzatma işaretlerini koymaz. Öykünün akışı hiçbir zaman giriş-gelişme-sonuç şeklinde değildir. Öykünün başına mutlaka, hikâyenin sonuna dair bir ipucu, bir sezgi bırakır. Kendisi bir yazar olarak araya girip, kafa karıştırır, yorum belirtir ve okuru şaşırtır. Öykülerin orta yerinde şimdiki zamana geçer. Kahramanını gerçek hayattan seçer, TV’lerden değil. Övgü için söylemiyorum, kendine has olarak toplumsal olanı önemser, bilim ve uzay çağı onun edebiyatında yer almaz. Hayaletlerle ilgili yazacaksa da o hayaleti ya bir kahramanı görmüştür, ya da o hayalet bir yöreye mal olmuştur. Yani gerçekten vardır. Cinayeti yazar ama katili daha baştan bellidir, önemli olan da bir cinayetten bulmaca yaratmak değildir zaten, cinayetin önünü arkasını, acısını koklar. İdeal kahramanlar yaratmaz, kahramanlarının da kusurları vardır, kötü çok kötü değildir, iyinin içinde de bir miktar kötülük vardır. Dört ciltlik romanında, İnce Memed evet bir kahramandır ama dünya hiçbir zaman kurtulmaz. Abdi Ağa ölür, yerine başka bir kötü gelir. “Kalemler” öyküsü çocuklar için seçilmiş bana göre en iyi öyküsüdür. Başkası başka bir fikirde olacaktır. Çöpçü bir babanın, çöpten topladığı sayısız, güzel ve renkli kalemleri çocuklarıyla bir koleksiyoner gibi toplamasını anlatır. Çocuklardan biri kalemleri okula götürünce hırsızlıkla suçlanır ve okuldan atılır. Çünkü toplanan kalemler gerçekten de okuldaki öğrencilerin civardaki çöplere attıkları kalemlerdir. “Hiçbir şey, hiç kimse İstanbul’u çöpleri kadar anlatmadı bana,” der anlatıcı. Ona göre şehirlerin en önemli yerlerinden birisidir çöplükler. “Bir çöplük bence bir şehir demektir,” der öykünün giriş kısmında. Ne ilginçtir ki aynı sözler sonuç kısmında da geçer. “Çöplükler, şehirlerin tıpı tıpına aynasıdır…” “Kalemler”, Yaşar Kemal, Resimleyen: Sedat Girgin, + 8 yaş, 39 s., YKY, 2016
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Nisan 2016
ETHEM BARAN:
“Metinler Arasında Dolaşmayı Seviyorum” Söyleşi: SELNUR AYSEVER “Evlerimiz Poyraza Bakar”, Ethem Baran’ın İletişim Yayınları tarafından yeniden basılan kitabı. Anadolu’yu, baharı, sazı, şiiri bulduğumuz, okuduğumuz öykü kitabı. Her öyküden sonra, sırada nasıl bir kahraman var, diye merakla sorduran bir kitap. İşte o sorulardan ve yanıtlarından oluşmuş bir söyleşi... Selnur Aysever: Şirvan Erciyes, edebiyathaber.com sitesinde sizin “Zira” isimli kitabınızı yazmıştı. “‘Zira’nın bir mevsimi varsa eğer bu kıştır” diyordu. Ben de, “Evlerimiz Poyraza Bakar”da baharı hissettim. Okura geçen bu tesirle ilgili ne söylemek istersiniz? Ethem Baran: Evet, ben de kitapların bir mevsimi olduğuna inanırım. Bu inancım, okuyan için olduğu kadar yazan için de geçerlidir. Bazı kitaplar kışa, bazıları yaza yakışır. Neden böyle hissederiz, açıkçası bilmiyorum. Belki kitaptan yüzümüze yansıyan ağartı, içimizi titreten soğuk havadır bu, belki de boğazımızda düğümlenip gözlerimize yayılan sıcaklıktır. Bir zamanlar, dört mevsimi ayrı ayrı işaret eden dört kitap tasarlamıştım, hâlâ bu düşümü gerçeğe dönüştüremedim. Şirvan Erciyes’in dediği gibi “Zira”da kış öne çıktı. “Düşleri Fettan Güzel” ve “Arabaşı” adlı öyküleri içim üşüyerek yazdım. Öyküyü okuyanlar da anlayacaktır bunu, çünkü oradaydım… Selnur Aysever: Karakterleriniz “kanlı canlı”. Anadolu’nun herhangi bir köyünde, herhangi bir benzin istasyonunda, otobüs garında karşımıza çıkıyorlar. Bu sahiciliği neye borçlusunuz? Ethem Baran: Bir edebiyat metninin en başta yapması gerekenlerdendir inandırıcılık, sahicilik gibi unsurlar. Ben yazdığım metne inanıyorum, kahramanlarıma inanıyorum. İnanıyorum çünkü onların zihnine girerek nasıl düşündüklerini, neler hissettiklerini anlamaya çalışıyorum. Onların gözüyle görüp, onların elleriyle dokunuyorum; hayatın içinde onlar gibi dolaşıyorum. Köyde büyümedim, hatta köyü hiç bilmem ama kelimelerden ve cümlelerden köyler, kasabalar, mahalleler kurdum; orada yaşayan kahramanlar yaratmaya çalıştım, kendimden ayrı tutmadım onları. Onlar gerçekten var ve yaşıyorlar gibi hissediyorum. Selnur Aysever: Kitaptaki ilk öykü, “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı”ndaki bir öyküye atıfla başlıyor. İki öykü arasında devamlılık var mı? Ve neden? Ethem Baran: Metinler arasında dolaşmayı seviyorum, özellikle de kendi metinlerim arasında. “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı”nda “İşlengi” adlı bir öykü vardı. O öyküde sözü edilen Foto Şeyda karakteri öykünün yapısı gereği geri planda kalmıştı. Anlatılan onun öyküsü değildi çünkü. Fakat o karakter beni niye yazmıyorsun, beni de yaz diye zihnimde dolaşıp duruyordu. Karakter olarak ilginç biriydi ama bir hikâyesi yoktu. Dört beş yıl kadar ona bir hikâye bulabilmek için birlikte dolaştık. Kimi okurların, okuyup beğen-
dikleri bir yazarın diğer kitaplarından haberdar olmamaları, onları görmezden gelmeleri beni rahatsız eden bir durum. Bu düşünceden hareketle, “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı”ndan sonra araya “Bozkırın Uzak Bahçeleri”, “Yarım” ve dört yıl girmişken “Evlerimiz Poyraza Bakar”da kendi kitabımdan bir başkasının kitabıymış gibi söz eden bir öykü yazdım. “Adı bana hiç de yabancı gelmeyen bir yazarın ‘Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı’ adlı eserindeki…” diye başlayan bu öykü Foto Şeyda’nın öyküsüydü. “İşlengi” öyküsü bizim fotoğrafçının camlarının kırılmasıyla bitiyordu. Camları kırsa kırsa benim hayalî mahallenin çocukları kırmış olabilirdi. Ve öykü oradan bir yol buldu kendine. Böylece hem kahramanıma içinde yaşayacağı bir hikâye buldum hem de okura acı bir gülümseme gönderdim. Ne ki, bu öyküdeki ilk cümle ile benim aramda bağlantı kuramayan çok sayıda okurum var hâlâ. Selnur Aysever: Kitabın arka kapak yazısından da gördüğümüz üzere, okurla konuşma söz konusu. Bu yöntemi tercih sebebinizden söz edebilir misiniz? Ethem Baran: Olaylar ve karakterler ne kadar sahici olursa olsun bir kurmacanın içinde olduğumuzu okur hissetsin istiyorum. Kurmacanın kendisini de öykünün konusu haline getirmeyi arzuluyorum. Kahramanlarıma yakın olduğum kadar okurlarıma da yakın olmak isteğinden kaynaklanıyordur belki bu. Belki de kendi kendimle konuşuyorumdur, kim bilir. Selnur Aysever: “Söylerim Sözüm Almıyor” isimli öykünüzde şöyle bir paragraf var: “Bir yazar, daha önce anlattığı hikâyelerden –bu, sıralamada bir önceki de olabilir– birinde, kahramanlardan birinin hikâyesini daha sonra anlatacağım diye söz vermişse, bu yalan değildir.” Sizin böyle bir kahramanınız var mı? Ve “Evlerimiz Poyraza Bakar”da okur o kahramanla tanıştı mı? Ethem Baran: “Söylerim Sözüm Almıyor”dan önceki öykü olan (bu yüzden “bu, sıralamada bir önceki de olabilir” diyorum) “Bir Kuru Hayal”de, ırmakta balık avlamaya çalışan bizim garibanların yanına, “kara kuru, kavruk iki suret” gelir. Birinin elinde keman, diğerinin elinde bir darbuka vardır. Darbukacı, “bir çocuğun içinden boynunu uzatmış, uzatırken de boyunun sünmesine ve suratının orasına burasına ince, seyrek kılların doluşmasına engel olamamış süpürge sopası gibi bir oğlan”dır. Öykünün bir yerinde bir ara söz kemancıya gelir ve kısaca ondan bahsedilir. Ve orada bir parantez açılır. “Dümbelekçi oğlan bu hikâyenin konusu değil. O bir an önce kendine bir saz alıp ilk fırsatta bu suskun topraklardan, (Devamı sayfa 11)
EMRE KONGAR Umberto Eco, Orhan Pamuk ve Hocaefendi Umberto Eco’nun “Gülün Adı” adlı, Ortaçağ tarikatları üzerine odaklanan, muhteşem tarihsel polisiye ve felsefi romanı, 1980’de yayınlandı ve büyük bir ses getirdi... 1986’da Sean Connery’nin oynadığı bir filme de çekilince, iyice popülerleşti. Aynı tarihlerde Orhan Pamuk da “Sessiz Ev” ve “Beyaz Kale” romanlarıyla, tarih üzerinden ilginç öyküler barındıran yapıtlar vermeye başlamıştı. Babası Gündüz Pamuk uzak bir arkadaşım, ağabeyi Şevket Pamuk ise iktisat tarihçisi akademisyen olarak saygı duyduğum bir meslektaşımdı. *** Orhan Pamuk, Türkçesi sorunlu olmakla birlikte, roman örüntüsünü iyi kurabilen, ele aldığı konuları, ilginç toplumsal ve tarihsel bağlamlara oturtabilen ve insan psikolojisinin labirentleriyle iyi ilişkilendirebilen bir yazardı. Onu büyük bir heyecanla destekliyordum. “Kara Kitap” adlı romanını yayınladıktan sonra, Prof. Tahsin Yücel, bu romandaki Türkçe yanlışları ve özensizlikleri üzerine bir makale yazmıştı. (Hürriyet Gösteri, Kasım 1990, Sayı:120, ss:45-48.) Yücel, yazısına “Kötü bir yazar iyi bir romancı olabilir mi?” sorusuyla başlıyor ve şöyle devam ediyordu: “İlk bakışta olmazmış gibi geliyor insana. Ama bunca yıldır Orhan Pamuk’un yapıtlarını göklere çıkaran ünlü eleştirmenlerimize, özellikle de şu son aylarda aynı yazarın ‘Kara Kitap’ adlı romanı konusunda yazılanlara biraz olsun değer veriyorsanız, bu soruyu ‘Evet, bazı bazı’, ‘Evet, neden olmasın?’ ya da ‘Evet, olabilir; hatta iyi bir romancı olabilmek için önce kötü yazar olmak gerekir!..’ biçiminde yanıtlamanız gerekir. Çünkü, kimi yazarlarımızın öve öve bitiremedikleri bu kitabı alıcı bir gözle okumayı denerseniz, tekdüze ve topal tümceleri, günümüz Türkçesinin çok gerilerinde kalmış sözcük dağarcığı, sıradan imgeleri karşısında, böyle bir kitabın yazarını ‘iyi yazar’ olarak nitelemenin olanaksız olduğunu görürsünüz.” Bu satırlardan sonra da, “Kara Kitap”tan kötü ve yanlış Türkçe örnekleriyle sürdürüyordu yazısını Yücel. Ben, Yücel’in yazısının daha başında eleştirerek mahkûm ettiği gruptandım: Dili çok iyi olmamakla birlikte, Orhan Pamuk’un iyi bir romancı olduğunu düşünüyordum. (Sonradan, Pamuk hakkındaki eleştirilerime “toplumu ve siyaseti yanlış yorumlamak” gibi, “siyasal fırsatçılık” gibi konuları da eklemiş olmakla birlikte, hâlâ iyi bir romancı olduğunu düşündüğümü de belirtmeliyim.) Bu nedenle de “Hocaefendi’nin Sandukası”nın girişinde anlattığım “Romanın Öyküsü” bölümünde Umberto Eco ile birlikte Orhan Pamuk’a da yer verdim... Aklım sıra, böylece onu Umberto Eco düzeyine yükselterek, iltifat ediyordum. Elbette adını kullanmadan önce kendisinden izin de almıştım. *** O sıralarda “Beyaz Kale” adlı romanı yayınlanmış ve bu romanda, bir başka kitaptan, Fuad Carım’ın “Kanuni Devrinde İstanbul” adlı eserinden doğrudan alıntılar yaptığı (aşırmacılık, intihal, plagiarism) iddiaları basında yer almıştı. (Murat Bardakçı, Hürriyet, 25 Mayıs 2002, “Reşad Ekrem ‘cemal aşığı’ idi ama intihalci değildi”.) Bunun üzerine ben hemen bir beyanat vermiş ve “Orhan Pamuk o denli iyi ve değerli bir yazardır ki, bir başka metni aynıyla alıntılasa bile, ona, kendi özel edebî damgasını vurur,” mealinde bir savunma yapmıştım. Yine de aynı fikirdeyim.