Bir Ceset Bir Söz
Kafamda Bir Tuhaflık
Sevgili Voltaire
GÜLCE BAŞER
ORHAN PAMUK
MARGIT WALSØ
T
O
ürkiye’nin sosyal ve siyasal dönüşümünü de irdeleyen, ama bunu didaktik bir söyleme kapılmadan yapan bir polisiye “Bir Ceset Bir Söz”. Roman karakterlerinin kişisel dönüşümlerini ve çıkmazlarını da derinliğine işliyor Başer. Ama bir polisiyenin sahip olması gereken gerilim unsurunu askıya almadan yapıyor bunu. Devamı sayfa 6
R
E
M
Z
İ
B
rhan Pamuk’un uzun süredir beklenen romanı Kafamda Bir Tuhaflık okurları ile buluştu. Altı yıllık bir çalışmanın ürünü olan roman göçün, kentin, aşkın ve toplumsal algıların yarım asırlık değişimini yoksul bir kahramanın gözünden sunuyor. Pamuk’un detayları işleme yeteneği yine göze çarpıyor. Devamı sayfa 7
K
İ
T
A
B
E
V
iri bilim alanında, diğeri felsefede çağın en önemli eserlerine imza atmış iki isim bir aşkta buluşur. Voltaire ile Châtelet… Aşklarıyla da çağı aşan bu ikilinin fırtınalı ilişkisi etrafında dönemin ve aydınlanma felsefesinin köşe taşlarını döşüyor roman. Yazar iki ünlü ismi derinlemesine tanımamızı sağlıyor. Devamı sayfa 12
ARKA KAPAK KONUĞU
İ
Akif Kurtuluş
SAYI 109 - OCAK 2015 - ÜCRETSİZDİR
KEMAL SUNAL: YANAKLARIMIZDA BİR ÇİFT GAMZE O
nun filmlerini izlemek, bu ülkede gizli bir toplumsal sözleşmenin parçası gibiydi. Bugün hakkında yazarken ve konuşurken bu kadar saygı duyabilmemiz, ülkece ilk kez birine ve gülümsemesine kendimizi bu kadar yakın hissetmemizden kaynaklanıyor belki de. Evet, Kemal Sunal gideli çok oldu; herhalde Zeki Müren ve Barış Manço’yla birlikte bu ülkede arkasından en büyük kalabalığı ağlatan insanlardan biriydi o. Kemal Sunal taklidi yapmaya çalışıp başarılı olamayan; ama taklidini yapamasa da yapmaktan vazgeçmeyen bir halkın 20. yüzyıldaki kahrama-
Handan
nıydı. 82 film yaptı. Ölümü 83’üncü filminin çekimlerine giderken gerçekleşti: Balalayka’ya. Şimdi önümde eşinin onun ardından yazdığı kitap var: “Kemal, Hadi Gel, Bir Kahve İçelim.” Gül Sunal’ın kitabı televizyonunuzda öylesine gezinirken gördüğünüz, herkesin hayatından bir kez olsun sesiyle ya da gülüşüyle geçmiş bir insanın evine götürüyor sizi. Biz de biraz kitabın rehberliğinde, biraz da kendi el yordamımızla Kemal Sunal’ın kişiliğini ve sinemasını işlemeye çalıştık bu ayki dosya sayfalarımızda… Devamı sayfa 8-9
6
AYŞE KULİN
Yetim Kalacak Küçük Şeyler
10
OYA BAYDAR
Güneş Hırsızları
10
DOĞU YÜCEL
Romantik Ortadoğu HAYRİ K. YETİK
Anlatının Gücü
14
ROBERT FULFORD
Bu Yazı Babam İçin
3
13
7
15
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Metin ile Aramda
Gün Zileli ve Bitmeyen Mevsim…
Bir Anı: Dünyanın En Büyük Yazarı...
CAN DÜNDAR “Deniz Gezmiş’in Sırrı Babasında” O
nlar, “bizim çocuklar”… O, “bizim Deniz”... Bugün yaşasa 67 yaşında olacaktı. Ama biliyoruz ki “büyümez ölü çocuklar”. Hele bir de kahramanlarsa, hiç büyümezler. Bu yüzden de her zaman “bizim Deniz” olmaya devam edecek. Onu okurken “Ah be çocuk!” diyerek gözyaşı dökmeye devam edeceğiz yaşımıza başımıza bakmadan. Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının öyküsünü ilk duyduğumuz andan itibaren yaşadığımız bu duyguların ne kadar “gerçek” olduğunu, Can Dündar ve Hamdi Gezmiş’in “Abim Deniz” adlı kitabında bir kez daha anlıyoruz. Çünkü oradaki bebek, çocuk, delikanlı Deniz, tam da hissettiğimiz gibi bir insan. Kardeşi Hamdi Gezmiş’in anıları ve Can Dündar’ın usta dokunuşuyla, Deniz Gezmiş artık daha da “bizim Deniz”. Bu yazıyı yazarken fonda Ahmet Kaya’dan “Mahur” çalıyor. “Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidan-
lardı / Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı.” Attilâ İlhan şöyle anlatmış bu şiirin öyküsünü: “12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı... Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra... Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek sesle tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.” Çocukluk resimlerindeki biraz romantik, biraz muğlak gülümseyişlerin yerini “hoyrat gülüşlere” bıraktığı bir öykünün peşindeyiz. Deniz Gezmiş’in hayat hikâyesini kardeşi Hamdi Gezmiş anılarla bezeyip anlatırken, Can Dündar da belgeler, gazete haberleri, ilk kez günışığına çıkan fotoğraflar ve kendine özgü duygularla besliyor. Devamı sayfa 4-5 * Röportajın tamamına www.remzi.com.tr adresinden ulaşabilirsiniz.
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2015
Geleneksel ile Dijital Buluşacak
Aşiyan Dergisi Kapandı Üç yıl önce, Aralık 2011’de yayın hayatına başlayan Aşiyan edebiyat dergisi, üçüncü senesini doldurduğu Aralık 2014’te okurlarına veda etti. Yapılan açıklamada, Aşiyan’ın birçok dergi gibi maddi sebepler yüzünden değil, üç senelik çizgisine yaraşır yazılar bulamadığı, Türkiye’de okurun kültürel üretime duydu-
ğu iştahsızlık yüzünden yayınını durdurma kararı aldığı belirtildi. Aşiyan’da her ay farklı bir dosya konusu işleniyordu. Bunun yanı sıra incelemelere, denemelere, eleştirilere, derlemelere, çevirilere, kurmacalara ve söyleşiye yer veriliyordu.
Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ
Sesli Çocuk Kitapları SSM’de… Sakıp Sabancı Müzesi, çocuklara kitap okumanın farklı yollarını sunuyor. Sergiler için hazırladığı çocuk kitaplarını web sitesine yükleyen SSM, çocuklara hikâyeyi hem dinleme hem de okuma imkânı sunuyor. Henüz okuma-yazma bilmeyen çocuklar için eğitici ve eğlenceli bir fırsat sunan uygulama kapsamında, “Ben Eserleri Koruyorum”, “Ben Rembrandt”, “Ben Venedik Taciri”, “Ben Dali”, “Ben Halı”, “Ben Cengiz Han”, “Ben Rodin”, “Ben Kitap”, “Ben Picasso” isimli 9 kitap bulunuyor. Hikâyelere, http://www.sakipsabancimuzesi.org/tr/ sayfa/sesli-cocuk-kitaplari adresinden ücretsiz ulaşılabiliyor.
Yine Müstehcenlik Soruşturması! Usta polisiye yazarı Jean-Christophe Grangé’in “Leyleklerin Uçusu” adlı çok satan romanı, “müstehcenlik” gerekçesiyle soruşturmalık oldu. İstanbul’daki bir liseye giden öğrencinin velisinin şikâyeti üzerine başlayan ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne kadar
elif.sahin@gmail.com
uzanan soruşturma, 358 sayfalık kitabın iki sayfasındaki ifadeler nedeniyle yürütülüyor. söz konusu lisenin edebiyat öğretmenleri, hazırladıkları raporda, bu kitabı üç yıldır öğrencilerine tavsiye ettiklerini, daha önce öğrenci ve velilerden bir eleştiri bile almadıklarını dile getirdiler. Ayrıca kitapta yer alan “cinsellik, küfür, argo, cinayet, hırsızlık” gibi olumsuz olayların övülecek, örnek olacak şekilde işlenmediğini belirttiler.
Everest’ten “Tek Ciltte” Serisi Everest Yayınları, kültür tarihimiz açısından büyük önem taşıyan isimleri geniş okur kitleleriyle yeniden buluşturacak olan Tek Ciltte dizisini başlattı. Dünyada Portable, Corpus, Quarto gibi adlarla uzun süredir büyük ilgi gören bir yaklaşımı benimseyen dizi, özellikle gençlerin, geçmiş kuşakların önemli isimleriyle ilişki kurmaları açısından büyük bir fırsat sunuyor. Tek Ciltte dizisi, okurların, ele alınan yazarı tüm yönleriyle, ürün verdiği tüm türlerden örneklerle bir arada, tek ciltte görebilmesini, okuyabilmesini, tanıyabilmesini amaçlıyor. Alışılageldik seçkilerden farklı olarak, dizinin her kitabında, söz konusu yazarın en az bir yapıtının tamamına yer veriyor. Dizinin ilk kitabı olan “Enseyi Karartmayın”da Çetin Altan’ın kalem oynattığı tüm türlerden örnekler yer alıyor…
2013 yılında kurulan Libronet Bilgi ve Teknoloji Hizmetleri, Papersense Yayınları’nı kurarak kitap okuruylada buluşuyor. Papersense Yayınları, kitapları, e-kitapları, akademik dergiciliği ve teknoloji odaklı kültürel üretimiyle, geleneksel ile dijital dünya arasında hem bir köprü hem bir göç güzergâhı olma iddiasında. Şu anda Türk Klasikleri, İlk Tercümeler, Saklı Kitaplar, İhsan Fazlıoğlu Kitaplığı olmak üzere dört seri sunan Papersense, Türkiyeli okurların hafızasında yer etmiş metinleri, yepyeni telif metinleri, Türkçeye henüz çevrilmemiş birçok kitabı okurlara ulaştırmayı hedefliyor.
Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi İletişim Yayınları, 50’den fazla yazarın katkısıyla hazırlanan, 15 farklı çizerin çizgileriyle hayat verdiği Resimli Türkçe Edebiyat Takvimi’ni çıkardı. Takvim; 365 günün her birinde edebiyat tarihine, yazarlara, eserlere dair bilgiler veriyor. Bu yanıyla nostaljik takvimlere benzese de sadece malumatfuruş bir takvim değil. Türkçe edebiyatın en seçkin isimleri bu takvimde hikâyelerini tefrika ediyor, yepyeni öykülerle okurların karşısına çıkıyorlar. Ayrıca farklı farklı kitaplardan seçilen alıntılar, edebiyat severlere okumadığı birçok eser hakkında fikir vererek “edebî keşifler” yapmalarını sağlarken; çizerlerin öykülere eşlik eden ilüstrasyonları, yaratılan tiplemeler, karikatürler de okurların okuma zevkini artırıyor.
Remzi’de En Çok Satanlar (Aralık 2014) KİTAP (KURGU)
1 2 Handan 3 Paris’te Bir Türk 4 Babam ve Ben 5 Aldatmak 6 Sakız Sardunya 7 Gündüz Sefası 8 Kürk Mantolu Madonna 9 En Uzağında Unutuşun 10 Kocan Kadar Konuş Kafamda Bir Tuhaflık Orhan Pamuk, YKY
Ayşe Kulin, Everest Yayınları
Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi
Patrick Modiano, Tudem Yayıncılık
Paulo Coelho, Can Yayınları Elif Şafak, Doğan Egmont
Sarah Jio, Arkadya Yayınları Sabahattin Ali, YKY
Patrick Modiano, Can Yayınları Şebnem Burcuoğlu, DEX
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 Gerçek Özgürlük 2 Abim Deniz 3 Dahi Diktatör 4 Bir Nefeste Dünya Tarihi 5 Başarıya Götüren Aile 6 Keşke Kadın Olsam 7 Yol 8 Rothschild Hanedanlığı 9 Mutlu Olma İhtimalimiz 1 0 İşte İslamın ve Türklüğün Katilleri Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi Can Dündar, Can Yayınları
A. M. Celal, Ka Kitap
Emma Marriott, Maya Kitap
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi Aykut Oğut, Doğan Novus
Metin Hara, Destek Yayınları
John Coleman, Destek Yayınları Sigmund Freud, Zeplin Kitap
Sabahattin Önkibar, Kaynak Yayınları
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Ocak 2015 Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Ocak 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Dylan Thomas’ın Kayıp Not Defteri Dylan Thomas’ın en çetrefilli şiirlerinin karalamalarını barındıran bir defter, geçen ay açık arttırmayla satıldı. Thomas’ın kayınvalidesi tarafından yakılması için verilen ve tesadüfen evin bir çalışanı tarafından kül olmaktan kurtarılan eser, Buffalo’daki New York Devlet Üniversite
Kaynak: Mark Brown, The Guardian, 9 Aralık 2014
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Ayn Rand’ın Yeni Romanı
Kumandareas Ölü Bulundu
1957 yılından bu yana yayınlanacak ilk Ayn Rand kitabı olacak “Ideal”, yazarın yaşarken roman olarak yazdığı, fakat daha sonra hikâyenin bir tiyatro eserine daha uygun olacağını düşünerek yayınlamaktan vazgeçtiği bir roman. Yazarın en ünlü kitabı “Atlas Silkindi”de de ortaya koyduğu objektivizm felsefesine dayanan kitap, gelecek yıl okurla buluşacak. Ayn Rand’ın tanımına göre kitap, “İdol haline getirilen bir yıldızın birinin hayatına aniden girmesiyle o kişinin ideallerinin sınanması”nı konu alıyor.
Yunanistan’ın en ünlü yazarlarından Menis Kumandareas, 6 Aralık günü evinde boğulmuş halde bulundu. Yapılan otopsiye göre 83 yaşındaki yazar, çıplak elle boğulmuş, yüzüne ve vücuduna darbeler almış. Polis soruşturmasının ilk bulgularına göre cumartesi akşamı bir arkadaşıyla buluşan yazar, evine uğrayıp bir şey almak için arkadaşından ayrılmış, daha sonra da kendisinden haber alınamamış. Atina’daki daire kapısının zorlanmadığını belirten Yunan polisi, araştırmalarının devam ettiğini belirtti. Ülkemizde de “Eski Tüfekler” ve “Kula” kitaplarıyla tanınan, Yunanistan’da iki kere Devlet Edebiyat Ödülü’ne layık görünen yazar, bugüne kadar yirmi kadar roman ve deneme kitabı yayınladı. Ayrıca aralarında Hemingway ve Fitzgerald’ın da olduğu önemli isimleri Yunancaya kazandırdı.
Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 5 Aralık 2014
Kaynak: François Menia, Le Figaro, 8 Aralık 2014
Harry Potter Hayranlarına Müjde
Harry Potter hayranları artık, dört günlüğüne de olsa, Harry ve arkadaşları gibi bir büyücülük okulunda okuyabilecekler. Polonya’da Czocha Kalesi’nde düzenlenen “Büyücülük Okulu”, gönüllüler ve İskandinav Live-action role play (Canlandırmalı rol yapma oyunu) uzmanlarıyla birlikte hazırlanan bir deneyim. Katılımcılar, 280 avro karşılığında, dört günlük konaklama ve yemeklerin yanında, kostüm, cüppe, okul kitapları gibi gereçlere de sahip oluyorlar. Harry Potter serisindeki gibi dört eve ayrılan öğrenciler, “Karanlık Sanatlara Karşı Savunma” öğrenip büyü bozucu ya da sihirbaz olabiliyor; şifacı olarak yetişebiliyor; “Sihirli Yaratıkların Bakımı”nı okuyup büyüzoolog mesleğini edinebiliyor ya da “Kara Sanatlar” hakkındaki bilgilerini güçlendirebiliyorlar. Eğer 18 yaşından büyükseniz ve siz de bu maceraya katılmak isterseniz, ikincisi 9-12 Nisan arasında düzenlenecek etkinliğe başvurular 11 Aralık’ta başlıyor. Kaynak: Kat Brown, The Telegraph, 3 Aralık 2014
Devrik Cümle
arşivlerinde bulunan dört defterle birlikte Thomas arşivcileri için değeri ölçülemez bir öneme sahip. On yıllarca bir çekmecede unutulan defter, Dylan Thomas’ın içine en ünlü şiirlerinden bazılarını yazdığı bir ilkokul defteri. Galler’deki Swansea Üniversitesi tarafından 85.000 pound ödenerek alınan defter, önümüzdeki yıl randevu yöntemiyle Thomas hayranları tarafından incelenebilecek.
Kardeşinin Gözünden Ted Hughes İngiliz edebiyatının en ünlü şairlerinden olmasının yanı sıra, Sylvia Plath’le olan evliliği ve ardından Plath’in intiharıyla da edebiyat dünyasında adından sıkça söz edilen Ted Hughes’ün hayatı bu kez kardeşi Gerald Hughes tarafından anlatılıyor. Ünlü şairin ölümünden on beş yıl sonra “Ted and I” (Ted ve Ben) adıyla bir anı kitabı çıkaran Gerald Hughes, kardeşiyle geçirdiği çocukluk yıllarını, Ted’in bir şair olma yolunda verdiği savaşları ve Sylvia Plath’le olan evliliğini, kendi anılarından ve birbirlerine yolladıkları mektuplardan yola çıkarak anlatıyor. Kaynak: Claire Fallon, The Huffington Post, 4 Aralık 2014
IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Metin ile Aramda Öğrenciyken tanıştım onunla. Hem bitmesin istedim, hem de ertesi güne bırakamadım. Kahramanları rüyalarıma girdi. Yazar ile roman karakterleri arasında kurulan o tuhaf ilişkinin okur ile karakterler arasında da oluştuğunu böyle fark ettim. Romanın sayfalarında ilerlediğim günlerde ve hatta kapağını kapattıktan sonra, evde, sokakta, okulda, iş yerinde, onlar yanımdaydı. Bitirdikten sonra günlerce, haftalarca düşündüm. Beni etkileyen neydi? Olay örgüsü mü? Özdeşleştiğim karakterler mi? Belki de dilindeki yenilikti, üslubuydu. Yepyeni bir anlatımla karşılaştığımı düşünmüştüm… Arkadaşlarıma önerdim. Mutlaka oku diye ısrar ettim. Okumayanlara darıldım. Benim yazdığım bir romanmış da önemsememişler gibi gücendim. Bazıları neyse ki okudu. Üzerine konuşmak için can attığımı biliyorlardı. Kimi en az benim kadar heyecanlıydı. Kimi abarttığımı düşündü. Beğenmeyenler de çıktı elbette. Hepsiyle tek tek tartıştım. Edebiyat okuru tutkulu olurdu, asla bağnaz değil. Bir roman okudum, hayatım değişmedi ama sorularım oldu. Kimi zaman romanın yazarı gibi hissettiğim de oldu kendimi. Satır aralarını sezdiğim esnada. Yazarın karakterleriyle ilgili bıraktığı boşlukları doldururken… Ne de olsa okuyup bitirdikten sonra da devam etmiştim kurguya. Evet evet, basbayağı yazarıydım ben de bu romanın. Başka kitaplarının da peşine düştüm. Hepsini ilki gibi sevemedim. Nedense bu tek yapıtın bendeki yeri ayrıydı. Aynı yazar birbirinden bu kadar farklı metinler yazabiliyor demek diye düşündüm. Yazar ile metin arasında koşutluk olmayabileceğini o zaman fark ettim. Bu kadar tutkun olduğum metnin yazarıyla tanışmaktan tam da bu yüzden kaçındım. Metinle arama yazarın bile girmesini istemedim. Taşındığım her eve onu da götürdüm. Özenle bantladım kolileri. Sayıları çok da fazla olmayan, benim için başyapıt değerindeki ötekilerle birlikte o evden öbürüne taşıdım. Hamalın söylenmelerine göğüs gerdim. “Aman altından tutun” demeyi ihmal etmedim. Aradan yıllar geçtiğinde, yirmili yaşlarımın coşkusunu hissetmesem de romanın damağımda bıraktığı o tadı hatırladığımı fark edip şaşırdım. Bazı zamanlarda “yeniden okusam mı,” diye aklımdan geçirdim ama hemen sonra vazgeçtim. Tahtının sarsılmasından korktum. Sonra bir gün, bir televizyon kanalında ona rastladım. Kitabımın yazarına. Evet benim kitabımın yazarını gördüm ekranda. Gündemdeki bir konuyla ilgili iki çift laf ediyordu. Gündemdeki konu. Yani, üç gün sonra uçup gidecek olan. Evlerden evlere üzerinde “kırılacak eşya” yazılı kolilerde taşınması gerekmeyen. Sözlerini beğenmedim. Canım sıkıldı. Can sıkıntısı giderek büyüdü, öfkeye, derin bir hayal kırıklığına dönüştü. Bütün bu yıllar boyunca özenle sakladığım o romanın yazarı bunları mı söylüyordu şimdi? Yazar ile roman, sanat ile siyaset, kurmaca ile gerçek arasında bir karbon kâğıdı vardı artık. Kısaca, yazar buysa, metin de bu dedim. Ekrana yansıyanların ne kadarı gerçekti? Yoksa sözler ağızdan yanlışlıkla mı çıkmıştı? Pişman olacak mıydı? Peki yazarın hata yapma hakkı? Dahası söylediklerinde az da olsa bir haklılık payı olabilir miydi? O anda bunları kendi kendime bile soracak halde değildim. Televizyon haberi, sunucunun ağzından çıkanlar ve sosyal medyadaki yankılar beynimin soru merkezini felç etmişti. Kalktım. Kitaplığımın önüne gittim. Önce en sevmediklerimden başladım. Sonunda bir zamanlar yazarın başyapıtı dediğime geldi sıra. Sahaflara vermek, başkasına hediye etmek de değil, bu kitaplar çöpü hak etmişti. Peki ama ben bu romanı neden o kadar sevmiştim? “Kitapları atmadan bir fincan kahve içsem iyi olacak,” diye söylendim kendi kendime.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2015
CAN DÜNDAR:
“Deniz Gezmiş’in Sırrı Babasında” Söyleşi: AYŞE BAŞCI, Fotoğraf: SEVGİ CAN (Baş tarafı sayfa 1’den)
“Can Yayınları, ‘Abim Deniz’i ‘anlatı’ olarak sınıflandırmış. ‘Anı-belgesel’ diyenler de var. Siz bu kitabı nasıl adlandırıyorsunuz?” “Adlandırmaya çok ihtiyaç duymuyorum açıkçası. Sonuçta belgeleri peş peşe dizsem aynı tadı vermeyecek. Ama o belgeleri de kullanmak istiyorum çünkü hepsi hayata dair şeyler. Bunları belli bir metnin içine yerleştirmeye çalışıyorum. Belgesele insan sıcaklığı katmaya çalışıyorum diyelim.”
“Kitabın temelinde ikili anlatım var. Siz ve Hamdi Gezmiş birlikte anlatıyorsunuz. Bu sizin işinizi kolaylaştırdı mı, yoksa zorlaştırdı mı?”
“Aslında zor bir format ama benim işimi kolaylaştırdı. Nehir söyleşinin başka bir mantığı var; üçüncü taraflar, belgeler, toplumsal atmosfer, siyasal iklim eksik kalıyor. Söyleşi bunlarla beslenmediği zaman da bir insanın tanıklığından ibaret kalıyor. İstedim ki Hamdi Gezmiş’in tanıklığı olsun ama ne görüyoruz, nasıl bir toplumsal iklimde bunlar yaşanıyor, nasıl bir siyasi atmosfer solunuyor, anlattığı olayların belgeleri neler, olaylar gazeteye nasıl yansımış gibi konular da fonda yer alsın.”
“Kitap için nasıl bir hazırlık süreci yaşandı?”
“Aslında hepsi altı ayda olup bitti. İki ay Hamdi Gezmiş’le baş başa çok sıkı çalıştık. Anlatımlarını dinledim, kaydettim, deşifre ettim, sonra ayıkladım. Yazım aşamasına gelince de Deniz’le ilgili daha önce yazılanları okudum. Ona dair yazılanlar, onunla ilgili yazılanlar, onun yazdırdıkları… Gazete haberlerini taradım. Ardından, Hamdi Gezmiş’in anlatımlarının arasına kendi gözlemlerimi, aktarmak istediklerimi ekledim.”
“Bu süreçte sizi en çok zorlayan kısım hangisi oldu?”
“Herkesin bildiği bir öyküyü anlatıyorsunuz aslında. Üzerine çok yazılıp çizilmiş bir öyküyü aktarırken yeni bir şeylerle anlatmak, ‘bunda yeni bir şey var’ duygusu vermek çok önemliydi. Daha önceki kitaplarda tabii ki Deniz’in siyasi yönü çok öne çıkıyordu. O siyasal kimlik öne çıkınca kitaplar da siyasi bir kimlik kazanıyor. Halbuki bu kitapta biz çocuk Deniz’i görüyoruz. Bebekliğini biliyoruz, nasıl büyüdüğünü, nasıl zorluklar içinde eği-
tim aldığını biliyoruz. O yolu onunla birlikte kat edince, aslında final de başka bir anlam kazanıyor bence. Siyasal içeriğinden bağımsız olarak da bir insanın idamının nasıl vahşi bir şey olduğunu daha iyi anlıyoruz belki.”
“Kitapta öyle mektuplar, belgeler, fotoğraflar var ki daha önce kimse görmemiş. İçlerinden hangisi ilk gördüğünüz anda sizi en çok etkiledi?”
“Beyaz gömlekli bir fotoğrafı var (sayfa 56). Hakikaten selvi gibi, fidan gibi. En çok o fotoğrafı gördüğümde heyecanlandım. Burada Deniz’in hem o masumiyeti, hem o delikanlılık hali, yakışıklılığı, hem de müthiş bir gençlik ve bahar tazeliği var.”
“Hamdi Gezmiş’in anlattıkları elbette çok önemli, çok değerli ama kitabı okurken beni en çok etkileyen,
siyasetin emrine girdiğini orada gözleriyle gördü,’ diye yazmışsınız. Bu sizce Türkiye’ye özgü bir durum mu?” “Bu sürekli patinaj çekme durumunun bize özgü olduğunu söyleyemem. Gelişmemiş toplumlara özgü demek daha doğru. 68 bütün Avrupa’yı kasıp kavuran, evrensel bir harekete dönüşen bir süreç. Ama Batı dünyası daha mantıklı davranıp oradaki enerjiyi, gençlerin coşkusunu, hiddetini bir şekilde absorbe ederek sistemin içine almayı, böylece kısmen karşılamayı, kısmen yatıştırmayı ve gençlere kürsüler açarak seslerini duyurabilecekleri zeminler yaratmayı başardı. O sayede hem kendisi enerji topladı hem de sokaktaki muhalefeti bir şekilde eritmeye yöneldi. Biz o çocukları asarak, ezerek,
Batı dünyası daha mantıklı davranıp oradaki enerjiyi, gençlerin coşkusunu, hiddetini bir şekilde absorbe ederek sistemin içine almayı, böylece kısmen karşılamayı, kısmen yatıştırmayı ve gençlere kürsüler açarak seslerini duyurabilecekleri zeminler yaratmayı başardı. (...) Biz o çocukları asarak, ezerek, yok ederek, onlara işkence ederek aslında kendi varlığımızı da, ülkenin geleceğini de torpillemiş olduk. babası Cemil Gezmiş’in yazdıkları oldu. Sizce Cemil Bey nasıl bir adam?” “Deniz Gezmiş’in sırrı Cemil Gezmiş’te bence. Yazdıklarını okuyunca, Deniz’in öyle bir babanın eseri olduğu daha iyi ortaya çıkıyor. Her şeyden önce babanın eli kalem tutuyor, o da bir hak mücadelesi vermiş. Sonra bu, hukuk mücadelesine dönüşmüş. Evladını haksızlığa karşı isyankâr olma, esarete karşı durma gibi öğretilerle yetiştirmiş. Dolayısıyla tohumları o serpmiş. Kitapta da serpilen o tohumların ipuçlarını görüyoruz. Ama bir kadın bakış açısıyla annenin eksikliğini çok hissettim. Fazla erkek bir hikâye bu. Anne duygularını açık etmemiş, evlatlarıyla da paylaşmamış.”
“Kitabı okurken, yaşananları belgelerle görünce insan kaçınılmaz olarak o dönemi bugünle karşılaştırıyor ve hiçbir şeyin değişmediği duygusuna kapılıyor. Örneğin, ‘Genç hukuk öğrencileri adaletin nasıl
yok ederek, onlara işkence ederek aslında kendi varlığımızı da, ülkenin geleceğini de torpillemiş olduk.”
“Üniversitelerdeki ilk olaylarda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının sloganlarından biri ‘Sağ sol yok, boykot var’. Bu noktadan ‘Böyle olmuyor, dağa çıkalım’ noktasına giden bir yol var. Bugünden bakınca bu yol size nasıl görünüyor?”
“Akıllı iktidar ihtiyacı bu. Kürt meselesine bakın mesela. Bugün bize normal gelen Kürtçe şarkı söylemek, Kürtçe konuşmak, Kürtçe eğitim almak gibi şeylerin 10 yıl önce lafını edeni hapse tıkıyorduk. 10 yılda ne oldu? Bu kadar insan öldü, bu kadar kan döküldü, günah değil mi? Bunu başta akıl edebilseydik, göze alabilseydik, bugün bu noktada olmayacaktık, o kadar insan ölmemiş olacaktı. Türkiye bu kadar vakit, enerji ve para kaybetmemiş olacaktı. Aynı durum işte... O çocuklar taleplerine karşılık alabilselerdi, seslerini duyurabilecek
Ocak 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
bir zemin bulabilselerdi, mesela Türkiye İşçi Partisi (TİP) onları biraz daha içine alabilseydi, TİP meclisten kovulmasaydı, mecliste bir siyasi figür olarak varlığı önem taşısaydı, belki o çocuklar milletvekili olup kendilerini ifade edeceklerdi. Bu çocuklara kendini ifade edecekleri bir zemin bırakmadığın zaman, gerilim dağdan fışkırıyor.”
“Kitapta özellikle vurguladığınız konulardan biri, TİP’le yolları ayırdıktan sonra bu gençlerin partisizleşmesi. Çünkü hiçbir partiyi sosyalist anlamda yeterince ahlaklı bulmuyorlar. Bu onların inançlarının samimiyetinin bir kanıtı mı sizce?”
“Saf, temiz ve idealist bir hareketten bahsediyoruz. Gündelik siyasetin biraz kirlenmiş, biraz gündelik çıkarlara göre şekillenen, biraz pragmatist yapısı içinde o idealizm karşılık bulamıyor. Siyasetin kendi kuralları var; halbuki onların beklentisi, bir an önce tertemiz bir devrim yapmak. Aradaki makas açıldıkça, siyaset bu hareketleri içine alamıyor. TİP pekâlâ bu harekete kollarını biraz daha açabilirdi. Öyle yapmadı. Bence bu tarihi bir hata. Bu hata yapılmasaydı, çok daha güçlü bir sosyalist siyasi hareket oluşabilirdi, mecliste karşılık bulabilirdi. Onun yerine, silahlı mücadelenin öne çıktığı, meclisin ekarte edildiği ve askeri darbeye evrilen bir siyasi sürece dönüştü. Bunu tabii bugünden bakınca görebiliyoruz.”
“Bu konuya bağlı olarak spekülatif bir soru sorayım: İdamlar yaşanmasaydı bugünkü tablo nasıl olurdu sizce?
“Onu kestirmek hakikaten zor ama mesela o hareketin içinden bugün Ertuğrul Kürkçü mecliste siyasi hareket içinde mücadeleyi sürdürüyor. Bir başkası belki yayıncılık alanında dergi çıkarıyor, bir başkası bir internet sitesini yönetiyor. Direniş ruhu kendini yine bir yerlerden ifade edecekti ama daha güçlü olacaktı. Bu kadar örselenmemiş olacaktı. Belki zaman içinde 70’leri kan gölüne çeviren o çatışma ruhuna dönülmemiş olacaktı. O facia yaşanmasaydı belki 12 Eylül gibi bir silindir geçmeyecekti üzerimizden. Aslında bu idamlar sadece üç gencin asılması değil, bir toplumun ipe çekilmesi anlamını taşıyor.”
“Bunun bir önceki üçlü idama kıssas olduğunu düşünürsek başlangıç noktasını 1960’a bağlayabilir miyiz?”
“Tabii. İdam yanlıştır. O kadar! Bu iki kelime üzerinde toplum uzlaşabilseydi keşke. Deniz yaşasaydı, bugünkü yasalarla beş yıl yatıp çıkacaktı. Menderes’in de bütün günahı bir kenara atıldı, bir tek idamı kaldı akıllarda. Aynı durum Şeyh Sait için de geçerli. İdam, bütün günahları silen, adil yargılanma imkânı da vermeyen bir şey. Mendereslerin çok önemli, tarihi hatalar yaptıklarını düşünüyorum, ama sonunun idam olması, bizim eleştiri hakkımızı da elimizden alıyor.”
“Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu fazlasıyla romantik bir girişim. Bir avuç insandan bahsediyoruz. Hayalperest diyebilir miyiz onlara?”
“Bir hayalin peşindeki bir grup adam bunlar. Üstelik bunun farkındalar. Hayalperest değiller. Hayallerinin peşinde olmak illa ki hayalperestlik anlamına gelmiyor. Çünkü hayalperestlik, ‘Biz bu orduyla Türkiye’yi dönüştürürüz abi,’ inancıdır. Denizlerin böyle bir inançları yok, yenileceklerini biliyorlar, bir orduyla baş edemeyeceklerini biliyorlar. Ama o hareketten birinin söylediği bir söz var: ‘Bütün dert, gelecek kuşakların kulağına bir şey üflemek.’ Ve onu üflediler. Biz onu hissedebildiğimiz için Gezi’de o gençleri görebildik. Bu önemli işte... Hayali, hayalperestlikten ayıran şey de bu. Hayalperestler yaşamıyor ama hayaller yaşıyor.”
“‘Gülünün Solduğu Akşam’ı uzun yıllar önce ağlayarak okuduğumu hatırlıyorum. ‘Abim Deniz’i okurken ise hiç ağlamadım fakat korkunç bir öfke hissettim. Bu bir okur görüşü. Siz yazan kişi olarak nasıl hisler içinde yuvarlandınız bu süreçte?”
“Bir insana dışarıdan bakmakla evinin içinden bakmak arasında çok fark var. O evde onun en yalın hali-
ni, en insan halini görüyorsunuz. Kardeşiyle muhallebi tenceresinin dibini kim sıyıracak kavgası yapan birini gördüğünüz zaman idam başka bir anlam kazanıyor. THKO, mahkeme, 12 Mart cuntası generallerinin ötesinde, insana kıyan insanları görüyorsunuz. Daha genel bir perspektif kazanıyorsunuz. Deniz parkasını çıkarıyor, beyaz gömlekli çocuk oluyor. Hâkimlerin o kalemi fütursuzca ve gaddarca kırması, ‘Nasıl olabilir?’ diye sorduruyor insana. Kitabın üzerinde çalışırken bütün o yolu birlikte kat ettiğiniz için, sayfalar boyunca büyüttüğünüz o çocuğa kıymaları çok daha ağır geliyor.”
“Çevremden, Deniz Gezmiş’i tek sözcükle tanımlamalarını istediğimde ‘saf’ ile ‘kahraman’ arasında değişen pek çok yorum aldım. Onu artık daha da yakından tanıdığınıza göre, siz hangi sözcükle tanımlarsınız?” “İdealizm. Bir ideal uğruna hayattan vazgeçebilen insanlar bunlar. Bugün en çok eksikliğini hissettiğimiz şey... Aslında hepimiz o idealin peşindeyiz, sadece o kadar cesur değiliz. Bu yüzden ikinci bir sözcük isteseniz herhalde ‘cesaret’ derdim. Kimimizin ideali var ama cesareti yok; ikisi bir araya geldiğinde patlayıcı etki yapıyor ve Deniz Gezmiş oluyorsunuz.”
“Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından söz ederken çoğu zaman ‘Deniz’, ‘çocuklar’, ‘bizim çocuklar’ diyoruz. Ama sonradan fark ettim ki üçü de aslında annemden bir yaş büyük. Neden hep ‘çocuklar’? Nâzım Hikmet’in dediği gibi, ölü çocuklar büyümediği için mi, yoksa kahraman oldukları için mi?”
“Ölüm, yaşı durduruyor. Herkes yaşlanıyor, siz donup kalıyorsunuz. Bu da onları ipe çekenler için bir hayat dersi olsa gerek. Öldürdüğünüz adamlar ölmüyor aslında. Bir türlü ölmedikleri gibi, hep de genç kalıyorlar.”
“Kitabın gelirinin Deniz Gezmiş Vakfı’na bağışlanacak olması çok önemli. Vakıf kuruldu mu?” “Deniz’in yaşgününde, Şubat’ta kurulacak.”
“Biraz da sizden söz edelim. Belgelere dayanarak çalışıyorsunuz, derin araştırmalar yapıyorsunuz ama bir yandan da kişilere, olaylara öyle bir noktada dokunuyorsunuz ki sanki, ‘Ben de o acıyı/sevinci/korkuyu birebir yaşadım,’ der gibisiniz. Yani anlattıklarınızın hem içinde hem de dışındasınız. Bunun bir sırrı var mı?” “Aslında bir belgeselci için iyi bir şey değil bu. Daha soğukkanlı durması gerekir. Ama aynı zamanda da ben duygusal bir insanım. Kahramanın yolculuğu boyunca bana da değen şeyleri gizlemeyi içime sindiremiyorum. Bu ikisi tuhaf bir sentez çıkarıyor ortaya. ‘Abim Deniz’de eskiye kıyasla daha soğukkanlı durmaya gayret ettim ama tamamen duygudan arındırılmış metinler de beni çekmiyor. Ne yapmaya çalışıyorsun derseniz, şöyle anlatabilirim: Kürt Sorunu, Türk Solu, Milliyetçi Hareket gibi büyük başlıkların hepsinin insani
karşılıkları var insanlarda. Tabii ki o hareketler o insanları belirliyor ama o insanlar da o hareketleri belirliyor. Ben oradaki insan unsurunu toplumun huzuruna getirmek istiyorum.”
“Bahsettiğiniz duygusallık sizin alamet-i farikanız. Ama bunun da bir bedeli var. Tepkiler alıyorsunuz elbette.”
“Yaratılan her kahramanın, onun sadece kahraman olarak kalmasını isteyen taraftarları vardır. Kahraman olmanın tabiatında bu var. Duygusallığın ya da başka zaafların ona zarar vereceği endişesi... Çünkü bir kahraman asla hata yapmaz, asla duygularına kapılmaz, asla yenilmez, asla ağlamaz. Kahramanlık fikrinin kendinde bir sakat doğum var. Her cemaat kahramanıyla var oluyor ve ona en ufak bir halel getirmek istemiyor. Ben de halel getirmek derdinde değilim ama duyguların zaaf olmadığını, tersine, insanı zenginleştiren şeyler olduğunu düşünüyorum. Tepkileri göğüslemeye hazırım. Alıştım da biraz.”
“En çok zorlandığınız belgesel hangisiydi?”
“En çok dayağı ‘Mustafa’da yedim. Hatta bir kitap projem var ‘Mustafa’nın yapılış süreci ve sonrası üzerine. Çünkü ben bu sürecin, Türkiye’nin film üzerinden Ata’sıyla hesaplaşması olduğunu düşünüyorum. Biraz da bir çocuğun babasıyla hesaplaşmasına benzetiyorum. Film üzerine 600 küsur makale çıkmış. Bir toplum Atatürk’ü nasıl görüyor, nasıl görmek istiyor, bazı mesajları selektif algılamayla nasıl reddediyor… Bütün bunların bir hülasasını yapmak geçiyor aklımdan. İsmini de koydum: ‘Onun Parmakları O Kadar Kalın Değildi’. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden bir profesörün bilirkişi raporunda, filmin kahramanının parmaklarının fazla kalın olduğu, Atatürk’ün parmaklarının daha ince olduğu yazıyor.”
“Pek çok hayatı incelediniz. Siyaseti yakından takip ediyorsunuz. Bunca şeyi bilen bir insan umutlu olabilir mi?”
“Bilgi umudun düşmanıdır derler ama rahmetli Ünsal Oskay hocam bize tamamen tersini söylerdi. Mutsuzluğun az bilgiden kaynaklandığına inanırdı ve bizi buna inandırdı. Ben ne zaman umutsuzluğa kapılsam o sözü hatırlarım. Biraz tarih bilenler, onun içinden pek çok umut damıtabilirler. Deniz Gezmiş özelinde bakarsak, bu bir idam hikâyesi. İçinde umutsuz olmak için pek çok neden var, ama Gezi’de baş köşede onun resminin durması, bugün ismi üzerinde genel bir ittifak oluşması, itibarının iade ediliyor olması, mezarının yüz binlerce kişi tarafından ziyaret ediliyor olması, çocukların Deniz adını taşıması… Bunlar umut vermiyor mu size? Hiç umutsuz değilim. Tarihe baktığınız zaman görürsünüz ki zulüm hep var ama isyan da var. İyimser yönden bakarsanız, tarih aslında zulmedenlerin cezalandırıldığı bir ders kitabı.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2015
Modern Kadının Orta Yaş Serüveni Ayşe Kulin, önceki üç romanından tanıdığımız Handan karakterini merkeze koymuş son romanında. Ancak “Handan”, diğer kitaplardan bağımsız bir roman; günümüz metropolünde yalnızlığa meydan okuyan, dolu dolu yaşamak isteyen bir kadının portresini çiziyor. Yirmili yaşında boşanan Handan, çareyi kendini işine vermekte bulur ve bir yayınevine ortak olur. Kısa süre sonra, ortağıyla gizli, yoğun bir ilişki yaşar. Ancak birbiri ardına patlayan skandallar nedeniyle Amerika’ya, kardeşi Kayhan’ın yanına kaçan Handan’ı bir trajedi beklemektedir: Kayhan kanserdir, bir iki aylık ömrü kalmıştır ve Handan’dan, kızı Defne’ye sahip çıkmasını ister. Kardeşine verdiği sözü tutan Handan, Defne’yi yanına alır ve İstanbul’a döner. Ancak İstanbul dönüşü Gezi günlerine denk gelecektir. Dahası, Defne iflah olmaz bir çevrecidir… Defne tutuklanır. Elinden beklemekten başka bir şey gelmeyen Handan ise, duruşma gününe kadar bir kıyı kasabasına çekilir. Otel odasında bulduğu, Halide Edib Adıvar’ın başyapıtlarından “Handan” onu geçmişe bakmaya zorlar. Ayşe Kulin “Handan”la büyük şehirde yaşayan günümüz modern kadınının orta yaş serüvenini anlatıyor. Tek başına, akıllı, cüretkâr, cinselliğine sonuna kadar sahip çıkan Handan, ayrıca siyasi duruşu ve Türk kadını hakkında sözü olan biri… Kadınlığı sadece analıkla özdeşleştirmeyen, yaşamak ve dolu dolu sevmek isteyen biri... “Handan”, Ayşe Kulin, 272 s., Everest Yayınları, 2014
Amatör Kümeden Cumhurbaşkanlığına... Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Beyoğlu Belediye Başkanı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı, daha sonra üç dönem üst üste başbakan olarak görev yaptı. AKP’nin lideri her gün bütün gazetelerde manşet oluyor, bütün televizyon kanallarında boy gösteriyor. Hakkında sürekli kitaplar yazılıyor. Bunların çoğu lideri göklere çıkaran kitaplar. Bununla birlikte Tayyip Erdoğan’ın hayatına dair yazılanlar nedense birbirini tutmuyor! Üstelik bizzat Tayyip Erdoğan’ın onayladıkları bile. Tayyip Erdoğan’ın hayatını anlatan kitaplar da aynen Erdoğan’ın çeşitli zamanlarda söyledikleri gibi birbiriyle çelişik. Oysa Recep Tayyip Erdoğan 1954 doğumlu, yani hayatının kayıtları da, tanıkları da mevcut. Peki Recep Tayyip Erdoğan aslında kimdir ve bu karışıklığın kaynağı nedir? Mustafa Hoş’un yazdığı “Big Boss” isimli kitap işte bunun peşinde. 70’lerde amatör kümede futbol oynayan Tayyip Erdoğan’ın şutları 2000’lerde gol oluyor. Emine Hanım’la görücü usulü evliliği dillere destan bir aşka dönüştü. Kasımpaşa’da simit satan fakir çocuğun NeoTürkiye’nin Big Boss’luğuna kadar terfi ettiği merdivenin basamakları efsanelerle dolup taştı. Malum, “Şeyh uçmaz, müritleri uçurur.” Bütün bu efsanelerin perde arkası ise karanlık isimlerin cirit attığı koskoca bir muamma. Mustafa Hoş işte bu muammayı çözmek, Tayyip Erdoğan’ın gerçek yaşam hikâyesini anlatmak amacıyla çıkmış yola. Bu iddiasının da altını doldurmak için de kitabını derin araştırmalar üzerinde oluşturmuş. “Big Boss”, Mustafa Hoş, 280 s., Destek Yayınları, 2014
Yüzde Yüz Yerli Bir Polisiye SAİME AKAT
P
olis emeklisi, sigortacı Ahmet Gürsoy evinde ölü bulunur. İlk bakışta intiharı düşündürmektedir bu ölüm. Ancak, inanç sahibi birinin böylesine büyük bir günahı işlemekten kaçınacağı gerçeği ve evde bulunan güvenlik kameralarının kayıtlarının silinmiş olması, ölümü kuşkulu kılmaktadır. Polis olayın usta işi bir cinayet mi yoksa intihar mı olduğu sorusuna yanıt ararken, gelişmeler ve Ahmet’in özel yaşamına ilişkin erişilen bilgiler, bu ölümün çözümü için farklı kurumları, farklı yaşantıları ve nihayetinde farklı dünyaları bir araya getirir. Kurgunun yükselen temposu ilerleyen sayfalarda gergin bir kovalamacaya dönüşür. Büyüklü küçüklü yalanlarla, gecikmelerle, ardıl cinayetlerle ve şanssızlıklarla vaka karmaşık bir olaydır artık. Bu cinayetler hedef midir, yoksa başka birtakım gerçekleri örtbas etmeyi mi amaçlamaktadır? Roman boyunca bu sorulara yanıt aranır. Polisin ve müdahil olan yetkililerin sürekli bir adım geride kalması gerilimi git gide tırmandıracaktır. Beklenmedik gelişmelere ve iyi niyetle atlanan ayrıntılara, bir de roman kişilerinin yaşadıkları çalkantıdan dolayı yaptıkları hatalar da eklenince işler iyice sarpa saracaktır. Gülce Başer imzalı “Bir Ceset Bir Söz”, yüksek temposuyla ve gerilimiyle polisiye türünün başarılı örneklerinden biri olarak okurun karşısına çıkıyor. Ana karakterin ilk bölümlerde kesinleşmemesine koşut olarak şüpheli sayısı artıyor ve hatta maktülün eşi Nihal de bu uzun listeye dahil oluyor. Uğruna bütün hayatını değiştirdiği aşk öyküsü, işlenmiş olan cinayet kadar açıklama bekliyor. Üniversitede sosyoloji öğrenimi gördükten sonra bir firmanın insan kaynakları müdürlüğü yaparken; sırf aşkı ve onun talepleri için kendi inandığı her şeyden ve herkesten vazgeçip tesettüre giren Nihal’in hikâyesi okurun zihninde sorular doğuruyor. Tek soru işaretleri burada belirse cinayetin çözümü kolay olabilirdi belki. Ama Ahmet’in girift aşk yaşamı, ketumluğu ve ofisteki işlere hâkimiyeti ile sağkolu Nazif, iş arkadaşı Süleyman, iş yaşamı, üstlendiği gizli resmî görevler, kısaca hayatındaki her alan ve kişi bir cinayete kurban gitmesi için yeterli gerekçe yaratıyor... Ölümün soğuk yüzüyle sarsarak başlayan serüven, Nihal, Ahmet’in eski eşi Mehtap ve bu iki rakibe arasında gelişen dayanışmanın yanı sıra, olayı çözme görevini üstlenen polislerin ve yetkililerin hayatlarının da öyküye katılmasıyla bir toplum romanına dönüşüyor. Sınır noktalarda bir araya gelen farklı dünyaların insanları, klasik polisiye roman kalıplarını zorlayan yüzleşmelerle ince toplumsal çelişkileri yansıtıyor. Yazar dokunulması sakıncalı konulara dokunuyor ve karakterlerinin hayatlarında bu yapıların, iktidar değişikliklerinin ve önyargıların, bir anlamda sıcak siyasetin yarattığı tahribatı gözler önüne seriyor. Hepimizin bildiği kurumsal ve toplumsal dönüşümler, birinci dereceden etkili oldukları kişileri nasıl değiştiriyor, nasıl zorluyor ve nasıl çaresiz bırakıyor? Ezbere bildiğimizi sandığımız hayatlar gerçekte nasıl yaşanıyor? Öte yandan yazar, alt öyküleri yüzeyselde bırakmak pahasına polisiye sınırlarına sadık kalıyor. Tartışmaları deşmektense, onlara müstehzi birer ayna tutarak, eleştirdiğimiz toplumun aslında biz ve bizim gibi bireylerden kurulu olduğunu hatırlatmakla yetiniyor. Örneğin Gezi eylemlerinde uygulanan şiddete karşı olan bir polisin durumu ile eşi eylemlere katılan bir polis... Tasavvufla ilgili dindar bir kadının felsefesiyse aldatılan kadın konumunda ele alınıyor. Bu
güncel meselelerin olayların akışı içinde romana kendiliğinden girmesiyle, yapıt yüzde yüz yerli bir polisiye niteliği ediniyor. Temponun düşmesini önleyen yan öyküler, doğal akış içinde kurguya dahil oluyor. Cinayetlerin şiddeti düşünüldüğünde oldukça sert sayılabilecek öykü, yine bu alt öyküler aracılığıyla yumuşatılıyor. Roman kişileri, neyle uğraşıyor olursa olsunlar, birer özel hayatı da sürdürüyorlar, tıpkı gerçekte olduğu gibi... Yine bu öykülerle aracılığıyla Gezi olayları başta olmak üzere yakın tarihimizin bazı toplumsal anları da insani boyutlarıyla romanda yer buluyor. İnsani boyut deyince, kadınlık hali ve kanıksanmış cinsiyet ayrımcılığı, ötekilerin dünyası ve inançlar üzerine yanıtlarını bildiğimizi sandığımız sorular bir kez daha önümüze geliyor. Yazar, bu soruları öykülere saklayarak didaktik olmaktan kaçınıyor. “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla kurulur,” gibi iddialı bir tezi tartışmaya açmıyor; yazarın istediği daha sade, daha düz şekliyle bireyde kalan gündelik izlenimlerin tercihleri ve düşünce dünyası üzerinde yarattığı etkileri görmek. “Bir Ceset Bir Söz” esrarengiz bir cinayetle başlayan, aşkın en yalın haliyle yaşamın en girift çelişkilerini harmanlayan bir polisiye. Şiirleriyle bildiğimiz Gülce Başer bu kez bir romanla okurun karşısına çıkıyor. Sarkastiğe eğilimi romanda da kendini hissettiriyor. Polisiye, yazarın özgürlük alanını genişleten bir tür. Gerilim anlarının karakterlere mizaçlarının dışına çıkma olanağı sağlaması, çok farklı kişileri ve dünyaları sınır denen noktalarda bir araya getirebilmesi açısından polisiye, okur kadar yazarda da heves uyandırıyor. Başer, bu ilk romanında bir akıl oyunları denemesini, biraz mizah, biraz da bireylere tutulan aynayla ısıtıyor. “Bir Ceset Bir Söz”, Gülce Başer, 336 s., Remzi Kitabevi, 2014
Ocak 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Orhan Pamuk’un Yoksul İnsanları OZAN EZGİ BERBEROĞLU
“K
afamda bir tuhaflık vardı; içimde de ne o zamana ne de o mekâna aitmişim duygusu.” Orhan Pamuk’un yeni kitabına ismini veren, Şair William Wordsworth’ün bu dizeleri. Pamuk’un epeydir beklediğimiz romanı “Kafamda Bir Tuhaflık” sonunda kitaplıklarımıza girdi. Romanın adını uzun süredir biliyor, yazarın bize bu kez nasıl bir hayal dünyası çizeceğini merak ediyorduk. Eser, yazarın altı yıllık çalışmasının ürünü. Yaratılış süresinin uzunluğuna paralel biçimde romanın örgüsü de Türkiye’nin 50 yıllık tarihine yayılıyor. 1960’lardan günümüze kadar uzanan geniş bir zaman kesiti, bir aşk hikâyesiyle harmanlanıyor. Orhan Pamuk, sosyal hayattan yazın dünyasına kadar her yerde “yedek insan” olarak çemberin dışına itilenlerin, kolektif yaşamın asli unsurları olduğunu hatırlatıyor eserinde. Alıştığımız kentli tanımının dışına çıkarak kentli kimliğini farklı açıdan yorumluyor. Ortalama romanların vazgeçilmezi iyi eğitimli, kentli karakterlerin etrafında dönen kurguların uzağında, geri planda kalmış yoksul kahramanları öne çıkarıyor ve bireyliğini belirgin hatlarla çiziyor. “Köpekler hâlâ deli gibi havlıyorlardı. Mevlut köye artık yabancı olduğunu, hiçbir köpeğin onu tanımadığını anladı.” Mevlut Karataş henüz on iki yaşındayken Anadolu’dan İstanbul’a göçer ve burada uzun yıllar birçok küçük kazançlı işte çalışır. Kentin kuytu mahallelerinde kırk yılını geçiren kahraman; değişen insanlara, kalabalıklaşan sokaklara, zenginleşen ve fakirleşen topluluklara, yok edilen mahallelere, siyasi çalkantılara tanık olur. Bu süre boyunca aşkı, yalnızlığı, öfkeyi ve daha birçok duyguyu en güçlü şekilde yaşar ve hep “kafasındaki tuhaflığın” nedenini merak eder. “Kafamda Bir Tuhaflık” aşkın ve kentin romanı. Tüm ara sokakları, sokak lambaları ve yalnız insanlarıyla dev bir İstanbul portresi. Resim kimi yerde öyle ince işlenmiş ki, sadece bir anında kaybolmak, zamansız bir yolculuğa çıkmak mümkün. Toplumun, alışkanlıkların, yaşayış biçimlerinin yakın tarih içinde geçirdiği değişimler ayrıntılarıyla hatırlatılıyor okura. Yaşama ve kente dair unuttuğumuz birçok detayı hafızamızdan geri çağırmamızı sağlıyor yazar. Adeta biriktirdiği zamanı bir çırpıda avucumuza veriyor. Uzun sürelere yayılan değişiklikler ağır ağır hayatlarımızı başka yönlere çekerken, içinde bulunduğumuz akıntıyı dışarıdan fark edemeyebiliyoruz. Yazar bu değişimleri bir karanlık oda gibi kaydediyor ve yorumluyor. Mevlut’un hikâyesi çok uzun bir zaman dilimine yayıldığı için anın içinde yakalanması zor olan uzun soluklu değişiklikleri daha belirgin gözlemleme şansı yakalıyoruz. Orhan Pamuk’un kitabın adını yıllar önceden duyurması okurda uzun süredir artan bir beklenti doğurdu. Bekleme süresi uzadıkça da henüz okunmamış olmasına rağmen kitap hakkında birçok yorum ortaya atıldı. Bu yorumların Pamuk’un önceki eserleri ile “Kafamda Bir Tuhaflık” arasında yapılan kıyaslamalar çevresinde yoğunlaştığını gözlemliyoruz. Elbette karşısında Nobel Ödüllü bir yazar olunca, okurun beklentileri de git gide artıyor. “Kafamda
ozan@ozanezgiberberoglu.com Bir Tuhaflık”ta yazarın yepyeni bir doruk keşfedeceğini ve okura eşsiz bir aşkınlık yaşatacağını umanlara eseri daha mütevazı bir beklentiyle okumalarını tavsiye ederim. Zira romanın, tüm bileşenleriyle ele alındığında “Kara Kitap”ın üzerinde bir yere konulabileceğini düşünmüyorum. Elbette bu öznel bir yargı. Ne var ki, yazarın en iyisi olmasa da anlatım tekniğiyle en başarılı romanlarından biriyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Eser okurla aynı dili konuşuyor. Bu onu kolay okunur hale getiriyor ve karakterle bütünleşmeyi kolaylaştırıyor. Bir eseri sevmenin en önemli nedeni kahramanların duygularına yakınlaşabilmektir. Orhan Pamuk, Mevlut’un duygularını onun ağzından, en sıcak haliyle aktarıyor ve bu yakınlaşmayı mümkün kılıyor. Yaşadığı aşk, hissettiği boşluk, çözmeye çalıştığı tuhaflığı… Kahramanın ruh haline tümüyle nüfuz ediyor ve olayları onun gözüyle görebiliyoruz. Eserin okuru bu denli içine çekmesinin sırrı elbette yazarın dilindeki ustalıkta gizli. Bu yüzden Orhan Pamuk’un okurun dilini çok iyi bildiğini tekrarlamakta fayda olduğunu düşünüyorum. “Kafamda Bir Tuhaflık”ta da “Ben Bir Ağacım”da olduğu gibi birden fazla anlatıcı bulunuyor. Karakterler araya girerek anlatımda çok seslilik oluşturuyorlar. Bu, romanın ilerlemesinde okura yardım eden unsurlardan. Yazarın zamanı kullanış biçimi de yine romanı özel kılan faktörlerden. Karakterlerin kendilerini araya girerek dolaysızca ifade etmesi ve zamanın içinde yapılan ileri geri hareketler okurun romanın bir parçası haline gelmesini kolaylaştırıyor. Orhan Pamuk kısa roman yazamadığını söylüyor. Bunun okuru için büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Zira onun romanlarında çizdiği dünyanın dışına çıkmak o kadar zor ki, kimsenin bu yolculuğun bitmesini kolay kolay isteyeceğini sanmıyorum. Hal böyle olunca hiçbir Orhan Pamuk romanının yalnızca bir kez okunarak rafa kaldırılabileceğini zannetmiyorum. Bildiğiniz bir hikâyenin daha önce görmediğiniz detaylarını fark edip kenti, insanları ve duyguları daha çok renkle hayal edebilmek için kitabın ilk sayfasını ikinci kez çevirmek gerekiyor. Böylece, birçoğumuzun ilk şahitliğinde yabancı olduğu yaşamlar ve sokaklar zihnimizde daha belirgin hale geliyor ve kentin artık tanıdık sokaklarında Mevlut’la birlikte gecenin içine doğru tekrar yürüyebiliyoruz. “Kafamda Bir Tuhaflık”, Orhan Pamuk, 480 s., Yapı Kredi Yayınları, 2014
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Gün Zileli ve Bitmeyen Mevsim… Bir roman okumaya başlamak… Hoş bir duygu... Bildiğimiz ya da bilmediğimiz hayatlar konusunda ufkumuzu süsleyen irili ufaklı olaylar, davranışlar, belli bir karmaşa içinde gelişen, hatta pekişen duygular… Evet! Romanı içten ve dıştan saran öğelerin peşinde yeni rüzgârlar yakalamak üzere Gün Zileli’nin “Mevsimler“ine uzanıyorum. Bu romanda beni çeken neydi ilk bakışta? Kışkırtıcı kapak kompozisyonu mu? Romanın içinde mevsimlerin siyasal dalgalanmalarla sıralanması mı? Gün Zileli’nin kişisel biyografisini oluşturan kırılma noktalarını bu romanda arama tutkusu mu? Yakın dönemlere ilişkin kimi kurgusal yapıtların cesaret kırıcı niceliği mi? Romantizmi arabesk türküye indiren çoksatar romanların beğeni kazandığı medya çılgınlığı mı? Belki de hepsi. Nihayet içimizi ferahlatan bir romanla karşı karşıyayız. Her ne kadar bestseller romanların ritüellerini anımsatan romanın ilk bölümündeki gardenparty sahnesi burukluk yaratsa da. Ama bu sahne sayesinde romanın kahramanlarını bir arada görebiliyoruz. Önemli bir kurgusal buluş bu! Üstünde durmalı edebiyat tarihçilerimiz. “Mevsimler” romanındaki olaylar zinciri, –elbette 1960 sonrası söz konusu– ülkemiz insanının özellikle gençlik çağının yönelimlerini, toplumsal gelişmelere karşı takındıkları tavırları fon olarak vermesi ve gelişen ortak davranış kültürü açısından ilgi çekici. Bu arada birkaç noktaya değinmeden edemeyeceğim. Romanda Suat karakterinin konuşurken “r”leri yutması ona halkla bütünleşememe anlamında burjuva bir karakter veriyor evet, ama tüm diyalogların böyle olması gerekli mi? Ve kitabın sonunda Gediz’in de öyle konuşmaya başlaması insanı yaralıyor, ürkütüyor. Muammer (Sibel) adlı karakterin nemfoman görüntüsü, değişik ilişkiler yaşaması dışında bir yere bağlanamıyor. Rümeysa ve Sibel dışında hemen hemen hiç kadın kahraman yok romanda. Bu da “sol” eylemler açısından önemli bir vurgulama. Ferit’e ne olduğu metnin akışında sonlara doğru merak ettiriliyor. Belki bir başka devam romanında… 1961 yılından sonra sıcak bir Sarte-Camus tartışması olabilir mi? 1 Mayıs 1977. Olaydan bir süre sonra anımsanırken ancak “kanlı 1 Mayıs” olarak nitelenebilir bence… *** Gün Zileli üstünde durulması, tartışılması gereken bir roman çıkarmış. Öteki kitaplarının ötesinde zengin bir kavrayışla bağırıp çağırmadan, slogan atmadan dönemin psikolojisini sorgulamaya girişiyor. Gün Zileli’yle tanışıklığım çok yeni. Kardeşim Ömer Faruk’un eski bir arkadaşı. Bir de anım var. 1993 sonrası bir ara yayınevi kurma hayaline kapılmış, eşe dosta bu hayalimden söz eder olmuştum. Tanışmadığım halde ilk söz verenlerden biri de yurtdışından Gün Zileli olmuştu. “Yarılma” adlı kitaptı yanılmıyorsam. Hatta arka kapağa konulacak bir de fotoğraf yollamıştı. Yıllar sonra kaybettiğini sandığı o fotoğrafa kavuştuğunda Gün’ün sevincini tarif edemem. Hayat işte böyle! Yitirdiklerimizle, kavuştuklarımızla başlı başına bir roman olan hayatlarımız… Ne kadar yazsak az… Öneri:
“Alandaki Park”, Adnan Özyalçıner, öykü-anlatı, 136 s., Evrensel Yayınları, 2014
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2015
KEMAL SUNAL:
YANAKLARIMIZDA BİR ÇİFT GAMZE SARPHAN UZUNOĞLU sarphan.uzunoglu@khas.edu.tr
G
ü l Sunal’ın kitabı “Kemal, Hadi Gel, Bir Kahve İçelim” belki de gördüğümüz en insani gülümsemenin sahibi Kemal Sunal’ın, pek çoğumuzla araya kamera girmeden ilk karşılaşması. Birçok sanatçının ardından yazılan sansasyonel kitaplara benzemiyor. Bir devin değil, insanın öyküsünü anlatan naif yaklaşımı, gazeteci profesyonelliği dediğimiz o basın açıklaması kokan dilden uzak. O yüzden de bir Kemal Sunal yazısı yazılacaksa, onunla ilgili anekdotları ve onun karakterine ilişkin ipuçlarını bulmak için, bu ideal bir kitap. Sokakta herkesin çok ciddi bakışlarla karşılaştığı bu ülkeyi güldüren adama dair farklı bir fotoğraf. İlk oyununun adı Zoraki Tabip. Ardından Kenter dokunuşu onu Kenterler Tiyatrosu’na taşıyor. Sonra da Ferhan Şensoy gibi isimlerin de yolunun düştüğü ünlü Ayfer Feray Tiyatrosu ve yine ona benzer biçimde Devekuşu Kabare geliyor. Yavaş yavaş tırmanılan kariyer basamaklarında Kemal Sunal tiyatronun en iyileriyle karşılaşıyor. Kendisi, sahne yolculuğunu çoğu zaman rastlantısal ve biraz da kendisini ürküten bir şey olarak tanımlıyor. Film Şeridine Sığan Hayat 1972’de ise sinema hayatı neşeli bir filmle başlıyor: Tatlı Dillim. Ertem Eğilmez’le ilk bu filmde buluşuyor ve Tarık Akan’ın (filmdeki adıyla Ferit) basketbolcu arkadaşlarından birini oynuyor. Yani o da birçok ünlü oyuncu gibi Yeşilçam ailesine “yakışıklı ve zengin çocuğun arkadaşları” kontenjanından girmiş oluyor. Bugün Sunal’ın o filmdeki genç haline bakınca bile uzun yolculuğunun başındaki o genç adamı neden sevdiğimizi anlıyoruz. Gülümsemesi çapkın değil ama içinde çekici bir parıltı barındırıyor. İlk filmlerin-
Peki kim bu adam diye baktığımızda, Gül Sunal’ın da, hakkında yapılan çalışmaların da bize söyleyecek çok şeyi var. Çocukluğu hakkında bildiklerimiz fazla ayrıntı içermiyor. İstanbul’un Küçükpazar semtinde büyük bir marketten emekli olan bir baba ve ev hanımı bir annenin oğlu olarak 1944 yılında dünyaya geliyor. Belli ki kendisine çok düşkün bir annesi, iki de kardeşi var Kemal Sunal’ın: Cemil ve Cengiz. Mimar Sinan İlkokulu’nun ardından bugün hâlâ adının gülümseyerek anıldığı yerlerden biri olan Vefa Lisesi’ne geçiyor. Zaten hayatının kırılma noktalarından birini orada yaşıyor: Müşfik Kenter’le tanışıyor.
de hep Ertem Eğilmez imzası var; yakışıklı jön Tarık Akan, Hale Soygazi, Münir Özkul, Halit Akçatepe ve Hulusi Kentmen gibi isimler de orada. Film künyelerini dolaşırken, afişlere ve filmden karelere göz gezdirirken Türkiye sinema tarihinin aile albümüne bakıyor gibi hissediyor insan. Bazı filmlerinin müziklerinin altında Neşet Ertaş imzası var. 70’lerin içinden çıkıp gelen insanların bugünün kültür dünyasına yaptığı etki şaşırtıyor insanı. 1974 yılı ise Kemal Sunal’ın sinema hayatındaki ilk başrolüyle, Salako’yla beyaz perdeye yansıyışını getiriyor. Kariyer basamaklarını çıkarken kaleminden de mektuplar dökülüyor Kemal Sunal’ın. Gül Sunal’la ilk karşılaştığında kucağında elbiseleri, üstü çıplak bir şekilde sahnededir Kemal Sunal. İki dakikalık bir bakışma, sonrasında karşılaşmalar ve aşk başlamıştır. Yoğun bir mektuplaşmanın, şehir dışından edilen telefonların ardından geliyor evlilik teklifi. O yıl evleniyorlar. Evlilik, sorumluluk demek. Akıllarında sorular, yarı zemin bir dairede bir hayata başlıyorlar birlikte. İnsanların filmlerini izlemek için çatılara çıktığı adam, çatıdan pek uzakta bir yerde başlıyor evlilik yaşamına.
1975 Hababam’ın yılı olacak ama... Rıfat Ilgaz’ın İnek Şaban’ı Sunal’ın bedeninde can bulacak. O günden bu yana ne zaman bir filmde ya da dizide saf, komik bir karakter çizilse onda İnek Şaban’ın izlerini görecek olmamız bizi şaşırtmaz. Bir yanda Ilgaz’ın kalemi vardır, öte yanda Sunal’ın yeteneği. 1975’e iki Hababam filmi sığar. Bugün hepimizin aklına ses tonundan ifadelerine dek kazınmış olan diyaloglar bu filmlerle beyaz perdeye yansımıştır artık. Sunal’lar Aile Olurken Her ne kadar şöhret ve başarı dolu bir dönem sayılsa da para kazanmanın bugünkü kadar kolay olmadığı yıllardan söz ediyoruz. Yeşilçam’da başrol oynamış bir adamın sahip olmasını bekleyeceğimiz yaşam standartlarından fersah fersah uzak koşullarda yaşar Sunal. Gül Sunal, kitabında onun bunlara aldırmadığını söylüyor. Arzu Film’e ve Ertem Eğilmez’e inandığını vurguluyor. Malum, yönetmene inanmak oyuncunun kumarıdır. Yeşilçam ise varlık içinde yokluğun sinemasıdır. O da bunu bilir. Tam da o dönemde oğlu Ali’nin doğacağı müjdesini almışlardır. Evliliklerinin ilk yıllarındaki o evden Arzu Film’in “kısıtlı imkânları” çerçevesinde ayrılırlar.
Ocak 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
Küçük evlerinin eşyası yeni büyük evlerini doldurmaz, perdeler avizeler, halılar... Sanki küçük bir hayattan büyük bir hayata geçiştir bu. 1977 uğurlu yılı olur Kemal Sunal’ın. İlk çocuğu Ali’nin yanı sıra Altın Portakal’da da bir ilki yaşayacaktır. İlk kez bir güldürü oyuncu en iyi erkek oyuncu ödülünü alır. Sunal’ın hayatının bu dönemi bazen 70’lerin ünlü oyuncu ve tiyatrocularıyla sabahlara kadar süren akşam gezmeleriyle geçse de, evini çok seven, evinde insan ağırlamaktan büyük keyif alan biri olduğunu söylüyor Gül Sunal. Eşinin hatıralarında, bizim tanımadığımız birçok insan giriyor devreye. Evinden misafir eksilmiyor. Sevilen biri olduğu ortada ama bu bölümde Gül Sunal başka bir Kemal Sunal’ı da anlatıyor: Baba Kemal Sunal’ı. Telefonla iletişim kurulamadığı için setten koşarak eşini ve oğlunu kontrol etmek için eve gelen, şefkatli olduğu kadar da çocuklarına düşkün bir baba. 1977’de Hababam Sınıfı defterini Hababam Sınıfı Tatilde ile kapatıyor, biz onun kapattığı yerden açıp açıp tekrar okumaya devam ediyoruz. 1978 yılında başka bir şapka takıyor kafasına. O artık bir yapımcı. Yüz Numaralı Adam ise yaptığı ilk film oluyor. Birçok açıdan bu, 70’lerin de havasına uygun, sosyal yapıyı eleştiren bir film. Sunal’ın pek de renk vermediği ideolojik dünyasından esintiler taşıyor. Üstelik onun daha önce oynadığı filmlere benzemiyor. Zaten 70’lerin ruhunu, anti-otoriter tavrını belirgin olarak hissettiğimiz filmleri de bu dönemde ardı ardına geliyor. 80’lerdeki filmlerinin genel teması yeni liberal ekonominin içerisinde zalimleşen ya da kendini kaybeden yeni bir sınıfın eleştirisidir. ÇarıkYapacağım Son İş Reklam Olur... Hayatı boyunca reklamla arasına bir mesafe koyan, hatta eşinin ifadesine göre “Yapacağım son iş reklam olur,” diyen Sunal’ın sahiden de son işi oynadığı E-Kolay reklamı olmuştu. Aslına bakılırsa, Sunal’ın reklama karşı aldığı bu tavırda garipsenecek bir şey yoktu. Sınıfsal çelişkilere, ezen ezilen ilişkilerine açık referansları vardı filmlerinin. Özellikle 70’lerdeki ve 80’lerdeki filmlerinin toplumsal gerçekçilikle rahatlıkla bağdaştırılabilecek dili, Türkiye insanını sokuldukları garip deli gömleğinden
lı Milyoner’den Katma Değer Şaban’a dek ciddi bir ekonomik sistem eleştirisi vardır Sunal’ın. O’nun filmlerinin dili Cüneyt Arkın’ın Yıkılmayan Adam’ına benzemez. Kahramanlıktan ziyade bir anti-kahramanlık söz konusudur. Güldürü de orada başlar. 82 filminden yalnızca ikisinin senaryosunu kendisi yazmıştır: Sosyete Şaban ve Çarıklı Milyoner. 90’lar yüksek lisans yıllarıdır. Akademiyi sinemaya tercih eder. Kim kendi sineması hakkında o güne dek yeterince yazılıp çizilmemesini dert edip kendi oyunculuğu ve filmleri üzerine bir tez yazar ki? İlk bakışta herkesin garipseyeceği, hatta biraz da hor görebileceği bir fikir belki bu. Belli ki ve iyi ki Kemal Sunal’ın böyle kompleksleri yoktu ve Türkiye üniversitelerinde sinema çalışmalarının yükselişe geçtiği; ama Yeşilçam’a ilişkin en parlak tezlerin henüz ortaya çıkmadığı dönemde, birçoklarını şaşırtabilecek bir karar vererek kendi sineması hakkında bir tez yazmıştı. Arşivlere girdiğinizde 48 yaşında yazdığı bu yüksek lisans tezinin Kemal Sunal sinemasıyla ilgili ilk tezlerden biri olduğu görülüyor. Bu çalışmadan sonra Kemal Sunal sineması ve Yeşilçam’la ilgili daha çok tez yazıldı. Son filmi ise oğluyla beraber kamera karşısına geçtiği Propaganda’dır. Metin Akpınar’la birlikte bu filmde gösterdikleri büyük performans 1970’lere verilen bir selamdır. Sanki Zeki Alasya, Halit Akçatepe, Münir Özkul ve Tarık Akan’la oynadıkları filmlerin hepsine Türkiye’deki yeni sinema içinden verilen bir mesajdır bu. Hikâyenin geri kalanını yazık ki biliyoruz. Balalayka’nın çekimlerine giderken, oğlunun yanı başında bir uçakta kalp krizi sonucu hayata veda eder Kemal Sunal. Gül Sunal o güne ve sonrasına dair öyle şeyler anlatıyor ki, bir an kendinizi ailenizin ciddi ama şefkatli babasını kaybetmiş gibi hissediyorsunuz. Onun acısını hissetmek için soyadınızın Sunal olması gerekmiyor; ama Gül Sunal’ın kitabı sizi cenazenin hemen sonrasında taziye evinin salonuna kadar götürüyor.
çıkarmayı deniyordu. Ya bir ağanın yanaşması ya da bir bekçinin yancısını canlandırırdı. Komikliğinin temelinde oyunun kurallarını bilmeyişi vardı ve tüm feodal değerlere çomak soktuğunda, ağaya meydan okuduğunda; karakterleri hiçbir zaman meydan okuduğu şeyin farkında değildi. Bilmeden ya da istemeden, çok daha günlük bir dille, hepimizin yapmak istediklerini yapan biri olsa bile. Tiyatroda Kemal Sunal Kemal Sunal’ın tiyatro sahnesine çıkışı 1966 tarihine denk gelir. Sunal Fadik Kız isimli bu oyunda birden fazla rolde görünür. Diğerlerine göre daha ünlü olan oyunları arasında Orhan Kemal’den uyarlama olan Murtaza ve Haldun Taner’in kaleminden çıkan Dün Bugün ve Dev Aynası vardır. Sunal tiyatro hayatı boyunca toplam on iki oyunda sahne almıştır. Kemal Sunal’ın oynadığı son tiyatro oyunu da Dev Aynası olmuştur. İnek Şaban! Kemal Sunal denince akla İnek Şaban lakabı gelir. Ancak 1985’ten sonra Sunal sinemada bir daha Şaban’ı canlandırmamıştır. Bu dönem
Ayşen Gruda, Sunal için ne dedi? Bana Kemal Sunal’la ilgili en çok “Kemal Sunal nasıl bir adamdı?” sorusu sorulurdu. Ben de bu soruya çok kızardım, herhalde ben arkadaşıma kötü bir adamdı demem, zaten de değildi. Hatta bu soru arkadaşlarımla aramızda şaka konusu olmuştur, beni gördüklerinde Kemal Sunal nasıl bir adamdı diye sorarlar beni kızdırmak için. Kemal Sunal şöyle bir insandı: Öncelikle bir sanatçıydı, altını çizerek söylüyorum bir “insandı”. Dışarıda pek fazla gülmediği, neşeli görülmediği söylenir. Ben de öyleyim, üstelik Türkiye’de yaşıyorum, nasıl neşeli olayım, nasıl güleyim? Gülmek için fazla sebebimiz yok maalesef; dışarda hokkabazlık yapacak halimiz de yok. O gayet ciddi, aklı başında, iki tane pırıl pırıl evlat yetiştirmiş, iyi bir eş, iyi bir baba, iyi bir arkadaş, uzun dostlukları olan, işini gayet disiplinli yapan bir oyuncuydu. Şaka kaldıran ve şaka yapan biriydi çünkü şaka kaldırmak için şaka da yapmanız gerekir. Sahnede de hem işini yapan hem eğlenen hem eğlendiren bir arkadaştı. Onunla oynamak son derece zevkli ve keyifliydi. Kemal için söyleyeceklerim bunlar. Bir de biliyorsunuz üniversite diploması almak için çok çabaladı. Çok takdir ettiğim bir özelliğiydi öğrenmeye, bilgiye açlığı. Fevkalade değerli bir insandı; zaten öyle olmasaydı bugün hatırlanmazdı. içerisinde Sunal’ın Şaban olarak yer aldığı tek iş Şaban Askerde isimli dizi projesidir. Bir başka garip not da Sunal’ın Atla Gel Şaban isimli filmiyle ilgili olandır. Sunal’ın bu filmde canlandırdığı karakterin adı filmden beklenenin aksine Niyazi’dir. Kemal Sunal’ın Yazdıkları, Hakkında Yazılanlar “Kemal Sunal Film Başka Yaşam Başka” Feriha Karasu Gürses, Sel Yayınları, İstanbul 2002. “TV ve Sinemada Kemal Sunal Güldürüsü”, Kemal Sunal, Sel Yayınları, İstanbul, 1998. “Kemal Sunal Güldürüsü”, Kemal Sunal, Om Yayınevi, İstanbul, 2001. “Kemal Sunal Çocukken”, Nuran Turan, Önel Yayınevi.. “Kemal Sunal Filmlerini Anlatıyor”, Vadullah Taş, Esen Kitap.
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2015
Türkali’den Ermeni, Kürt ve Türk Üçgeni Usta yazar Vedat Türkali, son romanı “Bitti Bitti Bitmedi”de Diyarbakır Cezaevi’nde gördüğü türlü işkencelerin ardından İstanbul’a yerleşen ve kaldığı pansiyonvari evde sosyal yaşamdan uzak, soyut bir hayatı tercih eden Tarık’ın hikâyesini anlatıyor. Geçmişte yaşadıklarını şimdiye de taşıyan bu genç adam, içindeki fırtınaları dindiremeyen, geçmişiyle hesaplaşamayan biri olarak yaşamını sürdürürken, askerlik günlerinin gelip çatmasıyla bambaşka bir yaşama adım atar. Fındık fıstığın toptan satışını yaparak geçinen Şükrullah Bey’in yanında çalışmaya başladığında karşısına çıkan Lüsi, ona tüm hayatını bir kez daha sorgulatır. Ermeni asıllı Lüsi, gençliği, hayat doluluğu ve güler yüzüyle çevresindeki insanları etkilerken, Tarık’ın hayatının da merkezine girer. Bir diğer tarafta da Zilan hemşireyle kesişir Tarık’ın yolu. Zilan, eşi dağda gerilla olarak yaşayan, kendisi ise içten içe çalıştığı kurumu umursamadan devrimcilere yardım eden idealist bir sağlıkçıdır. Tarık’a da yardım eder, onun psikolojisinin düzelmesi için elinden geleni yapar. Kürtler, Türkler, Ermeniler ve tarihsel veriler eşliğinde ilerleyen “Bitti Bitti Bitmedi” romanı Anadolu isyanları, Nazi dönemi, Evren zamanı gibi tarihten kesitleri de okuyucuya akıcı bir dille aktarıyor. Hele Tarık’ın kendini Erdal Eren sandığı o dakikalar insanın içine işliyor. “Bitti Bitti Bitmedi”, Vedat Türkali, 192 s., Ayrıntı Yayınları, 2014
An’ların Edebiyatı Oya Baydar, yeni kitabı “Yetim Kalacak Küçük Şeyler”de okuru pek benzeri olmayan bir deneyime davet ediyor. Sözcüğün gerçek anlamıyla bir deneyim bu; sıradan hayatımızda hepimizin hemen her gün yaşadığı zaman parçacıklarını alıyor, bu parçacıkların kaydını tutuyor… Bir göz kırpımı, küçük ama duygulu bir söz, bir veda anı. Bize insanlığımızı duyuran, yaşadığımız hayatın o kadar da önemsiz olmadığını gösteren, aksine hayatın işte tam da o küçük anlar için yaşandığını kanıtlayan an’lar. Bir mahkûm hangi kırılma noktasında ümidini yitirir? Bir çocuk için uçurtmanın tellere takıldığı an neden o kadar yıkıcıdır? Fırından gelen o güzel koku nasıl olur da bize çocukluğumuzun en unutulmaz zamanlarını anımsatıverir? Oya Baydar, yaşama, yaşamın bir türlü farkına varamadığımız, belki varmak istemediğimiz ayrıntılarına usta kalemiyle ışık tutuyor: “Ölüp giden hayvanlarıma üzüldüğümde, kaçıp da dönmeyen kedilerimin ardından kahrolduğumda, hayvan besleyeceksen kaplumbağa olmalı, ne kaçar ne de senden önce ölür, derim, yanıldım mı? Hayvanlarımızın, canlarımızın bize karşı değil bizim onlara karşı bırakıp gitmeme sorumluluğumuz olduğunu hissettiğim an…” Bu kitaptaki kısa metinleri belirli bir edebiyat sınıfına sokmak kolay değil, öykünün de, romanın da, şiirin ve anı edebiyatının da içinde barındığı “Yetim Kalacak Küçük Şeyler” kuşkusuz hepimizin yaşamının içinde var. Oya Baydar kendi payına, kendisinin anlarını ölümsüz kılmış bu kitabı yazarak. “Yetim Kalacak Küçük Şeyler”, Oya Baydar, 320 s., Can Yayınları, 2014
Doğu Yücel’in Davetsiz Misafirleri YANKI ENKİ
D
oğu Yücel, alışkanlıktan olsa gerek, bugüne dek “genç yazar” sıfatıyla andığımız bir isim olsa da, on beş yılı aşkın bir zamandır eserlerini okuduğumuz bir yazar. İlk öykü kitabı “Düşler, Kâbuslar ve Gelecek Masalları”, ilk romanı “Hayalet Kitap” ve onu izleyen “Varolmayanlar”dan sonra, son öykü kitabı “Güneş Hırsızları” için Doğu Yücel’in olgunluk dönemi eseri diyebiliriz herhalde. Olgunluk dönemini tanımlarken, bir yazarın klişeleri nasıl kullandığı ön plana çıkar. Artık hiçbir öyküyü ilk defa yazmıyordur belki, ama yine de özgün olmayı başarabiliyordur. Ne anlattığından ziyade nasıl anlattığı önemli hale gelmeye başlamıştır. Doğu Yücel son kitabıyla, fantastik kurgu, bilimkurgu ve gotik edebiyatın klişelerini ne kadar iyi kullanabildiğini gösteriyor. “Güneş Hırsızları”nda, yazarın metnin fazlalıklarını törpüleyebildiğini, gediklerini tecrübesiyle kapayabildiğini, başka metinlere ve yazarlara, popüler kültüre, toplumsal gündeme yaptığı göndermeleri ustalıkla yerleştirebildiğini görüyoruz. Aşırıya kaçmanın ya da eksik bırakmanın çok kolay olduğu bu edebi türlerde sağlam metinler çıkarmak, ancak olgun bir yazarın altından kalkabileceği bir şey. Olgunluk dönemi dediğimiz süreç önemli, çünkü on beş yılı aşkın bir zamandır eser veren bir yazarın, artık olgunlaşmış bir okur kitlesi de var demektir. Yazar, belki dört ya da beş yılda bir yeni bir kitaba imza atar, ancak iyi bir okur ayda dört ya da beş kitap okuyabilir. Beklediğimiz yazarın yeni kitabı önümüze geldiğinde artık biz de olgunluk dönemindeki bir okur olmuşuzdur; birikimimiz artmış, kıstasımız değişmiştir. Bu noktadan baktığımızda, Yücel’in sadece olgunluk dönemindeki bir yazar olduğunu değil, olgunluk dönemindeki bir okurun gözünde iyi bir yazar olduğunu da iddia edebiliriz. Derlemeye ismini veren bilimkurgu öyküsü “Güneş Hırsızları” ve tekinsiz bir evin kahramanlığa soyunduğu “Evim Güzel Evim” başlıklı iki uzun öykü dışında bir çırpıda okunabilen on tane de kısa öykü bulunuyor kitapta. Rüyaların, müziğin, iyiliğin ve kötülüğün, davetsiz misafirlerin, hatta Gezi Parkı sürecinin işlendiği bu öykülerin bir ortak noktası var: Mizah. Doğu Yücel’in bu öyküleri kaleme alırken oldukça eğlendiğini düşünmemek elde değil, ancak okuruna kahkaha attırırken ciddi bir meseleden bahsetmeyi sürdürmesi ve asıl derdinin o mesele olduğunu gösterebilmesi, herhalde biraz önce bahsettiğimiz olgunlukla ilgili olsa gerek. Kitaptaki ilk öykü “Rüya Tarifleri”, yaptığı yemeklerle insanlara istediği rüyayı gördürebilen bir rüya aşçısının ve şarkılar yoluyla başka kişilerin zihinlerini yönlendirebilen rüya şarkıcısının hikâyesini anlatıyor. Doğu Yücel için rüyaların ne kadar önemli olduğunu okurları tahmin edebilir; bu öykü de günümüz insanının hayal gücünün ne kadar sınırlı kaldığına atıfta bulunup, neredeyse herkesin aynı rüyayı sipariş ettiği bir dünyayı gösteriyor bize. Bir yanıyla müziğin ne kadar önemli bir şey olduğunu anlatmak için yazılmış bir öykü de olabilir bu, çünkü hiç beklemediğimiz bir anda başrole müziğin gücü oturuyor. Bu öyküyü fantastik bir si-
yankienki@gmail.com nema öyküsü takip ediyor: “Sinemaya Tek Başına Gidenler”. İlk öykü nasıl müziğin sihirli gücünü anlatıyorsa, bu öykü de sinemanın “büyülü” gücü hakkında. Bir sonraki öykü “Karanlığın Ortasında” ise başrolü tekrar müziğe veren, diğerlerine göre daha karanlık ve rahatsız edici bir öykü. Dördüncü öykü “Noel Baba’yı Kim Öldürdü Lan?”ı okuduğumuzda görüyoruz ki, ilk dört öykü tematik olarak birbirlerini besliyor ve arka arkaya gelmeleri tesadüf değil, çünkü bu komik başlıklı öykü de, aslında bizi kitapların ve edebiyatın büyülü dünyasına davet ediyor. Böylece Doğu Yücel’in hayatındaki en önemli üç alanı öyküsünün konusu haline nasıl getirdiğini görebiliyoruz. Kalan öyküler arasında ayrı bir tematik grubu da, uzaylıların dünyamıza geldiği üç öykü oluşturuyor. “Dünyanın Sahiplerine Bakmıştık”, “Üçüncü Türle Aşırı Yakın İlişkiler” ve “Hayatın Gıcık Anlamı” başlıklı öyküler, herhalde ortak konuları nedeniyle olsa gerek, kitapta arka arkaya sıralanmış ve özellikle mizahi yanlarıyla öne çıkan öyküler. Davetsiz misafirlerin Tanrı misafirine dönüştüğü bu öykülerin, aynı zamanda kitabın en çok toplumsal mesaj içeren öyküleri olduğunu da belirtmekte fayda var. Bu öyküler içinden “Hayatın Gıcık Anlamı” bazı okurlara tanıdık gelebilir, çünkü yazarın ilk öykü kitabında “Ölümsüzlüğün Gıcık Sırrı” adlı bir öykü vardı ve bu eser yazarın adının duyulmasına vesile olan ilk metinlerinden biriydi. Aslında kitaba adını veren ve dünyayı Marslılarla paylaştığımız bir geleceği anlatan “Güneş Hırsızları”nı da bu “uzaylı” öyküleriyle birlikte gruplandırabilirdik, ancak bu, mizahtan ziyade maceranın ve gerilimin öne çıktığı bir uzun öykü, hatta bir romana dönüştürülebilecek kadar malzemesi de var. “Evim Güzel Evim” ise bu öykü derlemesinin ağır topu. En etkileyici ve en vurucu öykülerden biri olmasının temelinde de, korku edebiyatının olmazsa olmaz unsuru “perili ev” temasını işlemesi yatıyor. Yazının başında Yücel’in klişeleri ustaca kullanabildiğine değinmiştik. İşte bu öykü, ev gibi bir korku edebiyatı klişesinin nasıl yaratıcı bir şekilde kullanıldığının kanıtı olabilir. Son iki yüz yıla baktığımızda, neredeyse her korku yazarının evle veya davetsiz misafirlerle ilgili bir öyküsünün ya da romanının olduğunu görebiliriz. Hatta Batı’da sadece ev temasının işlendiği korku öyküleri derlemeleri yapılır. Yücel de bu öyküde sık sık bu geleneğe, özellikle üstat Guy de Maupassant’a gönderme yapıyor. Yücel’in evi biraz farklı bir perili ev, çünkü onunkiler ilham perileri. Umarız Yücel de bir gün bu eseriyle bir ilham perisine dönüşür, tıpkı ilham aldığı Maupassant gibi. Belki de ona gelecekte “21. yüzyılın Maupassant’ı” denir, kim bilir? Yeter ki davetsiz misafirlere davetiye çıkaran kitaplar yazmaya devam etsin… “Güneş Hırsızları”, Doğu Yücel, 296 s., Doğan Kitap, 2014
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Ocak 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“‘Felaket Edebiyatı’ Yapmamaya Çalıştım” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Sizin sorunuz da aslında böyle bir tamamlama çabasının bir parçası. Selnur Aysever: “Ukde”, temelinde Ermeni sorununu almış olsa da insanın iç dünyasına yolculuğu üzerinde durduğunu görebiliyoruz. Cavidan’ın hâkim olduğunu öğrendiğimiz sayfalarda verdiği yanlış karardan dolayı kendini sorgulamasından başlamak isterim: “... kararlarımı meslek hayatım boyunca hiç unutmadım ama biz hâkimlerin, yanlış kararlarımızı, ancak bir başka vatandaş üzerinde tekrarlamayarak telafi etmek dışında şansımız yoktu.” Avukat kimliğinizi de dikkate alacak olursak, burada Cavidan’ın adalet kavramını sorguladığını söyleyebilir miyiz? Akif Kurtuluş: Rahatlıkla söyleyebiliriz. Sadece söz ettiğiniz cümlelerinde değil, Cavidan’ın Nuri’yi tanık olarak dinlediği bölümde de var. Hatta Cavidan, “Adaleti sağlamak değildi bizden istenen, hüküm vermemizdi. Vereceğimiz hüküm adaletin kendisiydi nasıl olsa,” diyor. Selnur Aysever: Hata, suç, affetmek, özür dilemek... Hayata dair bir çok kavram romanın içerisinde diyaloglara yedirilmiş durumda. Söz gelimi, Nuri’nin eşi Cavidan’a “Canım karıcığım, hayatla aramızdaki köprüyü hatalarımızın harcıyla kurarız,” demesi gibi. Kahramanların konuşmaları için kullandığınız üslup okura kendi konuşuyormuş hissi veriyor. Sahicilik sizin için önemli mi? Akif Kurtuluş: Benjamin bunu Nuri’ye söylüyor aslında. Evet öyle bir sahicilik hissi olsun istedim. Olmalı da zaten. Çünkü üst anlatıcı yok “Ukde”de, “Mihman”da olduğu gibi. Karakterler kendi ruh halleri, algı biçimleri içinden konuşuyorlar. Selnur Aysever: Hem şair hem romancı olmayı mı tercih ettiniz yazarken? Akif Kurtuluş: Hayır öyle bir tercihle karşı karşıya bırakmadım kendimi. Böyle bir sorunum olmadı. Cümlelerim düzgün olsun, karaktere yakışsın, karakterimin üstünde sakil durmasın, dedim. Selnur Aysever: Kahramanlara dönecek olursak Nuri Gardaş, Cumhuriyet’in yetiştirdiği, sorgulayıcı aklı üzerine toprak serilmiş, devletten yana her zaman
Selnur Aysever: “Hangi ilmi eser, hangi tarihi araştırma Benjamin Ağabey’in anlattıklarından daha sahici olabilirdi?” Kendi adıma söylemeliyim ki en çarpıcı cümlelerden biriydi romanda. Tarihi televizyon dizilerinden öğrenen bir ülkedeyken sözlü tarihi nereye koyabiliriz? Romanların sözlü tarihin aktarımına aracı olduğunu söyleyebilir miyiz? Akif Kurtuluş: Sözlü tarihte, tanıklık edenlerin hikâyesinin çok önemi var tabii ki. Diyebilirim ki edebiyattan daha fazla. Zaten tarih romandan öğrenilmez. Hem romanı küçültmektir bu, hem de tarihi çarpıtmak. Selnur Aysever: Romanı küçültmek olur dediniz. Kitapta “10 yaşında, ölülerini köpeklerin yediğini gören çocuk” ifadenizi hatırladım. Zira konu toplumsal olduğunda romana da başka türlü bakabilir okur. Ne dersiniz? Akif Kurtuluş: Romandan tarihi öğrenmeye çalışmanın çok netameli bir şey olduğunu söyledim. Romana böyle bir işlev atfetmenin romanı küçümsemek anlamına geleceğini düşünüyorum. Sorunuza gelince. Bakabilir tabii ki. Ben bakmasın demiyorum. Edebiyatın başka bir formu var. Edebiyat bilgi vermez, soru sorar, hazır cevapları altüst eder; bildikleriniz üstünden geçmek için edebiyatla ilişki kuramazsınız. Öte yandan kaldı ki sizin romandan aldığınız cümle, benim sözlü tarih çalışmaları içinde karşılaştığım bir tanıklık hikâyesi. Üstelik aktarıp aktarmamakta çok tereddüt ettim. “Felaket edebiyatı” yapmamaya çalıştım. Ama bu cümleden kaçamazdım. Selnur Aysever: Hamiyet’in aldatılmış bir kadın olmasının ve yıllarca öfkeyle yaşamasının kadın-erkek ilişkilerini sorgulattığını düşünmeli miyiz? Ben bireyin aldatılmışlığının toplumsal aldatılmaya gönderme yaptığını düşünmek istedim. Ne dersiniz? Akif Kurtuluş: Affetmek, edememek... Hani Hamiyet diyor ya, affedebileceğim kişinin dışına attım kendimi. Kişisel meselesi gibi görünüyor, öyle de zaten. Ama daha büyük bir resme yaptığım göndermeyi almışsınız. Nuri’nin annesinin babasını affetmesini istemesinde de bu var zaten. Bu top dönüp Benjamin’in
Romandan tarihi öğrenmeye çalışmanın çok netameli bir şey olduğunu söyledim. Romana böyle bir işlev atfetmenin romanı küçümsemek anlamına geleceğini düşünüyorum. (...) Edebiyatın başka bir formu var. Edebiyat bilgi vermez, soru sorar, hazır cevapları altüst eder; bildikleriniz üstünden geçmek için edebiyatla ilişki kuramazsınız. taraf bir “vatandaş”. Siyasi oluşumların içerisinde yer almıyor. Bir gün “devlet baba” çocuğu olmak yerine Nuri olmayı tercih ediyor. Nuri’yi dönüştüren bir karşılaşma. İnsanın dönüşümü için bir işaret, tesadüf gereklidir demek mümkün mü? Akılla dönüşüm sağlanabilir mi? Akif Kurtuluş: Reçetesi yok bunun. Nuri, bir tesadüfün imkânlarını heba etmek istemiyor. Çakan şimşeğin anlık görüntüsüyle geçmiş ve geleceğe bakabiliyor. Akıl yetmez buna. Bazı gerçeklerden hakikate ulaşmak için tutup kendisini hırpalayabiliyor, başka türlü yapamazsınız bunu. Acı çekmeden yüzleşilebilecek şeyler değil bunlar. Bu yılın mayıs ayı sonlarıydı, Bodrum’da bir söyleşide bir hanımefendi “Bizden soykırımı kabul etmemizi mi istiyorsunuz?” diye sordu bana. Halbuki “soykırım” öncelikle uluslararası hukuk terimidir. Hukuki bir kavramdır. Bunu kabul etmek yükümlülüğü kişilerin değil, devletlerindir. Siz yüzyıllık inkâr perdesini bir gecede yırtamazsınız. Ama bu yüzleşmenin öyle bir anı vardır ki, mahallenin bakkalı bile anlar halinizi, başka birisi olduğunu artık, fark eder.
de önüne geliyor. Çünkü onun da böyle bir derdi var. Nasıl olmasın ki? Selnur Aysever: Cavidan ve Nuri birbirine âşık. Ancak Cavidan, eşini kaybettikten sonra, iç dünyasına dair bilinmeyenleri öğreniyor. Romanın toplumsal mesajları olduğunu düşünecek olursak bu fark edişin evlilik kurumuna da bir gönderme olduğunu söyleyebilir miyiz? Akif Kurtuluş: O kadar açıklama yapmayayım zaten. Beni romanımın üzerine yorum yaptırmayın. Ben sizi yorumunuzla baş başa bırakayım. (Gülüyor) Selnur Aysever: “Azınlık biz olamamak” diyor Benjamin Ağabey. Bu tanımdan hareketle soya bakmadan, “biz” tanımı yapabilir misiniz? Akif Kurtuluş: Yapamam. “Biz” benim için hep sorunlu bir bağ oldu. Hep şüphe ettim “biz” olmaktan. Nuri’nin “biz”le ilişkisi gibi. Biz olmanın rahatlatıcılığından, iktidarından şikâyetçiyim. Ezilenlerden oluşan “biz”lere bile dikkatle bakmalıyız. Selnur Aysever: “Hakikatin kıymetini, öğrendiğin şahsın niyetiyle ölçmeyeceksin” cümlesi gerçeğin sadece gerçek olduğunu ortaya koyuyor. Peki toplumsal
olaylardaki “ama” ile başlayan açıklamalardaki görece körlüğü neye bağlayabiliriz? Akif Kurtuluş: Çok açık bir cümle aslında. Bu karşılaşmada, “Ama” ile başlayan bir cümlenin arkasını hiç merak etmiyorum. Mazeretleri hakikatin önüne koyamazsınız. Selnur Aysever: Kitabın ana kahramanları kadınlar. Kadınların sezgisine duyduğunuz güven ve/veya inanç mı sizi buna yöneltti? Akif Kurutluş: Kadınların tanıklığını sahici bulmamın bunda çok payı var. Erkekler hem iktidarlar, hem de daha büyük iktidar veya iktidarların çok kolayca parçası olabiliyorlar. Kendilerini, hem güç kullanarak, hem de bir güce yapışarak koruyabilecek çok mekanizma var. Selnur Aysever: İnsanın yolculuğu kendini aramakla sürüyor. “Ukde”, Ermeni meselesi dışında bireyin önce ilişkileri ardından dünyayla olan ilişkisini sorgulamayı hedefliyor diyebilir miyiz? Akif Kurtuluş: Evet tam da öyle. Selnur Aysever: Benjamin Ağabey, geçtiğimiz yollarda Allah yoktu, diyor. Dünya tarihinde Allah Akif Kurtuluş’a göre hiç var oldu mu? Akif Kurtuluş: Hayır olmadı. Hiç... Hiç olmadı. Selnur Aysever: Şiirinizde de romanınızda da ukde var. Sizin içinizdeki ukdeyi okurlara söylemek ister misiniz? Şair, romancı, avukat olarak değil de sadece Akif olarak. Akif Kurtuluş: Söyleyemem. Yazarım belki. Belki üçüncü roman! Neden olmasın?
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2015
KISA KISA Anılar Doris Lessing, Kırmızı Kedi Yayınevi Nobel ödüllü yazar Doris Lessing’in “Anılar” kitabı daha önce iki cilt halinde yayınlanmış otobiyografi kitaplarını tek bir ciltte topluyor. Kitap, yazarın yazma sürecine temas etme olanağı veriyor. Soğuk Savaş döneminin siyasal, sanatsal ve toplumsal ortamını da belgeliyor.
Teknolojide Boğulan Liderlere Oksijen Murat Cudi Erentürk, Akılçelen Kitaplar “Türkiye’deki Bilişim Yöneticilerine Yardımcı Rehber” alt başlığını taşıyan çalışma dünyadaki değişimi takip etmek, ona uyum sağlamak ve değişimin ülke şartlarına uyarlanması konusunda destek almak isteyen liderler için önemli bir kaynak.
100. Doğum Yılında Cemal Reşit Rey H. Ersel-D. Koloğlu-A. Pınar, Pan Yayıncılık Uluslararası alanda büyük bir klasik müzik bestecisi olduğu tescillenmiş bir isim Cemal Reşit Rey. Klasik müziğin tarihini merak edenlerin yolunun mutlaka düşeceği Rey’in yaşamı üzerine olan çalışma ülkenin kültür tarihine de ayna tutuyor.
Tarih Notları B. Lewis-B. E. Churchill, Arkadaş Yayınevi Kitap, yaşayan en önemli tarihçilerden biri olan Bernard Lewis’in otobiyografik çalışması. Tarih yazımı açısından çok önemli bir kaynak olan bu kitap, Lewis’in dünya dengelerini tarihsel olarak irdelerken, onun tarih yazımı üzerine düşüncelerini de ortaya koyuyor.
İhtimal Selma Sancı, Sel Yayıncılık Sancı, küçük insanların özel tarihleri üzerinden “büyük aşkların”, “büyük umutların” hikâyesini anlatıyor. Daha güzel ve anlamlı bir hayatın ihtimalini sorgulayan yazar, özenli bir dil ve fazlalıklardan arınmış kurgusuyla edebiyat okurunun dikkatini çekmeyi başarıyor.
Ya Sonra Alef Yayınevi On yedi öykü yer alıyor kitapta. İsminin de ipucunu verdiği gibi, bunlar “gelecek öyküleri”. İçinde sınırsız kentlerin olduğu; çöl alışveriş merkezlerinin, çöplüklere gömülmüş gökdelenlerin bulunduğu... İleri teknolojinin getirdikleri ve götürdükleri üzerine bir kitap.
İki Deniz Arası Siyah Topraklar Enis Batur, Remzi Kitabevi Bu kitabın merkezinde Bordeaux var. Montaigne’nin kulesinden başlıyoruz, kuzeyde Loti’nin evine uğrayıp, güneyde Benjamin’in mezarına çiçek bırakıyoruz. Lascaux mağarasına ve Gaudi’ye kadar genişleyen bir güzergâhta, rehberimiz her zamanki gibi Enis Batur.
Châtelet ile Voltaire’in Aşkı ŞAKİR ALTINTAŞ
E
n büyük arzusu kendini eğitmek ve aydınlatmaktı. Fransız burjuvazisinin şatafatlı avizelerle aydınlatılan salonlarındaki tartışmalara katılmak, bilgisiyle caka satmak değildi amacı. Odasına kapanır, saatlerce çalışır, her daim öğrenme arzusuyla yanardı. Sağlık sorunları yaşamasına ve 42 yaşında yaşama veda etmesine rağmen yaşamı boyunca öğrenmekten bir nebze olsun uzak durmadı. Babası, XIV. Louis’in baş danışmanı ve özel elçisiydi. Yaşam ona pek çok şansı sunmuştu; bu nedenle eskrim, binicilik ve jimnastik gibi derslerin yanı sıra sıkı da bir eğitim almıştı. Daha 12 yaşındayken Latince, İtalyanca, Yunanca ve Almancayı akıcı bir dille konuşmayı öğrenmişti, çevirmenlik yapabiliyordu. Felsefe, matematik, edebiyat ve fen bilimleriyle ilgili konularda eğitim almasına karşın, danstan hoşlanıyor, arp çalabiliyor, opera şarkıları söyleyebiliyordu. Ama tüm bunlara rağmen aşkta zorlanıyor, bilimi anlamak, aşkı anlamaktan çok daha kolay geliyordu ona. Uzun süredir toplum içine çıkmamış, uzak durmuştu… Bunun iki temel nedeni vardı: Biri eve kapanıp öğrenme arzusu, bir diğeri de hakkında çıkan dedikodulardı. O günün Paris’inde eşini aldatmak ayıplanacak bir şey değil, aksine olumlu bile karşılanırdı ama terk etme ya da terk edilme sonrası taraflardan birinin ağlayıp sızlaması, ayılıp bayılması asla kabul edilmezdi. Kocasını aldattığı sevgilisi tarafından terk edilmişti. Terk edilmemek için dramatik sahneler yaratmış ve sevgilisini elinde tutmaya çalışırken acınacak hallere düşmüştü. O kadar ileriye gitmişti ki terk edilmesi durumunda intihar edeceği tehditlerini savurmuştu. Utanç içindeydi ve pişmandı yaptıklarından. Tüm şehir insanları gibi Parisliler de balık hafızalıydılar, her şey kolay tüketilir, çok uzun sürmezdi. Evde de sıkılmaya başlamıştı. Yaşananları unutturacak bir başka erkek çıkabilirdi tekrar karşısına. O akşam, uzun bir aradan sonra tekrar operaya gitmeye karar verdi. O gece olan oldu ve önünde yepyeni bir sayfa açıldı. Zayıf, dik duruşlu bir adamdı sayfayı açan. Kim olduğunu biliyordu. Voltaire’di o. Voltaire’in ilk sözü: “Bir filozof size bir bardak içki ikram edebilir mi acaba?” Kabul etti ve arkası geldi… Voltaire. Fransız Devrimi ve Aydınlanma hareketine büyük katkısı olan yazar ve filozof… Son yıllar pek yerinde duramamış, sürekli seyahat etmiş, birkaç yılını da İngiltere’de geçirmişti. Kral naibi Orleans Dükü, II. Philippe’yi konu alan bir yazısı nedeniyle Bastille’de iki yıl hapis yatmış ve zindanda geçen bu iki yıllık süre hem kral hem de Voltaire için yeterli olmuştu. Ama Voltaire’in keskin ve sivri dili kralı rahatsız ediyordu. Onu göz önünden uzaklaştırmak amacıyla Manş Denizi’nin öte yakasında sürgüne gönderilmesi, orada iki yıl kalması hem İngilizceyi yeterince öğrenmesini hem de özgürlüğün ve aydınlanma düşüncesinin Fransa dışında çok daha iyi şartlara sahip olduğunu görmesini sağlamıştı. İngilizler tarafından çok iyi karşılanmış hatta oraya yerleşmeyi ve bir daha Fransa’ya dönmemeyi bile düşünmüştü ama dönmüştü işte. Böyle bir zamanda başlamıştı büyük bir
sakiraltintas@gmail.com matematikçi, fizikçi ve yazar olan Émilie du Châtelet’le aşkları… O gece operada karşılaştırıldıklarında Voltaire kendisini onun yanına gitmekten alıkoyamamıştı. Ona içki ikram etmiş, evine davet etmiş ve böylece sık sık görüşmeye başlamışlardı. Emilie, arkadaşının karısıydı ama buna rağmen bu aşkı yaşamaktan kaçınmamışlardı. Bu ilişkiyi kadın kocasından gizlememiş, ona açmış ve kocası da buna rıza göstermişti. Bu aşkın romanını Norvegian Literature Abroad (NORLA)’un direktörü olan Batı Norveçli yazar Margit Walso yazdı, “Sevgili Voltaire” ismiyle Türkçeye Banu Gürsaler Syvertsen çevirdi. Roman, okuru, dünya tarihinde yerini almış iki ünlü ismin yaşamlarındaki en özel anlara götürüyor. Aynı zamanda 18. yüzyılda Aydınlanma’nın önemli bilim ve düşün insanlarının yaşadığı bir tarih kesitinde yolculuk olanağı sunuyor. Akıcı bir roman ama itiraf etmek gerekir ki bunda hem Emilie’nin hem de Voltaire’in yaşamını az ya da çok bilmenin payı var. Roman çevirisi kolay iş değil; Banu Gürsaler Syvertsen bunun üstesinden başarıyla geliyor. Pek çok çeviride yaşanan sıkıntı gözlenmiyor, metin “çeviri kokmuyor”. Yazar roman kahramanlarından herhangi birine haksızlık etmekten korkarcasına ikisinin de yaşamlarına ve mahremiyetlerine eşit mesafede duruyor, birini büyütürken diğerini yok etmiyor. O dönemin yükselen değeri Aydınlanma da romanın örgüsünde ve bu iki ünlü karakterin yaşamlarında yer buluyor. Onların beraberlikleri var olan kurallara ve yerleşik kültüre meydan okuyor. Bu meydan okuyuşu alkışlamak ya da kınamak elbette okurun takdirine kalmış. Emilie’nin yaşamında okur belki hem zihni hem de kalbi büyük bir kadının büyüleyici aşkını ya da büyük bir bilim insanının heyecan dolu yapısını bulacak; kim bilir belki de uslanmaz, yetinmez bir kadın olduğunu düşünüp onu yargılayacaktır… Ama her ne olursa olsun bilim ya da bilimsellik adına yaptığı çalışmaları, verdiği eserleri ve çalışma azmini alkışlayacaktır. 18. yüzyıl Avrupa tarihine, özellikle de Aydınlanma çağına ve o dönemin iki önemli karakterine ışık tutan kitap, kuşkusuz merkezde aşk da olsa bundan çok daha fazlasını vaat ediyor okuruna. “Sevgili Voltaire”, Margit Walso, Çev: Banu Gürsaler Syvertsen, 255 s., Epsilon Yayınları, 2014
Ocak 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Romandaki Tarih, Tarihteki Roman AYFER GENÇ
İ
ktidarın her türlüsünden –dinsel, dilsel, siyasal– kaçış ya da direnişin farklı tezahürleri ve nüveleri romanın satırlarında beliriverir. Bu nedenledir “tarihin romandan, romanın da tarihten” okunabilir olması. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Romantik Ortadoğu, Metinlerarası Bir Deneme” 200 yıllık Ortadoğu tarihine farklı bir gözle –karşılaştırmalı edebiyat üzerinden– bakan bir eser. Kitabın yazarı Hayri K. Yetik, Ortadoğu gibi çok kimlikli bir coğrafyanın çok çeşitli dillerine ait edebi eserler arasında gezinerek bölgenin geçmişinden geleceğine adım adım ilerliyor. Bizlerse, okuyucu olarak, bu uzun yolculuk boyunca Ortadoğu tarihinin modernleşmenin farklı evreleriyle biçimlendiğini gözlemliyoruz. Bu bağlamda “Romantik Ortadoğu”, her şeyden çok, modernleşmenin Ortadoğu edebiyatındaki yansımalarına bakıyor. Siyasetin ve sosyolojinin temel kavramlarından modernleşme olgusunu, edebiyat üzerinden ilerleyen yoğun bir tartışmayla sorguluyor. Yazar, devrimci niteliğiyle Doğu’yu dönüştüren bu süreci, söz konusu coğrafyanın edebiyatları ve dolayısıyla toplumları üzerinden okuyor. Batı’yla bitmek bilmeyen savaş ve barış, Ortadoğu edebiyatının deyim yerindeyse her hücresine siniyor. Bu vesileyle Yetik; Türk, Mısır, İran Edebiyatı ve Ortadoğu’nun ötekileştirilen ya da azınlıkta kalan kimliklerine ait metinleri inceliyor. “Romantik Ortadoğu”, alt başlığının da öngördüğü üzere Ortadoğu’nun farklılık ve çeşitlilikle bezeli edebiyatının arasında gezinen bir metinlerarası deneme. Sınırları, kimlikleri, kültürleri aşan bir yolculuk. Yazar Hayri K. Yetik, modernleşmenin evrimini ve devrimini, bazen Batı ile Doğu arasında gidip gelerek bazen de Doğu’nun içinde gezinerek sorguluyor. Modernleşmeye çabalayan Doğu, yitip giden kimlikler, ötekileştirilenler, devrimler, savaşlar, kıyımlar, gelenekle modernlik arasında yaşanan gel-gitler… Özetle Yetik, iktidarın edebiyatta ve edebiyatın iktidardaki tezahürünü konu ediniyor. Yazara bu çabasında yol gösteren en önemli kaynak ise edebiyatın hafızasında tuttukları… Edebiyat, kimi zaman iktidarı yeniden üreten bir resmi tarih betimleyicisi olurken, kimi zaman da insanın kendini gerçekleştirme savaşımının mevzilerini barındırıyor. Ama her durumda ardında bir hafıza bırakmayı başarıyor. İran, Mısır, Suriye ya da Türk Edebiyatı’nın modernleşmeyle imtihanının yanı sıra, farklı resmi tarihlerin yaratılış sürecinde dışlanan ve ötekileştirilen Kürtlerin edebiyatı, Yetik’in çalışmasında kendine yer ediniyor. Yazar, Kürt Edebiyatı’nın sayfalarında Kürt tarihinin ana hatlarını keşfediyor. Kürtlerin kolektif kimliklerini belirleyip anlamlandıran önemli bir nedene Şeref Han’ın Şerefname’sinin satırlarında rastgeliyor. Böylece, kimliğin edebiyata yansıyan ve edebiyattan yansıtılan birlikteliğine ulaşıyor. Buna göre ihanete uğramışlıkları, Kürtlerin ortak kimliğinin önemli yapı taşlarından biri olarak ortaya çıkıyor. Erebe Şemo, Mehmed Uzun ve Piramerd gibi Kürt edebiyatının önemli isimlerinin eserlerinde, Kürt kalkışmasının ipuçlarını buluyor ve yenik Kürt tarihini bu kalkışmanın temeline yerleştiriyor.
ayfergenc@gmail.com Yetik, eserinde, Ortadoğu romanının tarihselliğini de irdeliyor. Türkçe edebiyatı ele aldığı satırlarda Tanzimat romanlarının kahramanlarının henüz tipten karaktere evrilemediğini vurguluyor. Bunun nedenlerini de zamanın toplum yapısı üzerinden okuyor ve “Tanrı anlatıcı toplumun babasının padişah oluşunun bir izdüşümü gibi baba anlatıcıdır. Karşı değerler savunuyor olsa da otoriterdir yazar, tıpkı padişah gibi,” diyerek çözümlüyor. İktidar mekanizmaları, şüphesiz, tip ve karakter arasındaki farklılık üzerinden de okunuyor. Toplumda rıza üretici bir işlev gören ve bu anlamda egemenin himayesindeki “tip”le toplumun eleştirelliğini, sorgulanabilirliğini mümkün kılan “karakter” ayrışırken, ilki itaate ikincisi direnişe tekabül ediyor. “Romantik Ortadoğu”, Batı ile Doğu arasında en çok sıkışan roman kahramanlarına geniş bir yer ayırıyor. Şizofreniye varan iç çelişkileri, öykünmeleri, kıskançlıkları, nefretleri, lanetlemeleri ekseninde modernleşmenin içinde savrulan karakterler bazen direnişin tohumlarını da yine yaşadıkları romanın içinde yeşertiyorlar. 1920’ler Türkiye’sinde “katı” bir biçimde topluma dayatılan modernleşme politikalarından bahseden Yetik, bu politikaların modernleştirilmeye çalışılan toplumda karşılaştığı zorluklar ve geri tepen gayretlerin ifşası sayesinde nasıl yumuşatılmaya çalışıldığını Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’ndan verdiği örnekle ortaya koyuyor. Romanda, Feride’nin taşrada kadın öğretmen olarak yaşadığı zorlukların mağduriyeti ve masumiyetinde modernleşmenin katılığı dengelenir. Modernleşmenin katı ve yumuşatılmış yüzünün birlikteliği, bu haliyle yarattığı “garip çelişki” üzerinden hem iktidar hem toplum nezdinde sorgulanır. Edebiyat, böylece, farklı toplumlarda, farklı kimliklerle ve farklı coğrafyalar üzerinde geçmişin hikâyelerini –ki bazıları unutulmak ya da bastırılmak isteniyor– yeniden görünür kılarak o toplumun ve evrenselin hafızasına geri kazandırıyor. Modernleşme ise hep orada bir yerlerde edebiyata dair olanda varlığını hissettiriyor. Bazen roman karakterlerinin çelişkilerinde bazen de şiir dizelerinin saptığı çıkmaz sokaklarda kendini ele veriyor. Ortadoğu için kaçtıkça hapsolunan, ona benzemeye çalıştıkça kendi içine dönülen amorf bir arka plan ya da arafta bir sınır olarak beliriveriyor. Bu sebeple, “modern paradigmalar yaşamın bütün alanlarında olduğu gibi anlatı alanında da aşılmak için yerli yerinde duruyor”. Son olarak, “Romantik Ortadoğu”nun büyük bir emek ve birikimin ürünü olduğunu, konusuna hâkim usta bir kalemin elinden çıktığını, disiplinlerarası yorucu ama keyifli bir yolculuk vaat ettiğini vurgulamak gerekiyor. Böylesine kapsamlı bir eserin ise okuyucuya “merhaba” derken derleyici bir önsöze ya da bitirirken toparlayıcı bir sonsöze ihtiyacı olduğunu düşününenlerdenim.
www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap
“Romantik Ortadoğu”, Hayri K. Yetik, 640 s., Ayrıntı Yayınları, 2014 www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2015
KISA KISA Çatışmanın Anatomisi Orhan Bursalı, Kırmızı Kedi Yayınevi Cumhuriyet gazetesi yazarı Orhan Bursalı Mavi Marmara baskınından Şike Yasası’na, Oslo’daki MİT-PKK görüşmelerinden 17-25 Aralık operasyonlarına dek uzanan gelişmelerin arka planını yorumluyor. İktidar ile Cemaat arasındaki kopuşun perde arkası gözler önüne seriliyor.
Aşk İki Yaka Ümit Tektaş, Admeta Kitap Bir yanda aşk, öte yanda dava... Bu ikisi arasında kalan karakterlerin sıkışmışlığını anlatıyor yazar. Aşk mı kutsaldır, mücadele mi, bu ikisi birbirine karşı mıdır gerçekten? Tüm bunları sorgulayan yazar, aşkı, bir araya gelemeyen iki yaka olarak tanımlıyor sanki...
Tek Hakan Nordik, Doğan Kitap Yazar, Türkiye’de herkesin çok yakından tanıdığı biri ama önyargıları kırmak adına kitabını takma isimle yayınlamış. Siyasete, cinayete ve adalete bakışınızı değiştirme iddiasındaki bu roman, son yılların dünyasına ve Türkiyesine de ışık tutuyor.
Türkiye’nin AB Üyeliği İçin Umut Var mı? Sertaç Aktan, Tekin Yayınevi Türkiye-AB ilişkilerinde 50 yılı geride bıraktık. Peki bu süreçte neler yaşandı, hangi noktaya gelindi? Sahiden bir umut var mı, yoksa kapılarda oyalanmak dışında bir şey olmuyor mu? Bu sorulara yanıt arayan yazar, Avrupa gerçeğine de daha yakından bakmamızı sağlıyor.
Bana Bi Şey Olmaz! Esen Kitap AIDS’in düşüncesi bile korkutucu, öte yandan önlem almakta o kadar da dikkatli değiliz. Bize uğramaz sandığımız bir yabancı virüs gibi uzaktan bakmayı tercih ediyoruz. Bu kitap AIDS’i pozitif bir dille ele alıyor ve ondan korkmak yerine uyanık kalınması için farkındalığı hedefliyor.
İmparatorluklar Şehri İstanbul 1830 J. F. Michaud- J. J. F. Poujoulat, Say Yayınları Haçlı Seferleri’nin izinde Fransa’dan Kudüs’e uzanan bir yolculuğun İstanbul durağındayız. Yıl 1830. Gazeteci, yayıncı, siyasetçi, tarihçi Michaud ve “çırağı” Poujoulat, 185 yıl öncesinin İstanbul’unu anlatıyor.
İm Bilse Er Ölmes Mahmut Temizyürek, İletişim Yayınları Nâzım Hikmet ile Don Quijote’nin Arzu Serüvenleri diyor isminin hemen altında. Temizyürek, edebiyat tarihinin iki büyük ismin çağrışımlarıyla yola çıkıyor. Onların güzergâhlarından yepyeni bir metin ortaya çıkarıyor. Edebiyat ve dil konusunda da farklı bir bakış getiriyor.
Sondan Başlayarak mı Okusak? CEYHAN USANMAZ
“T
üm gerekli bilgileri ilk paragrafa koymalı, daha önemsiz olguları makalenin geri kalanına eklemeli ve en sona, hâlâ okumaya devam eden küçük azınlık için en az ilgi çekici verileri yerleştirip, tutarsız ve acınası bir zırvayla yazını bitirmelisin.” Haber metni yazanların iyi bildiği ya da çokça haber okuyanların da bir süre sonra en azından fark ettiği bir “yöntem”dir bu. Ne de olsa halen, birçok gazetede rastlıyoruz... “Ters piramit” olarak adlandırılan bu makale biçiminin 19. yüzyılda ortaya çıktığını hatırlatıyor Robert Fulford, “Anlatının Gücü” isimli çalışmasının ilk sayfalarında: “O zamanlar telgraflar düzensizdi, bir yazının iletimi ortalarda bir yerde kesintiye uğrayabiliyordu. Yirminci yüzyılın ilk yetmiş beş yılındaysa, bir makaleyi baskı sırasında kısaltmak zorunda kalan ve hiçbir şey kaybetmeyeceğine güvenerek sondan birkaç paragraf çıkaran editörler için kullanışlı bir yöntemdi bu.” Aceleci bir okuyucunun birkaç bilgiyi aklına hızlıca yerleştirmesini sağlasa da, bu yöntemle kaleme alınmış bir metnin “anlatı” sayılamayacağını söylüyor Robert Fulford; dolayısıyla da, genç bir muhabirken, bu formatı öğrenir öğrenmez ondan kurtulmanın yollarını düşünmeye başladığından söz ediyor. Bu arada, belki de bu yaklaşımdır ona Kanada’nın “en önemli kültür gazetecisi” unvanını kazandıran... Robert Fulford’un söz konusu yönü, “Anlatının Gücü”ne de, elbette yansımış. Kitapta, bir taraftan “hikâyecilik/anlatı” ile ilgili kuramsal bir çerçeve çizilmeye çalışılıyor, bir taraftan da bu çerçevenin çiziminde “spekülatif” bir yöntem izleniyor. Örneğin konuyu dedikodudan, şehir efsanelerinden, güvenilmez anlatıcılardan yola çıkarak işliyor Robert Fulford. Hiç şüphe yok ki anlatının dünya üzerindeki varlığı, dedikodu biçiminde başladı, diyor mesela; ya da şehir efsanelerinin, dünyayı hikâyeler biçiminde açıklama arzumuzun parodisini yaptığından söz ediyor. Bir başka deyişle “Anlatıcının Gücü”, gazeteci bakış açısıyla kaleme alınmış bir çalışma. Üstelik konunun, daha çok ilgi çekici yönlerinin ön plana çıkarılarak irdelenmesinin bir nedeni daha var; “Anlatının Gücü”, Massey Konferansları Serisi’nin bir parçası olarak yayımlanmış bir kitap. Massey Konferansları, eski Kanada valisi Vincent Massey onuruna 1961’de hayata geçirilmiş. Bu kapsamda her yıl sonbaharda yazarlar, öğretmenler ya da önemli kişiler arasından seçilen bir isim, çalıştığı alanla ilgili Kanada’daki bir radyoda birer saatlik beş konuşma hazırlıyormuş. İşte elimizdeki beş bölümlük “Anlatının Gücü” kitabı da, 1999’da bir Massey konferansçısı olarak seçilen Robert Fulford’un verdiği konferansın dökümü aslında. Yani, radyo dinleyicilerinin ilgilerini canlı tutma noktasında, konunun daha çok ilgi çekici yönlerinin ön plana çıkarılarak irdelenmesi bu nedenle kaçınılmaz. Ayrıca burada, elbette, gazeteci bakış açısını bir olumsuzluk olarak değerlendirmiyoruz; aksine, özellikle de Ernest Hemingway ve George Orwell gibi yazarları hatırladığımızda... Hiç kuşkusuz Robert Fulford da unutmamış bu iki ismi:
ceyhanusanmaz@gmail.com “Kansas City Star gazetesinde çalışırken, gazetenin tarzını anlatan kitapçıkta şöyle yazıyordu: ‘Kısa cümleler kurun. İlk paragraflarınız uzun olsun. Canlı bir İngilizce kullanın. Pozitif olun, negatif değil.’ İyimser Ortabatı Amerika gazeteciliği için oluşturulmuş bir formüldü bu ve basit bilgileri çabucak iletmeye yönelikti, ancak Hemingway bu tarzı kendi amaçlarına uygun olarak benimsedi. Düz kelimeleri kendine has bir şiirsellik oluşturacak şekilde yonttu, basit bildirme tümcelerini ironi, öfke ve yalnızlıkla doldurdu.” George Orwell’le ilgili kısımsa, daha da ufuk açıcı. Adını neredeyse yalnızca “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” romanıyla ve zaman zaman da “Hayvan Çiftliği” isimli eseriyle andığımız George Orwell’in, “Wigan İskelesi Yolu” metnini ele alıyor Robert Fulford: “Orwell’in dürüst anlatımı, iç dünyasının alışılmadık bir yönünü ifşa eden ender yazarlardan olduğunu gösterir. Orwell’ın oldukça gerçekçi bir üslubu vardı, fakat görünüşe bakılırsa onu harekete geçiren şey fantezi dünyasıydı. Arkadaşlarını ya da okuyucularını kaybetmesine, sözleşmelerinin fesh edilmesine yol açacak olsa bile, doğruyu söyleyen bir yazar olarak tanındı. Anlatıyla gerçeklik arasında uzlaşma yaratmaya çabalayan edebi gazeteciliğin onurlu atalarından biriydi. Orwell birçok edebi muhabirlik örneğine imza attıysa da, anlatının gelişimi bakımından en çok göze çarpan çalışması ‘Wigan İskelesi Yolu’dur. Bir görev üzerine kaleme aldığı bu metni büyük bir tutku ve empati duygusuyla tamamlamış, kendini de hikâyeye dahil etmişti. En ilginci de, okuyucularına bildirmeksizin kurguyla gerçek arasındaki sınırları ihlal etmişti.” Ernest Hemingway ve George Orwell’le birlikte gerçek ile kurgunun bir araya geldiği, zaman zaman da aradaki ince sınırın kaybolduğu bu noktadan devam ediyor Robert Fulford ve Truman Capote’nin “Soğukkanlılıkla”sından Vladimir Nabokov’un “Solgun Ateş”ine, Agatha Christie’den Kazuo Ishiguro’ya edebiyatın alanına daha da sokuluyor... Beyazperdeden örneklerle de son noktayı koyuyor. Acaba tam da burada, yazının başında söz ettiğimiz “ters piramit” yöntemini hatırlayıp bir “tersten okuma” önerisinde bulunabilir miyiz? Sondan başlayarak mı okusak acaba “Anlatının Gücü”nü? Beş bölümden oluşan “Anlatının Gücü” kitabının en parlak bölümleri, kanımca, “Modernitenin Çatlak Aynası” ve “Nostalji, Şövalyelik ve Düşler Âlemi” başlıklı son ikisi çünkü. Ancak yine de, tüm gerekli bilgileri ilk paragrafta verilmiş olsa da, önündeki haber metnini sonuna kadar okumaya devam eden o küçük azınlığa dahil olmaktan yanayım! “Anlatının Gücü”, Robert Fulford, Çev: Ezgi Kardelen, 133 s., Kolektif Kitap, 2014
Ocak 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
SİMLA SUNAY
Bu Yazı Babam İçin
B
abalar ve kızları arasındaki ilişki çok başkadır. Koca erişkin bir adam, “baba”, küçük kızının yanında inanılmaz naifleşir. Yaş, nesil, cinsiyet farkının da dışında büyülü bir ilişkidir bu. 2014 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Patrick Modiano’nun “Babam ve Ben” kitabını, babamın bana çok destek olduğu şu günlerde uzun uzun keyifle okudum. Bu yüzden de biraz ödülün şaşası bitsin istedim. Çünkü bu yazı babam için olacak. Amerikalı balerin anne ile ne iş yaptığı pek belli olmayan, dükkân sahibi Fransız bir babanın dans etmeyi seven küçük kızları Catherine Gerçeklik’in(soyadı bu) Paris 10. bölgede geçen sımsıcak çocukluk anılarından oluşuyor bu kısa roman. Modiano, annesi gösteri için Amerika’ya gidince üç yıl boyunca babasıyla Paris’te yalnız yaşayan Catherine’in hayli tuhaf, komik, eğlenceli geçen çocukluğunu birçok ayrıntı ve incelikle örerek anlatmış. Babasının her sabah kepenklerini açtığı garip bir dükkânı var; taşra tren istasyonlarında valizlerin bırakıldığı emanet dükkânlarına benzetiyor Catherine burayı. Bay Casterade adlı şiir yazan, hayli mağrur ve Fransız milliyetçisi bir de ortağı var. Catherine ve babasının yalnız ve sıradan bir hayatları var. Ama yalnızlık, anneden ayrı olma, babasının iş sıkıntıları hiçbir zaman bir melodram haline gelmiyor. Şaka, gündelik hayatlarının önemli bir parçası. Baba kız mutlular... Dükkânda onca kutunun arasında duran dev teraziye birlikte çıkıp kıpırdaman oturdukları -belki de teraziyi oyun parkındaki tahterevalli gibi gördükleri- sahneden başlayarak içimizi ısıtan anlarla dolu kitap. Sözgelimi Bay Castrade’ye yakalanıyorlar bu halde, ciddi adam şaşkın soruyor: “Ne yapıyorsunuz orada?” babanın cevabı hazır: “Gördüğünüz gibi tartılıyoruz.” Kitabın resimleri, Pıtırcık serisinden tanıyıp çok sevdiğimiz Jean-Jacques Sempé’ye ait! Baba kızın en önemli ortak noktası, gözlükleri. Onları özel kılan, diğer insanlardan da ayıran. Catherine gözlükle dans edilemeyeceğini biliyor. Dans ederken gözlüğünü çıkarmak zorunda. “Gözlüksüz gördüğüm dünyanın girinti ve çıkıntıları yoktu,” diye anlatıyor Catherine otuz yıl geriye giderek aktardığı anılarında. Babasıysa şöyle diyor ona hep: “Neyin hayalini kuruyorsun Catherine? Gözlüklerini takmalısın.” Gözlüklerle dünyayı olduğu gibi gördüğü için hayal kurması güçleşiyor. Kitap boyunca gözlük, bir görme değil de duyma aracı gibi. Catherine duymak istemediğinde gözlüklerini çıkarıyor ve gerçekten duymuyor. Bu çok sevimli. Benim ve babamın da ortak noktamız gözlüklerimiz. Biz onunla hiç teraziye çıkmadık ama bir tankın içine girdik beraber ve kumaş kaplı askeri jiplerde tangur tungur yolcu-
luk ettik tatbikatlarda. Hep üniformalıydı babam, apoletler, rütbeler yüzümü çizerdi. Ama ikimiz de gözlüklüydük ve bu gerçekten inanılmaz güzeldi. Gözlükler bize sanki aynı şeyleri düşündürüyordu. Evde bir tür ortaklık, sır gibi olmayan bir sır… Catherine’nin babası hayatı durarak, dolu dolu yaşayan, hırsları olmayan biri. Gün ortasında parka gidip çalışıyor ve bol bol kızıyla açık havada, Paris sokaklarında vakit geçiriyor. “Babam bir banka oturur ve dalgın gözlerle beni izlerdi.” Sıklıkla şu sözleri kullanıyor baba: “Ey hayat, el mi yaman bey mi yaman?..” Modiano “gerçeklik” kavramına yaklaşımıyla ve Fransız tarihine olan düşkünlüğüyle bilinen bir yazar. Bu kitapta da Catherine’in soyadının Gerçeklik olması şaşırtıcı değil. Fransa’da ilk kez 1998’de “Catherine Certitude” adıyla yayımlanmış kitap. “Certitude” kesinlik, katiyet olarak da çevrilebilir. Çevirmen Sibel Çekmen “Gerçeklik” diyerek anlamı Türkçe için daha da genişletmiş; bence iyi de yapmış. Ve Fransızca değil de Türkçe vurgulanması da kazanç olmuş. Modiano böylesi bir baba figürüyle gerçekliği yok ediyor aslında ve rasyonalitenin nasıl sıkıcı bir şey olduğunu kanıtlıyor bizlere. Rasyonalite kapitalizmin çıkış kavramı olsa gerek diye düşünüyorum bazen. Yazar Avrupa katılığını da bir çocuk kitabında eleştirmekten çekinmiyor. Bay Castrade, Catherine’ne okulda o gün hangi şairleri işlediklerini soruyor, yanıt Victor Hugo ve Verlaine. Bay Castrade’nin cevabı müthiş: “Hep aynı isimler! Sadece onlar yok ki! Şiir, çok geniş bir yelpazedir.” Buradan Modiano’nun “herkes yazsın” fikrinde olduğunu düşünüp mutlu oluyorum. Bu kitap beni babamla eski günlerimize götürdüğü kadar yazmaya da teşvik ediyor. “El mi yaman, bey mi yaman?” Son derece sade ve naif bir dille nasıl da ağır meseleleri çocuk edebiyatına katabiliyor, büyük usta. Sınıfsal hiyerarşinin belirgin olduğu Paris’e de dokundurmadan geçmiyor. Geçmişin yazarı olduğu söylenen Modiano, kitabının sonunda Catherine’nin ağzından şöyle diyor: “Hep aynı kaldığımızı düşünsek de geçmişimiz sanki sonsuzluğa uzanıyor. Catherine Gerçeklik adındaki küçük bir kız, Paris’in 10. Bölgesindeki sokaklarda babasıyla dolaşmaya her zaman devam ediyor, biliyorum.” Şimdi babamla bir pastaneye gitsek, limonatayla üzümlü kek garanti, geçmişin eridiğini hissedebilirim. Sonsuzluk var. Babaları ve kızları arasında, bu bir gerçeklik! “Babam ve Ben”, Patrick Modiano, Resimleyen: Jean-Jacques Sempé’ye, 8+ yaş, 96 sayfa, TUDEM, 2014
ANAHTAR
GÜNAYDIN! GÜNAYDIN!
Süleyman Bulut ne mutlu ki çok okunan bir yazarımız. Çocuk edebiyatında büyük bir emektar… Araştırmacılığı, çalışkanlığı beni etkiliyor. Türkçe için adanmış bir hayat görüyorum onda. Örnek alınası bir yazar benim için. Son kitabı, “Günaydın! Günaydın!” yaprak kadar ince bir kitap, samimi, neşeli, komik. Bana öyle geliyor ki her şeyin yazılı halini üretebilir Süleyman Bulut. Çocuklarla söyleşilerle geçiyor ömrü. Çocuk edebiyatının en güzel yanı da bu, çocuklarla beraber olmak. Geleneksel dili çözümleyen aynı zamanda eleştirel de bakabilen bir ustadan ilk kez söz ediyor olmak güneşli kütüphanenin utancı biraz. Ama bu yazı bir kapı olsun, bol bol okuyalım Bulut’tan. “Günaydın! Günaydın!” anlatımsal ritmi olan ve insanların en naif yanlarını ortaya koyan, sıcak mizahi, bir hikâye. Akrabalıkları belirleyen sözcüklerin çeşitliliği bizim nasıl bir toplum olduğumuzu anlatıyor aslında. Nasıl da zengin, değil mi? Yazar başta bunlarla eğlenceli bir tür tekerleme yaratmış. Sonra bir halk değişiyle devam ediyor. Yani iki farkı anlatım denemesiyle karşı karşıyayız kitapta. Bu denemeler çocuk edebiyatı için de bir zenginlik sunuyor. Yazar, dilin geleneksel kalıplarından yararlanıp, toplumsal önyargılara, yanlış anlaşılmalara ve iletişim kazalarına dikkat çekiyor. İletişim çağındayız ama ne çok şeyi yanlış anlıyoruz. Kitap, Burcu Yılmaz’ın şiirsel, simgesel desenleriyle özgün bir kitap olarak güneşli kütüphanede yerini alıyor. “Günaydın! Günaydın”, Süleyman Bulut, Resimleyen: Burcu Yılmaz, 6+ yaş, Can Yayınları, 2014
“Anahtar”, Isabelle Flas ve çizer Annick Masson’un anne ve haylaz üç çocuğu üzerine, masallara gönderme yapan eğlenceli bir hikâyesi. Aynı ressamın resimlediği ama yazarı başka bir isim, Marie Isabelle Callier olan “Hayır Hayır Bana Ne” adlı kitabı da eş zamanlı yayımlanmış. İki öykü de sıradan, gündelik hayata dair… Ve sanki annelerin zor hayatlarına odaklanıyorlar. Bu açıdan biraz muhafazakâr bir yapıları olduğu ve “anne-çocuk-resimli kitap” üçgeni içinde kalakaldıklarını söyleyebiliriz. Hayırcı dönemindeki küçük kızın öyküsünde bir çocuğun gelişiminde toplumun ne denli önemli olduğu vurgulanıyor. Güzel bir hikâye. Ah ne çektik o hayırcı dönemden… Hiçbir çocuk yalnız büyüyemez! Çevre faktörünün nasıl da kurtarıcı olduğunu fark ediyoruz okurken. Eee, biz de, evde yemeyip komşuda aç kurtlara dönen bir nesiliz sonuçta. Anne-çocuk mücadelesini işleyenlerin çoğunlukla kadın olduğunu gözlemliyorum. Sanırım çocuk edebiyatının “yazar kadınlar için toplumsal bir dert anlatma işlevi” de var. Resimli çocuk kitapları hiçbir zaman sadece çocuğa yönelmez. Anne babaların kulaklarını da önemser, bu iki kitapta olduğu gibi. “Anahtar”, Isabelle Flas, Resimleyen: Annick Masson, 4+ yaş, Mavibulut Yayınları, 2014 “Hayır Hayır Bana Ne!”, Marie Isabelle Callier, Resimleyen: Annick Masson, 4+ yaş, Mavibulut Yayınları, 2014
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2015
AKİF KURTULUŞ:
“‘Felaket Edebiyatı’ Yapmamaya Çalıştım” Söyleşi: SELNUR AYSEVER Yeni bir kitap alacağım zaman okurların ve eleştirmenlerin yorumlarını okumak istemem. Hatta dost tavsiyesini merak etmem. Kitapçıda, kitabın arka kapağına bakarım. Biraz da önsöze göz gezdiririm. İnternetten hiç kitap satın almadım, almam. kâğıda dokunmadan, sayfaları koklamadan kitabı kendime ait hissedemem. Neden bir satın alma sürecimden söz ettim? “Ukde” için… Sade bir kapak. Yazarın adı, kitabın isminden küçük yazılmış. Yazarın belli ki “ukde” üzerine bir dünyası var. Onu büyütmek istiyor. Aktarmak istiyor. Ne kadar insana dairdir “ukde”? Kime sorsanız içinde bir sızı vardır. Benim için ukde bir anlamda sızı. Yapamamış olma, gecikmiş olma, cesaret edememiş olma, konuşamamış olma… Kim bilir belki de sarılamamış olma… Elimdeki kitap, bu hislerin toplamıydı. Tabii bunu son sayfanın son noktasında anladım. Kitabın arka kapağındaki “kayıtsız kalınamayacak bir serinlikle” tanımı dikkatimi çekti. Roman ve serinlik ne demekti? Nasıl bir kurgu vardı ki okurda soğuk duş etkisi yaratacaktı? Sorularım artınca kendimi sayfaları karıştırır buldum. Hemen başlamalı ve hiç bırakmamalı dedim. Nitekim öyle de oldu. Kitabı o gece bitirdim. 124 sayfalık kısa bir roman olduğu için değil, 1124 sayfa da olsa, son sayfaya gelmeden gözüm kapanmazdı. Son sayfaya geldim ama aslında son sandığım başlangıç oldu. Eminim her okur kendince “Ukde”ye bir devam romanı yazar kafasında. Hayatındaki ukdeleri Cavidan’la, Gurbet’le, Hamiyet’le eşleştirir. “Ukde”, bence bitmeyen bir roman. Hem toplumsal hem de bireysel olarak. 2015 yılında Ermeni konusu üzerine çokça tartışılacak, yazılacak bir konu. Akif Kurtuluş’un 2015’i düşünerek yazmadığına inanıyorum. Lakin “Ukde” bu tartışmaların odağında var olacak. Çünkü “Ukde”de “biz” olmak da sorgulanıyor, “azınlık” olmak da ve bana sorarsanız görece “çoğunluk” olmak da… Aile kültürü, toplumsal kültür, bireyin var olma süreci, sorgulayan insan… Hepsi üzerine düşünür buldum kendimi. “Romanın gücü” dedim kendi kendime. Belki yazar bunu sağlamak istedi, belki başka bir hedefi vardı. Ama her okur kendi payına düşeni alıyor nihayetinde. Ben en çok öfkem üzerine düşündüm söz gelimi. Bu sebeple olsa gerek, kitaptaki bir bölüm benim en etkilendiğim kısım oldu. “Öfkem, anladım ki kanımla, canımla, ruhumla besleniyor. Beni yedikçe obur bir canavara dönüşüyor, daha çok istiyor beni… Hani nefes alıyorsun ama batıyorsun. En dibe vurduğumda, anladım ki daha dibi yok bunun.” Affetmek üzerine olan sarsıcı diyalogları tekrar tekrar okudum. Her defasında başka bir gözle baktım. Hayatımda kimleri affetmiştim? Kimleri edememiştim? Neden? Affederek ben de mi sahtekârlığa ortak olmuştum? Cevaplarını halen aradığım sorularla baş başa bıraktı roman beni. “Ukde”ye dair merak ettiklerimi Akif Kurtuluş’a sordum...
Selnur Aysever: “Ukde” için nasıl bir yaratı süreci geçirdiniz? Akif Kurtuluş: Sivrihisar’daki kilisenin o haliyle ilk karşılaştığım zaman. Aşağı yukarı Gurbet ve Cavidan’ın Sivrihisar’a gittiği tarihte. Araya ilk romanım “Mihman” girdi. İlk romanım aslında “Ukde” olacaktı. Adı bile o günden hazırdı. Elimde olmayan nedenlerle “Ukde” ‛benim ölçülerime göre haliyle‛ çok gecikti. Özellikle Nuri’yle Benjamin’in karşılaşmasını, yani Nuri’nin defterini yazarken, oradaki kedere teslim olduğumu fark edince, yazmaya ara verdim. “Mihman”la ilgili bir sohbetimde “Yaşarken zorlanırsanız yazarken daha çok zorlanırsınız,” demiştim. “Mihman”da mola almak ihtiyacı hissetmemiştim. “Ukde”de böyle olmadı. Selnur Aysever: Kitabı bitirdiğinizde vedalaşmakta zorlandığınız kahramanınız oldu mu? Neden? Akif Kurtuluş: İlginç! Bunu hiç düşünmedim. Şimdi bakıyorum da Hamiyet sanki... Onun aşk ve ayrılık acısıyla baş edebilme hallerinin arkasında hayata tutunması... Eksiklik duygusu değil. Hamiyet’te eksik bıraktığım bir şey yok ama sanki şimdi bana uzaktan bakıyor ve “Biraz daha seninle olabilirdim,” diyor. Selnur Aysever: Hamiyet, sinema filmlerindeki yan karakter gibi sanki ama en acımasız ifadeler de Hamiyet’in ağzından çıkıyor. Devam etseydiniz şayet Hamiyet başka ne derdi? Akif Kurtuluş: Orhan Koçak bir sohbetimizde, “yan karakter” Hamiyet’i çok sağlam kurduğumu, onu en az diğer karakterler kadar “esas” bulduğunu söyledi. Siz de benzer bir şey söylüyorsunuz. Buna sevindim. Hamiyet başka ne derdi? Romanın sonunda Cavidan’a mesaj atmıştı ya; “Ahmet seni aramak istiyor,” diye. Eminim o mesajı atmadan önce kocasına yalanla korunan menfaatlerin hakikat karşısında ne kadar değersiz olduğu üzerine çok acımasızca laflar etmiştir. Çok düşündüm bunu aslında. Hamiyet’i Gurbet’in babasıyla bu mecrada buluşturup buluşturmamayı... Bir şekilde tadında bırakmak istedim. Okur tamamlasın istedim. (Devamı sayfa 11)
EMRE KONGAR Bir Anı: Dünyanın En Büyük Yazarı... Sevgili okurlarım, hiç düşündünüz mü, acaba “Dünyanın en büyük yazarı” sıfatına kim layıktır? Aslında ben hiç düşünmemiştim... Ta ki bir gün birdenbire herkesin içinde adeta sınava çekilir gibi böyle bir soruyla karşılaşana kadar: 1970’li yıllardı; henüz 1980 askeri darbesi olmamış, abuk sabuk disiplin kurallarıyla üniversiteler hizaya getirilmeye çalışılmamıştı... “Ya sakalını kesersin, ya 1402 sayılı Sıkıyönetim Yasası ile görevinden alınırsın” şantajı ufukta görünmüyordu... Ben de kendime çizdiğim akademisyenlik yolunda Hacettepe’de kendimi yetiştirmeye çalışıyordum. Ama ortalık karmakarışıktı: Gençler birbirini öldürüyor; akademisyenler, yazarlar katlediliyor; hatta bazı illerimizde kitlesel katliamlar yapılıyordu. Hemen hemen bütün siyasal ve ideolojik gruplar, hem kendi içlerinde hem birbirlerine karşı düşmanlaşmış ve toplumsal gerginlikten büyük ölçüde nasiplerini almışlardı... Elbette çeşitli meslek kuruluşları da bu ortamdan etkilenmişlerdi: Kendi ilgi alanlarıyla ilişkili olarak hem çeşitli saldırılara uğruyor, hem de “En iyi savunma saldırıdır” anlayışı içinde başka gruplara saldırıyorlardı. Sanat ve kültür alanı da bu gerginliğin dışında kalamamıştı. *** İşte böyle bir siyasal ve toplumsal ortam içinde bir akşam esas olarak kültür ve sanat insanlarının davetli olduğu bir toplantıya katılmıştım. Toplantıda tiyatro insanları çoğunluktaydı... Dolayısıyla çevremde tartışılan konular genellikle Devlet Tiyatroları, tiyatroyla ilgili Sivil Toplum Kuruluşları ve tiyatroların genel sorunları üzerinde yoğunlaşmıştı. Bu tartışmalardan biri de tiyatro yazarlarının Devlet Tiyatroları içindeki kurullarda sahip olduğu ağırlıkla ilgiliydi. Sevgili dostum Refik Erduran tiyatro yazarı olarak bu konularda çarpıcı eylem ve söylemleriyle tanınan bir arkadaşımızdı; tiyatro yazarlarının Devlet Tiyatrolarında yeterli temsil edilemediğinden yakınırdı. *** Geniş bir topluluk içinde sohbet ederken, birdenbire bana döndü ve yukardaki o zor soruyu sordu: “Sence dünyanın en büyük yazarı kimdir?” Soru hiç beklemediğim anda gelmişti ve çevremizdeki arkadaşlar da birdenbire sorulan bu ilginç soruya nasıl bir yanıt vereceğimi duymak için kulak kesilmişlerdi. Böyle zor zamanlarda her zaman kullandığım bir yönteme başvurdum ve yüksek sesle düşünmeye başladım: “Aklıma Balzac, Zola, Moliere, Shakespeare gibi klasik yazarlar geliyor. Örneğin Balzac yapıtlarını “İnsanlık komedyası” adı altında yazmış ve bütün insanlığın sorunlarına tercüman olmaya çalışmıştır. Dolayısıyla hemen aklına gelen isim o.” Bir an duraladım ve biraz düşündükten sonra yine yüksek sesle düşünmeye devam ettim: “Ama ele aldığı konuları düşününce, Shakespeare’in daha kapsayıcı olduğunu, insanlığın hem komedilerini hem de trajedilerini dile getirdiğini fark ediyor insan,” dedim... Ve “Evet galiba dünyanın en büyük yazarı Shakespeare” diye sözlerimi noktaladım. Bilmem siz değerli okurlarım ne dersiniz? *** Anlaşılan Refik Erduran bu yanıtı vereceğimi tahmin etmiş ve soruyu bu nedenle sormuştu. Derhal cevabı yapıştırdı: “Ne yazarıdır Shakespeare, tiyatro yazarı değil mi?” diyerek, tiyatro yazarlarının önemine vurgu yaptı ve muzaffer bir edayla gülümsedi!