Sade/ce
Saraysız Başkan José Mujica
Tarihe Düşülen Notlar
KOLEKTİF
ANDRÉS DANZA, ERNESTO TULBOVITZ
HALİL İNALCIK
G
“T
ünümüz sol muhalefetinin şu sıralar baştacı ettiği isimlerden biri José Mujica. Mütevazı yaşam tarzıyla dikkat çeken bir cumhurbaşkanı. Kitap, son dönemin en popüler muhaliflerinden biri olan Mujica’yı olabildiğince nesnel bakış açısıyla anlatıyor. Mujica’yı daha yakından tanımak isteyenler için iyi bir kaynak. Devamı sayfa 10
üketim olgusu üzerine denemeler” altbaşlığını taşıyan “Sade/ ce”, tüketim süreçlerinin hayatımızdaki yeri üzerine düşünmek isteyen herkes için konuyu epey kapsamlı bir biçimde inceliyor. Akademik yazıların yanısıra, kültür dünyamızdan isimlerin denemelerinin de yer aldığı kitap ufuk açıcı bir derleme. Devamı sayfa 7
R
E
M
Z
İ
K
İ
T
A
B
E
V
İ
SAYI 121 - OCAK 2016 - ÜCRETSİZDİR
D
uayen tarihçi Halil İnalcık’la yapılmış söyleşilerin derlendiği bu iki ciltlik kitap, ülkemizin yüz yılına da içeriden bir tanıklık sunuyor. Tarih anlatısının merkezinde yer almış bir ismin, hem tarihe hem ülke gündemine ilişkin aktardıkları Halil İnalcık’ı olduğu kadar, ülkeyi tanımak için de bulunmaz bir imkân. Devamı sayfa 13
ARKA KAPAK KONUĞU Gülseren Budayıcıoğlu
AVM YERİNE KÜTÜPHANE AÇSAK... 2
014 yılı “Kütüphane İstatistikleri”ne göre; Türkiye genelinde 2014 yılında toplam 29 bin 629 kütüphane bulunuyor. Bu rakamın artması ve çocukların/okulların kitaba erişimi adına devlete ve sivil topluma büyük görevler düşüyor. Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 28’inci maddesi, her çocuğun eğitimini tam yapabilmesi için desteklenmesi ve korunması gerektiğini; ilköğretimin parasız ve hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm çocuklar için hak ve zorunlu olduğunu belirtiyor. Okullarımızın büyük çoğunluğunda kitaba, bilgiye ücretsiz erişim imkânı sunan kütüphanelerin olmaması da eğitimde eşitsizliğe, çocuğun ücretsiz eğitim hakkının engellenmesine
Bir Gün, Gece
10
S. L. GREY
AHMET ÜMİT
“Almanak 2015 (Sansürsüz 10 Kültür Sanat Yıllığı) KOLEKTİF
Okuma Günleri
“Önce Kul Kültürü Kırılmalı”
12
MARCEL PROUST
M Treni
14
PATTI SMITH
15
Bu Bir Çocuk Kitabı
3
Devamı sayfa 8-9
6
MİNE G. KIRIKKANAT
Yeraltı
yol açıyor. Ve elbette kütüphanelerin çoğalması, okulların kitaba kavuşması, çocukların kitaba erişebilmesi için devlete ve sivil topluma önemli görevler düşüyor. Peki nedir bu görevler? Kimlerin, neler yapması gerekiyor bu konuda? Öte yandan sivil toplum neler yapıyor; kütüphane açmak ya da okullara kitap toplamak için kolları sıvayan birileri var mı? Gelin hep birlikte kitapla ve kütüphanelerle ilgili durumumuza bir göz atalım…
7
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Başkalarının Acısı
Şiir Her Zaman…
Atatürk’ün Desteklediği Bir Sol Dergi: Kadro
A
hmet Ümit’le son romanı “Elveda Güzel Vatanım” hakkında konuştuk. 1906-1926 yılları, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bütün kademelerinde dolaşan Şehsuvar Sami’nin gözünden, gençlik aşkı Ester’e yazdığı mektuplar aracılığıyla anlatılıyor. Bir dava adamının gözünden “birey olmak” meselesine bakarken aslında biraz da günümüze ışık tutuyor Ahmet Ümit.
“Kitap ‘10 Ekim 2015 Cumartesi günü Ankara’da katledilen barış savunucularının aziz hatırasına...’ ithafıyla başlıyor” “Böyle bir kitabın bu insanlara adanması gerektiğini düşündüm. Çünkü bu ülkede insanların öldürülmesi; karanlık güçler eliyle öldürülmesi, devlet eliyle öldürülmesi ne yazık ki bir gelenek. İttihat ve Terakki dönemi de aslında bu geleneğin çok yoğun olarak yaşandığı bir süreç. Ama daha öncesinde de son derece yaygın.
Devlet kendi şehzadelerini öldürür, kardeşlerini öldürür kendi padişahını öldürür; padişah kendi oğlunu öldürür padişah kendi halkını öldürür. Roma döneminde de böyledir. Roma İmparatoru kendi halkını öldürür, kardeşini öldürür. Hitit döneminde de prensleri öldürürler. Devlet öldürmekten çekinmez. Eli kanlı bir yapıdır her zaman. Devletin bir vicdanı da yoktur zaten. Sadece ayakta kalmak için her şeyi yapar. Ne yazık ki günümüzde de bu gelenek sürüyor. Ve bu geleneğin en kanlı halkalarından bir tanesi Ankara’da bomba patlamasıyla yüzden fazla insanın öldürülmesi olmuştur. Bu insanlar isimlere ve sayılara dönüşüyorlar. Bunlar kaybolmasın diye ben bu romanımı onlara adamak gereği duydum. Bunu vicdani bir sorumluluk olarak gördüm. Bu kadar kanlı bir olaya bir yazar, bir insan olarak sessiz kalmam mümkün değildi. Hiç değilse o ölen insanlar için küçük de olsa bir şey yapmış oldum.” Devamı sayfa 4-5
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2016
MÜGE İPLİKÇİ:
“Üslubu Öğretemezsiniz” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ
Y
eni romanı “Babamın Ardından”ın kitap raflarında yerini aldığı günlerde Müge İplikçi’yle buluştuk ama romandan söz etmek yerine yazma eylemi üzerine konuştuk. İplikçi’nin yazı evine girmeyi başardım, çalışma odasına ise sızmayı denedim. Orada karşılaştıklarımın tümünü buraya sığdırmak imkânsız. O yüzden şimdilik, yazma süreci, edebiyatın meseleleri, yazarın ülkeyle, politikayla ve gündemle kurduğu ilişki üzerine tadımlık bir bölümü sunuyorum okurun dikkatine.
“Yıllardır yazıyorsun, bu sürenin sonunda bir yazma formülün oluştu mu?”
“Kuşkusuz oluştu. Yani en azından kahramanım kim bilerek yola çıkmak, o kahramanın temel çelişkisiyle yola çıkmak bir formülse oluştu diyebilirim.”
“Yazar için macera olmayan bir metin, okur için macera olabilir mi?”
“Ben inanmıyorum. Yani bu yüzden de belki de best seller olma şansım tartışılabilir. Kimseyi kınadığım ya da eleştirdiğimden değil ama benim şöyle bir bakış açım var: Metni sevmeliyim, metin beni heyecanlandırmalı ki, okur da okuduğunda heyecanlansın. Yani öğrencilerime hep bunu söylerim: Metni tamamlayın zihninizde. Okuduğunuzda o tamamlanmış olsun ve sizi mutlu etsin ki, beni de mutlu etsin. Tabii tamamlanmışlıktan ne anlarız, o tamamen kişisel bir görüş.”
“Ne anlıyorsun sen?”
“Bir kere beni utandırmayacak bir metni anlıyorum. On yıl sonra utandırmayacak bir metni anlıyorum. Utanmak dediğim şu. Hani gündelik sığ politikalara yaslanarak yapılmış şeyler.”
“Peki ben bu işi öğrendim, artık yazar oldum diye düşünüyor musun hiç?”
“Eminim bir on yıl sonra da bugün yazdığım şeyleri eksik bulacağım. Benim için süreçtir önemli olan Irmak. Yolda gitmeye inanan biriyim. Benim için hedef B noktasında diye bir şey yok. B noktasına giderken alacağım zevk, alacağım risk, duyacağım korku ve duyacağım cesaret. Onlar çok önemli benim için.”
“Yazarken yazarın kendisi de değişiyor mu?”
“Kesinlikle. Yani yazmanın bendeki büyüleyici etkisi bu. Kendi katmanlarımı aslında tek tek açarken, o katmanların arasına kurguyu yerleştirmek. Hem kendini görmek orada hem okurla buluşmak hem de yeryüzüne bir şey bırakmak kendine dair olan.”
“Bu anlamda otobiyografik midir her metin?”
“Tam manasıyla otobiyografik değil tabii ama yazara ait DNA’lar vardır.”
“Peki yetenek ile çalışmanın oranı nedir senin gözünde?”
“Yetenek yüzde 5’tir. Gerisi hakikaten alınteridir. Yaratıcılığı tabii önemsiyorum ama yaratıcılık da çalışarak ortaya çıkan bir şeydir.”
“Yetenek değil de çalışkanlık önemli denildiği zaman, sanki bir payeyi kaybetmişlik duygusu oluyor bazı yazarlarda.”
“Niye? Bence çalışkanlık çok önemli bir yetenek. Bu toplumda olmayan bir şey. Bugün geldiğimiz yeri bile tanımlarken ben, ne kadar tembeliz diye tanımlıyorum. Yetenek çok durağan bir su. Onu harekete geçiren ve enerjiye dönüştürense, çalışma tempon.”
“O zaman yazarlığın öğretilebilir olduğunu mu düşünüyorsun?”
“Bir yere kadar öğretilebilir ama sadece kâğıt ve kalem değildir yazarlık. Ruhunu ortaya dökmek, ruhunu ortaya dökerken kendi çıplaklığından korkmamaktır. Kendi çıplaklığından korkan insanın yazar olamayacağını düşünüyorum. Bunu insanlara öğretemezsin.”
“Peki öğretilebilir olan ne?”
“Öğretilebilir olan, işte bir kahraman yaratmaktır, onun karşısına bir düşman koymaktır. Kurguyu öğretebilirsiniz, ama gene bir şey var: O üslubu öğretemezsiniz. Yani insanın hayatla kurduğu bağı temsil eden o üslubu öğretemezsiniz. Ama herkese kompozisyon yazmayı öğretebilirsiniz.”
“Bunca kitaptan sonra dönüp baktığın zaman senin derdinin ne olduğunu düşünüyorsun? Derdin ne senin?” “Böyle bitiriyormuşuz!”
“Hahaha evet, ‘derdin ne’ yani! Bu hayatta para pul kazanmak varken bu işlere soyunduğuna göre, biraz deli olmalısın.” “Kesinlikle, yüzde yüz deliyim. Hiç akıllı işi değil yazma işi. Derdim ne? Bu çerçeveli bir dünya değil kardeşim. Uzayın sonsuzluğunu hissedebilmek, o sessizliğin içerisinde kendimizin bir yıldız boyu kadar yol kat edebileceğini görmek aslında. Bedenlerimizin çok sınırlı birer insan haline dönüştürdüğü bizlerin, düşüncelerimizin ötesinde hayallerimizde tasavvur edemeyeceğimiz bir sonsuzluğa taşınabilecek bir dokusu olduğunu keşfetmek. Türkiye’de bu nasıl olabilir? Türkiye’de de, gündelik politikalara sığınmadığımız zaman, birbirimi-
zin yüzüne bakmaktan korkmadığımız zaman, empati sözcüğünü sakız gibi çiğnemeyip hakikaten hakkını verdiğimiz zaman, savaşmayı gerçek anlamda önemsemediğimiz zaman, sonsuzluk fikrine ulaşabiliriz. İnsanlara bunu anlatmak için yazdığımı düşünüyorum.”
“Sanatçının politikayla ilişkisi nasıl olmalı sence? Senin ilişkin nedir?”
“Ben politikayla ilgiliyim. Ama şu son on gündür kendi ruh sağlığımı korumak için haberlere günde sadece 20 dakika bakıyorum. O da yetiyor. Kesinlikle normal bir ülkede bir yazarın politikayla ilgili olması gerekiyor. Bizim gibi bir ülkede ise çıldırmamıza neden olabilir; normal şeyler yaşamıyoruz çünkü. Hayatla iç içe olmamız lazım. Benim yazarlıktan anladığım bu. Sokaktan uzak olmamamız lazım. Yaşanan travmalardan haberdar olmamız lazım. Ama travma yaşayan insanla kendimizi özdeştirmemeliyiz. Eğer yazmak istiyorsak, bunu aksettirmek istiyorsak bir mesafe koymak gerekiyor. Bu, edebiyatımızı korumak anlamında da, kurguyu korumak anlamında da önemli gibi geliyor bana. Ama bu, insanlara yapılacak bir haksızlık anlamında düşünülmemeli.”
Remzi’de En Çok Satanlar (Aralık 2015) KİTAP (KURGU)
1 2 Sen Benim Hayatımsın 3 Küçük Prens 4 Gizli Aşklar 5 Bir Kadının Hayatından 24 Saat 6 Tutsak Güneş 7 Boğulmamak İçin 8 Saftirik Greg’in Günlüğü 9 M Treni 10 Kürk Mantolu Madonna Elveda Güzel Vatanım
Ahmet Ümit, Everest Yayınları
Ferzan Özpetek, Can Yayınları
Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi
Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınevi Ayşe Kulin, Everest Yayınları
George Orwell, Can Yayınları Jeff Kinney, Epsilon Yayıncılık
Patti Smith, Domingo Yayınevi Sabahattin Ali, YKY
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 2 Felsefenin Kısa Tarihi 3 Sade 4 Ted Gibi Konuş 5 Başarıya Götüren Aile 6 Günübirlik Hayatlar 7 Artık ZenGinim 8 Dorn Method 9 Allah’a Koşun 1 0 Akılsız Duyguların Cezasını Kararlar Çeker Memleketi Ben Kurtaracağım! Gülse Birsel, Doğan Kitap
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Ocak 2016
Nigel Warburton, Alfa Yayıncılık
Begüm Başoğlu-Ege Erim, Okuyan Us Yayıncılık Carmine Gallo, Aganta Kitap
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi Irvin Yalom, Pegasus Yayınları
Aykut Oğut, Doğan Novus
Thomas Zudrell, Nail Kitabevi Uğur Koşar, Destek Yayınları Acar Baltaş, Remzi Kitabevi
Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Ocak 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Mısır’dan Ünlü Yazara Yasak Mısır’da ve dünya çapında ünlü yazar Ala El Asvani’nin bu ay vereceği seminerler Mısır hükümetince yasaklandı. Yazar kendisine Mısır güvenlik güçleri tarafından, İskenderiye’de düzenlenmesi planlanan “Conspiracy Theory: Between Re-
ality and Illusion” (Komplo Teorisi: Gerçeklik ve Hayalin Arasında) adlı seminerin gerçekleşemeyeceğinin açıklandığını duyurdu. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah El-Sisi ilk başa geldiğinde Sisi’yi savunan El Asvani, 2013 yılından itibaren Sisi rejimini eleştiren yazılar yazmaya başlamıştı. Geçen yaz gazetedeki yazıları yasaklanmış ve yazarın Mısır medyasında görünmesine izin verilmemişti. Kaynak: Marcia Lynx Qualey, The Guardian, 11 Aralık 2015
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Yazarlar Liu Xiaobo İçin Mailer Ödülü Rushdie’nin Seferber Oldu 2010 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ve 2008 yılından beri hapiste olan Çinli yazar ve insan hakları savunucusu Liu Xiaobo’nun serbest bırakılması için Uluslararası Yazarlar Derneği PEN bir kampanya düzenledi. Aralarında Margaret Atwood ve Ian Rankin gibi yazarların bulunduğu ve ülkemizden Elif Şafak’ın da desteklediği kampanya, tutuklanmasının yedinci yılında yazarın serbest bırakılması konusunda Çin hükümetini ikna etmeyi amaçlıyor. Özgür Çin PEN Derneği’nin başında olan Liu Xiaobo, 2008 yılında tutuklandı. 2009 yılında on bir yıllık hapis cezası alan Xiaobo’nun cezası hapisteyken arttırıldı. Dünya çapındaki yazarların Çin hükümetine yaptığı çağrının bir sonuca ulaşıp ulaşmadığını ise zaman gösterecek.
2009 yılından beri verilen Norman Mailer ödüllerinin Yaşam Boyu Başarı Ödülü Salman Rushdie’ye gitti. Salman Rushdie, ünlü yazar Mailer’ın adına sahip bir ödül almanın kendisi için büyük bir onur olduğunu söyledi. Rushdie, Norman Mailer’la ilk olarak 1980’lerin ortasında tanıştığını ve PEN World Voices (Dünyadan Sesler) Festivali için ilhamı Mailer’dan aldığını belirtti. Rushdie, ödülünü New York’taki Pratt Ensti tüsü’nde aldı. Amerikalı gazeteci, yazar ve senarist Norman Mailer adına verilen ödül, her sene düşünce özgürlüğü ve yaratıcılık alanında çalışan bir isme veriliyor. Norman Mailer Merkezi’nin ödül için temel kriteri, yazarın eserlerinin okurun dünya görüşünü sorgulatması. Kaynak: NDTV, 11 Aralık 2015
Kaynak: Sian Cain, The Guardian, 08 Aralık 2015
Kitaptan Metro Bileti Brezilya’nın yayınevlerinden L&PM Editores’in başlattığı bir kampanyayla kitaplar artık metro bileti yerine geçiyor. Ülkede okumayı arttırmak için Sao Paulo’da başlatılan uygulamayla birlikte Ticket Books (Bilet Kitaplar) adıyla satışa sunulan kitapların içine metro bileti ücreti de eklenmiş halde satılıyor ve turnikeden okutularak metroya binilebiliyor. Kitabın arkasına yerleştirilen ve radyo frekansıyla çalışan bir kart sayesinde turnike kitabı tarıyor ve yolcuya geçiş izni veriyor. Bilet olarak kullanılan kitaplar şimdilik on taneyle sınırlı. Agatha Christie, Garfield, Snoopy, Sherlock Holmes gibi seçenekler sunuluyor. Bir kitap on kez geçiş hakkı tanırken, internet üzerinden yeniden yükleme yapılabiliyor. Dünya Kitap Günü’nde metroda ücretsiz olarak dağıtılan kitaplarla başlayan uygulama ilerleyen günlerde büyüyecekmiş gibi görünüyor. Yapılan araştırmalara göre Brezilya’da kişi başına yıllık okunan kitap sayısı yalnızca iki. Türkiye’de ise ortalama bir kişi on yılda bir kitap okuyor. Kaynak: CBA, 01 Aralık 2015
Obama Ailesi’ne Göre Yılın Kitapları Barack Obama, geçtiğimiz günlerde People dergisine kendisinin ve first lady Michele Obama’nın bu yıl en çok sevdiği kitapları açıkladı. Barack Obama, bir evliliğin iki tarafın gözünden anlatıldığı, Lauren Groff’un “Fates and Furies” (Kaderler ve Kızgınlıklar) adlı romanını yılın romanı seçti. Amazon internet sitesinin de yılın romanı seçtiği ve uzun süredir çok satanlar listesinden inmeyen kitabın yazarı, Obama’nın seçimini öğrendiğinde, bunun kendisi için bir sürpriz olduğunu söyledi. First lady Michele Obama ise seçimini Elizabeth Alexander’ın otobiyografisi “The Light of the World” (Dünyanın Işığı) olarak açıkladı. Şair Elizabeth Alexander kitabında kocasının ani ölümünü anlatıyor. Ailenin dostu olan Alexander aynı zamanda Obama’nın 2009 yılındaki göreve başlama merasiminde okuduğu şiiri de yazmıştı. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 10 Aralık 2015
Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Başkalarının Acısı Bugünlerde sosyal medyanın da katkılarıyla “farkındalık” ve “duyarlı olmak” en sık duyduğumuz kavramlar. Topluma duyarlı olma çağrıları yapılıyor. Bu çağrılara çoğunlukla fotoğraflar, kısa görüntüler eşlik ediyor. Öyle yabancı bir ülkeden falan değil, kendi ülkemizden “içerik”ler bunlar. Kurşunlanmış ev duvarları, yıkıntılar, dehşet içinde insan yüzleri, ölü bedenler. Sınırlarımız içerisinde bir savaş var ve biz “olağanüstü hali” sosyal medya içeriklerinden takip ediyoruz. Kullanıcıların önemli bir kısmı bu acıyı daha da görünür kılmaya çabalıyor. “Başınızı öteki tarafa çevirmeyin, bakın, görün ve bir şey yapın” diyorlar. Sonra da bir şeyler yapmış olmanın görece rahatlamasını hissediyorlar; anlaşılmaz bir durum değil. Bazıları ise bu görüntülere dikkat çektikten sonra “duygulara” da seslenmeyi tercih ediyor. Bebeklerin öldürülmesi, çocukların hedef olması karşısında uyanabilecek iki duygu var; dehşet ve acıma. Kendisinin uzağında saydığı bir savaşın mağdurlarına karşı hissedilebilecek en kuvvetli duygu kuşkusuz acıma. Peki bu duygunun ardından ne gelebilir? Dehşete düşen, mağdurlara karşı acıma hissiyle dolan kişi ne yapar? Susan Sontag, “Başkalarının Acısına Bakmak” kitabında, acımanın ahlaki bir yargıda bulunmayı gerektirebileceğini, öte yandan “korkunun ikizi” bir duygu olduğunu ve hatta şiddeti dindiğinde, baskın çıkanın korku olacağını söyler. Doğada korkmuş bir hayvanı gözlemlediyseniz bilirsiniz, korku üç davranıştan birine yol açar; saldırmak, kaçmak, hareketsiz kalmak. Oysa savaş mağdurlarının görüntülerine bakmamızın tek bir amacı olabilir (ya da olmalıdır), savaşı durduracak bir şey yapmak, direnmek. Aslına bakarsanız “savaşa karşı çıkmak” duygusal bir tepki değil, ahlaki bir tutumdur, yani felsefeyle ilişkilidir. Tıpkı cinayeti bir suç olarak görmemizin yaşam hakkının kutsallığına inanmamızdan kaynaklanması gibi. Yoksa kan görünce elimiz ayağımıza dolandığından cinayet işlemiyor değiliz. Kaynağı felsefi olan bir tutuma yol açmak için duygulardan medet ummak kulağa pek mantıklı gelmiyor. Buradan bir direniş doğacağını öne sürmek akla hakaret. Sontag aynı kitapta, savaş fotoğraflarının uyandırdığı “şefkat” duygusunun istikrarsız ve gelgeç bir duygu olduğunu vurguladıktan sonra şöyle diyor; “Şefkat, eğer eyleme geçirilmezse yok olup giden bir duygudur. Burada sorun, uyandırılmış, ayağa kaldırılmış duyguların, aktarılmış olan bilgilerin nasıl eyleme dönüştürüleceğidir.” Günümüzdeki sorunsa duyguların nasıl eyleme dönüştürüleceğinin de ötesine geçmiş görünüyor. Sosyal medyadan kahır dolu mesajlar yayınlamak ve burada araç olarak duygusal bir dili kullanmak, eyleme geçmenin ikamesi haline getirilmiş oluyor. Dolayısıyla eyleme değil, eylemsizliğe zemin hazırlıyor. Eyleme ve çoğalmaya -yani çerçevesiz, dağınık örgütlenmeye- dönüşmedikçe kısa bir süreliğine vicdanımızı rahatlatan “duyarlı, farkındalık telkin eden tivitler” sanal âlemin derinliklerinde kaybolmaya mahkûm. Sontag’ın kitabını yazdığı yıllarda sosyal medya enstrümanları yoktu ve insanlar savaşın korkunç yüzünü deşifre eden görsellerle bizim kadar sık karşılaşmıyorlardı. Sontag o yıllarda bile bir başka tehlikeye değinmişti; “Yapabileceğimiz bir şey olmadığı duygusu yaygınlaşırsa, o zaman insanlar böyle haberlerden sıkılmaya, giderek tepkisizleşmeye ve iyice atalete kapılmaya başlarlar.” Hal böyle olunca, “kahır mesajları” yayınlayanlar, kendileri dahil hemen hiç kimsenin eyleme geçmesini sağlayamadıkları gibi, niyetleri öyle olmasa bile çoğunluğu elden bir şey gelmeyeceğine inandırıyorlar. Kendilerini dışarıda tutarak başkalarını “duyarsızlıkla” itham edenler, bir yandan kendi “duyarlıklarını” tescillerken, esasen atalet ve tepkisizlik değirmenine su taşımış oluyorlar. Yazıklanma yazıklanmadır. Ne duyarlığın göstergesidir, ne de farkındalık yaratır.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2016
AHMET ÜMİT:
“Önce Kul Kültürü Kırılmalı” Söyleşi: NEŞE PELİN KAYA, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)
“Tümüyle geçmişte geçen ilk romanınız. Kitabın dili eski bir dil değil ama kimi eski kelimelerin yerinde kullanımı okuru o dönemin atmosferine çekiyor. Bunda günlük hayatın küçük ayrıntıları, bir yemek adı, bir eşya da etkili oluyor. Ve sizin çok geniş bir okur kitleniz var. Dili kullanırken nelere dikkat ediyorsunuz?” “Ben aslında daha önceki eserlerimde de bunu kullandım. Mesela ‘Patasana’da bir günümüzde geçen bölümler vardır bir de Hitit döneminde geçen bölümler. Dolayısıyla o dönem Hitit metinlerini okudum ve arkaik, şiire yakın bir dil oluşturdum. Bu romanda da tümüyle Osmanlıca bir dille yazsaydım okur metinden kopar, bir yabancılaşma olurdu. Ama metnin anlaşılmasını engellemeden o dönemin ruhuna gidecek, dönemi hissedebileceğimiz bazı sözcükleri bulalım dedim. Bu nedenle bu romanda bazı eski Osmanlıca kelimeleri seçtim. Tabii yeni kuşağın bu sözcüklerden hiç haberi yok. Sonuçta gençlerden bir eleştiri gelmedi; romanı okuyor ve anlıyorlar.”
“Bu kitapta yazmak da önemli bir mesele. Yazmak yaşamak ikileminde kalmış bir karakter çünkü Şehsuvar Sami. Siz kendinizi bu ikilemin neresinde görüyorsunuz?”
“İkisi artık birbirinden çok ayrılmıyor. Ben 1982 yılında yazmaya başladım. Demek ki 22 yaşından beri yani 33 yıldır yazıyorum. O günden bu yana yazmak başka yaşamak başka bir şey gibi bir durum ortaya çıkmadı. Bir tercih durumu da ortaya çıkmadı, umarım çıkmaz. Çünkü yazmayı çok seviyorum ve hayatın bir parçası olarak görüyorum. Şehsuvar Sami için bu biraz farklıydı; o bir tercih yapmak zorundaydı. Ya yazmayı ve aşkı seçecekti yahut da örgütü ve ihtilali seçecekti. O örgütü ve ihtilali seçti. Ben böyle bir seçim yapmak zorunda kalmadım.”
“Siz Şehsuvar Sami’nin yerinde olsaydınız nasıl davranırdınız?”
“Emin değilim ama ben de onun gibi davranırdım. Öncelikle ülkemde bu kadar sorun varken sevgilimle Paris’e gideyim şahane bir hayat yaşayayım demem zor olurdu. Hele gençken daha zor bu işler. Çünkü gençken
insan daha farklı düşünüyor; yaşlandıkça daha farklı düşünüyor. Sanırım onun gibi davranır sonunda onun gibi de mutsuz olurdum. Çünkü Şehsuvar Sami herhalde benden başka biri değil.”
“Romanın ana örgüsü tarihi gerçekler üzerinden ilerliyor. Enver Paşa, Talât Paşa, Hüseyin Cahit, Sultan Abdülhamit hatta Agatha Christie’ye bile rastlıyoruz karakterler arasında. Bu tarihi kişilikleri yazarken zorlandınız mı?”
“Hayır çok zorlanmadım. Çünkü onlar hakkında çok metin var. Daha önemlisi onların kendi notları, günlükleri, mektupları var. Dolayısıyla bir portre çıkıyor. Sorun şu; bu karakterlere bakarken ideolojik kalıplardan, politik önyargılardan kurtulmak lazım. Çünkü benim de bir politik görüşüm var ve o politik perspektiften bakıyorum. O politik perspektiften baktığım zaman onları olduklarından daha olumlu ya da daha olumsuz görebilirim. Bu nedenle bu romanın da kahramanı olan tarihin gerçek aktörleri üzerine çok farklı kaynakları okudum. Ve farklı kaynaklardan her biri için kafamda bir profil çıkarmaya
sandır, ama romanın içine giremeyiz. Bu teknikte okur doğrudan hikâyenin içerisine giriyor ve kendini Şehsuvar Sami’yle özdeşleştirmeye başlıyor. Bir de başka türlü anlatmak çok zor olurdu. Çünkü Şehsuvar Sami’yi İttihat ve Terakki’nin bütün önemli olaylarının içine soktum. Şemsi Paşa’nın öldürülmesi, Babıâli baskını, 31 Mart ayaklanması, 1. Dünya Savaşı, Enver-Talât çatışması bunların hepsine onun gözüyle, onun yaşadıklarıyla şahit olduk. Hem deneyimlerini hem de hesaplaşmasını gördük. Hem de onun bu buhranı içerisinde kendisine sorduğu sorularla birlikte bir insanın 20 yıllık savruluşunu işledim. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, 1. Dünya Savaşı’nın patlaması, Cumhuriyet’in kurulması ve daha sonrasında yaşanan büyük olayların bir insanın kaderini nasıl etkilediğini görüyoruz. Şehsuvar Sami de bu açıdan elverişli bir seçimdi.”
“Zaman diliminin seçimi de çok önemli; belki tarihimizin en hareketli 20 yılını, 1906-1926 arasını, birçok tarihi olayı belli bir elemeden geçirerek anlatıyorsunuz.”
Karakterlere bakarken ideolojik kalıplardan, politik önyargılardan kurtulmak lazım. Çünkü benim de bir politik görüşüm var ve o politik perspektiften bakıyorum. O politik perspektiften baktığım zaman onları olduklarından daha olumlu ya da daha olumsuz görebilirim. Bu nedenle bu romanın da kahramanı olan tarihin gerçek aktörleri üzerine çok farklı kaynakları okudum. çalıştım. Benim için bu süreç zor olmadı hatta bayağı eğlenceli oldu.”
“Sansürün, gazeteci cinayetlerinin yaşandığı, iktidar baskısının olduğu bir dönemde mazlumken zalim olan bir örgütü, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni anlatıyorsunuz romanda. Bu cemiyeti içerinden bir adamı baş karakter yaparak anlatmayı seçmişsiniz. Ters bir bakışla içeriden bir adamı kuryelik, fedailik, hafiyelik yapan Şehsuvar Sami’yi anlatıyorsunuz.”
“Aksi takdirde okur o örgütün içine giremezdi. Dışarıdan bakan romanlarda biz romanı okuruz, entere-
“Burası kırılma noktası. Bu toprakların belli kırılma noktaları var. Osmanlı’nın dağıldığı dönem de onlardan bir tanesi. İpuçları 1906’da başlıyor 1908 Meşrutiyet’in ilanı, 1914’te savaşa girmemiz, 1918’de yenildiğimizin kesinleşmesi sonra Cumhuriyet’in kurulması. Bunlar ülkenin kaderinde çok önemli şeyler ve tüm bunları birlikte ele almak istedim. Çünkü bugün yaşadığımız sıkıntı ve sorunları çözemedik. Yani bugün demorasimiz yok, hâlâ ülke kalkınamamış, hâlâ iç barışı sağlayamıyoruz, hâlâ laiklik-dinci-Kürt-Türk-alevi-sünni ayrımları var. Dolayısıyla bunların tarihte bir yerlerde izleri olması gereki-
Ocak 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
yordu. Bu nedenle geçmişe gittim; doğru gitmişim. Çok verimli bir dönemmiş; yazmak için çok iyi malzemeler sundu bana.”
“Romanın hazırlık evresinde neler yaptınız?”
“‘Elveda Güzel Vatanım’ beni yoran kitaplarımdan biri oldu. Belki de en çok yoran kitabım. Çünkü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin pek çok yönü var. Mesela Fatih Sultan Mehmet’i daha kolay yazdım. Daha görkemli bir dönem olmasına rağmen daha kolay yazılıyor. Mevlana ile Şems’i de daha kolay yazdım. Ama bu dönemde o kadar çok bilgi var ki iş zorlaşıyor. İki türlü araştırma yaptım. İlk olarak İttihat ve Terakki’nin bulunduğu bütün coğrafyayı gezdim. Jön Türklerin ilk dergileri Meşveret’i çıkardığı Bonaparte sokağı 25 numaraya, Paris’e gittim. Sonra Selanik’e gittim. Manastır, Ohrid, Resne, Üsküp; bunlar hep İttihat ve Terakki’nin önemli yerleri. Buraları dolaştım, İttihat ve Terakki’nin izlerini aradım adeta. Bu araştırmanın çok faydası oldu. Onların gittikleri yerleri dolaşmak, çıktıkları dağları görmek eseri besledi. İkincisi de çok okuyarak oldu. Çok fazla malzeme vardı dönemle ilgili. Hatta masamdaki kitaplar da o çalışmadan kalma. Yüzlerce kitap karıştırdım. Benim için de faydalı oldu çünkü ben de bilmiyordum İttihat ve Terakki’yi; yazarken öğrendim. Çok yoğun bir emek çok yoğun bir çalışma olduğunu söyleyebilirim gerçekten. Sonuç iyi oldu hem iyi bir roman ortaya çıktı hem de aslında ders kitabı olarak okutulacak denli derli toplu bir İttihat ve Terakki anlatısı oluştu.”
“Kültürel mirasın korunmasına pek de önem veren bir ülke değiliz. ‘Elveda Güzel Vatanım’ı yazarken yoğun bir araştırma yaptığınızı söylüyorsunuz. Bu araştırma sırasında ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Ne yapılsa daha iyi olurdu?”
“Öncelikle ülkemizde çok yalan var. En büyük yalanlardan biri de şu: Şanlı tarihimizle, şanlı ceddimiz, şanlı atamızla çok övünürüz. Oysa tarihi olan hiçbir kurumumuz korunmuyor. O dönem kullanılmış binaların hepsini yıkmışız. Roma döneminden, Hitit döneminden, Helenistik dönemden bahsetmiyoruz sonuçta, Osmanlı döneminden bahsediyoruz. İstanbul’da bir sürü çeşme şu anda çöplük olarak kullanılıyor. Yani Osmanlı’dan, atamızdan, ceddimizden kalan yerler. Birincisi bu, İttihat ve Terakki için önemli olan mekânların yıkılmış olması. Birçok şey kaybolup gitmiş. Diğer zorluk ise şuydu: İttihat ve Terakki’ye üç farklı bakış açısı var. Bunlardan ilki kendi bakış açıları, yani daha çok ulusalcı diyebileceğimiz akımlar, kendilerini kusursuz olarak görüyor. İkinci olarak da Osmanlıcı bakış açısı var. Bu bakış açısı ise İttihat ve Terakki’yi tümüyle olumsuz görüyor. Yani Abdülhamit çok iyiydi ama İttihat ve Terakki korkunç, masonik bir örgüttü, Yahudilerle işbirliği içerisindeydi ve ülkeyi yıkmaya çalışıyorlardı diye düşünüyorlar. Üçüncü görüş ise Kemalist bakış açısı. Bu bakış açısı İttihat ve Terakki kökenli olmasına rağmen bu örgütü onlar da unutturmaya çalışıyorlar. Bu üç bakış açısının da birleştiği noktaları almak gerekiyor anlatıda. Yani o zaman hakikate yakın bir şeye ulaşmak mümkün oluyor. Çünkü herkes kendi açısından anlatıyor. Eğer İttihatçıların gözünden Abdülhamit’i yazsaydım kötü bir adam portresi çizecektim. Yahut Kemalistlerin gözüyle yazsaydım yine kötü biri çıkacaktı ortaya. Beni ilgilendiren o insanların politik görüşlerinden çok insan olarak vasıflarıydı. Mustafa Kemal’i de Talât Paşa’yı da Enver Paşa’yı da öyle anlattım. Ortaya çıkan sonuçlara baktığımız zaman bu insanların tarihteki rolleriyle de yansıtıldığını görüyoruz. Yani İttihat ve Terakki diye bir örgüt ortaya çıktıysa demek ki Abdülhamit dönemi baskıcı bir dönemdi. Sonra İttihatçılar da despotik bir yapıya dönüştü. Dolayısıyla üç bakış açısının da doğru ve yanlışlarını değerlendirerek ortak noktayı bulmaya çalıştım. Bu da beni epey zorladı açıkçası.”
“‘İktidarı değiştirmek zordur ama daha zoru kültürü değiştirmektir’ diyor Ester romanda. Yazarken
bu kültür değişimine hizmet ettiğinizi düşünüyor musunuz?” “Bütün amacım bu kültür değişimine katkıda bulunmak. Bizim ülkemizdeki bence en önemli mesele değiştiremediğimiz kültür: Kul kültürü. 3 bin beş yüz yıllık çok güçlü bir tarih var bu topraklarda. Hititler, Mısır, Roma ve Osmanlı; bunlar çok güçlü süper-devletler ve kul kültürü var topraklarında. Yani insanları birey değil. Hitit Kralı diyor ki ben yetkiyi Tanrı’dan alıyorum yani sen kulsun. Dolayısıyla benim iktidarım kutsaldır ve benim ağzımdan çıkan laf senin kaderini belirler. Roma İmparatoru da aynı şeyi söylüyor. Osmanlı İmparatorluğu da diyor ki ben Allah’ın yeryüzündeki gölgesiyim. Dolayısıyla sen kulsun. Aslında İttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal’in yapmaya çalıştığı şey şu idi: Kul kültürünü kırmak ve vatandaş, yurttaş yaratmak. Çünkü yurttaş burjuva demokratik devriminin söylemidir. Artık bireyler vardır, yurttaşlar seçimde oylarını kullanır. İktidarı değiştirirler, hayatın her aşamasına katılırlar ve politika sadece bir kişinin ağzında değildir. İttihatçılar da Mustafa Kemal de bunu söylüyor ama başa geldiklerinde onlar da padişah olarak algılanıyor. Yani kul kültürü kırılmıyor. İnsanlar, vatandaşlar, bireyler çıkıp, arkadaş bu yanlıştır bunu yapma demiyor. Bu maalesef Cumhuriyet döneminde de devam ediyor. Çok partili seçim yapılıyor. Bu seçimlerde Adnan Menderes kazanıyor ama o da kul kültürünü kırmıyor. Demirel kırmıyor, Turgut Özal kırmıyor; arada darbeler var zaten bu kul kültürünü pekiştiriyor. Ve sonra Tayyip Erdoğan geliyor bu kültür yine kırılmıyor. Bugün asıl sorun kul kültürünün kırılmasıdır. Önce bu kırılmalı. Bu kitap biraz da bunu kırmaya yöneliktir. En sonunda Şehsuvar Sami’nin seçimi de odur zaten: Artık ben sizinle beraber yürümem.”
“Romanın en önemli meselesi bence ‘birey olmak’ ve bunu bir dava adamı olan, kendisini davasına adamayı tercih eden Şehsuvar Sami üzerinden işliyorsunuz. Onu eleştiren kişi de Ester. Ester’le çok güçlü bir kadın portresi çiziyorsunuz. Bana biraz Ester sizin sesinizmiş gibi geldi.”
“Doğru, biraz da öyle. Çünkü Ester o dönem için çok değerli. O dönem böyle kadınlar da var. Feminizm çıkmamış ama devrimci hayata farklı açılardan bakan, cesur kadınlar var. Bu romandaki en pozitif karakterlerden biri Ester. Bir anlamda benim sesim.”
“Tarihi romanlarda genelde çizilen cefakâr kadın profilinden çok farklı bir karakter.”
“Çünkü güçlü kadınlar çizmek lazım. Kadınları hep ikinci sınıf çiziyorlar; hayatta öyle değil aslında. Kadınlar gerçek hayatta çok güçlüler. Bugün kadın cinayetlerinin artmasının nedeni de kadınların güçlü olmasıdır. Kadınlar artık çalışıyorlar, ekmek parası kazanıyorlar; hıyarın biri gelmiş kadına baskı uyguluyor. Kadın niye çeksin
onu? Boşanıyor. Boşandığı için de bu hıyar canavarlaşıyor öldürüyor onu. Kadınlar uyanıyor; öyle çizmek lazım, ötekisi gerçek değil.”
“Sizce toplumun bireyleşme sürecinde kadınlar daha mı erken uyandı? Daha mı erken farkına vardı bu durumun?”
“Şu anda o kadar ilkel bir baskı var ki kadınlar üzerinde. Kadınlar buna tahammül edemiyorlar. Dayanamadıkları için de kadınların isyanı, bu geri kalmış toplumda göze batıyor. Toplum bu isyanı bastırmaya çalışıyor. Öldürüyorlar, yasaklar koymaya çalışıyorlar; çünkü korkuyor toplum. Bunun bir uyanış olduğu kesin. Dünyada da bir uyanma var. Ülkede birtakım kurallar koyarak, baskılarla bu uyanışı durduramazsın. Artık internet diye bir şey var, sosyal medya diye bir şey var. Bugün Çin’de, New York’ta, Arjantin’de, Küba’da, nerede olursa olsun yaşanan her şeyi biliyoruz. Ben bir gazeteciyim artık siz de bir gazetecisiniz. Elinizde telefon varsa herkes artık gazeteci, bunu engellemek mümkün değil. Dolayısıyla dünyanın her yerindeki gelişmeler, medeniyetin aldığı durum, özgürlükler artık biliniyor. Kadınlar da biliyor. Kadınları engellemek mümkün değil; bu dönüşüm olacak.”
“Pera Palas da romanda çok önemli bir yer tutuyor. Neredeyse karakterlerden biri gibi”
“Evet burası tarihi bir bölge; Beyoğlu’ndayız şu an, burası eski ismiyle Pera. Cadde-i Kebir yani büyük cadde. Baktığımız zaman anıt binaların çoğu yıkılmış. Afrika Han, Rumeli Han, Hüseyinağa Camii, Galatasaray Lisesi, Mısır Han Apartımanı; bunlar anıt binalar. Pera Palas da onlardan bir tanesi. Sadece bir otel değil aynı zamanda bir dönemin başlangıcı Pera Palas. Batılılar Sirkeci’de trenden iniyorlar ve Pera Palas’a geliyorlar. Aslında Doğu’dan Batı’ya giriyorlar. O kapıdan girerseniz görürsünüz zaten arabesk tarzda yapılmıştır. Alexander Valery’dir oranın mimarı. Ve tabii bir dönemi anlatıyor Pera Palas. Türkiye’nin Batılılaşma dönemi. Şehsuvar Sami bir otelde kalacaksa ya Pera Palas’ta kalacaktı ya Büyük Londra Oteli’nde ya da Tokatlıyan’da. Pera Palas bana daha enteresan geldi. Bu tür binaları korumamız lazım bizim. Hiç değilse romanlarda kayıt altına alalım da kaybolmasın. Emek Sineması’nı ben ‘Beyoğlu Rapsodisi’ romanımda yazdım. 2003 yılında oradaki bütün binalar romanda geçer. Birileri beni envanter mi tutuyorsun diye eleştirmişti. Şimdi Emek Sineması yok işte. Burası öyle bir ülke ki vahşilerin, barbarların ülkesi. Zerafetten, incelikten yoksun bir ülke burası. Saygıdan yoksun bir ülke. Romanlarla ne kadar toparlayabiliriz, bilmiyorum. Şimdi de lümpenlerin ülkesi. Her şey yalan, her şey zerafetini kaybetti. Din zerafetini kaybetti, inanç zerafetini kaybetti, solculuk sağcılık her şey zerafetini kaybetti. Bayağılığın krallığını yaşıyoruz. Sanata sığınıyoruz biz de sağlığımızı korumak için. Öyle bir ülke ki Güneydoğu’da insanlar ölüyor, polisler ölüyor, halk ölüyor biz burada neşe içinde yaşıyoruz. Böyle bir millet mi olur? Bölünmüşüz aslında. Orada insanlar ekmek almaya çıkamıyor burada hayat olduğu gibi devam ediyor. Böyle bir vatan olur mu? Durum karamsar ama umutsuzluğa kapılmayalım.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2016
Mine Kırıkkanat’tan Politik Alegori Gazeteciliği ve araştırma kitapları kadar edebiyatçı kimliğiyle de tanıdığımız Mine G. Kırıkkanat bütün kitaplarını Kırmızı Kedi Yayınevi çatısı altında toplamaya devam ediyor. Kırıkkanat’ın Cihangir sokaklarından renkli manzaraları, sıcak insan ilişkilerini, kimi zaman da öfkeleri, meyhane masalarındaki sohbetleri son derece canlı ve doğal bir üslupla dile getirdiği romanı “Sinek Sarayı”nın devamı olan “Bir Gün, Gece” de raflarda yerini aldı. Sinan ve Daryal/Nejla, “Sinek Sarayı”ndan ayrıldıktan yıllar sonra, AB özel görevlileri olarak büyük bir depremin yerle bir ettiği İstanbul’a geri dönerler. Yanlarında, Paris’te işlenen karanlık bir cinayetten kaçan Feride’yle birlikte. İstanbul’dan geriye kalan, yıkıntılar arasındaki açıklıklarda kurulmuş çadırlar ve insan yığınlarıdır. Korku, açlık ve kara kış, viran şehirde yaşamaya mahkûm insanlarda kontrol edilemeyen bir öfkeye dönüşür. Yemek kuyruklarında, yetersiz sayıdaki çadırkentlerde patlak veren bu öfke zaman zaman çatışmalara neden olur. Gündelik yaşamı devam ettirme çabalarıyla geçen gün yerini geceye bıraktığında kentin yeni sahipleri saklandıkları yerden çıkar: Yıkımın sorumlularından hesap sorma peşindeki çeteler, yağmacılar ve hırsızlar... “Bir Gün, Gece”, sürükleyici bir macera ve politik bir alegori. “Bir Gün, Gece”, Mine G. Kırıkkanat, 192 s., Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015
Özel Çocuklar İçin Ebeveyn Rehberi Her çocuk farklıdır ve kendisine özel bir gelişim çizgisi vardır. Ancak bazı çocuklar özeldir; onları özel kılan şey bir sorun gibi görünse de aslında sadece özel bir yaklaşıma ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçların nasıl karşılanabileceğinden yola çıkan Anat Baniel, beynin muhteşem değişim gücünü de kullanarak tüm anne babalar ve eğitimciler için kendi adını taşıyan özel bir metot geliştirdi. Anat Baniel Metodu, çocukları yapamadıklarına zorlamak yerine bağ kurmaya odaklanarak, onların ve anne babaların stresten arınmalarını, odaklanmalarını ve gelişmelerini sağlıyor. En önemlisi de tanıları ne olursa olsun, çocukların potansiyellerini en iyi şekilde kullanarak sınırlarını aşmalarına yardımcı oluyor. Kitabın Türkçeye çevrilmesine önayak olan da özel gereksinimleri olan bir çocuğun annesi. Çocuğuna uzun bir “yapamayacakları” listesiyle teşhis konulan anne Beril Tokcan önce Anat Baniel Metodu’yla tanışmış, çocuğunun sınırlarını aşmasına yardım etmiş, sonra da bu methodun Türkiye’de yaşayan özel çocuklara ulaşabilmesi için kolları sıvamış. Böylece 1,5 senelik bir çaba sonucunda bu önemli çalışma Yonca Dalar’ın çevirisiyle Türkçede yayımlanabilmiş. Çocuk gelişimi konusunda farklı bir perspektif sunan “Sınırlarını Aşan Çocuklar”, özel gereksinimi olsun ya da olmasın tüm ebeveynlerin yeni bir iletişim kanalını keşfetmesini sağlayacak bir çalışma. “Sınırlarını Aşan Çocuklar”, Anat Baniel, Çev: Yonca Dalar, 280 s., Doğan Kitap, 2015
Tüketmeden Yaşamak AHMET MERİÇ ŞENYÜZ
“B
ir lokma bir hırka”nın erdem sayıldığı yıllardan, “fazlası hep daha fazlası”nın istendiği bir döneme nasıl geldik? Bu açgözlülük insanın doğası mı yoksa tüketim alışkanlıklarımız ile toplumsal formasyondaki dönüşüm arasında kopmaz bir bağ mı var? Peki, tüketim odaklı bir yaşam bizi mutlu eder mi ya da bundan kaçınmak mümkün mü? Remzi Kitabevi’nden çıkan “Sade/ce”, bu soruların yanıtlarını arayan kolektif bir çalışma... “Tüketim olgusu üzerine denemeler” altbaşlığını taşıyan “Sade/ce”, ilginç bir kitap. Kitabın editörlüğünü Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde pazarlama temelli dersler veren Filiz Otay Demir yapmış. Kitabın omurgasını da Demir’in ve aynı bölümde doktora yapan öğrencilerinin yazıları oluşturmuş. Demir, pazarlama derslerini şöyle özetliyor; “Bu dersler, ağırlık olarak satın alma sürecindeki güdülenmeyi, daha doğrusu bu güdülenmeyi yaratacak strateji ve taktikleri ele almakta. Bir satranç oyununa benzettiğim bu stratejiler, tüketici zihnine ulaşılacağı ve oraya nasıl yerleşileceğinin yol haritalarını sunduğundan her zaman keyifli olmuştur...” İlginçlik burada başlıyor, zira tüketim toplumu içinde “sade” yaşama olanaklarına vurgu yapan kitabı hazırlayanlar, işi tüketimi körüklemeyi öğretmek olan akademisyenler... Demir ve öğrencileri farklı disiplinlerden katkıları da bir araya getirerek tüketim olgusunu enine boyuna ele alan bir yapıt ortaya koymuş. Kitaptaki yaklaşımların tümüne katılmak mümkün değil elbette ama tüketim süreçlerinin hayatımızdaki yeri üzerine düşünmek isteyen herkes için konuyu epey kapsamlı bir biçimde inceleyen bir çalışma, “Sade/ce”. Kitabın ilk bölümü “Tanımlarken” başlığını taşıyor ve çalışmanın kuramsal çerçevesini çizen yazılardan oluşuyor. Maltepe Üniversitesi’nde doktorant olarak öğrenim hayatını sürdüren Hüma Balcı, “Kapitalizm” başlıklı makalesinde, kapitalizmin dönemsel gelişimini temel alarak tüketim toplumunun nasıl oluştuğunu anlatıyor. Balcı, kapitalizmin tarihsel gelişimini 1500’lerden günümüze kadar inceledikten sonra, “iktisadi düşünce tarihinde ilk kez, arzın değil de talep yaratmanın dert edinilmiş olduğunu”’ vurguluyor ve bunun yarattığı “kapitalist insan tipi”ne değiniyor. Tüketim yaratma ihtiyacının insan olgusunda yarattığı dönüşüm açık; kapitalizmin daha üretici olduğu daha erken dönemlerinde Protestan ahlakı benimseyen tutumlu, çalışkan, rasyonel bir insan tipi söz konusu iken, yeterli sermaye birikiminin sağlandığı dönemde, tüketim asıl mesele haline gelirken, “hazcı insan tipi” sistemin ihtiyacı oluyor. Kapitalizm artık, insanın doğal ihtiyaçlarına yanıt veren bir sistem olmaktan çıkmış, talebi de bizatihi kendisi oluşturmak durumunda olan (medya, moda vs. gibi araçlarla) bir sistem haline gelmiştir, böyle bir sistemin ortaya çıkardığı ise arzuları karşılanmadığı zaman ciddi bunalımlar yaşayan, sürekli bir arzulama hali içindeki tüketim bağımlısı bireylerdir. Balcı’nın bıraktığı yerden sözü Özge Uğurlu alıyor. Uğurlu, “Bir dönem tarifi” başlıklı yazısında önce Batı kapitalizminin, postmodern deyimiyle nitelendirilebilecek yeni bir düzenleme-
mericsenyuz@gmail.com ye gereksinim duyulacak kadar köklü ve önemli bir değişim geçirip geçirmediğini sorguluyor ve daha sonra dönemin özelliklerini ele alıyor. Harvey, Bakhtin, Huyssens, Baudrillard, Debord gibi düşünürlerin fikirlerini takip eden Uğurlu özellikle bu yeni toplumun iki veçhesi üzerinde duruyor; “Karnaval bir kentin parıldayan mekânları olarak AVM’ler” ve “yeni iletişim teknolojilerinin yarattığı akışkan insan.” Uğurlu insanın ne olduğu ile ne olmak istediği arasındaki boşlukları doldurabileceği bir alan olarak sosyal ağların, bireyin “benlik montajı ihtiyacı”na denk düştüğüne vurgu yapıyor. Tüketici insanın herhangi bir yere ait olamayan, bir yerde köklenemeyen yapısını örneklerle ortaya koyuyor. Kitabın “Sistemin çatlakları” başlıklı ikinci bölümünde ise, ilk bölümde ortaya konan manzaradan yola çıkılarak, tüketim toplumunun olumsuzlukları geniş bir perspektifte tartışılıyor. Filiz Otay Demir, “Modern masallar” başlıklı makalesinde, postmodern teorinin toplumsal olarak merkezsizleşmiş ve parçalanmış özneden yola çıkarak modern teorinin yücelttiği rasyonel ve birleşik özneyi iptal ettiğinin altını çiziyor. Bu parçalanmış öznenin kapitalizm tarafından işgal edilen boş zamanı, giderek metalaşıyor ve boş zamanını tıka basa doldurarak kendisini faaliyet güdümlü hale getiren postmodern birey, ideal tüketici haline geliyor. Bu sayfanın sınırları içinde, kitaptaki tüm yazıları detaylı biçimde ele almak mümkün değil elbet. Çalışmanın çatısını oluşturan yazılardaki yaklaşımları özetledikten sonra birkaç yazıya daha değinip bitirmek zorundayız ister istemez. “Sistemin çatlakları”nın ardından gelen “Bir de buradan bakalım” ana başlığı altında mimari, teoloji ve mistik alanlardaki sade yaşam vurgusu ele alınmış. “Sistemden çıkış var mı?” sorusunun sorulduğu son ana bölümde ise mutluluk olgusu tartışılmış. Özellikle Meltem Kuruyazıcı’nın yeni kapitalizmde çalışanın durumunu incelediği “Ödün vermeden sisteme dahil olmak” başlıklı deneme, Fordist dönemin süreklilik taşıyan üretim modellerinin yerini alan kısa vadeye odaklı iş modellerinin modern sonrası insanda yarattığı yüzeyselleşmeyi çarpıcı biçimde ele alıyor. Mutluluğun psikolojisi üzerine çalışan bir araştırmacı psikolog olan Pelin Kesebir ise “Nihai hedef: Mutluluk” paranın ve tüketimin mutluluk getirmeye yeterli olmadığını vurguladıktan sonra 10 maddelik bir mutluluk rehberi de sunuyor. İoanna Kuçuradi, Fikret Soner, Emre Arolat, Gazi Özdemir, Meltem Çiçek, İnal Aydınoğlu, Ayşe Nil Kireçci ve Nasuh Mahruki gibi isimlerin her birinin kendi alanlarının deneyimlerinin zenginliğini taşıyan denemeleriyle farklı oylumlara uzanan “Sade/ce”, tüketim olgusu ve sade yaşam olanakları üzerine Türkçedeki en kapsamlı kaynaklardan biri olma özelliğini hak ediyor. “Sade/ce”, Kolektif, 280 s., Remzi Kitabevi, 2015
Ocak 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Saraylılar İçin Bir Anti-Kahraman: Mujica SARPHAN UZUNOĞLU
S
iyasetçilerin portreleri yazarlar ve gazeteciler açısından da okur açısından da en dikkatli şekilde yaklaşılması gereken portrelerdir çoğu zaman. Yazan için de okuyan için de çetrefil bir durumdur bir siyasetçiyi anlamak, onun hayatına tanık olmak. Andrés Danza ve Ernesto Tulbovitz’in “İktidarda Bir Kara Koyun: Saraysız Başkan José Mujica” kitabıyla ilgili olarak da bugüne dek yapılan eleştirilerin çoğunda yazarların objektif kalabilmek için ellerinden geleni yaptıkları söylense de elimizde Mujica’nın sol içerisindeki koşulsuz/sorgusuz pozisyonunu güçlendiren ve Uruguay’daki solun da tarihinin eşlik ettiği bir eser var. Mujica’nın bir depo soygunuyla hapse girmesiyle başlayan hapis öyküsü ülkesindeki solun tarihini anlatıyor. Kitapta “tüm kemikleri kırılana kadar dövüldüğünü” söylüyor Mujica. Coğrafyalar arası bu benzerlik bizi ona daha da yaklaştırıyor. Sol hareketin toplumda ulaşamadığı kesimlere ulaşabilmesi konusundaki stratejik katkısını vurgulamaktan çekinmiyor. Sürekli olarak bir yaşam tevazusuyla tanımladığımız Mujica, içinde bulunduğu harekete katkıları konusunda o kadar da mutevazı değil. Günlük detayları, örneğin nasıl et sevdiğini, dile getirmekten hiçbir zaman geri durmuyor. Her an kendini bir mit olmaktan uzaklaştıracak hamlelerle etki ediyor görüşmelere. Uruguay’ın kendisini başkan yapma kararını da muazzam bir durum olarak değerlendiriyor. Başkanlığıyla ilgili mutsuzluğu ve bıkkınlığı kadar bu kararın doğruluğuna inancı da istikrarlı bir şekilde vurgulanıyor. Ama kendisi de itiraf ediyor; o çelişkilerle dolu bir insan. Yer yer kendinden bahsederken yükselen temposu okurun kafasında kurduğu “tombul ve tatlı siyasetçi” portresinin ötesinde bir gerçeklik sunuyor. Ülkesinin dış politikasında da özellikle Arjantin’le ilişkilerde olumlu adımlar attığını öğreniyoruz. Kitaptan çoğunlukla olumlu şeyler duyuyoruz ve bu olumlu şeyler bizi rahatsız etmiyor; aksine bilgilendiriyor. Uruguay’ın eski liderinin gerillalıktan cumhurbaşkanlığına uzanan hikâyesi elbette sol içerisinde ta 1900’lerin başından beri süregelen birçok tartışmayı da beraberinde getiriyor. Bir sosyalist, hele ki gerilla mücadelesinde var olmuş, o dönemi yaşamış biri nasıl sistemin en tepe kurumunun başında oturabilir? Mujica tam da PODEMOS, SYRİZA gibi partilerin yükselişleri ve nihayet Corbyn’in İşçi Partisi liderliğine gelmesiyle birlikte sol ideallerin parlamento üzerinden hayata geçirebileceği fikrinin kabul gördüğü bu dönemde bir ikon haline geldi. Bugün Mujica Türkiye’de okur yazar kitlelerce tanınan ve parmakla gösterilen bir isim; birçok insan için ideal bir lider portresi teşkil ediyor. Ülkesinde otostop çeken bir insanı mütevazı mavi arabasıyla birlikte gideceği yere kadar bırakan Mujica’nın dünya çapında bir popülerliğe kavuşması onu küresel bir kahraman olarak sahneye çıkarıyor. Ancak Uruguay özelinde Mujica’nın hikâyesi oldukça eski. Karşımızda tevazuyu bir şekilde yaşam biçimi haline getirmiş, bir birey olarak toplum içerisinde “sivrilmeyi” amaç edinmemiş bir insan var. Neoliberalizm masallarıyla büyüyen bizler için kitabın
sarphan.uzunoglu@khas.edu.tr adında da geçtiği üzere Mujica tam bir kara koyun. Kendisi de başkan olmayı istemeyen, hatta ısrarla başkalarına bu görevi öneren bir adamın cumhurbaşkanlığından söz ediyoruz. Ülkesinin bu tarz bir insana umut bağlamasının ardında sınırlanamamış bir yoksulluk ve toplumsal bir kırılmanın olduğunu anlamak güç değil. Zira Barış Yıldırım, Mujica’nın kitabıyla ilgili Gezite’de yayınlanan bir eleştirisinde Mujica’ya ilişkin yazılanlar ve özellikle de o çok ünlü otostop hikâyesi üzerine önemli bir noktaya değinmişti: “Ne var ki, bu anlatılan sempatik manzara elbette başka okumalara da açık. Öyle ya, yolda bir saat duran kişiyi almak için yalnızca başkanın arabası durduysa, bu Uruguaylıların başkanlarından çok da bir şey öğrenmedikleri anlamına gelir. Uruguay başkanı 12 bin dolarlık gelirinin %90’ının yoksullara bağışlıyorsa, bu, hükümetin yıllardır yoksulluğu bitiremediği anlamına gelir.” Yıldırım bu yazıyı yazdığında henüz Mujica Türkiye’ye gelmemiş, bu kitap henüz Türkçeye çevrilmemişti. Bana kalırsa Yıldırım’ın açtığı tartışma o dönem içerisinde en makul tartışmalardan biriydi. Zira sosyalistlerin kitapta okurken cevabını bulabilecekleri sorulardan biri de bu: Evet, Mujica çoğunluk gibi yaşadığını savunuyor; ama çoğunluğun yaşamını değiştirmek için yaptıkları ne kadar yeterli? Ancak bu soru tek başına ne kitabın içinde yanıtlanabilir ne de Mujica bir sistem problemine meram olabilecek kadar güçlü bir siyasetçi. Daha başlıkta onu bir “anti-kahraman” olarak tanımlamam da bundan. Çünkü dünyanın her yerinde eski gerillalar özellikle de başarılı olmuşlarsa toplumsal birer mite dönüşürler; Güney Afrika’dan Güney Amerika’ya birçok coğrafyada aynı şekilde seyreder. Hatta Ortadoğu’da da benzer bir durum söz konusudur; ancak Mujica böyle bir kahraman payesini tek başına üstlenecek kadar istekli olmadığı gibi, geçmişe dayalı olmayan bir hayat anlayışına sahip. “Hayat gelecektir, geçmiş değil” diyen kaç tane gerilla liderine rastlayabiliriz ki? Özellikle de solun mitlerle kurduğu ilişkinin bu denli sorunlu olduğu bir dünyada. Yaşarken tabulaşmış onca liderin arasında yaşayan bizler için Mujica’nın sonsuz “dünyeviliğinin” çekici olmasının sebebi belki de budur. Mujica’yla yapılan röportajların arkaplanında tüketim toplumuna yönelen ağır bir eleştiri var. Neticede ise elbette bizim maruz kaldığımız siyasetle onun hayali ve pratiği arasında büyük farklılıklar var; ancak sokakta benzer yaşamların sürdüğü Türkiye ve Uruguay’ın yüksek siyasetleri arasındaki bu büyük farklılığı kendimize izah etmek için bir yöntem bulmamız şart. Bu yöntemin Mujica’yı övmek ya da misafir etmekten daha büyük bir emek gerektirdiği ise bir sır değil. “İktidarda Bir Kara Koyun: Saraysız Başkan José Mujica”, Andres Danza, Ernesto Tulbovitz , Çev: Ali Tuncer, 264 s., Tekin Yayınevi, 2015
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Şiir Her Zaman… “Bugün canım yazı yazmak istemiyor.” Çetin Altan’la ünlenen tuhaf ama alışıldık bir ruh halinin yansımadır bu. Oktay Akbal’dan da böyle bir yazı okumuştum “Ölümsüz Oyun” adlı kitabında. Dünyanın hali, memleketin hali, Aylan bebeğin görüntüsü içimizi dağlayıp duruyor. Ne yeni yıl, ne televizyonda güncel olayları izlemek ne de başka bir şey… Olup bitenler karşısında umarsızlığın katmerleşmesi ve içimizi karartması… Kitaplığı karıştırmak, eski kupürlere bakmak, dosyaları elden geçirmek yararlı olabilir belki. Bu kez Oktay Rifat’ın şiirlerine dadanayım dedim. Karşıma çıkan o ünlü ‘Telefon’ başlıklı şiir ilginç göndermelerle dolu ve yoruma açık… Oktay Rifat’ın toplu şiirlerine bakarken çevirilerin de bu basımda yer aldığını gördüm. Neden ön kapakta buna ilişkin bir not yok diye düşündüm. Kapak düzeni buna pek olanak vermiyor olsa da önemli. Ben o şiir çevirilerinin ilk basımlarının peşine düştüm bilmeden. Sanırım oğul Samih Rifat bu basıma önayak olmuştur ama yine de bir eksiklik. Şiirlerin ikinci cildi daha derli topludur diye düşünüyorum. Andığım Telefon şiiri şöyle bitiyor: Çocuklara bakma dayanırım Gide gide çoğaldım halkım ben artık Dağ taş kalabalık kalabalık Satar mıyım onları onlar da çocuklarım Ben kadınım çocuklarımla varım Telefon nafile açmam seni Söylemez dillerim yarınla bağlı Tutmaz parmaklarım kocamdan belli Telefon benim ki de analık Çocuklara bakma dayanırım Sevgiydim önce bir çeşit incelik Şimdi işe yarıyorum kaba saba Tuzlu bir deniz kokusu havada Benimle başladı bu müthiş tazelik Benimle yaklaştı güzel günler O günlerin eşiğinde beni hatırlayın Hatırlayın onların vahşetini Her telefon çalışta kesik kesik Evet ‘Telefon’ şiiri çok önemli. Onun gibi Behçet Necatigil’in ‘Solgun Bir Gül Oluyor Dokununca’ şiiri üstüne de gereği gibi durulmadı sanıyorum. Bu konuda Turgut Uyar’ın “Papirüs” dergisinde ‘Bir Şiirden’ başlıklı yazılarını unutamam. Belki yine yazdım. Turgut abi koltuk değnekleriyle odama girdiğinde ilk tanışmanın heyecanıyla o yazıları sormuştum. Rastlantıya bakın “haftaya Ada yayınlarından çıkacak o yazılar kitap halinde” demesin mi! Yıl 1982. Bana göre ilk elde yorumlanması gereken şiirler üstüne uzunca bir liste bile yapılabilir: ‘Sessiz Gemi’, ‘Mehlika Sultan’ (Yahya Kemal), ‘İnsan Manzaraları’ (Nâzım Hikmet), ‘Otuz Beş Yaş’ (Cahit Sıtkı Tarancı), ‘Bursa’da Zaman’ (Tanpınar) ‘Olvido’ (Ahmet Muhip Dranas), ‘Om Mani Padme Hum’ (Asaf Halet Çelebi), ‘Yağmur Altında’ (Melih Cevdet Anday), ‘Ben Sana Mecburum’, ‘Sisler Bulvarı’ (Attilâ İlhan), ‘Ölü Öldü’ (Edip Cansever), ‘Göğe Bakma Durağı’ (Turgut Uyar), ‘Fayton’ (Ece Ayhan), ‘Üvercinka’ (Cemal Süreya)… Daha uzatılabilir bu liste. Belki onları da konuşuruz… Öneri:
“Atatürk’ün Yanıbaşında-Nuri Ulusu’nun Hatıraları”, M. Kemal Ulusu, 17. basım, 310 s. 2015 “Fena Çocuklar Zamanı”, Orhan Gökdemir, deneme, 184 s. 2015
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2016
AVM Yerine Kütüphane Açsak... ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com
“O
kumadan geçen bir gün, yitirilmiş bir gündür” diyor Jean Paul Sartre. Beri yandan okuma oranlarıyla ilgili rakamlar adeta bütün bir ömrümüzü yitirdiğimizi, boşa geçirdiğimizi gözümüze sokuyor. Okuma alışkanlığımızın artabileceğine dair insanı umutlandıran gelişmeler de oluyor kuşkusuz. Çünkü Türkiye’nin dört bir yanında insanlar ve çeşitli kurumlar kütüphane açmak ya da okullara kitap toplamak için didinip duruyor. Hiç şüphe yok ki bu konuda en büyük sorumluluk da devlete düşüyor. Bu sorumlukların neler olduğunu Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Amerikalı yazar ve editör John Kendrick Bangs, “İnsan ne kadar çok kitap okursa o kadar çok büyüyeceğini bilmelidir” diyor. Ama istatistikler gösteriyor ki kitap okuma alışkanlığı Türkiye’de bir hayli düşük. Hal böyle olunca da hem bireyler hem de toplum olarak bir türlü büyüyemiyor, gelişemiyoruz. Hep güdük kalıyoruz. Demokrat Eğitimciler Sendikası Araştırma Merkezi (DESAM) raporuna göre; AB ülkelerinde yüzde 21 olan kitap okuma oranı, Türkiye’de sadece ve sadece yüzde 0,01. Günde altı saatimizi televizyon karşısında, üç saatimizi internette harcarken ne yazık ki kitap okumaya yılda yalnızca altı saatimizi ayırıyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) rakamlarına baktığımızda ise 2014 yılında kişi başına 7,3 kitap düştüğünü görüyoruz. Kitaba ücretsiz erişimin en önemli ayağı olan kütüphaneler, daha küçük yaşta çocuklara okuma sevgisini aşılayabilecek en eşsiz mekânlardandır. Henüz ilkokul sıralarındayken kitapların o büyülü dünyasının kapılarını bana aralayan sınıf kütüphanesini hiç unutmam örneğin. O küçücük kütüphanede tanışmıştım ilk kez Jules Verne ve Mark Twain ile... “Kaptan Grant’ın Çocukları” ve “Tom Sawyer” ile birlikte nice maceraya yelken açmıştım… Hiç şüphesiz çocukların kitapla buluşup tanışması-
Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Onur Bilge Kula ve Okul Kütüphanecileri Derneği Başkanı Aydın İleri’den dinledik. Ayrıca sivil toplum ayağında neler olduğuna bakmak adına çocukların eğitim hakkına sahip çıkan, kitaba erişimlerine önayak olan Aysın-Rafet Ataç Vakfı ve Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi Müdürü Hatice Sezer ve Geleceğin Çocukları Vakfı Danışma Kurulu Üyesi Hülya Akgün ile konuştuk… Bu konşmalardan geriye bir soru kaldı bize, her mahallede pıtrak gibi çoğalan şu alışveriş merkezlerinin hepsinin değil, hiç olmazsa bir kısmının yerine kütüphane açılsa, neler değişirdi ülkede?
nı, ısınıp kaynaşmasını ve dahası sıkı bir dost olmasını sağlamak noktasında kütüphaneler önemli bir role sahip. Peki kütüphanelerin çoğalması, bilginin halka ulaştırılması konusunda devletin yükümlülükleri nelerdir acaba? Bu soruya cevap bulmak adına Prof. Dr. Onur Bilge Kula ve Aydın İleri’ye kulak verelim… “İktidarlar Kütüphaneleri Görmezlikten Geliyor” Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Onur Bilge Kula, siyasal iktidarların hemen tümünün, bilgi ve estetik birikimini halkla buluşturmanın aracı olan kütüphaneleri görmezden geldiğinin altını çiziyor: “Kitap, hem her türlü bilgi, bilim ve sanatın dolayımıdır; hem de aktarım aracıdır. Bu nedenle, kitapların yurdu olan, daha doğrusu olması gereken kütüphaneler, hem kitapların veya onların içerdiği bilgi ve estetik birikiminin saklandığı, gelecek kuşaklara aktarıldığı, hem de kitapla okuyucunun buluştuğu yerler olmalıdır. Peki, Türkiye’de en yaygın kütüphane tipini oluşturan Halk Kütüphaneleri bu işlevi yerine getirebilecek durumda mıdır? Üç yıl süren (Mart 2010-Mart 2013) Kütüphaneler ve Yayınlar Genel
Müdürlüğü görevim sırasında edindiğim deneyimler ve izlenimler kapsamında şu belirlemeyi yapabilirim: Türkiye’deki Halk Kütüphaneleri’nin ezici çoğunluğu, bu işlevi karşılayacak niteliklerden yoksundur. Bunun başlıca nedenleri arasında çok uzun yıllardan be-
Ocak 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
ri süregelen ve hemen her türlü siyasi partinin iktidar döneminde sergilenen ilgisizlik ve önemsememe tavrı ve yetersiz uzman kütüphaneci çalıştırılması sayılabilir. Nedenleri çoğaltmak olanaklıdır; ancak ben kütüphaneleri çekicileştirmek için yapılması gerekenleri dile getirmeyi daha yararlı görmekteyim. Her şeyden önce kütüphaneler, çekici mekânlar olarak düzenlenmelidir. Dolayısıyla uygun mekân ve mekân estetiği önemsenmelidir. Ben, bu konuyu önemsediğim için, çalışmaları başlatırken, kütüphanecileri yetiştiren Bilgi ve Belge Yönetimi bölümlerinin eğitimöğretim izlenceleri içerisinde mekân estetiği dersinin yer almadığını şaşkınlıkla öğrendim. Öte yandan siyasal iktidarların hemen tümü, bilgi ve estetik birikimini halkla buluşturmanın aracı olan kütüphaneleri görmezlikten gelmiştir ve gelmektedir. Bu görmezden gelme, yok sayma tavrı sürdüğü sürece, Halk Kütüphaneleri’nde önemli bir atılım olacağını sanmıyorum. Bu bağlamda kamuoyu baskısı oluşturulması büyük önem taşımaktadır. Geriye büyük ölçüde sivil toplumun kütüphane duyarlılığı kalmaktadır. Bu nedenle, sivil toplumun ve tekil bireylerin kütüphane oluşturma ve geliştirme girişimlerinin yaygınlaşmasını herkesin desteklemesi ve özendirmesi gerekir. Bu girişimler, Türkiye’nin bilgi toplumu durumuna gelmesi, uygar dünyayla her bakımdan buluşması açısından çok önemlidir.” “Okul Kütüphaneleri Eğitimin Bir Parçası” Okul Kütüphanecileri Derneği Başkanı Aydın İleri ise okul kütüphanelerinin yaygınlaştırılması gerektiğine ve okul kütüphanelerinde “Okul Kütüphanecileri”nin olmazsa olmazlığına vurgu yapıyor: “Okul kütüphaneleri için kitap toplama ve kitap bağışı kampanyaları iyi niyetli ve pozitif girişimler. Ama bu çalışmalar gerçek bir okul kütüphanesi hedefine bizi ulaştırmaz. Okul kütüphanelerinin koleksiyonu eğitime, okuldaki öğrencilerin yaş gruplarına ve öğretmenlerin ihtiyacına göre oluşturulmalıdır. Sivil toplumun, hayırseverlerin azimli çalışmalarını takdirle karşılıyorum. Okul kütüphaneleri eğitimin bir parçası ve vazgeçilmezi olmalıdır. İşlevi ve özü itibarıyla ilgili bakanlığın hizmetidir. Kütüphaneler sadece kitaplardan oluşmaz. Kitapları sınıflayacak, hizmete sunacak; etkinlikler, atölyeler yapacak; okuma kültürünü öğrencilerde pekiştirecek olan “Okul Kütüphanecileri”nin görev alması şarttır. Yeni kitapları, dergileri ilgili öğretmenlerle seçecek olan kişi kütüphanecidir. Kütüphanelerin yaşayan mekânlar olması, sürdürülebilir olması kütüphanecinin varlığıyla mümkündür. Bir odada tek başına duran kitap yığınları, dizili raflar kütüphane değildir. Yapılan her kütüphane girişimi değerli ve önemlidir. Emek veren, yürek koyan herkese teşekkür ediyoruz. Okuma kültürü ve nitelikli eğitim için atılan her adım takdire değer. İlgili bakanlıkların sorumluluğu olan ve eğitimin en önemli parçası olan okul kütüphaneleri, işlevli olarak kurulmalı; kütüphanecilik eğitimi alan “Bilgi ve Belge Yönetimi” bölümlerinden mezun bilgi profesyonellerince işletilmelidir. Milli Eğitim Bakanlığı’nda son zamanlarda olum-
lu gelişmeler yaşanıyor. Örnek projeler yapılıyor. Ama bunlar 56 binden fazla okulu olan bir bakanlıkta, binde bir oranında değil. Milli Eğitim Bakanlığı’nda kütüphaneci personel sayısı sıfır. 2023 vizyonuna uygun bir kütüphane politikası izlenmeli ve ülkemizde kamunun hizmeti olan okul kütüphaneleri yaygınlaştırılmalıdır. Kaliteli bir eğitim ve okuyan bir nesil için kaybedecek zamanımız yok”. Geleceğin Çocukları Vakfı “Kitap Okuma Kulübü” kuruyor Sivil toplumun ve elbette tek tek bireylerin kütüphane oluşturma, okullara kitap sağlama konusundaki girişimleri de bir hayli önem taşıyor ve desteklenmesi gerekiyor. Geleceğin Çocukları Vakfı ve Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi de çocukların eğitimine, kitaba ve kütüphaneye değer veren iki örnek kurum olarak karşımıza çıkıyor… 1997 yılında kurulan “Geleceğimizin Çocukları Vakfı”, çocuklara eğitimlerini sürdürebilecekleri yaşam alanları sağlamak, fiziksel ve ruhsal açıdan sağlıklı bireyler yetiştirerek onları topluma kazandırmak için çaba sarfeden bir vakıf. Vakfın danışma kurulu üyesi Hülya Akgün, çocukları kitapla, edebiyatla buluşturmak üzere gerçekleştirecekleri projeleri anlattı: “Kitap için ayrılan bütçenin dünya ortalaması 1,3 dolar iken, Türkiye’de bir kişi kitaba yılda ancak 0,45 dolar harcıyor. Dünyada çocuklara özel günlerde kitap hediye edilmesi sıralamasında Türkiye 180 ülke içerisinde 140’ıncı sırada yer alıyor. Oysaki çocuklara kitap hediye edildiği zaman çocukların okuma becerisi gelişir, okumak alışkanlığa dönüşür ve beraberinde alışkanlık sorumluluğu geliştirir, bilinç büyümesi başlar. Kapasite gelişimi fiziksel gelişim gibidir. Kapasite, farkındalığı yaratır, sonra düşünce üretimi başlar. Üretilen her yararlı düşünce topluma doktor, öğretmen, bilim insanı vs. olarak geri döner. İşte bu bildiğimiz ama bir türlü yeterli vakit ayıramadığımız önemli konuda Geleceğimizin Çocukları Vakfı olarak böyle bir projede bizimle yer almaya istekli yayınevleriyle beraber bir girişime adım attık. Vakıf gönüllülerimizin düzenli aralıklarla çocuklarla buluşup, kitap okuyacakları, okudukları kitaplar hakkında düşüncelerini paylaşacakları, kitabın sevdikleri ve sevmedikleri bölümlerini, karakterlerini tartışacakları ‘Çocuk Okuma Kulübü’nü kuruyoruz. Farklı yaşlardan onlarca çocuk, mevcut olan ya da tohumlarını ekeceğimiz edebiyat tutkusunu paylaşmak için kitap okuma kulüplerimizde bir araya gelecek. Aylık toplantılarımıza mümkün oldukça değerli yazarlarımızın da katılmalarını planlıyoruz. Geleceğimiz olan çocukların kendilerini geliştirmelerinin ve edebiyattan aldıkları zevki paylaşarak artırmanın peşindeyiz. 2015 yılı sonunda kurulan bu işbirliğinin ilk adımı için vakfımızın daha önceden de çalışmalar yaptığı Zeytinburnu Çocuk Yuvası’nda olacağız. Her biri ortalama 20 kişiden oluşan ortaokul ve lise öğrencilerinin her ay iki akşam bir araya geleceği yuvamızın değerli eğitimcilerinin de bize katılacağı bu okuma etkinliklerinde, işbirliği yaptığımız yayınevlerinin liderliğinde belirlenen kitap listesi üzerinden gidilerek her ay bir kitabı iki saat boyunca konuşacağız, tartışacağız.” Program hakkında bilgi almak ve vakıf gönüllüsü olmak için: gcvakfi@gmail.com
İstanbul’un Göbeğinde Bir Hazine Belki çoğunluğun haberi yok ama İstanbul’un orta yerinde, Şişli-Bomonti’de 55 bin civarında yayınla hizmet veren bir kütüphane var: Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi. Kültür ve eğitime destek vermek amacını güden Aysın-Rafet Ataç Vakfı’nın kurduğu kütüphane, öğrencilerin başarılarına katkıda bulunmak ve teşvik etmek amacıyla başarılı öğrencilere maddi yardım yapıyor, Doğu ve Güneydoğu’daki köy okullarına kitap bağışında bulunuyor, çeşitli kampanyalara kitap yardımıyla destek vererek kütüphane kurulmasına yardımcı oluyor. Vakıf ve Kütüphane Müdürü Hatice Sezer’den bir hazine değerindeki bu vakıf ve kütüphanenin hikâyesini dinledik. Sezer, vakfın kurucusu Rafet Ataç’ın fikirlerini de bizimle paylaştı: “2001 yılında Aysın-Rafet Ataç Kültür ve Eğitim Vakfı çatısı altında kurulan Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi, barındırdığı 55 bin civarında yayınla bilgi hizmeti vermenin yanı sıra bir döneme tanıklık etmiş geniş bir dergi arşivi ve hukuk kitaplığıyla tam teşekküllü bir kütüphanedir. Kütüphane oldukça geniş kaynakçaya sahip ve çoğu seçilmiş eserlerdir. Tarih, coğrafya, arkeoloji, sanat ve genel kültür gibi kitapların yanı sıra çok eski tarihli ciltlenmiş mecmualar bulunmaktadır. Aysın-Rafet Ataç Halk ve Hukuk Kütüphanesi kaynak açısından İstanbul il sınırları içinde ikinci büyük vakıf kütüphanesidir. Eski-yeni pek çok eseri barındıran kütüphane için vakfın kurucusu Rafet Ataç fikirlerini şöyle dile getirmektedir: ‘Bilginin paylaşılarak çoğaldığı günümüzde Türkiye’de pek çok özel girişimin imkânlarıyla özel kütüphaneler kurulmaya başlanmıştır. Bilginin internete teslim olduğu bir dönemde yaşıyor olsak da internet sandığımız kadar tek tıkla bilgiye ulaşma konusunda mucizeler yaratamıyor. Örneğin, 1930’larda toplumun nelerle meşgul olduğunu, nelere ilgi gösterdiğini, birebir şahit olmuş bir dergiden öğrenmek o bilgilerin kaynağının doğruluğunu gösterir. Kültürü korumak için çok iyi donanım ve teçhizat gerekmektedir. Devlet bu anlamda yeterli desteği vermiyor. Çok külfetli olan ‘bilgiyi saklama ve koruma’ işlemleri çok uzun zaman diliminde gerçekleşen faaliyetlerdir. Bu da Batı ile aramızdaki farkı ortaya çıkaran faktörlerdendir’”. “Eğitim, Kütüphane Sistemiyle Korunur” Hatice Sezer, Rafet Ataç’ın kütüphaneciliğin okul yaptırmaktan daha önemli olduğuna işaret ettiğini belirtiyor ve Ataç’ın bu konudaki fikirlerini de aktarıyor: “Türkiye’de kütüphane sistemi yetersiz düzeydedir. Kütüphanecilikte en önemli davranış, mevcudu yenileri ile takviyedir. Bilgi yenileme ve birikiminde kütüphanelerin devamlı yeni kitapların alımına gitmesi esastır. Eğitim, kütüphane sistemi ile korunur. Kütüphanecilik okul yaptırmaktan daha önemlidir. Belli gelir düzeyinde olan insanlarımızın bu konuya önem verip çalışmalarını daha hızlı ve geniş alandan desteklemesi, çoğaltılması gerekmektedir.”
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2016
2015’e Kuş Bakışı Bir yılı geride bırakırken, geçen yılın almanakları da raflarda yerini almaya başladı. Bir klasik haline gelen NTV Almanak’ı yine Türkiye’de ve Dünya’da yaşananları unutulmamak üzere belgeliyor: Türkiye’de seçim yılı… Haziran ve Kasım seçimleri… Yılın yarısını Seçim Hükümeti ile geçiren Türkiye’de siyasetin yeni görünümü… Güneydoğu’da şiddet sarmalı… Yeni bir Nobel ödülüyle onurlanmamız… Suların durulmadığı Ortadoğu’da yeni bir aktör: Rusya. Uçak kriziyle birlikte yaşanan gelişmeler, safların yeniden şekillenmesi… Dünyada yeni yüzyılın büyük trajedisi: Ülkelerini terk eden milyonlarca göçmen Avrupa kapılarında... IŞİD terörünün Avrupa’da yarattığı sarsıntı… Türkiye’de ve Dünya’da yaşanan politik gelişmeler ve önemli anları NTV Almanak tarihe not düşerken, Can Yayınları ise 2015 yılında yaşanan kültür-sanat olaylarını “sansürsüz” bir dökümle okura sunuyor. Sinemadan mimariye, tiyatrodan edebiyata, arkeolojiden sokak sanatına uzanan bir yelpazede 2015’in sanat olayları Can Almanak’ta bir araya getirilmiş. “İnsanın kültüre, sanata ilişkin emeklerinin bu gürültüde duyulmaz bir sese, kaosun içindeki bir başka gürültüye dönüşmesine izin vermemek için. Sanatın sesi hafızamızdan silinmesin,” diye. “Almanak 2015 (Türkiye’de ve Dünyada Fotoğraflarla Bir Yıl)”, Kolektif, NTV, 2016 “Almanak 2015 (Sansürsüz Kültür Sanat Yıllığı)”, Kolektif, Can Yayınları, 2016
“Finnegans Wakes” Nihayet Türkçede 20. yüzyıl edebiyatını derinden etkileyen James Joyce’un dünya dillerinde de çevirisine az rastlanan ve “çevrilemez roman” olarak efsaneleşen kitabı “Finnegans Wakes” Türkçede iki farklı çeviriyle yayınlanıyor. İlki Umur Çelikyay’ın çevrisi olan kitap, Aylak Adam Yayınevi tarafından okurla buluşturuldu. Dilimize “Finneganın Vahı” adı ile kazandırılan yapıt, üç kitap halinde yayımlanacak. Bu çalışma bir çeviri girişiminden çok, bir çeviri denemesi ya da bir tür Türkçeleştirme yaklaşımıyla ele alınmış. Umur Çelikyay’ın çevirisinin ilk bölümü raflarda yerini almışken, Sel Yayınları aynı kitabı “Finnegans Vakası” adıyla ve Fuat Sevimay’ın çevirisiyle yayınlama hazırlığında. Joyce, 1939’da yayınlanan ve son romanı olan “Finnegans Wake”i on beş yıldan uzun bir sürede tamamlayabilmişti. Romanın başkarakterleri, Humphrey Chimpden Earwicker, karısı Anna Livia Plurabelle, oğulları Shem, Shaun ve kızları Issy, tüm insanların düşünde yaşattığı ideal aile tipini temsil etmektedir. Kitap, onların şahsında tüm insanların ve insanlığın tarihini içinde barındırır. “Finnegans Wake” ağır ve sembollerle yüklü diliyle İngilizce yazılmış en zor yapıtlardan biri kabul ediliyor. Kullandığı anlatım teknikleri alameti farikası olan bir yazarın, en çetrefilli kitabının çeviri denemesi/denemelerinin sonucu bile başlı başına bir merak konusu. “Finneganın Vahı”, James Joyce, Çev: Umur Çelikyay, 320 s., Aylak Adam, 2015
Bir Kitaba “Sığınma” İhtiyacı CEYHAN USANMAZ
K
onuyla ilgili en yakın tarihli haber Almanya’dan gelmişti. Geçen yılın yaz aylarında Almanya’nın Rothenstein kasabasında inşa edilmiş; içinde birkaç yüzme havuzu, sinema, restoran ve spor salonu da barındıran “beş yıldızlı” bir sığınağın tanıtımı yapıldı. Her haliyle belli bir seviyenin üstündeki zenginlere hitap ettiği anlaşılan bu sığınağın depremler ve tsunamiler bir yana, nükleer patlamalarla kimyasal saldırılara da dayanıklı olduğu vurgulanıyordu haberde. Bir şarap mahzeni, dua odaları, sınıflar ve hatta kendi televizyon istasyonunun bile olduğu söyleniyordu. Kısacası, bir otel tanıtımından farksızdı bu –hiç dışarı çıkmadan, su ve yiyecek sıkıntısı çekmeden 6 aydan 1 yıla kadar yaşanabilir özelliklere sahip– sığınağın tanıtımı. Belki yakınımızda bir örneğine rastlamamış olabiliriz ama dünyanın çeşitli yerlerinde “konuşlanmış”, otel gibi değerlendirilebilecek sığınakların sayısının tahminimizden de fazla olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Tam sayıyı bulamayacak olsak da, biraz araştırdığımızda yaklaşık bir değere ulaşabiliriz; ancak kişisel sığınakları da söz konusu edeceksek eğer, işin içinden çıkmamız işte o zaman imkânsız bir hale gelecektir. Özellikle 2012 yılında altın çağını yaşamıştı böylesi sığınaklar. Hatırlanacaktır, 21 Aralık 2012 tarihinin kadim Maya takvimindeki son gün olması, kıyamet senaryolarını bazılarının daha da inanılır kılmıştı. Sonuçta 2016 yılına adım atabildik, dünyanın sonu gelmedi ama eminim o yıl içinde, kişisel sığınaklara yenileri eklenmiş ya da var olanlar güçlendirilmiştir; yiyecek-içecek stokları yeniden kontrol edilmiş ve hatta artırılmıştır. Genellikle bir hobi olarak başlayan ama çoğunlukla bir çeşit “hastalığa” dönüşen bir tarafı var bu sığınak inşa etme çabasının. (Gerçi dünyanın gidişatı nedeniyle hak vermemek elde değil.) “Güvenli odalar”dan başlayarak tam teçhizatlı, askeri nitelikli sığınaklara dek uzanıyor... İşte benzer bir yapı, S. L. Grey’in kaleme aldığı “Yeraltı” romanında da karşımıza çıkıyor. Daha çok otel benzeri olarak nitelendirdiğimiz sığınaklardan biri “Yeraltı” romanındaki. Yerin altına doğru sekiz kat inen bu yapı medeniyetten kilometrelerce uzakta. Her bir katta kişilere/ailelere özel “akıllı” daireler yer alıyor. Yerin en altındaki son iki kat da yüzme havuzu, spor salonu, jeneratör, yakıt deposu, derin dondurucu, bitki yetiştirme alanı, su ve hava arıtma cihazlarına ayrılmış... Tüm dünyaya hızla yayılma eğilimi gösteren ölümcül bir grip salgınının baş göstermesiyle ciddi paralar dökerek bu sığınaktan daire alan aileler, yavaş yavaş yerleşmeye başlıyorlar. “Özel Yer” adındaki bu sığınağa niçin gelme gereği duyduklarını şu cümlelerden anlamak mümkün: “Geri döndüğümüzde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; bu sıradan bir grip değil. İşler değişiyor. Önümüzdeki birkaç hafta içinde toplumsal düzende bir çökme bekleyebiliriz; yağmalamalar, karışıklıklar, yıkım... Çok geçmeden sıkıyönetim ilan edilecek. Ölü sayısı, temel hizmetleri bile etkileyecek kadar ciddi boyutlara ulaşacak. Burada işimiz bittikten sonra orada, yukarıda yeni bir hayat kurmak zorunda kalacağız. Ama biz sonuna kadar bekleyece-
ceyhanusanmaz@gmail.com ğiz, yeni düzen içinde yerimizi almak üzere hazır ve güçlü olacağız.” Aslında çok “sağlam” bir temel üzerine oturuyor roman. Böylesi bir tecrit mekânından çok sağlam bir polisiye, bir bilimkurgu ya da korku hikâyesi çıkarmak olası. Üstelik romanın yazar bilgisi bölümünden şu ayrıntıları ediniyoruz: Louis Greenberg ve Sarah Lotz, bu kitap için yaptıkları işbirliğinde S. L. Grey adını kullanmışlar. Sarah Lotz, cinayet ve gerilim romanları yazarı; Türkçeye de yakın bir zaman önce “Üç” ve “Dört” isimli iki romanı çevrilmiş durumda. Louis Greenberg’in de vampir edebiyatı üzerine yüksek lisans ile kıyamet sonrası bilimkurgu edebiyatı üzerine doktora yapmış bir isim olduğunu öğreniyoruz. Diğer bir deyişle polisiye, bilimkurgu ve korku edebiyatı hakkında en azından fikir sahibi iki ismin kolektif çalışmasının bir ürünü “Yeraltı” romanı. Bu anlamda, romanın ilk sayfalarında, hikâyenin nereye doğru yol alacağını kestirmeye çalışmak bir hayli heyecan verici. Benim aklıma sık sık M. Night Shyamalan’ın 2004 tarihli “Köy” (The Village) filmi geldi örneğin; gözümüzün önünde akıp giden hikâyenin ardından beni bambaşka bir hikâyenin beklediğine inandırdım hep kendimi... Ancak romanın hikâyesi nasıl başladıysa öyle, yani yalnızca karakterler üzerinden ilerliyor. Ama asıl hayal kırıklığı yaşatan, romanın psikolojik gerilim unsurunun da tam anlamıyla yansıtılamamış olması. Kimi yönlerden “arızalı” karakterlerin, üstelik tecrit altında, bir takım gibi hareket etmeleri bir noktadan sonra imkânsız hale geliyor; tabii bunda esrarengiz ölümlerin de payı var. Üstelik “Özel Yer” hiç de tanıtımlardaki gibi kusursuz bir sığınma alanı değil. En azından, istenilen şekilde kullanıma hazır değil henüz. Romandaki karakterlerden biri şöyle diyor: “Odama yürürken Tyson iyi geceler dileğimi zar zor duyuyor. Belki Murakami kafamı dağıtmama, annemle ilgili yaşadığım stresi üstümden atmama yardımcı olur.” Gerçekten de romanın bazı noktalarında insanın aklına –Murakami değilse de– başka bir kitaba “geçmek” geliyor. Bunun sebebi elbette beklentinin yüksek olması. Yukarıda saydığımız özelliklerde iki yazarın elinden çıkmış ve üstelik geniş hareket alanı sağlayan bir konuya sahip bir romandan beklentimizin yüksek olması kaçınılmaz. Sonuç olarak “Köy” filmindeki tadı alamıyoruz belki ama “Yeraltı” romanı, zaman zaman izleme ihtiyacı duyduğumuzu hissettiğimiz aksiyon filmlerine benzetilebilir. Vakit geçirmek için (evden-işe; işten-eve gidip gelirken) bir alternatif olarak değerlendirilebilir. O kalabalıkta, bir kitaba “sığınma” ihtiyacı hissettiğiniz anda belki; kafa dağıtmak için! “Yeraltı”, S. L. Grey, Çev: Mehmet Gürsel, 335 s., Altın Kitaplar Yayınevi, 2015
Ocak 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
“Kendimle Çok Hesaplaştım” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Bunu onlar da hissediyor. Hiç tanımadıkları bir dost içlerine giriyor ve onları hiç yargılamadan dinliyor, pek çok şeyi hoş görüyor, affediyor, onları onaylıyor ve her şeyi bildiği halde onları yine de seviyor. Çünkü kitabın ana mesajı şu: Gel, ne olursan ol yine gel… Sen kendini beğenmesen de, sevmesen de, ben seni kabul etmeye, onaylamaya, sevmeye hazırım. Selnur Aysever: Bir terapinizde “Konuşarak pek bir şeyi çözemeyeceğimiz belli. Siz istemeden ben size yardım edemem” diyorsunuz. Roman okura çözüm sağlar mı? Gülseren Budayıcıoğlu: Terapi, hastayla hekim arasında tam bir işbirliği içinde yapılabilirse başarılı olur. Biz psikiyatristler, zaman verip, para verip, emek harcayıp terapiye gelen ancak değişmemek, bir şeyleri anlamamak için direnen pek çok insan görüyoruz. Bunun da aslında ruhsal nedenleri vardır ve hekimleri çok zorlar. Roman, okura çözüm getirir mi, diyorsunuz. Sadece psikiyatristlerin yazdıkları değil, dünya klasikleri başta olmak üzere pek çok roman insanın kendini anlamasında çok önemli yol gösterici kitaplardır. Çözüm deyince, biraz da bundan ne anladığımıza bağlı. Bence çözüm öncelikle kişinin kendini tanıması, keşfetmesi ve onaylamasıyla başlar. Eğer kitaplarımda insanlara bu anlamda ulaşabiliyor, çok derinlerde sakladıkları duygularına dokunabiliyorsam, doğru yoldayım demektir. Selnur Aysever: Terapi için size gelenlere “hasta” olduklarını net bir şekilde söylüyorsunuz. Okurun kendi yaşamı için bu bir risk unsuru olabilir mi? Gülseren Budayıcıoğlu: Tüm hekimlerin görevi öncelikle hastalarına sorunun ne olduğunu onları korkutmadan, incitmeden, en net biçimde anlatmaktır. Bunu yaparken hastayı üzmek, yaralamak değildir amacımız. Neyin ne olduğunu söylerken mutlaka bunun çözüm yollarını da gösteririm. Özellikle ruhsal hastalıklar insanları çok korkutur. Ben kitaplarımda
istemediğimiz bu korku, psikiyatrinin ana temalarından biridir ve zihnimizi biraz kazıdığımızda ilk olarak bu korku çıkar karşımıza. Bizim insanımızın pek çoğu inançlıdır. Ben de inanan biriyim. Eğer Tanrı’ya inanıyorsanız, bu dünyada o kadar da yalnız değilsiniz demektir. Bir psikiyatrist olarak da inanmanın insan ruhunun en önemli ilacı olduğunu düşünüyorum. Tanrı’yla ilgili yazdıklarım, sanırım pek çok kişiye hiç yabancı gelmiyor. Biliyorum onlar da bu iç hesaplaşmaları çok yapıyorlar. Hoşgörü, burada bir kere daha devreye giriyor çünkü özellikle bizim dinimizde Tanrı her zaman affedicidir ancak Tanrı’yı sevmekten çok ondan korkmak gerektiği vurgulanır. Böylece insanlar sürekli onları gözetleyen ve her hareketlerinde günah hanesine bir şeyler yazan, ölünce de onları en ağır şekilde cezalandıracak bir Tanrı kavramından korkarlar. Kendini suçlu ve günahkâr ilan eder ve sadece bu bile bütün hayatını mutsuz geçirmesi için önemli bir nedendir. Oysa onu bu yükten kurtarabilsek önce kendisi bu karanlıktan çıkacak sonra da çevreye yaydığı negatif enerji sona erecektir. Selnur Aysever: “Kral Kaybederse” isimli son kitabınız Kenan Baran üzerine kurulu. Kenan Bey, kendinizi doktor olarak “başarısız” olarak nitelediğiniz bir hastanız. Neden Kenan Baran’ın hikâyesini yazmak istediniz? Gülseren Budayıcıoğlu: Kenan Baran’la olan terapötik ilişkimiz çok uzun sürdü. Yıllarca onun yaşadığı her şeye, çektiği tüm acılara tanık oldum, dolayısıyla da çok etkilendim. Ayrıca kitabı okuyanların da gördüğü gibi çok farklı, etkileyici bir kişiliği var Kenan Bey’in ve hayat hikâyesi birçok yönüyle insanlara adeta bir hayat dersi veriyor. Gerçek bir hikâye olmasaydı belki bu kadar ilginç olmazdı. Üstelik onun en korktuğu şey unutulmaktı. Kitabı yazmaya başlarken sonunun böyle biteceğini ben de bilmiyordum. Bundan önceki kitabımda yani “Hayata Dön”de bir başarı hikâyesi
Roman, okura çözüm getirir mi, diyorsunuz. Sadece psikiyatristlerin yazdıkları değil, dünya klasikleri başta olmak üzere pek çok roman insanın kendini anlamasında çok önemli yol gösterici kitaplardır. Çözüm deyince, biraz da bundan ne anladığımıza bağlı. Bence çözüm öncelikle kişinin kendini tanıması, keşfetmesi ve onaylamasıyla başlar. Eğer kitaplarımda insanlara bu anlamda ulaşabiliyor, çok derinlerde sakladıkları duygularına dokunabiliyorsam, doğru yoldayım demektir. bu hastalıkların çok acı verse de aslında pek korkulacak şeyler olmadığını, yeter ki insanların bunu bir an önce fark edip hekimlere başvurmasını örnekler üzerinden anlatmaya çalışıyorum. Örneğin depresyon ve panik atak bizim ülkemizde de çok sık rastlanan hastalıklar ve insanların canını çok acıtıyor. Oysa zamanında gelseler, bu acıyı dindirebiliyoruz. Pek çok hastam “keşke kanser olsaydım” diyor. Yani ölüme bile razı. Belki kendisi okumasa bile bir yakını benim kitaplarımdan birini okuyacak ve o ıstırabı bir an önce dindirmenin yolunu bulacak. Ben bu konuda çok hassasım. Denizden bir kum tanesi bile çıkarabilsem, bana çok önemli gibi geliyor çünkü sık sık o acıları yaşayan insanlarla beraberim. Acının ne kadar derin olduğunu görüyor ve hissediyorum. Selnur Aysever: Terapi öykülerinizin bir kısmı ölüm üzerine. Tanrı inancı, Tanrı ile konuşma, yaşamda misafirlik vb. konulara yer vermenizin sebebi nedir? Gülseren Budayıcıoğlu: Hayat varsa ölüm de var. Hiç düşünmek istemesek de bu korku aslında yaşadığımız sürece hep bizimle. Öleceğini bilerek yaşayan tek canlı insan ve bu gerçekten ağır bir yük. İşte hep içimizde taşıdığımız ama kimselerle konuşmak, paylaşmak
anlatmıştım okuyucularıma. Bu sefer de bir başarısızlık hikâyesi yazayım dedim. Selnur Aysever: Son kitabınızı yazarken olayları yeniden yaşadığınızdan ve duygulandığınızdan söz ediyorsunuz. Kendi yanlışınızı aradığınızı söylüyorsunuz. “Kral Kaybederse” için sizin bir iç hesaplaşmanız diyebilir miyiz? Gülseren Budayıcıoğlu: Çok güzel ve anlamlı bir soru bu. Demek kitabı çok dikkatli okudunuz. Gerçekten de bu bir iç hesaplaşmaydı. Ben, mesleğine tutku derecesinde bağlı biriyim ve hep iyi sonuçlar almaya alışkınım. Kenan Bey’e yıllarca emek verdiğim halde pek de istediğim sonucu alamadım. Gerçi bizim meslekte hastanızın hep yanında olduğunuzu ona hissettirmek bile son derece olumlu bir katkıdır ama yine de onu uçuruma yuvarlanmaktan kurtaramadım. Açık söylemek gerekirse Kenan Bey beni hem çok yordu, hem de kafamı çok meşgul etti. Elinizden geleni yapsanız bile hastayı kaybediyorsanız kendinizi mutlaka sorgularsınız. Ben nerede yanlış yaptım, diye düşünürsünüz. Kendimle çok hesaplaştım. Kendimi yenilmiş hissettim ve sonunda tüm yaşananları ve o sırada hissettiklerimi yazmaya karar verdim. Ancak kitabı
bir türlü bitiremedim. Bitiremedim çünkü olay benim içimde bitmemişti. Ne zaman o yeşil defter geldi, işler o zaman çok değişti. Kitabın son bölümünde yazdıklarımı okuyanların hemen hepsi çok ağladıklarını söylüyorlar. Haklılar çünkü yazan da o bölümü yazarken çok ağladı. Böylece hesap kapandı. Selnur Aysever: “Kral Kaybederse”nin sonsözünde, kişisel gelişim kitaplarıyla kafası karışmış olanlara sesleniyorsunuz. Sözünü ettiğiniz kafa karışıklığını biraz açıklar mısınız? Gülseren Budayıcıoğlu: Kişisel gelişim kitaplarını genellikle kendini çok yeterli bulmayan; gelişmek, zenginleşmek, kendini aşmak, daha başarılı olmak, hayatı doyumlu yaşayabilmek isteyen zeki insanlar okur. Bu söylediklerim, teorik bilgileri zenginleştirerek olmaz. Ben neredeyse kırk yıldır bu işi yapıyorum. Görüyorum ki her gün yeni bir şey daha öğreniyorum. Bunu araba kullanmaya benzetebiliriz. Direksiyon başına oturup trafiğe çıkmadan sadece teorik bilgilerle araba kullanamazsınız. Hatta okudukça kafanız daha da karışabilir. Şu sıralar bilinçdışını, kader motifini anlatan bir kitap yazmaya çalışıyordum ama şimdilik yayınlamaktan vazgeçtim çünkü onu okumadan önce benim okuyucularımın biraz daha pratik yapmaları gerekiyor. Anlatmak istediğim konuya ilişkin öyle güzel örnekler okusunlar ki, daha sonra vereceğim teorik bilgi şıp diye yerine oturabilsin. Selnur Aysever: Kitaplarınızı okuyanların içinde hastalarınız da var. Kendini arayan, bulan ya da bulamayan hastalar... Yazarlığınız doktor-hasta ilişkisini etkiliyor mu? Gülseren Budayıcıoğlu: Yazarlığım doktor-hasta ilişkilerini çok olumlu etkiliyor çünkü hastalarım terapilerde eksik kalanları da buradan tamamlıyor ve konuyu benimle bu örneği kendilerine uyarlayarak bir kere daha tartışıyorlar. İzin almadan, onları deşifre edecek bir şey yapmayacağımı hepsi biliyor. Bana güveniyorlar. Bu kadar açık ve net yazmama rağmen Kenan Bey’in kim olduğunu bile kimse keşfedemedi. Handan Hanım ve Fadi’den başka…
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2016
KISA KISA O Vakit Son Mimoza Cemil Kavukçu, Can Yayınları Alkol bağımlılığı nedeniyle hastaneye yatırılmış bir dost, zaman kavramını yitirmiş bir anne ve birbirinden farklı çocukluk kahramanları... Kavukçu’dan hüzünlü öyküler okuyoruz bu kez. Ama umutsuz değil. İnsanın asıl umudunu yitirdiğinde öldüğünü bize hatırlatıyor Kavukçu.
Bisiklet Öyküleri Kolektif, Yitik Ülke Yayınları Aydın İleri’nin hazırladığı kitap, ülkemiz edebiyatının önemli kalemlerinin metinlerinden oluşuyor. Yazarlar bisikletin kendi yaşamlarındaki güzergâhını anlatıyorlar. Bu anlatıların her biri bisikletin nasıl bir yaşama kültürünün aracı ve temsilcisi olabileceğinin ipuçlarını veriyor.
Jül Sezar’ın Ölümü Barry Strauss, Say Yayınları Eski Roma’nın en ünlü generali Sezar’ın öldürülüşünü konu edinen kitap, bu cinayetin itinayla planlanmış paramiliter bir operasyon olduğunu anlatıyor. Tarihçi Barry Strauss Eski Roma tarihinin dönüm noktasını oluşturan olaylar dizisini polisiye roman tadında kaleme almış.
İmparatorluğun Bedeli Nadir Özbek, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi 19. yüzyıl Osmanlı toplumunda bölüşüm ilişkileri, vergi adaleti, siyasal ve toplumsal meşruiyet gibi konuları ele alan kitap, modernleşme olarak tanımlanan reformların, halklara nasıl bir bedel ödettiğini gündelik hayat üzerinden anlatıyor.
1930’larda Ankara Necip Azakoğlu, Tarihçi Kitabevi Avusturya Büyükelçisi Norbert Von Bischoff’un gözünden 1930’lu yılların Ankara’sından kesitler sunulan bu kitapta Türkiye Cumhuriyeti’nin nabız atışlarını duymak mümkün. Başkentin buram buram siyaset kokan sokaklarından tarihi öğrenmek isteyenler için iyi bir kaynak.
Sondan Sonra Amy Plum, Akılçelen Kitaplar Üçüncü Dünya Savaşı’ndan kaçmayı başarmış bir grup insan, Alaska’nın balta girmemiş ormanlarında kendine yeni bir hayat kurmuşlardır. Bu masalla büyümüş bir çocuğun, gerçeklerle ve modern dünyayla tanışmasının hikâyesini anlatan kitap psikoloji ile gerilimi iç içe geçiriyor.
Sevgilim Londra Kristine Groenhart, Williem-Jan Verlinden, Esen Kitap Hem bir seyahat rehberi hem de mini bir Van Gogh biyografisi olan kitap, Victoria dönemi Londra’sında okuru yürüyüşe çıkarıyor. Londra’da yaşamış olan Van Gogh’u da yanına alan yazar, kısa hikâyelerle bir tarih anlatıyor.
Okumak ve Okuyamamak Üzerine YANKI ENKİ
M
arcel Proust’un “Üst Kat Komşusuna Mektuplar” ve “Okuma Günleri” adlı iki kitabı birbirine çok yakın günlerde Türkçede yayımlandı. Tefrika Yayınları’ndan Süha Demirel çevirisiyle çıkan “Okuma Günleri” başlıklı metnin farklı bir versiyonunu, daha önce “Okuma Üzerine” adıyla da okumuştuk. Aslında Proust’un, John Ruskin’in “Susam ve Zambaklar” adlı eseri için kaleme aldığı bir önsöz olan bu kısa metni, Ruskin’in bu kitabının Türkçe basımının (“Susam ve Zambaklar”, Zeplin Kitap, 2014) içinde de bulmak mümkün. 1905’te yayımlanan “Okuma Günleri” ile 1919’da yayımlanan “Okuma Üzerine” arasındaki tek önemli fark, final bölümünde karşımıza çıkıyor. Bu metnin son birkaç paragrafının, eserin en etkileyici bölümü olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu iki metne birlikte bakıp, Proust’un hangi satırları sonradan eklediğini görmek, bu açıdan çok anlamlı. Yazarın geçmiş ve şimdiki zaman arasındaki kırılmayı işlediği, edebiyatın nostaljik tarafını tartıştığı bu bölümün iki farklı versiyonu arasına uzun yılların girmiş olması, belki de Proust’un akıp giden zaman karşısında daha da duyarlı hale geldiğinin, modern insanın geçmişin hayaletleriyle nasıl ilişki kurduğuna hâlâ kafa yorduğunun kanıtlarından biridir. Proust, edebiyatın kalıcılığını irdelerken, “klasik” dediğimiz eserlerin kimliğini de tartışmaya açar aslında. Geçmişini, dokusunu koruyan; zamana yenik düşmeyen bir şehirde dolaşmanın hissettirdiği mutluluktan bahseder. İşte bu mutluluğun bir benzerini, Racine’in ya da Saint-Simone’un bir eserini okurken de hissedebileceğimizi söyler. Kalıcılıktan bahsederken, “tüm bunlar, bir dönemin yok olup giderken, sanki orada unuttuğu şeylerdir, tüm bunlar sadece o döneme ait olan şeylerdir çünkü ardından gelen hiçbir dönem, benzerlerinin doğumunu görmemiştir,” der. Bu bakış açısını edebiyata uyarladığında, bazı eserlerin de benzer bir şekilde “artık var olmayan âdetlerin ya da hissediş biçimlerinin hatırasını koruyan, ortadan kalkmış tüm güzel dilsel biçimlerle, günümüze ait artık hiçbir şeyi andırmayan ve sadece zamanın üzerinden geçip giderken, renklerine renk katabildiği geçmişin sürüp giden izlerini” içerdiklerini belirtir Proust. Onları kısaca “artık kazanılamayan güzel şeylere” benzetir. Geçmişin mirası olan edebiyatın bizde nasıl bir hayranlık uyandırdığını anlatırken, yazarın başvurduğu kavram “zaman”dır. Proust’un metni, okuma üzerine olsa da onun okuması, zaman üzerinedir. Bu bağlamda, metnin iki farklı versiyonunun ve başlığının olması daha da manidar hale gelir, çünkü “Okuma Günleri” zaman kavramına gönderme yapan bir başlıktır ve bu metnin ilk kısmında yazar, gününün nasıl geçtiğini, evdeki yaşantısını, zamanını nasıl değerlendirdiğini ayrıntısıyla anlatır. Final bölümünde ise, kendi günlerinin nasıl geçtiğini anlatmayı bırakıp, uygarlığın geçmişi ve bugünü arasındaki ilişkiye odaklanır. Edebiyat üzerinden zaman kavramını, zaman kavramı üzerinden de edebiyatı anlamlandırır. Proust, edebiyat tarihinin en değerli eleş-
yankienki@gmail.com tiri ve deneme yazarlarından biri olan John Ruskin’den etkilendiğini ortaya koyarken, edebiyatçının kitaba nasıl yaklaşması gerektiğini de tartışır. Bu tartışmayı, Türkçeye çevirdiği bu metne bir önsözle de katkıda bulunan Süha Demirel şöyle özetliyor: “Ruskin, okumayı başlı başına bir amaç olarak görüyordu, buna rağmen Proust için okuma, sadece bir araçtı… Okuma mucizevi bir şekilde kapıyı açıyordu, okuma eleştirel zihni biçimlendiriyordu.” Edebiyat eseri, eğer Ruskin için son noktaysa, Proust için ise, son noktaya varmak üzere aşılması gereken bir eşiktir. Şayet bu kitap Proust’un okuma günlerini anlatıyorsa, “Üst Kat Komşusuna Mektuplar” adlı kitabın da yazarın okuyamama günlerini anlattığını iddia edebiliriz. Bu derleme, Proust’un, komşusu Madam Williams ile eşine yazdığı yirmi altı kısa mektuptan oluşuyor. Diğer yandan, Madam Williams ya da eşinin Proust’a yazdığı mektupları okuma şansımız yok. Bu eseri düzenleyen ve notlandıran isimlerden Jean-Yves Tadié, yazdığı önsözde çok ilginç bir ayrıntıyı da bizimle paylaşıyor: “İşin canalıcı tarafı, bu mektupların komşular arasında, iki kat arasında, bazen de postayla gidip gelmesi!” Ayrıca mektupların üzerinde tarih olmadığı için, tek çözüm, mektuplarda bahsedilen isimlere ve olaylara göre makul bir sıralama yapmak olmuş. Madam Williams ile Proust’un birkaç fotoğrafının da yer aldığı bu derlemede, mektupların Proust’un el yazısıyla yazılmış örneklerine de yer verilmiş. Marcel Proust’un hayatının önemli bir bölümü hastalıklarla mücadele ederek geçmişti. İşte, 1907-1919 yılları arasında kaleme aldığı bu mektuplarda, Proust’un sık sık geçirdiği nöbetlerden bahsettiğini görüyoruz. Az önce mektupların “okuyamama” günlerini anlattığını söylememizin nedeni ise, çoğu mektubunda komşusundan gelen gürültüden yakınması. Bir mektubunda “sabahleyin tepemde çekiç sesleri olursa bütün gün istirahat mahvoldu demektir, nöbetim hiç geçmez,” diyor Proust. Bir diğerinde de, basit bir mektup kaleme alıyor olsa bile edebiyatçı kimliğini konuşturuyor ve ironik bir şekilde şöyle şikâyet ediyor yazar: “Geceleri Hausmann bulvarında tamirat, gündüz sizin dairenizde tadilat, perde arasında da 98a’daki dükkânda yıkım yapıldığından, bu ahenkli ekip dağıldığında muhtemelen sessizlik kulağımda öyle anormal bir şekilde çınlayacak ki ortadan kaybolan elektrikçilerin, çıkıp giden döşemecinin ardından ağlayacağım, Ninnimi özleyeceğim.” Biri oldukça uzun cümleler ve ağır bir dile ve diğeri de gayet kısa cümlelere ve samimi bir üsluba sahip olan bu iki Proust kitabı, bize büyük bir yazarın gündelik hayatı ile entelektüel hayatı arasındaki ilişkiyi gösterirken, zaman kavramını ve onu nasıl geçirdiğimizi de düşünmeye davet ediyor. “Okuma Günleri”, Marcel Proust, Çev: Süha Demirel, 74 s., Tefrika Yayınları, 2015 “Üst Kat Komşusuna Mektuplar”, Marcel Proust, Çev: Elif Gökteke, 77 s., Yapı Kredi Yayınları, 2015
Ocak 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Halil İnalcık’la Yüz Yıl KÜLTİGİN KAĞAN AKBULUT
O
smanlı tarihçiliğinin duayeni Halil İnalcık geçen aylarda 100. yaşına girdi. Türkiye Cumhuriyeti tarihine tanıklık etmiş İnalcık, son 15 yıldır kendisine artan ilgiyle birlikte hak ettiği değeri de bulmuş oldu. Timaş Yayınları etiketiyle çıkan iki ciltlik “Tarihe Düşülen Notlar” kitabı da bir yüzüncü yaş hediyesi niteliğinde. “Tarihe Düşülen Notlar”, 1947-2014 yılları arasındaki konuşmalar ve 1958-2015 yılları arasındaki röportajlar olmak üzere iki ciltten oluşuyor. Bilkent Üniversitesindeki Halil İnalcık Osmanlı Araştırmaları Merkezi idarecisi Ali Işık tarafından derlenen röportajlar ve konuşmalar ağırlıklı olarak 2000 yılı sonrası gerçekleşmiş. İlk cilt Prof. Dr. Sıtkı Baysal başkanlığında yola çıkan Ankara Üniversitesi Tarih Enstitüsü’nün 1947 yılında yaptığı Orta Anadolu gezisi raporuyla açılıyor. Bu rapor hem Orta Anadolu’ya dair ilk bilimsel araştırmaları görmek açısından ideal bir okuma, hem de İnalcık’ın çalışmalarının ilk adımlarını ve kanonlaşacak araştırmalarının nüvelerini izleyebileceğimiz bir rapor. Sonrasında İspanya’da yapılan Beşinci Beynelmilel Onomastik İlimler kongresine gidiyoruz. “Yer ve şahıs adlarının menşeinin ve tekamülünün tetkiki” ilmi olan “Onomastik”i Osmanlı üzerinden inceliyor İnalcık. 1982 yılında UNESCO ofisinde yapılan Türkiye’deki Osmanlı arşivleri raporu ise İnalcık’ın halen üzerinde durduğu arşiv sorununun başlangıç yazılarından birini oluşturuyor. Dijitalleşmeye rağmen arşive erişim sorunun benzerlerinin halen yaşandığını görmek ise tarihçiliğimiz ve akademimiz açısından üzücü bir örnek. Bu kitabın en çok ilgi çekecek bölümlerinden biri de İnalcık’ın “Şeyhin Kerameti Kendinden Menkul, Bir Biyografi” başlıklı konuşması. Bu konuşmada İnalcık, 1935 yılında Balıkesir Öğretmen Okulu’ndan mezun olduktan sonra Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine giriş hikâyesini, sonrasında Türk Tarih Kurumu’nun hazırladığı “Türk Tarihinin Genel Hatları” kitabıyla tanışmasını ve Cumhuriyet’in tarih tezinden nasıl koptuğunu anlatıyor. Konuşmanın ilerleyen bölümlerinde etkilendiği ve çalışmalarında yararlandığı entelektüelleri, Osmanlı tarihi üzerine yaptığı araştırmaları, katıldığı projeleri ve en verimli dönemini geçirdiği ABD’deki yıllarını okuyoruz. Bu bölüm hem bir entelektüel olarak İnalcık’ın kişisel dönüşümünü görmek açısından ilginç veriler sunuyor, hem de Cumhuriyet’in tarih tezindeki değişimin türlü safhalarını görme olanağı sağlıyor. İkinci cilt ise İnalcık’ın 2 Mart 1958 tarihli “Sadri Maksudi Arsal Anısına” başlıklı yazısıyla açılıyor ve 1969 tarihli “Hayat Tarih” dergisine verdiği röportajla devam ediyor. “Millet Tarihini Öğrenmeli!” başlıklı röportaj popüler dergilerdeki tarih merakının eski dönem örneklerinden birini göstermesi açısından incelenmesi gereken bir örnek. Kitabın devamında ise İnalcık’ın popülerleşme dönemine geliyoruz ve birçok güncel yayındaki röportajlarını okuyoruz. İnalcık tabii ki sadece tarih üzerine konuş-
kultigin.akbulut@gmail.com muyor. Kıbrıs sorunundan, Türkiye’nin AB üyeliğine, Kösem Sultan gibi popülerleşen tarihi figürlerden Boğazların önemine, Patrikliğin konumuna, 2001 ekonomik krizine, asker/sivil tartışmalarına, Ortadoğu’daki güncel meselelere kadar birçok mesele üzerine kalem oynatıyor ve söz söylüyor. Benzer şekilde röportaj verdiği yayınlar da çeşitlilik gösteriyor. Ancak tabii ki katkı koyduğu bütün alanları tarihsel perspektiften inceliyor. İnalcık’ın farklı alanlara hâkimiyetini görmek onun entelektüel kıymetini katlandırıyor. Ancak İnalcık’ın siyasi tavrındaki devletçi bakış, çalışmalarındaki siyasi önermelere dair soru işaretleri doğuruyor. Mesela tarih metodolojisi üzerine onca söylemine rağmen, 1997 tarihinde “Türk Milleti ve Tarih” başlığıyla yaptığı konuşmada “Evet, tarihin getirdiği birlikte yaşama ve var olma duygusunu ve azmini, Türk kimliğini bu bunalım ortamında her zamankinden ziyade bir güçle dile getirmek, anlatmak, haykırmak zamanıdır. İnanıyorum ki bu, en çok Türk tarihini yakından bilenlerin görevidir,” diyerek, yöntemlerini eleştirdiği farklı metodolojilerin tuzaklarına kendisi düşüyor. Benzer bir örnek de “Ermeni Tarihini Bizler Yazmalıyız” başlıklı Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda: “Büyük çoğunluğu günışığına çıkmamasına rağmen arşivlerin içeriğinden eminsiniz. Bunun sebebini açıklar mısınız?” sorusuna kestirmeden “Öncelikle şunu söylemekte yarar var; Osmanlılar imparatorluk sınırları içindeki insanlar arasında kesinlikle ayrım yapmadı. Ermeniler asırlar boyu varlıklarını ve refahlarını Türk devletine borçludurlar,” diye kestirip atabiliyor. Ya da daha şaşırtıcı olanı, Milliyet gazetesine verdiği “Tarihçilerin Şeyhi Uyarma İhtiyacı Hissediyor” başlıklı röportajda “Türkiye, son zamanlarda bir rahibe ve bir Ermeni gazeteciye saldırı talihsizliğine uğramış ve Batı’daki düşmanlarımızın eline bir koz vermiştir,” diyerek hem Hrant Dink’in ölümünü Türkiye dışından bir güce bağlıyor, hem de Dink’in ölümünü basit bir koz olarak gördüğü çıkıyor. Her ne kadar kitapların önsözünde konuşmaların ve röportajların dönemine göre değerlendirilmesi gerektiğini belirtse de çok uzak bir geçmişten bahsettiğimiz söylenemez. Kitabın editöryal sorunlarına gelelim. İki kitap da ağırlıklı olarak 2000 yılı sonrasındaki çalışmaları içeriyor. Bu nedenle eksikli tabii ki. Ancak İnalcık’ın kıymetinin de bu yıllarda genel kitle tarafından anlaşıldığını ortaya koyuyor. Kitaptaki bazı bölümler İngilizce bırakılmış, bazılarında da konuşma içindeki İngilizce bölümler çevrilmemiş. İnalcık’ın röportaj kitabı “Tarihçilerin Kutbu”ndan alınmış kısımlar kitaba tekrar eklenmiş. Bazı önyazıların da bu kitabı hazırlayan tarafından mı, röportajı yapan tarafından mı, yoksa aradaki başka bir aktarıcı tarafından mı yazıldığı belirsiz. Böyle bir yüzüncü yıl kitabının daha özenli bir editöryal çalışmayla hazırlanmış olması gerektiğini düşünüyorum. “Tarihe Düşülen Notlar”, Halil İnalcık, 624 s., Timaş Yayınları, 2015
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2016
KISA KISA Yalancılar ve Sahtekârlar Anskilopedisi Roelf Bolt, Domingo Yayınevi Kitap, tarihte karşılaştığımız en “doğru” yalanları, en “gerçek” sahteleri, en başarılı sahtekârlık vakalarını bir araya topluyor. Adına kolay kolay toz konduramayacağınız isimlerin de karıştığı vakalar küçük dilinizi yutmanıza neden olabilir!
Erken Adam Hikâyeleri Metin Solmaz, Pan Yayıncılık “Sürekli kendini beğendirmeye, kabul ettirmeye çalışan insana erkek denir” diyor yazar. Erkeklik üzerine hikâyelerdan oluşan kitap, haliyle sünnet, askerlik, cinsel deneyim, evlilik, iş ve baba olmak gibi duraklardan geçiyor. Nasıl “erkek olunduğunun” bir parodisini yapıyor.
Dönüşüm Yolculuğu Burhan Karaçam, Remzi Kitabevi Türk bankacılığına uzun yıllar emek vermiş, onun dönüşümüne katkıda bulunmuş bir isim Burhan Karaçam. Bu kitap da dönüşüm yolculuğunu belgelerken aynı zamanda yaşanan değişimlerin itici gücü olan değerleri hatırlatıyor. Kurum kültürünün önemine vurgu yapıyor.
İsyankâr Neşe Kolektif, İletişim Yayınları Seval Şahin ile İpek Şahbenderoğlu’nun birlikte hazırladığı “Sevgi Soysal” kitabında edebiyatımızın çok değerli isimlerinin yazıları yer alıyor. Edebiyatımızın erken yaşta kaybettiği Sevgi Soysal’ın metinlerine ve yaşamına ışık tutan bu çalışma, önemli bir başucu kitabı niteliğinde.
Benim Kısa Tarihim Stephen Hawking, Doğan Kitap İkinci Dünya Savaşı sonrası yokluk yıllarında geçen bir çocukluk, ardından okul yılları ve 21 yaşında yakalandığı hastalıkla çileli bir yaşamöyküsü. Hawking, kendi hayatına ve entelektüel evrimine içeriden bakıyor ve engelli insanlar için de umut ışığını yakıyor.
Kuşlar Tarjei Vesaas, Timaş Yayınları 20. yüzyıl İskandinav edebiyatının en önemli isimlerinden Tarjei Vesaas dokunaklı bir hikâyeyi alabildiğine naif ve basit anlatıyor. İskandinav Edebiyat Ödülü sahibi olan yazar, bedenen yetişkin, zihnen çocuk bir kahramanın dünyasına sokuyor okuru.
Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı Gülhan Erkaya Balsoy, Can Yayınları “Geç Osmanlı Doğum Politikaları” altbaşlığını taşıyan kitap kadın bedeni politikaları üzerine tarihsel bir araştırma. Kitap; cinsellik, doğum, düşük gibi deneyimlerin sadece biyolojik bedenle ilişkili olmadığını, son derece politik meseleler olduğunu hatırlatıyor.
Patti’nin Kaybolma Kılavuzu ADALET ÇAVDAR
adaletcavdar@gmail.com
P
atti Smith Domingo Yayınları tarafından çevrilip basılan yeni kitabı “M Treni”yle okurlarının ve dinleyicilerinin arasında dolaşmaya devam ediyor. Smith, önceki kitaplarında anlattığı çocukluğunun ve gençliğinin ardından okurlarını olgunluk çağıyla tanıştırıyor. Sokağı, aktivizmi, şiiri, edebiyatı, müziği, kadınları ve erkekleri bilen ve tanıyan bir kadının aklının içerisinde dolaşıyoruz kitap boyunca. Patti Smith, her sabah uyanıp delinmiş paltosuyla Greenwich Village’deki en sevdiği kafe olan Cafe Ino’da aynı masaya oturuyor; kahve içip, etrafı seyrediyor, okuyor ve yazıyor. Okurunu da tüm bu süreçlere dahil ediyor. Onunla beraber hareket etmesini sağlıyor, gördüklerinin yanı sıra okuduğu ve yaşadığı her şeyin çağrışımlarını anlatıyor. Öyle ki kitabın içerisinde adı geçen kitaplara da uzanmak, onları da okuyarak devam etmek istiyorsunuz yola. Bir sabah bir cümleyle uyanıyor Patti. Rüyasında bir kovboy ona “hiçbir şey hakkında yazmak o kadar da kolay değildir” diyor… Sonra rüyanın ve cümlenin etrafında dolanıp duruyor, tıpkı kitabın içinde gerçek ile düşün arasında dolanıp durduğu gibi. Bazen bir kovboyla kahve içerken buluyor kendisini, bazen de bizzat gerçekliğin içinden, sevdiği yazarlardan, çocuklarından, kaybettiği insanlardan söz ediyor. Mekânların kendi çektiği polaroid fotoğraflarını da ekliyor; kelimelerden daha fazlasına ihtiyacı olduğunu hissediyor demek ki. Beraber düşünmeye ve bakmaya fırsat yaratıyor adeta. Sayesinde kendinizi bir anda bir ressamın yatak odasında, bir yazarın salonunda, bir kahve fincanının kenarında buluveriyorsunuz. Önceki kitaplarında karşılaştığımız gençliğin, heyecanın, zamansız ve mekânsız oluşun yerini bedenen ait ve durağan ama ruhen ve aklen seferde bir insan almış. Yine de seyahat etme arzusunu ve gittiği yerlere hızla ait hissedebilme becerisini yitirmemiş. Sadece ara sıra bir taksinin arka koltuğunda bir yerden bir yere giderken kendini dışarıdan seyre dalıyor, bir film karesi gibi gözünüzün önünden usulca geçip gidiyor. Smith’in anlatım dilinin sinematografik oluşu okurun onun hayatına dahil olmasını kolaylaştırıyor. Yaptığı seyahatlerden, otel odalarından, kişisel takıntılarından, kırdığı potlardan, dobralığından bahsetmekten hiç çekinmeyen Patti Smith, değdiği insanları ayrıntılı gözlemlerle anlatıyor. Onlara karşı hissettiği tüm duyguları da açıklıkla dile getirmekten kaçınmıyor. Hemhal olduğu herkesle okurunu da hemhal etmeyi başarıyor. Neşeden, kederden ve ihmalden bahsediyor, hiçbir şey hakkında yazmaya çaba sarfedereken umudu bulmanın yollarını da arıyor. Patti Smith, “dünya olup biten her şeydir” diyor. Gittiği yönün neresi olduğunu bilmeden yol üzerinde bulduğu eski bir pusulaya sığınıveriyor. Tipik bir yolculuk kitabı değil bu. Yüreğinin götürdüğü yere git tarzı kitaplarından hiç değil. Fiziken sabit dursa da kilometre yapmaktan alıkoymadığı aklıyla Patti Smith’e özgü bir anlatı. Adeta bir kaybolma kılavuzu yazıyor Smith. Ama anlatılanlar bohem bir yaşamın kanıtı değil; yolda yaşamanın bir yolunu bulan Patti’nin on sekiz istasyonu yalnızca.
Hayranı olduğu, bir şekilde aklını çelen sanatçı ve yazarların hayatlarına dahil olmayı beceren Patti Smith’in kendini beslediği kaynakların bir hayli geniş olduğu da görülüyor. İnsanın kendi yol haritasını elleriyle çizebileceğini, zihindeki o harita içinde ne kadar dolaşırsa onu hayatta tutabileceğini ve hatta bir gün hayaliyle yollarının kesişebileceğini kanıtlıyor adeta. Kitabın içerisinde alıntıladığı Paul Bowles’in Tanca’yı anlattığı gibi anlatılabilir kılıyor kendisini; “insanda şüpheyle karışık samimiyet hissi uyandıran bir doku” bırakıyor okurken. Yazma, yaşama, yaratma ve kendini var etme problemlerinin arasında insanın kendi aklıyla uğraşmasının ne kadar zor olduğunu gösteriyor Patti Smith; aklınız sizi terk etmediği müddetçe varsınız ve devam etmenin yollarını eğer dilerseniz herhâlükârda bulursunuz. Her şeye rağmen öfkelenmeden sakince durma seçeneğini gösteriyor okura. Kuşkusuz bütün o sükûnetin kendi içindeki binlerce kavgası da sürer gider bir yandan. Patti Smith’in 69 yıllık ömründe ve kırkıncı yılına girdiği müzik hayatında insana yaşamaktan korkmamayı hatırlatan bir kitap “M Treni”. ABD’li müzisyen ve şair olan Patti Smith (1946 doğumlu), 1975 yılında çıkardığı ilk albümle punk rock’ın doğmasında etkili isimlerden biri oldu. Amerikan gençlerini 19. yüzyıl Fransız şiiriyle tanıştıran Smith, kadınsılıktan uzak tarzıyla da bir çağa meydan okudu. 2005 yılında Fransa Kültür Bakanlığı tarafından edebiyata ve kültüre yaptığı katkılardan ötürü “Ordre des Arts et des Lettres” nişanını alan Smith, aynı yıl Arthur Rimbaud ve William Blake’le ilgili edebiyat dersleri verdi. 2007 yılında “Rock and Roll Hall of Fame”e kabul edildi ve ödülü eşi Fred’e adadı. 2008 yılında arasında Paris’teki the Fondation Cartier pour l’art contemporain Smith’in 1967-2007 yılları arasındaki görsel çalışmalarını sergiledi. Yine 2008’de “Patti Smith: Dream of Life” isimli bir belgesel gösterime girdi. 2010 yılında yazdığı kitabı “Just Kids” (Çoluk Çocuk) ile National Book Award’ı kazandı. 2011 yılında Polar Music Prize alan sanatçılardan biri oldu. Müzik hayatı bir hayli inişli çıkışlıydı. Yine de müzikten, edebiyattan, resim ve fotoğraftan hiçbir zaman uzak kalmadı. Tüm bunların arasında da bir anne oldu. “M Treni”, Patti Smith, Çev: Seda Ersavcı, 280 s., Domingo Yayınevi, 2015
Ocak 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
SİMLA SUNAY
Bu Bir Çocuk Kitabı
Ç
ocuk kitabı aynı zamanda bir tasarımdır. Resimleri, grafiği, kapağı, kâğıdı, harfleri, mizanpajı ve boşluklarıyla önemli bir tasarım nesnesidir. Bir kitaptır kitap olmasına ama başlı başına bir sanatı, bir zanaatı da muştular. Bir dil keşfeder. Her zaman yenidir. Çocuk kitabının doğuşunda vardır yenilikçilik. Bütün bu meseleleri, Lane Smith’in, kitabın hayatımızdaki yerini yücelten resimli öyküsünden bahsederek söylemek çok doğru olacaktır. Lane Smith, kitabın, tablete, bilgisayara, harekete, ışığa ve sese karşı nasıl açık ara önde ve geçilmez, rekabet edilemez olduğunu kanıtlıyor, çocuklar için yaratılmış bu yalın eserinde. E-kitap tartışmaları sürerken, kitabın bir “eşya” olduğunu, bu eşya olma haliyle de tek ve bütün olarak bize ait olduğunu; yani elimiz gibi, yani kolumuz gibi olduğunu söylüyor Lane Smith. Bir enerjiye
BAŞIMIZDA KUŞLAR Son günlerde karşıma çıkan en ilginç, en keyifli çocuk kitabı, İspanyol Sandra Gobet’in yazıp resimlediği ve yeni, başarılı çocuk edebiyatı emekçisi Genç Osman Yavaş’ın dilimize kazandırdığı “Başımızda Kuşlar”. Kitap, roman boyutlarında, az yazılı ve bol resimli sunumuyla da çok kullanışlı. Fiyatı uygun ve taşıması kolay. Metin gücünü imgeden alıyor. Çocukların hayatı okuma biçimine en yakın edebi varlık; imge ve şiir. Çünkü çocuklar için her şey bir şeye benzer. Her şey bir şeyi çağrıştırır. Yine metin, gerçeküstü öğelerden besleniyor. Olağandışı her şey çocuğun ilgisini çeker. Çünkü o henüz hayat hakkında karar vermemiştir. Yerçekimini test etmektedir sözgelimi. Buzun su olabileceğini yeni yeni öğrenmektedir. Bu yüzden buza büyük insanlardan daha çok şans tanır. Hikâyede geçtiği gibi; bir zamanlar bir şehirde insanların kafalarındaki kuşlarla yaşadığına inanır çocuk okur. Başında bir kuşla yaşamayı isteyecek kadar az hayat tecrübesi vardır. “Hiç saçını taramak istemeyen Luis’in başının üzerinde bir ağaçkakan yaşıyordu.” Bir insanın başına çöreklenen, insan kafasını “yuva” haline getiren kuşlar aynı zamanda o insanın karakterinden özellikler de taşırlar. Paloma, bu topraklar üzerinde yaşayan en kibirli kişidir. Ve bu yüzden başının üzerinde dev bir şapkaya benzeyen bir tavus kuşu yaşamaktadır. Carla ise başının üzerinde yaşayan baykuş sayesinde geceleri de görebilmektedir. Ve Carla zifiri karanlıkta bile korkmamaktadır. İnsanların faydacı genleri iş başındadır fakat. Kuşlardan elde ettikleri yararlardan vazgeçmemek için onları kafalarına ekledikleri kafeslere kapatırlar. Kaçamamaları için. Hikâye insan ve doğa ilişkisini imgelemeye başlar artık. Oysa kuşlar özgür olduklarında insanların başlarına yerleşmişlerdir. Bunu kendileri seçmiştir. İstanbul’da yaşayan herkesin başında martı yuva yapmıştır mesela. Hafızasına hiç değilse. Ben bu kitabı okuduktan sonra fark ettim ki keşke başımızda sığırcıklar yaşasaydı. Hepimiz nasıl da ayrılmazdık o zaman. “Başımızda Kuşlar”, Sandra Gobet, Çev: Genç Osman Yavaş, 5 + yaş, 39 sayfa, Final Kültür Sanat Yayınları, 2015
KULAKTAN KULAĞA Kuşlardan açılmışken söz, başka kuşlu bir kitaba uçalım. Çocuk edebiyatına büyük emek veren değerli Filiz Özdem’in, kuş türlerini çocuklara anlatan “Kulaktan Kulağa” kitabına bir göz atalım. Tertemiz bir metin, güzel sıcak bir hikâye ve elbette çocuklar için bilgilendirici bir kitap ama önce harika resimlerinden söz etmeliyim. Seçil Çokan’ın desenleriyle ilk kez karşılaşıyorum. Ancak kuş tüylerindeki ay-
ihtiyacı yok kitabın. Işığı onun içinde. Kendi hareketi bizim zihnimizde. Renkleri kafamızın içinde. Kitabın enerjisi insandır demek istiyor. Kitabın pili de, elektriği de, ömrü de insandır. Ve kitap eğer bir şeye evirilecekse bu bir enerji olmayacak. Taştan kâğıda dönüşen süreçte, kitap daha uzun yıllar dokunduğumuz ve parmaklarımızı hissettiğimiz; bir kumaş, bir yastık gibi ölümsüz olacak. Çünkü kitap, yeryüzündeki en ergonomik, biçimi insana en uygun ‘eşya’dır. Hiçbir ikincil güce ihtiyaç duymaz. Şarj edilmez kitaplar. “Bu Bir Kitap”, Lane Smith, Çev: Tuğçe Akyüz, Uçanbalık Yayınları, 2015
rıntılardaki başarısı, renklerin ayrımı ve sahneleri çok başarılı buldum ve ülkemiz çocuk illüstrasyonu için bir kez daha umutlandım. Sarıasma, arapbülbülü, arıkuşu, gökkarga, baştankara, yalıçapkını ve kara leylek hikâyenin kahramanları ama daha fazlası kitabın arkasındaki zarfın içindeki kartlarda. Sizi bilmem ama ben siyah renkli leyleği ilk kez tanıyorum. Filiz Özdem gerçekten görmüş kara leyleği, kulağıma fısıldadı. Bilmediğimiz ne çok kuş var! “Kulaktan Kulağa”, Filiz Özdem, Resimleyen: Seçil Çokan, 4+ yaş, YKY, 2015
NÂZIM Nâzım’ı ne kadar çok kitap anlatsa azdır, değil mi? Aylak Adam Çocuk Yayınları, usta yazar Gündüz Vassaf’ın kaleminden, Dilem Serbest’in gerçekçi çizimleriyle bu kez çocuklar için Nâzım kitabı yayımlamış. O kadar sergi, belgesel, film, yayın var ki büyük üstat adına. Ama çocuklar için özenilmiş olanları öyle az ki. Bu yüzden bu kitap bir müjde bizler için. Gündüz Vassaf otobiyografik ve kronolojik bir manzume tercih etmiş Nâzım’ı anlatmak için. Nâzım’ın şiirleri, sözleri yeşil fontla ayrılmış ana metinden. Kitabı benim için ilginç kılan; polis baskınlarını, sürgünleri, hapis hayatını cesurca göstermesi. Bu anlamda on yaş üstü çocuklarımızın günümüzü de anlamasına yardımcı olacaktır belki. Ya da hiç anlamamasına, kim bilir. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim…” Bu sözlerin and olmasını ne çok isterdim. Her okulda bir Nâzım köşesi olmasını. Ve her gün öğretmenlerin, ülkemizdeki bütün çocuklara eşit ve özgür koşullarda, terk etmek zorunda kalmadıkları okullarında, şu sözlerle derse başlamasını: “Güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler göre-ceğiz... Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar, ışıklı maviliklere süre-ceğiz....” Nice başka Nâzım Hikmet Ran kitaplarına ilham olması dileğiyle. Güneşli kütüphanenize bir kitap ya da bir güneş. “Nâzım”, Gündüz Vassaf, Resimleyen: Dilem Serbest, 10+ yaş, 83 sayfa, Aylak Adam Çocuk Yayınları, 2015
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Ocak 2016
GÜLSEREN BUDAYICIOĞLU:
“Kendimle Çok Hesaplaştım”
EMRE KONGAR
Söyleşi: SELNUR AYSEVER İlk okuduğum psikoterapi öyküleri Irvin Yalom’unkilerdi. Tanımadığım, adını bilmediğim insanların yaşamlarıydı hepsi aslında. Gizemi sever insan. Gizli yaşamlara tanıklık etmek hoşuma gitmişti. Okuduklarımdan kendi yaşamıma fayda sağlamayı ummamıştım. Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’yla tanışana dek... Terapi imkânı olmayanlara, kitapları aracılığıyla “toplu” seans yapıyor Budayıcıoğlu. İstiyor ki, acılar azalsın, ölüm korkusu yerini “iyi” yaşamaya bıraksın. Selnur Aysever: Bir terapiden sonra “Hay Allah, çok etkilendim, biraz daha profesyonel olabilmeyi ne zaman öğreneceğim?” diyorsunuz. Yazarlığınız da içinizdeki bu “amatör” ruh ile mi doğdu? Gülseren Budayıcıoğlu: Psikiyatri kendine özgü bir tıp dalıdır. İnsanı seven, insanı yücelten, onu daha sağlıklı, daha huzurlu ve daha uzun yaşatabilmek için elinden geleni yapmaya hazır, merhametli insanlar hekim olmalı diye düşünüyorum. Profesyonel olmayı eğer karşınızdaki hastanın yaşadıklarından kendinizi izole etme, yani ne olursa olsun etkilenmeme olarak tarif edecek olursak, sizinle hayatının tüm sırlarını paylaşan, yaşadığı acıları, uğradığı haksızlıkları, utandığı zamanları, aşağılanmalarını, iç hesaplaşmalarını hiç sakınmadan ortaya koyan birine karşı zaten çok profesyonel olmamalısınız. O sizi etkiliyorsa, siz de ondan etkilenmelisiniz. Madalyon Kliniği açmadan önce yıllarca sadece kendime ait bir muayenehanede çalıştım. Oradaki odam bana bir mabet gibi gelirdi. Ben insanın kutsal bir varlık olduğuna inandığım için, o oda benim gözümde giderek bir mabet haline dönüştü. Yazarlığım tabii ki bununla ilgili. Sanırım yazar olabilmenin ilk kuralı bir şeyleri daha yoğun hissedebilmek. Hissedeceksiniz ki, yazabilesiniz. Selnur Aysever: Son kitabınızla, okurunuzun, kendi hayatına alıcı gözle bakmasını istemişsiniz. Psikiyatrist olmanız yazarlığınızı nasıl etkiliyor? Gülseren Budayıcıoğlu: Psikiyatrist olmasam yazar olur muydum, bilmiyorum. Çocukluğumdan beri kitaplara da, yazmaya da çok meraklıydım ancak bu meslek beni “yaz” diye adeta zorladı. Psikiyatristseniz eğer, hem elinizde yazmak için çok bol konu oluyor, hem de hayatı çok daha iyi tanıyorsunuz. Bunun yanı sıra psikiyatri bilimi size, insanların bunları neden yaşadıklarına dair çok ciddi ipuçları veriyor. Benim yazdığım kitapları dikkatle okuyanlar, kendi hayatlarına alıcı gözle bakarlarsa, o güne kadar fark etmedikleri pek çok şeyi görebilirler diye düşünüyorum. Bu meslekte insanların neden bu kadar acı çektiklerini görüyor ve öğreniyorsunuz. Ve biliyorsunuz ki, bu acıları durdurabilmenin anahtarı sizde var. Tek tek bütün insanlara somut anlamda bu anahtarla ulaşamayacağıma göre, bari bol bol yazayım dedim. Amacım daha çok insana ulaşabilmek ve bu acıları elimden geldiğince azaltabilmek. Selnur Aysever: “Psikiyatristlere gidemeyen ancak bu konuya ilgi duyan insanlara ışık olabilmek” için yazmışsınız ilk kitabınızı. Yazarlığınızın, doktorluğunuzdan geride durduğunu söyleyebilir miyiz?
Gülseren Budayıcıoğlu: Sadece ilk kitabımı değil, bütün kitaplarımı bu amaçla yazıyorum. Yani okumaya meraklı insanlar, bir yandan akıcı, sürükleyici, ilginç bir kitap okurken, bir yandan da kitap bittiği zaman kendi gerçeklerini görmeye başlasınlar istiyorum. İnsanın kendini bilmesi, kendini keşfetmesi, hayatını yönetmede çok önemlidir. Nasıl bir hayat yaşayacağınızı belirler. Bundan daha önemli ne olabilir ki? Benim yazarlığım doktorluğumun omuzlarında hayat bulmuştur. İlk iki üç kitapta kendimi pek de yazar gibi hissetmiyordum ama “Kral Kaybederse” ile yazar oldum. Sağ olsunlar, okuyucularım bana bunu en iyi şekilde hissettirdiler. Selnur Aysever: Psikoterapistlerin kitaplarına duyulan yoğun ilgiyi neye bağlıyorsunuz? Gülseren Budayıcıoğlu: Çok farklı bir çağda yaşıyoruz. Gücün egemen olduğu bir çağ bu. Artık insanlara “iyi olmak” yetmiyor. Her alanda “çok iyi” olmak zorundalar. Gerek iş hayatında, gerek sosyal hayatta, hatta özel hayatlarda bile başarı ve mutluluk güç gerektiriyor. İnsanlar psikiyatristlerin yazdığı kitaplarda da, diğer kişisel gelişim kitaplarında da hep kendilerini arıyorlar. Bunu keşfetmek, beni ısrarla yazmaya itti. Hümanist yanım “sen de yaz” dedi çünkü şunu yap, bunu yapma diyerek insanı kolay kolay değiştiremez, geliştiremezsiniz. Teorik bilgiler ise her zaman insan zihninde doğru yere oturamıyor. Onun için hep başkalarını anlatarak aslında insanlara kendilerini göstermeye çalışıyorum. Selnur Aysever: Kitaplarınızın bir ana konusu olduğunu söyleyebilir miyiz? Örneğin hoşgörü, korkularla yüzleşme gibi... Gülseren Budayıcıoğlu: Kitaplarım belli bir düzen, belli bir program çerçevesinde yazılmıştır. İşin en güzel yanı, benim kitaplarımdan birini okuyan kişi, çoğu zaman diğerlerini de okuyor. Bazen sırası karışsa da hepsini okumaları, beni hedefe biraz daha yaklaştırıyor. Hedefim yavaş yavaş adeta bir toplu terapi yapabilmek. Kitaplarımda aslında her biriyle ayrı ayrı konuşuyorum. Onlar da konuşuyor, ben de… Okudukça kendilerini daha değerli, daha özgün ve onaylanmış hissediyorlar. Verdiğim mesajlar akıllarına olduğu kadar yüreklerine de hitap ediyor. Sonra da yavaş yavaş kendilerini sevmeye, anlamaya, hoş görmeye, affetmeye başlıyorlar. Kimi kitaptan sonra günlerce ağlıyor, kiminin kitap eline yapışıyor, onu tekrar tekrar okuyarak o sıcak, o sevgi dolu, onları olduğu gibi kabul eden ortamdan çıkmak istemiyor. Bunun böyle olduğunu bana yazıyorlar. Demek mesaj yerini buldu diyorum. Elimi onların omzunda hissediyorum. (Devamı sayfa 11)
Atatürk’ün Desteklediği Bir Sol Dergi: Kadro Büyük romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu hakkında yazmaya başladığım yazılar beni aldı, Kadro Dergisi’ne getirdi. Çünkü Yakup Kadri, çok önemli bir edebiyatçı olmasının yanında sol eğilimli bir düşünce adamıydı da... Bu niteliği onu, Şevket Süreyya Aydemir ile birlikte, Kadro dergisinde solcu yazarlarla buluşturup, Atatürk devrimleri için ideolojik bir altyapı çalışması yapmaya yöneltmiştir. Derginin çıkışında Atatürk’ün ve İsmet İnönü’nün desteğini almakla birlikte, Yakup Kadri’nin üç yıl süren bu sol dergi çabası, Atatürk’ün çevresindeki tutucuların baskısıyla, Tiran’a büyükelçi olarak atanmasıyla son bulur. Klasik komünizm dışındaki bütün sol hareketler gibi Kadrocular da, hem örgütlü ve dışardan etkilenen Komünist Parti mensuplarından hem de sağdan eleştiri yağmuruna tutulmuşlardır. Bir yandan Şefik Hüsnü takımı tarafından ajanlıkla itham edilmiş, öte taraftan Celal Bayar ve Recep Peker tarafından solculukla suçlanmışlardır. Aslında Kadrocuların solculuğu, 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkan “Merkez-Çevre” kuramına kaynaklık edebilecek bir solculuktur. Bu sol modelde, insanlığın kaçınılmaz çelişkisi, sınıf sömürüsünün evrensel düzeydeki görünümü olan emperyalizm biçiminde algılanır. Bu nedenle de bütün çabalar emperyalizmle mücadeleye yöneltilmelidir. Türkiye’de “Merkez-Çevre” kuramı özellikle 1970’li yıllarda çok ön plana çıkmıştı: Arghiri Emmanuel ve Immanuel Wallerstein’in “MerkezÇevre” kuramı, Oscar Lange’nin “Millî Devrimci Kalkınma Yolu” ile harmanlanıp, emperyalizme ve kapitalizme karşı, “Millî Demokratik Devrim” yöntemiyle bir kalkınma modeli olarak YÖN ve DEVRİM dergileri aracılığıyla tartışmaya açılmıştı. Doğan Avcıoğlu’nun önerdiği bu modele “Atatürk döneminde bile başarılamayan bu model 1970’ler dünyasında ve Türkiyesinde hiç olanaklı değildir” diye karşı çıkanlar vardı... Bu tutumumun altında da Kadro hareketinin yazgısı yatıyordu: Atatürk ve İnönü’nün destekleriyle çıkan bir derginin çevresindeki düşünürlerin bile topluma kabul ettirmeyi başaramadıkları bir ideolojik çerçeve ve eylem söz konusuydu. Kadro dergisi aslında gerek ulusal gerekse uluslararası atmosferi çok iyi yansıtıyordu: Ekonomik model olarak Cumhuriyet’in de politikası olan milli ekonomiyi ve devletçiliği, ideoloji olarak da emperyalizm karşıtlığını savunuyordu. Ayrıca unutmamak gerekir ki, dönem, sömürgelerin, efendilerine karşı ayaklanma hareketlerinin başladığı dönemdir. Kadrocuların özellikle üzerinde durdukları nokta evrensel bir çelişki olarak gördükleri bu uluslararası emperyalist çelişkidir... Atatürk önderliğindeki Türkiye’yi bu evrensel çelişkiyi çözecek olan uluslararası oluşumlar için lider ülke olarak düşünüyorlardı! Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözleri, Kadrocuların en önemli çıkış noktasını oluşturuyordu: “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye, azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü, müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan Şark milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir.” (“Atatürk”, Emre Kongar, Remzi Kitabevi, 2002, s.88)