Orhan Pamuk'ta Tarih ve Kimlik...
Güvenin Ölümü
Bay Mercedes
ZAFER DOĞAN
VIRGINIA WOOLF
STEPHEN KİNG
Z
W
afer Doğan, Türk edebiyatında karşımıza sıkça çıkan özne/kimlik sorununun ve Doğu-Batı çatışmasının Orhan Pamuk’un eserlerindeki yansımalarını inceliyor. Kitapta, eserlerin çok katmanlı boyutu içerisinde yazı ile hayat, gerçek ile kurgu, asıl ile taklit gibi evrensel temaların işleniş biçimleri tartışmaya açılıyor. Devamı sayfa 7
R
E
M
Z
İ
oolf'un bugüne dek Türkiyeli okura ulaşma fırsatı bulmamış denemeleri nihayet Türkçeye çevrildi. Denemeler, Woolf'u okur, eleştirmen, yazar, düşünür ve kadın kimlikleriyle yeniden tanımamızı sağlıyor. Aynı zamanda eleştirel okuma, düşünme ve yazma için de neredeyse bir rehber niteliğinde. Devamı sayfa 10
K
İ
T
A
B
E
V
P
olisiye televizyon dizileriyle temas içinde olan bir kitap "Bay Mercedes". King'in sağlam polisiyeleri arasına katamasak da “iyi vakit geçirmek” için okunabilecek bir kitap var elimizde. Katilin kim olduğunu bildiğimiz bu polisiyede dedektifin hangi taşları ne zaman oynatacağını izlemek keyif verici. Devamı sayfa 12
ARKA KAPAK KONUĞU
İ
Cem Şancı SAYI 110 - ŞUBAT 2015 - ÜCRETSİZDİR
#YAŞASINGRAFFİTİ! #YAŞASINSOKAK D
ireniş sokakta, aşk sokakta, neşe sokakta, sanat sokakta… Sokakları yaşatan gizli kahramanlardır insanlar. Gizli olmaları, kimliklerini bilmememizden kaynaklanır. Kadına karşı şiddeti sokakta protesto edenlerin ismini bilmeyiz ama neden orada olduklarını biliriz. Benzer bir şekilde, sokakların gri, kirli duvarlarını rengârenk bir yazıyla, çoktandır unuttuğumuz bir şiirle ya da tombul bir bukalemunla süsleyenlerin isimlerini de bilmeyiz. Ama hayatımıza renk kattıklarını, dünyayı güzelleştirdiklerini biliriz. Graffiticiler ve sokak sanatçıları, isimsiz kahramanlarımızdır. Sokakta
9,75 Santimetrekare
Küçük Prens
6
ANTOINE DE SAINT-EXUPÉRY
10
KARİN KARAKAŞLI
Yazmak Üzerine ERNEST HEMINGWAY
Askıya Alınmış Duras MARGUERITE DURAS
Barışçıl Muhalefet; Çocuk Edebiyatı
3
7
Devamı sayfa 8-9
6
MEHMET EROĞLU
Yetersiz Bakiye
doğan ve gelişen bu akım, zaman içinde sanat çevrelerinde de kabul gördü. Kimilerine göre iyi, kimilerine göre de işin ruhuna aykırı olan bu yönelim, 2014 yazında Türkiye’de de bir sergiyle pekişti. Pera Müzesi’nde açılan “Duvarların Dili Graffiti/Sokak Sanatı” sergisi, graffitiyi sokaktan alıp müzeye taşıdı. Serginin kataloğu, graffiti ve sokak sanatının hem gelişim süreciyle hem de en güzel örnekleriyle buluşturuyor bizleri.
13 14 15
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Bir Yeraltı Faaliyeti Olarak Yazarlık
Yazmak Üstüne…
Yaşar Kemal: Büyük Yazar
AHMET ŞIK “Bağımsız Medya Hiçbir Zaman Olmadı”
A
hmet Şık söyledikleriyle, yazdıklarıyla tartışılan ve takip edilen bir gazeteci. Ergenekon sürecinde hapse atılması toplum tarafından hiçbir şekilde kabul edilmedi. Onun için eylemler yapıldı. Hapse sebep olan kitabı gazeteci dostlarının imzasıyla basıldı. Okur sahip çıktı. Özgürlüğüne kavuştuğu an, eşine sarılması gözümün önünden gitmez. Dik durmak kolay değil. Bedeli var. Ahmet Şık, o bedeli ödeyenlerden. Hâlâ sözünü sakınmıyor. Korkuyor musunuz, dedim. “Çocuklar öldü, ben nasıl korkarım?” dedi. Vicdanlı insan olduğunu her halinden anlamak mümkün. Ahmet Şık’ın yeni kitabının, siyasal İslam’ın gelişiminden, AKP ve cemaat arasındaki tartışmalara uzanan süreci analiz eden “bir referans kitap” olduğunu söyleyebiliriz. Şık’la, Yeni kitabı “Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda”yı, gazeteciliği, hukuk anlayışını, meslektaşlarına bakışını konuştuk.
“Kitabınız Postacı Yayınevi tarafından basıldı. Yayınevinin ilginç bir öyküsü var sanırım...” “Ben üzerinde çalıştığım bir kitap nedeniyle tutuklandım. Taslak vardı elimizde. Bitmemiş bir çalışmaydı. Benim neyin peşinde olduğumu, tutuklayanlar da bildiği için, o dönemim tırnak içinde sahte kahramanı ve bana sorarsanız sahte hukukçusu olan savcı, o kitap taslağı elinde, ‘herkese soruşturma açılacak,’ dedi. Henüz basılmamış bir kitap üzerinden propaganda yapmakla suçlanıyordum. Biz de, insanlar içinde ne var ne yok öğrensinler, istedik. O kitap ortak imzayla çıktı. Timur Soykan’ın o dönemde çok emeği var. Hatalar barındırarak da olsa kitap hazır hale geldi ama basacak yayınevi bulamadık. Ummadığımız yerlerden teklif geldi. Samimiyetinden kuşku duymadık ama bir yere angaje gözüksün de istemiyorduk. Ben de kendi adıma Devamı sayfa 4-5 yayınevi kurulmasını istedim.
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2015
Destek Yayınları’nda Neler Oluyor? Kitap piyasasında çok satan listelerinde sıkça karşılaştığımız bir yayınevi olan Destek Yayınları, kitap yelpazesine çocuk edebiyatı ve dünya klasiklerini de eklemeye hazırlanıyor. Duyduğumuza göre yayınevi, bunun yanı sıra “Beyaz Baykuş” isimli yeni
bir marka kuruyor. “Güneş altında söylenmedik söz yoktur. Beyaz Baykuş, gece yazanların yayınevidir” sloganıyla yola çıkan
yeni marka, marjinal edebiyat kitapları basacak. Aykırı yazarlara kapı açacak. Genç yazarlara nitelikli eserleri için bir şans vermeyi hedefleyen yayınevi, satış kaygısını ikinci plana atacak gibi görünüyor. Destek Yayınları’nın ayrıca sinema filmleri çekmeye hazırlandığı haberi de kulaktan kulağa dolaşmaya başladı. İlk film olarak Kahraman Tazeoğlu’nun “Yaralı” adlı romanı sinemaya uyarlanacağı ve senaryosunu da Erol Hızarcı’nın yazacağı konuşuluyor.
Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ
Aylak Adam Yayınları ve Zeplin Kitap’a Yeni Editör Aylak Adam Yayınları ve Zeplin Kitap’ın Türkçe yayınlar editörlüğü görevine, 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren yazar Hakan Akdoğan getirildi. Özgün, nitelikli ve dil açısından güçlü Türkçe kitaplar yayımlamayı amaçlayan her iki yayınevi, önümüzdeki dönemde edebiyat dünyasının önemli isimleriyle çalışmayı hedefliyor. Ankara’da 1971 yılında doğan Hakan Akdoğan, Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dil Bilimi ile Anadolu Üniversitesi Medya ve İletişim bölümlerini bitirdi. Ardından, Uludağ Üniversitesi’nde sosyoloji ve felsefe alanlarında eğitimini sürdürdü. Dil ve edebiyat üzerine çok sayıda yazısı çeşitli dergilerde yayımlandı. Dilbilim uzmanı ve Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi Akdoğan’ın “Nü Peride”, “Gölge Yaşatan”, “İlişmek”, “Struma-Karanlıkta Bir Ninni”, “Varlık ve Piçlik” olmak üzere beş romanı bulunuyor.
Verita Kitap Yayın Hayatına Başladı
Bir grup editörün girişimiyle 2014 sonbaharında kurulan Verita Kitap yayın hayatına başladı. Verita Kitap, “Mavi Fener” ve “Kapital Kompakt” isimli iki kitapla yola koyuldu. Dokuz hikâyeden oluşan “Mavi Fener”, Rus yazar Victor Pelevin’in tartışılmaz
elif.sahin@gmail.com
edebi yetkinliğinin de bir yansıması. Pelevin bu kitabında absürtlüklere, kara mizaha ve Rusya’nın bitmek bilmez gizemlerine odaklanıyor. Kitapta devrim günlerinin karmaşasından genç öncüler kampında birbirlerine korkunç hikâyeler anlatan ölülere, bisiklet olmak isteyen kulübelerden obsesif tavuklara kadar sıra dışı karakterler yer alıyor. “Kapital Kompakt” ise Karl Marx’ın “Kapital”ini okumak gibi meşakkatli bir işe girişmeye niyeti olmayanlara hitaben yazıldı. Kitapçığın amacı, “Kapital”i okumanın zor olduğu varsayımının gözden geçirilmesini sağlamak. Marksist araştırmacı Georg Fülberth’in büyük bir titizlikle kaleme aldığı “Kapital Kompakt”, Kobanê direnişinde hayatını kaybeden sosyolog, çevirmen Suphi Nejat Ağırnaslı’nın yetkin çevirisi ve ayrıntılı dipnotlarıyla birlikte okuyucularla buluşuyor.
Gezi’nin İlk Çizgi Romanı “#DirenÇizgiRoman-Gezi Direnişinden Çizgiler”, Esen Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı. Başlangıçta internet üzerinden organize olan antoloji için çizen ve yazanların sayısı 30’u aştı. Dünyanın ve Türkiye’nin farklı yerlerinde yaşayan çizerler, Gezi direnişiyle ilgili kişisel gözlemlerini ve söylemlerini çizgilerle aktardı. “#DirenÇizgiRoman”da dünyada ve Türkiye’de tanınan, deneyimli çizerler de var, ilk eseri ilk kez bu kitapta yayımlanan genç çizerler de. “Direnişle falan hiç işi” olmayan Alp, Eylem için Kuğulu’ya
gidiyor; bir süper kahraman, maskesini çıkarıp direnişçilerin arasına karışıyor; Berber Rıfat, tehlikeli Ge-Te-A örgütü hakkında görüş bildiriyor. Pelo, plazadan çıkıp gaz maskesini takıyor; Serdar ve Murat, Gezi Kütüphanesi belgeselini çekiyorlar; distopik bir geleceğin punk grubu Çapulcular, müzikal bir sabotaj düzenliyor. Trajik aşklar, dış mihraklar, 2029’un İstanbul’u, biber bitkisinin bilmediğiniz yönleri çizgi romanın öteki unsurları...
Milli Kütüphane’den Makale Çıkarması 91 yıllık makale künyeleri arşivini elektronik ortamda bir araya getiren Milli Kütüphane, “1923’ten Günümüze Makaleler” adlı projeyle, 5 bin dergideki 1 milyona yakın bilimsel makaleyi tek yerden taranabilir hale getirdi. Araştırmacılar; yazar, makale, konu, dergi adı gibi filtrelemelerle kolayca aradıkları kaynağa ulaşabilecek, daha hızlı arama sonuçları elde edebilecek. Sistem sayesinde 1995 yılından bugüne Türkiye Makaleler Bibliyografyası ile 1923-1999 yıllarını kapsayan Cumhuriyet Dönemi Makaleler Bibliyografyası da taranabiliyor.
Atatürk’ün Fikriye Şiirleri… Bilgi Yayınevi, Sabiha Gökçen ve Cemil Salih Bozok’un manevi oğlu Eriş Ülger’in kaleme aldığı “Ümmid-i Aşkım Fikriye” kitabını bu ay okurlara sunacak. Atatürk’le ilgili 10’dan fazla kitabı yayımlanan Eriş Ülger, yıllardır kendisine sakladığı arşivini sonunda açtı. Ülger’in “Ümmid-i Aşkım Fikriye” kitabıyla, Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Fikriye Hanım’ın birbirleri için yazdıkları şiirler de dahil olmak üzere bilinmedik belgeler gün yüzüne çıkıyor. Ülger, kitabında Atatürk’ün hiç hazırlıklı olmadığı bir savaştan; sevmekten başka hiçbir suçu olmayan genç bir kadının hayatına kendi eliyle son vermesiyle noktalanan bir savaştan bahsediyor: “Bu, alışık olduğu savaşlardan çok değişik, üç kişi arasında geçecek, vicdanları acıtan, can yakan, sonucunda kanla noktalanan amansız bir mücadeleydi. Şayet verilen sözler tutulup, yaşlı bir kadının evladına bıraktığı bir cümlelik miras çarpıtılmasaydı, mirasın sahibine yanlış aktarılmasaydı, böyle bir savaşa gerek kalmayacak, üç kişinin paylaştığı yaklaşık üç yıllık zaman parçası taraflar için zehir olmayacak, sevmekten başka hiçbir suçu olmayan genç bir kadın hayata kendi eli ile veda etmeyecekti”.
Remzi’de En Çok Satanlar (Ocak 2015) KİTAP (KURGU)
1 2 Küçük Prens 3 Paris’te Bir Türk 4 Handan 5 Kürk Mantolu Madonna 6 Temyiz 7 Babam ve Ben 8 Aldatmak 9 Sakız Sardunya 10 Kar Tanelerinin Bir Bildiği Var Kafamda Bir Tuhaflık Orhan Pamuk, YKY
Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi
Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi
Ayşe Kulin, Everest Yayınları
Sabahattin Ali, YKY
John Grisham, Remzi Kitabevi
Patrick Modiano, Tudem Yayıncılık Paulo Coelho, Can Yayınları Elif Şafak, Doğan Egmont
Debbie Macomber, Novella Yayınları
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 İn 2 Başarıya Götüren Aile 3 Gerçek Özgürlük 4 Dahi Diktatör 5 Paralel Yürüdük Biz Bu Yollarda 6 Abim Deniz 7 Bana İkimizi Anlat 8 Bir Nefeste Dünya Tarihi 9 Beden Aklıyla Zayıfla 1 0 Elfabe Sabri Uzun, Kırmızı Kedi Yayınevi
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Şubat 2015
Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi
Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran
A. M. Celal, Ka Kitap
Ahmet Şık, Postacı Yayınevi Can Dündar, Can Yayınları
Ahmet Batman, Destek Yayınları Emma Marriott, Maya Kitap Fevzi Özgönül, Hayy Kitap
Mehmet Ali Bulut, Hayat Yayıncılık
Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Şubat 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Facebook’tan Kitap Kulübü Amerikalı sunucu Oprah’nın ünlü kitap kulübüne rakip geliyor. 2015 yılını “Kitapların Yılı” ilan eden Mark Zuckerberg, Facebook’ta global bir çevrimiçi kitap kulübü kurdu. Her iki haftada bir kitabın okunup tartışılacağını söyleyen Facebook’un yaratıcısı
Zuckerberg, ilk kitap olarak Moisées Naím’in “The End of Power” (Gücün Sonu) kitabını seçti. Kitapları insanları değişik inanç, kültür, tarih ve teknolojilerle tanıştıran kitaplardan seçmek istediğini belirten Zuckerberg, “The End of Power”ı, gücün değişmeye başlayan doğasını araştırdığı için seçtiğini de sözlerine ekledi. Mark Zuckerberg’in kitabı seçmesiyle Moisées Naím’in kitaplar satışlarının büyük ölçüde arttığı bildiriliyor. Kaynak: Sarah Galo, The Guardian, 7 Ocak 2015
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Rushdie’den Charlie Hebdo Açıklaması
Charlie’den Sonra Kayıplara Karışan Yazar
Salman Rushdie, Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo saldırısı hakkında İngiliz PEN derneğinin internet sitesinde yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Ben, her zaman zorbalık, ikiyüzlülük ve ahmaklığın karşısına özgürlüğün gücü olarak dikilmiş olan mizah sanatını korumak için, hepimizin de yapması gerektiği gibi, Charlie’nin yanındayım.” Rushdie’nin bu konu hakkındaki açıklamaları, özellikle Hz. Muhammed’in hayatından ilham alarak yazdığı “Şeytan Ayetleri” kitabı yüzünden kendisine karşı bir fetva yayınlandığı için merakla bekleniyordu. Yazar açıklamasının devamında “Dinler de tüm düşünceler gibi eleştiriyi, mizahı ve evet, bizim korku bilmez saygısızlığımızı da kaldırabilmelidir,” dedi.
Son kitabı “Soumission” (Teslimiyet)’le Charlie Hebdo dergisinin saldırıdan önceki son kapağında yer alan sansasyonel Fransız yazar Michel Houellebecq kayıplara karıştı. Saldırıda hayatını kaybedenlerin yası tutulmaya devam ederken yeni kitabının tanıtımına ara veren ve Charlie Hebdo’da çalışan ekonomist Bernard Maris’in arkadaşı olan yazar, saldırıların kendisini derinden etkilediğini ve Paris’i belirsiz bir süreliğine terk etmek zorunda kaldığını açıkladı. Houellebecq’in, 2022 yılında Fransa’nın radikal Müslüman bir başkan tarafından yönetildiği bir geleceği anlattığı yeni romanı saldırıyla aynı günde satışa çıkmıştı. Charlie Hebdo saldırısının ardından Houellebecq’in yayıncısının ofisi, yazarın terörist grupların yeni hedefi olabileceği korkusuyla boşaltıldı ve polis korumasına alındı.
Kaynak: Maddie Crum, The Huffington Post, 7 Ocak 2015
Baskılar Edebiyatı Bıraktırdı Ünlü Hint yazar Perumal Murugan, sağ kanat Hindu grupların baskı ve tehditleri sonucunda yazarlığı bıraktığını açıkladı. Kırsal yaşamı anlattığı kitaplarıyla dünya çapında eleştirmenlerin gözdesi olmayı başaran Murugan, “Yazar Perumal Murugan öldü… Artık hayatına bir öğretmen olarak devam edecek,” sözleriyle kararını Facebook’ta açıkladı. Yazarın ayrıca yayıncılarından şu ana kadar yazdığı yedi kitabın da satıştan kaldırılmasını istediği bildirildi. Yazar bu kararı, Tamil Nadu eyaletinde 18 gün boyunca süren protesto kampanyasından sonra almak zorunda kaldı. Ayrıca kendisine ve ailesine karşı yapılan tehditler yüzünden polis koruması talep etti. Bu protestoların nedeni ise Murugan’ın 2010 yılında yazdığı “Madhorubagan” (Yarı-Kadın) romanında, bir kadının hamile kalmak için bir ritüelin parçası olarak yerel bir tapınakta bir yabancıyla cinsel ilişkiye girmesini konu edinmesi. Kaynak: Jason Burke, The Guardian, 15 Ocak 2015
Kaynak: Anne Penketh, The Guardian, 9 Ocak 2015
Murakami Güzin Ablalığa Soyundu Medyada boy göstermemesi ve özel hayatıyla ilgili ketumluğuyla tanınan ünlü yazar Haruki Murakami, geçen ay hayranlarının kendisine soru sorabilmesini sağlayan bir internet sitesi açtı. Hayranlarını edebiyatın yanı sıra dünyayla ve kendi yaşantılarıyla da ilgili soru sormaya teşvik eden Murakami, 15-31 Ocak tarihleri arasında soruları kabul etti ve her soruya bizzat kendisi cevap verdi. Murakami’nin karşılaştığı en ilginç sorulardan biri de, 32 yaşındaki bir annenin oğluyla ilgili sorusu oldu. 11 yaşındaki oğlunun bütün günü bilgisayar oyunlarıyla geçirip hiç kitap okumamasından yakınan kadın, ünlü yazara oğlunun Murakami’ye benzemesi için ne yapması gerektiğini sordu. Haruki Murakami’nin bu soruya cevabı ise eğlenceli ve düşündürücüydü: “Onun bana benzemesini mi istiyorsunuz? Bununla ne demek istediğini merak ediyorum. Benim gibi olmak çok zor bir şey… ama bunu başardım, çünkü ben bendim. Eğer böyle diyerek oğlunuza kitap okumayı nasıl sevdireceğinizi soruyorsanuz, bence onu kendi haline bırakmalısınız.” Kaynak: Justin McCurry, The Guardian, 16 Ocak 2015
Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Bir Yeraltı Faaliyeti Olarak Yazarlık Haruki Murakami, “Koşmasaydım Yazamazdım” isimli kitabında bir roman yazarı için önemli nitelikleri sayarken en başa “deha”yı koyuyor. Buna ek olarak “odaklanma ve sürdürebilme gücü”nden söz ediyor. Odaklanma ve sürdürebilme gücünün öğrenilebilir bir şey olduğunu söylüyor Murakami. Gerçekten de deneyimlerimiz gösteriyor ki insan pratik yaptıkça bu özellikleri kazanabiliyor ya da geliştirebiliyor. Pratik yaptıkça… Yani demek ki çalışmak gerekiyor. Çalışmanın içine yalnızca yazma pratiğini değil düşünceleri derinleştirmek için gerekli tüm etkinlikleri katmak gerek herhalde. Bir konuya odaklanmak ve onun üzerinde bir süre durabilmek. Biriktirdiklerimizi yazıya aktarırken de her gün aynı saatte fabrikadaki makinesinin başına geçip büyük bir dikkatle onu çalıştıran işçi gibi ritmi ve disiplini bozmamak. Odaklanma ve sürdürebilme gücünün yaslandığı en kıymetli meziyet sabır olsa gerek. Acele etmeden, yaratma heyecanını ve coşkusunu sonuca değil sürece yöneltebilmek önemli. Bu sabrı sessiz sedasız sürdürebilmek… Kimseye bir şey gösterme derdine düşmeden, kendi halinde çalışabilmek… Zaten sahip olunması gereken bu doğal özellik günümüzde meziyete dönüştü belki de. Bu son vurguyu neden yaptım şimdi? Günümüzde sessizliğe kimsenin tahammülünün olmadığını düşündüğümden mi? Evinde, odasında, kuytusunda bir şeylerle ya da bir “şey”le uğraşana iyi gözle bakılmıyor. İnsanlar dışarıda, hayatın tam göbeğinde bağıra bağıra söz söylerken sen nasıl olur da bu sessizlik konforuna sığınabilirsin? Bu söylediğimi sözcüklerin dar anlamıyla düşünmeyin yalnızca. İşin çalışma ve emek kısmını biraz hızlı geçip, sık sık roman yayınlamak da “hayatın göbeğinde olup söz söyleme” telaşının ürünü olabilir. Görünmeyi sürdürmenin ilk koşulu, gündelik olana odaklanmak ve sesini olabildiğince çok duyurabilmek. Gündelik olanı yakalayayım derken hayatın hızlı akışına kapılabiliyor insan. Oysa Murakami’nin sözünü ettiği roman yazarı kendi zamanını kendi yaratmak zorunda. Başkalarının onun önüne koyduğu 24 saati değil, kendi 24 saatini oluşturmadığı sürece odaklanma ve sürdürebilme gücünü koruyamaz. Hayatın içinden bir kesit düşünelim. Odanın kapısı açılıyor, içeriye bir adam giriyor ve onu bekleyen kadının önünde eğilip, elini öpüyor. Birkaç saniyeden fazla sürmeyecek bu “olay”, bir romanda sayfalarca anlatılabilir. Bazen tek bir ânın içinde aşağı doğru bir kazı yapar romancı. Böylece o ânın niceliksel değerini değil, niteliksel anlamını parlatır. Bu yatay değil, dikey zamanı yazma sabrını gösterebilmesi için romancının da kendine ait zamanı kurgulama özgürlüğünü kazanmış olması gerek. Anlatısındaki o sabrı gösterebilmesi için, kendi yaşamında da sabırlı olmayı öğrenmeye ihtiyacı var. Bunun da bir bedeli var tabii: Bir süre için “yok olabilmek”. Öyle ya kazı yerin altına inmeyi gerektirir. Var olduğumuzu hissedebilmek için “öteki” tarafından görülmeye ve kabul edilmeye ihtiyaç duyuyoruz. Bir an bile görünmez olsak telaşa kapılıyoruz. Bu telaş üzerine düşünürken Murakami’nin kitabında koşuculuktan söz ettiği kimi pasajları romancılığa uyarlayabileceğimizi fark ettim. Bir yerde şöyle diyordu: “Yollarda koşarken, yeni başlayan koşucularla işin ustası koşucuları hemen ayırabiliyorum. Nefes nefese kalmış olanlar, yeni başlayanlar; sakince ve düzenli bir ritimle nefes alanlar ise, işin ustaları.” Kitabı okuduğum günlerde yeni vizyona giren bir film izledim: Whiplash. Bir caz öğretmeni ile öğrencisini anlatan film, herhangi bir şeye adanmakla ilgiliydi bana göre. Adanmanın; sabrı, emeği ve vazgeçmemeyi gerektirdiğini anlatıyordu. Sessiz sedasız ve uzun soluklu emeğin kıymeti üzerine tekrar düşünmemi sağladı film. Kişi ister davulcu olsun, ister koşucu, isterse yazar…
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2015
AHMET ŞIK:
“Bağımsız Medya Hiçbir Zaman Olmadı” Söyleşi: SELNUR AYSEVER, Fotoğraf: SEVGİ CAN (Baş tarafı sayfa 1’den)
Ama Timur Soykan delikanlılık yapıp, kendi adına kurdurmuş yayınevini. Postacı öyle doğdu ve kitabı bastık. Amacımız eylemdi. Bin tane bastık. Benim hemen hapisten çıkacağımı sanıyorduk ama öyle olmadı. Biz basmaya devam ettik ama dağıtım sorun oldu. Kendine solcu diyen dağıtım şirketleri de dağıtmaktan korktu. Korkuyu anlaşılabilir buluyorum ama politik olarak ahlaklı bulmuyorum. Neyse ki Kırmızı Kedi’nin sahibi Haluk Hepkon arkadaşımdır; o halletti ve risk aldı. O dönemde bu kitapla ilgili herkes risk aldı açıkçası. Kitap dağıtıldı. Postacı da yayınevi olarak devam etti yola. Biz gazetecilerin kitaplarını basalım istedik ama çağrımıza cevap alamadık. Daha popüler yayınevlerinin tercih edilmesini de anlıyorum.”
“Yeni kitap 700 sayfaya yakın. Said-i Nursi zamanından günümüze kadar uzun bir dönemi kapsıyor. Kitabın zamanlaması nasıl bu kadar denk geldi?”
“1,5 yıldan biraz fazla sürdü kitabın yazımı. Ben kitaba başladığımda AKP ve Cemaat arasında dershaneler çatışması bile yoktu. Olan en büyük çatışma MİT soruşturmasıydı. İçeride başka kavgalar olduğunu biliyorduk. Ben de büyüyecek olan bu savaş için bir kaynakça çıkarmak istedim. O vesileyle başladım çalışmaya. Başladıktan bir süre sonra iş çok büyüdü. Önce dershane görünümlü meseleler, yolsuzluk vs. derken ben o süreçte yazmayı bıraktım ve sadece kaynak toplamaya başladım. Çünkü o kadar çok manipülatif bilgi vardı ki… Ergenekon sürecinden de tanık olduğumuz biçimde beklemenin en doğru şey olacağını düşündüm. Süzülmüş bilgiye ihtiyacım vardı. Hele ki başıma gelmiş işten sonra. En ufak hata, en kolay linç edilmenize yol açar. Benim meslek hayatımda bir tek haberim tekzip edilmedi. Dolayısıyla böyle bir mirasın üzerine bir şey koymam gerekiyordu. Bekledim. Sadece o tür şeyleri okumak çok kötü bir süreçti. 1,5 yılda bir tane şiir kitabı veya edebi kitap okumadım. Çok yorucu ve sıkıcıydı haliyle. Sonuç olarak ortaya çıkanın iyi bir referans kitabı olduğunu düşünüyorum.”
“Gazeteci olarak kaynağa ulaşmanız zor olmasa gerek.”
“Evet. Ben özellikle kaynak belirttim. Büyük çoğun-
luğu açık kaynaklar. Yani internet sitelerindeki haberler. İnternet çok işimize yarıyor bu manada. Ancak muhtemeldir ki bir yıl sonra o kaynaklar yok olacak. Yeni internet yasası uyarınca hepsi silinecek o sayfaların.”
“Bazı sayfalardaki dipnotlar neredeyse sayfanın tamamını kaplıyor.”
“İşsiz bırakıldığım dönemde, 10 yıldı o süre, Bilgi Üniversitesi’nde gazetecilik dersi verdim. Aşağılamak ya da küçümsemek için söylemiyorum ama yeni kuşakta çok fazla bilgi eksiği var. Memlekette yaşanan bütün sorunların kaynağının sadece Recep Tayyip Erdoğan ya da AKP olduğunu düşünen bir yirmili yaş kuşağı var.
güç odaklarının kurduğu baskı nedeniyle söylüyorum. Ama şu da bir gerçek ki, Türkiye medyasında çok ciddi bir cehalet var. Çalışanların tamamını kapsayarak söylüyorum. Mutlaka tenzih edeceğimiz insanlar var. Ama bana ‘Türkiye medyasının çok parlak on tane ismini sayın’ deseniz, beşin üzerine çıkaramam. Binlerce çalışanı olan binlerce muhabiri olan sektörden bahsediyoruz. Yazılı, görsel ve internet üzerinden çalışan. Durum çok vahim. Türkiye medyası üzerinden bakınca çok korkunç bir cehalet var.”
“Kitabınızda Mehmet Barlas’ın bir köşe yazısından söz ediyorsunuz. Ekrem Dumanlı’ya cevaben
Türkiye medyasının en pespaye, çukurun en dibinde olduğu dönemlerden birine tanığız. Bunu doğrudan çalışanların niteliksizliği üzerinden değil, iktidarın ve güç odaklarının kurduğu baskı nedeniyle söylüyorum. Ama şu da bir gerçek ki, Türkiye medyasında çok ciddi bir cehalet var. Çalışanların tamamını kapsayarak söylüyorum. Mutlaka tenzih edeceğimiz insanlar var. Ama bana ‘Türkiye medyasının çok parlak on tane ismini sayın’ deseniz, beşin üzerine çıkaramam. Ve AKP ya da Erdoğan gitse sorunların hallolacağı gibi bir yanlış kanıya sahipler. Halbuki mesele bir sistem sorunu. Sistemin de ne olduğunu tarif etmek için geniş anlatmak gerekiyor. Yakın tarihi bilmek gerekiyor. Ben oradaki öğrencilerimden yola çıkarak bu kadar geniş anlattım. Düşünün, Türkeş’in kim olduğunu anlatıyorum. Çünkü insanlar bilmiyor. İnanın. Kenan Evren’in çok meşhur bir lafı var devrimcilere: ‘Öyle bir kuşak yaratacağız ki sizin hiçbirinizi tanımayacak,’ demiştir. Öyle bir kuşak yarattı ki, Kenan Evren’in kim olduğunu bilmiyorlar. Gerçekten bilmiyorlar.”
“Buradan hareketle arkadan gelen gazetecilerden umutlu olalım mı? Bu kapsamda günümüz basınıyla ilgili değerlendirmenizi de almak isterim.”
“Türkiye medyasının en pespaye, çukurun en dibinde olduğu dönemlerden birine tanığız. Bunu doğrudan çalışanların niteliksizliği üzerinden değil, iktidarın ve
‘ben özgür ve bağımsızım’ diyor. Ben de soruyorum: Ahmet Şık bu durumda ne hissediyor?” “Bu mesleğin cilvesi böyle. Mehmet Barlas veya benzerleri, cemaat güdümünde olanlar da gazeteci. Ben de gazeteciyim. Buna yapacak bir şey yok. Bunu okur değerlendirecek. Burada maalesef okur da değerlendirmeyi siyasal angajman üzerinden yapıyor. Amigoluk düzeyinde bir taraftarlık hâkim Türkiye’de. Ben doğru olanın bilgiyle konuşmak olduğunu düşünüyorum. Bunu da yapan maalesef yok. Bunu insanların çıkarları ve siyasal angajmanları belirliyor. Mehmet Barlas bu rantiye ve talan düzeninden en çok beslenen birisi, doğal olarak öyle söyleyecek. Türkiye’de bağımsız ya da tarafsız medya organı var anlamına gelmez bu. Ben zaten tarafsızlığa da inanmıyorum. Nesnel gerçekliği tahrif etmeyen bir taraflılıktan bahsediyorum. Ama bağımsız medya hiçbir zaman olmadı. Bağımsız diyen-
Şubat 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
lerin de siyasal angajmanları oldu. Eleştirileri ancak ait oldukları siyasal yapının sınırına kadar gidebilir.”
“Siyasal angajmanın nedeni basının sermaye elinde olması mıdır?”
“Diyelim x, y, z partilerinin gazetelerine bakalım. Onlar sermayeyle ilişkili değil ama onların da sınırı var. Bağımsız değil. Dolayısıyla bir bağımsızlıktan söz etmek mümkün değil. Ama mesele şu: Ben gazeteciyim. İnsanlar bağımlı olabilirler, bağımsız bir medya dünyanın hiçbir yerinde mümkün değil. Herkesin bir sınırı var. Ama o sınıra ulaşana kadar nesnel gerçekliği tahrif edip etmediği üzerinden değerlendirme yapmak lazım. Şu anda kendine görece bağımsız diyen yayın organları da bu nesnel gerçekliğe daha yakın durmaya çalışıyorlar. Güç odaklarının bu kadar gücü üzerinden tartışıldığı dönemde bunu yapmaya gayret ediyorlar. Bu takdir edilesi bir durum bence.”
“Aydınlık ve Taraf farklı dönemlerde geçmişte nereye koyabiliriz? Ergenekon dönemindeki Taraf gazetesi diyebilir miyiz?”
“Bir madalyonun iki yüzü onlar. Benim için öyledir. Buna itiraz edebilirler ama ikisi birbirine benzer. Benim sızdırma belgelerle habercilik yapılmasına itirazım yok. O haberi yaparken angaje olduğunuz gücün güdümünde hareket edip, onun kirini görmezden geliyorsanız sorun var demektir. Ya da sızdırılan belgenin doğruluğunun kuşku taşıyıp taşımadığı da bir handikaptır. Taraf’ın en büyük günahı budur. Yaptığı gazetecilik mi? Evet. Ama kötüye kullanılmış, güvenilirliği doğrulatılmadan bilgi yayınlamaktır. Bu rejim değişikliği için kurgulanmış bir savaşın parçasıydı. Taraf bir operasyon gazetesi olarak inşa edildi. Dolayısıyla, bile isteye kabul ettiler. Hiçbiri kullanılmışız, bilmiyorduk demesinler. Kandırıldık denmesi koca bir yalan. Bizim aklımızla alay etmek olur bu.”
“Aydınlık gazetesinden kişiler Ergenekon sürecinde hapis yattı. Taraf’ta ise henüz benzer bir durum yok. Ne diyorsunuz bu duruma?”
“Şimdilik yok. Bu konuda ne desem yaş tahtaya basmış olurum. Ben söylediğimde kızıyorlar. Çünkü gazetecilik faaliyetleri gazetecilik sınırları içinde suçlanabilir. İçlerinde arkadaşlarım da çalışıyor. Kuşkusuz iyi niyetlerinden şüphem yok. Çalışan olarak söylüyorum bunu, habere imza atanlardan değil. İsim vermeyeceğim ama herkes anlayacak, birtakım haberlerin altında imzaları olanlar, gazetecilik yaptılar. Onlar, etik sınırları mı ihlal ettiler, gazeteciliğin evrensel sınırlarını mı ihlal ettiler, onun belirlenmesi gerek. Mesela Zaman grubu operasyonundan sonra benim haksızlığın karşısında durmamız gerektiğini söylemem eleştiri konusu oldu. Ama ben orada cemaati, Zaman’ı ya da Samanyolu’nu, Ekrem Dumanlı’yı ya da Hidayet Karaca’yı savunmadım. Ben orada mesleğimi ve hukuku korumaya çalışıyorum. Çünkü orada da başka bir kirli oyunun yansıması olarak önümüze çıkmış bir soruşturma var. Ergenekon’dan farklı değil. Hep şunun kıyasını yaptılar, Ahmet Şık - Nedim Şener; Ekrem Dumanlı - Hidayet Karaca. Doğru kıyas Ahmet ve Nedim değil. O dönemde de belli bir güç odağına sırtını yaslayarak gazetecilik yapılma biçimi vardı, şimdi de var. Yıllardır böyledir. Bununla yüzleşmek istiyorsa Türkiye medyası, Ankara temsilcileri ne görev yapar ve o görevin karşılığında alınan astronomik ücretler nedir, bir açıklasınlar. Ya da patronlarının hangi ihalelerini hükümet katında patronları adına takip ettiler, bunu açıklasınlar. O da bir güç odağına sırtını dayamaktır. Yapılan yayınlardan yola çıkarak bir gazeteci terörist olarak suçlanması hukukun olmadığının bir göstergesi. Burada tacizi, hırsızlığı, yolsuzluğu savunmuyorum. Gazetecinin, gazetecilik faaliyetinin soruşturma konusu yapılmasını kastediyorum. Bir insan silahlı örgütü de savunabilir. Ama bunu kalemle, yazıyla yapıyorsa o sadece fikrini açıklamıştır. Ben onu ancak beğenmeyebilirim. Bu da benim hakkım, bu kadar.”
“Kitabınızın bir yerinde, Taraf’ın günahlarını yazsak ayrı bir kitap olur, diyorsunuz.” “Taraf çok iyi bir tez konusu. Çok iyi bir kitap konusu. Türkiye siyasal tarihinin en karanlık dönemlerinden birindeki en karanlık noktalardan biri olarak da adını yazdırdı. Ben arkadaşlarıma ‘Orada çalışmaya devam etmeyin. Tarih, bu işe bulaşmamış olsanız da, sizi Taraf’ın çalışanı olarak anacak,’ diyorum. Gerçekten çok inanılmaz bir durum bu.”
“Ahmet Şık Taraf’ın günahlarını affetti mi?”
“Ben kendimi affetmek ya da affetmemek manasında bir pozisyonda görmüyorum. Hele ki bir yıldan biraz fazla bir zaman özgürlüğü elinden çalınmak ise. İnsanların hayatı noktalandı. Cezaevinde öldü insanlar. En yakınlarını kaybettiler ve onlara son kez dokunamadılar. Bunlar ağır günahlar. Kendini savuma imkânı bile elinden alınarak cezaevlerinde sağlıklarını, hayatlarını kaybettiler. Onlarla kıyaslanınca bir yıl cezaevinde yaşamak mağduriyet ya da affedilecek konuma denk gelmiyor. En az yatan beş yıl yattı ve hâlâ içeride olanlar var. KCK soruşturmasında bir arkadaşım sadece cımbızlanan telefon konuşması nedeniyle beş yıl yattı. Yeni doğmuş çocuğunun ilk beş yılına ait hiçbir anısı yok. Şimdi ben böyle bir travma varken nasıl affettim ya da affetmedim diyebilirim. İyi veya kötü gazetecilik olarak sorarsanız, çok kötü bir gazeteciliğe imza attılar. Ve ölen insanların kanı ellerine bulaştı. Çalınan özgürlüklerin gasp edilmesinde çok büyük payları var. Ve bunun günahını nasıl ödeyecekler ben bilemiyorum.”
“Zaman gazetesine yapılan baskında hukuktan yana oldunuz. Bence Ahmet Şık vicdan oldu. Biz buna neden şaşırdık?”
“O sabah operasyonla uyandık. Hemen bilgisayarı açtım. Twitter’a bakıyorum. Korkunç bir tabloyla karlı karşıya kaldım. İnsanlar zil takıp oynama noktasındaydı. AKP’lileri anlıyorum çünkü ‘yeni şeytanları’ ile mücadele ediyorlar. Benim durduğum siyasal hatta duran insanların nedenlerini anlaşılır buluyorum ama hatalı olduklarını düşünüyorum. Hukuk hepimize lazım. İyi ki o tweeti yazmışım. Ben cezaevinden çıktıktan sonra arkadaşlarım sansürün tarihini çektiler. Orada benle de görüştüler. Ben orada, yarın bu operasyonlar cemaat için de yapılacak, AKP için de yapılacak ve biz o gün de onları savunacağız, dedim. Ben bu ülkedeki tek vicdan sahibi insanlar topluluğunun solcular ve sosyalistler olduğunu düşünüyorum. Şöyle bir kısaca geçmişe bakın. Nerde varmış solcular? Hrant Dink öldürüldüğünde, Kürt çocuk katledildiğinde, LGBTİ birey öldürüldüğünde, çingeneler ayrımcılığa uğradığında, doğa talanı olduğunda… Her haksızlığın karşısında. 28 Şubat döneminde ben üniversitedeyken başörtülü arkadaşlarım vardı. Okuldan atıldılar. Ben onların özgürlüğü için de çalıştım. Şimdi 28 Şubat mağduruyuz
diyenler yoktu ama ortalıkta. Sadece kadınlar haklarını savunmaya çalıştılar ve yalnız bırakıldılar. İyi ki bu ülkede ve dünyanın her tarafında solcu ve sosyalistler var. Herkes yüzünü bir sosyalizme dönsün, baksın.”
“Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonu baskınından sonra ‘Özgür Basın Susturulamaz’ diye imzalı bir bildiri yayınlandı. Bunlar özgür basın mdıır sizce?” “Zaman grubu kendini özgür basın olarak sunuyorsa halt etmişler. Sol cenaha da kızıyorum, özgür basın susturulamaz, diye slogan atıyorlar. Demin de konuştuk, herkesin sınırı var. Operasyon basın özgürlüğüne yönelik mi? Evet. Ama soru şöyleyse: ben o bildiriye imza verir miyim? Vermem. Bu öfkemden ya da yaşadıklarımdan dolayı değil. Çünkü zaten o noktada basın özgürlüğüyle ilgili herhangi bir samimiyetleri olduğuna inanmıyorum o grubun. İkincisi, imzalara bir bakıyorsunuz, bu ülkede çok yakın geçmişte, tam da bugün hedef alınmış kitlenin de mağdur ettiği basın, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında ele alacağınız insanlar vardı, o zaman neredeydiniz? Ben hepsi için değil ama ismimin o kişilerle yan yana durarak kirlenmesini istemem açıkçası. Ama ortada hukuksuzluk var mı? Evet var. Bunu da söylerim. Doğu Perinçek’in siyasal anlayışını hiç sevmem. Ama onun hukuksuzluk yaşadığını her yerde bunu söylerim. Bu başka bir şey. Ama onun için eyleme gitmem. Benim için prensip dediğiniz şey çok önemli. Neye imza attığınız, ne için imza verdiğiniz benim için önemli. Çünkü bir haksızlığı yaşadığını dile getirmek başka bir şey, onların iktidar odağı olabileceğine yol açabilecek ya da güç odağı olmasına yol açabilecek birtakım faaliyetlerde bulunmak başka şey. Çünkü benim durduğum yerden gördüğüm demokrasi anlayışı ile onlarınki arasında fark var. Ben şöyle tarif ediyorum: Bir akvaryum var. İçinde renk renk balıklar var. Ben o çeşitliliğin daha fazla olmasından yanayım. Ama birtakım yapılar o akvaryumdaki bütün balıkların siyah olmasını istiyorlar. Dolayısıyla ben o insanların haksızlık yaşadığını söylüyorum, bu kadar.”
“‘Yetmez ama evet’ diyenlerin vebalini ödediğimizi düşünüyorum.”
“Tek başına değil. Kibir çok büyük bir günah demek yeter bence. Politik alanda manevra yaparken insanlar tökezleyebilir. Mesele hata yaptım diyebilmek. Bunu o arkadaşlar hâlâ demiyorlar.”
“Libaralizmin solu olur mu?”
“Bence liberal de değiller. Liberalizmin çelişkisi sermayeyle. Liberalizm kötüdür. Turkish Liberalizm bu. Sadece kendi dediklerinin doğru olduğunu düşünüp, herkesin de bunu kabul etmesini istiyorlar. Ciddi bir hegamonik dil kurdular o dönemde. O dönem AKP’ye eklemlenenler şimdi çıkıp ‘kandırıldık’ diyorlar. O zaman şimdi de kandırılıyorsunuz. Ergenekon sözüyle yazılan her şey bugün paralel diye yazılıyor. Çok zavallı bir şey bu.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2015
Hangisi Sizin “Küçük Prens”iniz?
Şiddetin 9,75 Santimetrekarelik İzi
ELİF ŞAHİN HAMİDİ
ÇİĞDEM ÜLKER
elif.sahin@gmail.com
Antoine de Saint-Exupéry’nin ölümsüz eseri “Küçük Prens”in telif hakları 1 Ocak 2015 tarihi itibarıyla serbest bırakıldı. Ve o tarihten bugüne “Küçük Prens”i basmayan yayınevi neredeyse kalmadı. Gazeteler, sadece ilk on günde 30’dan fazla yayınevinin “Küçük Prens”i yayımladığını haber yaptı. Ayrıca kitap, önceki yıllarda, yılda ortalama birkaç bin satılırken, 1 Ocak sonrasında 130 bin adetlik bandrol başvurusu yapıldı. Her bir yayınevinin kitabı farklı bir versiyonla okura sunma gayretine giriştiğini görüyoruz. Öyle ki Yakamoz Yayınları kitabı mandalina kokulu basarak bir farklılık yaratmaya çalışırken, İlgi Çocuk Yayınları kitabın sonuna soru-cevapların ve kişilik testinin yer aldığı bir bölüm ekledi. Notos Kitap, mor ve kırmızı renkli iki farklı kapakla, Say Yayınları lacivert renkli kapakla; Remzi Kitabevi büyük boy, Fom Kitap cep boy olarak yayımladı… Çoğu yayınevi kapakta “Küçük Prens”i gezegeni “Asteroid B-612”de gösteren orijinal kapak resmine yer verirken Kırmızı Kedi Yayınevi, SaintExupéry’nin “onunla ilgili çizebildiğim en iyi portre” diye nitelediği resmi kullanmış. Tüm basımların ortak yanı ise tahmin edilebileceği üzere yazarın kendi suluboya resimlerine yer vermiş olması. Farklı versiyonların birbirinden en çok ayrıştığı nokta ise çevirileri. Her yayınevi farklı bir çevirmenin metnini seçmiş. Kimi yayınevleri “Küçük Prens”i Türk edebiyatının önemli isimlerinin Türkçesiyle okura sundu. Örneğin Kapı Yayınları, Ahmet Muhip Dıranas’ın çevirisiyle yayımladı. Dıranas, “Küçük Prens”in Türkçedeki ilk çevirmeniydi. Aynı yayın grubu bünyesindeki Büyülü Fener Yayınları Işık Ergüden çevirisine başvururken, Everest Yayınları, Selim İleri çevirisiyle kitabı yayımladı. En dikkat çeken çeviri ise Can Yayınları’ndan çıkan Cemal Süreya ve Tomris Uyar çevirisi. Çevirinin ne kadar önemli ve çevirmenliğin ne denli zor bir iş olduğunu “Küçük Prens”in yeni versiyonları sayesinde bir kez daha gördük. SaintExupéry’nin, Türkiye’yi işaret ederek bir “diktatör”den söz ettiği satırların yeni versiyonlardaki çevirilerine yakından bir bakalım. Zira bu satırlar, önceki çevirilerde ya oldukça çarpıtılarak ya da iyice yumuşatılarak yorumlanmıştı. Işık Ergüden’in, tıpkı kitabın orijinal dilinde bahsedildiği gibi “bir Türk diktatör” ifadesini kullandığını görüyoruz. Dıranas, bu ifadeye “büyük bir önder” şeklinde yer verirken; Selim İleri, “dediği dedik, sınırsız yetkili bir Türk başkanı” olarak tercüme etmiş. Çeviri farklılığına örnekler çoğaltılabilir kuşkusuz... 1 Ocak’a kadar Saint-Exupéry’nin telif hakları Mavi Bulut Yayınları’na aitti ve çevirmeni Sumru Ağıryürüyen idi. Ben “Küçük Prens”le ilk kez kitabın bu çevirisiyle tanışmıştım. Bundan böyle onunla tanışmak isteyen yeni okurların işi biraz zor. Bin bir çeşit “Küçük Prens” arasından bir “Küçük Prens” beğenmeleri gerekecek. Pek çok versiyonuyla tanıştıktan sonra benim yeni “Küçük Prens”im, şair duyarlılığının yankılandığı Cemal Süreya ve Tomris Uyar çevirisi. Böylesi şiirsel bir hikâyeyi hakkıyla ancak bir şair çevirebilirdi belki de… Bu arada Küçük Prens’i ve yazarını daha yakından tanımak isteyenler Mavi Bulut Yayınları’ndan çıkan “Küçük Prens’in Güzel Hikâyesi” isimli kitaba da kütüphanelerinde yer açsın derim...
K
arakter yaratma ustası Mehmet Eroğlu’nun kişileri bu kez 2013 haziranında Gezi günlerini yaşayan İstanbul’da karşımıza çıkıyor. “9,75 Santimetrekare”, Fay Kırığı Üçlemesi’nin devam romanı değil ama son kitabın kahramanı Mehmet’in ruh akrabası bir Ahmet metnin baş kişisi. Ahmet de Mehmet gibi savaşı yaşamış bir adam. Yazarın deyimiyle “insanın, insan ölümünü izlemesinin kendi ölümünü izlemek olduğunu kavraması, insan olmanın derin, onulmaz hüznünü hissetmesi” sürecinden geçmiş. lalagesnow web sitesinin Afganistan savaşına katılan İngiliz askerlerin yüzlerini verdiği “We are the not dead” serisindeki gibi bir değişimdir onların kaderi. Yazar şöyle betimler bu kara yazgılı adamları: “İki aydır her gün saatlerce gördüğü Okan’da yeni olan ne vardı? Neden sonra fark etti. Gözleri değişmişti. İkisinin de bakışları aynı irkiltici ışıltıyla, ödüllendirilmiş suç ortaklığıyla parıldıyordu. Birbirlerine iki yeni, hemcinslerini öldüren insan gibi bakıyor olmalıydılar.” Üçlemenin son kitabı “Rojin”den ve onun dağından esen rüzgâr “9,75 Santimetrekare”nin satırlarında da dolaşır; Rojin’in coğrafyasından ve savaşından tanıdığımız karakterler beş yıl sonraki yüzleriyle bu kez yeni romana girer. “9,75 Santimetrekare”nin ekseninde 1998’de dağda yaşanan bir trajedi var. 1993’te yaşanan “Rojin” öyküsünün üzerinden beş yıl geçmiştir ama Ahmet de Mehmet Eroğlu’nun diğer kahramanları gibi acı çeken, “dünyadaki acıyı nereye koyacağını bilemeyen” bir roman kişisidir. O, dünü, bugünü, uzak yakın çağrışımları ve bilinç yolculuklarını üst üste yaşarken, roman kurgusu 1977’den 2013’e; Gabar dağlarına; Cihangir’deki Nefes Apartmanı’na; Bornova’ya; Gezi Parkı’na gider gelir. Bütün Eroğlu kişleri gibi, Ahmet de, hem bulunduğu anı yorumlar hem de geçmişin görüntülerini sorgular. Roman; birinci kişinin ağzından anlatılır ama, diğer kişilerin iç dünyalarını da betimler. Bu, klasik Eroğlu üslubudur; anlatıcı karşısındakinin ne düşündüğünü hisseder, onun mantığını takip eder; uzak ve yakın çevreyi aynı anda betimler. Yazar roman kişisini, olguları ve olayları Kant’ın algı kategorilerini anımsatan bir titizlikle kategorize eder. Nicelik, nitelik, zaman, mekân, nedensellik bağlantılarını kurar. Geçmişi, neden sonuç ilişkilerini tekrar tekrar düşünerek yorumlarken kurgunun ayrıntılarını milimetrik örer. “9,75 Santimetrekare”nin kişileri önce Ahmet’in zihninde görünür ve onun bakış açısıyla sunulur. Okur, Ayşın’la tanıştırılır. O, çağın hastalığından muzdarip “hiçbir şeyde yoğunlaştıramadığı, sadece kendine yönelik ilgisi” olan bir kadındır ve roman boyunca da değişmez; ilgisi kendinden başka bir şeye evrilmez. Ayşın, bedensel hazzı simgeleyen bir klişedir ve insan türünün bu gereksinimini işaret etmek için girmiştir sanki romana. Kötü değildir ama dört temel erdemi hatırlatan hiçbir şey yoktur onda. Oysa Eroğlu, adını Serap koymuş olsa bile romanın diğer kadın kahramanına çok daha insani özellikler yükler. Serap, cesarete ve adalete; zekâya ve ölçülülüğe çok daha yakın görünmekte; acı dolu bu dünyada aşkın hâlâ mümkün
olabileceğine bir kanıt gibi durmaktadır. Bu karanlık anlatıda tek aydınlık nokta Serap’ın varlığıdır. “9,75 Santimetrekare”nin derin yapısı Nusret karakteriyle açılıyor. “Rojin” romanının “merakı olmayan kaşif’i, şehveti olmayan çapkını” Nusret, hayatını bu romanda da sürdürmekte ve paralel kurgunun önemli bir motifi. Nusret’in sinemacı Zinar/Kaya ile olan diyalogu ve Psikiyatr Haydar’ın edebiyatçı Ahmet’le olan diyalogu, romanın paralel kurgusunu örüyor. Romanın dokusuna ikinci bir roman katılmış gibi durmaktadır ve artık okurun fikr-i takibi yitirmesi olasıdır. Ahmet, televizyon dizilerine diyaloglar yazarak para kazanmakta ve bir de roman yazmaktadır. Romancılığında oldukça iddialıdır; “Ben tembel okur sevmem” diyerek okurunu belirler. Diğer romanda, Rojin’in umarsız bir aşkla bağlı olduğu Nusret, bu romanın derin yapısında da benzer bir roldedir. Mehmet Eroğlu, iç içe gelişen bu iki romanı ortak bir temelde yükseltirken değişik bir kurgu oluşturmakta, “9,75 Santimetrekare”nin, sebep sonuç ilişkilerini akışa puzzle parçacıkları gibi yerleştirmektedir. Eroğlu’nun romanlarının temelinde duran sorunsal, burada da söz konusu: Ölümle karşılaşan insanın tavrı. Öldüren insanın ruhsal hesaplaşması. Ölümden değil, sahipsiz ve yalnız ölmekten korkan yaşlı adamın dramı, hasta kocasını öldüren Vasfiye’nin öyküsü, ölmemek için bebeğini kalkan yapan annenin anlaşılması güç davranışı, evdeki kadının bebeğine siper olması romanın farklı motifleri ve hepsi mantıklı nedensellik ilişkileri kurarak romanın psikolojik çatısını yükseltiyor. Bu ölümcül motiflerin en trajiği ise, kahramanın savaşta vurduğu çocuğun öyküsü. Üstelik annesi onu korumak için ölümü göze almışken öldürülmüştür çocuk. Bu ölü çocuğun hatırası Ahmet Asteğmen’in ruhunu öyle derinden yaralar ki çekebileceği en büyük acıyı çekmektedir adam. Unutmayı, olayı bilincinin derinliğine gömmeyi denemiştir ama “öldürmek” unutulası bir eylem değildir. Vicdan azabı, saklandığı yerde bir tümöre dönüşüp, kanserli bir hücre gibi çoğalarak yok edecektir eylemin sahibi Ahmet’i. Ahmet ise bu ölümcül hastalığı, beynindeki tümörü tevekkülle karşılamayı çoktan öğrenmiştir. Gider ve “ölmeye yatar” çocukluğunun şehrinde. Evet, romanda sık sık anılan Kemalettin Tuğcu’nun öykülerindeki kadar çok ölüm okuyoruz. Hayatın asıl belirleyeninin “ölüm” olduğunu anımsatan puslu bir hazirandır ve her zaman zordur Haziran’da ölmek. “9, 75 Santimetrekare”, ölü çocuğun sesiyle, onu öldüren asteğmenin öldürme acısıyla ve bedenini çocuğa siper eden ölü annenin görüntüsüyle kapanır, ölüm kusan bir coğrafyanın üstüne. Bir adamın karısının yüzüne savurduğu kırık şişenin 9,75 santimetrekarelik izi, şiddetin ve ölümün bu topraklara attığı bir imza, silinmesi zor bir mühürdür adeta. “9,75 Santimetrekare”, Mehmet Eroğlu, 282 s., İletişim Yayınları, 2014
Şubat 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Orhan Pamuk’un İzlekleri OZAN EZGİ BERBEROĞLU
O
rhan Pamuk’un yeni kitabı “Kafamda Bir Tuhaflık”la yeni tanışmıştık ki, bizi yazarın eserlerini farklı bir gözle tekrar değerlendirmeye davet eden bir kitap yayınlandı. Akademisyen Zafer Doğan’ın kaleme aldığı “Orhan Pamuk Edebiyatında Tarih ve Kimlik Söylemi” uzun süreli ve titiz bir araştırmanın ürünü. Disiplinlerarası yaklaşımın zenginliğini ve derinliğini barındıran çalışmasında Zafer Doğan; ulusal alegori, merkez-taşra ve Doğu-Batı karşıtlığının yarattığı gerilim, modernleşme ve gelenek gibi Türk edebiyatının hep merkezinde yer almış izleklerin, Orhan Pamuk’un edebiyatında nasıl yer aldığını inceliyor. Zafer Doğan araştırmasına şu soruyla başlıyor: “Edebi metinler sadece biçimsel, yapısal özelliklerinden yola çıkarak mı yoksa üretildikleri tarihsel ve kültürel bağlam içerisinde mi tahlil edilmelidir?” Türkiye tarihinin her zaman gündeminde olan kimlik sorunlarının Orhan Pamuk’un eserlerinde dile geliş biçimini inceleyen araştırmacı, edebiyat ile tarihin kesiştiği noktada durup Pamuk’un tüm üretimlerini bileşenlerine ayrıştırıyor ve ortaya oldukça detaylı bir yorum çıkıyor. Kitabın ana eksenini, modernleşme bağlamında Türkiye’deki tarihsel mirasın ve kimlik meselelerinin Orhan Pamuk romanlarında hangi söylem biçimleriyle ifade edildiğinin analizi oluşturuyor. Orhan Pamuk’un eserlerinin temel izleklerinden birini merkez-taşra çatışmasının doğurduğu gerilim oluşturuyor. Bahsi geçen taşralılık, dünyanın kıyısında olma halinin yarattığı bir çeşit “yaralı bilinç” durumuna karşılık geliyor. Zafer Doğan analizinde, Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları” ile “Sessiz Ev” gibi modernist edebi çizgiden, “Beyaz Kale”, “Kara Kitap”, “Benim Adım Kırmızı” ve “Kar” gibi daha postmodern çizgiye evrilen romanlarında farklı düzeylerde dile gelen, tartışılan özne/kimlik sorununun daima merkezi bir yere sahip olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ancak Orhan Pamuk’un kitaplarının merkez-taşra veya Doğu-Batı çatışması üzerine kurulu kimlik sorunlarından ibaret olduğunu ileri sürmek, bu öğeler merkezi bir konuma sahip olsa da, hatalı bir değerlendirme olacaktır. Eserlerinin çok katmanlı boyutu içerisinde yazı ve hayat, gerçek ile kurgu, asıl ile taklit, aşk, yalnızlık, ikinci sınıf insan olmanın dertleri ve mutluluk gibi evrensel temaların birlikte işlendiğinin unutulmaması gerekiyor.” Yazarın edebiyatın dokusu içerisinde ördüğü estetik anlayışın politik, kültürel ve tarihsel bir düzlemde daha çok tartışılması gerektiğini savunan araştırmacı, Orhan Pamuk’un yazarlığının bu alanda nasıl bir temele dayandığının yanıtını verebilmenin de çok kolay olmadığını söylüyor. Ona göre, özellikle postmodern edebiyatın çoklu söylem stratejisi Orhan Pamuk üzerine yorum yapabilmeyi güçleştiren faktörlerin başında geliyor. Buna rağmen eserlerinde metnin içine dağılmış, labirentin köşelerine saklanmış ipuçlarından yola çıkarak saptanabilecek politik, kültürel ve tarihsel bir yaklaşım bulunuyor. Kimlik ve modernlik tartışmasının ardından “Postkolonyalizm Türk edebiyatını anlatmak için bir anahtar olabilir mi?” sorusunu or-
ozan@ozanezgiberberoglu.com taya atan araştırmacı, “Türkiye Cumhuriyeti bir yanıyla Osmanlı İmparatorluğu’ndaki yenileşme hareketinin bir birikimiydi; ama öbür taraftan, yeni kurulan devlet, bu geçmişi reddeden bir ideolojik yönelimin içerisindeydi. Bu çatışmanın bir kimlik krizi doğurması kaçınılmazdı. Bu yüzden modern Türk edebiyat geleneği Osmanlı İmparatorluğu’nun miras bıraktığı karmaşık kültürel kimlik sorunlarıyla hep iç içe oldu,” yorumunu takiben, Türkiye’deki tarihi ve edebi geleneği postkolonyal bir perspektifle okuma ve anlama girişimlerinin Orhan Pamuk tarafından doğru bulunmadığını vurguluyor. Orhan Pamuk’un edebiyat, tarih ve kimlik anlayışının irdelendiği bölümde yazarın metinlerindeki tarih ve özne yaklaşımının kaynağı olan postmodern estetik anlayışa bakmanın gerekliliğini belirten Zafer Doğan, yazara yönelik eleştirilerin bir kısmını günümüz roman estetiğine olan yabancılıkla ilişkilendirmenin yanlış olmayacağını ileri sürüyor. Orhan Pamuk’un romanlarında anlatılanların tarihi olaylarla örtüşüp örtüşmemesi bir ölçü değil. Pamuk, kendi ifadesiyle, edebiyatı tarihin hizmetine değil; tarihi edebiyatın hizmetine veren bir yazar. Tüm taşralı yazarların ortak bir sorusu bulunuyor: Merkezle nasıl baş edilir? Romanlarımızda gelenek ve modernleşmenin ana izleklerden biri olmasını Türkiye tarihinde çok uluslu imparatorluktan ulus devlete geçişin yarattığı sancıların edebiyat üzerindeki yansımalarıyla ve Türk romanının dönemin arayış ve gerilimlerinden uzun süre beslenmesiyle ilişkilendiren Zafer Doğan, Türk edebiyatı içerisinde Orhan Pamuk’un edebi anlayışının en önemli vasfının pedagojik anlayışı reddetmesi, kimlik ve tarih meselelerinde yeni bir yaklaşım getirmesi ve edebi özerkliği savunması olduğunu söylüyor. Pamuk ulusal alegori biçimiyle, içinde bulunduğu toplumun taşralılığını sık sık parodileştiriyor. Onun bu tutumu aynı zamanda taşradan gelen bir yazarın merkezle baş edebilmesinin zorlu yolunun da ne olduğunu göstermesi bakımından ipuçları sunuyor. Araştırmacı, 1960’larda moda olan varoluşçuluk akımının Türkiye’de de etkilediği birtakım yazarlar olduğunu ancak bunların kalıcı izler bırakmadıklarını şu ifadelerle birleştiriyor: “Ciddiye alınmanın, kalıcı olmanın Batılı yazarlar gibi yazarak, onların ikinci sınıf kopyacıları, taklitçileri olarak değil, kendi kültürüne ait olanı Batı’dan ödünç alınan yollarla yazıldığı zaman mümkün olabileceğini anlamaya başladılar.” Orhan Pamuk’un bu durumun bilincinde olduğunu belirten Doğan, “Başkalarının söylediklerini değil, kendi hikâyemizi söyledikçe özgürleşiriz” diyen yazarın, romanlarında kendi yaşadığı coğrafyanın hikâyelerini anlatarak uluslararası bir yazar konumuna ulaştığının altını çiziyor. Zafer Doğan’ın titiz bir araştırma ürünü olarak ortaya çıkardığı “Orhan Pamuk Edebiyatında Tarih ve Kimlik Söylemi” yazar üzerine bugüne kadar yapılmış en detaylı çalışmalardan biri olarak derin edebiyat okumalarını sevenlere başvurabilecekleri güzel bir kaynak sunuyor. “Orhan Pamuk Edebiyatında Tarih ve Kimlik Söylemi”, Zafer Doğan, 328 s., İthaki Yayınları, 2014
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Yazmak Üstüne… Bugün canım yazı yazmak istemiyor. Bir iç sıkıntısı var… Tam bunları yazmışken gelen günlük gazetelere bakmaya başlıyorum. “Cumhuriyet”te Işıl Özgentürk şunları yazmış: “Sevgili okuyucularım, bugün dehşetli canım sıkılıyor. Çünkü kendi kendime sorduğum hiçbir sorunun yanıtını veremiyorum. Dünyada ve ülkemde neler oluyor, nereye doğru gidiyorum, gerçekten anlamıyorum.” (“Cumhuriyet”, 25 Ocak, Pazar) Ben de aynı duygular içindeyim. Peki, tüm bunlara rağmen niçin yine de yazma gereğini duyarız? İç dünyamızdan bir şeyler paylaşmak ya da gözlemlerimizden edindiğimiz izlenimlere tarih düşürmek için mi? İnsanlığın bin bir sorunu var. Yalnızlık, kin, özlemler, siyasal kaygılar ve daha yaşanabilir dünya beklentileri vs. Amaçsız da yazılabilir belki. Bizim yazarlarımız bir şey yazıyorsa bir şey diyordur mutlaka. Örneğin Demir Özlü, çağımızın sorunu boğuntulu sokakları yazar. Fiziksel çevrede ve sanayileşmenin getirdiği kirlenmelerde bireyin bunalımını anlatır. İlhan Berk, bir şey demeyen şiirlerinde bile “dün dağlarda dolaştım, evde yoktum” diyerek çok katmanlı bir soruya başlık atar. Nâzım Hikmet ise “bu anda ne kavga ne hürriyet ne karım” diyerek yaşam için zorunlu soluma eylemini dizeleştirir. Bu arada yine dalıyorum olan bitenlere ve göz attığım her kitaptan bir dize ya da bir cümle seçiyorum: “Gölde sevişenlerin tenine meşenin rüyası yansır.” (Pelin Özer, “Atlasın Bir Ucunda”); “Bunca hüznü devretmiş kalemi kim ağlasın” (Şeref Bilsel, “Sürgündeki Rüzgâr”); “Gördüm kadını-/Bir kımıltı/Gizlice” (Kadir Aydemir, “Sessizliğin Bekçisi”); “Bodrum Halikarnas Balıkçısı’yla yaşayışa uyanmıştır.” (Azra Erhat, “Mavi Yolculuk”) “Mavi Yolculuk”un kapağına bakıyorum Selim İleri’nin kulaklarını çınlatarak. Tek renk bir kapak, Vedat Günyol’un Çan Yayınları, 1962. Yazılar öyle güzel istiflenmiş ki... Bir de argonot teknesinin motifi hizalanmış. Öylesine yalın ve etkili… Yıllar geçer ve kitaplar boyumuzu aşar gider. Gidenlere selam olsun, biz umarsız argonotlarız, bordamıza girenlerle altın postu aramaya devam… *** Bu arada geçen ayki yazım üstüne Gün Zileli’den bir açıklama geldi. Şöyle: “Selam Öner, Öncelikle teşekkür etmek isterim romanla ilgili yaptığın değerlendirme için. Eleştirilerinle ilgili birkaç noktayı açıklama ihtiyacı duydum. Muammer (Sibel)’in nemfoman olduğu sonucuna nereden vardın bilmiyorum, ancak bu niteleme o zamanki sol örgütlerin anlayışına uygun olabilir. Sibel, normal bir kadın, erkeklerle ilişkisinde de bir anormallik yok bence. Öte yandan ‘bir yere bağlanmadığı’ yargını doğru bulmadım. Sibel, Rü’lerin evlatlığıdır ve onun yolunu izlemektedir. Sevgili anlamında bile. Bu, romanın sonunda ortaya çıkıyor. (s. 346347) Romanda Ferit meselesi de boşlukta kalmış değil. Aynı sayfalara bir daha bakmanı öneririm. Ferit’in, Halis’in takma adı olduğu ortaya çıkıyor. Sartre-Camus tartışması, çok iyi hatırlıyorum, TR’ye 1960’ların ortalarında hem de aynı canlılıkla yansımıştı. Troçki-Stalin tartışmasının 50 yıl sonra bize yansıdığını düşünürsen... 1 Mayıs 1977’ye baktım. Bu şekilde sadece bir kere, o da olaydan 6 yıl sonra, yani 1983 yılında geçiyor. Olaydan sonraki yakın zamanlarda hep 1 Mayıs olayı diye geçmiş. Sevgilerimle.”
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2015
#yaşasıngraffiti! #yaşasınsokak
AYŞE BAŞCI aysebasci@hotmail.com
Z
aman, kendi doğrularını yaratır. Bugün bize tuhaf gelen, yarının normali, daha da önemlisi “doğrusu” olabilir. Ya da tam tersi. Eskiden sokak kötüydü, çocukların sokaktan uzak tutulması gerekirdi. En azından anne-babalar böyle söylerdi. Bugün anne-babalar çocuklarıyla birlikte sokaklarda protestolara katılıyor. Bir zamanlar isyan olarak yorumlanan hareketler, bugün hayatın renkleri olarak algılanıp kucaklanıyor. Oysa eskiden birileri duvara bir şeyler çizecek olsa, ya polise yakalanır ya mahalleyi sahiplenen birileri tarafından sertçe uyarılır, muhtemelen kendi ailesi tarafından da “serseri” olarak damgalanırdı. Ya şimdi? Graffiti bir sanat olarak kabul görüp sergilere konu oluyor. Tıpkı 2014 yazında Pera Müzesi’nde olduğu gibi. Bu sergiyle eşzamanlı olarak yine Pera Müzesi tarafından yayımlanan “Duvarların Dili Graffiti/Sokak Sanatı” adlı kataloğu incelemeden önce graffiti neymiş, bir araştıralım. Graffiti Nedir? “Graffiti” sözcüğünün kökenine baktığımızda pek çok kaynağın bizi İtalyanca “graffito” sözcüğüne yönlendirdiğini görüyoruz. Graffitinin tekili olan bu sözcük, kazıyarak/oyarak yazılmış yazı ya da çizilmiş resim anlamına geliyor. Ama sözcüğün peşinde biraz daha geriye gitmek mümkün. İsim olan “graffito”nun “graffiare”, yani kazımak fiilinden geldiği, bunun da Latince “graphire” fiilinden doğduğu söyleniyor. Bir adım daha geri gidebilir miyiz? Kimi kaynaklara göre asıl kaynak Latince “graphium” (kalem) ya da Yunanca “grapheion” (yazmak). Kısacası, ana kaynak hangi dil olursa olsun, graffiti elbette ki yazmakla ilgili. Peki ama neden yazmak? “Duvarların Dili Graffiti/Sokak Sanatı” sergisinin küratörü Roxane Ayral, sergi kataloğundaki giriş yazısında şöyle diyor: “Duvar çizim ve yazıları, neredeyse insanlık tarihiyle başlayan bir ifade şekli. Lord Byron’ın Akropol’e ya da Arthur Rimbaud’nun Mısır’daki Luksor Tapınağı’na yaptığı gibi kadim medeniyetlerden miras kalıntılara isim yazarak ‘ben de buradaydım’ mesajlarını sıkça görmek mümkün.” Bu cümlede öncelikle Byron ve Rimbaud’ya işaret parmağımızı sallayarak çatık bir bakış atıyor, böyle bir
Yaşadığınız semtin duvarlarına bir bakın. Artık her duvardan bir şiir fışkırıyor. #şiirsokakta diyenlerin kimisi bir Turgut Uyar dizesini sabitleyiveriyor kuaförün yan duvarına, kimisi de otoyol kenarına kendi şiirini yazıyor. Özgürlük talepleri meydanlara sığmıyor; kaldırımlara, caddelere, bahçe duvarlarına taşıyor. Kısacası sokaklar, duvarlar, kaldırımlar her geçen gün daha da “canlanıyor”.
tavrı kendilerine yakıştıramıyoruz. Sonra da tek kaşımızı hafifçe kaldırıp Ayral’ın cümlesindeki düşüklüğü bu seferlik görmemiş olalım bari diyoruz. Kimileri graffitinin ya da duvar resimlerinin geçmişini ilkçağ insanlarının mağara resimlerine kadar dayandırıyor ama bu pek adil bir kıyaslama olmasa gerek. Alfabesi, yazısı, yazı aracı olmayan insan toplulukları, kendilerini anlatmak ve bir iz bırakmak için mağara resimleri yapmak zorundaydı. Ama kâğıt, kalem, defter, tual, boya varken yine de duvarlara mesaj bırakmaya çalışmamızın bir başka anlamı olmalı. Belki de bir “var olma”, daha doğrusu “var olduğunu gösterme”, dikkat çekme çabası bu. Nasıl Doğdu? Peki nereden çıktı bu graffiti? Graffiti, yani duvar yazıları 1960’larda ABD’de, özellikle de New York ve Philadelphia’da doğar. Gazeteci/yazar Stéphanie Lemoine’ın ifadesiyle, “alçakgönüllü ve popüler bir sanat”tır graffiti. “1960’lı yılların sonunda, hem insan hakları hareketinin, hem de çağdaş bireyciliğin ortaya çıkışının etkisi altındaki bir bağlamda, Brassaï’nin ‘adlarını sonraki kuşaklara bırakmak için ne piramit, ne katedral kurabilen kişilerin hayatta kalma içgüdüsü’ olarak gördüğü bu binyıllık hareket, şaşırtıcı biçimde yenilenir.” Duvarlara yazılan yazılar zaman içinde kendi başlarına birer tasarıma dönüşür. 1970’lerde break dance ile birlikte graffiti de ilk altın çağını yaşamaya başlar. Önceleri kısıtlı malzemelerle yaratılan duvar yazıları, kendi terminolojisini de üretir. Örneğin, graffiticilerin taslak defterlerine “black book” denir. “Wild style” birbirinin içine geçmiş harflerden oluşan tarzın adıdır. Hatta zaman zaman bu harfler öylesine girifttir ki ancak işi bilenler okuyabilir. “Bubble style” ise çoğu-
muzun bildiği ve çok sevdiği, balon gibi tombul harflerin kullanıldığı graffiti tarzıdır. Liste böylece uzayıp gider. Ve ardından, graffitinin bugün de birlikte anıldığı hip hop devreye girer. Kalıcı olup zamanla statükoya ya da dogmaya dönüşenin değil, geçici ama etkili olanın peşine düşer graffiticiler ve hip hopçular. Graffiti Türkiye'de Bu arada Türkiye’de de 1980’lerin ortalarından itibaren gençler arasında graffiti, özellikle yabancı filmler ve müziklerin de etkisiyle ilgi görmeye başlar. Zamanla graffiticilerin sayıları artar ama büyük şehirler her zaman için daha sıkıntılıdır. Polis kontrolleri, gece kaçışları, yasaklar. Üstelik kalabalık şehirlerin telaşı içinde, insanların durup bir duvar yazısına ya da resmine bakmaya zamanı yoktur! Ülkemizde graffiti deyince akla ilk gelen isimlerden Tunç “Turbo” Dindaş büyük şehirlerden ziyade küçük kentlerde graffitinin değerinin daha iyi bilindiğine inanıyor. 2004’te yaşadığı bir olay da bu inancını pekiştiriyor. 2003 yılında Muğla’da yaptığı bir graffitinin üzerine yenisini yapmak için gittiğinde, ilk iş olarak eski graffitisinin üstünü kapatmaya başlıyor. Bu sırada yerel halktan biri onu durdurup ne yaptığını soruyor. Aslında bir anlamda o duvarı, yaratıcısın-
Şubat 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
dan korumaya çalışıyor! Turbo, yeni bir graffiti yapmak üzere eskisini silmeye çalıştığını anlatınca karşısındaki kişi ikna oluyor. Karşılıklı çay, kahve içip sohbet ediyorlar. Tunç “Turbo” Dindaş yaşadığı bu olayla, graffitinin temelindeki “kendini ifade etme” amacının ötesinde, “insanların hayatına bir katkı sağladığını” da görüyor. Türkiye’de ve dünyada graffiti, sokağın sesi olmayı sürdürürken, yeni dünya düzeninin pazarlama anlayışından beslenen yeni bir süreç başlar. Stéphanie Lemoine, bu süreci şöyle anlatıyor: “Temelinde eşitsizlik yatmaktadır ve ‘erkekçe’ bir uygulama olan graffiti gerek riske girmeyi, gerekse yiğitlik anlayışını değerli kılar. Bununla birlikte, kent sanatçılarına bir sürü ceza verilmekte, bu cezalar yapıtların silinmesinden hapse kadar uzanmaktadır. Fakat akımın popülerliği aynı zamanda onun zayıf noktası olacaktır: Coca-Cola’dan Nike’a, ana hedef kitlesi gençler olan büyük markalar, graffi-
tiden ve street art’tan yarar sağlanabileceğini çok geçmeden anlar. Onların estetiğini ve değerlerini büyük ölçüde kendilerine mal edip, reklama yönelik kullanırlar – çoğunlukla da pazarın çekiciliğine karşı koymakta epey güçlük çeken sanatçılarla işbirliği yaparak.” İşte bu kısım biraz sıkıntılı. Kimileri bu süreci graffitinin “kabul edilebilirliğini” ya da benimsenmesini kolaylaştıran, ayrıca sokak sanatçılarının geçim kaynağına kavuşmasını sağlayan, olumlu bir aşama olarak görüyor. Dahası, bu tür teşviklerin daha iyi yaratımlara zemin hazırladığına inanılıyor. Ama dünyaca ünlü graffitici C215’in görüşünü destekleyenler de var: “Profesyonel olmak pazarlamaya yönelmeyi gerektirir, pazarlama da hareketi daha çok kişiye ulaştırabilmek için uzlaşmacı bir otosansürü doğurur. (...) Banksy gibi birçokları viral pazarlama ustasına dönüşmüştür. Yeni bir Eldorado. Graffitide yalnızca benzerlerin ona-
yı aranırken, sokak sanatı olabildiğince çok izleyiciyi kendine çekmek ister.” Bireyin Çığlığı Yeri gelmişken, “sokak sanatı” kavramını da ele alalım. Graffiti şehrin sokaklarına, metrolarına, otobüs duraklarına, duvarlarına yayılan bireysel bir başkaldırıdır. Yapanın bir çığlığıdır. Beğenilme peşinde değildir. Sadece kendini ifade etmek gibi bir derdi vardır. Bugün yazılanın hemen yarın silinmesi riskini göze alır. Kimi graffiticilerin de dediği gib, “üzerinde kendi isminin yazılı olduğu bir trenin geçişini izleme” keyfi her şeye değer. O yazıyı yazanın kim olduğunu sadece yazan bilir. Kitlelerce tanınması gerekmez. Özellikle 2000’li yıllarda ivme kazanan sokak sanatı ise bireysel değil, toplumcudur. Mesaj verir. Anlaşılmak ister. “Sanat” şapkası altında değerlendirilir. Beğenilmek için yapılır. Sipariş alır. İşte bu yüzden de C215 gibi graffiticilerin “sokak sanatı” kavramından pek de haz ettikleri söylenemez: “Graffiti hoşa gitmemeyi amaçlarken, yetişmekte olan sokak sanatçıları olabildiğince çok kişinin hoşuna gitmeyi amaçlar. Graffiti sahnesinin sanatçıları maskeli ilerlerken, yeni sahnede yüzler açıktır, aranan şey popülerlik ve görünürlüktür. (...) Çünkü aldanmayalım, sokak sanatı graffitinin zayıf bir kopyasıdır, amaçlarından biri graffitinin ticarileştirilmesidir, aynı zamanda kamusal alanda sanattan ortaklaşa tat alma arayışıdır. Sokak sanatı hak aramaz, hazcıdır.” Her konuda olduğu gibi, burada da madalyonun bir başka yüzü var. Sokak sanatının alıcıları, yani koleksiyonerler, galeri sahipleri, koleksiyoner danışmanları. Onlar da haliyle, eskiden “yeraltı” olarak tanımlanan bir akımın bugün galerilere konuk olmasından, piyasada alıcı bulmasından son derece memnunlar. C215’in aksine, sokak sanatının bir gerilemeyi ya da yozlaşmayı değil, sanatçı özgürlüğünü getirdiğini öne sürüyorlar. Örneğin, koleksiyoner danışmanı Robin Soulier, sokak sanatının gördüğü talebi şöyle savunuyor: “Koleksiyon yapmak, izleyici rolünden ‘Aktör’ rolüne geçmektir! Sokağın gelip geçici oluşuyla savaşmak, izlerini korumak için satın almak demektir. Bu, sokak sanatçılarının çalışmalarının başka yüzeylere, başka zeminlere geçişinin anlaşılmasını, onların yerinde görülmesini sağlar. Ama aynı zamanda onları yeraltından, adsızlıktan uzaklaştırır, bir dönemi ve bir uygulamayı açığa çıkarır, sanatçıya düşüncelerini, tekniğini olgunlaştırması ve güvenlik görevlilerinin engellemesi ya da adli kovuşturma kaygısı olmaksızın kendini ifade edebilmesi için zaman verir.”
Bu tartışma daha uzun yıllar devam edecek gibi görünüyor. Kimi graffiticiler ya da sokak sanatçıları herhangi bir kurumun ya da koleksiyonerin desteği, siparişi, parası olmadan, gönüllerince yazıp çizmeye devam edecekler. Kimileri de karşılarına çıkan beğenilme, takdir görme, yeni çalışmalar için kaynak sağlama gibi fırsatları değerlendirecekler. Birini diğerine üstün tutmak mümkün mü, emin değilim. Graffiti/sokak sanatı çerçevesindeki bu tartışma sürerken, diğer yandan da yeni teknikler, yeni boyalar, benzersiz tablolar, üç boyutlu tasarımlarla sokaklar değişmeyi sürdürecekler. Kimi ülkelerde ve kentlerde bu çalışmalar uzun zaman yerini korurken, kimilerinde biri silinecek, aynı gece bir başka çizim ya da resim yapılacak. Kim bilir bu yapboz daha ne kadar süre devam edecek. En başta da dediğimiz gibi, zaman kendi doğrularını yaratmayı sürdürecek. Ama kesin olan tek bir şey var: Sokaklar, binalar, caddeler çoğunlukla cansız, ruhsuz. Oysa yürürken içimizi ısıtacak, bizi griden uzaklaştıracak renklere, sözcüklere, dizelere ihtiyacımız var. Hem de her zamankinden fazla. Kapanışı, Ankara doğumlu bir sokak sanatçısı (günlük yaşamında ise bir beyaz yakalı) olan No More Lies’ın bir anısıyla yapalım: “Ertesi gün seyahate gidecektim ve beklemeye tahammülüm olmadığı için feci yağmurlu bir gecede pengueni yapmaya çıktık. Bir polis noktasının karşısını belirlemiştik. Polise gidip yapacağım resmi anlattım. Ne yapacağına karar veremedi. Daha öncesinde polislerin beni yakaladığını söyledim. Bu polis de referans olarak onların tepkisini sordu bana. ‘Ben de bir şey yapacaksın sandım, bari bütün alt geçidi boyasaydın da bir şeye benzeseydi’ dediğini anlatınca izin verdi. Çalışırken de pardösülü ve kulaklıklı bir sivil yaklaştı, yaptıklarımıza bakıp yakasındaki mikrofona kafasını eğdi ve ‘bir şey yok penguen yapıyorlar’ dedi. Bir ay sonra Gezi Parkı olayları oldu ve bu eylemin sembolü olan penguen, polislerin en sevmediği hayvana dönüştü.” Yaşasın sokaklar!
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2015
Kısacık Cümlelerle Dünyayı Keşif Sanırız şu gerçeği çoğu kişi kabul eder: Kitapların okunmayan sayfaları, yazarların biyografilerinin yazıldığı kısımdır. Bu konuda asıl suç kimdedir, bilinmez. Karin Karakaşlı’nın yeni kitabı “Yetersiz Bakiye”nin henüz başındayken dönüp biyografiye baktıransa kesinlikle öykülerin gücüdür. Karakaşlı’nın eser verdiği alanların çeşitliliğini görünce, öykülerinin nasıl bu kadar ele geçirici olduğunu anlamak da kolaylaşıyor. Ne de olsa çok uzun ve zorlu bir
yol katedilmiş! Karin Karakaşlı’nın art arda sıralanan öykülerini okurken tuhaf bir çocukluk rüyasında hissediyor insan kendini... Çok uluslu, çok renkli, İstanbul’a sevdalı ve hatta dünyayı İstanbul’dan ibaret bilen, tazecik bir akıl yerleşiyor bünyeye önce. Sonrası ise biraz karmaşık! O, hiç gitmeyecekmiş gibi yüzünüze yayılan gülücük, konu ölüme, öldürülmeye gelince donup kalıyor. Ama bu durum da kalıcı değil, hemen sonrasında; Zeugma’da suyun altına hapsolmuş bir mozaik gibi düşünebilmeyi, havaalanındaki Sabiha Gökçen heykeline farklı bir gözle bakabilmeyi, “aşk”ı henüz bilmezken içinizi titreten o tuhaf duyguyu derinlerden çekip çıkarmayı öğreniyorsunuz mesela... Ve bir de affetmeyi, affedebilmeyi! “Yetersiz Bakiye”, kısacık cümlelerle zerk ettiği onca duyguyla son zamanların en iyi öykü kitaplarından biri. “Yetersiz Bakiye”, Karin Karakaşlı, 120 s., Can Yayınları, 2015
Bir Kırım Romanı “Aluşta’dan Esen Yeller”, İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlarla işbirliği yaptıkları gerekçesiyle Sovyet rejimi tarafından yerlerinden yurtlarından edilerek sürgüne gönderilen Kırım halkının trajedisini, Kırımlı bir aileyi eksene oturtarak anlatıyor. Bir kısmı sürgüne gönderilen ve çok zor şartlarda yaşamaya çalışan, bir kısmı ise sürgünden kaçıp Türkiye’ye yerleşen ailenin, doğdukları topraklara dönebilmek için verdiği mücadele Nehar ile Fatma’nın gözünden aktarılıyor okura. Aslında bir tıp doktoru olan Serra Menekay bu ilk romanında gerçek ile kurguyu harmanlayarak kendi ailesinin hikâyesini kaleme almış. 1938 yılında Akmescit’te başlayan hikâye, 1994 yılında yine Akmescit’te noktalanıyor. Romanda birbirlerine ve geleneksel değerlerine son derece bağlı olan aile fertlerinin vatan hasretleri, vatanlarına kavuşmak için verdikleri mücadele, kayıpları, acıları, umutları son derece samimi ve yalın bir anlatımla, günlük formatında veriliyor. “Aluşta’dan Esen Yeller” İkinci Dünya Savaşı’nın acımasız şartlarında birbirlerinin izini kaybeden ama bir gün kavuşacakları umudunu da hep diri tutan insanların duygu yüklü dünyasına davet ediyor okuru. İsmini bir Kırım türküsünden alan kitap, dansa ve müziğe çok yetenekli olan Nehar’ın, köyünden ayrılarak Akmescit’teki bir tiyatro kumpanyasına katılmasıyla başlıyor. Burada ömür boyu dost kalacağı Bilal Ağa ve Rebiye’yle tanışması ve bir Alman subayına âşık olması, trajedinin de başlangıcı... “Aluşta’dan Esen Yeller”, Serra Menekay, 416 s., Doğan Kitap, 2015
Virginia Woolf’un Düşünce İklimi MELİSA CEREN HASMADEN
V
irginia Woolf, 20. yüzyıl edebiyatının en önemli modernist romancılarından biri. Aynı zamanda döneminin önde gelen edebiyat eleştirmenlerinden. Bilinçakışı sözcüğünü duyduğumuz an zihnimizde çınlayan iki kelime. “Mrs. Dalloway” (1925), “Kendine Ait Bir Oda” (1929), “Dalgalar” (1931) başta olmak üzere kitapları elliden fazla dile çevrilen yazar. Yaşam öyküsü, ruhsal bunalımları ve intiharı da en az –hatta Hollywood’un gönlünü çelecek kadar (bkz. “Saatler” filmi)– ünlü olan kadın. 2012 yılında ölümünün 70. yılı olması nedeniyle telif hakkı düşen kitaplarının ülkemizde de çeşitli yayınevlerinden iyi-kötü çevirilerle, özenli-özensiz baskılarla boy gösterdiği isim. Sosyal medyanın (ç)alıntı furyasında rastladığımız, bağlamından koparılıp öksüz bırakılmış pek çok cümlenin kur(g)ucusu. Adet yerini bulsun diye elimizdeki kitabın yazarı hakkında bulunabilecek en genel bilgiler bunlar. Yoksa “Virginia Woolf kimdir, ‘dilimize ilk kez çevrilen denemeleri’ neden bu kadar önemlidir?” sorusuna kapsamlı bir yanıt vermeye girişme işi bu yazının boyunu fersah fersah aşar. Kapakta görünen ismin okuru yanıltabileceğini düşünerek şunu baştan açıklayayım: “Güvenin Ölümü” adıyla basılan kitap adını, yazarın “Güve’nin Ölümü” adlı denemesinden alır. Yoksa denemelerin güven duygusuyla, yazarın herhangi bir nedenle sarsılan itimadıyla, “çağımızda da kimseye güven kalmadı” gibi serzenişlerle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu karışıklık yayınevinin –anlayamadığım bir nedenle– denemenin adını kapağa çıkarırken kesme işaretini düşürmesinden ileri gelir. Kitapta yer alan yirmi sekiz deneme Woolf’un edebiyat, sanat, yaşam ve ona bakışı üzerine düşüncelerini ortaya döküyor. Denemelerin hatırı sayılır bir bölümü edebiyat eleştirilerine ayrılmış. Shakespeare’den tutun da romancı ve bir antika meraklısı olan Horace Walpole’un mektuplarına, Woolf’un çağdaşı George Moore’dan yine Woolf’un çağdaşı ve modernist romanın öncülerinden E. M. Forster’a uzanan bu yazılar sayesinde Woolf’un bir okur ve eleştirmen olarak metne bakışına, onu irdeleyişine tanık oluyoruz. Bir başka grup deneme ise yazarının bir deneyimi, tanıklığı, gözüne çarpan ya da zihninde cereyan eden anları üzerine kurulu. Bunlar neredeyse öyküye yakın, edebi lezzeti hayli yüksek metinler. Tam da bu noktada kitaba adını veren “Güve’nin Ölümü”nü anmalı. Metin, küçücük bir canlının ölüme ayak direme, yaşama tutunma çabası ve nihayet kaçınılmaz sona teslimiyetine tanıklık üzerine kurulmuş. “Caddelerde Takılmak” başlıklı yazı da dikkat çeken metinlerinden kitabın. Yazar, sadece bir kurşun kalem satın almak için çıkılan yürüyüşü öyle anlatıyor ki, on sekiz sayfalık bu anlatı neredeyse bir roman taslağına dönüşüyor. Bu denemelerden Woolf’un biyografilere ve mektuplara özel bir merakı olduğunu anlıyoruz. Hatta denemelerden biri başlı başına biyografi yazarlığına ayrılmış: “Biyografi Sanatı”. Bir biyografi metni nasıl olmalıdır, hangi kaynaklardan beslenmelidir, biyografi yazarının
melisahasmaden@gmail.com metne yaklaşımı, bir biyografi metninde hayalgücünün yeri ve işlevi gibi konulara etraflıca değiniyor Virginia Woolf. Woolf’a göre biyografi yazarı; “tıpkı bir madenci kanaryası gibi havayı kontrol edip, sahteliğin, gerçek dışılığın ve modası geçmiş geleneklerin varlığını tespit ederek daima bizlerden arta kalanların önünde gitmelidir. [...] Ve yine bizler, gazetelerle, mektuplarla, günlüklerle her karakterden ve her açıdan üzerimize doğrultulmuş binlerce kameranın olduğu bir çağda yaşarken, biyografi yazarımız aynı yüzlerin birbiriyle çelişen versiyonlarını kabul etmek için hazırlıklı olmalıdır.” “Ustalık” başlıklı deneme kitabın en çarpıcı metinlerinden biri. Virginia Woolf’un 20 Nisan 1937’de BBC radyosundaki bir konuşmasının metnini oluşturan yazı; kelimelerin doğası, gücü, anlam yükü ve yazarın onlarla kurduğu/ kurması gereken ilişki biçimine odaklanıyor: “[...] kelimeler de tıpkı bizler gibi kendi huzurlarında yaşamak için özel hayatlarının gizliliğine ihtiyaç duyarlar. Şüphesiz onları kullanmadan önce bizlerin de düşünmemizi ve hissetmemizi isterler; ayrıca bilincimizi kaybememiz için duraksamamızı isterler. [...] Yapılan o duraksama, o karanlığın incelmiş perdesi, kelimelerin o yıldırım nikâhlarından birini gerçekleştirmek için birbirlerinin kanına girme süreçleridir – ki, onlar mükemmel görüntülerdir ve sonsuz bir güzellik yaratırlar.” “Ustalık” denemesi, Virginia Woolf’un yazarlığı, yazar olarak dil tercihleri ve dille ilişkisi üzerine pek çok ipucu içeriyor. Eğer henüz Woolf’un en çok tanınan metinlerinden biri olan “Kendine Ait Bir Oda”yı okumadıysanız, yazarın Women’s Service League’de (Kadın Dayanışma Derneği) okunan yazısı “Kadınlara Yönelik Meslekler” ile o “oda”ya ilk adımı atabilirsiniz. “Kendine Ait Bir Oda” elinizin altındaysa bu denemenin hemen ardından okumanızı öneririm. Aralanan kapıyı gecikmeden sonuna dek açacak pekiştirici bir okuma olacaktır. “Bombardıman Altında Barış Üzerine Düşünceler” 1940’ta kadınlarla ilgili güncel meseleler üzerine düzenlenmiş bir sempozyum için kaleme alınmış. Virginia Woolf, “Bir Yazarın Güncesi” adıyla yayımlanan günlüklerinde, İkinci Dünya Savaşı’na sık sık değinir. Bu değinmelerde bazen savaşın betimlenmesine bazen de yazarın üstündeki etkisine rastlarız. Woolf, savaşa karşı kadının konumunu, Hitler’de cisimleşmiş olan “iktidara duyulan çılgın arzu”nun, sınır tanımaz zorbalığın karşısındaki kadını, özgürlüğü ve köleliği tartışır. “Güvenin Ölümü”nü meydana getiren denemeler bir okur, bir eleştirmen, bir yazar, bir düşünür ve bir kadın olan Virginia Woolf’un aklının ve ruhunun dehlizlerinde dolaşma olanağı sunuyor. Aynı zamanda eleştirel okuma, düşünme ve yazma için de neredeyse bir rehber niteliğinde. “Güvenin Ölümü”, Virginia Woolf, Çev: Zuhal İnal, 296 s., Zeplin Kitap, 2014
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Şubat 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“Bu Kitap Ezberimizi Bozuyor!” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
O açıdan özlemi çok da kötülemek mümkün değil ama o duyguları farklı almak gerekiyor. Kitapta onu anlatıyorum. Özlemin değerini bilmek, çaresizliğin de farkında olmak lazım ancak bunlardan sonra insan, hayatının tadına varıyor; kendi içine dönüyor, kendini anlayabiliyor; dışarıdaki iletişim kurduğu insanların düşüncelerini hissedebiliyor. Tüm bunlar insanın yalnızlığının değerini anlamaya, yalnızlıkla barışmaya götüren bir süreç, onun bir parçası… Şakir Altıntaş: Az önce aşk deyiverdiniz de… Ahmet Ümit, “Aşk köpekliktir” diyor, Cem Şancı ise “Aşk, insanoğlunun en eski esir zinciridir” diyor. İki erkek yazar ve aynı anlamı veren iki farklı cümle. Bu, aşka erkek bakışı mı, yoksa sahiden durum böyle mi? Ya da aşkın güzel olduğunu söyleyen tüm şairler yalan mı söylüyor? Cem Şancı: Aşk, zor bir konu, ben de içine girmeye korkarım ama illa ki insanın aşk hakkında düşündükleri var, belki bildikleri de var. Aşkın bugünkü formu bir dayatma. Sevgililer gününde sevgilinize yüzükler alacaksınız, çiçekler götüreceksiniz, her kadın narin bir çiçektir ve sürekli onu mutlu etmek için peşinde koşacaksınız. Bu özellikle erkeğe dayatılan aşk. Tabii aynı zamanda kadın da karşı taraf olduğu için, o da çarpık aşk formatını yaşamak zorunda kalıyor. Bugünkü formatın duygularla ilişkisi olmadığını hissediyorum ve onu yazıya dökmeye çalışıyorum. “Yalnızlık Doktorası”nda da insanların kendi içine dönmesiyle, karşısındakinin isteklerini anlamasıyla, birbirlerinin aşk konusundaki ihtiyaçlarını, neler hissettiklerini anlayacak güçte aşıklar olabileceğini anlatmaya çalışıyorum. Şakir Altıntaş: Kadınlar neden hiç aşk şiiri yazmaz? Hiç bilmiyorum, yazan varsa da çok azdır sanırım? Cem Şancı: Ben de bilmiyorum ama kadınların duygusal öyküler yazdıklarını biliyorum. Çevirmen
lara, bazen güzel bir şiir ortaya çıkıyor bir anda şair oluveriyoruz. Şakir Altıntaş: Tekrar dönüyorum yalnızlığa, yalnızlık insana ne kazandırır? Cem Şancı: Bütün kitap boyunca onu anlatmaya çalıştım. İnsanın kendi içine dönerek kendiyle barışmasını sağlar yalnızlık, o kalabalık gürültünün içinde duyamadığı kendine ait iç sesleri duyma şansı verir. Yalnızlık sayesinde kendimizi keşfediyoruz; o bizi yeni ufuklara götürüyor. O keşif başka insanları da duymamızı sağlıyor, başka insanların da iç seslerini anlamaya duymaya başlıyoruz; hayatla barışacağınız, kendinizle barışacağınız, mutlu olacağınız yeni bir
İnsanın kendi içine dönerek kendiyle barışmasını sağlar yalnızlık, o kalabalık gürültünün içinde duyamadığı kendine ait iç sesleri duyma şansı verir. Yalnızlık sayesinde kendimizi keşfediyoruz; o bizi yeni ufuklara götürüyor. O keşif başka insanları da duymamızı sağlıyor, başka insanların da iç seslerini anlamaya duymaya başlıyoruz; hayatla barışacağınız, kendinizle barışacağınız, mutlu olacağınız yeni bir kapı açılıyor yalnızlık sayesinde. olarak da bir edebiyat okuru olarak da pek çok kadının yazdığı aşk öyküsünü görüyorum. Şiir olmasa da aşk, duygusal romanlarını okuyoruz ama şöyle bir şey var, bu öykülerin hepsinde kadın güçsüz, narin, kırılgan… İşte 1900’lerin başında sinemada çekilen Rüzgar Gibi Geçti. Erkeklerin, gücü, parası ve mal varlığıyla, gelip onu kanatları altına alan bir kurtarıcı olarak anlatılıyor bütün romanlarda. Bu aslında bir kadının aşkta ihtiyaçlarını karşılamaktan başka bir şey değil. Bir kadın aslında size ihtiyaç duymadığında ve ona rağmen gelip sizinle beraber olmak istediğinde ortada aşk vardır bence. Dolayısıyla tarafların daha bağımsız ama o bağımsızlıkların ötesinde birbirlerini seviyor olması benim için daha değerli. Bugünkü formatı o yüzden aşk diye tanımlamıyorum; belki kadınlar da farkında değiller, bu romanları bu öyküleri yazıyorlar ama o, şiire yansımıyor, öyle bir ihtiyaçları yok. Tek ihtiyaçları onları kanatları altına alabilecek olan adamlar olduğu için onu da şiire dökemiyorlar. Şakir Altıntaş: Erkekler niye aşk şiiri yazar? Cem Şancı: Bir kitap vardı “Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten” diye. Erkekler güzelliğe tapar, kadınlar güce tapar gibi bir alt metni vardı o kitabın. Biz erkekler, güzel bir şey gördüğümüz zaman güzel, narin, kırılgan bir sanat eserine bakar gibi bakıyoruz kadın-
kapı açılıyor yalnızlık sayesinde. Yalnızlığın kazanımı budur bence; mutluluk, en anlamlı kazanım yalnızlığın yanında. Şakir Altıntaş: Aslında her insanın yalnızlığı, bu anlamda, değerli değil gibi anlıyorum ben bunu? Cem Şancı: Elbette tercih edilmiş yalnızlıktan bahsediyoruz biz. Ortada istenmediği halde yalnız kalmak, hani kalabalığın içinde olmak, kafayı dağıtmak için bambaşka şeyler yapmak isteyen insanlar var; onlar belki yalnızlığın değerinin farkında değiller. Bizim bahsettiğimiz tercih edilmiş yalnızlıkta aslında fiziki yalnızlık, çok ön planda olan bir şey değil. Daha düşünsel bir yalnızlık sözünü ettiğim. Şakir Altıntaş: Geçmişe dair keşke dediğiniz oluyor mu? Cem Şancı: Evet, böyle bir şey var, tekrar 20 yaşında olsam kesinlikle denizlere açılırdım. O zamanlar fırsatım olmadı, şu anda ise denizlere açılan arkadaşlarıma bakıp çok gıpta ediyorum. Şakir Altıntaş: Peki neden deniz? Neden dağ değil de deniz? Cem Şancı: Aslında dağa gittim, yani o zamanlar gücüm ona yetiyordu. Üniversitede dağcıydım. Biz çadırlarımızı alırdık arkadaşlarla Karadeniz dağlarına tırmanırdık. Tabii Türkiye’de denizcilik yapma
şansınız pek yok, ona maalesef gücüm yetmedi ama hâlâ seyrettikçe kıskanıyorum yurtdışındaki insanları, gençleri. Şakir Altıntaş: Yaşamda pek çok ritüele tabiyizdir; düğünler, bayramlar… Bu tür ritüeller hakkında ne düşünürsünüz? Cem Şancı: Ritüelleri seviyorum aslında, karşı değilim ritüellere, fakat bu bir baskı haline dönüştüğünde, insanları mutsuz hale getiren, rahatsız eden bir sorun haline dönüştüğünde karşıyım. Şakir Altıntaş: Ayrılık acısı hafiflesin diye “bir uğraşınız olsun” diyorsunuz. Buna dair neler söylersiniz? Cem Şancı: Ayrılık, acı bir şey; hepimizin başına geldiğinde bizi yoran, üzen, aklımızı meşgul eden, zamanımızı çalan büyük bir acı… Pek çok insan da bunu yaşıyor. Hayatımızın en büyük dertlerinden biri. Herkes ayrıldığında acı çekiyor, sosyal medyada da çok görüyoruz bunu. Kitapta insanlara ufak tefek tüyolar vermeye çalıştım, yalnızlıkla barışıldığında aslında aşk acısının da hafiflediğini anlatmaya çalıştım. Pek çok insanın işine yarayacağını düşündüğüm tavsiyelerim var. Şakir Altıntaş: Diyorsunuz ki, “aşkta mutluluğun sırrı, yalnızlıktır,” açıklar mısınız bunu? Cem Şancı: Yalnızlıkla barışamayan, kendini ve başkasını dinlemeyi öğrenemeyen bir insanın aşkta karşısındaki insanı da dinleyebilmesi mümkün olmuyor. Yalnızlık size ne kazandırıyor? Kendinizi dinliyorsunuz, kendinizi tanıyorsunuz, başka insanların söylediklerini duymaya başlıyorsunuz, kulaklarınız açılıyor. Haliyle bir ilişkide siz, karşı tarafı da duymaya başlıyorsunuz, o ilişki güzel bir yere gitmeye başlıyor. Şakir Altıntaş: Okurlar Cem Şancı’da, “Yalnızlığın Doktorası”nda ne arasın, onu nasıl okusunlar? Cem Şancı: Yazarı sahnede düşünmesinler bence, kitapta düşünsünler, kitapta anlatılanı düşünsünler. Yazarları, spot ışığı altında öyle bir yıldız gibi değil de, dışarıdan öyküyü anlatan bir adam gibi görsünler. Kitapta anlattıklarına odaklansınlar, ama tabii yalnızlık çok zor bir konu, nasıl okumak gerektiği doğru bir problem. Herkes farklı bir düşünce içinde oluyor. İçimizde öyle ezberler var ki... Bu kitap ezberimizi bozuyor, farklı bir bakış açısı sunuyor. Önyargısız okuduklarında, özellikle de kendi hayatlarındaki örnekleri sorgulayarak okuduklarında, hayatlarına çok güzel kapılar açılacak.
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2015
KISA KISA İmparator Heraklius Radi Dikici, Remzi Kitabevi İmparator Heraklius hakkında belgesel nitelikte bir roman... Bizans’ın ilginç bir dönemine ışık tutan kitapta, Müslümanlığın dünya düzenini nasıl değiştirdiğinin ve Hz. Muhammed’in Heraklius’a yazdığı mektubun hikâyesi de anlatılıyor.
Her Yönüyle Klasik Mitoloji Dr. Nancy Conner, Arkadaş Yayınevi Olimpos Dağı’nın zinvelerinden yeraltının derinliklerine klasik mitoloji hakkında iddialı bir kaynak kitap, “Her Yönüyle Klasik Mitoloji”. Antik Yunan ve Roma mitlerine odaklanan kitapta bu epik hikâyeler anlaşılır bir şekilde okurla buluşturuluyor.
Moskova Defteri Bahar Aslan, Can Yayınları Bakü’de uzun yıllar yaşamış olan yazar, Rusya’da gözlemlediği Türk yerleşimlerinden yola çıkarak kaleme almış öykülerini. Yabancı ülkede yaşamanın ne demek olduğunu, karakterlerin iç dünyaları üzerinden anlatan öykülere, Atilla İlkyaz’ın çizimleri eşlik ediyor.
Sevgi Devrimi Luc Ferry, Akılçelen Kitaplar Fransız siyaset felsefecisi ve bir dönemin eğitim bakanı Ferry, yeni bir felsefenin kapılarını açıyor. Daha insancıl ve yaşanılır bir dünya için mücadele edenlere 21. yüzyıl için bir manifesto sunuyor adeta. Dünyaya yeniden “büyü” katmanın mümkün olduğunu söylüyor.
Hoş Hikâyeler Sezer Duru, Edebi Şeyler Türk edebiyatının ve özellikle de öyküsünün yakın tanığı bir isim Sezer Duru. Demir Özlü ve Tezer Özlü’nün kardeşi, Orhan Duru’nun eşi... Biriktirdiği anıları, ayrıntılı anekdotları muzip bir dille bu kitapta anlattı. Zekâ dolu izlenimlerini okurla paylaştı.
Gazap Elizabeth Miles, Epsilon Yayınevi Epsilon Yayınevi, bestseller kitaplarla yeni bir çıkış yaptı. Son dönem yayınlanan bu türdeki kitaplardan biri “Gazap”. Girift aş ilişkileri, suçluluk duyguları, ölümcül hatalar ekseninde oluşan kurgu, üç “güzel” kızın hikâyesini anlatıyor.
Avrupa Ne İstiyor? Sreko Horvat-Slavoj Žižek, Can Yayınları “Avrupa Birliği ve Onun Hoşnutsuzluk ları” alt başlığını taşıyan kitap, “Avrupa nedir?” sorusunu sorarak ilerliyor. Yeni muhalefet biçimlerini, yeni bir solun, hatta yeni bir Avrupa’nın mümkün olup olmadığını tartışan yazarlar, yaşadığımız günleri bu perspektiften anlamaya çalışıyor.
“Aradan” Bir Stephen King Romanı CEYHAN USANMAZ
S
tephen King’in “Bay Mercedes” adlı yeni romanının kapağındaki parlak şemsiye bir hayli göz alıcı ama asıl “kan yağmuru” daha da dikkat çekiyor. Belki de akla ister istemez yazarın ilk romanı olan “Carrie”yi getirdiği içindir. (Türkçeye “Göz” adıyla çevrilmişti bu roman.) Ne de olsa “Carrie”deki o meşhur “kan banyosu” sahnesi –hikâyeyle ilgili başka hiçbir ayrıntıyı hatırlamıyorsak bile– capcanlı bir şekilde gözümüzün önündedir hâlâ. Ancak bu yeni roman, King’in özellikle ilk dönem eserlerinden bir hayli farklı. Kendisinin de ifade ettiği gibi, kaleme aldığı ilk “hard-boiled” dedektif romanı diyebiliriz “Bay Mercedes” için. Bu sayfalarda daha önce, bu tarzın önde gelen isimlerinden Dashiell Hammett ile Raymond Chandler’ın kitaplarını ve unutulmaz kahramanları Sam Spade ile Philip Marlowe’u tanıtırken de söz etmiştik: Polisiye içerisinde “hard-boiled” olarak adlandırılan tarzın merkezinde “cool”, alaycı, ketum, hazırcevap; gerektiğinde mücadeleye girişmekten, terlemekten, uykusuz kalmaktan çekinmeyen; işlerini yapmaktan öte hırsları olmayan “sert abiler” yer alır. Ve hard-boiled polisiyelerin belki de en önemli özelliği, polisiye hikâyeleri gerçekçi bir bakış açısıyla sokağa taşımış olmalarıdır. Bazı yönlerden bu tarzın özelliklerini görüyoruz gerçekten de “Bay Mercedes”te. Bill Hodges, emekli bir dedektif. Boşanmış, kızıyla da pek yakın olduğu söylenemez; zaman zaman yalnızca telefon ve e-posta aracılığıyla haberleşiyorlar. Bir başka deyişle, “yalnız bir kurt”. Günlerini televizyon karşısında, artık ezberlediği programları izleyerek ve bu sırada çoğunlukla babasından kalma silahla “oynayarak” geçiriyor: “Hodges, hafta içi her akşam koltuğuna oturup yanında babasının tabancasıyla, bu boktan programı izler. Her seferinde eli birkaç kere tabancaya gider, namluyu kendine çevirip deliğin karanlığına gözlerini diker. Namluyu ağzına soktuğu da olmuştur ama intihar etme arzusundan çok, dolu bir tabancanın namlusunun ağza sokulmasının nasıl bir his olduğunu merak ettiği için. Artık yavaş yavaş buna bile alıştı. Tetiği çekesi var.” Bill Hodges’un bu sıkıcı hayatını hareketlendiren şey, çözemeden emekli olduğu eski bir davayla ilgili yeni bir gelişme oluyor. 2009 yılının 9 Nisan’ının 10 Nisan’a bağlandığı saatlerde gri bir Mercedes’le, iş bulma ümidiyle bir kurumun önünde sıra oluşturmuş insanları ezip geçen katilden bir mektup alıyor Hodges... “Ben buradayım ey dedektif, sen neredesin?” diyen bir mektup bu. Bu noktadan sonrası da, klasik bir avavcı hikâyesi; kimin av, kimin avcı olacağına dair bir satranç oyunu... Bu oyunda okur olarak, yalnızca emekli dedektif Bill Hodges’u değil, her iki tarafı da takip edebiliyoruz. Evet, katilin kim olduğunu daha ilk sayfalardan öğrendiğimiz polisiyelerden “Bay Mercedes”. Bize kalan, daha çok taşların nasıl oynandığını izlemek. Ancak ne yazık ki gerilimin, arka kapakta iddia edildiği gibi yüksek olduğunu söylemek güç. Kurguda herhangi bir açık yok belki ama hard-boiled polisiyelerin iyi örneklerindeki o tempoyu göremiyoruz “Bay Mercedes”te. Emekli dedektifimiz Bill
ceyhanusanmaz@gmail.com Hodges’un da zaman zaman kendi kendine hatırlattığı gibi, “sakinleş ihtiyar, sen Philip Marlowe değilsin.” Kısacası, “Bay Mercedes”i bir hard-boiled polisiye içerisinde değerlendiremiyorum belki ama polisiye televizyon dizileriyle bir arada düşünmemek için hiçbir sebep yok. İşin ilginç yanı, romanda da sıkça anılıyor televizyondan aşina olduğumuz bu diziler: “The Wire”, “24”, “Dexter”, “NYPD Blue”, “Homicide”, “CSI”, “Luther”, “Prime Suspect”, “NCIS”, “Bones”... Sezonlar boyu devam eden bu polisiye dizileri, sürekli takip etmek mümkün olmuyor çoğunlukla. Ama zaman zaman, iyi vakit geçirmek için, aradan bir bölüm izlemeniz yeterli olabiliyor. “Bay Mercedes”i de, bu anlamda, “aradan” bir Stephen King romanı olarak değerlendirebiliriz pekâlâ; sağlam bir polisiye olmasa da “iyi vakit geçirmek” için okunabilir... Bir taraftan da, “Bay Mercedes”in bir üçlemenin ilk romanı olduğunu hatırlatmakta fayda var. Anlaşılan o ki Stephen King, bir “Bill Hodges üçlemesi” planlıyor; dolayısıyla ilk romanın temposu, üçlemenin temelini atma gayretine kurban gitmiş olabilir. Kesin yargılara varmadan evvel, üçlemenin, bu yıl içinde yayımlanması planlanan ikinci romanı “Finders Keepers”ı beklemek daha doğru bir yaklaşım olur. Televizyondan aşina olduğumuz polisiye dizilerin yanı sıra, kısa bir paragrafta, bir başka “efsaneyi” daha hatırlatıyor “Bay Mercedes”: “Pete, şoför tarafının camından içeri süzülen yağmur damlalarına baktı. Deri kaplama şoför koltuğunda bütün kafayı saran kauçuk maskelerden vardı. İki tarafından palyaço maskelerindeki gibi turuncu saç tutamları fışkırıyordu. Burun, koca kırmızı burunlardandı. İçi boş olan maske büzülmüş, kırmızıya boyanmış dudaklardaki gülümseme pis bir sırıtışa dönüşmüştü. ‘Ürkütücü. Kanalizasyonda dolaşan palyaçoyla ilgili televiz yon filmini görmüş müydün?’ Hodges, başını iki yana salladı. Sonradan –emekliliğinden bir hafta sonra– filmin DVD’sini aldığında Pete’in haklı olduğuna karar verdi. Maske, filmdeki Pennywise denen palyaçonunkine çok benziyordu.” Pennywise’ı nasıl unutabiliriz! Küçük bir Amerikan kasabasındaki kanalizasyon mazgallarının altında uzanan dehlizlerde yaşayan, kendini kimi zaman kâbuslarda kimi zaman da gerçek hayatta gösteren Pennywise... Belki de çocukluk dönemime denk geldiği için etkileyiciydi –daha doğrusu korkutucuydu– Stephen King’in “O”su. Palyaçolar zaman zaman size de korkutucu geliyor mu? Tesadüf olsa gerek; yakın bir zaman önce Altın Kitaplar, Stephen King’in “O” romanının da yeni bir baskısını yayımladı. Tam da “Bay Mercedes”in ardından; üstelik, “sansürsüz ve eksiksiz” olarak... 1200 sayfayı aşkın hacmiyle kitabın görünüşü bile ürkütücü! Dolayısıyla, şimdi “Bay Mercedes”i yavaşça raftaki yerine bırakıyorum; “O”yu okumaya başlayabilirim... “Bay Mercedes”, Stephen King, Çev: Zeynep Heyzen Ateş, 431 s., Altın Kitaplar, 2014
Şubat 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Hemingway’in Yazarlık Sırları YANKI ENKİ
“H
ayatım boyunca sözcüklere onları ilk defa görüyormuşçasına baktım,” diyor Hemingway bir mektubunda. Nobel ve Pulitzer ödüllü bu gerçekçi ve minimalist yazarın 20. yüzyıla damga vuran kalemlerden biri olmasının sırrı bu cümlede yatıyor olabilir mi? Ernest Hemingway bu samimi itirafta bulunduğunda yıl 1945’ti; henüz Amerikan edebiyat tarihini aşıp dünya edebiyatı sahnesine bir klasik olarak geçmesini sağlayacak Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasına neredeyse on yıl vardı. Sadece bir yazar değil aynı zamanda iflah olmaz bir maceraperest olan Hemingway için, yaşamın kendisi kadar edebiyat da heyecanlı bir dünya vaat ediyordu. Yazmadan duramıyordu o; ama diğer yandan yazarken de yerinde durmuyordu. Ava, boğa güreşine ya da İspanya’daki iç savaşa gittiğinde bedeni, durup yazdığındaysa zihni bir maceraya adım atıyordu. Her şeye onları ilk defa görmüşçesine bakan biriydi ve elbette sözcüklerde de aynı büyüleyiciliği görüyordu. O yüzden onları az ve öz kullandı, gereksiz edebi süslerden kaçındı. “Düzyazı mimarlıktır, dekorasyon değil,” diyordu. Gazetecilikten gelen “vurucu” olma eğilimini, okurunun zihnine girip orada kalmak için kullandı. Artık onun eserlerini okuyanlar da, sonsuz kez karşılaştıkları sözcükleri, adeta ilk defa görüyormuşçasına etkileneceklerdi. O ne yaşamında ne de yazdıklarında yerinde sayan biri oldu. Gerçekçilik anlayışı birçok yazardan farklıydı. Kaleme aldığı öykü ve romanlardaki gerçeklik neyse, aradan 70-80 yıl gibi bir süre geçtikten sonra bugün bile o eserleri okuduğumuzda da aynı gerçekliğin içine girebilmemizi umut ediyordu. Her yazarın kişisel hayatı maceralarla ya da paylaşılmaya değer anekdotlarla dolu olmak zorunda değil elbette, ancak Hemingway’in yaşamı da neredeyse yazdıkları kadar renkli ve ilginç olduğu için, onun hayata dair görüşleriyle yazmaya dair görüşlerini birbirlerinden ayırmadan incelemekte fayda var. Yazarın mektuplarından, röportajlarından, kurgudışı eserlerinden yazarlıkla ilgili bölümlerin derlenip bir araya getirildiği “Yazmak Üzerine” adlı kitap, Hemingway’den edebiyata ve hayata dair öğrenilecek çok şey olduğunu gösteriyor. Tabiri caizse nefes alan bir edebiyatın mutfağına davet ediyor okurları. “Yazarlık Nedir?”, “Yazmanın Eziyeti ve Hazzı”, “Ne Hakkında Yazmalı”, “Yazarlara Tavsiyeler”, “Çalışma Alışkanlıkları”, “Öyküye Neyi Koymayacağını Bilmek” gibi tematik olarak ayrılmış ilginç bölümlere sahip olan bu küçük kitap, özellikle yazar adayları için altı çizilecek cümlelerle dolu. Öncelikle yazarlık tavsiyeleri için bu kitabı eline alan okurlara Hemingway’in bir mesajı var: “Bence bugüne kadar sana bir şey katabilecek herhangi bir yazı yazmış herkesten yazarlık hakkında bir şey öğrenebilirsin.” Burada ilginç olan, Hemingway’in bu tavsiyeyi bir mektubunda Scott Fitzgerald’a vermesi. Yoruma açık bu tavsiyenin ardından kendi edebi rehberlerini sıralıyor yazar. James Joyce’tan, Gertrude Stein’dan çok şey öğrendiğini belirtiyor ve D. H. Lawrence’tan taşra hakkında hislerini yazmayı öğrendiğini itiraf ediyor. Henry
yankienki@gmail.com James’i ve Mark Twain’i büyük yazarlar arasında sayıyor. Poe’nun yetenekli ama “ölü” olduğunu, Çehov’un amatör bir yazar olduğunu ekliyor. Gelgelelim “yaşamış en büyük yazar” diye andığı bir isim var Hemingway’in: Turgenyev. Çok ilginç bir iddiayla savunuyor tezini. “Belki en büyük kitapları yazmadı ama en büyük yazar oydu… ‘Savaş ve Barış’ bildiğim en iyi kitap ama bir de Turgenyev yazmış olsa ne kitap olurdu bir düşün… Tolstoy bir peygamberdi. Maupassant profesyonel bir yazardı… Turgenyev bir sanatçıydı.” Hemingway, bu iddiasıyla çok şey düşündürüyor. Top 10’lar, “bestseller”lar, listeler çağında yaşadığımız bugünlerde, en iyi eserleri ve en iyi yazarları düşünen okurlar bir de Hemingway’in baktığı açıdan bakabilirler edebiyat dünyasına. Tarihin en iyi romanı olduğunu düşündüğünüz eseri, tarihin en iyi yazarı olduğunu düşündüğünüz kişi mi kaleme almıştır? Hemingway’in de gösterdiği gibi, aslında öyle olmak zorunda değil. Tıpkı Oscar ödüllerinde En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerinin farklı adaylara gitmesi gibi… Diğer yandan, bu bize eğlenceli bir soruyla uğraşmamız için bir bahane de sunuyor. Hangi kitabı hangi yazar kaleme alsa daha güzel bir eserle karşılaşabilirdik? “Anna Karenina”yı Gabriel Garcia Marquez, “Babalar ve Oğullar”ı Oscar Wilde ya da “Karamazov Kardeşler”i Franz Kafka yazsaydı ortaya nasıl kitaplar çıkardı? “Yazmak Üzerine”, romanları ve öyküleriyle tanıdığımız Hemingway’in mektup yazarlığını da ortaya koyuyor. Mektup yazmanın “işten kaytarırken bir yandan bir şeyler yapmış gibi hissetmek için süper bir yol” olduğunu söylüyor yazar. Başka bir mektubunda da, “güzel mektuplar yazıyorsam anla ki,” diyor Hemingway arkadaşına, “çalışmıyorumdur”. Alıntı yapılan mektuplarının ağırlıkta olduğu bu kitabı okumanın trajik bir tarafı da var, çünkü yazar mektuplarının asla yayımlanmamasını talep etmiş vasilerinden. Tabii ki en merak edilen sorulardan biri de yazarın eserini kimin için yazdığıdır. Yazardan yazara değişebilir bu sorunun cevabı, ancak kadınlara olan düşkünlüğüyle de tanınan Hemingway bakın bir mektubunda ne diyor bu konuda: “Bence temelde iki kişi için yazarsın. Öncelikle tamamen mükemmelleştirmek amacıyla kendin için, ki durum bu değilse ne ala, sonra da okuma yazma bilsin bilmesin, hayatta olsun olmasın sevdiğin kadın için.” Sonuçta, hem Hemingway hayranlarının hem de yazarların iç dünyalarına meraklı okurların ilgiyle okuyacağı bir kitap bu. Yazarın eleştirmenlere, başka yazarlara, okurlara seslendiği birçok bölüm var, fakat bir cümle var ki onunla herkese sesleniyor Hemingway. Maceracı tarafı, kadınlarla ilişkileri, alkole düşkünlüğü ve özel hayatındaki çılgınlıklar edebiyat dünyasının dedikodu malzemesi olan yazar şöyle sesleniyor bize: “Savaşa gitmiş, bar kavgalarına katılmış bir adam, bir avcı, bir at yarışçısı veya bir ayyaş olarak değil bir yazar olarak var olmak istiyorum.”
www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap
www.remzi.com.tr facebook.com/RemziKitap
“Yazmak Üzerine”, Ernest Hemingway, Çev: Deniz Kurt, 95 s., Altıkırkbeş Yayınları, 2015
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2015
KISA KISA Ingrid Bergman’ı Baştan Çıkarmak Chris Greenhalgh, Doğan Kitap Hollwood’un 1940’lardaki romantik şaşaasıyla dolu bu roman, meşhur Kazablanka filminin yıldızı Ingrid Bergman ile ünlü fotoğrafçı Robert Capa’nın yürek burkan aşk hikâyesini anlatıyor. Ödüllü bir şair ve romancı olan Greenhalgh, dönemin atmosferini ustalıkla yansıtıyor.
Ayfer Tunç’la Karanlıkta Kelimeler Handan İnci, Can Yayınları Handan İnci’nin Ayfer Tunç’la yaptığı nehir söyleşiden oluşan kitap, Tunç’un hayatı ve yazarlığı ekseninde ilerliyor. 1989’dan bu yana öykü ve roman yayınlayan Tunç’un edebiyat evrenine adım atmak isteyenler için iyi bir kaynak...
Dilin Mimarisi Noam Chomsky, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi Dil ve zihin konusunda pekçok çalışmaya imza atan Chomsky’nin 1996 yılında Delhi’de yaptığı bir konuşma bu kitabın içeriğini oluşturuyor. Yazar, bu alanda yaptığı çalışmaların tarihsel dökümünü de sunuyor.
Avrupa’da İşgal Hareketleri Tekin Yayınevi “Kapitalizme Karşı Alternatifler Olarak Gündelik Müşterekler ve Otonomi” alt başlığını taşıyan kitap, aktivistler tarafından hazırlanmış. Aktivistler, işsizlik ve sosyal konut yetersizliğiyle karakterize olan krize karşı bir siyaset biçimi olarak “işgal” üzerine düşünmeyi öneriyor.
Kraliçe’nin Yemini C. W. Gortner, Remzi Kitabevi Tarihteki en ünlü ve aynı zamanda en tartışmalı figürlerden biri olan İspanya Kraliçesi Kastilyalı İsabella’nın yaşamını anlatan roman, savaşları, entrikaları ve zulümleri Kraliçe’nin tanıklığıyla veriyor. Aragon Kralı Fernando ile arasındaki aşk da romanın önemli unsurlarından.
Yabancıların Nezaketi Haz. Yusuf Eradam, Yitik Ülke Yayınları “Ötekileştirmeye Karşı Gerçek Hayattan İyilik, Kardeşlik ve Dayanışma Öyküleri” olarak sunulmuş kitap. Her biri romana, filme konu olabilecek gerçek yaşam öyküleri, bugün hayatımızdan adım adım çıkan dayanışma ruhunu, kardeşlik duygularını hatırlatıyor bizlere.
Düşünmeyi Öğrenme ve Öğretme Zehra İpşiroğlu, Say Yayınları Düşünceleri yüzünden baskı görmek sadece bu çağın değil, bütün çağların büyük sorunu. Baskılar hepimizi düşünmeye korkan varlıklar yaptı. Özgürce düşünebilme yetisini yeniden kazanmanın yolu nedir sorusundan yola çıkan kitap, deneysel bir araştırmaya yaslanıyor...
Çılgın Bir Yazarın Peşinde ÖMER AYHAN
D
oğrusu, Marguerite Duras’yla iki yıllık bir sürece yayılmış konuşmalardan oluşan “Askıya Alınmış Tutku”yu elime aldığımda, okumanın benzersiz bir deneyime yol açacağını tahmin edemedim. İtalyan gazeteci Leopoldina Pallotta Della Torre, Duras’yı söyleşiye ikna etmek için epeyi çabalamış. Ama söyleşiye gücünü veren azmin zaferi değil. Della Torre’nin üç sayfalık giriş yazısında verdiği ayrıntılar ve kullandığı dil, söyleşi kitaplarında alıştığımız okur-hayran ilişkisini tersyüz ediyor. Duras’nın tuhaflıklarını, hatta kabalığını okura olduğu gibi göstermeyi seçmiş Della Torre. İtalyanca yayımlanan ve Duras’nın ülkesi Fransa’da bilinmeyen kitabın gün ışığına çıkışı da ayrı bir hikâye. Rene De Ceccatty, kitabın varlığını tesadüfen öğrenip peşine düşüyor. Ne ki, çoktan kapanmış bir yayınevinin yayımladığı kitap, anlaşılamaz biçimde sahaflarda bile bulunmuyor. Sonunda kitabın bir kopyasına ulaşan De Ceccatty, metni Fransızcaya çevirdiğinde, ortalık bir anda karışıyor. Yanlış anlaşılmasın, söyleşiyi yapan Della Torre, Duras’nın yapıtlarına hayran. Ancak Giriş’teki kışkırtıcı tavrını söyleşi boyunca sürdürüyor ve Duras da ona ayak uydurmakta hiç zorlanmıyor. Zehirli bir meyveyi tadıp sofradan sağlam kalkabilmek gibi tuhaf bir deneyim Duras’yı dinlemek. Son yıllarda bizde de nehir söyleşi başlığında birçok kitap çıktı. Gelgelelim, Della Torre ve dolayısıyla kitabın olası tüm okurları için âdeta çırılçıplak soyunan, kendisini rahatça ortaya koyan bir yazar Duras. Bir örnek bile yetecektir. “Küçücükken, plaj kabinlerinde, trenlerde yabancılarla yaşadığım ilk maceralardan beri, arzunun ne anlama geldiğini iyi bilirim.” Burada çarpıcı olan, mahremin ifşası değil. Duras bize bir travmayı aktarmıyor, ‘arzu’dan bahsediyor. Duras’nın talihinin yükseldiği zaman dilimi bile alışılmadık. Uzun süre az okura seslenen romanlar, daha da az izleyiciye hitap eden filmler ve tiyatro oyunlarından sonra, hayatının ve kariyerinin sonbaharında otobiyografik unsurlara da yer açan “Sevgili” romanı bir “çok satar”a dönüşüyor ve Duras’nın diğer kitapları bu ticari başarıyı yakalayamasa da, eserlerinin tümüne retrospektif bir ilgiyle bakılmasını sağlıyor. Della Torre’nin soruları kuşkusuz metnin güzelliğine katkı sağlamış. Bir gazeteci olduğu söylenmiş, oysa Della Torre zaman zaman metin analizine girişiyor, kimi saptamaları bir eleştirel-deneme kitabında rahatlıkla yer bulabilecek nitelikte. Duras’nın külliyatını çok iyi bilen, ona saygı duyan, yine de bir eşitlik ilkesinden güç alarak yazarla aynı yerde durabilen bir okur-eleştirmen Della Torre. Duras’nın yanıtları insanı büyülüyor. Sanki kitaplarından alınmışçasına çarpıcı, düşündürücü. “Unutmak, boşluk, gerçek hafıza: Bize anıların, perişan edecek acıların altında ezilmekten kurtulma olanağı veren. Ne mutlu ki unutuyoruz.” Marguerite Duras, yazdığı sürece hep aynı temaların etrafında döndü: Aşk, iletişimsizlik, tutku. Duras’yı özgün kılan, yazısını olabil-
diğince sessizlikle kaplaması. Retoriğin, güzel söz söyleme tutkusunun, hikâye etmenin, metni açık seçik bir sona bağlamanın kaale alınmadığı bir edebiyat tasavvur edebiliyor musunuz? Duras, aynı yöntemi sinema ve tiyatroda da sürdürdü. Sahnenin sık sık karardığı, diyalogların belli bir yere bağlanmadığı, her şeyin havada asılı kaldığı, sessizliğin sese üstün geldiği o muğlak atmosferin, insanı anlamanın yegâne yolu olduğuna inanıyordu. Duras, novella ve romanlarından söz açılınca, anlatılmayanın önemine vurgu yapıyor, yazıdan tasarruf etme duygusundan söz ediyor, ifade edilebilir olanın eşiğini savunuyor. Tüm bu tanımlamalar romandan ziyade öyküyü hatırlatmıyor mu? Duras’nın ayrıksı edebiyatının bir zamanlar dahil olduğu düşünülen ve kendisinin haklı olarak karşı çıktığı YeniRoman akımıyla bir ilgisi yok. Duras, tahkiyesiz öykü ve bir ölçüde şiirin imkânlarıyla bir antiroman inşa etti. Modern edebiyatı “Işıktan karanlığa sıçramalar” diye tanımlayan Duras, yerleşik değerleri, hatta yerleşik değerleri karşısına alan ideolojileri, sözgelimi Marksizmi de, bir ara dahil olduğu komünist hareketi de, feminizmi de yere çalıyor. “Artık hiçbir şeye inanmıyorum ve inanmamak, ‘her türlü iktidara karşı eylem olarak’, bankaların oligarşisine, bizi yöneten sahte demokrasiye karşı verilebilecek tek yanıt olabilir”. Bu uzun söyleşi, hırçınlığın ve dobralığın, belki bir miktar da kıskançlığın görkemli örnekleriyle dolu. Duras ve Yourcenar sık sık kıyasa tutulmuş iki yazar. Ateşi sürekli harlayan Della Torre, söyleşi boyunca en fazla alıntıyı Yourcenar’dan yapıyor. Yourcenar’a saygı duyan Duras, yine de daha fazla dayanamayıp patlıyor. “‘Hadrianus’un Anıları’ büyük bir kitaptır. Gerisi, bana okunamazmış gibi geliyor.” Duras, günümüzün önemli edebiyatçılarından Sollers’in kendisini yanlış anladığına ikna olmuş. Onu yerden yere vuruyor. Sollers’in karşı salvoları da kitapta dipnot olarak yerini almış. Ama bu bir şey değil. Musil, Faulkner, Rousseau favorileri. Proust’u biraz seviyor, Blanchot’nun kendisini iyi anladığını kabul ediyor, Bataille’yi beğeniyor. Ya dünyanın geri kalanı? Duras’ya göre Butor’un söyleyecek bir şeyi kalmamış. Camus’nün ahlakı yükseltmeye çabalayan tezli, angaje edebiyatı bunaltıcı. Hele Sartre! Duras’ya göre “Fransa’nın bu üzücü kültürel ve siyasi geri kalmışlığının başlıca nedeni”. Conrad, hakiki bir yazar bile değil. Duras, dünyanın geri kalanına meydan okurken bel altından da vuruyor. Barthes’ın kendisine göre “büyük bir yazar olamaması”nı kadınları cinsel olarak tanıma bilgisinden yoksunluğuna bağlamış. Duras, aşkı, tutkuyu, arzuyu yazdı, bununla birlikte her türlü ilişkinin imkânsızlığına inanıyordu. Kaos ve aşkın’lıktı kahramanlarının bir ilişkiden beklediği. Peki ya Duras? Bugünün yazarlarında pek rastlayamayacağımız bir düşünce biçiminin son temsilcilerindendi o. “Askıya Alınmış Tutku”, Marguerite Duras, çev: Birsel Uzma, 128 s., Can Yayınları, 2014
Şubat 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
SİMLA SUNAY
Barışçıl Muhalefet; Çocuk Edebiyatı
G
ezi Parkı direnişi hiç kuşkusuz hepimizi değiştirdi. Kabullenmek istemeyeni de… Muhalefet etmek bir sanat dalı artık. En önemli ve tek ideoloji, doğa. Renk yeşil. Bu süreç –ki kısmen dönüşerek devam ediyor– ev kadınlarını tencere tava çalarak, parka yiyecek taşıyarak gençlerle ortak düşünmeye, bu hareketin parçası olmaya yöneltti. Müdahil oldular. Mavi ya da beyaz yakalı pek çok kadın ve erkekse iş dünyasının çarkından başlarını kaldırıp bakabildiler. Bankacılık, finansla ilgili mesleğini bırakıp seyahate çıkan; dükkân açan, pasta yapmaya başlayan, minyatüre merak salan, hayallerinin peşinde koşanlar da oldu; şehirde işgal evlerinde özgürlük için direnmeye, bostanlarda tarım yapmaya, kendi ürettiğini paylaşmaya çalışanlar da... Tüm bunların yanı sıra bu zamanda, çocuk kitabı yazmaya başlayan annelerin sayısı da hiç az değildi. Çocuk kitabı yazmak olabilecek en barışçıl muhalefetti çünkü. En güzel itiraz etme yöntemi. En güzel umut! Büyük insan olma acısını biraz olsun hafifletmek için özel bir dünyaydı çocuk edebiyatı. Başka başka mesleklerden, anne olduğu için de yazmaya ilgi duyan ve cesaret bulan yeni çocuk edebiyatı yazarlarını büyük bir coşkuyla takip ediyor, kitaplarını güneşli kütüphanemizin başköşesinde ağırlıyoruz. Esra Ercan Bilgiç çocuk edebiyatında yeni bir isim. Tecrübeli bir iletişim akademisyeni, Gezi Parkı direnişi sürecinde yaptığı anketlerle tanınan, iki çocuklu bir anne. Anne olunca çocuk kitabıyla ilişki başlamış ve hem eleştirel bakışla hem de karşılaştığı özgün işlerin verdiği ilhamla olacak bu alanda da üretmeye niyet etmiş. Muhalif düşünceleri olan, toplum için düşünen bir kadın. Çocuk edebiyatı ona barışçıl muhalefet için bir yol açıyor. Fikirlerini ve hayallerini gerçekleştirmek için bir mekân, çocuk kitapları. “Ispanaklı Yumurta” adlı ilk resimli öykü kitabında bunları görmek mümkün. Hikâyede, beş kızıyla şehrin kenarında, kırsaldan kopmamış bir yerde yaşayan ve bir gün ıspanaklı yumurta ziyafeti çekmek için havadar, güzel bir yer arayan annenin hayal kırıklıklarıyla karşılaşıyoruz. Şehir o kadar hızlı değişiyor ki, dünkü temiz dere kirlenmiş, korunun etrafı dikenli tellerle çevrilmiş. Nerede boşluk ve yeşillik varsa orası inşaata dönmüş ve insana evinden başka alan pek kalmamış; ıspanaklı yumurta yemek için bile... Bir anlamda bütün manzarasını da yitirmiş şehirli insan. Boşluk olmayan yerde adalet de olmaz. Bilgiç’in hikâyesi ne kadar da gerçek bir İstanbul masalı. Validebağ Korusu direnişi, sözgelimi çok sıcak hâlâ. Öyle çok
KENDİ KENDİSİNİN TERZİSİ BİR KAMBUR Ece Ayhan’ın en sevdiğim şiirini hatırlattı bana YKY’den çıkan Italo Calvino imazalı İtalyan Masalları derlemesi. İçerisinde yöresel metinler olan kitapta Floransa masalları bir hayli dikkat çekiyor. Beş masal içinden “İki Kambur Adam” masalına takılıp kalıyorum. Tam da Ece Ayhan şiirlerindeki dil bozumu üzerine kafa yorduğum şu günlerde. Çocuk şiiri değil bu elbette ama edebiyat bir bütün değil midir, türler arası yolculuk zaruri oluyor bazen. Şair Ece Ayhan, “Hiç olmazsa kamburların ölümünü tabiattan bilmeyiniz” diye seslendiği şiirinde kamburların yalnızlığına değinir. Sorumlusu kimdir kamburların? Her kambur biraz şair bir ailedendir, diyor ayrıca şair. Yani insanı şair yapan acının kendisi mi yoksa, acı söz mü, acı bakışlar mı? Bir kambur kamburuna alışmıştır, kabullenmiştir sözgelimi. “Kendi kendinin çırağıdır, kambur.” Kambur olan burada Ece Ayhan’dır belki de, kambur bırakılmıştır toplumda. “Hangi marş iki kez çalınırsa yeryüzünde unutmayın / Hem usta hem çırak bir kambur içindir,” diyerek sanki umutla bitirir bu muhteşem şiirini. Gelelim Floransa masalına. Bir vardır, bir yoktur, iki kambur kardeş vardır… Biri zengin olmak istiyorum diyerek köyü terk eder, ormana gider ve kaybolur. Bir ağaca çıkar, çok korkmuştur. Derken ağacın etrafında bir çukur açılır ve tuhaf yaşlı kadınlar çıkar yeraltından. Ağacın etrafında, “Cumartesi ve Pazar” diye şarkı söyleyerek dönmeye başlarlar. Kambur öldürülmekten korkar ama onlara “ve Pazartesi” demekten de geri duramaz. Yaşlı kadınlar bu sözcüğü/günü bir armağan kabul ederler ve kamburun kamburunu kesip alır onu merhemlerle iyileştirirler. Kambu-
ki hangisini saymalı? Yaşadığım Çengelköy-Beylerbeyi hattında bu ay içinde iki mini park alanı yıkılıp yol yapıldı. Bir sürü anıtsal ağaç da kesildi. Talan bitmiyor. İçimizde büyük isyan var elbette ama elimizden yürüyüşlere katılmaktan, çocuk kitabı yazmaktan başka bir şey gelmiyor. Çocuk kitabı yazmak da eylemlerin bir parçası artık. Umuda yatırım yapmakla eşdeğer. Esra Ercan Bilgiç de umutla bitiriyor öyküsünü ve yine gerçeklikten Kuzguncuk Bostanı mücadelesinden esinlenerek kazanılmış bir sonla bitiriyor kitabını. Bu şehirde hâlâ bostanlar var, en nihayetinde. Konu komşu elbirliğiyle korunmuş alanlar var, ıspanaklı yumurta yemek için çimenlik bir alan buluyor sonunda anne Fatıma. Kitap ayrıca doğa mücadelesiyle kadın hareketini de destekler biçimde kurgulanmış. Anne ve kızlarının direnişinde “ekofeminist” esintileri de yok değil. Nurten Deliorman’ın uzun silüetler halinde akan, sımsıcak İstanbul resimleri de kitaba zenginlik katmış. Ancak editörlere sitemimiz var, edebi eserin arkasına boyama gibi sıradan etkinlikleri koymak, basit sorular eklemek hikâyenin sonundaki tadı olumsuz etkiliyor. Etkinliklerde daha yaratıcı, özgün fikirler üretmedikçe çocuk kitaplarını hikâyeyle baş başa bırakmak daha güzel olmaz mı? Hele böylesine tarım ve doğa sevdalı bir kitaba boyama olarak köprülü bir İstanbul kadrajı eklemek? Çocuk edebiyatı da edebiyattır. Eğitim aracı haline getirildiğinde bünyesinden eksiliyor. Atölyeler için başvuru yayınları ayrı bir tür olarak yüceltilmelidir ki bu tür yayınlara da çok ihtiyacımız var. Çocuklarla atölye yapma meselesinde Türkiye koşullarını zorlamanın zamanı gelmedi mi? “Ispanaklı Yumurta”, Esra Ercan Bilgiç, Resimleyen: Nurten Deliorman, 4+ yaş, 39 s., Final Kültür Yayınları, 2014
runu da ağaca asar, bırakırlar. Zengin olmak isteyen kambur çok mutludur, köyüne geri döner. Haberi alan diğer kardeş de kamburundan kurtulmak istiyordur. Ormana gider ve aynı ağaca çıkar. Yeraltından çıkan yaşlı kadınların şarkısına “ve Salı” diyerek katılır.” Kadınlar salıyı pazartesi gibi kabul etmez ve hakaret algılarlar. İkinci kambur çok korkar ama yaşlı kadınlar onu öldürmezler, ağaçta asılı duran kamburu alıp göğsüne yerleştirirler. Diğer kardeş böylece iki kamburla evine döner. Pazartesi ile salının kaderi bir değildir. Kitapta, kesilen, yarılan karınlar, tavada kızartılan kafalar gibi masal dilinin en sert halleri mevcut. Masal da böyle olur zaten. Toplumların korku bilinçaltını açığa vuran anlatımlardır. Cinsiyetçi ve ayrımcı yanları ayıklanabilirse masallar geleneksel anlatı türünde elbette çok değerlidir. Büyük usta Calvino pek çok İtalyan masalını derlemiştir böyle, Türkçeleşmesi önemli bir edebiyat adımıdır. Onca gerçeküstü öğe barındırmalarına rağmen masallar, gerçeğe en yakın (sözlü) edebiyat türüdür. Masallardan sakınmaktan yanayımdır her zaman ama öyle çekici olanları var ki, sözgelimi bu “İki Kambur” masalı ve yine bu kitaptaki “Nohutçuk ve Öküz” masalını paylaşmadan edemiyor insan. İtalya’dan bir çocuk kitabı yok ki görseller kötü olsun. Yine farklı tekniklerle, çok renkli ve özgün desenli bir yayın “Küçüklere Masallar”. Anneler masalları çocuklarına okurken bazı kısımlara sansür koyacak belki ama resimleri esirgemeyeceklerinden eminim. Masal bu ya, kıssadan hisse, zengin olmak isteyen kardeş kamburundan kurtulmuştur. Onun bu hırsı köyünde kalmayı tercih eden kardeşe (her ne kadar çabalasa da) ikinci bir kambur olarak verilir. Her zengin bir fakire kambur ekliyor mu bu dünyada, yalan değil. “Küçüklere Masallar”, Italo Calvino, Resimleyen: Giulia Orecchia, 6+ yaş, YKY, 2014
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2015
CEM ŞANCI:
“Bu Kitap Ezberimizi Bozuyor!” Söyleşi: ŞAKİR ALTINTAŞ, Fotoğraf: BURCU ATAY Cem Şancı, ilk romanını 19 yaşında yazdı. Pek çok kitap yayınladı. Dili keskin, cesur, sarkastik ve sorgulayıcı. En son Remzi Kitabevi’nden “Yalnızlık Doktorası” çıktı. Yazar bu kitabında yalnızlıkla barışmanın ve olgunlaşmanın yol işaretlerini veriyor. Yalnızlığın sakınılacak bir şey olmadığını; aksine, sığınılacak liman olduğunu fısıldıyor kulağımıza. Şakir Altıntaş: “Yalnızlık Doktorası” nasıl çıktı ortaya, nedir hikâyesi? Cem Şancı: “Yalnızlık Doktora”sını yazmayı on yıl önce aklıma koymuştum. Türkiye’de ben de dahil, pek çok insanın aklına takılan bir sorun yalnızlık; araştırdıkça, derinleştikçe, sadece bizim değil tarih boyunca pek çok insanın, filozofların da yalnızlık konusuna kafa yorduğunu gördüm. Kendi hayatımızdan, Türkiye’de yaşadıklarımızdan yola çıkarak, insanlar yalnızlık duygusuyla nasıl savaşıyor ya da nasıl barışıyor, bunu incelemek üzere on sene önce yazmaya karar vermiştim. Fakat demek ki o zaman yeterli değilmişim, kendi yazdıklarımı beğenmiyordum ve devamlı yazıp yazıp atıyordum. Artık kitap belirli bir olgunluğa ulaştı. Şakir Altıntaş: Çalışmanız boyunca Halit Ziya Uşaklıgil’in hikâyesini de anlattığınız “yalnızlık bir mahrumiyet değil, bir lükstür” cümlesini ısrarla vurguluyorsunuz. “Lüks” olan yalnızlık nasıl bir yalnızlık? Cem Şancı: Bize anlatılmış yalnızlığın ötesinde, farklı bir yalnızlık… Bize sürekli yalnızlığın korkutucu bir yönü olduğu, yalnız kalırsak acı çekeceğimiz anlatılıyor. Tarih boyunca da gördüğümüz, bütün filozofların yalnızlığıdır. Filozofların da tavsiye ettiği farklı bir yalnızlık yorumu var. O yorumda yalnızlık, insanın kendi içine dönmesi, insanın kendini dinleyebilmesi anlamına geliyor ve bu da bir lükstür benim gözümde. Şöyle düşünün, kalabalık bir otobüste, metrobüste ya da çok kalabalık bir toplu taşıma aracında seyahat ederken etrafınızdaki gürültüler, patırtılar olur; hani açıp müzik dinleyemezsiniz telefonunuz, kulaklığınız yoksa ama lüks arabanıza bindiğinizde radyoyu açarsınız müziğin bütün tınılarını, o sesin lüksünü yaşayabilirsiniz. Yalnızlık da böyledir. Etrafınızda çok fazla kalabalıklar dikkatinizi çektiği sürece kendi içinize dönemez; kendinizi tanıyamaz, anlayamaz, potansiyelinizi, yeteneklerinizi, duygularınızı keşfedemezsiniz. O yalnızlık belki ömür boyu sürecek acı verecek bir şey değildir ama insan kendine küçük aralıklarla yalnızlıklar hediye edip o sırada kendi düşünceleri içine dalabilirse, kendisini keşfedebilirse o açıdan biraz lükstür yalnızlık. Şakir Altıntaş: Tam olarak sizin kastettiğiniz bu değil ama bir de şehirdeki yalnızlık ile şehir dışı ortamın yalnızlığına değinelim mi? Cem Şancı: “Şehir düşmanlığı” diye bir kavramdan bahsettim kitabımda. Şehirlerde insanlar garip bir şekilde birbirlerine düşman oluyorlar çünkü çok fazla insan var. Birbirleri-
ne toleranssız insanlar bunlar. Toplu taşımaya girerken birbirlerini itiyor, yolda yürürken birbirlerine omuz atıyorlar. Bu, insanın fazlalaşması, değersizleşmesine dönüşüyor; dolayısıyla, insanlar biraz daha uzaklaştığında o kalabalıktan diğer insanların değerini fark ediyor. Aslında şehirde yaşayan her bir insan da son derece değerli, her birinin dünyaya bambaşka bir etkisi olabilir; ama biz kalabalıkların arasında onların farkına varamıyoruz. O yüzden birbirimize düşman oluyoruz. Bizim hakkımız olan bir yeri işgal ettiğini düşünüyoruz. Bu yüzden şehirlerde bir düşmanlık, bir nefret duygusu yükseliyor insanların arasında. Daha küçük bir semte, bir şehre gittiğimizde herkes birbirinin gözünde birazcık daha toleranslı, birazcık daha hoşgörülü olduğuna şahit oluyoruz. Bir süre, 4-5 yıl kadar, Ege’de küçük bir semtte yaşadım. Sabahları insanlar mutlu kalkıyor, herkes birbirine “günaydın” diyor. Hiç tanımadığınız insanlar size günaydın diyebiliyor. Şakir Altıntaş: Aslında “şehir düşmanlığı”na değinirken, bir de “sabah kardeşliği”nden bahsediyorsunuz… Cem Şancı: Evet, dediğiniz gibi “sabah kardeşliği”… Sabahları çok erken kalkan ve hayatla savaşmak zorunda olan insanların sabahın 5’inde 6’sında kalkıp içine girdiği bir ortam var. Çok garip bir şekilde İstanbul’da yaşıyorsunuz bunu. Hani sabahları bir fırına gittiğiniz zaman o saatte adamlar yeni kalkmış oluyor, ekmeklerini daha yeni hazırlıyor ve sizin de onunla beraber aynı saatte kalktığınızı görünce bir dilim ekmek ikram edebiliyor. Türkiye’de yaşanan İstanbul’da gördüğüm ilginç, gelenek gibi bir şeydir bu. İnsanların o sabah saatinde birbirini anlayabilmesi… O saatlerde kimse olmadığından insanlar birbirlerine, birbirlerinin düşüncelerine ve varlıklarına odaklanabiliyorlar. Sonra bir kalabalık oluşuyor ve herkes birbirinden nefret etmeye başlıyor. O kardeşlik tekrar bozuluyor, düşmanlığa dönüşüyor. Şakir Altıntaş: “Özlemek, çaresizliğin bir formu” diyorsunuz… Bunu açar mısınız lütfen? Cem Şancı: Özlem aslında güzel ama çaresizliği de beraberinde çağrıştıran bir duygu. Demek ki çaresiz kalıyorsunuz, yanına gidemiyorsunuz ya da elde edemiyorsunuz, özlem içinde kalıyorsunuz. Özlem ile çaresizlik arasında büyük bir bağlantı kuruyorum ben ama tabii ki özlem olmadan da aşk olmuyor, özlem olmadan da pek çok şeyin değerini bilmiyorsunuz. Sahip olduklarınızın değerini bilmiyorsunuz. (Devamı sayfa 11)
EMRE KONGAR Yaşar Kemal: Büyük Yazar Bir yazarı “Büyük” yapan özellikler nelerdir? Yaşar Kemal “büyük yazar” mıdır? *** Geçen ay, edebiyat çevrelerinin kaygıyla izlediği bir biçimde, Yaşar Kemal, solunum yetmezliği dolayısıyla tedavi gördüğü bir başka hastaneden, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nin devamlı bakım ünitesine kaldırıldı... Dostları, ünlü edebiyatçılar, politikacılar, kendisine acil şifalar dilemek için, hastaneye koştu. Bugüne kadar, Yaşar Kemal ve romanları hakkında çok yazı yazdım... Kültür Bakanlığı Müsteşarı olmadan önce de sonra da, onun o sıcak kucaklamasıyla devam eden dostluğuyla övündüm. Bu yazıda, (dostluk bir yana) onun romancılığını ve edebi kişiliğini nesnel olarak yorumlamak istiyorum. *** Önce bir roman yazarını “büyük yazar” yapan “genel ve nesnel” özellikleri kısaca sıralayalım... Bakmayın “genel ve nesnel” dediğime, elbette benim birikimime dayalı olan, kendi duygu ve düşüncelerimi yansıttığı için aslında “öznel” bir liste bu. Üstelik kalın çizgilerle yapılmış bir listedir, daha az ölçütle kısaltılabileceği gibi daha ayrıntılı olarak daha çok ölçütle genişletilebilir de: 1) Çağını maddi ve manevi olarak iyi yansıtıyor mu? 2) İçinde yaşadığı toplumu maddi ve manevi olarak iyi yansıtıyor mu? 3) Çağının insanını iyi yansıtıyor mu? 4) İçinde yaşadığı toplumun insanını iyi yansıtıyor mu? 5) Toplumsal süreçler, siyasal, ekonomik, kültürel anlamda yakalanmış mı? 6) İnsanı, bilişsel ve duygusal süreçleriyle iyi çözümlüyor mu? 7) İnsanı, toplumunu ve zamanını aşarak evrensel boyutlara taşıyacak düzeyde, yakalayabilmiş mi? 8) Roman örüntüsünü, kurgusunu iyi yapabilmiş mi? 9) Metin, okurlar tarafından ilgiyle okunuyor mu? 10) Kullandığı dil o dilin inceliklerini yansıtıyor mu? 11) Kullandığı kavram ve terimler, yazdığı dile zenginlik getiriyor mu, metin okurların bilgilerine, kültürlerine, duygularına, zevklerine katkılar sağlıyor mu? *** Yaşar Kemal yukardaki bütün ölçütlere göre büyük bir yazardır: Bir yazarın değerlendirilmesinde en kolay ve en nesnel yol olan dilden işe başlarsak, Türkçeye katkısı çok büyüktür... Dili, şiirsel denilebilecek kadar güzeldir... Ayrıca zengindir, hem de çok zengindir: O kadar zengindir ki, ünlü dilbilimcimiz Ali Püsküllüoğlu, “Yaşar Kemal Sözlüğü” adıyla bir sözlük bile yayınlamıştır. Bakın bu sözlük için yazdığı tanıtım yazısında ne diyor Püsküllüoğlu: “Yaşar Kemal, edebiyatımızın, dilimizin büyük ustalarından biridir. Bir anlatı ustasıdır. Türkçenin şiirini duyuran büyük bir yazardır. Bir destancıdır, bir türkücüdür. “Yaşar Kemal’in okuru, onun Karacaoğlanlığına kapılır, kullandığı sözcüklerin, deyimlerin, atasözlerinin, ilençlerin, yergilerin, alkışların, yakarıların üzerinde durmadan okur. “Oysa Yaşar Kemal, o tatlı anlatının akışına nice bölgesel sözler, deyimler, söyleyişler katmıştır. Yaşar Kemal, bölgesel dil öğelerini ortak dilin malı yapmıştır.” *** Yaşar Kemal’in büyük yazarlığı bu boyuttaki tek bir yazıya sığmaz... Bu konuya ilerde devam edeceğim.