Remzi Kitap Gazetesi / Şubat 2016

Page 1

Okurken Ne Görürüz?

Virgülün Şikâyeti

Okumadığımız Kitaplar Hakkında...

PETER MENDELSUND

SİMLÂ SUNAY

PİERRE BAYARD

S

O

imlâ Sunay, ‘İçbahçe’nin ardından kaleme aldığı ikinci öykü kitabı “Virgülün Şikâyeti” ile büyükler için kalem oynatmaya devam ediyor. Virgüle bir methiye niteliği taşıyan bu ikinci kitabında, çok katmanlı öyküler örüyor Sunay. Yepyeni, deneysel bir dil dünyası inşa ediyor. Günümüzün toplumsal konularından uzak kalmadan... Devamı sayfa 10

kuduğumuz kitaplara bir kez de Mendelsund’un tartıştığı açılardan bakmaya hazır olun. Çünkü bu kitap, “görme biçiminizi” sorgulamanıza neden oluyor. Romanlar ve kahramanlarını birer imge olarak yeniden düşünmeye çağırıyor sizi. Yazar ile okur arasındaki iletişime yeni bir pencere açıyor kitap. Devamı sayfa 7

R

E

M

Z

İ

K

İ

T

A

B

E

V

İ

G

önül rahatlığıyla okudum diyemeyeceğiniz bir kitap hakkında ayrıntılı fikir sahibiyseniz, aynı rahatlıkla okumadım da diyemezsiniz... Okumadım demek de içinizden gelmez zaten. Bu ikilemler berrak bir cevap verememeye doğru sürükler sizi... İşte Pierre Bayard’ın kitabı bu noktada yol gösterici olabilir. Devamı sayfa 14

ARKA KAPAK KONUĞU Nazlı Eray

SAYI 122 - ŞUBAT 2016 - ÜCRETSİZDİR

HAYVAN HAKLARI MÜCADELESİ VE KİTAPLAR T

ürcülüğün yaşamın her alanına yayıldığı günümüz dünyasında insan dışı hayvanların yaşam haklarını savunmak kritik önem taşıyor. Ne yazık ki, hayvanların yaşam hakları halen yeterli boyutta sahiplenilmiş değil. Hayvan hakları terimi antroposentrik biçimde esnetilerek hayvanların özgürlük alanını insanın çizdiği sınırlar içine hapsetmekten öteye geçemiyor. Hayvan hakları ekseninde türetilen birçok terim türcü zulmü meşrulaştırmaya yönelik manipülasyonlarda kullanılıyor. Buna “hayvan refahı” kavramını örnek verebiliriz. Son yıllarda sıkça kullanılan bu ifade hayvanların yaşam haklarını es geçerek, yalnızca yaşadıkları süreyi konforlu kılan önerilerle ge-

Cinlerin İstanbulu

Kadınsız Erkekler

6

HARUKI MURAKAMI

Terk Edenler ve Kalanlar

MURAT GÜLSOY

10

ELENA FERRANTE

Sonsuzluğun Sonu

“İnsan Yalnızlar İçinde Yalnızdır”

12

ISAAC ASIMOV

Aylak Bir Adamdan Aylak Düşünceler

13

JEROME K. JEROME

15

Bombalar Herkesi Öldürmüyor

7

Devamı sayfa 8-9

6

ENİS BATUR

3

niş bir kitlenin ilgisini kazandı. Sözde özgürlükçü terimler, kitlelerce sahiplenilmesi gerçek hak mücadelesini değersizleştiren ve hak savunucusunu yalnızlaştıran unsurların başında geliyor. Bu noktada hayvanların yaşam haklarından bahsederken öncelikle doğru terimleri kullanmak gerektiğini vurgulamalıyız. Bu konulara kafa yoran, kalem oynatan, mücadelesini yürüten isimler tarafından yazılmış kitaplara genel bir bakış sunmanın yararlı olacağını düşünüyoruz… Konuya ilgi duyanlara öncelikle kılavuz niteliğindeki kitapları ve felsefi sorgulamalara yer veren eserleri tercih etmelerini öneriyoruz.

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

“İcat Çıkarma!”

Doğan Hızlan: Bir Vefa Simgesi…

Giftos Karpantiye Kimdir?

M

urat Gülsoy’un yeni romanı “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” sıradışı bir konuyu sıradışı bir kurguyla anlatan bir roman. Öldükten sonra zihninizin bir başka kişinin bedeninde varoluşunu sürdürmeye devam etmesini ister miydiniz? Tabii buna bir varoluş denebilirse... Romanın baş karakteri Mirat Alsan yalnızlığına bir çare bulmak için bu deneyimin bir parçası olmayı kabul ediyor. Okur da onunla birlikte yalnızlık, ölüm ve sonsuzluk hakkında düşüneceği bir yolculuğa çıkıyor. Üstelik Murat Gülsoy’un birçok usta yazara gönderdiği selamlarla kitap, iyi okurlar için çok özel bir hizmet halini alıyor.

“‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’te önceki kitaplarınızda olduğu gibi birçok gönderme yaparak bir tür bulmaca çözme hazzı yaşatıyorsunuz okurunuza. Böyle düşününce kitap iyi okurlar için çok

özel bir hizmet oluyor. Siz özel bir okur kitlesine hitap ettiğinizi düşünüyor musunuz?” “Umarım öyledir. Ben yazarken bunları kim okuyacak diye düşünmüyorum. Ama birilerinin okuyacağını ve benim arayışıma ortak olacaklarını biliyorum. Bu romanda çeşitli yazarlardan söz etmemin nedeni bir oyun kurmak ya da bir bulmaca sunmak değil. Onlar benim zihinsel coğrafyamın yeryüzü şekilleri diyebilirim. Bu romanın anlatıcı yazarı bir kumsala baktığında orada ‘Kum Kitabı’nı görüyor, yıldızlara baktığında Nâzım’ın bir dizesini hatırlıyor. Artık gördüğü kum ya da yıldız değil, belki başka bir metnin içinden süzülüp gelen bir anlam... Elbette bundan heyecanlanacak okurlar olduğu gibi bunu gereksiz ya da anlamsız bulanlar da olacaktır. Her kitabın kendi özel yaratım süreci var. Çünkü her biri benim farklı bir arayışımın seyir defteri. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2016

SEMA KAYGUSUZ:

“Yazı İçimde Sadece Türkçe Değildir” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ

S

ema Kaygusuz’la uzun mu uzun bir söyleşi yaptık. Yazının kılcal damarlarında gezindiğim duygusuna kapılmıştım konuşurken. Şimdi o gezintiden süzülmüş kısa bir bölümü aktarıyorum sizlere. Sema Kaygusuz’un yazma eylemiyle ilişkisi, okuma eylemine de kapı açıyor. O yüzden yazan/okuyan herkes için bir şey var içinde.

“Yazı dünyaya bir müdahale midir? Ve eğer öyle ise, senin için nasıl bir müdahaledir?” “Müdahale... biraz uzak geldi bana. Ben yazıyı hep kendiliğinden bir oluş, varoluşla ilgili bir mesele olarak gördüm. Çünkü insan dille var olan, dil olmazsa olmayan, dilde var olandır. Ad koyar insan, ad verir. Bulur, keşfeder, ad vermeden önce o şey yoktur. Yeryüzünde olsa da zihnimizde yok, hayal dünyamızda yok, evvelimizde yok. Buradan yol alırsak, yazıyla kurduğum ilişki, müdahaleden çok keşfetmekle, açığa vurmakla ilgilidir diyebilirim.”

“Yazarın kendinde bir şeyi açığa vurması, keşfetmesi, dolayısıyla değişmesi midir peki?”

“Yazı kendini bilme meramıyla gelişiyorsa eğer, değişim mümkündür. Tabii ruhsal mekânın hangi katında oluyor bu değişim kestiremeyiz, ama mümkündür. Değişim derken evrimsel, gelişen bir değişimden söz etmiyorum. Ölümün döngüsünde nefesini tuttuğun anlardaki parlamalardan, zihindeki küçük uyanış ve unutuşlardan söz ediyorum. Kendimizi can kulağıyla dinlediğimiz ölçüde yaratıcı oluruz. Yazı yazarını uyarır. Kendine direnmesi için fırsat verir. Kendisine ne kadar açık olursa, yazıya da o kadar açık olur. Temel bir meselesi, eski bir ağrısı vardır. Bu tek bir derdi var demek değildir. Tattığı bütün dertleri en iyi bildiği ağrıyla dile döker.”

“Milan Kundera’nın ‘her romancı hep tek bir romanı yazar’ sözü ne derece doğru öyleyse?”

“Kısmen doğru. Kendimde de görüyorum. Meselenin ne olduğunu bir çırpıda söyleyemezsin ama onun vadilerinde gezinir, manzaranın çeşitlemelerini üretirsin. Ressam Turner, ışığı ararken hep denize bakmıştır. Nereye baksan içindeki arayışla ilgili hikâyeler seçersin. Sözgelimi, bildiğim kadarıyla ben mistik biri değilimdir, ama kesinlikle maneviyatla ilgili bir meselem var. Haysiyet alanı olarak maneviyat, zihniyet ve özgür irade alanı olarak ahlak; bu denizler ilgimi çekiyor. Bu coğrafyalarda niçin gezindiğimi tam olarak söyleyebilmekse pek kolay değil.”

“Peki üzerine gidiyor musun? Bunu araştırıyor musun, kurcalıyor musun?” “Elbette, bazen bilinçli, bazen bilinçsiz kurcalıyorum ister istemez. Hızır meselesine daldığımda, ‘Yüzünde Bir Yer’ kitabımdaki Hızır, o hem tanrı hem insan olarak arada bir varlıktı. Ben niye Hızır’la ilgilendiğimi bir yıl sonra anladım: Babaannemin tanrısı olduğu için. Peki babaannemi niye susuyorum? Çünkü bu kadın sürgün. Bu kadının sürgünlüğünü niye susuyorum? Geride katliam var, riya var, insan olma utancı var, ve daha söyleyemediğim korkunç olaylar... Bilinçdışımız o kadar yoğun ki, böyle ağaçların kökleri birbirine girmiş. Bir yerden giriyorsun, başka yerden çıkıyorsun.”

“Dişil ve eril anlatım gibi kategorilere yaklaşımın nedir? Bu ayrımlar üzerine ne söylersin?”

“‘Gender’ toplumsal cinsiyet üzerinden düşünürsek, evet, toplumsal yaşam bize kadınlık ve erkeklik rolleri verir. Bu politik bir mevzudur. Kategorik kafalar derhal devreye girer. Bu durumlarda radikal bir tutum sergilemek Feminist politikalar üretmek gerekiyor. Ama ben zihnin, yaratıcılığın kimyasından söz ediyorum. Hélène Cixous, Kristeva’nın sözünü ettiği dişi yazıya erişmekten… Proust’un, Kafka’nın, Sait Faik’in kavuştuğu yazı dişi yazıydı. Duyumsallıkla kurgunun, cahillikle bilgeliğin birbirini tamamladığı yazı.”

“Bu anlamda her metinde, her romanda bu dil değişime uğrar mı?”

“‘Barbarın Kahkahası’nı yazarken çok öfkeliydim, herkes gibi ben de tahammülümü yitirmiştim. Resmen bir savaşçı olarak yazdım o metni. Alan savunması yapan bir kişi olarak. Ama ‘Yüzünde Bir Yer’de bir tanrı dili vardı. ‘Yere Düşen Dualar’da ise dünya umurumda değildi, bir örümcekle aynı yerdeydim. Örümceğin kendisiydim hatta. Kendinden vazgeçmiş, sarhoş...”

“Okurluğun yaratıcı bir eylem olduğunu düşünüyor musun?”

“Okurun en sanatsal eylemi, okumak o sırada. Ben kendimi yazarken değil de okurken sanatçı hissederim. Yani o sarsıcı âna tutulduğum zaman.”

“Yazarken bir okur oluyor mu zihninde? Bir okur seçiyor musun kendine?”

“Kendim, kendi okurluğum. Öyle başkaları yok kafamda. Ben kendim bir okur olarak sevdiğim yazıyı yazıyorum ya, kendim gibi, kendi küçük topluluğuma yazıyorum. Herkese yazıyor olamazsın zaten, bu mümkün değil. Ama şunu da söylemem lazım, bir yandan

da dünyaya yazıyorum, Türkiye’ye değil. Türkçe yazıyor olabilirim, Türkçe imgelemle yazıyor olabilirim ama benim tercümem yani içsel motivasyonum Türkçe değildir.”

“Nasıl? Bunu biraz açabilir miyiz?”

“Yani yazı yazarken dünyanın bir ucunda yaşayan, diyelim Hollanda’da, tek kelime Türkçe bilmeyen birine de yazıyorum. Yazı içimde sadece Türkçe değildir. Türkçe imgelem sadece bir vasıta. Biliyor musun, bizim yaptığımız iş aslında çeviri. Biz kendimizi çeviriyoruz, elimizdeki dil hangi dilse o dile çeviriyoruz. Bu yüzden okurun karşısında çıkan yazı kendi ana dilinde bile olsa, yazılırken muhakkak eksilmiş, ifadenin büyük bölümünü kaybetmiştir. Belki de bu yüzden, bu eksikliğin farkında olanlar yazmaya da okumaya da doyamıyorlar.”

Remzi’de En Çok Satanlar (Ocak 2016) KİTAP (KURGU)

1 2 Sen Benim Hayatımsın 3 Küçük Prens 4 Boğulmamak İçin 5 Bir Kadının Hayatından 24 Saat 6 Tutsak Güneş 7 Kürk Mantolu Madonna 8 Kadınsız Erkekler 9 Seyrek Yağmur 10 Şeytan Tüyü Var Sende Elveda Güzel Vatanım

Ahmet Ümit, Everest Yayınları

Ferzan Özpetek, Can Yayınları

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi George Orwell, Can Yayınları

Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınevi Ayşe Kulin, Everest Yayınları

Sabahattin Ali, YKY

Haruki Murakami, Doğan Kitap Barış Bıçakçı, İletişim Yayınları Seda Diker, Destek Yayınları

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 2 Felsefenin Kısa Tarihi 3 Memleketi Ben Kurtaracağım! 4 Ted Gibi Konuş 5 Harita Metod Defteri 6 Senin İçin 7 Allah’a Koşun 8 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens 9 Başarıya Götüren Aile 1 0 Dorn Method Sade

Begüm Başoğlu-Ege Erim, Okuyan Us Yayıncılık

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Şubat 2016

Nigel Warburton, Alfa Yayıncılık

Gülse Birsel, Doğan Kitap

Carmine Gallo, Aganta Kitap

Murathan Mungan, Metis Yayınları Arda Erel, İnkılap Kitabevi

Uğur Koşar, Destek Yayınları

Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap

Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi Thomas Zudrell, Nail Kitabevi

Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Şubat 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Watson’ın Feminist Kitap Kulübü Harry Potter filmleriyle kendini dünyaya sevdiren ve birkaç senedir feminist/ aktivist kimliğiyle öne çıkan oyuncu Emma Watson Twitter’dan bir kitap kulübü kurduğunu açıkladı. BM İyi Niyet Elçisi olan ve kadın haklarıyla ilgili çalışmalarıyla tanınan Watson,

kitap kulübünün adını “Our Shared Shelf” (Ortak Rafımız) koydu. Twitter’daki takipçileri de bu fikre oldukça sıcak baktı. Eski futbolcu Abby Wambach, oyuncu Sophia Bush ve şarkıcı Kate Voegele’nin de katılacağı kitap kulübü oldukça ilgi çekeceğe benziyor. İlk kitap ise Watson’ın isteğiyle Amerikalı feminist yazar Gloria Steinem’ın anılarından oluşan “My Life on the Road” (Yollardaki Hayatım) kitabı oldu. Kaynak: Sian Cain, The Guardian, 7 Ocak 2016

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Yeni Elemente Pratchett’ten Bir Ad

PEN’den Can Dündar’a Ödül

Kısa süre önce Uluslararası Temel ve Uygulamalı Kimya Birliği’nden bilim insanlarının keşfettiği elementlerden birine Terry Pratchett’ın “Diskdünya”sındaki “oktarin” adının verilmesi için internette bir kampanya başlatıldı. “Diskdünya” romanlarında sadece büyücülerin ve kedilerin görebildiği oktarin elementinin adının yeni elemente verilmesi için iki günden kısa sürede on iki binin üzerinde imza toplandı. Kimyacı Doktor Kat Day tarafından başlatılan kampanyaya Pratchett’ın asistanı da yazarın twitter hesabından destekte bulundu. Mart ayında hayata veda eden Pratchett, “Diskdünya”nın ilk kitabı “Büyünün Rengi”nde oktarini şöyle anlatıyordu: “Yanında tüm diğer renklerin sadece yüzeysel ve yavan kaldığı, Renklerin Kralı. Bu oktarindi, kralların rengi. Canlı, parlak ve enerjikti ve hayal gücünün bir parçası olduğu tartışılmaz bir gerçekti, çünkü ortaya çıktığı her seferinde maddenin, büyülü zihnin güçlerinin bir hizmetçisinden başka bir şey olmadığını ortaya koyuyordu. Kendi de büyülüydü. Ama Rincewind onun her zaman yeşilimsi bir morluğa sahip olduğunu düşünmüştü.”

Uluslararası Yazarlar Birliği PEN’in Oxfam Novib Derneği’yle birlikte verdiği ifade özgürlüğü ödüllerinden biri de Can Dündar’ın oldu. Halen hapiste olan Eritleli yazar Emanuel Asrat ve Mısır’dan çıkması yasaklanan yazar Ömer Hazek ödül alan öteki isimler. Ömer Hazek’in ödülü kabul etmek için Lahey’e gitmek üzere yola çıktığı ama havaalanında Mısırlı otoriteler tarafından durdurulduğu ve pasaportuna el konulduğu öğrenildi. Ödülleri sunan Çinli yazar Jung Chang hapisteki yazarlar için özgürlük isterken, ödülü Can Dündar adına eşi Dilek Dündar aldı. Can Dündar, hapiste kaleme aldığı ve eşi tarafından okunan mektupta, “ifade özgürlüğüne dair bir ödülü hapishanede almanın kara bir komedi gibi olduğunu ama kendisinden önce hapsedilmiş onca yazarın kendisine yoldaşlık ettiğini ve kalemi sayesinde, tutuklu olsa bile Hollanda’da bir ödülü kabul etme şansına eriştiğini” söyledi. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 15 Ocak 2016

Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 8 Ocak 2016

“Kavgam” Raflarda Downton Abbey’in Yaratıcısından Roman Bütün dünyada beğeniyle izlenen “Downton Abbey” adlı dönem dizisinin yaratıcısı Julian Fellowes yeni yazdığı romanını tefrikalar halinde yayınlamaya hazırlanıyor. Bir bilgisayar aplikasyonu sayesinde, 20. yüzyıla kadar çoğu romanın yayınlandığı gibi haftalık bölümler halinde yayınlanacak roman, yazı ve sesli kitap formatlarında kullanılabilecek ve abonelik usulüyle ücretlendirilecek. Eski zamanların roman okuma alışkanlığını yeniden canlandırmayı hedefleyen Fellowes’un “Belgravia” adlı romanı yine bir dönem romanı. 1815 yılında Waterloo Savaşı ile başlayan olan roman 1840’da Londra’da son buluyor. Roman, Downton Abbey’de olduğu gibi üst sınıfın hayatını inceliyor. Tüm romana abonelik on sterlin olacak, bölümleri ayrı ayrı almak isteyenler de on bir bölümün her biri için bir buçuk sterlin ödeyecek. Kaynak: The Telegraph, 6 Ocak 2015

Almanya’da altmış yıldır yasaklı olan Hitler’in “Kavgam” kitabı yeniden raflarda. 1966 sayfa uzunluğunda iki ciltli kitap on kilo ağırlığında ve içinde 3500’den fazla akademik dipnot barındırıyor. Nazilerin lideri Hit­ ler’in otobiyografik ve ırkçılık propagandası yapan kitabı Almanya’da 1945 yılından beri yasaklıydı. İlk baskısı beş bin adet basılan kitap elli beş avrodan satışa sunulacak. Kitabı basan Münih Üniversitesi Modern Tarih Bölümü profesörü Doktor Christian Hartmann, hedeflerinin kitabın yasak olmasının getirdiği cazibeyi ortadan kaldırmak olduğunu açıkladı. “Niyetimiz Hitler’i kendi kelimeleriyle vurmak” dedi. Kaynak: Tony Paterson, The Independent, 8 Ocak 2016

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

“İcat Çıkarma!” Yenilikçi ve deneysel metinler üreten yazarların salt “yeni bir şey yapmış olmak” için yenilik peşinde koştuklarını sanmıyorum. Bazısı bu yeni biçimi, dili, yapıyı; meselesiyle (içerikle) ilişkili olarak kurar. Ne anlatacağı, nasıl’ını belirler. Ona göre o mesele “bu biçimde” anlatılabilir. O güne dek denenmiş biçimlerin sınırları yazara dar gelmektedir. Anlatacağı şeyin farklı bir biçimde anlatılmasının olanaklarını araştırır. Anlatmanın/anlamanın sınırlarını genişletmiş olur. Böylece anlatılan şeyin niteliğine de etki der. Onu yeniden ve farklı biçimde görmemizi sağlar. Bize yeni bir biçim göstererek, bir şeyin tek bir şekilde anlatılma zorunluluğu olmadığını duyumsatır. Okumanın kelime haznemizi geliştirdiğini küçük yaştan itibaren duymuşuzdur. Hep belli başlı kelimelerin kullanıldığı kitaplar okusaydık haznemiz aynı kalırdı. Yeni biçimler ve denemeler sayesinde ise genişleyen sadece “kelime haznemiz” değildir. Özellikle de geleneksel düşünce kalıplarını aşmak isteyen, verili olan ahlakın, aklın, düzenin dışına çıkmaya çalışan edebiyatçı, biçimiyle de bunu yapması gerektiğini bilir. Yeni olanı eskinin biçimiyle anlatmak imkânsızdır. Bunun yanında kimi yazar için “nasıl anlattığı”, meselenin kendisiyle ilişkili olmakla birlikte, ondan bir ölçüde bağımsız ve hatta daha önemlidir. Dil, salt bir araç değildir. Anlatmayı amaç edindiği meseleye göre biçimlenen ama bir yandan da bunun sınırlarını zorlamayı amaç edinen, dolayısıyla kendisi üzerine düşünen; varoluşunu, yapısını yıkıp yeniden kurarak dönüştüren bir şeydir dil. O yüzden asla bir araç olarak kalamaz. Bunu her yaptığı esnada amaçlaşır. Kimi yazar da dilin “yetersiz” bir araç olduğunu idrak ettiği için poetikasını bunun üzerine kurar. Dil dünyayı anlamanın ya da anlatmanın aracı olmaktan çıkmıştır. Kendisi amaçtır. Yazar, dili amaçlaştırarak, dünyanın anlatılamazlığını anlatmaya çalışır. Dili kendi yetersizliğini ifşa etmek için kullanır (bozar, deforme eder, yeni bir dil kurar). Bu da bir poetikadır evet. Poetika sadece içerikle ilgili değildir çünkü. Ya da şöyle söylemeli; biçimin poetikası sadece biçimle ilgili değildir. Böylesi yazarların metinlerini sevmemek herhangi bir okurun hakkı olabilir. Ama eleştiri başlığı altında kaleme alınan ve yayınlanan bir yazıda “Bu şimdi ne anlatmak istiyor canım, ben bundan hiçbir şey anlamadım, ne tuhaf kelimeleri yan yana getiriyor öyle, hem bu noktalama işareti de öyle kullanılmaz ki, ayy Türkçeyi de bilmiyor bu” türünde yorumları “cahillik” diye nitelendirmek de bir okur olarak benim hakkım. (Ubeydullah Günel’in, öykücü Bora Abdo’nun kitaplarıyla ilgili yazısı bu açıdan incelenmeye değer. Günel bu yazıda adeta “icat çıkarma!” diyor Bora Abdo’ya. Yazı abcgazetesi.com’da yayınlandı.) Kuşkusuz yenilikçi görünen her metnin arkasında bir poetika olduğunu iddia edecek değilim ama eleştirmeden önce bu olasılık üzerine düşünmek, bunu araştırmak gerekiyor. Eleştirilecekse de “burada ne anlatmak istiyor, bu ne biçim Türkçe” demek, yazarın yapmak istediği şeyle hiçbir ilişki kurmadan eleştirmek oluyor. Yazarın öykülerinde kurmaya çalıştığı dilin poetikasını anlamaya çalışmadığınızda onunla tartışamazsınız da. Çünkü oldurmaya çalıştığı şeyi oldurup oldurmadığını bilemezsiniz. Bilmeyince de analiz edemezsiniz. Bu yeni biçim, geleneksel kalıpları kırma çabası, hepimiz için bir hapishane olan dilin duvarlarını zorlama uğraşı yazarın poetikasıyla birleşmiyorsa, ya da herhangi bir anlam (dikkat; o anlam her zaman sizin anladığınız gibi içerikle ilişkili olmayabilir) ifade etmiyorsa orada yenilikçiliğin değil, buluşçuluğun izleri var demektir. Poetikası olmayan denemeler okura “buluşçuluk” olarak yansıyabilir. Fakat eleştiriniz bu ise onu da temellendirmeniz gerekir.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2016

MURAT GÜLSOY:

“İnsan Yalnızlar İçinde Yalnızdır” Söyleşi: NEŞE PELİN KAYA, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)

Bu defterin başkaları tarafından okunması, onların da benzer bir yolculuğa katılmalarını sağlıyorsa mutlu olurum.”

“Kitaplarınıza baktığımızda ‘Baba Oğul ve Kutsal Roman’, ‘Tanrı Beni Görüyor mu?’, ‘Bu Filmin Kötü Adamı Benim’, ‘Bu Kitabı Çalın’ gibi ilgi çekici isimlerle karşılaşıyoruz. Bu özellikle yaptığınız bir şey mi?”

“İçeriğine göre belirliyorum. ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’in fikri adıyla birlikte geldi; bu her zaman olacak bir şey değil. İki nokta üst üste koyup bir de not almışım ölüleri zihnin içine alıp yalnızlıktan kurtulmak için bir servis veriyor, böyle bir teknoloji diye. Bundan önceki kitaplarda böyle değil. Her birinin başka bir hikâyesi var, nasıl ortaya çıktığına bağlı olarak. Mesela ‘Nisyan’ bunamakta olan bir yazarın son günlerinde sarı post-it kâğıtlarına tuttuğu notlar üzerinden okuduğumuz bir roman.”

“Bu romanda o post-itler yeniden karşımıza çıkıyor...”

“O yaşlı adam da çıkıyor zaten, bunu seviyorum ben. ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’te bu durum çok yoğun bir şekilde ortaya çıktı. Daha önceki romanlardan kimi sahnelerin, karakterlerin, nesnelerin romanın içerisinde dolaşması hali. Sanki bunu daha çok yapacakmışım gibi hissediyorum. Bu planlanan bir şey değil kendiliğinden gelişen bir şey ve bu gelişmenin kendiliğinden olan kısmını seviyorum. Bir yanıyla yazmak çok kontrollü bir süreç. Bir yanıyla da rüya görmek gibi çok içten gelen bir tarafı var. İkisinin sürekli çarpışması söz konusu. Hem o içten gelen ne olacağı belirsiz rüya görmek gibi sürprizli durum hem de onun akılla kontrollü bir şekilde yazıya dökülmesi, akılla zihnin çarpışması şeklinde gerçekleşiyor.”

“Önsözde romanın, yazarın zihninde doğuşuna şahit olurken sonsözde romandan sonra onda kalan parçalarla birlikte düşüncelere dalıyoruz. Yani önsöz ve sonsöz arasında bir roman okuyoruz. Romanı bu biçimde kurgulamanızın sebebi nedir?”

“Romanın salt bir olay örgüsünden ibaret olmasını istemedim. Çünkü yaşadığım günler, daha doğrusu bu

kitabı yazarken zamanı algılayışım çok parçalıydı, farklı ruh durumlarının çatışmasından oluşuyordu. Bunu yansıtmanın en iyi yolunun bu şekilde farklı parçalardan oluşan bir yapı kurmak olduğunu düşündüm. Kitaba farklı açılardan yaklaştığınızda farklı şekillerde bir gerçeklik temsili ortaya çıksın istedim. Başı, ortası ve sonu belirli düzgün bir anlatım, ruh durumumu tam anlamıyla yansıtmayacaktı. Birbirinin içinden doğan, birbiriyle konuşan ve hatta çatışan bölümler yazdım, daha önce yazdıklarımla çarpıştırdım. Ortaya bu kitap çıktı.”

“İşin kurmacaya yansıyan boyutunu bir kenara bırakırsak zihnine ölü bir insanın zihnini alarak yalnızlıktan kurtulma fikri aklınıza nasıl geldi?”

“Tam olarak nasıl ortaya çıktığını bilmiyorum. Bir anda aklıma geliverdi, ilginç olan fikrin adıyla birlikte zihnime doğmuş olması: ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’, ölülerin zihinlerini kendi zihninizde yaşatma imkânının yalnızlığa bir çare olması. Bir insan öldüğün-

nin içinde sıkışıp kalmış olduğumuzu düşünerek nasıl yaşayabiliriz?”

“Kitaplarınızda yazma eylemini konu ettiğiniz kadar okumak hakkında da düşünüyorsunuz. Yazarken de okur kimliğinizi vurguladığınızı, kitabı okurla birlikte okuduğunuzu söyleyebilir miyiz?” “Yazmak eylemi asla sadece yazmaktan ibaret değil. Yazma sürecinin birçok yerinde durup yazdıklarınızı okursunuz, hatta bazen başkalarının gözüyle okursunuz. Bu dinamik bir süreç. İnsan her yazdığı cümleyle değişiyor, tıpkı okuduklarıyla değiştiği gibi. Ama sonuç olarak kitap bitiyor ve sonra hiç tanımadığınız insanların eline geçiyor, onlar okuyorlar, onlar okudukça kitap çoğalıyor, yaşamaya devam ediyor. Artık siz ondan çok uzaktasınız. Başka bir yerdesiniz.”

“Bir kitap yaratmak sonsuzluğa ulaşmanın bir aracı olduğu kadar intihar etmek de aslında. Çünkü yazarın zihninin bir bölümü kitabın içinden okurun

Romanın salt bir olay örgüsünden ibaret olmasını istemedim. Çünkü yaşadığım günler, daha doğrusu bu kitabı yazarken zamanı algılayışım çok parçalıydı, farklı ruh durumlarının çatışmasından oluşuyordu. Bunu yansıtmanın en iyi yolunun bu şekilde farklı parçalardan oluşan bir yapı kurmak olduğunu düşündüm. Kitaba farklı açılardan yaklaştığınızda farklı şekillerde bir gerçeklik temsili ortaya çıksın istedim. de hemen yok olup gitmiyor, bildiğiniz gibi. Hatta bir söz vardır, o kişiyi tanıyan son kişi öldüğünde o kişinin ölümü tamamlanır diye. Belki bu söz ilham vermiştir. Belki de bir türlü unutulamayan ölüler... Hatta daha önceden tanımadığımız ama öldükten sonra çok sevdiğimiz, sahiplendiğimiz, onları unutmamakla övündüğümüz ölüler vardır... Bir de tabii en temel konu olan yalnızlık. Ben o klişenin, derler ya, insan kalabalıklar içinde yalnızdır diye, ben işte o klişenin çağımızda bir adım öteye gittiğini de düşünüyorum: İnsan yalnızlar içinde bir yalnızdır. Yani herkes yalnızdır. Bunu yok sayarak ya da hiç algılamayarak yaşarız. Yaşamak başka nasıl mümkün olur ki? Sürekli olarak aslında bir bede-

zihnine sızarak yazar haricinde de var olmaya devam ediyor. ‘Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’i bu şekil de okuyabilir miyiz?” “Yazarken çoğalıyor insan, bu doğru. Kendi içine doğru genişliyor, kendi iç karanlığındaki bilinmeyen toprakları keşfediyor. Ama aynı zamanda bunları başkalarına iletiyor, dışarıya doğru da genişliyor. Dediğiniz doğru, yazarın düşünsel süreçleri bir şekilde okurlara bulaşıyor. Ama bir yandan da tüm bunlar, yani yazılan her şey, kendi gerçekliğini de yaratıyor. Benim için asıl önemli kısmı bu. Yazarken gerçekliğe müdahale ettiğimi hissediyorum. O zaman da intihar değil de yaşamak anlamına geliyor yazmak.”


Şubat 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

“Roman yalnızlığın paylaşılabilme ihtimalini anlatıyor. Sizce okur ile yazar arasındaki ilişki de bu paylaşım gibi mi gerçekleşiyor, yani yalnızlık paylaşılabilir mi?” “Kitap okurken, metnin sesini içimize alırız, o bakışı gözlerimize yerleştiririz. Bu hem büyülü ve eğlenceli bir şey hem de insanı derinleştiren, başkalarını hissetmesine yardım eden bir süreç. Okurken bu yüzden yalnızlığımızı unuturuz, içimiz seslerle dolar. Bu okurun metinle kurduğu ilişkidir. Tabii dolaylı olarak yazara da dokunmuş olur ama ne yazık ki yazan kişi bunun farkında varmaz.”

“Teknolojinin insanlarları yakınlaştırırken uzaklaştırdığı gibi bir düşünce var. Sizce günümüz insanı yalnızlaşıyor mu?”

“Aslında yalnızlaşmak denebilir mi bilmiyorum; bu ikili bir süreç. Bir yandan tam tersine çok daha fazla insanla iletişim kurabiliyoruz. Geçmişimizde kaldığını düşündüğümüz insanlara ulaşabiliyoruz. Mesela belleğinin derinliklerine bir yerde kaybettiğin bir insan olan ilkokul arkadaşına, ortaokul arkadaşına ulaşabiliyorsun. Evde yalnızken bile bir akşam vakti bir sürü insana ulaşabilirsiniz. Bu bir ölçüde yalnızlığa bir çare tabii ki ama öte yandan da bu kadar fazla temas içinde olmanın getirdiği bir başka durum var: Gerçek yalnızlığın ne olduğunu anlamaya başlıyoruz. Şimdi yaşadığımız çağda akıllı telefonumuz var, her an iletişim halindeyiz ama ona rağmen aşılamayan bir duvar olduğunu daha iyi hissediyoruz. Etrafınızda ne kadar insan olursa olsun insan bedeninin içinde yalnızdır. Bu varoluşsal bir yalnızlık. Kendi zihninin dışına çıkamamak, başkasının zihnine girememek aşılmaz bir yalnızlık.”

“Kitabınızda metinlerin arasında oluşan sonsuzluktan bahsediyorsunuz. Borges’ten Tanpınar’a Nerval’dan Nâzım’a birçok isimle yakından ilişki halinde elimizdeki anlatı. Bu ilişki, kitapta bahsettiğiniz haliyle kendi yarattığınız uçurum anlatıyı ne şekilde besliyor?”

“Zor bir soru. Kitabı bir yapı gibi düşünürseniz dışını sarmalayan metinlerle anılan yazarlar iç içe geçerek binanın çeşitli katlarını, gizli odalarını, aynalarla kaplı koridorlarını oluşturuyor. Bunlar tabii benim hayalimdeki temsilleri. Okuyanlar çok daha farklı algılayabilirler.”

“Eserinizde başka yazarlarla olduğu kadar kendi kitaplarınızla da ilişki halindesiniz. Kitap bitse bile yazarın onunla ilişkisi sürüyor diyebilir miyiz?”

“Başından beri vardı bu bende. Önce öykülerde oluyordu. Bir öykünün kahramanı başka bir öykünün yan karakteri oluyor ya da bir romanın baş rolüne çıkıyordu. Şimdi bu romanda daha önce yazdığım kimi romanların mekânları ya da karakterleri göründüler. Bu içimden gelen bir dürtü. Nedenini tam olarak bilmiyorum. Ama bana öyle geliyor ki yazdıkça, orada bir yerde, yani yazının içinde bizimkine çok benzeyen ama bizimki olmayan farklı bir dünya kuruluyor ve genişliyor. Oraya gitmek, orada gezinmek, orada başka hikâyelerin yaşandığını hayal etmek hoşuma gidiyor. Bunun sonu nereye varır, doğrusu bilmiyorum. Ama bu bir yolculuksa eğer insanın sezgilerinden başka güvenebileceği bir şey yoktur.”

“Kitapta dikkatimi çeken noktalardan biri de bir Youtube linki. Günümüzde internetin vazgeçilmez hale gelişiyle yazarlık da bir dönüşüm içine girdi diyebilir miyiz?

“Evet. Çok daha farklı işler de yapılabilir. İnternet bugünün ve belli ki geleceğin vazgeçilmez iletişim ve hatırlama ortamı. Devasa bir bellek gibi. Unuttuğumuz ve hatta unutmak istediğimiz ne varsa orada. Erişebileceğimiz uzaklıkta... Bu elbette tüm yaşayışımızı, düşünüş tarzımızı etkiliyor. Edebiyatın bundan nasibini almayacağını düşünmek saçma olur. Belki çok daha farklı edebi türler ortaya çıkacak, bunu şimdilik bilmiyoruz. Ama ilerlemenin hızına bakacak olursak hayal ettiğimizden daha fazlasının olacağını kestirmek zor değil.“

“Bir de ceket var romanda. Gerçek yazarın aynası Mirat’ın eski karakterini katlayıp poşetleyip yenisini üzerine geçirir gibi değiştirdiği. Sizce zihin eşyayla bu şekilde bir ilişki kuruyor mu?” “Eşya önemli. Çevremizi saran nesneler önemli. Onları sadece kullanmıyoruz, onlarla yaşıyoruz, algılıyoruz. Örneğin giydiğimiz ceketle bütünleşiyor imgemiz, hem başkalarının gözünde hem kendi hayalimizde. Üstelik tüm bu nesneler sadece kullanım değerine sahip değiller, aynı zamanda onları tasarlayan bir aklın izlerini de taşıyorlar. Sonra zaman... Onları kullandıkça onlar da bizimle birlikte değişiyorlar, kişiselleşiyorlar. Bize ait ve bize özgü hale geliyorlar. Artık biz, kendimiz dediğimiz her neyse eşyayla beraber bir anlam ifade ediyor. “

“‘Abluka altındaki Kürt mahallelerinden’, ‘babasının bayrağa sarılı tabutu üzerinde oyuncak arabasıyla oynayan çocuğa’ kadar güncel olaylardan bahsediyorsunuz. Edebiyatta bugünün hikâyesi ancak üzerinden belli bir zaman geçtikten sonra anlatılabilir şeklinde bir görüş var. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz?”

“Evet bunlar kahramanın çevresinde olup bitenlerden kimi izler... Ana olay örgüsünün bu olup bitenlerle doğrudan bir ilişkisi yok gibi görünüyor ancak kitabın diğer bölümlerindeki metinlerle birlikte okunduğunda anlam kazanıyorlar. Edebiyatta her şey anlatılabilir. Bugünün hikâyesi de dünün hikâyesi de... Ancak unutulmaması gereken bir şey var: anlatılan gerçekten bugünün hikâyesi midir? Yani bugünün kimi olaylarını konu ediyor olmak gerçekten bugünün hikâyesini anlatmaya yeter mi? Bir başka açıdan da düşünebiliriz: Başka bir zamanda ve mekânda geçen bir hikâye anlatırsınız ama aslında anlatılan tam da bugünün hikâyesidir. Kimi zaman yazarın niyetinin dışında bu gerçekleşir üstelik. Siz sadece sabah uyandığında kendini böcek olarak bulan küçük memurun hikâyesini yazmaya niyetlenirsiniz ama okurlar onda tüm bir çağın çıkışsızlığının anlatımını bulurlar.”

“Bir de zihnin sönmesiyle ortaya çıkan kara, kapkara bir sayfa var romanda. Son kısımda ‘yaşadığımız kötü günleri unutmayalım diye’ bu sayfayı kitaba koyduğunuzu belirtiyorsunuz. Kara sayfa neyi simgeliyor?” “Kara sayfanın ne olduğuna dair bir bölüm var kitabın en sonunda, daha fazlasını söylemek istemem. “

“Kitaplarınızda farklı biçimler denemeyi seviyorsunuz. Bu alışkanlık yazar olarak sizi yeniliyor mu?”

“Farklı biçimler, konular, kurgular, hikâyeler... Aslında bunlar hep bir arada geliyor. Yani şimdi çok değişik bir kurgu yapayım diye oturmuyorum masanın başına. Her birinin farklı bir yola çıkışı oluyor. Örneğin ‘İstanbul’da Bir Merhamet Haftası’nın çıkışında Max Ernst’in kolajromanı vardı. Bu öyle tuhaf resimlerden oluşan bir kitaptır ki... İnsan bu resimleri biraz daha dikkatli incelerse hikâyesini çözeceğini sanır ama asla bir çözümü yoktur. Ben bu resimlere bakıp düşüncelere dalarken şunu merak etmiştim; acaba bu resimlere bakan başkaları ne görüyor? O yüzden de birbirinden farklı yedi karakterin aynı resimler hakkında yazdıkları 49 metinden oluşan bir roman çıkmıştı ortaya. Yine parçalı bir yapı, deneysel bir roman ama nedeni bu. Her birinde farklı bir neden oluyor. Zaten ben de bu çeşitliliği seviyorum.“

“Fantastik diyebileceğimiz unsurları kullanmayı seviyorsunuz romanlarınızda. Tamamen kurmaca bir evrende geçen bir roman yazmayı düşünür müsünüz?”

“Bilmem belki olur. ‘Düz Ülke’ diye bir roman vardır. Tamamen iki boyutlu bir ülkede geçen, kahramanları üçgendir, çemberdir, çizgidir. Yani neden olmasın? Önemli olan beni heyecanlandırabilmesi konunun. Benimle ilgili bir meselenin bu şekilde ortaya çıkabilmesi gerekiyor. O hikâyeyle o kurguyla örtüşmesi gerek. Ne yazarsam yazayım benim temel meselelerime yaklaşıyor.”

“Delilik de yazar için vazgeçilmez temalardan biri romanın varoluşundan beri. Siz de yazmasaydım delirirdim diyen yazarlardan mısınız?”

“Bilmiyordum nasıl biri olurdum. Çünkü o zaman başka biri olurdum herhalde. Yazma anında insan bir şekilde daha yaşadığını daha çok var olduğunu hissediyor. Deliliğin kaynağındaki o karanlık şey de rüyaların kaynağındaki o karanlık şey yazının da kaynağında mevcut. Bu demek değil ki yazarlar delidir veya rüya görürken deliririz. Ama kesiştikleri bir yer bir ortak zemin var. Onu araştırmak yani yazıyla uğraşmak bizi hem rüyaya hem de deliliğe yaklaştırıyor.”

“Kütüphanenizin gözde yazarlar bölümünü tahmin edebiliyoruz eserleriniz sayesinde. Peki takip ettiğiniz güncel yazarlar arasında kimler var?”

“Çok sayıda yazar var. Ayfer Tunç, Barış Bıçakçı, Ayhan Geçgin, K. İskender, Birhan Keskin yazacaklarını heyecanla beklediğim yazarlardan birkaçı...“


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2016

Murakami’nin Hemingway’e Selamı Edebiyat dünyasının Nobel Ödülü’nü ne zaman alacağını merakla beklediği, Türkiye’de de hatırı sayılır bir okur kitlesine sahip Japon yazar Haruki Murakami’nin yeni öykü kitabı “Kadınsız Erkekler” Doğan Kitap tarafından yayınlandı. Metni Japonca aslından Ali Volkan Erdemir çevirmiş. Murakami’nin daha önce başka dergilerde yayınlanmış öykülerini topladığı kitap yedi öyküden oluşuyor. Tam da adından anlaşılacağı üzerine yaşamlarında bir kadının özlemini çeken, yasını tutan; bir kadın tarafından aldatılmış, terk edilmiş olmanın acısıyla yaşayan, aşkla kendinden vazgeçen erkeklerin öykülerini anlatıyor bu kitabında Murakami. Kitap, aşka ve kadınlara yazılmış bir ağıt olarak sunulmuş. Kitabın adı ve erkeklerin yalnızlığına odaklanışı bir başka usta yazar Ernest Hemingway’in gençlik dönemi yapıtlarından biri olan “Kadınsız Erkekler”e (Men Without Women) gönderme olup olmayacağı sorusunu akla getiriyor. Murakami’nin öykülerinde kentler, barlar, sokaklar, arabalar, çağımızın metropol insanı ve elbette aşk ve kadınlar var. Hemingway’in öyküleri ise savaş, matadorluk, cinayet, ilişkiler gibi temalar etrafında döner. Bu iki kitabı peş peşe okumak, 21. yüzyıl Japon edebiyatından 20. yüzyılın Amerikan edebiyatına gönderilen bu selamın izini sürmek dedektif ruhlu okurlar için oldukça eğlenceli olabilir. “Kadınsız Erkekler”, Haruki Murakami, Çev: Ali Volkan Erdemir, 224 s., Doğan Kitap, 2016

Çağın Ana Problemleri Bir Kitapta 21. yüzyılın ilk çeyreğinde faşizm, ırkçılık, ayrımcılık insanlığın acil gündem maddelerini oluşturmaya başlarken; dünya çapında düşünürlerin bu kavramlar üzerine kaleme aldığı yazıların yer aldığı bir kitap topluma ve insanlığa başka bir açıdan bakmayı sağlıyor. Samir Amin, Bertolt Brecht, Pierre Milza, Umberto Eco, William I. Robinson’un yazıları faşizmin yalnızca şiddet olmadığını; sermayenin saldırgan politikalarının toplamı olarak; yasalar, eğitim, ekonomi aracılığıyla nasıl inşa edildiğini gözler önüne seriyor. Umberto Eco’nun, “Faşizmin maskesini düşürmek ve ona her an dikkatli olmak” vurgusuyla, “Özgürlük ve kurtuluş asla sonu gelmeyecek bir görevdir. Sloganımız şu olsun: ‘Unutmayın’” diye eklemesi boşuna değil. Tepeden tırnağa sermayenin ihtiyaçlarına göre düzenlenen bir dünyada, parlamentoların öneminin azalması ile yürütmenin gittikçe güç kazanması, biçimsel bile olsa hukuki düzenlemelere riayet etmeyen hükümetler ve sosyal hakların kapsamının gittikçe daralması istisna olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla söz konusu kavramlar üzerine düşünmek için artık “düşünür” olmak gerekmiyor. “Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları” otoriter olanının totalitere yönelmesinin neden ve nasıl bir zaruret halini aldığını ve bunun önlenebilirliğini tartışan makalelerden oluşuyor. . “Faşizm Irkçılık Ayrımcılık Yazıları”, Samir Amin, Bertolt Brecht, Pierre Milza, Umberto Eco, William I. Robinson, Derleyen: Sibel Özbudun, Temel Demirer, 408 s., Ütopya Yayınevi, 2016

Cinlerin ve Enis Batur’un İstanbulu MELİSA CEREN HASMADEN

K

ent savunması, toplumsal belleğin bir parçası olarak mekânlar, ağaçları sökmeye girişen dozerler, dozerlerin önüne kendini siper eden insanlar. İstanbul dediğimde bu kavramlar ve görüntüler hücum ediyor zihnime önce. Ne boğaz, ne yalılar, ne de kırmızı tuğlalı Bizans kiliseleri. Tarihin hiçbir döneminde bir kent, işgale değil bizzat iktidara karşı böylesi bir savunmaya ihtiyaç duydu mu bilmiyorum. Bildiğim, son yıllarda kentin kendisinin topyekûn bir direniş alanına dönüştüğü. Enis Batur’un “Cinlerin İstanbulu” kitabının baskıdan önceki nüshası elime ulaştığında Yedikule Bostanları dozerlerce talan ediliyordu örneğin. “Cinlerin İstanbulu” yaşadığımız bu tahribatın ardından, kentin yeniden ayağa kalkacağı günlerde –evet, İstanbul her kıyımın ardından yeniden ayağa kalkmayı başarmış bir ankadırbaşvuracağımız yazılı belleğimize Enis Batur’dan bir armağan. Bazıları Ara Güler imzası taşıyan fotoğrafları, bugün bir belge olmanın ötesinde tarihi eser değerinde gravür örnekleriyle “örtük, loş bir panorama denemesi”. Kitabın açılışında okuru karşılayan “Cinlerin İstanbulu” başlıklı metin Batur tarafından ilkin Fransızca kaleme alınmış. Ara Güler’i fotoğrafları eşliğinde, “İstanbul des Djinns” adıyla, 2001 yılında Fransa’da Fata Morgana yayınevi tarafından basılmış. Bu kitapta okuduğumuz ise bir çeviri değil, yazarı tarafından Türkçe olarak yeniden yazılmış. Gecesi ile gündüzü, Bizans Sarayları ile kentin tekinsiz mekânları, sokaklarından eksik olmayan insanlarıyla kentin silüeti kitapta böyle beliriyor. Metnin kapanış satırları bir geçmiş kadar geleceğe de işaret ediyor sanki: “Korsanlar adaları ateşe verir, limanı işgâl ederler, Marmara’nın dibinde nicedir gergin bekleyen, yarığın dibinden Büyük Kıyamet harekete geçer, İstanbul hızla cehenneminin yedinci katına inmeye koyulur, cinleri zincirlerinden boşanır, gecenin kapıları birdenbire kapanır: Her şeye gün doğarken yeniden başlanacaktır.” Büyükada’nın Manastır tepesinde, yaklaşık elli yıldır kaderine terk edilmiş, kısa bir bakışmanın ardından gözlerimizi kaçırdığımız ünlü Rum Yetimhanesi (Prinkipo Rum Yetimhanesi) bir “Hayalet” olarak girmiş kitaba. 2011 yılında “Hayalet - Büyükada Yetimhanesi ve Alexandre Vallaury için bir fotoroman denemesi” adıyla Fransız Kültür Merkezi’nde bir sergi düzenlenmişti. 19. yüzyıl sonu - 20. yüzyıl başı Osmanlı Mimarisi’nin en belirleyici ismi Alexandre Vallaury’nin eserleri etrafında kurulan bu serginin görsel ve belgesel içeriğine Enis Batur’un metni eşlik etmişti. Bu yazı, Norgunk Yayınevi tarafından Türkçe ve Fransızca iki ayrı basım olarak yayınlanmıştı. “Hayalet”, Enis Batur’un çektiği fotoğraflar eşliğinde bir otel olarak tasarlanmış ancak otel açılma projesi gerçekleşmeyince Rum yetimhanesine dönüştürülmüş, devasa ahşap yapının kendi sesiyle dile gelen hikâyesi. Dünyanın ilk çok katlı ahşap yapısı, bilinen ahşap yapıları içinde en büyüğü olduğu söylenen Büyükada Rum Yetimhanesi 1960’lardan bugüne kaderine terk edilmiş. “bana sırtınızı dönmüştünüz insan, önce kendinden saklanır.”

melisahasmaden@gmail.com Diğer metinler ise ilk defa “Cinlerin İstanbulu” içinde okurla buluşuyor. “Defterdar Kayıtları” bir kenti okumanın türlü yollarına, bir kentle temasın her iki tarafta da bıraktığı izlerine değiniyor. Ama belki de en önemlisi bunca katmanın, bunca zamanın, bunca temasın izlerini taşıyan –günden güne bir yandan eksiltilirken başka bir yandan genleşip genişleyen– bir kentin daha çok kayıt altına alınması gerektiğini vurguluyor. “Bütün ayrıntıları kuşatmak için daha çok yayın, daha çok yayını destekleyecek daha koyu kaynakçalar oluşturulmalı. Gazetelerin bir görünen bir kaybolan kent sayfaları iyi hazırlanmalı; televizyon kanalları adamakıllı görüntü ve ses arşivleri kurmalı; semt dergileri çoğalmalı - ‘aşk örgütlenmektir, bir düşünün ağabeyler!’” “Cinlerin İstanbulu’nun alt döşemesi fotoğraf” diyor yazar yayın notunda. “Alınteri ve Eller - Ara Güler Sokaklarda” bölümü işte böyle. Ara Güler fotoğraflarında ellerin izini sürüyor, hikâyelerini dinliyor... “Loş Bir Cadde Efsanesi - Üç Beyoğlu” ve “Otuziki Kısım Tekmili Birden: Beyoğlu” bölümleri kentin yüzyıllardır atan kalbi, kimilerinin sığınağı ama bence en çok döneminin turnusol kâğıdı olan pek sevgili Beyoğlu’na ayrılmış; tarihi, yapıları, insanları, hikâyeleri ve elbette akan kanıyla: “Bir kent hapisaneye dönüştüğünde, ne yapıp edip bir köşesinden çatlar: Özgürlük talebi gelip kendisini dayatmıştır.” “İnsanlar, Sokaklar, Şeyler”, adındaki üç unsuru yan yana getirmiş. Adalardan Hipodroma, kentte yaşamış üç Rus yazardan dünya edebiyatında İstanbul izlerine, Masumiyet Müzesi’nden Anıt Ağaçlara kentin bir çapraz okuması. Enis Batur, “aşk örgütlenmektir, bir düşünün ağabeyler!” demeden az biraz önce “İstanbul’un dibi definelerle dolu” diyor. “Cinlerin İstanbulu”nda iki define buldum ben de. İlki “Kendi Sesinden İstanbul”, diğeri ise “Parmaklar Deklanşörde”. “Kendi Sesinden İstanbul”, “büyük, çokrenkli, gürültülü bir dönmedolap gibi şehir”in “başına gelenlerden bitkin, başına geleceklerden şimdiden ürkek” sesinden bir iç dökme adeta. “Parmaklar Deklanşörde” ise “Böyle miydim ben, böyle doğmadım, büyümedim” diyen kente dair zamanı, mekânı, güzelliği ve çirkinliği aşan bir vizörden görünenler. Ne bir güzelleme ne de ağıt. “Benimkisi bir edebiyat adamının tasalarına uygun bir okuma biçimi; başka açıdan söyleyecek olursam, ‘fotoğrafın arabı’nı, negatif halinde yüzen gerçekliği görmenin yolunu arıyorum her seferinde”, diyor Enis Batur. “Cinlerin İstanbulu” bayatlamış nostaljinin, hesapsız güzellemenin ve sunturlu yergilerin ötesine uzanan bir bakışla; duyarak, dokunarak, koklayarak, hayal ederek, görerek gerçekleşen bir kent okuması. “Cinlerin İstanbulu”, Enis Batur, 200 s., Remzi Kitabevi, 2016


Şubat 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Yazar ile Okur Arasında ADALET ÇAVDAR

Ç

oğumuz kocaman bir kalabalığın içerisinde hiçbir zaman yetmeyen zamanla yarışarak yaşamaya çalışıyoruz. Bir parça sükûnet için çekildiğimiz köşelerimizde yaşadığımız günü gözden geçirirken birçok şeyi unutuyoruz, unutmayı seçiyoruz. Ayrıntılarda gizli hikâyeleri eleyip toplamın anlamını tutuyoruz aklımızda. Kurduğumuz cümlelere aklımızda dolanan sözcüklerin bir kısmını koyamayıp kendi iç sesimizle büyüyoruz/yaşlanıyoruz. Bütün bunlar olurken aklımız alıyorsa, zaman bulabiliyorsak ve seviyorsak okuyoruz. İnsanın yaşamadan hayalini kurduğu, herhangi bir şekilde aklından geçirdiği şeylerin de anısı olduğunu nasıl kabul ediyorsak okuduğumuz kitapların içinde yaşayan kahramanlar da artık bizim hayatımızın bir yerinde varlıklarını sürdürüyorlar. Birinin ömrü diğerlerinin hafızasında yaşadığı kadar değil miydi zaten? Peter Mendelsund’un yazdığı Metis Yayınları tarafından Özde Duygu Gürkan çevirisiyle yayınlanan “Okurken Ne Görürüz?” ayrıntılı bir okuma kılavuzu. Şimdiye kadar okuduğunuz pek çok kitabı elinize alıp yeniden okuma arzusu uyandırabilir, aman dikkat! Dili, anlatımı, tasarımı ve yönlendirmeleriyle bir şekilde tanıştığınız roman kahramanları ve yazarlarıyla dostluğunuzu pekiştiriyor. Bundan sonra tanışacaklarınız içinse bir nevi bir dedektiflik yöntemi geliştiriyor zihninizde ve iyi bir okurun iyi bir dedektif olması gerektiğini vurguluyor anlattıklarıyla. Daha da önemlisi, gündelik hayatta oradan oraya koştururken kaçırdıklarımız ile bir kitabı okurken kaçırdıklarımız arasındaki bağları ve ilişkileri ortaya döküyor. Biliyorsunuz çoğu zaman söylemek istediklerimiz ile söylediklerimiz arasındaki boşluğa düşüverir yaşadığımız ya da yaşama ihtimalimiz olan öyküler. Mendelsund aynı durumun kitap okurken de hasıl olduğunu ifade ediyor. Yazarın anlatmak istedikleri ile anlattıkları arasında ve yazarın anlattıklarıyla okurun okudukları arasında irili-ufaklı uçurumlar olabiliyor. Kitabının hemen başındaki Laurence Stern alıntısı başımıza geleceklerin habercisi: “Yazmak sohbet etmenin başka bir adıdır sadece.” Mendelsund kitap boyunca okurun kendi sesiyle okuduklarını bir de yazarın sesinden duyacak şekilde kulaklarını açmasını öneriyor. Bununla kalsa iyi… Bir süre sonra tüm kitabı Peter Mendelsund’la kitaplar hakkında sohbet ederek okuduğunuzun farkına varıyorsunuz. Duymak ve görmek, görmek ve anlamak arasındaki farklılıkların arasında okuduğunuz her şeyi yeniden sorgulamanızı sağlıyor Mendelsund. Herkesin, her kitaptan, hatta aynı okurun bir kitabı farklı zamanla okuduğunda aynı şeyi anlamasının neden mümkün olmadığını araştırıyor. Cevap; okuyan ve yazan arasındaki iç dünya tercümesinin öngörülemeyecek kadar fazla sayıda katmanı olmasıyla ilgili. Belki de kimilerimizin kimi kitaplara direnç göstermesinin sebebi bu tercüme girişimine kapıyı kapatmamızdır. Ya da belki aslında her okur bir çevirmendir ve çok okuyanlar bu iç dünyalar arası çeviri işinde ustalaşırlar. Demek ki her okur bir nevi tercümanlık da yapar. Fakat bu tercüme işi düşündüğünüz kadar basit olmayabilir. Zira Mendelsund yazarın söy-

adaletcavdar@gmail.com ledikleri kadar söylemediklerinin de önemli olduğundan bahsediyor. Okurun, yazarın onun için açık bıraktığı kapılardan girip romanı kendince yeniden şekillendirmesini/anlamlandırmasını da okur ile yazar arasındaki bir oyun olarak tarif ediyor. Yazarın çok renkli betimlemelerle okurun sahicilik duygusunu kuşatması da, söylenmemiş olanın gücünü kullanıp yazar-okur hiyerarşisini bir nebze de olsa kaldırarak sahicilik dozunu ayarlamayı okura bırakması da mümkün bu oyunda. Acaba okur bu oyuna nasıl tepki verir? Kendisine bütün ayrıntılarıyla anlatılan bir fotoğraf karesini gözünde canlandırmaya çalışarak mı sürdürür okumasını? Yoksa o fotoğrafla ilgili ayrıntıları atlayıp kitapla arasındaki sürekliliği bozmayı mı seçer? İşte bu oyunlu tarafı yüzünden okuma eylemini, edimini bir nevi performans olarak niteliyor Mendelsund. Okur bu performansta hem bir orkestra şefi, hem orkestra, hem de seyirci. Yazının ve okurun ritmi arasındaki bağlantıyı keşfetmek, bir kitabı bir müzik gibi düşünmenin büyüleyici etkisiyle heveslendiriyor okuru. Yazarın yazdığını kıymetli kılanın, birinin onu okuması olduğu gerçeğiyle de yüzleştiriyor. Bu arada iki kişinin aynı metinden aynı şeyleri anlamalarının neden bir mucize olduğunu idrak ediyorsunuz. Mendelsund okumayı farklı sanat dalları ve yazarların çalışma disiplinleriyle karşılaştırıyor. Okuma eyleminin başında kendini bir hikâyede kaybetme isteği, aslında bu isteğe birlikte yaratma arzusu ve sahip olma talepleri de eşlik ediyor. Daha doğrusu bu üç arzu/talep genellikle bir arada bulunuyor. Çünkü okumak biriyle arkadaş olma ve onunla zaman geçirme tercihinin sonuçlarından biri. Okurun beğenmeyip yarıda bıraktığı kitapların bir şekilde hayatının bir yerinde ona tekrar sesleneceğini düşünürüm anlamsızca. Tıpkı tabakta bıraktığımız yemeklerin arkamızdan ağlayacağı gibi. Çünkü kitabı ele almak, yazara bir söz vermektir. Yarım bırakarak o sözü tutmamış olurum. Rafta o kitapla ne zaman karşılaşsam yarı yolda bıraktığım bir arkadaşımla rastlaşmış gibi olurum. Kafka’nın “Dönüşüm” kitabı için yayıncısına yazdığı nottan bahsediyor Mendelson. Kafka istemiyor böceğe ilişkin ayrıntılar vermeyi: “O olmasın, lütfen o olmasın! Böceğin kendisi tarif edilmemeli. Uzaktan bile gösterilmemeli” diyor. Bunun üzerine “Dönüşüm”ün farklı yayınevlerinden çıkmış baskılarını hatırlamaya çalışıyorum. Hemen hepsinde bir böcek resmi var galiba. Böylece yayıncılık sektörünün yazar ile okur arasına nasıl da girmiş olduğunu bir kez daha anlıyorum. Bu da okuma halinin aslında kolektif bir performans olduğunu vurguluyor. Peki “okumayan bir toplum” dediğimizde aslında nasıl bir toplumu tarif etmiş oluyoruz? Birbirini anlamamayı tercih eden insanlardan oluşan bir toplum mu? “Okurken Ne Görürüz?”, Peter Mendelsund, Çev: Özde Duygu Gürkan, 450 s., Metis Yayınları, 2015

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Doğan Hızlan: Bir Vefa Simgesi… Onu ne zaman görsem “edebiyatın cumhurbaşkanı” nitelemesini düşünürüm. Tahsin Yücel’i son yolculuğuna uğurlarken de böyle oldu. İltifat güzel de tam yerine oturmuyor bence. Doğan Hızlan’ın iyi edebiyatın kokusunu aldığı doğru da akımlar, eğilimler üstü olduğu kuşku götürür. Hani cumhurbaşkanı biraz siyaset üstüdür diye biliriz. Doğan Hızlan kişiler ve çevreler üstü değildir. Hiç değildir, çünkü “A” dergisi kuşağı yazarlarındandır, belli bir duruşu vardır. En yakın arkadaşlarını da sayayım: Konur Ertop, Adnan Özyaçıner, Erdal Öz, Hilmi Yavuz, Onat Kutlar... Uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde çalışmıştır. Hür Yayınları’na ve Altın Kitaplar’a eş zamanlı danışmanlık yapmıştır. Bu arada belirteyim kaderin cilvesi hem Hür Yayınları’nda hem de Cumhuriyet Kültür Servisi’nde Aydın Emeç’le halef selef oldular. Doğan Hızlan’ın yazılarını okuyorum. Onunla yapılan nehir-söyleşiye bakıyorum. Aslında müzikten edebiyata uzanan çok renkli bir zevk kültürü geliştiren bir kişiliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Klasik Türk müziğini sevdiği, haz aldığı kadar klasik Batı müziği konusunda beğenisi yüksektir. Klasik Türk edebiyatının zenginleştirilip çağcıllaştırılmasını Abdülbaki Gölpınarlı gibi, Tahir Alangu gibi dilerken; Selahattin Hilav’ın, Kemal Tahir’in emeğine saygı gösterip Selim İleri gibi dönemin genç yazarlarına Altın Kitaplar’da kucak açarak öncülük etmiştir. İlk kitabı bir derlemedir: “Ne İstiyoruz?” Yıl 1970 olmalı. 1968 kuşağının Avrupa’da estirdiği fırtına henüz dinmemiştir. Neler olup bittiğini Türkiye’de okurlar bu kitapla öğrendiler bence… Doğan Hızlan’ı Cumhuriyet’teki odasında gördüğüm ilk günü unutmuyorum. Yıl 1980... Henüz 12 Eylül olmamış… YAZKO’dan yeni çıkardığımız kitapları ona götürüyorum. İki adet Mavi Dizi’den roman, iki adet Macenta Dizi’den şiir kitabı, iki adet de Sarı Dizi’den inceleme… Kitapları tam anımsamam mümkün değil ama sanırım Pınar Kür’ün “Yarın Yarın” adlı romanıyla Afşar Timuçin’in “Denizli Pencere” adlı öykü kitabı. Şiirler mi? Arif Damar’ın “Alıcı Kuşu Kardeşliğin” ve Yaşar Miraç’ın hemen toplatılan “Taliplerin Ağıdı” olmalı. Doğan Bey odasında tek çalışıyor; yardımcısı Salim Alpaslan yazı işleri katında… Beni oturtuyor ve uzun uzun telefonda konuşuyor. Sonra kitapları inceliyor ve teşekkür ediyor. Birden aklına gelmiş gibi Vasfi Rıza Zobu’nun Milliyet Yayınları’ndan çıkmış anı kitabını arayıp bulamadığını söylüyor. Hemen yarın kapak klişesini çıkarması gerekiyormuş. Bende evde var diyorum. Seviniyor. Doğan Hızlan’la karşılaşmalarımız Hürriyet’e geçtikten sonra da sürdü böyle… Geldik 2000’lere… Hürriyet’teki köşesi “vefa” yazılarıyla doludur. En son Tahsin Yücel için söyledikleri aslında özlenen sözlerdir. (Tahsin Yücel’in Haney yaşamalı” adlı öyküsü belleklerden silinecek gibi değildir) Onun çevirisi olan “Yaban Düşünce” adlı Claude Levi-Straus’un kitabı Hürriyet Vakfı olarak basmaya karar veren de kendisidir. Yine yakınlarda son yolculuğuna uğurlanan Prof. İsmail Tunalı için de son derece duyarlı bir yazı kaleme aldı. Ona iyi ki varsın diyorum. Öneriler:

“Yaşlanmayan Yaşlılar”, Özcan Köknel, İnceleme, Okuyanus, 227 s., 2015 “Musa ve Akhenaton”, Ahmed Osman, Çeviren: Zeynep Anlı, Say yayınları, 368 s., 2016 “Yosun Kaplı Sular”, Arzu Arabacıoğlu, öykü, Potkal Kitap, 80 s., 2015


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2016

“H

ayvan Özgürleşmesi” hayvanların gıda, giyim, bilimsel araştırmalar ve eğlence amacıyla kullanımını tümden reddetmekten fazlasını veriyor. Peter Singer öncelikle kavram kargaşası yaratan terimleri kafanızdan uzaklaştırmanızı istiyor. Örneğin insan-hayvan karşılaştırması birbirinden uzak iki noktayı, kimi yerdeyse zıt anlamları ifade ediyor gibi görünüyor. Bunu ortadan kaldırmanın en kolay yolu insanın biyolojik olarak hayvanlar aleminin bir türü olduğunu net biçimde kabul etmek. Sonrasında insan ve insan dışındaki hayvanlar ifadeleriyle aradaki algısal farklılığı azaltmaya başlıyoruz. Bir midye mi bize daha yakın yoksa bir maymun mu? İnsan, maymun ve midyeyi bir doğru üzerine yerleştirdiğinizde insan ve maymunun ne denli birbirine yakın, midyeninse bir o kadar uzak noktalarda yer aldığını fark edersiniz. Peki konu adlandırmaya geldiğinde? İşte o zaman tam yanı başınızdaki komşunuz ile midyeyi bir isimle anar, kendi türünüzü ise bu gruptan ayırırsınız. Peter Singer’ın insanın hayvana bakışındaki hatayı gösterirken kullandığı bu basit örnek tek başına bile paradigma değiştirmek için yeterli.

Hayvan Hakları Mücadelesi ve Kitaplar

Öldürerek Beslenmenin Ahlaki Açmazları Hayvan hakları ve özgürleşmesi çok fazla ayağa sahip. Bunun nedeni hayvanların pek çok farklı amaçla ve farklı biçimlerde zulme uğruyor olması. Özgürleşme hareketinin mücadele alanlarını kabaca ve sektörlere göre sınıflarsak; gıda, giyim, araştırma, eğlence gibi birkaç başlık oluşturabiliriz. Can kayıplarının ve mağduriyetin en yoğun yaşandığı yer ise gıda sektörü. Hayvan hakları aktivisti vegan yazar Jeffrey Moussaieff Masson’un hayvanların gıda amaçlı sömürülmesini konu alan kitabı “Tabağındaki Yüz” hayvan haklarının en çok ihmal edilen kısmını gözler önüne seriyor. Bu kitap sadece konunun dışında kalanları uyandırmak için değil. Vejetaryenler ve veganların da fark etmeden hayvan sömürüsüne ortak olmalarının önüne geçecek çok önemli bilgileri sunuyor. Bunun yanında yazar gıda maddesi üretimi amaçlı endüstrileşmiş hayvan sömürüsünün yol açtığı çevresel problemler ile hayvansal üretimdeki ekonomik verimsizlik gibi faktörleri de detaylıca inceliyor. Masson bir psikanalist olarak, soframızda yer alan “lezzetli ürünleri” keyifle yerken ciddi bir inkâr psikolojisi içine girdiğimizi, böylece ardındaki zulme karşı körleştiğimizi vurguluyor ve gözlerimizi gerçeğe açmamız için çarpıcı detaylara yer veriyor. Veganların gıda için hayvan kullanımı konusundaki düşünce ve propagandaları “hayvanlara acımak ve onları yemekten vazgeçmenin” çok ötesinde. İlk akla gelen hayvanların yaşam hakkı

OZAN EZGİ BERBEROĞLU ozanezgiberberoglu@gmail.com

D

ecartes’ın hayvanları mekanik varlıklar olarak tanımlamasının üzerinden yüzlerce yıllık biyoloji bilgisi geçti. Artık hayvanların insanlar gibi karmaşık sinir sistemlerine sahip olduğunu, duyguları ve acıları tıpkı insanlar gibi hissedebildiklerini biliyoruz. 1970’lerde ortaya çıkarak kendi hareketini yaratan ve hayvan hakları mücadelesinin yeni omurgasını oluşturan “hayvan özgürleşmesi” terimi halen bu mücadelenin en doğru ve kapsamlı tanımını içinde barındırıyor. Hayvan özgürleşmesi hareketinin en önemli isimlerinden Peter Singer, 1975’te yayımladığı “Hayvan Özgürleşmesi” kitabında “Hayvanlar acı ve korkuyu hissedebiliyorlarsa onlara bunu nasıl yaşatabiliriz?” sorusunu gündeme taşıdı. Harekete büyük bir ivme kazandıran Singer, kitabında gücü ve ona sahip olanın diğerleri üzerindeki tahakkümünü masaya yatırdı. İnsanlara ilk kez karşılaştıkları paradigmalarla hayvanların eşit yaşam hakkı kavramını açıklayan eser, bu özgürleşme hareketinde devrimsel öneme sahip diyebiliriz.

olsa da, çiftlikler ve hayvansal üretim tesislerinin ekolojik tehlikeleri ve ekonomik verimsizliği beraberinde getirdiğini gösteren birçok araştırma var. İnsan yaşamının önceliği düşüncesine kendini kaptırmış olanlara Peter Singer’ın insan hayatını kurtarırken hayvanlara yapılan zulmü de yok edecek bir önerisi var. Yazar, insan hayatı daha önemliyse, az miktarda hayvansal protein için hayvanları beslerken harcanan milyonlarca ton tahılı insanlara yedirerek çok daha fazla insanı doyurabileceğimizi söylüyor. Halen geniş bir kesiminde açlığın yaşandığı dünyada, daha az insanın damak zevkine karşılık Singer’ın adil bir teklifi var: Daha çok insanın tokluğu. Kutsallaştırılmış Hayvan Ölümleri: Deneyler Tıbbi araştırmalarda hayvanların kullanımı halen tartışmalı konulardan. Hayvan özgürleşmesinde, çok büyük kısmı birbirinin tekrarı olan ve kısıtlı fayda sağlayan deneyler tamamen reddediliyor. Önemli hastalıklara çare bulmak söz konusu olduğunda ortaya çıkan tartışmalar ise bir başka ahlaki problemi beraberinde getiriyor. İnsana fayda sağlayacak bir ilacı denerken, çok daha doğru sonuçlar verecek olmasına rağmen, neden insan değil de başka türler seçiliyor? Deneylerde yoğun olarak kullanılan


Şubat 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

memelilerin sinir sistemlerinin insanınkiyle çok benzer olduğunu, acıyı ve korkuyu aynı şekilde hissettiklerini biliyoruz. Hayvan deneyi yanlısı etik araştırmacıları insan dışı türlerin gelecek planı kurma, gelişmiş idrak ve toplumsal değer yaratma gibi yetileri olmadığı savından beslenerek, yüksek riskli uygulamalarda hayvanların tercih edilmesinin ahlaki olduğunu savunuyorlar. Hayvan hakları aktivistleri bu noktada zihinsel olgunluğa erişmemiş bebekler ya da bu sayılan yetilerin hiçbirini barındırmayan zekâ geriliği olan bireylerde deney yapılması teklif edilemezse bunun hayvanlar için de teklif edilemeyeceğini öne sürüyor. Hayvan hakları konusunda “radikal” görüşleriyle hayvan özgürleşmesi hareketinin önemli isimlerinden biri olmuş ahlak felsefecisi Prof. Tom Regan “Kafesler Boşalsın” adlı kitabında tıp araştırmalarından, kozmetiğe ve ev temizlik malzemelerinin üretimine kadar her alanda uygulanan deneylere “yararların abartılması” argümanıyla bakıyor ve gereksizliklerini araştırma verileriyle ortaya koyuyor. Yazar bunun yanında, günlük hayatın normali haline gelmiş büyük hayvan hakları ihlallerine dikkat çekiyor. Endüstrileşmenin hayvan yaşamını yok eden sistemleri de beraberinde getirdiğini vurgulayan Regan, gıda tesisleri, araştırma laboratuvarları, sirkler ve hayvanat bahçeleri gibi sistematik ölüm kamplarını eleştiriyor ve hayvanların bilinçli varlıklar olarak saygıyı ve özgür yaşamı hak ettiklerini söylüyor. Hayvan özgürleşmesi hareketinin temelini oluşturan bu düşünce Regan’ın iyimser öngörüsüyle birleşiyor. Yazar kafesleri boşaltma metaforuna büyük bir ahlaki değer yüklüyor. “Kafesler Boşalsın” canlıların fiziksel ve ruhsal tutsaklıklarının ahlakı çürüten yanını görünür hale getiriyor. Türcülük ve Manevi haklar Hayvan özgürleşmesi savunucuları türcülük ile ırkçılığın kardeş olduğunu biliyorlar. Canlılar arasında yapılan ayrımı ve seçilmiş türlere yönelik sistemli ayrımcılığı kabullenen insanlar, uygun koşullar oluştuğunda bu zulmü kendi türü içinde de kabullenebiliyor. Buna et endüstrisi ve hepçil beslenenlerin körlüğünü örnek olarak gösterebiliriz. Her gün yüz binlerce hayvanın sadece “et” için öldürülüyor olmasını kabullenen insanlar, kendilerine mezbahaların iç yüzü gösterildiğinde kurban edileni kendinden ayıran keskin farklar olduğunu öne sürerek vicdani rahatlama sağlıyor. Yine hayvanların insanlar için “yaratıldığı” düşüncesini besleyen dinsel inançlar da insanı diğer türlerden koparıp başat bir noktaya çekiyor. Biyoetikçiler ve hayvan özgürleşmesi savunucuları insanların bu “kendini farklılaştırma” eğiliminin büyük savaşlar ve soykırımlar da kendini gösterdiğini savunuyor. Böylece kendinden farklı olan her tür ya da ırka empati kurmaksızın yaklaşmanın yolu açılmış oluyor. Hayvanlar manevi haklara sahip olabilir mi? Eğer olabilirse bu hakların sınırları neye göre belirlenir? Hayvan hakları insan hakları ile çatışır mı ya da çatış-

tığı durumlarda hangi hak üstün gelir? Hayvan haklarını felsefi alanda sorgularken sorulabilecek sayısız soru var. Temelde hayvanların kimi haklara sahip olabileceği görüşünde toplanan geniş bir kitle bulunuyor. Ne var ki iş, hakların türler arası ayrımına geldiğinde hayvan hakları ile insan haklarını eşit ya da paralel gören insan sayısı oldukça az. Hayvan haklarını insana alternatif koşan sorular duyarlı kesimin kendi içinde parçalanmasına yol açıyor. Ahlak felsefecisi David DeGrazia “Hayvan Hakları” kitabında hayvanları manevi haklarının anlaşılabilmesi için modeller sunuyor. Onların yaşam döngüleri, bu döngü içindeki pozisyonları, sosyalleşme güdüleri, türdeşleri ve diğer türlerle ilişkilerini örneklerle açıklayan yazar, hayvan zihninin insandan çok da farklı işlemediğini ortaya koyuyor. Bizler kadar kompleks düşünceler üretemese de hayvanlar da hayatlarını devam ettirmeye yönelik stratejiler kuruyor, hiyerarşik gruplar ve aileler oluşturuyorlar. DeGrazia aramızdaki farkın düşünüldüğü kadar büyük olmadığını tekrarlarken mevcut farkların da insana avantajlı rol sağlamak için yeterli olmadığını söylüyor. Çocuğunuz mu Köpeğiniz mi? Hayvanlar hakkındaki yerleşik görüşlerimize iki temel düşünce damgasını vuruyor. İlki, hayvanlara gereksiz acı çektirmemek gibi dolaysız bir yükümlülüğümüz olduğu düşüncesi. Ancak hayvanları mal olarak gören ahlaki yapılanma hayvanlara acı çektirmeyi yasaklayan kuralları pratikte anlamsızlaştırıyor. Hayvanlarla ilgili ahlaki görüşlerimizi şekillendiren ikinci düşünce ise olağanüstü durumlarda insanların çıkarlarına öncelik vermemiz gerekliliği. Hayvan hakları aktivisti ve hukuk profesörü Gary L. Francione bu düşünceleri “Çocuğunuz mu yoksa köpeğiniz mi?” sorusuyla irdeliyor. Yanan bir binada çocuğunuz ve köpeğiniz mahsur kalsa önce hangisini kurtarırdınız? Peki ya çocuğunuz ve yabancı bir çocuk? Yanan binada köpeğiniz ve Hit-

ler olsa; peki o zaman hangisini kurtarırdınız? Uç örneklerle yaşam hakkı yönünden hayvan-insan karşılaştırmasını farklı boyutlara çeken araştırmacı, insanların ahlaki bir şizofreni durumu içinde olduğunu savunduğu “Hayvan Haklarına Giriş” kitabında yaşamın tüm türler için aynı öneme sahip olduğunu ve bu hakkın hiçbir bahaneyle yok sayılamayacağını söylüyor. Farklı amaçlarla öldürülen hayvanları sayısal olarak sıralayan yazar göz ardı edilen canların hayal bile edilemeyecek çoklukta olduğunu vurguluyor. Ahlaki kuramlar yaratabilmesiyle övünen insanlığın nasıl bir ahlaki patolojiyle bu ölçüde büyük bir zulmü görmezden geldiğini sorguluyor. Kurguda Hayvan Hakları Yüzleşmesi Hayvan hakları, hakkında çok az şey bilinen bir alan olduğundan, hak mücadelesine ilgi duyanların öncelikle kılavuz niteliğindeki kitaplar ve felsefi sorgulamalara yer veren eserlerle başlamasının faydalı olacağını düşünüyorum. Hak ve özgürlükler alanında aktivizm gösterenlerin dahi konu hayvan hakları olunca büyük eksikler ve yanlış bilgiyle hareket ettiklerini görüyoruz. Temel kavram-

lar, sorgulama biçimleri ve insan-insan dışı hayvanlar arasındaki yaşamsal eşitliklerin irdelendiği didaktik kaynakları yeterince okudum diyorsanız Michael Tobias tam aradığınız isim. Tobias’ın “Acıyı hissetmek için kurban olmak gerekmez” sloganıyla sunduğu kitabı “Öfke”, hayvan haklarını provokatif bir kurguda ele alıyor. Tobias insanların eskiden doğanın bir parçası olarak yaşarken modernleşme ile antroposentrik eksene kaydığını, dünyadaki tüm canlıların kendisi için yaratıldığına yönelik boş bir inanç geliştirdiğini ve bu inancın hayvana yönelik sistemli ve korkunç bir zulüm ağı yarattığını söylüyor. “Öfke” büyük bir hesaplaşmanın öyküsü. İnsanın diğer türler üzerinde oluşturduğu tahakkümün intikamı bu kurguda alınıyor. Kitap sarsıcı anlatımıyla kimi yerlerde rahatsız edici gelse de zihinde büyük yırtılmalar yaratarak bakış açınızı değiştirecek güce sahip. Mücadele Yeni Başlıyor Türkiye’de hayvan hakları henüz emekleme aşamasında. Dünyada bu konuda büyük bir mücadele devam ediyor olsa da hayvan özgürleşmesinin sağlanmasına daha çok uzun yıllar var gibi görünüyor. Ülkemizde yasalar halen hayvanı “mal” olarak görüyor. Neyse ki hayvan haklarını yalnızca sokaklarda yaşayan kedi ve köpeklerin refahından öteye taşıyabildik. Hayvan haklarının sokak hayvanlarıyla sınırlı kaldığını 90’lı yılların sonunda hayvanların giyim sektöründe kullanılmalarına karşı savaşan kürk ve deri karşıtı inisiyatifin başlatıcılarından biri olarak, gerekli motivasyonu Peter Singer, Tom Regan gibi felsefecilerin yazılarında bulduğunu söyleyebilirim. Bugün bu önemli etikçilerin önayak olduğu hayvan özgürleşmesi mücadelesi birçok hareketi doğurmaya devam ediyor. Bunların arasında ALF (Hayvan Kurtuluş Cephesi) gibi global oluşumlardan, “Kürke Hayır” ya da eğitimde deney karşıtı vicdani ret grupları gibi yerel inisiyatifleri sayabiliriz. Tüm özgürlüklerin bir arada yaşandığı bir dünya hayalinde önümüzü aydınlatan tüm üretken zihinlere teşekkürler. “Kafesler Boşalsın”, Tom Regan, 316 s., Çev: Serpil Çağlayan, İletişim Yayınları, 2007 “Tabağındaki Yüz”, Jeffrey Moussaieff Masson, Çev: Zülal Kalkandelen, 267 s., Paloma Yayınevi, 2015 “Hayvan Haklarına Giriş”, Gary L. Francione, Çev: Renan Akman-Elçin Gen, 328 s., İletişim Yayınları, 2008 “Öfke”, Michael Tobias, Çev: Algan Şezgentüredi, 335 s., Versus Kitap, 2006 “Hayvan Özgürleşmesi”, Peter Singer, Çev: Hayrullah Doğan, 363 s., Ayrıntı Yayınları, 2005 “Hayvan Hakları”, David Degrazia, Çev: Hakan Gür, 176 s., Dost Kitabevi Yayınları, 2006


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2016

Epik Bir Arkadaşlık Hikâyesi “Napoli Romanları” yayınlandığı her ülkede listeleri altüst ederek son zamanların edebiyat olayı haline geldi. Ülkemizde de geniş bir okur kitlesi yakalayan Elena Ferranti’nin “Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım”, “Yeni Soyadının Hikâyesi” isimli kitapların ardından üçüncü kitap çıktı. “Terk Edenler ve Kalanlar” isimli kitapta romanın kahramanı Lila, boyun eğmez karakteriyle çalıştığı fabrikada düzenin bozulmasına neden oluyor. İlk romanı ile büyük başarı yakalayan ve nişanlısıyla evlenme hazırlığında olan Lenù ise, arkadaşının yardımına koşarak daha beter bir karmaşaya yol açıyor; zira dönem 70’li yıllardır ve faşistler ile solcuların acımasızca savaştığı toplum her kurumuyla tam anlamıyla çözülmektedir. Lila içine düştüğü karmaşadan zekâsıyla kurtulmayı ve yeni bir geleceğe yelken açmayı bilir. Gelgelelim görünüşte ideal bir evlilik yapan Lenù, beklenmedik bir açmaz yaşayacak, trajik boyutta bir seçim yapmaya zorlanacaktır... Modern edebiyatın en çarpıcı arkadaşlık hikâyelerinden biri olarak değerlendiriler bu epik hikâyenin dördüncü kitabı da yolda. Dördüncü kitabın ismi ise “Kayıp Kızın Hikâyesi”. Tutkulu bir sesi, geniş bakış açısı ve keskin gözlem gücüyle okurun ilgisini hak eden bir yazar Ferrante. İncelikli bir psikolojik gerilim de kullanan yazar, detayları nakış gibi işleyen bir kalem. “Terk Edenler ve Kalanlar”. Elena Ferrante, Çev: Eren Yücesan Cendey, 456 s., Everest Yayınları, 2016

Öğrenmenin Yolları ve Felsefesi Hacı Bektaş-ı Veli, “Bilim, gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır,” der. Bilinmeyeni bilinir kılmak için öğrenmek; bunun için de bilgiyi toplamak, birleştirmek, birbiriyle ilişkilendirmek, farklı bilgilere ulaşmak ve bu bilgileri kullanabilmek gerekir. Öğrenme üzerine kısa ve özlü bir şekilde yazılmış olan Zuhal Baltaş imzalı “Ah Bu Öğrenme” isimli kitap, öğrenmenin bu yönünü irdelerken, öğrenmeyi hızlandıracak yaklaşımları okurun bilgisine sunuyor. İş yapma biçimlerindeki anlayış ve uygulama değişikliklerinin hızla arttığı günümüzde öğrenmenin kaçınılmazlığı, yeni bilimsel arayışları zorunlu kılmıştır. Bilginin nihai amacı, yaşam süresini uzatmak ve hayat kalitesini artırmaktır. Dolayısıyla toplumsal yarar, bilimin ışığındaki bilgileri öğrenerek ve bu temelde bilgi üreterek oluşturulur. Öğrenme sürecinin, yaşamı sürdürmek için koşulları farklılaştırma veya zorunlu durumları kabul ederek uyum sağlama olarak karşımıza çıktığını vurgulayan Baltaş, sürecin ilk adımının temel ihtiyaçları karşılamayı öğrenmek olduğunu hatırlatıyor. İhtiyaçlar hiyerarşisinin bu aşamasında, hayatta kalmak için öğrenilenler yer alıyor. Yeni yollar bulma ve uyum sağlama becerisi de hayatta kalmayı sağlıyor. Zuhal Baltaş, “Ah Bu Öğrenme” adlı kitabının önsözünde, “Kurum akademilerinin ve eğitim bölümlerinin çalışmaları, profesyonellerin ve toplum liderlerinin gelişiminde bilimsel veriye dayalı bilginin yaygınlaşmasını ve uygulanmasını sağlamalıdır. Amacımız, öğrenmeyi bu yönde hızlandıracak yaklaşımları tanıtmaktır,” diyor. “Ah Bu Öğrenme”, Zuhal Baltaş, 72 s., Remzi Kitabevi, 2016

Virgüle Övgü ELİF ŞAHİN HAMİDİ

“N

oktalama işaretlerinden yoksun bir metin yazabilir misin?” diye sordum kendime. Belki sadece nokta kullanarak ya da sadece ünlem işaretiyle. Yahut da sadece ağır başlı bir virgülle, uzunca bir metinin sonunu getirebilir miyim, diye düşündüm. Bu yazıyı noktalama işaretlerinden kendimi sakınarak yazmaya giriştim ilk etapta. Elbette biliyordum böyle bir metinde bunu deneyimlemenin sonuç vermeyeceğini. Zira bunun yeri edebi metinler... Bunun kolay olmadığını bir kez daha anladım bu küçük girişimimle. Bunu deneyimleyen büyük isimler var edebiyat tarihinde. Örneğin, sadece virgül kullanarak upuzun cümleler kuran Kolombiyalı usta Gabriel Garcia Marquez ya da “Ulysses”in bir bölümünü noktasız, virgülsüz kaleme alan James Joyce… Beri yandan bazı sözcüklerden ve hatta harflerden tasarruf ederek yazanlar da mevcut. Sözgelimi, “ve” bağlacından uzak duran Bilge Karasu, “e” harfini sözcüklerine yaklaştırmayan Fransız romancı Georges Perec (“Kayboluş” isimli romanında hiç “e” harfi kullanmamıştır)… Çocuk kitabı yazarı ve mimar Simlâ Sunay’ın, büyükler için kaleme aldığı ikinci öykü kitabı “Virgülün Şikâyeti”, noktalama işaretlerine isyan bayrağı açan, yalnızca virgül ile yarenlik eden metinlerden oluşuyor. Sunay, bu kitapta adeta virgüle övgü düzüyor ve onu anlamaya dayalı virgülleme öyküleri kuruyor. Bu öykülerde virgül, “Sen bir çekil bakalım şuradan” diye çıkışıyor iktidardaki noktaya. “Ben de senin yaptığını yapabilirim. Hem de yıkmadan, sonlandırmadan, çoğalarak, sonsuza ağarak” diyor. Virgülün işgali söz konusu yani. Zaten kitap, İlhan Berk’in “Virgül” metniyle başlayıp, Oktay Rifat’ın “Elleri Var Özgürlüğün” kitabındaki “Virgül” şiiriyle noktalanıyor. Aslında virgülleniyor demeliyim… Virgülle başlayan ve virgülle devam eden, başlangıçsız ve sonrasızmışçasına koşuşan cümleler, okuru, metne dahil olmaya, kendi kurgusunu yaratmaya çağırıyor. Şunu da belirtmeliyim ki Sunay, iki yıldır sadece virgülle yazıyor zaten. Yani ilk kez bu öykülerde böyle bir işe girişmiyor. Öte yandan Sunay, bazı yazarlar gibi kelime veya harflerden kısma yoluna gitmiyor da neredeyse dilimizde izi bile kalmamış, unutma bahçelerimize gömülmüş sözcükleri incelikle yediriyor metinlere. Özenle seçilmiş Farsça, Osmanlıca kelimeler ışıldıyor satırlarda. Sözlüklere hapsolmuş bu tozlu, yitik sözcükler handiyse gözümüzü alıyor. Demem o ki Sunay, şiir tadında öykülerinde ince bir dil işçiliğine soyunmuş. Üzerinde çokça çalışıldığı gözden kaçmayan, yeni, deneysel bir dil dünyası kurmaya girişmiş. Kendine has bir üslup inşa etmiş. Kimilerince yapay yahut zorlama olarak değerlendirilebilir mi bu deneysel dil bilemiyorum, ama bencileyin leziz bir tat, farklı bir renk katmış öykülere. Bir de daha kapakta, kitabın ve yazarın isminden başlayarak (Simlâ ve şikâyet kelimeleri) dikkatimizi çeken bir başka nokta var. Sunay, şapkalı “a”ların (uzun yumuşak “a”) tümüne rol vermiş kitapta, hepsini kullanmış bu öykülerde. Tabii ki şapka işareti görevini de yine virgül üst-

elif.sahin@gmail.com lenmiş. Şapka niyetine virgülü giyinmiş “a” harfi. Görüyoruz ki virgülün derdi sadece noktayla değil, harflerle de uğraşıyor o. Sadece ağızlarda kalmış ya da her nasılsa silinip yokluğa karışmış üç tane “a” sesi ve en az iki tane “e” sesi var bu coğrafya insanının dilinde. Ve Sunay, şapkalı “a”lara kucak açtığı öykülerle alfabenin eksikliğini göze görünür kılmak istemiş sanki. Simlâ Sunay’ın büyükler için kaleme aldığı ilk kitabı “İçbahçe”deki öykülerle, yeni öykülerini karşılaştıracak olursam, “Virgülün Şikâyeti”, daha kapalı, daha katmanlı ve okurunu uğraştıran, zorlayan metinlerden oluşuyor. Metinlerdeki üstgerçekliği görmek için biraz çaba sarf etmeli okur. Beri yandan Sunay’ın parmak bastığı, deştiği, kurcaladığı konular, “İçbahçe”deki konularla çok benzeşiyor. Yine (anti)mimar kimliğinin ayak sesleri yankılanıyor öykülerde. Ve tabii kent sorunları, kentsel döşümün yarattığı yıkım/kıyım/acımasızlık, bir yerlerde kök salamayan yersiz yurtsuz insanlar, göç/göçmenler ve kahredici karanlığıyla ölüm gerçeküstü bir anlatımla yer buluyor kendine. Çengelköy, Haliç, Balat-Fener ve Suriyeli göçmenleriyle İstanbul uzanıyor öylece önümüzde. Ve soruyor anlatıcı ses/yazar “çok çok eskiyen şeyler bir gün gelir de yeni olmaz mı,,”. Kederle duyumsuyoruz ki olmuyor… Renkleri bilmeyen dilsiz Âdem’in ölümü acıtıyor, burkuyor yüreğimizi. İstasyonları yuva belleyen yersiz yurtsuzları, sürgünleri, gün akşama kavuşurken semt pazarlarında çürük sebze toplayıp evine götüren anaları izliyoruz kahırla. “Bombalar sağır etti bizi yoksa biz duyardık birbirimizi”, “harf olmasa da, kâğıt olmasa da‚ karatahta gibi bu ceza çağımız olmasa da duyardık‚” diye mırıldanıyoruz. Kentsel dönüşümü küflü bodrum katlarında yaşayan kadınlar yapmalı diye haykırıyor Sunay, “Manzara” başlıklı öyküsündeki şu satırlarla: “(…) tutup döndürüyor‚ yuvarlıyor‚ boğazdan kopuyor haliç‚ milyon yıllık deniz yazısından kopuyor‚ eliyle kenarlarını düzleyip bir göl yapıyor haliçten‚ (…) büyük yağmurların ışığında‚ vinçler ekliyor‚ kuleler dikiyor‚ yedi tepelere doğru uzanıyor‚ her şeyi değiştiriyor‚ parklar bahçeler açıyor‚ lunapark yapıyor kıyıya‚ yolları düzlüyor‚ çukurları kapatıyor‚ sonra sahil yoluna uzanıyor elleri‚ çekip alıyor yolu‚ eğip büküyor‚ kaldırıp atıyor‚ ağaçları alıyor‚ ekliyor‚ bir orman yapıyor Eyüp’e‚ surların etrafını açıyor avuçlarıyla‚ temizliyor‚ sur kapılarını tokmaklarını da takarak tek tek onarıyor‚ eğiyor sokakları‚ kaldırımları eziyor‚ alçaltıyor‚ işliyor‚ beziyor rü’yayı büyüleyen Fener’Balat’ı‚” Sunay, bir dil deneyine giriştiği ikinci öykü kitabı “Virgülün Şikâyeti” ile büyükler için masallar anlatmaya devam edeceğini gösteriyor bize. Ben bu farklı, emek verilmiş dili sevdim. Aynı dilde farklı masallar dinlemeyi merakla ve bir çocuk sabırsızlığıyla bekliyorum. “Virgülün Şikâyeti”, Simlâ Sunay, 91 s., Aylak Adam Yayınları, 2015


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Şubat 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Hayatın Rüyada Hatırlanması Gibi...” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Nazlı Eray: İstanbul’un yazarlığımda ve yaşamımda gerçekten önemli bir yeri var. İstanbul benim 18 yaşımdayken başkalarına bırakıp gittiğim bir şehir. Şu yaşamda payı olan hiçbir şeyi yaşamamış, ufak ve çelimsiz, umut ve güven dolu bir çocuk olarak bıraktım İstanbul’u. Yazılarımda İstanbul hep bir özlemle anılır, vapurlar gelip geçer, Şişhane’de güvercinler guruldar, Aksaray’a kar yağar, Şişhane yokuşunda bir okul dağılır, Frej Apartmanı’nda sarışın bir kadın delirir; Bankalar Caddesi’nden aşağıya koşarım rüyalarımda, avizecilerin şıkır şıkır o pırıltılı dünyasının içinden geçerim ve karanlık eğri büğrü sokaklarda annemi babamı ararım. İstanbul benim yaşamımla ve yazarlığımla karmakarışık bir şehirdir. Artık oraya ulaştıysam da, sevdiğim insanların çoğu yok olup gitmiştirler. Ben İstiklal’de ve Balık Pazarı’nda, Pera Palas’ın oralarda onların izini sürerim, şehir bana kendini yazdırır. En sevdiğim yer sanki Karaköy’dür. Bir örümceğin bacaklarında yürür gibi oradan her yere gidebilirim, vapura binebilirim; bu 5.45 Kadıköy vapuru olabilir, içinde eski zamanlar ve babam bile olabilir. Annem üst katta lüks mevkide bacak bacak üstüne atmış oturuyor olabilir. Kız Kulesi’nin oradan geçerken dönüp hayatıma bakarım. Selnur Aysever: Kardeşiniz Osman’ın yerine koyduğunuz Kel Maleç ve her derde yetişen Hızır, kitapta önemli yer tutan iki karakter. Her evde bir Hızır olduğunu düşününce bu karakterlere gerçekdışı ya da “rüya” diyebilir miyiz? Nazlı Eray: Evet, her evde bir Hızır vardır. Ben buna inanırım. Çocukken onunla daha yoğun bir iletişim içindeydim. Ben büyüdükçe Hızır yavaş yavaş uzaklaştı. Hayatın gaileleri ve gürültüleri içinde belki de kaybolup gitti. Yani ben büyüyünce beni artık kendi halime bıraktı Hızır. Ama sıkıldığım zaman geleceğini bilirim. Kel Maleç, Bodrum’daki yeşil ağaçlıklı bahçeme gelen, lacivert boyunlu iri bir karga. Oturduğum ye-

Selnur Aysever: “Rüya Yolcusu”nda zaman ve mekân kronolojik bir sıralama izlemiyor. Rüya ve gerçek arasındaki ilişki de karmaşık. Anılarınız için bu yolu seçme nedeniniz nedir? Nazlı Eray: Daha önce söylediğim gibi, bu klasik bir otobiyografi değil. Sanki geçirilmiş bir hayatın belirli bölümlerinin bir rüyada hatırlanması gibi. Onun için kronolojik bir sıralama yok olaylarda. Ama insanın geçmişi de öyle değil midir, karmakarışıktır aslında. İnsan anlatırken onu bir sıraya koyar, çekidüzen vermeye çalışır, bazen saçma sapan yaşanmış bir hayata bir anlam kazandırmaya çalışır. Önemli olmayan şeyleri önemli gösterir, istemediklerini yazmaz... Ama ben öyle olsun istemedim. Benim hayatım bigudili bir baş değil, hafif fönlü bir saç. Açık ve saydam. İsteyeni içine almaya ve benim yaşadığım duyguları yaşatmaya hazır. Benim belleğim senin belleğin oluyor, benim anım senin anın, benim rüyam senin rüyan, benim aşkım senin aşkın... Selnur Aysever: Kitabınızda hüzün, özlem gibi duygular yerine daha çok yaşama sevinci ve coşkusunu görüyoruz. Gerçek Nazlı Eray da böyle midir? Yoksa duyguları açığa çıkarmamayı tercih ettiğinizi mi düşünmeliyiz? Nazlı Eray: Hem neşeli ve yaşama sevinci doluyum hem hüzünlüyümdür. O hüzün arada bir belirir. Genelde yaşadığım için mutlu olan bir insanım. Gerçekten coşkuluyum. Duygularımı gizleyemem ben. Üzülünce susarım. Selnur Aysever: “Tahterevallide İki Erkek” isimli bölümlerde size âşık iki erkekten söz ediyorsunuz. Metin And ile olan evliliğiniz de kitabınızın büyük bir bölümünü kapsamakta. Hayatınızı bu derece çıplak bir biçimde okura anlatmak nasıl bir risk taşıyor? Nazlı Eray: Hayatımı okuruma anlatmak hiçbir risk taşımıyor bence. Tahterevallideki iki erkek, Fevzi ile Metin, geçmişte kalmış iki gölge. Hayatımı tümüyle değiştirmişler ama sonra yok olmuş gitmişler. Bunun

İnsanın geçmişi de öyle değil midir, karmakarışıktır aslında. İnsan anlatırken onu bir sıraya koyar, bir çekidüzen vermeye çalışır, bazen saçma sapan yaşanmış bir hayata bir anlam kazandırmaya çalışır. Önemli olmayan şeyleri önemli gösterir, istemediklerini yazmaz... Ama ben öyle olsun istemedim. Benim hayatım bigudili bir baş değil, hafif fönlü bir saç. Açık ve saydam. İsteyeni içine almaya ve benim yaşadığım duyguları yaşatmaya hazır. rin karşısındaki dala konup bana ciddi ciddi bakan ve sanki bir şeyler anlatmak isteyen bir kuş. Dili olmadığı için konuşamayan, istediğini anlatamayan, egzotik bir yaratık. Bir sabah, “Kardeşim Osman olmalı bu” dedim. Sık sık geliyordu kuş bahçeye. Aynen Osman’ın sabahları kapıyı çalıp “Ablacığım, nasılsın?” diye sorması gibi. Kel Maleç rüya değil, gerçek. Artık Osman yanımda değil. Sabahları abla nasılsın diye kapımı çalmıyor. İçimde kekremsi bir acı duyarım bunu düşününce. Selnur Aysever: Kitabınız, Elvis Presley’nin en sevilen şarkılarından birinin adıyla başlıyor. İleriki bölümlerde Elvis karşımıza çıkıyor. Müzik ile yazarlığınız arasında bir bağdan bahsedebilir miyiz? Nazlı Eray: Müzik ile yazarlığım arasında güçlü bir bağ var. Elvis Presley’i çok sevdiğim için romanın birçok bölümünün adı Elvis Presley şarkılarının isimlerinden oluşuyor. Bundan başka, romanın içinde Rosita Serrano’nun ve Conchita Supervia’nın şarkıları var. Bunlar eski dünyanın en güzel seslerinden. Bir başka romanımda da Tino Rossi şarkı söyleyip durur. Evet, romanlarımın içine, artık unutulmuş eski sesleri serpiştirmeyi seviyorum.

ne zararı olabilir bana? Bunun zararını yıllar önce yaşamışım. Üzülmüşüm, çaresiz kalmışım, ne yapacağımı bilememişim, bir sürü şey yaşamışım. Üstelik onlar bana âşık, ben onlara değil. Bundan ne zarar gelir. (Gülüyor..) Metin And ile olan evliliğimi bu kitabımda gene bambaşka ve değişik bir boyuttan irdeledim. Yıllar geçtikçe, bu evliliğin önemini, tuhaflığını, yaşanmasının imkânsızlığını, bir kördüğüm gibi hayatımın bir bölümünde kalmış olmasını hep düşünüyorum. Ben yadırgamıştım bu evliliği, ama şimdi düşündüğümde evliliğin böyle bir şey olduğunu anlıyorum. Bileğimde görünmeyen kelepçe, hayatıma birdenbire konan sınırlar, çok alışılmış suçlamalar, sevinçler ve üzüntüler; bazı şeyleri paylaşamama; bir kadının gençliği ile bir erkeğin yaşlı yılları; hayran olduğum bir beyin, beni çok etkilemiş olan yıllar; sonunda turşu suyu gibi acıya dönmüş bir hayat; elimde bir ampulü sıkıp kırıyorum sanki, avucum kan içinde... Selnur Aysever: Metin And’ın vefatı sonrasında evine gittiğinizde “İçindeki adamın ölümüyle bir yaşamın dev birikimi yok olup gitmişti,” diyorsunuz. İnsanın başka bir insanın anılarına karşı hoyratlığından

dem vururken, sizin anılarınızın “tüketilmesi” söz konusu olabilir mi? Nazlı Eray: Tabii olabilir, her insanın başına gelebilir bu. Biliyor musun bir şans meselesi bu aslında. Seni sevenlerin seni yaşatmak istemesiyle ilgili. Metin And, hep yalnız bir adamdı. O dev birikimlerin kaybolması çok yazık oldu. İnanır mısın, onlar sadece, belki sadece benim belleğimde var; o eski ev, o duvarlar, o kitaplar, o kasetler, o sigara kokusu ve salondaki aydınlık gece, sürekli oynayan filmler, viski bardağı... Ona “Las Vegas’ta Yaşayan Adam” derdim. Selnur Aysever: Her okurun Nazlı Eray’ı başka. Nazlı Eray için okuru nasıldır? Nazlı Eray: Nazlı Eray için okuru her şeydir. Okuru onun aynasıdır, onun yarattığıdır, onun yetiştirdiğidir, onun can insanıdır, yanındakidir. Yirmi senelik okurlarımla birlikteyim, artık onlar benim en yakın dostlarım, ailem gibi. Bir zamanlar okurum olduklarını unuttum bile. Böyle bir paylaşım var benim okurumla aramda. Şimdi çocuklar için yazmaya başlayınca yediden yetmişe üç kuşak okurum oldu. Bu hayatın bana verdiği en büyük hediyelerden biri. Mesela Stephen King’in böyle bir şey yaşadığını sanmıyorum. Ben okurum için bir imaj değil etten kemikten olmayı seviyorum. Çocuklar bambaşka. Yeni bir serüven benim için. Onların zekâsı, sevgisi ve dokunulmamışlığı bambaşka bir alan. İşte böyle benim okurum.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2016

KISA KISA Sevgilimin Sevgilisi Maggie O’Farrell, YKY Herhalde şu hayatta insanı en çok tedirgin edecek hayalet; sevgilinin eski sevgilisininki olsa gerek. Lily’nin içine düştüğü durum da tam olarak bu. Marcus’un eski sevgilisiyle yaşadığı karşılaşmalar Lily’nin ilişkisini sorgulamasına yol açar. Roman, tutku ve aldatma üzerine lirik bir metin.

Şeytanbilimci Andrew Pyper, Doğan Kitap Şeytan kimdir? Dışımızdaki bir varlık mıdır? Pyper, “Şeytan içinizde değilse hiçbir yerdedir!” diyor. Akademide eski bilimler uzmanı David, tanıdığı insanların suretinde şeytanla karşılaşır. Üstelik kızı onun eline düşmüştür. Kızını kurtarmak için yalnızca 48 saati vardır.

Bilimsel Düşüncenin Tarihi John Henry, Akılçelen Kitaplar Kitap, bilimin nasıl modern kültürün böylesine egemen, böylesine önemli bir boyutu haline geldiğini anlatıyor. Akıcı bir anlatımla, Antik Yunan’dan yirminci yüzyıla kadar bilimsel düşüncede meydana gelen önemli gelişmelerin zengin bir tarihsel incelemesi.

Huzursuz Periler Özlem Narin Yılmaz, Ayrıntı Yayınları İnsan yalnız mıdır? Yazar, bu soruyu kendi yolunu bulmaya çalışan bir kadın kahramanın dünyasından yanıt arıyor. Geçmişin ve bugünün kopmuş parçalarını, kelimelerle birleştirmeye çalışırken başka bir yüzyıldan bir başka kadının kelimeleriyle karşılaşıyor.

Karayel Üşümesi Berna Durmaz, Can Yayınları Bir önceki kitabı “Bir Fasit Daire”yle 2014 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Berna Durmaz, yeni öykülerini topladığı “Karayel Üşümesi”nde yaşamın içindeki çelişkileri, yanılgıların yol açtığı fantastik görünümleri kovalıyor. Küçük kasabaların, kenar mahallelerin nabzını tutuyor.

Harita Metod Defteri Murathan Mungan, Metis Kitap Murathan Mungan’ın edebiyatta ürettiklerine bakınca çalışkanlık herhalde ilk akla gelen nitelik olur. İşte; elinden defter, kalem, kitap düşmeyen bir çocuğun anılarından mürekkep “Harita Metod Defteri” de bunu doğruluyor.

Ucunda Ölüm Var Kemal Varol, İletişim Yayınları “Ucunda Ölüm Var”, yarım asır süren bir aşk hikâyesi. Yalpalayan, derman arayan, sayıklayan, hatırlayan, rüya çağıran ince bir ah! Kemal Varol, maharetle memleketi anlatıyor, güneşin içinde doğup battığı bir roman kaleme alıyor. Masalsı, gürül gürül.

Sonsuzluğun Sonu: Sınırsızlığın Başlangıcı YANKI ENKİ

“Y

azmak için önce bir sorun ve o sorunun çözümünü düşünüyorum. Ancak bundan sonra yazmaya başlıyorum; hikâye, ilerledikçe geliştiği için karakterlerin başlarına neler geleceğini, güçlükleri aşmayı nasıl başaracaklarını yazdıkça öğrenmenin heyecanını yaşıyorum; ama hikâye önceden bildiğim bir sona, çözüme doğru gittiği için de bu süreçte yolumu kaybetmemiş oluyorum. Yazarlığa yeni başlayanlar benden tavsiye istediklerinde de hep bunun üzerinde dururum. Onlara hikâyelerine bir son belirlemelerini, aksi halde bir nehir gibi akıp giden olayların, sonunda denize ulaşamadan çöl kumlarında yitip gidebileceğini söylüyorum.” Sadece bilimkurgu edebiyatının usta bir yazarı değil aynı zamanda meraklı bir bilim insanı olan Isaac Asimov, “Dolu Dolu Yaşadım” başlıklı otobiyografisinde böyle bahsediyordu yazma sürecinden. Geçen günlerde Monokl Yayınları tarafından, Yosun Erdemli ve Alperen Keleş’in ortak çevirisiyle yayımlanan “Sonsuzluğun Sonu” romanı da, Asimov’un önce bir sorun icat edip sonra onu nasıl çözmeye çalıştığını adım adım takip edebileceğimiz bir eser. Bilimkurgunun önemli temalarından biri olan zaman yolculuğunun işlendiği bu öykü, bir Asimov romanından beklenileceği ölçüde teknolojik ve bilimsel detaylarla dolu ve kendine has bir terminolojiye sahip. Diğer yandan, öykü ilerledikçe işin teknik kısmının gölgelemediği bir gizem ve hatta bir aşk öyküsü de romanın olay örgüsünde önemli bir yer kaplamaya başlıyor. Bu yüzden, Asimov’a aşina olmayanlar kitabın ilk bölümlerine nüfuz etmekte zorlanabilir, ama kitabın özellikle son 30 sayfasında olup bitenlere tanık olmak ve bu öyküyü aslında niye okuduğumuzu ya da Asimov’un da niye kaleme aldığını anlamak için terminolojiye ya da öykünün bilimsel tartışmalarına takılmamız da gerekmiyor. “Sonsuzluğun Sonu”, bilimkurguya daha önce ilgi göstermemiş okurların da şans vermesi gereken bir roman, tıpkı geçtiğimiz yılın en önemli bilimkurgu romanı olan ve sinemaya da uyarlanarak büyük bir başarıya imza atan “Marslı” gibi. Asimov gibi hem bilimkurgu yazarı hem de bir bilim insanı olan ve ayrıca küçüklüğünü Asimov’un eserlerini okuyarak geçiren Andy Weir’ın imza attığı “Marslı”, birçok bilimsel argüman ve kalabalık bir terminoloji içeriyordu. Buna karşın tüm dünyada yılın en çok okunan kitaplarından biri oldu ve en önemlisi de, birçok okuru bilimkurguya yakınlaştırıp çeşitli önyargıları kırmayı başardı. İlk kez 1955’te yayımlanan “Sonsuzluğun Sonu”, “Marslı”ya göre daha komplike bir eser olsa da, günümüz insanı için önemini koruyan bir meseleye el atıyor. Asimov’un roman yazmaya başlarken hayalini kurup düşündüğü “bir sorun ve o sorunun çözümü”, sadece yazarın kendisi için değil, insanlığın geri kalanı için de bir sorun aslında. Bu bağlamda, bir bilimkurgu romanı olan “Sonsuzluğun Sonu”nun gizemli ve romantik öyküye dönüşmesine şaşırmamak gerekiyor. Asimov, bir nevi tarih yazıcılığı öyküsü anlatıyor bu romanda. Kahramanımız Andrew Harlan, en önemli görevi tarihin çeşitli yüzyılların-

yankienki@gmail.com daki gelişmelere müdahalede bulunarak gerçekliği değiştirmek olan, bunu da insanlığın refahı için yapan ve adına “Sonsuzluk” denilen bir yapıyla birlikte teknisyen olarak çalışan biri. Normal şartlarda kadınların yer almadığı bir dünyanın öyküsünü anlatacakmış gibi yapıyor Asimov, ama elbette birçok önemli bilimkurgu romanında olduğu gibi, bir düzen bozucu, bir anti-kahraman olarak, Noÿs adlı bir kadın çıkıyor Harlan’ın karşısına. Âşık olduğu kadın ile insanlığın kaderini elinde bulunduran Sonsuzluk arasında sıkışıp kalan birine dönüşüyor erkek kahramanımız. Bu sadece bir aşk romanı olsaydı, örneğin Thomas Hardy romanlarında olduğu gibi, kadın karakter erkeğin sonunu getirecek bir kahraman olurdu belki, ama işin içine bilimkurgu da girince, daha doğrusu tüm öykü bilimin içinden çıkınca, Sonsuzluğun sonunu getirecek kişinin de bir kadın olması dikkat çekiyor. İşte bu noktada romanın gerçek kahramanının Harlan değil, Noÿs olduğunu ve insanlığın kurtuluşunun bir erkeğin değil, bir kadının elinde olduğunu anlıyoruz. (Asimov’un otobiyografisinde bilimkurguda kullanılan kadın kahramanlarla ilgili ortaya koyduğu özeleştirel düşünceler bu romanla birlikte daha da manidar hale geliyor.) “Sonsuzluk” tarafından nüfuz edilemeyen ve “Gizli Yüzyıllar” denilen bir zaman dilimi önemli bir rol oynuyor bu öyküde. Geçmişe ve geleceğe uzanabilen fakat Gizli Yüzyıllar’ın sırrını çözemeyen Sonsuzluğun eksik parçası, Harlan’ın değil Noÿs’un öyküsünde karşımıza çıkıyor. Kitaba adını veren Sonsuzluğun sonu, insanlık tarihinde açılmış yeni bir sayfa ya da kitapta söylendiği gibi “sınırsızlığın başlangıcı”na işaret ediyor. Romanda “Sonsuzluk” denilen yapı, insanlığın uzak geçmişine ve geleceğine yolculuk yaparak tarihimizde bir şeyleri olumlu anlamda değiştirmeye çalışsa da, nihayetinde zamanda yapılan her düzeltmenin insanın geleceğini nasıl kararttığını anlatıyor bize bu öykü. Belki giderek daha güvenli bir dünyamız oluyor ama bir yandan soyumuzun ömrü kısalıyor ve yıldızlararası seyahatin teknolojik şartlarına sahip olup başka dünyalara ulaşabileceğimiz noktaya geldiğimizde imkânlarımızın hepsini tüketmiş olacağımızı gösteriyor. Noÿs, bunun önüne geçmeye çalışan, insanın sınırlarının daha erkenden ortadan kaldırılabileceğini haber veren, tam da bu yüzden adeta “kötü kadın” olarak suçlanan bir kahraman; ama Asimov, romanın finaliyle çok farklı bir yere taşıyor kahramanını. Bilimkurgu ve fantastik kurgu eserleri bize genellikle başka bir dünyanın mümkün olup olmadığını, kaderimizi değiştirip değiştiremeyeceğimizi, bildiğimiz birçok şey mevcut olandan farklı olsaydı ne yapacağımızı düşündürür. “Sonsuzluğun Sonu”nu okurken de bu sorulara odaklanmak mümkün, ama belki de bu eseri ölümsüz kılan ayrıntı, Asimov’un bize final perdesinde sordurduğu şu önemli soruda yatıyor: “Kahramanın yerinde ben olsaydım ne yapardım?” “Sonsuzluğun Sonu”, Isaac Asimov, Çev: Yosun ErdemliAlperen Keleş, 239 s., Monokl Yayınları, 2015


Şubat 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Zihnin Zenginlik Hali: Aylaklık ÖMER AYHAN

J

erome K. Jerome, eskilerin deyişiyle velût bir yazar. Deneme, oyun, öykü, roman, şiir gibi birçok farklı türde kalem oynatmış. Bununla birlikte onu 19. yüzyıldan günümüze taşıyan kitapları, farklı türlerin “güç birliğiyle” ortaya konulmuş “melez” metinler; Türkçeye birkaç defa çevirilen “Teknede Üç Kişi” ve ilk kez yayımlanan “Aylak Bir Adamdan Aylak Düşünceler”. “Teknede Üç Kişi”, otobiyografi ve gezi notları arasında salınan, dolayısıyla yazıyı kurmaca ile hayat arasında bir kesişim noktası olarak gören, erken modernist bir anlayışla kaleme alınmış. “Aylak Bir Adamdan Aylak Düşünceler”e gelince, her ne kadar denemenin sınırları içinde kabul edilebilecek yazılardan oluşuyorsa da, yazarın sık sık sınır ihlallerine başvurduğu söylenebilir. Yazarın kurmaca yapıtlarını bilmiyorum, yine de mizah yazarı olarak anılmasının yetersiz bir tanımlama olduğunu söyleyebilirim. Kitap sizi sık sık gülümsetecek bakış açıları ve bu görüşlere uygun bir dille yazılmış olsa da Jerome K. Jerome, bize dünyanın hallerini anlatırken melankoliyi, sıkışmışlığı, insana özgü tuhaflıkları da ele alıyor ve dil de ele alınan temaya uygun düşen bir değişkenlik gösteriyor. Jeroma, Baudelaire’in Aylak’ına Britanya’dan bir selam gönderiyor göndermesine, ancak temanın o dönemde henüz yeterince anlaşılmadığı endişesiyle güzel bir tanımlama da yapmış: “Aylak kimse, elleri cebinde tembellik yapan birisi değildir. Tam aksine, aylak kimsenin en şaşırtıcı özelliği, onun daima yoğun olmasıdır.” Görüleceği gibi yazınsal karşılığıyla Flanör’ün sokakları, pasajları, bulvarları arşınlarken zihnin daima uyanık olduğunu ileri sürüyor Jerome. Kitabı oluşturan on dört deneme de, yazarın hayat üzerine düşüncelerinin eğlenceli ve kimi zaman hüzünlü bir derlemesi. Hayatı izlemek kadar ona katılmaktan da geri durmayan Jerome için tüm bu denemeler, aylak tanımında vücut bulan düşünsel egzersizlerin art arta sıralandığı bir yazınsal eylemler bütünü. Yazar bize kederli olmaktan, çekingen olmanın avantaj ve dezavantajlarından, giyim kuşam modasının gülünçlüğünden, parasızlıktan, aşktan, pansiyonlardan, kedilerden ve köpeklerden söz ediyor. Bu şenlikli yazılarda, 19. yüzyılın son çeyreğindeki (1886) gündelik yaşama dair parametreler birbiri üstüne istiflenmiş. Jerome’un yazarlık serüveni, sonu iyi bitse de zahmetli bir süreçte gerçekleşmiş. Gençliğinin baharında oyunculuğu deneyip gezici tiyatrolarda sahne tozu yuttuktan sonra yazar olmak isteyen Jerome, uzun süre reddedilen öyküleri ve dosyalarının gölgesinde farklı işlerde çalışmış. “Aylak Bir Adamdan Aylak Düşünceler”, yazarın “Teknede Üç Adam”dan önce yayımlanıp başarı kazanan ilk kitabı. Dolayısıyla önsözdeki alçakgönüllü duruş, bir kinayeye açılmıyor. Yazarın düpedüz hinlikten güç alan gülmece duygusunu fark etmek yine de zor değil. “Tüm söyleyebileceğim şu ki; ‘en iyi yüz kitabı’ okumaktan sıkıldığınızda, bu kitabı yarım saatliğine elinize alabilirsiniz. Değişiklik olur.” Hem sonra, kim yazdığı kitabı çok sevilen bir arkadaş tanımlamasıyla piposuna ithaf eder? Jerome K. Jerome’un keskin bir dili var. Aşkın ge-

visage37@yahoo.com çiciliği üzerine görüşleri sözgelimi. “Her ikisi de bir diğerinde gördükleri soğumayı şaşkınlıkla karşılarlar ama her ikisi de kendilerindeki değişimi görmez. Görselerdi böyle acı çekmezlerdi. Acının kaynağını doğru yerde ararlardı. Zavallı insan doğasının küçüklüğünde.” Alıntı sizi yanıltmasın, 1886’dan, romantizm ile sanayi devriminin birbirinden rol çaldığı devasa bir eşikten geliyor bu görüşler. Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar”ından geçerek patlayan, varoluşçuluğu tetikleyen dünya savaşı henüz ortada yok. Jerome K. Jerome’un dünyaya bakışı sarkastik ve bu bakışın içinde insanları olduğu gibi kabul etmeye çoktan hazırsa da, kimi yenilikçi görüşlerine rağmen biraz muhafazakâr bir yazar var. Özellikle konu kadınlara gelince yazarın görüşlerinin feministleri kızdıracak malzemelerle dolu olduğu söylenebilir. “Biz erkekler herkese yetecek kadar soğuk ve akılcıyız zaten; kadınlar da aynı olsun istemeyiz. Hayır, hayır, sevgili bayanlar, her zaman duygusal ve yufka yürekli olun. Bizim işlenmemiş, kuru ekmeğimizin yumuşatıcı tereyağı olun.” Değişiklğin, feragatin karşı taraftan beklendiği düşünce kitapta sık sık karşımıza çıkıyor. “Üçkâğıtçılarla dolu bir dünyada samimi, dimdik duran beyefendiler olalım.” Feragat kadınlardan beklenirken erkeğe biçilen rol kahramanlık. “Şayet hedefini büyük bir kır konağı, ev dolusu melekler (çocukları kastediyor) ve sığır şöleni olarak belirlemiş olsaydı bostanına, hayvanına ve hatta nadir bulunan gerçekten yumuşak başlı kadına sahip olabilirdi.” İngizli püritenizmi dersek abartmış olur muyuz? Bu –bana göre– talihiz satırlara rağmen “Aylak Bir Adamdan Aylak Düşünceler”, yetenekli bir yazarın zekâ saçan görüşleriyle parlayan bir kitap. Örneğin döneminin edebiyat anlayışını eleştirirken E. M. Forster’ın günümüzde klasik kabul edilen “Roman Sanatı”ndakine (1927) benzer kehanetimsi cümlelere rastlamak şaşırtıcı. “Bin romancının içinde bir tanesi bile kahramanın gerçek hikâyesini anlatmaz. Bir düzine sayfa boyunca bir çay partisini anlatır da anlatırlar, ama koca bir hayat hikâyesini özetlerler... Gerçekten ihtiyacımız olan şey, hırslı bir adamın kariyerinin arkasında yatan gizleri gösteren bir roman. Son derece başarılı olurdu. Muhteşem sonuçlar değil, basit detaylar ilgi çekici oluyor.” Görüldüğü gibi yeni bir edebiyatı tanımlarken başrol yine, hırslı bir “adam” üzerinden inşa ediliyor. Mizah, alaycılık, kimi zaman yere çalmalar bir kitabın başat unsurlarıysa orada aforizma eksik olmaz. Kitabın en başarılı bölümleri arasında öne çıkan “Kibir ve Gösterişlilik Üzerine”de böylesi cümleler sık sık karşınıza çıkacak ve bu aforizmaları halen okunabilir kılan güç, yazarın bunu bir retoriğe dönüştürmekten uzak durmayı yeğlemesi. “Birbirimizde erdemlerimizde değil, hatalarımız ve yanılgılarımızda dokunup anlayış bulabiliriz.” “Aylak Bir Adamdan Aylak Düşünceler”, Jerome K. Jerome, Çev: Aykut Sığın, 160 s., Maya Kitap, 2016


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2016

KISA KISA Neden O? Helen Fisher, Doğan Novus “Kişilik tipinizi öğrenin, gerçek aşkı bulun” diyor Fisher. Yazar, aşkın kimyasını çözümlüyor, yüreğinizin gittiği yere niye gittiğini, ruh eşinin gerçekte kim olduğunun yanıtlarını araştırıyor. Hayatınızın aşkını bulmanıza yardım edecek bir yol haritası sunduğunu iddia ediyor.

Bi’ Dünya Mutluluk Will Bowen, Novella Yayınları İnsanları kahkahayla iyileştiren bir adam, kariyerini bırakıp Afrika’ya giden bir doktor, savaştan kaçan bir aile, kocası tarafından aldatılan bir kadın, yürüyemeyen bir genç... Bu insanlar, kitap boyunca hikâyelerini başkalarıyla paylaşarak mutlu olmanın yollarını gösteriyorlar.

Krizalitler John Wyndham, DeliDolu “Krizalitler” birkaç bin yıl sonrasının dünyasında geçen ve nükleer bir felaket sonrası yaşanan genetik bir mutasyon hikâyesi. Normallik, anormallik gibi kavramları ele alan yazar, tahammülsüz insanların ırklarının saflığını korumak için ne kadar ileri gidebileceklerini gösteriyor.

İnsan ve Halleri Rene Guenon, Nefes Yayıncılık Geleneksel metafiziğin ve antropolojinin kutsal kitabı olarak görülen “İnsan ve Halleri”, en saf ve kadim metafizik öğreti olan Vedanta’yı en ince ayrıntısına kadar inceliyor. Bu eser bugüne kadar Vedanta’nın doktrinlerinin en iyi açıklamalarından birisi olarak değerlendiriliyor.

Gülen Düşünce, Muhalif Kimlik Aziz Nesin Feridun Andaç, İnkılap Kitabevi Aziz Nesin’in gülmece yazarlığından öykü, şiir, deneme ve oyun yazarlığına bir ömre sığdırdığı hayatını anlatan “Gülen Düşünce, Muhalif Kimlik: Aziz Nesin” Türkiyeli bir yazarın eksiksiz monografisi.

Hayvanların Tarafı Nazlı Karabıyıkoğlu, Everest Yayınları İnsanlığın; toprakla, hayvanla, ormanla, gökyüzüyle ilk karşılaşmasının, bu karşılaşmanın meydana getirdiği büyük gerilimin, evrensel ortaklıkların ve itirazların sesi. Karabıyıkoğlu, insanın hayvana eklenmesi, eşitlenmesi, toprağın yardımıyla kendini zaten orada bulmasını anlatıyor.

Kan Günleri ve Nar Ağrısı İnci Aral, Kırmızı Kedi Yayınevi Romanlarıyla olduğu kadar düşünce yazılarıyla da kültür dünyamıza büyük katkıları olan İnci Aral bu kitaptaki yazılarıyla ülkenin haritasını çıkarıyor ve önümüze vicdan, adalet, sanat-edebiyat, doğa ve insan resimleri bırakıyor. Diline aşkla bağlı bir yazardan özgün bir deneme kitabı.

Okusak da Okumasak da... CEYHAN USANMAZ

“E

leştirisini yapacağım bir kitabı asla okumam; insan o kadar etkileniyor ki.” Elimdeki kitabın henüz epigraf sayfasındayım ve Oscar Wilde’ın bu cümlesi karşıladı beni. Üstelik elimdeki kitabı, tam da hakkında bir yazı yazmak (eleştirisini yapmak) üzere okumaya başlamıştım. İşin içinde mutlaka bir ironi vardır diye tahmin ederek okumaya devam ediyorum ama bu sefer bir alıntı değil, bizzat kitabın yazarı da benzer bir telkinde bulunuyor: “Bu denemenin ileriki safhalarında görüleceği gibi, bir kitaptan doğru olarak bahsedebilmek için bazen o kitabın tamamını okumamış olmak, hatta kitabın kapağını bile açmamak daha iyidir.” 13. sayfadayım, yani artık kitabın kapağını açmış bulundum bir kere; yazara bu noktada pek kulak asmayıp devam ediyorum... Ama ne mümkün! 29. sayfada da Robert Musil’in “Niteliksiz Adam” romanındaki kütüphaneci karakterinden şöyle bir alıntı var: “‘Nasıl oluyor da bütün bu kitapları tanıyorum, bilmek istediğiniz bu, değil mi? Bunu söyleyebilirim size: O kitaplardan hiçbirini okumadığım için!’” Kitaplarla “normalden” biraz daha fazla içli dışlı olan herkesin başına gelmiştir eminim. Evinizdeki kütüphanenin karşısında yan yana durduğunuz misafiriniz sorar, “Bunların hepsini okudun mu?” (Fazlasıyla klişe gibi görünebilir ama oluyor gerçekten de!) Bu soru, akla ilk Enis Batur’un cevabını getiriyor: “Hayır tabii, bunlar okuduklarımın yalnızca bir kısmı.” Enis Batur’un böyle bir cevap verip vermediği bir tarafa, öylece ayakta dikilirken, tatmin edici bir açıklama yapmak kolay değil. Çünkü kitapları nasıl sınıflandıracağınız, aslında onlarla olan ilişkinizin sınırlarına bağlı. Evet çok kitap okuyan biri değilseniz, kitapları “okuduklarım” ve “okumadıklarım” olarak ikiye ayırabilirsiniz pekâlâ. (Okunmayanlar tarafı ağır basacaktır hiç kuşkusuz.) Ancak kitaplarla olan ilişki derinleşmeye başladığı zaman “okuduklarım” ve “okumadıklarım” kategorilerine yeni altbaşlıklar eklemek kaçınılmaz oluyor. Ne de olsa kitaplarla “normalden” biraz daha fazla içli dışlı biri olarak, aynı zamanda iyi bir dergi okurusunuzdur (yeni çıkan kitaplar hakkında yapılan tanıtımları/incelemeleri yakından takip ediyorsunuzdur), gösterime giren uyarlama filmleri artık daha farklı bir gözle izliyorsunuzdur, kitapçılarda daha çok vakit harcıyorsunuzdur... Dolayısıyla “okudum” ya da “okumadım” arasındaki sınır giderek inceliyor ve hatta bir süre sonra hiçbir sınır kalmıyor. Gönül rahatlığıyla “okudum” diyemeyeceğiniz bir kitap hakkında aslında ayrıntılı fikir sahibiyseniz (hakkında yazılan bir inceleme yazısı okumuş olabilirsiniz, filmini izlemişsinizdir, göz gezdirmişsinizdir, yazarın diğer kitaplarını biliyorsunuzdur vb.) aynı rahatlıkla “okumadım” da diyemezsiniz... Ya da “okumadım” demeyi pek tercih etmezsiniz zaten; içinizden gelmez. Tüm bu ikilemler, “Bunların hepsini okudun mu?” sorusunun cevabını geciktirmeye, dahası, berrak bir cevap verememeye doğru sürükler sizi... İşte Pierre Bayard’ın “Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?” isimli çalışması, bu noktada yol gösterici olabilir. Üç bölüme ayırdığı kitabında Bayard, ilk bölümde, belli başlı okumama türlerini ayrıntı-

ceyhanusanmaz@gmail.com lı olarak inceliyor. Mesela, kitap boyunca kısaltma olarak da kullanacağı şöyle kavramlar ortaya atıyor: Bilmediğimiz kitaplar (BK), göz atıp karıştırdığımız kitaplar (GAK), hakkında konuşulduğunu duyduğumuz kitaplar (DK), okuduğumuz ama unuttuğumuz kitaplar (UK). Üstelik bu yeni değerlendirme sistemini iyi bilinen bazı yazarlar ve eserleri üzerinden örneklendiriyor: Göz gezdirilen kitapları Paul Valéry üzerinden, hakkında konuşulduğunu duyduğumuz kitapları Umberto Eco ve –belki de ismi anılınca ilk akla gelen romanı– “Gülün Adı”ndan yola çıkarak, unuttuğumuz kitapları da Montaigne’i ve onun “Denemeler”ini merkeze alarak ele alıyor. İkinci bölüm, kitabın adına da yansıdığı şekilde, okumadığımız halde bir kitap hakkında konuşmak zorunda kalabileceğimiz somut durumların analizine ayrılmış. Giderek daha da zorlaşan durumları örneklendirmiş Pierre Bayard; bir profesörün karşısında okumadığımız bir kitap hakkında konuşmak, sonrasında bizzat yazarının karşısında okumadığımız kitabı hakkında konuşmak ama daha da çetrefillisi, sevdiğimiz kişiyle... Kitabın son bölümü de, “okumadan geçen bir hayat boyunca derlenmiş bir dizi basit öğütten oluşuyor” şeklinde özetlenebilir; utanmayın diyor Pierre Bayard, özellikle, okumamayı “ayıp” sayan toplumun yaratacağı suçluluk duygusundan sıyrılın diyor! Burada bir parantez açıp, yazının sınırlarını zorlamamak adına ayrıntısına inemeyeceğim ama Bayard’ın ortaya attığı bu “okumama kuramı”nın temellerini güçlendirdiği için özellikle gözden kaçırılmaması gerektiğini düşündüğüm başka yeni kavramların da en azından adını analım. Örneğin kitaplar için “hayalet-kitap”, “iç kitap”, “perde-kitap”; kütüphaneler için “sanal kütüphane”, “kolektif kütüphane”, “iç kütüphane” gibi “tip”ler oluşturmuş Bayard. (Perde-kitap kolektif kütüphaneye, iç kitap iç kütüphaneye, hayalet-kitap da sanal kütüphaneye aittir.) Oscar Wilde epigrafıyla başlayan kitap, yine bir Oscar Wilde bölümüyle bitiyor. Okumaktan sakınma meselesi, bir de Oscar Wilde penceresinden tekrarlanmış. Sonuç olarak, “okumayın, okumayın” diyen bir kitabın sonuna gelmeyi böylelikle başarıyorum! Şimdi, evdeki kütüphanenin karşısında, bana, “Bunların hepsini okudun mu?” diye soran misafirle yan yana görüyorum yeniden kendimi. Bu sefer, özgüvenle, “Evet, hepsini okudum,” diye yanıtlıyorum; “en azından hepsini şöyle bir karıştırmışımdır”. Gelebilecek herhangi bir itiraza nasıl karşılık vereceğimi de biliyorum üstelik: “Fransız yazar akademisyen Pierre Bayard’ın şöyle bir kitabı var, bak, ne diyor 75. sayfada: ‘O halde ‘okunmuş’ bir kitapla sayfaları karıştırılmış bir kitap arasında öyle büyük bir fark yoktur.’” “Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz?”, Pierre Bayard, Çev: Aysel Bora, 220 s., Everest Yayınları, 2015


Şubat 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLÂ SUNAY

Bombalar Herkesi Öldürmüyor

B

azı romanların yüzyıllarca yaşıyor olmasının nedeni, başka yazarlar tarafından tekrar ve tekrar yazılıyor olmalarıdır. 1615’te yayımlanan Cervantes’in başyapıtı “Don Quijote”, Dostoyevski’nin kaleminden “Budala” olarak 1868 yılında yeniden yazıldı, sözgelimi. Edebiyat tarihçileri buna “postmodernizm” ya da ne derlerse desinler, insanlığın ortak belleği edebiyat zemininde bir nehir gibi akıyor, işte. Çocuk edebiyatından da başarılı bir örnekle karşılaşmak beni mutlu etti. Ödüllü İngiliz yazar Michael Morpurgo, ülkesinin en önemli eserlerinden 1719 tarihli “Robinson Crusoe”nun üzerine; 1988 yılında geçen, bir çocuğun güncesi olarak başlayan yeni bir hikâye kurmuş. Morpurgo’nun ıssız adaya düşen kahramanı bir çocuk, adı da yazarınınkiyle aynı Michael… Ailesiyle birlikte çıktığı dünya tekne turu sırasında, fırtına nedeniyle tekneden düşüp, şans eseri hayatta kalıyor ve gözlerini bir kumsalda açıyor. Tıpkı Robinson gibi. Annesi ve babası kamaralarında uyudukları için olan bitenden habersizler. Michael, Robinson gibi bir tekne kazası nedeniyle değil, kendi dikkatsizliği yüzünden ıssız bir adaya düşüyor; futbol topu ve köpeği Stella ile birlikte. Ne ki, adada yalnız değil, ona gizlice su ve yiyecek bırakan görünmez bir komşusu var. Bu sayede hayatta kalıyor bir çocuk olarak. Sadece futbol topu kayıp. Arkadaşının verdiği bu çok değerli hediye sayesinde tekneden düştükten sonra su üstünde kalabilmişti. Acaba nerde bu meşin top? Ortak hayallerini gerçekleştirmek ve belki de baş başa mutlu olabilmek için, sıradan hayatın tüm kurallarına (okul ve iş gibi) baş kaldırarak İngiltere’den yola çıkıyor, Michael ve aykırı ailesi. Michael’ın şu sözleri çok anlamlı: “Teknenin o sınırlı alanında hep birlikte yaşamaya başlayınca, anne babaların aslında birer anne babadan daha fazlası olduğunu öğrenmem uzun sürmedi.” Kitabın ilk bölümü sıradan akıyor ancak ikinci bölümde Morpurgo yarattığı yepyeni bir karakterle Daniel Defoe’dan aldığı eli yükseklere taşıyor ve ıssız adaya bambaşka bir anlam katıyor. Issız adada on iki yaşındaki çaresiz Michael’a yardım eden gizemli kişi Kensuke adında Nagasakili, Japon savaş doktoru. Kırk üç yıldır Bazı yayınevlerinin bütün çocuk kitaplarını almak gerekir. Onlar gerçekten çok özel bir iş yapıyorlar. Zaman zaman güneşli kütüphanenize yayınevi olarak önerilerimiz olmuştu. Bir kısmı tatile de denk gelen Şubat 2016 için de Sarıgaga Yayınları’nı odak yayınevi olarak seçiyoruz. Bu ay yerimiz sınırlı olduğu için iki kitabına ayrıntılı bakacağız ancak usta yazar Ayla Çınaroğlu ve ressam Mustafa Delioğlu’nun ortak çalışması Tavşan Terliklerim’i ve artık kült kitap olan Tohumun Rüyası’nı da güneşli kütüphanenize mutlaka ekleyiniz.

DENİZKIZI VE ÂŞIK DEVLER Dağdan bir devin ve denizden bir devin, denizkızına olan aşkları ve çekişmelerini masalsı bir dille anlatan bu resimli öykü 2014 yılında Bologna Çocuk Kitapları Fuarı ve SM Vakfı tarafından verilen Uluslararası İllüstrasyon Ödülü’nü kazanmış. Portekizli genç çizer ve yazarın gerçekten de son derece özgün çizimleri, her sayfada metinde olmayan imgelerle kitaba zenginlik katıyor. Bir kitabın hem çizeri hem yazarı olmanın avantajı da böylece bir kez daha gözleniyor. Kitabı çok sevdim ama beni ilgilendiren Portekiz’deki bir kumsalı hikâyeleştirmesi, o muhteşem coğrafyadan çocuklara bir iz bırakması… Denizkızı iki aşk arasında bir seçim yapamayınca, dağın ve denizin arasında bir yerde sonsuza dek yerleşmeye karar veriyor. İşte kumsalı yapan da bu. Çocuklara coğrafi mucizeleri böyle öykülerle anlatırsak sanırım o coğrafyanın da korunmasına katkıda bulunmuş oluyoruz. Ülkemizdeki Kız Kumu’nu hatırladım. Koyun ortasından uzanan bir kum yolu, hatırlarsınız Marmaris’te. Kız Kumu’nun neden bir çocuk kitabı yok diye hayıflandım. Sanırım ben de “Çeşme ve Rüzgâr”ı (Remzi Kitabevi) bu nedenle yazmıştım. Neyse ki, bugünlerde bir alışveriş merkezine dönen Narmanlı Han da başka bir kitabımda yer alıyor. Çocuk kitabı yazarları bu kitaptaki denizkızının yaptığını yapmalı ve kendilerine Fırtına Deresi, misal, bir yer bulup, orada sonsuzluğa yazmalı. “Denizkızı ve Âşık Devler”, Catarina Sobral, Çev: 4 + yaş, Sarıgaga Yayınları, 2015

bu küçük, ıssız adada orangutanlarla birlikte yaşıyor. Evet, sizin de tarihi hesapladığınız ve Nagasaki’yi okuyunca düşündüğünüz gibi, İkinci Dünya Savaşı gazisi Kensuke, doktorluk yaptığı savaş gemisi batınca tek sağ kalan kişi olarak bu adaya düşüyor ve tıpkı Robinson gibi gemiden taşıdığı araç gereçlerin yardımıyla hayatta kalmayı başarıyor. Adaya gelip giden avcılardan Atom Bombası’nı ve memleketine olanları duyuyor, karısıyla oğlunun öldüğünü düşünüyor. Ve bir daha insan görmemek adına adada orangutanları koruyarak, onların ve bu ıssız adanın iyi yürekli kralı olarak yaşamına devam ediyor, kendince mutluluğu yakalıyor da. Zamanla Michael (Kensuke ona Mikasan diyor) ile Kensuke arasında bir iletişim ve dostluk başlıyor. Başlarda tıpkı Robinson ve Cuma gibi sürçüşseler de, en sonunda eşsiz bir hayat arkadaşlığına dönüşüyor ilişkileri. Kensuke oğluna, Michael de ailesine kavuşmuş oluyor bir yerde. Birlikte adada yaşadıkları bir yıl boyunca Michael, yaşlı adamı bir tekne gelirse adadan beraber ayrılmaya, Kensuke ise çocuğu adada kalıp o öldükten sonra da orangutanlara bakmaya ve krallığı devralmaya ikna etmeye çalışıyor. Michael, Kensuke’yi ailesinin hayatta olabileceğine inandırmaya çalışıyor: “Bombalar herkesi öldürmüyor.” Michael değil ama bir doğa olayı, yaşlı Japon’u ikna ediyor sanki. Su kaplumbağalarının yumurtadan çıkıp kumda yürüyerek denize ulaşma mücadeleleri Michael’in de yardımıyla, olası bir tekneye binip de adadan ayrılma isteği uyandırıyor. Bu bölümde Kensuke tüylerimizi ürperten şeyi söylüyor, kumsalı kaplayan minik kaplumbağaları seyrederken: “Çok yıl sonra, kaplumbağalar büyüyor ve buraya geri geliyor. Yeniden yumurta bırakıyor. Gerçek hikâye Mikasan.” Britanya Adası’nın ilk romanı kabul edilen Robinson Crusoe’nun gerçek bir hikâyeden alınıp alınmadığı günümüzde hâlâ tartışıla dursun Morpurga kendi seçini yapıyor. Gerçek hikâyeyi yazsa yazsa doğa yazar. “Issız Adanın Kralı”, Michael Morpurgo, Çev: Arif Cem Ünver, +10 yaş, 151 s., Tudem, 2015

TURUNCU TEYZE Vaghar Anghaei çok sevdiğim bir çizerdir. Güneşli Kütüphane’de yazdığı eserleri de yorumlamıştık. Bu sefer daha çok yayın emekçisi, editör Ebru Akkaş Kuseyri’nin öyküsüne çizdiği harika resimlerle karşımıza çıkıyor. Kuseyri bir resimli çocuk kitabından beklenen sadelik, samimiyet ve özgünlüğü yakalamış. Daha önce okumadığım bir yazar ama bu hikâyede çok başarılı bulduğumu söylemeliyim. Eseri, bakıcısıyla bir çocuğun ilişkisine mercek altına aldığı için, yani pek de işlenmemiş bir meseleye değindiği için sevdim öncelikle. Turuncu Teyze tam zamanlı bir bakıcı değil, sanki aileden biri, anne babası evde olmadığında minik Ali’yle evde kalan, şirin bir dost, bir komşu. Artık şehir yaşamında kaybettiğimiz; komşuya, yabancıya ve bakıcıya güveni tazeleyen, sevgi dolu bir metin. Turuncu Teyze Ali uyumadan önce ona hep kitap okuyor ve şöyle diyor: “Uyu, uyan, büyü!” Birlikte hep oyun oynuyorlar, Turuncu Teyze çocuklarla iletişim kurma yeteneğine sahip, özel biri. Büyük ve güzel bir dayanışma var aralarında. Ve Turuncu Teyze Ali’nin hayatında anne ve babası kadar etkin ve öğretici. Öyle ki, saklambaç oyununda masanın altında yakalanan Ali çıkmak istemeyince, teyzesini yanına çağırıyor. Ama Turuncu Teyze oraya sığabilir mi ki? Ve Ali, Turuncu Teyze’yi masanın altına girmeye ikna etmek için ona şunları söylediğinde içimde bir çakıl taşı ısınıyor: “Uyu, uyan, küçül!” Turuncu Teyze, Ebru Akkaş Kuseyri, Resimleyen: Vaghar Anghaei, 4 + yaş, Sarıgaga Yayınları, 2015


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Şubat 2016

NAZLI ERAY:

“Hayatın Rüyada Hatırlanması Gibi...” Söyleşi: SELNUR AYSEVER Nazlı Eray’ın yeni kitabı “Rüya Yolcusu” için otobiyografi demek istiyorum ama eksik kalıyor. Roman desem tamamen kurgu değil. Tarifi zor bir kitap derken, çözümü kendisinin bulduğunu görüyorum. “Rüya Yolcusu” bir “belgesel bellek” kitabı. “Geçmişi, belleği, kimi zaman rüyaları, mutlulukları, acıları ve heyecanları, kısaca hayatı belgelemek ve bunları bellekten dışarıya, kâğıdın üzerine aktarmak” sözleriyle anlatıyor kitabını. İçinde İstanbul var, müzik var, aşk var… Ama en önemlisi rüyalar var. “Rüya Yolcusu” okuru, zamanda ve mekânda kaybolacağı, gerçekle rüya arasında med-cezir yaşayacağı bir yolculuğa çıkarıyor. Söz konusu olan yaşanmışlık olunca, okurun kendinden izler bulması da olağan. “Rüya Yolcusu”nun mekânları eski fotoğraf albümlerden bir fotoğraf gibi. En ince detaya kadar hafızaya kazınmış. Unutulmamış ve tek tek anlatılmış. Bu nedenle “Rüya Yolcusu” sahici, hüzünlü ve eğlenceli. İri bir kargayı kardeşi yerine koyması, onu görünce düşündükleri; Elvis Presley, Edith Piaf, Attilâ İlhan, Mevhibe İnönü’yü evinde ağırlayan bir anneanne; her derdin çaresi Hızır’ı bekleyen babaanne… Sürreal bir resim gibi görünse de hayatın ta kendisi. Her Nazlı Eray okurunun kendisine göre bir Nazlı Eray’ı olduğunu düşünüyorum. Ancak “belgesel bellek” için yazarlığından önce, anneannesiyle yaşamış olması etkiledi beni. Ben de annem bankada çalıştığı için anneannemle büyüdüm. Bu sadece bana özel bir rastlantı olmasa gerek. Çoğu okurun yaşamında anneannelerin, babaannelerin izi vardır. Geçmişi anımsamak iyi geldiği kadar hüzün de veriyor elbet. İnsan, yaşamına karşı ne kadar hoyrat davrandığını görebiliyor. Bunu, Nazlı Eray’ın iğne oyası anılarıyla hissedebiliyor okur. Dün gibi, diyor ama geride kalanlar belki de bir damla gözyaşı akıtıyor. Bir konu üzerinde derinlemesine durmaması, o duyguyu yoğun yaşamadığı ya da üzerini örttüğü anlamına da gelmiyor. Sade ve kısa bir dille okura duygusunu geçiriyor. Kitabın bence çarpıcı bir diğer yanı, tek bir sayfada bile umutsuzluğa yer vermemiş olması. Pişmanlık, yalnızlık, özlem, ölüm, özetle yaşamın içindeki pek çok duygunun barındığı “Rüya Yolcusu”nda; yılmış, umudunu yitirmiş, çaresizlik hissetmiş bir kadın görmüyoruz. Selnur Aysever: “Rüya Yolcusu” anılarınızdan oluşan son kitabınız. Sizi anılarınızı yazmaya iten sebepler nelerdir? Nazlı Eray: Anılar, yaşanmışlıklar, geçmişte kalan yıllar ve arasına sıkışmış, unutulmuş insanlar hep ilgimi çekmiştir benim. Hayatımı, aklım erdiğinden bu yana süregelen bir bütün olarak düşündüğüm için, hayatımın eski bölümlerini, anı olarak değil de şimdiki yaşamımın öncesi olarak kabul ederim. Benim için hiçbir şey “geçmiş” değildir. Her şeyin bir devamlılığı vardır. Bugün dünü tamamlar, insan hayatı böyle devam eder. Bu benim düşüncem tabii. “Rüya

Yolcusu”nu bunun için yazdım. Hayattaki izdüşümümü ve birtakım değişik şeyleri de bir arada okuruma sunmak için. Tam bir anı kitabı olduğunu sanmıyorum. Geçmişi yalnızca anı olarak düşünmek benim hayatımı kısıtlar. Aynı anda hem geçmişte hem gelecekte yaşayabilmeli insan. Selnur Aysever. Kitabınızı “belgesel bellek” olarak tanımlıyorsunuz. “Belgesel bellek”i biraz açar mısınız? Nazlı Eray: Demin anlattığım gibi. Geçmişi, belleği, kimi zaman rüyaları, mutlulukları, acıları ve heyecanları, kısaca hayatı belgelemek ve bunları bellekten dışarıya, kâğıdın üzerine aktarmak. Nasıl belgelenir bellek? Anımsayarak... Bugünü yaşayıp geçmişi düşünmeyi sevmeyenler için değil bu. Ama ben geçmişin içine bugünü de katıyorum, belki geçmişi oldukça taze bir şekilde bugüne taşıyorum. Belgesel belleği en iyi böyle anlatabilirim. Tabii bir duygu boyutu da var işin içinde. Duygular deniz dalgaları gibi yazının kıyısına vuruyor. Selnur Aysever: Kitabınızda mekânları o kadar detaylı anlatıyorsunuz ki, bir fotoğrafa bakıyor gibi hissediyor okur. Belleğinizin bunca ayrıntıyı anımsıyor olmasını nasıl sağlıyorsunuz? Nazlı Eray: Gerçekten fotoğraf gibi mi? Demek ki hayatımın belirli bölümlerinin beynimle fotoğrafını çekmişim ve onları arşivlemişim sanki. Bu biraz da gözlemcilik ve duygusallıkla ilgili. Çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği evleri, odaları, sokakları hiç unutmak istemem. Yaşamımın önemli parçaları oralardadır çünkü. Selnur Aysever: Anılarınızı yazmanız aslında yeniden o anıları yaşamanız demek oluyor bir yandan. Sizi bu yolculuk nasıl etkiledi? Nazlı Eray: Evet, aynen öyle. O anıları yazarken o günleri, o anları tekrar yaşıyorum. O insanlarla yeniden beraberim. Hayatımda bir ileri bir geri gidiyorum. Aynen rüyalarda olduğu gibi. Ama benim anlattıklarım gerçek. Bu yolculuğu severek yazdım. Selnur Aysever: “Bugün sana bir çocuk olarak geldim İstanbul. Daha şu yaşamda payı olan hiçbir şeyi yaşamamış, ufak ve çelimsiz, umut ve güven dolu bir çocuk olarak geldim,” diyorsunuz kitabın bir bölümünde İstanbul yaşamınızda ve yazarlığınızda nasıl bir yerde duruyor? (Devamı sayfa 11)

EMRE KONGAR Giftos Karpantiye Kimdir? Giftos Karpantiye benim 1989’da basılan “Hocaefe­ ndi’nin Sandukası” adlı tarihsel romanımdaki olumsuz kahramanın adı. Bu roman karakterinin kimi simgelediği bir zamanlar çok tartışma konusu olmuştu. Ben “Romanın metni kendisi konuşsun” anlayışıyla bu konuda ayrıca yorum yapmak istemedim; esas olarak suskun kaldım. Roman yayınlanalı 27 yıl oldu, hâlâ ilgi görüyor. Üzerinde birçok çalışma yapıldı; bitirme ve yüksek lisans tezleri yazıldı. Şimdi ben de romanım hakkında konuşmaya karar verdim ve ilk olarak ünlü Giftos Karpantiye hakkında yazılmış olan bir spekülasyon yazısıyla işe başlıyorum. Aşağıya, yer darlığından dolayı dışarda bıraktığım bir iki önemli olmayan satırı hariç, olduğu gibi alıntıladığım yazı Doğan Hızlan tarafından kitabın yayınlanmasından 10 yıl sonra 31 Mart 1999 tarihinde Hürriyet gazetesinde yazılmış. *** “Sanat dünyası bugünlerde Emre Kongar’ın 11. basımı yapılan ‘Hocaefendi’nin Sandukası’ romanındaki Giftos Karpantie’nin aslında Prof. İhsan Doğramacı olduğunu konuşuyor. Emre Kongar’ın tarihsel roman biçiminde ele aldığı, toplumsal eleştirinin ağır bastığı ‘Hocaefendi’nin Sandukası’ romanının baş kahramanı Hocaefendi Giftos Karpantiye’nin YÖK Eski Başkanı İhsan Doğramacı olduğu anlaşıldı. Kongar kitabının başına şöyle bir not koymuştu: ‘Bu satırlardan itibaren karşılaşacağınız tek ve biricik gerçek, romanın kendi gerçeğidir. Romandaki bütün isim, cisim, kişi ve olaylar (hatta bu satırlar bile) uydurmadır.’ İyi roman okurları bilir ki, bir kitabın başına böyle bir not konuldu mu, şüphe uyandırır. Birçok yazar da Emre Kongar gibi yapmış ama bize bu bilgiyi veren Osmanlı metinleri yorumcusuna yutturamadı. ‘Romanın Öyküsü’nde Umberto Eco ile Orhan Pamuk’a da göndermelere dikkati çekiyor hin roman okurları. İkisinin de tarihe olan düşkünlükleri hepinizin malumu. ‘Hocaefendi’nin Sandukası’ romanından en heyecanlı bölümü buraya aldık: “Papa Beşinci Nikola, kendisinden çok şeyler beklediği ve evladı gibi sevip güvendiği Giftos Karpantiye’yi önüne almış ve şu öğütleri vermiş: ‘Hür düşünceyi engelle. Medrese düzenini tek başına yıkamazsın. İyi adam yetiştirilmesini önlemeye tek başına gücün yetmez. Hekimliğini ilerlet ve saraya gir. Medreseleri çökertmeyi ve bağımsız biçimde düşünmeyi engellemeyi unutma. Ancak bu uzun vadeli tedbirlerle Osmanlıdan kurtulabiliriz.’ Elbet Osmanlıyı çökertme, devşirmeleri ön plana çıkarma ve medreseleri yıkma hareketine karşı bir örgütün başında savaşanın adı da Raşit. Osmanlı metinlerini yorumlayan bir kişi kahramanların kod adlarını şöyle çözdü: ‘Giftos Karpantiye’yi Türkçeye çevirirseniz bunun İhsan Doğramacı’nın kod adı olduğunu hemen anlarsınız. Raşid de kitabın yazarı Emre Kongar’ın göbek adı. Üstelik bu yorumcuya göre nüfus memuru yanlışlıkla Reşit diye yazmış, oysa doğrusu Raşid’miş, çünkü bu ad Emre Kongar’ın dedesinin adıymış.’ Evet, Kongar’ın romanında verdiği şifreli isimler böylece çözülmüş oldu.” *** Yazı bu kadar. Yorum yok. Roman hakkındaki açıklamalarım gelecek aylarda devam edecek.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.