Remzi Kitap Gazetesi / Temmuz 2015

Page 1

İstanbul/ 100 Yıl Öncesine Bir Bakış Kavgam

Kalp Zamanı

FRIEDERICH SCHRADER

INGEBORG BACHMANN-PAUL CELAN

KARL OVE KNAUSGAARD

1

K

891- 1918 arasında İstanbul’da yaşamış bir İstanbul aşığı olan Friederich Schrader’in gözünden dönemin İstanbul’u… 1917’de Almanya’da yayınlanmış olmasına rağmen Türkçeye yeni kazandırılan kitap, İstanbul’un tarihinden mimarisine, kültüründen geleneklerine pek çok motifi işliyor... Devamı sayfa 6

R

E

M

Z

İ

arşımızda, beş milyon nüfuslu Norveç’te bile sadece ilk cildi yarım milyon satışa ulaşan, üstelik yalnızca hacmiyle ve satış rakamıyla değil, adı ve kararsız türüyle de tüm dünyanın dikkatini hemen çekmiş bir kitap var; yirminin üzerinde dile çevrilmiş olması da cabası. Gerçek ile kurmacanın sınırlarını tartışmak için iyi bir vesile. Devamı sayfa 7

K

İ

T

A

B

E

V

İ

SAYI 115 - TEMMUZ 2015 - ÜCRETSİZDİR

A

lman edebiyatının iki büyük isminin aşkına tanıklık eden, 24 Haziran 1948’de başlayıp 2 Ocak 1972’de sona eren mektupların kitabı... Savaş sonrası yılların izleri sinmiş üzerine. Ingeborg Bachmann ile Paul Celan’ın aşkı yalnızca kendileri için değil, yakınları için de zorluklar doğurmuş. Sonu ise ister istemez trajik... Devamı sayfa 12

ARKA KAPAK KONUĞU Bahadır Cüneyt Yalçın

ÖRGÜTLÜ EDEBİYAT: OKUR GRUPLARI

İ

nsanlar örgütleniyor; hem de bunu edebiyat vasıtasıyla yapıyor. Okur gruplarından bahsediyoruz elbette. Sözcüklere ihtiyacı olan insanlar bir olup harflerle kurulan büyülü bir dünyada yolculuğa çıkıyorlar… Satırları beraberce arşınlayıp her bir kelimenin sırrına beraberce ermeye çalışıyorlar… Edebiyat düşkünlerini buluşturan okur gruplarına biraz yakından bakmak amacıyla Ekin Yazın Dostları, Yitik Ülke Kitap Okuma Grubu, Ayşe’nin Kitap Kulübü, Kitap Ağacı Okur Grubu ve Kitap Bahane Kulübü ile görüştük. Aktardıkları bilgilere bakılırsa okurlara, yazarlara yayıncılara çok şey kazandıracağı aşikâr olan bu gruplar daha

İyi Tanrının Çocukları

6

NESLİHAN ACU

0-1-Başla!

10

DR. ŞİRİN SEÇKİN DR. FATMA KIRCI DR. ERTAN SEÇKİN

Baht Dönüşü

10

FATİH BALKIŞ

Karahindiba Şarabı

13

RAY BRADBURY

Foucault’yu Sayıklamak PATRICIA DUNCKER

Ölmek Ne Demek Amca?

3

7

14 15

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

Adım Gibi Emin Değilim

“Perşembe Mektupları”

Ömer Seyfettin: Milli Edebiyat ve Türkçülük

da büyüyüp gelişecek gibi görünüyor. Ancak bu noktada sektöre, yayınevlerine de önemli görevler düşüyor; okur gruplarına yüzlerini dönmelerinde fayda var. Yazar ve çevirmen için de okurla doğrudan temas kurma şansı sunuyor bu gruplar. Zira birinci ağızdan yorum ve eleştirileri dinlemek gibi kıymetli bir deneyim, işin mutfağındakiler için bulunmaz bir fırsat olsa gerek... Okur grupları; yazar, çevirmen ve yayıncıları bu okuyan kitleden faydalanmaya çağırıyor; el ele vermeye davet ediyor... Devamı sayfa 8-9

ZÜLFÜ LİVANELİ “Edebiyat Hâlâ Ayakta” K

entler, üstlerinde yaşayanların hafızası olmak gibi bir işlev görürler. Oteller ise hem üstünde yaşayan hem oradan gelip geçenlerin hafızasıdır. Oteller, bazıları için kaçamakların bazıları için zorunlulukların mekânıdır. Oysa otel, hele ki tarihin her gün yeniden yazıldığı günümüzde değil de bir şeylere dayanabileceği kadar eski bir zamana tanıklık etmişse farklı bir şeyin mekânı haline dönüşür. Zülfü Livaneli’nin “Konstantiniyye Oteli” isimli romanı, 2014 Aralık’ının son günlerinde açılan yedi yıldızlı Konstantiniyye Oteli’nin ve yolu orada kesişenlerin hikâyesini anlatıyor. Bu aralar magazin programlarında da sık sık duyduğumuz “erken yılbaşı” kutlamalarından biriyle başlıyor kitap. Konstantiniyye Oteli’nin daha ilk geceden geniş bir konuk yelpazesi var. Bambaşka insanların portreleriyle dolu bu otel, Livaneli’nin sanat ve siyasetle örülü hayatında okuduğu kitaplar ve karşılaştığı yüzlerden izler taşıyor. Bu izler ise geniş bir tarih anlatısının önünü açıyor. Livaneli’nin kitabı, Karl Marx’ın “The 18th Brumaire of Louis Bonaparte” isimli eserinde değindiği meseleyi anımsatıyor: “Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.” Livaneli’nin kitabının güncel özneleri ise tam da bu tespite uygun bir biçimde yaşadığımız güncel komedinin özneleri. Tarihin başka dilimlerinde “unutulmuş” bu figürlere hayat veren Zülfü Livaneli’yle siyasetin koridorlarında gezmekten de geri durmayan kitabını konuştuk. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2015

2015’te Ne Kadar Özgürdük? Türkiye Yayıncılar Birli­ği, 1995’ten bu yana her yıl ülkemiz­de yayın­lama özgürlüğünün sınırlarını ortaya koymak amacıyla bir rapor yayınlıyor. Raporlarda yayınlama özgürlüğü önünde engel oluşturan dava, soruşturma ve kitap toplatma kararları, yerel ve ulusal düzeydeki kitap sansürleri, basın ve internet yayıncılığı üzerindeki baskılar, konuyla ilgili yasama alanındaki gelişmeler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları gibi konular ele alınıyor. 2015

Raporu’nda “eleştiri” kavramının anlamını yitirdiği, her türlü muhalif görüşün “hakaret” ve “iftira” olarak algılandığı, bu algı nedeniyle tehdit ve saldırıya maruz kalındığı bir dönemden geçtiğimiz vurgulanıyor ve şöyle deniyor: “Bu algının tetiklediği politik ve toplumsal kutuplaşma toplumun her kesimini ve her türlü toplumsal faaliyeti olduğu gibi yayıncılığı da olumsuz yönde etkiliyor, geriletiyor.” Haziran 2014-Haziran 2015 dönemini kapsayan 2015 Raporu’nun tam metnine internet üzerinden ulaşmak mümkün.

Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ

Kırmızı Kedi, Enis Batur’a Danışacak Edebiyatımızın üretken ismi şair-yazar Enis Batur, Kırmızı Kedi Yayınevi’nin danışmanlık görevini üstlendi. Konuyla ilgili olarak yayınevi genel yayın yönetmeni İlknur Özdemir bir açıklama yaptı ve 15 Haziran 2015 itibarıyla Enis Batur’un, Kırmızı Kedi’nin yeni proje ve dizilerinde “danışman/dizi sorumlusu” olarak görev almayı kabul ettiğini söyledi. Özdemir açıklamasında “Enis Batur’un Kırmızı Kedi’ye yapacağı katkılarla, yayınevimizin çalışmalarının daha da güçleneceğine inanıyoruz” dedi.

Kitabın Kısa Filmi Olur mu? Bir grup şair ve yazarın bir araya gelerek oluşturdukları bir projeyle artık kitapların kısa filmlerini izleme olanağına kavuşacağız. SosyaLab adı verilen bu proje, kitabı sabit formundan kurtarıp daha fazla insana ulaştırmayı hedefliyor. SosyaLab, bünyesinde o­yun­cu­ları, yönetmenleri, edebiyatçıları ve senaristleri barındıran bir komün ağı. Ulus Baker’in görsellik üzerine yazdıklarından yola çıkarak iki yıllık altyapı çalışmasının ardından kitapları filmleştirmek düşüncesi

elif.sahin@gmail.com

hayata geçirilmiş. İnsanların okuyacakları kitaplar hakkında bir iki dakika içinde bilgi sahibi kılmanın yolunu araştıran ekip kitap filmleri çekmeye başlamış. Projenin beyin takımından İnan Ulaş Arslanboğan, SosyaLab için şunları söylüyor: “Çalışma prensibimiz yayınevi, yazar ve SosyaLab olarak işlemekte. Yayınevi kitabı ya da dosyayı bize veriyor, sonrasında senaryo ekibi kitabın vurucu noktalarını senaryo haline getiriyor, ertesinde ise senaryo, yayınevi ve yazara sunuluyor. Eğer mutabık kalınırsa çekim için düğmeye basılıyor. Türkiye’de daha öncede denenmiş fakat sürekliliği olmadığı için yayınevlerinin biraz çekinerek baktığı bir süreç yaşanmış. Bu bakış açısını değiştirmeyi düşünüyoruz.”

Hayvansever Çocuklar İçin… Ağustos ayının sonlarına doğru, Redhouse Kidz’den çok değişik bir resimli kitap serisi geliyor. Gökçe Gökçeer’in yazıp Mustafa Gündem’in resimlediği bu seri, Pöti adındaki bir köpeğin maceralarını konu alıyor. Üstelik Pöti, hayali bir kahraman değil, yazarın gerçek köpeği! Gökçe Gökçeer’in barınaktan alarak sahiplendiği bu köpeğin bir gözü kahverengi diğer

gözü mavidir ve çok da havalıdır... Serinin birinci kitabı “Pöti”de, yazar bizleri hem Pöti’yle tanıştırıyor hem de barınakların işlevini anlatıyor. İkinci kitapta ise Dede adında çok sevimli bir köpek seriye dahil oluyor. Dede de aynı Pöti gibi gerçek bir köpek! Bu kitapta Gökçe Gökçeer, çocuklara veterinerlerin kim olduğunu ve köpek ırklarını anlatıyor. Rengârenk çizimlerden oluşan seriyi genç çizer Mustafa Gündem resimledi. Süper Pöti’nin maceraları başlıyor; hayvanları seven tüm çocuklara duyurulur!

4 Bin Dijital Kitap Kütüphanelerde Antalya Muratpaşa Belediyesi, kütüphanecilikte dijital dönemi başlatıyor. Muratpaşa Belediyesi Dijital Kütüphanesi’nin tüm altyapı çalışmaları tamamlandı. Yakında hizmet veremeye başlayacak olan Muratpaşa Belediyesi Dijital Kütüphanesi; vatandaşların, kütüphanedeki kitapları internet üzerinden okumalarına olanak tanıyacak. Meltem Mahallesi’nde hizmet verecek olan dijital kütüphane binasında kitap okumak isteyen vatandaşlar için 10 adet bilgisayar bulunuyor.

Deborah Levy ilk kez Türkçede! İngiliz oyun yazarı, roman­ cı ve şair Deborah Levy, Man Boo­ker fina­listi romanı “Eve Yüzerken”le ilk kez Türkçede… Bir modern zaman rüyası olan “Eve Yüzerken”, Everest Yayınları etiketiyle yayımlandı. Deborah Levy’nin eleştirmenlerce Virginia Woolf’a, Patricia High­ smith’e, zaman zamansa Claude Chabrol ya da François Ozon filminden bir sahneye benzetilen stili sonuçta hiçbirine benzemeyen bir özgünlüğe sahip. Tekrarlanan cümleler, imajlar ve temalarla ortaya yepyeni, orijinal bir motif çıkıyor. Başlığıyla John Cheever’ın muhteşem öyküsü “Yüzücü”ye bir selam yollayan “Eve Yüzerken”, son zamanların en dikkat çeken yazarları arasında adından söz ettirmeyi başaran Deborah Levy’nin sinematogtafik anlatımıyla tanışmak için iyi bir fırsat.

Remzi’de En Çok Satanlar (Haziran 2015) KİTAP (KURGU)

1 2 Paris’e Son Tren 3 Trendeki Kız 4 Gitme Zamanı 5 Toprak 6 Küçük Prens 7 Kavgam 8 Kürk Mantolu Madonna 9 Kayıtsızlık Şenliği 10 Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku Konstantiniyye Oteli

Zülfü Livaneli, Doğan Kitap

Michele Zackheim, Remzi Kitabevi

Paula Hawkins, İthaki Yayınları

Aret Vartanyan, Destek Yayınları

Buket Uzuner, Everest Yayınları

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi

Karl Ove Knausgaard, MonoKL Edebiyat Sabahattin Ali, YKY

Milan Kundera, Can Yayınları

İlhami Algör, İletişim Yayınları

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 Abdullah Gül ile 12 Yıl 2 Türklerin Tarihi 3 Öğrendim ki... 4 Başarıya Götüren Aile 5 Masal Terapi 6 Bitkisel Kürlerle İlaçsız Tedavi 7 Aptalı Tanımak 8 Çöküş 9 Doksan Beş Yıldan Serpintiler 1 0 Cemaat’in İflası Ahmet Sever, Doğan Kitap

İlber Ortaylı, Timaş Yayınları

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Temmuz 2015

Gülben Ergen, Doğan Novus

Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran

Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi

Judith Malika Liberman, Doğan Novus Ümit Aktaş, Hayy Kitap

A. M. Celal Şengör, Ka Kitap Hakan Aygün, Halkkitabevi

Aydın Boysan, İş Bankası Kültür Yayınları Hanefi Avcı, Tekin Yayınları

Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648


Temmuz 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

Cervantes Toprağa Verildi İspanya’nın ve dünyanın en önemli yazarlarından Miguel de Cervantes’in kayıp mezarı bir manastırın mahzeninde bulunmuştu. Yazarın, ölmeden kısa süre önce sadece altı dişinin kaldığından bahsedilmişti. Ayrıca İnebahtı Deniz Muhaberesi’ne katılan Cervantes’in savaşta

aldığı yaralar da biliniyordu. Uzmanlar, kemiklerin Cervantes’e ait olduğunu kesinleştirdi. Kemiklerin kimliğinin kesinleşmesinin ardından İspanya, tarihteki en ünlü yazarını yeniden defnetmek için hazırlıklara başladı. 11 Haziran’da, Madrid Belediye Başkanı Ana Botella’nın da katılımıyla yazarın cenazesi gerçekleşti. Cervantes zamanında bir asker olduğu için askeri bir tören de düzenlendi. Kaynak: Ciaran Giles, Sun Herald, 11 Haziran 2015

Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI

Philip K. Dick’ten Çocuk Kitabı

Sex and The City’nin Yazarından Yeni Kitap

Bilim kurgu kitaplarının en sevilenlerinden “Androidler Elektrik Koyun Düşler mi?” ve “Azınlık Raporu” gibi eserlere imza atan Philip K Dick’in yazdığı tek çocuk kitabı okuyucularla yeniden buluşmaya hazırlanıyor. Yazarın ölümüne kadar hiçbir yayınevinin basmak istemediği, “Nick and the Glimmung” (Nick ve Glimmung) ölümünden sonra basıldığında ise yayınevlerinin kapanması ya da baskılarının tekrarlamaması nedeniyle, yeterince kişiye ulaşamamıştı. Kedisini kurtarmak için dünyayı terk edip uzayda bir maceraya çıkan Nick’in hikâyesi, yirmi yıl sonra yeniden çocuk okuyucular ve Dick hayranlarıyla buluşacak. Editörü kitabın neden daha önce okura neden ulaşmadığını şöyle açıklıyor: “Anladığım kadarıyla Dick bu kitapla gurur duyuyordu ama yayıncıları biraz tuhaf olan bu çocuk kitabını basmakta o kadar da istekli değildi. Bu yüzden bir rafa kondu ve unutuldu...”

Kitaplarıyla da, dizi ve filmleriyle de dünyadaki her kadının kalbinde taht kuran Candace Bushnell, otobiyografik izler de taşıyan yeni kitabı “Killing Monica”yı (Monica’yı Öldürmek) yayınladı. Romanın kahramanı olan Pandy Wallis, gişe rekorları kıran filmlere uyarlanan çok satarlar yerine, bir aile büyüğünün hayatı hakkında ciddi bir kitap yazmak istiyor. Bushnell’in bu kitabı yine hayranlarının alışkın olduğu popüler kültür ve moda gibi konulara yabancı değil, ama yazar bu kez edebiyat dünyası ve hayatın anlamı gibi konuları da anlatısına katıyor.

Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 11 Haziran 2015

Grinin Elli Tonu’nun Dördüncü Kitabı Bir anda ortaya çıkarak dünyanın en ünlü erotik romancısı olmayı başaran E L James daha önce, “Her hikâyenin iki tarafı vardır,” demişti. Yazar, söz verdiği gibi dördüncü kitapta okuyucularını hikâyenin diğer tarafına çekiyor ve olaylara yakışıklı milyoner Christian Grey’in gözünden bakıyor. Adı “Grey” olan kitabın çıkış tarihi Grey’in doğum günü olan 18 Haziran olarak belirlendi. Dünya çapında 125 milyon satan ilk üç kitap, Grey’in fantezilerine boyun eğen Anastasia Steele’in gözünden anlatılmıştı. Yazar bir blog yazısında Christian’ın karmaşık bir kahraman olduğunu; arzuları, dürtüleri ve sorunlu geçmişiyle okuyucuların her zaman ilgisini çektiğini söyledi. Bu kitap sayesinde Christi­an’ın A­nas­tasia’dan neden bu kadar etkilendiğini de öğrenebileceğiz. Kaynak: Adam Sherwin, The Independent, 1 Haziran 2015

Kaynak: RTE, 15 Haziran 2015

PEN Pinter Ödülü Fenton’ın Oldu Jüri üyelerinin hakkında, “gerçeğin kudretli, korkusuz ve estetik gücüne sahip” dediği İngiliz şair ve gazeteci James Fenton, bu yılın PEN Pin­ter Ödülü’nün sahibi ol­ du. Ödül, seçim kriterini, 2008 yılında hayatını kaybeden Harold Pinter’ın Nobel Ödülü konuşmasından alıyor. Bu konuşmasında Harold Pinter, hayat görüşünü boyun eğmemek ve yolundan sapmamak olarak ifade ediyordu. Yazar yine o konuşmada toplumsal gerçekleri ortaya çıkarmak için entelektüel bir çaba göstermenin her insanın görevi olduğuna inandığını ifade etmişti. Ödülün bu yılki jürisi, Pinter’ın eski eşi Antonia Fraser, Susannah Clap, Sam Leith, Hisham Matar ve İngiltere PEN Derneği’nin başkanı Maureen Freely’den oluştu. Ödül ortak kararla Fenton’a gitti. Fenton ödülünü 6 Ekim’de İngiltere’deki İngiliz Kütüphanesi’nde alacak. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 16 Haziran 2015

Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com

Adım Gibi Emin Değilim Romanlar üzerine konuşulurken sık sık karşımıza çıkan bir soru, “özkurgu” kavramı etrafında süren bir tartışma vesilesiyle yeniden gündemde: Yazar kurgunun içinde ne kadar var? Ben pek çok kez muhatap oldum bu soruyla. Anlaşılır bir durum. Hele ilk romanını otobiyografik öğelerden beslenerek yazdığını gizlemeyen birine mutlaka sorarlar: “Ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?” Bu sorulara verdiğim standart bir yanıt oldu hep. Söyleyip konuyu kendi açımdan kapatıyordum: “Her roman otobiyografiktir.” Tabii bir açıklamada da bulunuyor ve diyordum ki; “Olaylar ve kişiler gerçek hayattan olsun ya da olmasın, hikâye, romanı yazan kişinin bilincinden çıkmıştır. Yazar metne eğildiğinde gölgesi de üzerine eğilir.” Hatta bir süre önce Ursula Le Guin’in “Kadınlar Rüyalar Ejderhalar” kitabında düşüncelerime yakın cümlelerle karşılaşmış ve epey de gururlanmıştım. Le Guin kitabın başlarında, kendisiyle röportaj yapmak isteyen gazetecilerin “Bana kendini anlat!” talebini şöyle yanıtladığını söylüyordu: “Anlattım ya işte. Hepsi orada, kitabın içinde. Önemli olan her şey orada. Peki ama sen onları uydurmuştun hani! Evet, ama nereden?” Bilimkurgu yazarı Le Guin’in, eğer başka bir gezegenden geldiğini iddia etmiyorsa, burada kast ettiği şey açık. Yazarın tümüyle “uydurma” bir hikâye anlatırken de o hikâyenin içinde olduğunu, çünkü hikâyenin yazarın içinden çıktığını söylüyor Le Guin. Öte yandan Le Guin’in ve benim önermelerimiz “ben bir özkurguyum” diye göğsünü gere gere ortalarda dolaşan metinleri bağlayacak değil. Onlar yazarın dairesinden romanın dairesine ulaşan bir sızıntıdan söz etmiyorlar. Basbayağı diyorlar ki, yazar romanla aynı dairede yaşıyor. Camın kenarındaki berjer onun, köşede gördüğünüz çocukluğundan kalma oyuncak at da öyle. Kitaplarını da şu baba yadigârı çalışma masasında yazıyor zaten, aile fotoğraflarına bakmak isterseniz yandaki dolabın içinde. Bazılarında isimler bile gerçek halleriyle bırakılıyor. Anılarını, ailesini, çocukluğunu, iç dünyasını anlatıyor yazar. Ama bunu kurmaca bir dünya oluşturarak yapıyor. Yani Le Guin’in kast ettiğinden farklı olarak, yazar, romanın baş kahraman olarak orada; gölgesini değil tüm varlığını koyuyor romanın içine. Kendini anlatmak için yapıyor bunu. Her ne kadar ilk romanım “Eşik”i kendimi anlatmak amacıyla yazmamış olsam da onu yazarken kendimi “anladığımı” düşünmüştüm. Yazmanın yazarın kendisini anlamasının araçlarından biri olabileceğini de öyle fark etmiştim... Fakat sonra kitap baskıdan çıkıp masama geldiğinde burada anlatılanın benimle hiç ilgisi olmayan biri olduğu duygusuna kapılmıştım. Bence gerçekten de değildi. Yine de “her roman otobiyografiktir”den şaşmayı gerektirecek bir durum yoktu bana göre. “Gözlerini Kaçırma”yı yazarken ise içeriye doğru bir kazı yapıyordum. Romanı bitirdiğimde pek çok meseleyi de “bitirdiğimden” emindim. Demek ki “ilerlemeyi” sürdürecek, yeni meseleleri yeni romanlarda çözecektim. Bir süre sonra yeni roman üzerinde çalışırken, önceki kazıda elde ettiğim ganimetleri hazine sandığından çıkarıp okşamak istedim. Fakat bir de ne göreyim, hepsi eskimiş, parlaklığını yitirmişti. Suyun içindeyken rengârenk göründüğü halde dışarı çıkarınca grileşen taşlar gibiydiler. Avucumdaki gri taşlarla yaşadığım hayal kırıklığı beni epey düşündürdü. O gün bugündür özkurgu diye nitelenen romanların yazarın kendisini anlattığı iddiasına kuşkuyla yaklaşıyorum. Çünkü Orhan Pamuk’un “Kara Kitap”ında Galip’in “Hiçbirimiz kendimiz olamayız” dedikten sonra sorduğu soruları ben de soruyorum artık: “Herkesin seni bir başkası olarak görebileceğinden hiç kuşkun yok mu senin? Kendin olduğundan o kadar emin misin sen? Eminsen, kendin olduğuna emin olduğun kişinin kim olduğundan emin misin?”


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2015

ZÜLFÜ LİVANELİ:

“Edebiyat Hâlâ Ayakta” Söyleşi: SARPHAN UZUNOĞLU, Fotoğraf: FETHİ KARADUMAN (Baş tarafı sayfa 1’den)

“Bu kitabın günümüzde yaşayan karakterleri açısından baktığımızda hangilerinin sizin okurunuz olabileceğini düşünüyorsunuz ya da hangilerinin sizi okumasını daha çok isterdiniz?” “Sanıyorum ki ‘Konstantiniyye Oteli’nin açılış gecesine katılan burjuvaların arasında da okurlar olabilir. Özellikle de kadınlar arasında. Erkekler, daha çok para kazanmak, futbol ve siyasetle ilgilendiği için fazla okumazlar ama eşleri okur. Ne var ki o otelde çalışanlar daha çok okur benim kitaplarımı. Garson, güvenlikçi gibi birçok görevli. Bundan eminim çünkü imza günlerinde, sokaklarda karşılaştığım okurlarımın çoğu çalışan kesim.”

“AKP döneminde özellikle eski ve yeni burjuvazi ayrımı yapılmaya, yeni orta sınıf diye bir sınıftan bahsedilmeye başlandı. Romandaki yeni-zengin ve eski-zengin karakterler üzerinden siz de böyle bir çözümlemeye girişmişsiniz. Bu iki taraftan birini diğerine yeğliyor musunuz?”

“Biliyorsunuz, bu ayrım Fransız romancılarının çok dikkatini çekmişti. Flaubert gibi birçok romancı yeni gelişen burjuvazinin görgüsüzlüğünü belirten kitaplar yazarak epey hırpalamışlardır onları. Ama o burjuvalar zen-

ginleştikçe aristokratlara özendiler. Yeni malikânelerinde onlar gibi edebiyat, müzik geceleri düzenlediler; sanatçıları, yazarları davet ettiler; kızlarına piyano, oğullarına eskrim dersleri aldırdılar ve geliştiler. Burjuva tanımı, önceleri kaba-saba zengini anlatırken zamanla anlam kaymasına uğradı ve ‘kaymak tabakası’ anlamına gelmeye başladı. Bizdeki sorun ise, para kazananların özenecekleri bir aristokrasinin bulunmaması. Osmanlı hanedanı; hiçbir aileyi uzun süre yaşatmadığı, idam edilenler için ‘kanı ve malı helaldir’ fetvası verilerek en zengin aileler yoksullaştırıldığı için bizde aristokrasi oluşamadı. Medeniyeti birlikte oluşturduğumuz gayrimüslimler de bir biçimde buharlaştırıldığı için para kazanmış burjuvazinin özeneceği hiçbir yaşam biçimi kalmadı. Eski olsun yeni olsun, burjuvazinin gelişmesi için daha epey zamana ihtiyaç var.”

“Son aylarda çıkan birçok romanda Gezi’yi daha fazla bulmaya başladık. Siz de Gezi’yi romanınıza dahil etmişsiniz. Türkiye’de solda bir kültür birikimi oluşturulmasında önemli pay sahiplerinden birisiniz. Gezi ile sizin kültürel ürünleriniz arasında bir bağ kurabiliyor musunuz? Bu yeni toplumsal hareketlere nasıl bakıyorsunuz?” “Gezi’nin bir dönüm noktası olduğunu düşünenlerdenim. Gezi ruhu yenilmedi, hiçbir zaman yenilmeyecek. Bu kadar önemli bir olayın edebiyatımıza yansıması kaçınılmazdı. Bu konuda çok güzel romanlar, hikâyeler, şiirler yazıldı. Çoğunu hayranlıkla okudum. Bu kitapta

“Tüketme tanımınıza itiraz etsem alınmazsınız herhalde. Kapitalist dönemin kafamıza ektiği bu deyimi, yiyecek konusunda bile kullanmıyorum ben. Hele edebiyat asla tüketilmez. Kitap alınır ve okunur. Eğer iyi bir kitapsa tekrar tekrar okunur, okudukça zenginleşir. Beyaz yakalılar dediğiniz insanlar okuyor artık. Zaten bu baskı sayılarından da belli. Yurt dışındaki yayıncılarım, kitaplarımın baskı rakamlarına inanamıyorlar. İlginç bir şekilde, Türkiye’de kitap okuru arttı, hem de çok.”

“İmparator olarak seslenilen bir karakteriniz var. Peki sizce imparatorlarla hesaplaşmak mümkün müdür ya da mümkün olacak mıdır?”

“Romandaki ‘İmparator’ bir Rus oligarkı. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra, o koca ülkenin bütün kaynakları bir avuç insana verildi. Böylece eşitlik, adalet ve sınıfsız toplum vaadiyle ortaya çıkan Rusya, bugün dünyanın en adaletsiz toplumlarından biri haline geldi. Zaten ‘İmparator’un babasının intiharı da bu acıyı anlatıyor. İnsanlık tarihine baktığımız zaman şahların, padişahların, kralların, diktatörlerin devrildiği görülür ama ne yazık ki yerine hep yenileri geliyor.”

“39 dilli İstanbul’dan halklarını kaybetmiş İstanbul’a giden uzun bir yolculuk var aslında romanda. Sizce Cumhuriyet döneminin yeni Türkiye’si Osmanlı döneminden daha mı zayıf malzeme açısından?”

“Değil; çünkü gidenlerin yerine yenileri geldi. İstanbul büyüdü, kaç katına çıktı. Buraya göçen her insanın,

Türkiye eskisi kadar huzurlu bir ülke değil, insan ilişkileri sert ve yaralayıcı, işyerlerin­ de insanlar mutsuz, gençler geleceğe binbir kaygı içinde bakıyor. Dahası; sarsılan ve değer ölçülerini yitiren bir toplumun ‘nihilizm’ olarak adlandırabileceğim korkunç kargaşası içinde bir yerlere tutunmaya çalışıyorlar. Değer ölçülerinin yitmesi, pusulasız kalmış bir gemi anlamına gelir; hem de fırtınaya yakalanmış bir gemi. Zehra, Emre gibi karakterlerime şefkat duyduğumu saklamayacağım; aynen diğer romanlarımdaki Meryem, Cemal, Maya, Leyla, Rukiye-Roxy gibi. Çünkü iyi insanlar ama çok acı çekiyorlar. Gezi’yi anlatmaya çalışmadım ben, sadece kısaca değindim. Gezi ile benim önceki yaratılarımın bir bağı var mıdır, bilemem. Bunun cevabını vermek bana düşmez. Ama o meydanda şarkılarımın söylendiğini görmek, özellikle ‘Ey Özgürlük’ü duymak beni onurlandırdı.”

“Karakterlerinize baktığımızda, Zehra ve Emre’nin bugünün insanlarının en bilindik problemlerinden manik depresyon, umutsuzluk, stres gibi duygularla kuşatıldığını görüyoruz. Siz modern Türkiye’de insanların temel duygularının bunlar olduğunu mu düşünüyorsunuz?”

“Evet; bunlar ve daha bir sürü ruhsal sıkıntı. Türkiye eskisi kadar huzurlu bir ülke değil; insan ilişkileri sert ve yaralayıcı; işyerlerinde insanlar mutsuz, gençler geleceğe binbir kaygı içinde bakıyor. Dahası; sarsılan ve değer ölçülerini yitiren bir toplumun ‘nihilizm’ olarak adlandırabileceğim korkunç kargaşası içinde bir yerlere tutunmaya çalışıyorlar. Değer ölçülerinin yitmesi, pusulasız kalmış bir gemi anlamına gelir; hem de fırtınaya yakalanmış bir gemi. Zehra, Emre gibi karakterlerime şefkat duyduğumu saklamayacağım; aynen diğer romanlarımdaki Meryem, Cemal, Maya, Leyla, RukiyeRoxy gibi. Çünkü iyi insanlar ama çok acı çekiyorlar.”

“Beyaz yakalılar yavaş yavaş edebiyatta da politikada da gündeme dahil olmaya başlıyor. Sizce beyaz yakalılar bu toplumun neresindeler? Edebiyat tüketiyorlar mı?”

her ailenin muazzam hikâyeleri var. Edebiyatçılarımızın, bu zenginliğe yeterince eğilmediğini düşünüyorum çünkü dışardan bakılıyor. Gecekondu mahallelerindeki hayat, entelektüellerin bildiği bir şey değil. Bilmeyince anlatılamaz elbette ya da yapmacık durur.”

“Kitabın bir kısmında İstanbul’un isminin değiştirilme hikâyesi de var. Osmanlı romantizminin bu kadar yoğun olduğu bir çağda Osmanlı’ya ilişkin doğruları konuşmak bir edebiyat eserinde de olsa risk değil miydi?”

“Bu ülkede sanatla, yazıyla uğraşmak başlıbaşına bir risktir zaten. Ama gerçek saklanamaz. Bu şehrin tarih boyunca birçok adı oldu ama en çok bilineni Konstantiyye’dir. Peygamberin hadisinde bile bu isim kullanılır. Fatih Sultan Mehmet şehri aldığı zaman adını Mehmediye diye değiştirebilirdi. Başka bir isim de verebilirdi ama o Konstantiniyye’yi tercih etti. Aya Sofya Camii adını bir düşünün. Hem Yunanca agia yani kutsal, hem sofia yani bilgelik. Dini vurgusu olan Yunanca kavramları olduğu gibi bırakıp sonuna camii eklemek akıl almaz bir kültür sentezi. “

“Mekân yeni sosyoloji çalışmalarının en önemli temalarından biri. Aslında mekân ve zaman aynılığı ve farklılığı üstüne kurulu bir roman yazmışsınız. Sultanahmet’e ne zaman gitsem sayısız tarihi mekâna kurulmuş yeni oteller görüyorum. Bu kitabın fikri o otellerden birinde bir partide mi oluştu?”


Temmuz 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

“Hayır, bu bir kurgu ama her kurgu gibi gerçekten besleniyor elbette. Yapılaşma ve rant hırsının yarattığı korkunç yıkımı hepimiz görüyoruz. Eskiler çok hırslı birine ‘Gözünü toprak doyursun’ derlerdi. Anlaşılan bu kadar toprak rantı bile o gözleri doyuramıyor.”

“Toprak rantı meselesi her geçen gün İstanbul’un her köşesinde daha yaygın bir şekilde görünürleşiyor. Şehrin yükselen binaları şehrin yeni kimliği gibi sunulurken, reklamlardaki parlak ve etrafı yemyeşil binaların gerçek yüzleriyle karşılaşıyoruz. Bu çıplak inşaatlar şehri zamanında farklı etnik kimliklerden büyük usta mimarların elleriyle inşa edildi. O mimarların ruhunun yenilgiye uğramasının sebebi nedir?”

“Şehirler müze değildir elbette, değişirler, dönüşürler. İstanbul kadar büyük bir şehrin değişmesi de kaçınılmazdı. Ama bu işi sağlıklı bir biçimde yapamadığımız, şehri çirkinleştirdiğimiz ortada. Şehirci değilim ama yapılan hatalar konusundaki belli başlı eleştirilerim şunlar. Biliyoruz ki Konstantiniyye ya da İstanbul diye adlandırılan şehir, sadece sur içini kapsıyordu. Şehrin, Roma’ya benzeyen yedi tepesi de sur içindeki tepelerdi; Çamlıca vs değil. Çünkü oralar İstanbul değildi. Düşünün ki Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü söylenen Galata tarafı bile Konstantiniyye’ye dahil değildi. Osmanlı buraya tarihin en güzel binalarını dikti. Bize düşen şey, o bölgeyi Almanya’daki Alt Stadt, Stockholm’deki Gamla Stan gibi, eski şehir kavramı altında müzeye dönüştürmek ve korumaktı. Galata Köprüsü’nden geçen her insan Eminönü’den itibaren büyülü bir dünyaya ayak basmalı, Roma ve Osmanlı yıllarına girdiğini hissetmeliydi. Ne yazık ki o tarihi yarımadayı berbat etmişiz. Süleymaniye dahil bütün camilerimizi, çarpık çurpuk yapılaşmanın kuşatması altında boğmuşuz. Paris’teki Notre Dame’ı, Köln’deki katedrali düşünün. Boş alanlar, parklar içinde bütün heybetleriyle yükselirler. Sinan’ın eserleri buna layık değil miydi de çevreleri çöplüğe dönüştürüldü? “İkinci hata; şehrin siluetini bozmak oldu. Gökdelenler İstanbul’un gök çizgisini yaraladı. Bazıları diyebilir ki eski camilerin minareleri de bu çizginin üstünde. Tamam, Sinan gibi, Sedefkâr gibi abideler yaratın, siz de bozun silueti ama heyula beton yığınlarıyla bu iş olmaz. “Üçüncü olarak; dikilen korkunç büyüklükteki binalar şehrin rüzgâr akışını, hava hareketlerini, dolayısıya da iklimini değiştirdi. Hava artık eski hava değil İstanbul’da. “Dördüncüsü şu: Yeni yollar açacağız bahanesiyle birçok tarihi eser buldozer terörü altında can verdi. Sadece Vatan Caddesi için bir tarih yok edildi. “Bu fiziki değişimler ve göç, şehirdeki ahlakı, yaşam biçimini, insan ilişkilerini de değiştirdi. Bugün gençlere ‘İstanbul Efendisi’ kavramı ne anlatır acaba? Büyük bir olasılıkla güldürür.”

“Bir yazınızda tartışıyordunuz… Kemal Sunal’ın Şaban’ıyla Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’i arasındaki geçişimizin sebebi ne sizce? Türkiye inceliğini nerede kaybetti?”

“Türkiye’nin bugününe damga vuran en önemli sosyal dönüşüm, kente göçtür. Kırk milyon insanın yer değiştirdiği bir altüst oluştan söz ediyoruz. Bu kadar büyük bir dönüşüm sancısız olamaz elbette. İşte biz bu sancıyı yaşıyoruz, kısa dönemde de bir çözüm yok ne yazık ki. Kente ilk gelenler Şaban’da simgeleşen bir naifliğe sahipti ama giderek ayaklarını daha sağlam basmaya ve İvedik’leşmeye başladılar. Onların suçu değil bu elbette. Darvin’in hayatta kalma teorisi.”

“Cinsiyet farkının görünür olduğu dillerde ülkeler genellikle dişi olarak anılır. İstanbul’un cinsiyeti nedir sizce? Sizin İstanbul’unuzu bu açıdan sizden dinleyebilir miyiz?”

“‘Serenad’ romanımda İstanbul’dan söz ederken ‘Vefasız bir sevgiliye benzer. Sana sürekli ihanet eder ama yine de onu sevmeye devam edersin,’ demiştim. Bu sevgili erkek de olabilir kadın da ama bana daha çok kadın gibi geliyor. Bence İstanbul dişi bir şehirdir.“

“Yakın zamanda yapılan doktora ve yüksek lisans araştırmalarının bazıları İstanbul’daki kentin seslerine odaklanıyordu. Bir sanatçı olarak siz İstanbul’dan en çok hangi sesleri duyuyorsunuz. Toprağın altından veya üstünden olabilir.”

“Kitabınızı bitirdiğinizde, önce kime okutursunuz? Editörünüzün önüne gitmeden önce kimler görür metnin ilk halini? Yazarın ikinci gözlere ihtiyacı olduğunu, bu anlamda editör-yazar işbirliğini nasıl görüyorsunuz?”

“Modern İstanbul’un sesleri hiç hoşuma gitmiyor. Ezanlar bile. Çünkü hoparlör icad oldu, ezan bozuldu. Mehmet Akif, şehrin üstünde inleyen ezanlardan söz eder. Bugünküler uzaktan ninni gibi gelen bir inlemeye benziyor mu? Disko hoparlörlerinden, desibel hesabı yapılmadan yayılan haykırışlara dönüştü. Ayrıca Kani Karaca gibi ezan okuyan da kalmadı. Yani çarpık modernleşmeden ezan da payını aldı.”

“Ailemde ve çevremde metnin ilk halini okuyanlar oluyor elbette. Buna çok gereksinim var. İçine gömüldüğünüz için bir süre sonra kitapla ilgili ölçüleri yitiriyorsunuz. Bir dış göz gerekiyor. Ondan sonra da iş dikkatli editörlerimize kalıyor. Ayrıca her gün gelen okur yorumları ben çok etkiliyor, hepsini –hataları belirtenler dahil– zevkle ve şükran duygusuyla okuyorum. Ama bu yorumlardan birisi beni özellikle etkiledi çünkü edebiyatın hayatımızda tuttuğu yer konusundaki umutlarımı tazeledi. Okurdan izin almadığım için adını veremeyeceğim ama yazdıkları şöyle: ‘Roboski Hala Kanıyor’ bölümünü yeni bitirdim ve size yazarken buldum kendimi. Ülkece tuhaf günler yaşarken bu bölümün bana bu kadar dokunmasına çok şaşırıyorum. Boğazımda düğümlenen bir şey... Birkaç gündür, sürekli eleştirdiğim Kürt halkına, onların kaderine ağlıyorum. Gerçekten böyle mi yaşıyorlar, ekmek parası, defter parası için mi ölmüşler? Doğu halkı hükümetler tarafından şımartılmamış mı? Nasıl bir utanç duyuyorum şu an anlatamam. Size çok teşekkür ederim. Bana siyasi kızgınlıklarım yüzünden unuttuğum vicdanımı hatılattınız.’ “İnanın bana sadece bu okur için bile yazabilirdim kitabı. Edebiyatın asli görevi vicdanı hatırlatmak değil midir zaten? Vladimir Nabokov edebiyatı estetik ve merhamet olarak tanımlar. Bence de öyle. “‘Serenad’ kitabından sonra da devlet ilk kez Struma faciasını kabul etti ve kurbanlardan özür diledi. “Demek ki edebiyat hâlâ ayakta. Pir Sultan Abdal’ın dediği gibi; ‘Yemen’den öte bir yerde/Düldül hâlâ savaştadır’”

“Kitap için hazırlanırken ciddi bir tarih araştırması yapılması gerekti mi? Nasıl bir çalışma süreci yaşadınız?”

“Özel bir çalışma yapmadım, hayat boyu biriktirdiklerim yetti doğrusu. Hatta kitabı kısaltmak zorunda kaldım. Ama bazı bilgilerimi tazeledim ve yanlış yapmamak çin kaynaklara baktım. Tarih benim en büyük okuma alanım.”

“Bugünlerde kurmaca ile gerçek arasındaki bağlar çokça konuşulur oldu. Roman karakterleri oluşurken gerçek hayat ne ölçüde giriyor devreye?”

“Kitaptaki karakterlerle ilgili çok soru geliyor bana. Onları herkes birisine benzetiyor ve bana şu karakter şu gerçek kişi mi gibi sorular yöneltiyorlar. Tam bunlara cevap verirken Marcel Proust’un bir mektubunda aradığım cevabı buldum. Büyük usta diyor ki: Bu kitabın kahramanlarının gerçek hayatta karşılıkları yok; daha doğrusu her bir kahramanın sekiz-on karşılığı var. İşte benim aradığım cümle de buydu. Roman model olarak tek tek kişileri değil, birçok gerçek kişiyi alıyor ve bunlardan prototipler yaratıyor.”

“Bir yazar için romanlarının çok satması, çok okunması ek bir sorumluluk ve yük olarak kendini hissettiriyor mu? Bu anlamda yeni bir romana başlarken ‘çok satıyor’ olmanın yazınıza etkilerini kendiniz yaşıyor musunuz? Nedir o etkiler?“

“Kitap için ‘satma’’ sözcüğünü benimseyemiyorum. Çok baskı yapması önemli ama okunuyor olması açısından. Bir yazar okunmak ister, satmak değil. İnsan para kazanmak için yazar olmaz; bunun yerine ticaret yapar. Yıllarca bir kitap üzerinde çalışmak, bunca ter dökmek, deyim yerindeyse iğneyle kuyu kazmak ancak başka bir yönlenmeyle olur. Daha iyi yazmak ihtirasıyla.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2015

İki Yalnız Bir Köprüde “Plüton. Benim güzel gezegenim. Buz kraliçem. Karanlıklar prensesim. Seni gezegenlikten attılar, cüce gezegen yaptılar,” diye başlıyor “İyi Tanrının Çocukları”. Kendini Plüton’da, hatta belki de Plüton’un ta kendisi gibi hisseden Poyraz’ın günlüğüne yazdığı ilk cümleler bunlar. İki yıl önce Sevgililer Günü’nde yamaç paraşütü yaparken yere çakıldıktan sonra sakatlanan Poyraz’ın cümleleri. Artık hayata katılamayan, yaşama arzusunu kaybeden genç bir adamın gizli isyanı… Hayatına kendi başına son vermeye cesaret edemeyen Poyraz, bir seri ilan sitesine ilan verir. İşin mahiyeti ve ücret yüz yüze görüşülünce açıklanacaktır. İlana cevap verenlerden biri de Göksel adında genç bir kadındır ve tanıştıklarında Poyraz’ın kendisini öldürecek birini aradığını öğrenir. Ancak Göksel de travma yönünden oldukça zengindir. O da iki yıl önce Sevgililer Günü’nde âşık olduğu adam tarafından terk edilince intihara teşebbüs etmiş ve hâlâ kendini toparlayamamıştır. Bu iki “ıssız” insanın tesadüfen bir araya gelmesi, yüreklerindeki yarayı sağaltacak mıdır, yoksa tam tersine ikisi de bir yok oluşa doğru sürüklenecek midir? Neslihan Acu sonu büyük bir sürprizle biten, ustaca kurgulanmış bu yeni romanında dili de yetkinlikle kullanıyor. “İyi Tanrının Çocukları” günümüz insanının yalnızlığına ve çaresizliğine ayna tutan bir roman. “İyi Tanrının Çocukları”, Neslihan Acu, 320 s., Doğan Kitap, 2015

Beyaz Saray’dan Afganistan’a Büyük Macera Hiçbir zaman cazibesini yitirmeyen bir konu politika. Brad Thor da bu alanda akla gelebilecek sayılı isimlerden biri. Gerek tarzı, gerekse üslubuyla bizleri maceradan maceraya sürüklüyor. “Büyük Oyun”, okuru Beyaz Saray’ın koridorlarından Afganistan’ın masum ve çaresiz halkının yaşadığı köylere götürüyor. Romanda bir taraftan Amerika’nın elini üzerinden hiç çekmediği bir Afganistan anlatılırken diğer taraftan var olma mücadelesi veren farklı bir Afganistan anlatılmaktadır. Başkan Robert Alden’ın göreve başlamasıyla birlikte Scot Harvath’ın da içinde bulunduğu çok gizli bir program olan “Apex Projesi” iptal edilmiştir. Programın iptaliyle birlikte Scot Harvath kendi köşesine çekilir ve münzevi bir hayat sürmeye başlar. Ancak günün birinde Başkan’dan bir görüşme talebi gelir. Bu görüşmenin sonunda Başkan Alden’ın ondan bir isteği vardır: Gizli bir görev için ekibini tekrar kurması. Görevi Afganistan’dan tutuklu olan bir Taliban üyesini kaçırmaktır. Fakat Harvarth’ın bir seçim yapması gerekmektedir. Ya milyonların katili bir adamı kaçırıp Başkan’a teslim edecektir ya da onu öldürüp masum insanların intikamını alacaktır. “Büyük Oyun”, Brad Thor, Çev: Esat Ören, 365 s., Altın Kitaplar Yayınevi, 2015

İstanbul’un “Kayıp” Kitabı ŞAKİR ALTINTAŞ

T

aşı toprağı tarihtir İstanbul’un. Zaman zaman başıma gelir, ya sokaklarında yürürken ya da minibüsün penceresine yaslanıp dalıverdiğim zamanlarda gidiveririm geçmişine İstanbul’un… Eskiden bu binaların yerinde neler vardı, insanlar nasıl yaşarlardı, hayalleri neydi, nasıl eğlenirlerdi? Bazen yakın tarihe değil de çok daha eskilere giderim. Roma’yı, Bizans’ı, Osmanlı’yı… Osmanlı’nın yıkılışını düşünürüm. Binlerce insanın Balkanlardan göçüp İstanbul’u dolduruşunu… Bu yüzden sanırım İstanbul’da yaşamış olanların hatıraları ilgimi çeker her zaman. Friederich Schrader, yaklaşık 100 yıl önce, 1891-1918 yıllarında İstanbul’da yaşamış bir İstanbul aşığı… O dönemin İstanbul’unu anlattığı kitabı 1917’de Almanya’da yayınlanmış. Kitabın çevirmeni Kerem Çalışkan’ın ifadesiyle, İstanbul’un 100 yıllık ‘kayıp’ kitabı “İstanbul100 Yıl Öncesine Bir Bakış” nihayet 100 yıl sonra Türkçeye kazandırıldı. Gazeteci-yazar Schrader, aynı zamanda doğu dilleri uzmanı. Dönemin Arapçasını da Osmanlıcasını da çeviri yapabilecek kadar iyi biliyor. Almanya’nın desteklediği, İstanbul’da Almanca ve Fransızca yayınlanan “Osmanisches Lloyd” gazetesinin yazarı olan Schrader’in kitabı, bu gazetede yayınlanan semt röportajları ve denemelerinden oluşuyor. İçinde şiirlerin de yer aldığı kitabın en güzel yanlarından biri, İstanbul’un kültüründen öte insanına da odaklanmış olması. Öyle ki bahsettiği kişilerin her biri roman kahramanı olmaya aday. Çok kıymetli bilgiler içeren kitabın hem Alman hem de Türk yazarlar tarafından keşfedilmemiş olmasının nedenlerine değiniyor Kerem Çalışkan önsözünde. Ona göre en önemli neden, “Türkiye’deki entelektüel ve kültürel ortamın, evrensel iletişimde, özellikle Almanya’yla olan ilişkilerde, son yıllardaki kitlesel göç olgusuna rağmen kısır kalmasıdır.” Schrader 1918 İngiliz işgalinden sonra, İngilizler tarafından tutuklanmamak için İstanbul’dan kaçmış ve Ukrayna üzerinden Berlin’e geçmiş. Savaş sonrası Berlin’inde istediği ortamı bulamayarak, kim bilir belki de hasretiyle yandığı İstanbul’un acısı yüzünden erken yaşta, 57 yaşında hayata veda etmiş. Tam da o yıllar milli mücadelenin sonu, yeni cumhuriyetin doğum yıllarıdır. Birinci Dünya Savaşı nedeniyle Almanya’ya mesafeli duran milli mücadele aydınları arasında yazarı hatırlayan çıkmaz. Kerem Çalışkan, Schrader’in keşfedilmemiş olmasının bir başka nedenini de onun sahipsiz kalmasına bağlıyor. Sol bir dünya görüşüne mensup olan Schrader’e her iki ülkede de sahip çıkan bir çevre, grup, siyasi ya da edebi bir hareket olmamış. Yazarın yakın dostu olduğu bilinen Halide Edip Adıvar ve Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler de 1923 Türkiyesi’nde “dışlanan” aydınlar arasında yer alınca yazarın Türkiye’deki unutuluşu da kaçınılmaz olmuş. Almanya tarafındaki unutuluşun nedenlerinin başında ise İstanbul’da yaşadığı dönemde meydana gelen Ermeni tehcirinin büyük ölçüde İstanbul’daki Alman Askeri Misyonu tarafından kışkırtıldığını görmesi ve buna karşı çıkması. O dönemde gazetesinde çalışan Ermeni gazetecile-

sakiraltintas@gmail.com ri de tehcirden ve tutuklanmaktan kendisi kurtarmış. Tüm bunlar yazarın üzerine çöken 100 yıllık sisin nedenleri arasında sayılabilir. O yaşarken Türk-Alman halkları arasındaki kültür alışverişinin yetersizliğinden yakınmış ve bu sorunu aşmak için pek çok Türkçe eseri Almancaya çevirmiş. 100 yıllık bir gecikme de olsa, bir anlamda, “İstanbul/ 100 Yıl Öncesine Bir Bakış”, Schrader’e olan borcu ödeme çabası. Schrader’in kitabı bizi İstanbul’un yakın geçmişine, yüz yıl öncesine götürür. Çalışmada İstanbul’un insanı, semtleri, meslek ve zanaatlarına ilişkin hiçbir yerde karşımıza çıkamayacak bilgiler bulmak mümkün. İstanbul’un efsanelerinden derlemeler yapan yazar, bir tasavvuf erbabı gibi evliyalarını anlatıyor okura. Büyüleri, batıl inançları konu ediyor… O günün edebiyatçılarını da atlamıyor, onları da anlatıyor… Tabiri caizse, o günün İstanbul’una dair yok, yok kitapta… Eserin dili akıcı, canlı; okuru da içine alıyor, sürüklüyor. Elbette bunda çeviriyi yapan Kerem Çalışkan’ın başarısının payını da unutmamak gerekir. Yazarın heyecanını en güzel şekilde, heyecanla yansıtıyor okura. Özellikle İstanbul tutkunlarının keyifle, bir solukta okuyacağı bir kitap. İyi bildiğiniz bir yerinden bahsediyorsa yazar İstanbul’un, okur olarak hayıflanmadan edemiyorsunuz. 100 yılda yaşanan değişim, güzelliklerin yok oluşu acıtıyor yüreğinizi. İstanbul’un hesapsızca göç alışını, yerleşim plansızlığını ve insanların para kazanma uğruna bir şehrin tarihini ve doğasını nasıl hoyratça talan ettiğini görüyorsunuz. Schrader kitabını yazarken bir yabancı gözüyle bakmıyor İstanbul’a, daha çok vefalı bir sakini gibi şehrin. Seviniyor, hayıflanıyor bazen, hatta yeni bir Türkiye’ye yön verir gibi kanaatler öne sürüyor. Fatih Camii’ni anlatırkenki yaklaşımı bana çok ilginç geldi; buraya aynen almakta bir sakınca görmüyorum: “Fatih Camii milli derlenişe bir çağrı gibidir. Türk eğitimi yöneticileri, okul gençliğini fetih gününde buraya getirip, Fatih’in türbesi önünde sıraya dizerlerse iyi ederler. Fatih’in ruhu, onun enerjisi, aydınlığa ve büyüklüğe olan tutkusu, eğer doğru anlaşılırsa, bugün bile mucizeler yaratabilir.” İstanbul’un pek çok semtinden ve bölgesinden anlatılarla sürüp gidiyor kitap. Mahallelerini anlatıyor, insanlarını anıyor, evlerinden söz ediyor… Kuran mektepleri, camileri, cenaze törenleri derken tekkelerine getiriyor sözü. Kitabı okurken bazı semt ve yerlerin zamana ve değişime direnemezken bazı yerlerin de nasıl bir var olma mücadelesi verdiğini görüyoruz. “İstanbul/ 100 Yıl Öncesine Bir Bakış”, adı gibi şehrin 100 yıl öncesine bir bakış ama Kerem Çalışkan’ın da ifade ettiği gibi aynı zamanda “İstanbul’un yüz yıllık ‘kayıp’ kitabıdır” da. İstanbul’u tutkuyla sevenlerin başucu kitaplarından biri olmayı hak ediyor. “İstanbul/ 100 Yıl Öncesine Bir Bakış”, Friederich Schrader, Çev: Kerem Çalışkan, 240 s., Remzi Kitabevi, 2015


Temmuz 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Bu Neyin Kavgası?

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

CEYHAN USANMAZ ceyhanusanmaz@gmail.com

N

orveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın “Kavgam” kitabı (daha doğrusu, toplamda altı ciltten oluşan “Kavgam” serisinin ilk cildi), Türkçeye arkasında güçlü bir rüzgârla adım attı. Sonuç olarak karşımızda, beş milyon nüfuslu Norveç’te bile sadece ilk cildi yarım milyon satışa ulaşan, üstelik yalnızca hacmiyle ve satış rakamıyla değil, adı ve kararsız türüyle de tüm dünyanın dikkatini hemen çekmiş bir kitap var; yirminin üzerinde dile çevrilmiş olması da cabası. Serinin Türkiye’deki yayıncısı MonoKL Yayınları da, bu rüzgârı daha da güçlendiren başarılı bir sosyal medya kampanyası yürütüyor; Twitter ve Facebook üzerinden yapılan paylaşımlar bir yana, yayınevi, kitabın yayımlanmasına yaklaşık iki haftalık bir süre kalmışken, “Kavgam” için özel olarak hazırlanmış bir internet sitesini de okurların ziyaretine açmıştı (kavgam.monoklkitap.com). Kitabı okumaya başlamadan önce, “Kavgam” serisi ve yazdığı bu seri kadar kişiliğiyle de ilgi odağı haline gelen yazar Karl Ove Knausgaard hakkında bilgi almak isteyenlerin siteye göz atması faydalı olabilir. Üstelik yazarla yapılmış söyleşileri okumak ve videolarını izlemek de mümkün. “Kavgam” serisinin arkasına aldığı bir diğer rüzgâr da, “özkurgu” meselesi. Jack Kerouac’ın “Yolda”sı, özellikle de Marcel Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”si gibi klasik eserlerin içinde yer aldığı bu türün, günümüzde sayısı giderek artan örneklerinden biri kabul ediliyor Karl Ove Knausgaard’ın “Kavgam”ı. (Tıpkı, yine yakın zaman önce yayımlanmış olan Ben Lerner’ın “10:04”u, Nell Zink’in “The Wallcreeper”ı gibi.) Gerçek ile kurgunun birbirinin içinde eridiği; “kurgulanmış bir otobiyografi” olarak nitelendirilen “özkurgu”nun özelliklerini gerçekten de tam olarak yansıtıyor “Kavgam”. Basit bir dille ve sıradan bir yaklaşımla kendi hayatından kesitler sunuyor Knausgaard. Ancak bu eserin bir “özkurgu” olduğunu hatırladığımızda, anlatılanların ne kadarının kurgu, ne kadarının gerçek olduğunu kestirmek güç elbette. Knausgaard da verdiği bir röportajda, bu konuyu daha da karmaşıklaştırıyor. Söz konusu röportajında Knausgaard, “Hatıralar tam olarak nedir? Ne kadar doğru ve güvenilirdirler?” sorusuna şöyle bir cevap vermiş örneğin: “Bana göre, bir şeyi hatırlamakla yaratmak arasında hiçbir fark yok. Kurgusal romanlarımda, başlangıç noktası her zaman gerçek bir olay olmuştur. Kurgu bir metin yazdıktan sonra, onun hatıra olup olmadığını hatırlayamıyorum. Yani benim için ikisi aynı şey. ‘Kavgam’ı yazarken de aynıydı ama tek kural doğru olmak zorunda olmasıydı. Objektif olarak doğru değil de, hatırladığım şekilde doğru. Kitapta pek çok yanlış hatıra var ama oradalar çünkü gerçekler.” Diğer bir deyişle, arkasına aldığı bu kuvvetli rüzgârla birlikte kayıtsız kalınamayacak

bir seriyle karşı karşıyayız. Böylesi bir “şöhret”, kaçınılmaz olarak tartışmaları da beraberinde getiriyor. İki farklı kutup var. Bir tarafta Karl Ove Knausgaard’ı günümüzün Marcel Proust’u olarak görenler var; açıkçası, Knausgaard da “Kavgam”daki şu cümleyle bu görüşe göz kırpmıyor değil: “Marcel Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’sini sadece okumakla kalmayıp adeta özümsemiş”tim. Ama bir taraftan da, Knausgaard’ın yaptığını –edebiyattan ziyade– yalnızca cesur bir girişim olarak nitelendirenler var. Yani, Norveç gibi nispeten kendi içine “kapalı” bir toplumun üyesi olarak Knausgaard, aile hayatını, korkularını, deneyimlerini vs. bu kadar açık seçik olarak ortaya sermesiyle ilgi gördü diye düşünenler... Burada, “kimsenin özel hayatı beni ilgilendirmez” klişesine sığınmak gibi bir düşüncem yok ama yazar biyografilerini de yalnızca yazdıkları eserlere ilişkin ipuçları bulmak amacıyla okuyan biri olarak, Karl Ove Knausgaard’ın “Kavgam”ı hakkında daha çok ikinci grupta görüş bildirenler tarafında yer alıyorum sanırım. Üstelik, “Kavgam”ın en azından bu ilk cildinde, kuzey ülkelerindeki günlük yaşama dair ayrıntılar hakkında daha fazla bilgi edineceğime ilişkin beklentimin de karşılanmadığını söylemem gerek. Daha çok, Norveçli bir çocuğun/gencin sıradan aile hayatına, ergenlik hallerine, ilk aşk heyecanına, baba ile “çekişmesine” dair anekdotlar öğrenmiş oldum. Ancak bütün bunlara karşın, garip bir çekiciliği var metnin, kitabı yarıda bırakmak gibi bir düşünce asla aklımdan geçmedi örneğin; serinin devamının nasıl geleceğine ilişkin bir merak da uyandırıyor açıkçası. “Kavgam”ın alâmetifarikası tam da bu olabilir zaten; yani Norveçli bir çocuğun/gencin sıradan aile hayatına, ergenlik hallerine, ilk aşk heyecanına, baba ile “çekişmesine” dair anekdotlar yalnızca... Nispeten kendi içine “kapalı” bir toplumun üyesi olarak bir yazarın, cesur bir girişimde bulunması... “Yazmak yaratmaktan ziyade yıkmakla ilgilidir,” diyor Knausgaard da; “biçim, edebiyatın ön koşuludur. Bu edebiyatın tek yasasıdır: Her şey biçime boyun eğmelidir. Yazının herhangi bir öğesi biçimden daha güçlüyse, örneğin stil, olay örgüsü, tema gibi öğelerden herhangi biri kontrolü ele geçirirse, sonuç zayıf olur. Stil bakımından kuvvetli yazarların böylesine sık kötü kitaplar yazması bu yüzdendir. Sağlam temaları olan yazarların da böylesine sık kötü kitaplar yazması bu yüzdendir. Edebiyatın açığa çıkabilmesi için tema ve stilin kudretinin parçalanması gerekir. İşte bu parçalanıştır ‘yazmak’ dediğimiz şey.” “Kavgam”, Karl Ove Knausgaard, Çev: Ebru Tüzel, 492 s., MonoKL Edebiyat, 2015

“Perşembe Mektupları” İzleyenler bilir. Buradan arada bir mektup yazıyorum. Meğer benim gibi Sennur Sezer de mektup tarzını yeğlermiş çoğu zaman. Sennur Sezer’le ve elbette eşi Adnan Özyalçıner’le YAZKO’da birlikte çalıştık. Ben onların Yayın Şefiydim. Bir TV programında tekrarladığım gibi bana bu unvanı ısrarla anımsatan Adnan Özyalçıner’dir. Evet, “Perşembe Mektupları”na başlayıp bir solukta bitirdim. (Yazılı Kâğıt Yayınları, 2015) Ünlü edebiyatçılar ve genellikle şairlere yazılmış mektuplar bunlar. Kimi zaman yaş dönümlerini anımsatan, kimi zaman bir armağana denk getirilmiş yazılar… Bir bölümü çoktan bu dünyadan göçmüş, bir bölümü de farklı alanlara savrulmuş… Kimler yok ki… Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Akif, Cahit Sıtkı Tarancı, Enver Gökçe’den başlayıp genç şairlere uzanan geniş bir yelpaze… Bu mektuplarda beliren ana tema müthiş bir değerbilirlikle donanmış yazınsal değerlendirmeler… Çoğu mektupta nezaket sınırları içinde farklı yargılar öne çıkarken açık açık eleştirinin dolayımında da görüyoruz Sennur Sezer’i. Örneğin Cemal Süreya mektubunda olduğu gibi.. Niçin yazınsal mektup yazarız sorusu geliyor akla. Kendim için pek açıklayamam ama Sennur Sezer’in, yazın tarihine not düşürme kaygısı açıkça görülüyor. Bu karşılığı olmayan mektupların bir önemi de edebiyatı her hafta gündemde tutmak, değerlerimizi mektupla da olsa yeniden anımsatmak olmalı… Mektup yazılanların bir kısmıyla benim de anılarım var. Örneğin Rıfat Ilgaz, Oktay Akbal, Arif Damar, Cemal Süreya, Can Yücel, Hasan Hüseyin, Kemal Özer, Günel Altıntaş, Cengiz Bektaş, Ataol Behramoğlu, Ahmet Özer, Gülce Başer ve daha niceleri… Rıfat Ilgaz’ı söyleşi imza günleri maratonunda Aziz Nesin’le art arda fuar salonlarında görüyorum şimdi. Oktay Akbal’ı gazetedeki odasında herkesi sevgiyle kucaklayışını, Arif Damar’ı yaz aylarında kucağında deniz kabuklarıyla dönüşünü… Cemal Süreya’yı son yemekte… Ve Can Yücel’in bir toplantıdaki “inceldiği yerden kopsun” sesi kulaklarımda. Hasan Hüseyin benim ilk şiirlerimi, yönettiği Forum dergisinin sanat sayfasında yayınlamıştır. Beni özendirmiştir. Ama ben onun şiir anlayışına pek layık olamadım doğrusu. Kemal Özer’le uzun YAZKO sohbetlerinde edebiyat dünyasını çekiştirdiğimizi anımsıyorum. Günel Altıntaş, Halil İbrahim Bahar’ın 1960’larda yönettiği Soyut dergisinde yer alan aforizmalarıyla ünlüdür. Ataol Behramoğlu ile Atilla Aşut’un rehberliğinde Trabzon anılarımız renklidir. Ahmet Özer’le görev yaptığı Hamisköy’deki buluşmalarımız ve şiir çalışmalarımız bir gün yazılmalı… Örneğin Refik Durbaş’la bir kitap projesinde çalışmıştık. Maçka Parkı’nda çekimler için epey yorulduğumuzu belirtmeliyim. Bugün aynı girişimi yapamam sanırım. Enver Ercan’la yolumuz Türkiye Yazarlar Sendikası yönetiminde kesişti. Onun Oktay Rifat’la söyleşisini hep kıskanmışımdır doğrusu. Söyleşi denince, yeri gelmişken Sennur Sezer’in “YAZKO Edebiyat”ta yer alan bir söyleşisini anımsatmak isterim. 1980 sonrası ve Ataol Behramoğlu tutuklu, yeni kitabı çıkmış. Onunla tutukevine gidip söyleşi yapmak fiilen olanaksız... Sennur Sezer onun daha önceki konuşma ve demeçlerine sorular uydurup o gün söyleşi yapılmış gibi bir metin hazırlıyor ve yayınlanıyor. Gel de şapka çıkarma! Sennur Sezer özgün bakışıyla bize yeni bir pencere açıyor bu kitapla… “Perşembe Mektupları”, bu yönüyle bir dönemin yazınsal tarihinden kesitler sunar. Biz de öğrenci heyecanıyla özet çıkarır gibi de okuyabiliriz.


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2015

Örgütlü Edebiyat:

Okur Grupları ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com

O

kumak da yazmak gibi daha ziyade bireysel bir eylem. Ancak son zamanlarda giderek sayıları artan okur grupları/okuma grupları ya da kitap kulüpleri toplu halde de okuma yapılabileceğini, edebiyatla hemhal olunabileceğini gösteriyor. Belki çoğu birbirini hiç tanımayan birtakım insanlar bir araya geliyor, aynı anda kitaplar okuyor, şehir şehir örgütleniyor… Üstelik yazarları imzalara-söyleşilere çağırıyorlar ve o söyleşilere, davet edilen yazarın kitaplarını mutlaka okuyarak gidiyorlar. Sözün özü, “YAYINEVLERİ KAYITSIZ KALDI”

“Okurlar bir yandan öteki okurların bakış açılarını dinlemiş oluyor, bir yandan da yazar ya da çevirmenin verdiği bilgilerle zenginleşiyor. Yazara ya da çevirmene gelince, onlar da kitabın okurlar tarafından algılanış şeklini görüyor.” AYDIN ERGİL

Ekin Yazın Dostları’nın kurucularından

2006’da yakın çevremizde kitap okuduğunu bildiğimiz dostlarımızla birlikte bir okur grubu kurduk. Oluşuma tüm ekin alanlarını da ekleyebilmek için adını Ekin (Kültür) Yazın (Edebiyat) Dostları koyduk. Ekin Yazın Dostları’nın bugün itibarıyla İstanbul’da beş, Ankara’da iki, İzmir’de iki, Karadeniz Ereğli, Antalya ve Marmaris’te birer okur grubu var. Bir grupta en az on kişi, en çok otuz kişi olabiliyor; sayı yükselirse yeni grup açılıyor. Gruplarda roman, öykü ya da anı türünden kitaplar okunuyor. Her kitap tartışma grubu, ayda bir kez bir araya geliyor. Kitabın yazarı ya da çevirmeni de toplantıya çağırılıyor. Grubun her üyesi, toplantıda kitapla ilgili izlenim ve yorumlarını dile getiriyor,

edebiyatla örgütleniyor insanlar; edebiyat insanları birleştiriyor. Batı’da yaygın bir oluşum olan okur grupları/okuma grupları Türkiye’de yeni yeni filizlense de giderek çoğalıyor. Peki ama neyin nesidir bu gruplar? Herhangi bir güncel/siyasi mesele olmadan kimi insanları bir araya getiren nedir; neden böylesine adanmış durumdalar bu işlere? Acaba bu işin yakın gelecekte daha da büyüyüp gelişmesi olası mıdır? Bu sorulara cevap bulmak adına birkaç okur grubuyla görüştük ve bu grupları daha yakından tanımaya çalıştık…

yazar ya da çevirmen de okurların sorularını yanıtlamaya çalışıyor. İstanbul gruplarımız üç yurtdışı, bir de yurtiçi gezisi düzenleyerek kitap toplantılarını daha da zevkli hale getirdi. İlk düzenlenen gezi, 2013’te, Pascal Mercier’nin “Lizbon’a Gece Treni” kitabının ParisLizbon treninde tartışıldığı Paris ve Lizbon gezisi oldu. Grup, Paris’te önemli müze ve mekânları gezdi, tren ile Lizbon’a gitti. Orada José Saramago Vakfı’nda yazarın “Körlük” ve “Görmek” adlı kitaplarını Portekizli okurlarla tartıştı; Portekiz’in ilginç yerleşim merkezlerini gezdi. Grubun ikinci yurtdışı gezisi, 2014’te, James Joyce’un “Ulysses” romanının anıldığı “Bloomsday” gününe katılım için Dublin’e oldu. Romandaki olayların tümü 16 Haziran 1904’te geçer. Grup Belfast’a ve birçok İrlanda kentine giderek İrlanda’nın coğrafi ve toplumsal yapısı konularında da geniş bilgi sahibi oldu. Grup aynı yıl, Alper Akçam’ın “Masalsı” romanının geçtiği yerleri gezmek, romanda anılan kişilerle tanışmak için Kars’a ve Ardahan’a gitti, çevredeki önemli tarihi yerleri gezdi. Bu gezilere katılanların izlenim ve anılarından oluşan metin ve fotoğraflar üç ayrı kitapta yayımlandı. 2015’te de Stendhal’in “Parma Manastırı” romanında anılan mekânlar gezilecek; Kuzey İtalya ve Güney İsviçre turları gerçekleştirilecek. Ekin Yazın Dostları’nın bir başka etkinlik alanı da tiyatro. Tiyatro tartışma platformu 2008’den bu yana önceden belirlenen oyunları izliyor, düzenlenen toplantılarda onları tartışıyor. 2013’ten bu yana da tiyatro ödülleri veriyor.

Bir başka etkinlik alanımız da felsefe. Grup, önceden belirlenen kitap ve metinleri okuyarak iki ayda bir farklı bir felsefe konusunu tartışıyor. Ekin Yazın Dostları 2008’den bu yana Tüyap İstanbul Kitap Fuarları’nda, 2014’den bu yana da Tüyap İzmir Kitap Fuarları’nda stand kuruyor, fuarlarda imza günleri, söyleşi ve paneller düzenliyor. Grubun kitap okurlarının ve tiyatro platformunun etkinliklerini duyuran iki de internet sitesi var. Ekin Yazın Dostları’na katılmak için tek koşul var; o da her ay belirlenen kitabı okuyarak toplantıya katılmak. Gruplara üyelik ücretsiz ve herkese açık. Kitap okurları, grubu internet üzerinde ve kitap fuarlarında bularak katılabiliyor. Yayınevlerinin yöneticileri bugüne değin okur gruplarına kayıtsız kaldılar. Oysa okur gruplarının görüşleri onlar ve yazarlar için büyük yararlar sağlayabilir. Kitapların izinde geziler konusunda yayınevleriyle ortak projeler üretilebilir. Gazetelerin kitap ekleri de sayfalarında okur gruplarına, bu gruplarda okunmakta olan kitaplara hiç yer vermediler. Oysa okur gruplarıyla ilgili haberler, okurları bir gruba katılmaları yönünde heveslendirebilir. Okur gruplarının gelişimi yalnızca okuma düzeyini yükseltmekle kalmaz kitapların daha fazla okurla buluşması işlevini de görür. Ekin Yazın Dostları’nın internet siteleri: Kitap: http://ekinyazin.wordpress.com/ ya da http://ekinyazindostlari.com/ Tiyatro: http://ekinyazint.wordpress.com/


Temmuz 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

KİTAPA HAK ETTİĞİ ZAMANI VERMEK İSTEDİK.

“Kitap kulüpleri Batı’da oturmuş. Çoğu kitap, tartışma sorularıyla birlikte yayınlanmaya başladı. Türkiye’de de bu tip gelişmeler olacaktır diye düşünüyoruz. Kitapçıların, bizleri ağırlayabilecekleri ortamlar sunmalarını umuyoruz. Bir hayal kurmak gerekirse; mahalle kütüphanelerinin hayalini kurabiliriz.” ZEYNEP BAŞARAN Kitap Bahane Kulübü üyesi

Hepimiz okumaya meraklı, daha dikkatli okumalarla bir kitaptan alınabilecek tadın artacağını düşünen, beğendiği bir kitap hakkında birileriyle tartışma ihtiyacı hisseden kişileriz. Gündelik hayhuy içinde, kitaba hak ettiği zamanı, daha özenli verebileceğimiz bir alan açmak istedik hayatımızda. Başta birkaç kişiydik. Sonra herkes kendi çevresinden, kitap okumayı seven arkadaşlarını ekledi. Herkes her buluşmaya gelemese de, çoğumuz buluşmaları kaçırmamaya çalışıyoruz. Genellikle sakin lokanta veya kafelerde, akşamları buluşuyoruz. Buluşmalara herkes, kitabı okurken kafasına takılan, açığa kavuşturmak istediği noktaları düşünerek geliyor. En etkilendiğimiz bölümlerin de üzerinden geçebiliyoruz. Her birimiz gruba sorulacak en az bir soru düşünüyoruz. Ayrıca herkes buluşmaya bir sonraki tur için birkaç kitap önerisiyle geliyor. Seçilmiş kitabın değerlendirilmesi kadar, bir sonraki kitabın seçimine de epey zaman ayırıyoruz. Hepimizin zevkleri de farklı. Dolayısıyla normalde okumayacağımız kitapları okumak ve farklı görüşleri duymak doyurucu oluyor. Hele başkası tarafından önerilen bir kitap, tüm beklentilerini aşan, çok beğendiğin bir kitaba dönüşürse, bu durumun keyfi daha da başka! İnsan beğendiği bir kitabı, başkalarıyla tartıştığında, kitap daha derin bir iz bırakıyor. Önümüzdeki sonbahardan itibaren, kimi kitaplar üzerine konuşurken edebiyat hocalarıyla bir araya gelmeyi hedefliyoruz. GRUPLAR ETKİN BİR OKUMA SAĞLIYOR

“Amacımız daha fazla, daha nitelikli ve daha çeşitli okuma yapmak. Sadece polisiye ya da bestseller okuyan biri olmaktansa, şiiri, yeraltı edebiyatını, klasikleri okuma serüvenimize eklemek. Başlangıçta hiç yerli yazarlarımızdan okumamış olanlarımız bile vardı aramızda. Ama artık Türk yazar okumadım diyenimiz yok.” PEYMAN ÜNALSIN Ayşe’nin Kitap Kulübü üyesi

Günlük hayat meşgaleleri insanlara zamanın gerisinde kaldıklarını hissettiriyor. Pek çoğumuz çalınmış zamanlarda kitap okuyoruz. Bizler gibi bir kulüp çatısı altında ya da bir örgüt çerçevesinde gerçekleştirilen toplu okumalar, olayı zenginleştirdiği gibi daha zevkli, daha etkin, daha yapıcı kılıyor. Gruptan geri kalmamak için daha sistematik ve daha fazla okuyorsun. Öğrenirken eğleniyorsun. “Ayşe’nin Kitap Kulübü” üyeleri olarak, grubumuzun kuruluşundan bu yana, her ay bir kitap sunucusu olsun diye karar aldık. O kitap sunucusunun seçeceği bir kitap tüm üyeler tarafından okunuyor, ki-

tapla ve tabii yazarıyla ilgili araştırmalar yapılıyor. Çalışan insanlar olduğumuz için akşam iş çıkış saatinden sonra toplanıyoruz. Sunucu, gecenin tüm organizasyonunu üstleniyor; sunumun yapılacağı mekân, yemek organizasyonu, sunum için gerekli olan materyaller, bazen hayal dünyamızı geliştirecek kitapla ilintili çeşitli aktiviteler ve geceyi hatırlatacak minik hediyeler. Toplantı akşamı da önce yemeğimizi yiyoruz, genel sohbetlerimizi yapıp, ardından kitabımızı konuşmaya başlıyoruz. Bazen kitapla ilgili konuklarımız da toplantılarımıza ayrı bir renk ve tat katıyor. Bazı gruplar, sadece okumakla ve kendi aralarında tartışmakla, yazarı, kitabı daha iyi anlamakla kalmayıp, bunları grup dışındaki diğer okurlara da aktarmak isteyebilirler. Kurdukları bloglarla da kendi okuma tecrübelerini paylaşırlar. Böylelikle diğer okurlara da yeni ufuklar açılmış olur. Bu işler daha da büyür mü? Neden olmasın? En azından yerli yazarlarımızın yeni çıkan kitaplarının tanıtımlarında yayınevleri veya yazarın kendi iletişim sorumlusu kitap gruplarından destek alabilirler. Ferit Edgü-Tezer Özlü mektuplaşmalarında, her iki yazarın da ortak düşüncesi, kitapları hakkında en iyi yorumları, dikkatli okurlarının yaptığı yönünde değil midir? Blog adresi: http://ayseninkitapkulubu.blogspot.com.tr

Facebook sayfası:

ma gücüne, hıza sahip. Kitap okuma grupları aynı zamanda yeni okurlar da yetiştiriyor. İnsanlara düzenli kitap okuma disiplini kazandırıyor. Bu gruplar daha da büyüyebilir, yayılabilir, iyi de olur. Sektörün önemli bir parçası olacaklarını sanmam, fakat kitap dünyasına katkıları var elbette ve bu önemli. Özellikle yeni yazarlar için can suyu veriyor okuma grupları. Bir anda 30-40 kitabın okunması moral verici bir şey. Okunan kitaplar sosyal medya üzerinde fotoğraflanıp paylaşılıyor ve zincirleme bir reaksiyon meydana geliyor. Kitaba, okumaya dair her şey kitap okuma kültürünü geliştirir. Umarım daha nitelikli işler de yapılır. SEKİZ KİŞİYDİK ON BİN OLDUK

“Türkiye’nin yazarlarının, yayınevlerinin bir birliği, derneği olduğu halde okurların bir birlik ya da derneği yok. Kitap Ağacı uzun vadede bir okur birliği olmak yolunda ilerliyor. Talebimiz bu yönde. Okur haklarının yayınevleri tarafından benimseneceği, yayınevlerinin okurların görüş ve önerilerini alabileceği, aktif bir grup-birlik…” FATMA AKTAŞ YAYMAN

Kitap Ağacı Okur Grubu

https://www.facebook.com/pages/Aysenin-Kitap-Kulubu/10150090393245632

Mail adresi: ayseninkitapkulubu@gmail.com

OKURLARIN STK’SI OKUMA GRUPLARI

“İnsanlar bir arada olmayı seviyor. Araç kitap olunca çok güzel bağlar da yakalanabiliyor. İnsanların umuda, sözcüklere ve yine insanlara ihtiyacı var. Adanmış durumdalar; çünkü bir çıkarları yok, gönüllülük esasıyla ilerleyen, büyüyen oluşumlar bunlar. Sosyal paylaşım siteleri üzerinden örgütleniliyor.” KADİR AYDEMİR

Yitik Ülke Kitap Okuma Grubu Kurucusu

Kitap okuma grupları, sos­yal paylaşım siteleri üzerinde bir araya gelen insanların STK’sı gibi bir şey. Oldukça renkli ve nitelikli gruplar da var, popüler kültür dışında okuma yapmayan gruplar da. Aslına bakarsanız bu grupların temeli bir arkadaşlık bağı; birbirini hiç görmemiş ya da düzenli olarak gören insanların oluşumu. Yeni zamanların sosyalleşme araçlarından da biri. Yitik Ülke Yayınları’nın da bir kitap okuma grubu var. Çok nadir bir araya geliyoruz fakat bizim durum biraz farklı; herkes aynı anda alternatif bir kitabı okuyor, genç bir yazar ya da ilk eserlere öncelik verip onları destekliyoruz. Adı bilinen, çok satan, popüler yazarları zaten herkes biliyor. Instagram, Twitter ve Facebook sitelerinde bir araya geliniyor ve belirlenen bir hashtag kullanılıyor. Bizim, Yitik Ülke Kitap Okuma Grubumuz #YitikÜlkeKitapOkumaGrubu etiketini kullanıyor. Bir Facebook sayfamız var, orada bir araya gelip yazışıyor; buluşma yer/zamanını hep beraber ayarlıyoruz. Bir araya gelip hem merhaba diyoruz hem de hep beraber yeni kitaplar seçiyoruz. Oldukça neşeli bir gün oluyor. Kitap okuyan insanın özlemi daha güzel, daha yeşil, daha çağdaş ve yaşanası bir dünyadır. Kitap okuma gruplarına katılanların eğitim düzeyi oldukça yüksek, adeta birer kitap kurdu hepsi. Ve bu insanların kitap okumak ve paylaşmak dışında bir amaçları olduğunu sanıyorum. Sosyal medya artık önemli bir güç. Hayatı değiştirebilen dinamik bir yapıya, oldukça yüksek bir yayıl-

Kitap Ağacı 18 Eylül 2013 yılında okumak ve okuduğunu paylaşmak amacıyla sekiz kişinin bir araya gelmesiyle kuruldu. Sekiz kişi çıktığımız yolda 300 kişilik bir sayıyla ilk kitabımız olan George Orwell’in “1984” adlı kitabını okuduk. Bu duygu inanılmazdı ve biz bu büyüyü her ay aynı şekilde devam etme kararıyla bir ritüele dönüştürdük. Şu an 10.000 kişiyiz. 29 farklı ilde 163 yakın buluşma organize edildi. Buluşmalarda Türk edebiyatının güzide yazarlarını ağırlamak da işin içine farklı bir cazibe kattı. Sadece fuar günlerinde, uzun imza kuyruklarında bir araya gelebildiğimiz yazarlara sorular sormak, uzun sohbetler yapmak üyelerimizin Kitap Ağacına artık farklı bir inançla bağlanmasını sağladı. Kitap Ağacı ailesi ilk başta okuyanın yalnız olduğu düşüncesini ortadan kaldırarak kolektif bir bilince sahip olmasına vesile oldu. Kitap okuyan insan kendini yalnız ve dışlanmış hisseder. Biz bu ağacın gölgesinde bu yalnızlığımızı giderdik. Kitap Ağacı artık birinci amacı olan okumak ve okuduğunu paylaşmaktan öteye geçti. Örneğin bir yeni projemiz kütüphane kurmak. Okumak yetmez deyip okutmak da gerekir düşüncesiyle çıktık yola. Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde bir kütüphane kurduk. İkinci olarak devam eden Sivas’ın Akıncılar ilçesinde bir okula kütüphane kurma çalışmalarımız da önümüzdeki aylarda son bulacak ve biz ihtiyacı olan yerler için kütüphane kurma çalışmalarına devam edeceğiz. Bu zamana kadar hiçbir yayınevi, kurum, kuruluş desteği olmadan buralara kendi emeğimizle gelmek ve şu anda bu tabloyu görmek gerçekten çok gurur verici. Bir türlü çözülemeyen kültür ürünlerindeki KDV meselesi, kitap dağıtım ağlarının sağlıksızlığı dikkat çekmek istediğimiz konular. Biz istiyoruz ki yayınevleri de bu okuyan, okuduğunu bağımsızlığından ötürü dobra dobra yorumlayan okur kitlemizden faydalansın. Yayın planlarında bizden yararlanabilirler, bu işin ticaretinde ‘alan taraf, talep yaratan’ olan okurun görüşünü, tam bir karmaşa içinde yaşanan fuar zamanlarında değil, her an bizimle iletişim halinde olarak alsınlar.


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2015

“Şimdi Ben Ne Yapacağım!” Heyecanlı bir bekleyişin ardından doğum gerçekleşir ve uzun bir yolculuğun startı verilmiş olur. Yolculuğun başlamasıyla her annenin aklına ilk gelen, “Şimdi ben ne yapacağım!” sorusudur. Doğumdan sonraki ilk yıl, annelerin bebekleriyle en zor geçirdiği dönemdir. Çünkü tek başına korunamayacak ve beslenemeyecek kadar muhtaç olan bebek daimi bakım talep eder. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şirin Seçkin ile Dr. Fatma Kırcı ve Dr. Ertan Seçkin’in hazırladıkları “0-1 BAŞLA” kitabı doğum öncesi ve sonrası bebeğinizle ilgili bilmeniz gereken her şeyi kapsıyor. “0-1-BAŞLA!”, çocukların ilk yıllarında anne babalara pek çok konuda yol gösterecek şekilde hazırlanmış. Bir kılavuz anlayışıyla yazılan “0-1-BAŞLA!”, günümüzün yoğun yaşam temposunu da dikkate alarak, anne-babaların ihtiyaç duydukları bilgilere kolayca ulaşmasını sağlayacak şekilde düzenlenmiş. Bu bilgiler, uzmanların meslek hayatları boyunca karşılaştıkları bazı önemli sorular ile cevaplarını içeren bölümlerle de desteklenmiş. Bu kitabın, hem yeni annelerin özgüvenlerinin artmasına yardımcı olacağını hem de daha sağlıklı çocuklar yetiştirilmesine katkıda bulunacağını sanıyoruz. Dr. Şirin Seçkin çalışmalarını halen serbest hekim olarak İstanbul’da sürdürüyor. “0-1-Başla!”, Dr. Şirin Seçkin, Dr. Fatma Kırcı, Dr. Ertan Seçkin, 384 s., Remzi Kitabevi, 2015

Ah O Eski Sevgili! Kimi ilk gözağırısı, kimi hançeri en derine sokanı... Eski sevgili deyince burnunun kemiği sızlamayan var mıdır? Yarayı kaşımak mı dersiniz, külleri yeniden alevlendirmek mi... Yitik Ülke Yayınları, 26 yazardan eski sevgililerine mektup yazmasını istemiş. 26 “cesur kalem” de bu meydan okumayı yanıtsız bırakmamış. Kitapta birçok yazar, şair, eleştirmen, oyuncu ve müzisyenin eski sevgiliye yazdığı mektuplar yer alıyor. Bu kitap için yazılmış olan mektuplar, aşk üzerine düşünmenin bir vesilesi olabilir; yazarların kişisel hikâyeleri merak eden, onları daha yakından tanımak istelen okur için ipuçları taşıdığı da muhakkak. Ayrıca farklı alanlarda ürün veren sanatçıların duyarlılıklarını göstermesi açısından da ilgi çekici. Kalp kırıklıklarını geç de olsa dile getirenler olduğu gibi, aşk hakkında daha çok felsefi sulara yönelenler de var kitapta. Bazıları ise hiç var olmamış bir sevgiliye yazarak mektup biçiminde bir öykü kurgulamışlar... Kitaptaki mektupları yer alan isimler şöyle: Angutyus, Cem Tunçer, Cezmi Ersöz, Dilan Bozyel, Doğu Yücel, Elif Yılmaz, Esra Pekin, Hakan Bıçakcı, Halil Türkden, Hüseyin Köse, Jehan Barbur, Kaan Murat Yanık, Karaçalı, Kaya Genç, Melisa Kesmez, Menekşe Toprak, Mercan Dede, Mert Fırat, Nafer Ermiş, Nilüfer Açıkalın, Onur Caymaz, Siminya, Tarık Tufan, Tezcan Topal, Uygar Şirin ve Zeki Enes Akkan’a ait. “Eski Sevgiliye Mektuplar”, 142 s., Yitik Ülke Yayınları, 2015

Aramızdaki Yabancı ÖMER AYHAN

F

atih Balkış’ın yeni novellası “Baht Dönüşü”, öncelikle diriliğiyle çarptı beni. Romanın sadece bir yerde adı geçen kahramanı, yaşı altmışa yaklaşan İshak’ın en büyük hayali on yıllardır üzerinde çalıştığı operayı tamamlayabilmek. İshak’ın kurduğu bir cümle var ki, ayrışma ve saf tutmanın had safhaya vardığı şu dönemde ayrıksılığıyla parlıyor. “Ben bir kuşağa mensup değilim, benim bu ülkede benzer duyguları hissettiğim ve bir araya gelebileceğim kimse olmadı.” Bir anti-kahraman karşımızdaki. Bu cümle, tatlısu aydınlarının her şeyi küçümseyen edasına yaslansaydı sıradanlaşırdı kuşkusuz. Ancak burada ayrık otu olmanın çilesini taşıyan bir sanatçı çıkıyor karşımıza. Burjuva bir aileden geliyor İshak. Harbiye’de eski bir binanın iki katı; anne ve babanın ölümünden sonra payına düşen bu. İshak’ın toplum içinde kayboluşu kendi yanlış hamleleri ve geri çekilmesinden ileri geliyorsa da, dışlanmasının bir yazgı olduğu söylenebilir. Babanın tedirgin edici kayıtsızlığına, bir hayaleti bile andıramayan annenin pasifliğine ve kız kardeşin acımasızlığına, eve gelip giden misafirlerin yadırgamaları ekleniyor. Kendisine benzemeyene rastlayınca ürken, kafası karışan ve bu ‘tehditi’ her zaman dışlayan çoğunluk, genç İshak’ın içine kapanmasının ve sanata sığınmasının önemli bir gerekçesi. Bir anımsamalar zinciri denilebilir “Baht Dönüşü”nün döngüsü için. Harbiye’deki evden, AKM’ye, Tepebaşı’na ve nihayet Balat’taki Bulgar Kilise’sine uzun bir yürüyüş sırasında çocukluk, gençlik ve adım adım yaşlılığa uzanan bir yaşam, zamansal sıçrayışlarla önümüze serilirken, yirminci yüzyılın modernist metin geleneğine göz kırpan bir novellada yol alıyoruz biz de. İshak’ın aile kurumu, sanat dünyası ve devlet gibi temel güç odaklarıyla ilgili görüşleri Thomas Bernhard’ı anımsatıyor ister istemez. “Tek tek düşünüldüğünde düşünce krampları üreten, hep birlikte anıldıklarında ise bir mahvetme makinesine dönüşen ailem...” “Ölesiye kokuşmuş bir yer olan Devlet Senfoni artık çürümüş et kokuyor.” “Baht Dönüşü”ndeki bakış açısını, doğrudan ve salt Bernhard’a teyellemek mümkün değil. Çünkü Bernhard’da leitmotif, metnin düpedüz iskeletidir ve sürekli yinelenen çılgınca bir tirattan oluşur. İshak’ın eleştirileri de her türlü iktidara yöneliyor. Bu noktada, uyumsuzluğuna yaptığı vurgulara rağmen sık sık ‘biz’ diye başlayan cümleler kuruyor, yaklaşamadığı ve kimi zaman eleştirdiği toplumla empati kurmaya çalışıyor. Kurmaca metinde gerçekten yaşamış bir müzik adamı mevcut. İshak’ın öğretmeni Ferdi Ştatzer. Ştatzer, anlatıda babanın yerini ikame ediyor. Babayla kurulamayan ilişki ve rahatsız edici otoritesine karşılık dışarıdan gelen yabancı, genç İshak’a rol modeli oluyor. Yalnızca ailesine değil, yaşadığı topluma, hatta üç yıl çalıştığı Devlet Senfoni’deki arkadaşlarına (Sadece Haldun’la görüşüyor) da yabancılaşmış anlatıcı, Ştatzer’in öğütlerine de bağlı kalamıyor. Viyana’da âşık olduğu Edda’nın yanı sıra, ideallerinin şehrini de bırakmış, orkestradan Emel’le

visage37@yahoo.com üç yıl süren ilişkisini ise çalışma arkadaşlarından köşe bucak saklamakla geçirmiş. Başlı başına kaçak bir yaşam İshak’ınki; Harbiye’deki çatı katı hem bir sığınak hem de olmayacak hayallere ev sahipliği yapan bir mezartaşı. Yirmi birinci yüzyılda kim bir operayla dünyayı değiştirebileceğine inanır? İshak da içten içe biliyor gündüz düşleriyle oyalandığını. “Opera çoktan öldü. Karşı operalar devri bile yitip gitti.” Yalnızlığını, bugünün yabanıl bir enerjiyle dolup taşan müzik dünyasında arkaik gözüken bir sanat dalına sığınarak perçinler İshak. Hatta kırk yıldır yazılamamış operayı bitirebilirse ardından bir de senfoni yazmayı düşler. En yakın arkadaşı da bir yabancı, muhtemelen Levanten bir Türk. İkisi de oturdukları binalarda bile kaçak konumunda ve bu yapayalnız adamın hayali de temelde bir tür faraziyeden başka bir şey değil. “Baht Dönüşü”nde, toplumsal olaylara dair düşünceler bir parça fazlalık gibi duruyor. Aile ve müzik kurumuna dair eleştiriler İshak’ın dışlanmışlığını, yabancılığını ve farklılığını ortaya koymak için işlenmiş temalar ancak devlet şiddetinin eleştirildiği bölümler kimi okurun bu zorlu anlatıcıyla özdeşleşmesini sağlayacaksa da, İshak’ın ayrıksılığına ket vuruyor. Edebiyatın zor, seçkin ve büyüleyici türleri arasında kanımca başı çeken novella’nın olanaklarının iyi kullanıldığı “Baht Dönüşü”nde editöryel çalışma ne yazık ki bir parça sorunlu. Yazarın, uzun cümleler kurma yetisiyle dili inşa etmekteki başarısı apaçık. Ancak son okuma eksiklikleri, yer yer hataları da getirmiş. (Alıntılardaki italikler bana ait.) “Özellikle kız kardeşimin, benim bir şekilde yeniden evlenmem gerektiği, buna ihtiyacım olduğu fikrini hâlâ taşıdığını biliyorum.” (s. 70) Novella boyunca İshak’ın bir evlilik yaptığına dair hiçbir iz yok. “Benim kaçışımın nedeni, asıl nedeni üzerine düşünmek bana acı veriyor.” (s. 71) “Beni tüm insanlığa ve onun süregiden değerlerine sırt çevirişim ve bu değerlerle birlikte var olmaktan kaçınmam...” (s. 71) “Ailenin gözleri körelmemiş insanlar olduğunu ve seni baskı yapmadıklarını...) (s. 81) İshak, birçok özelliğiyle Avrupalı bir karakter. Onu sanatçı kılan referansların tamamı Avrupa’dan, genellikle de Almanya’dan. Üzerinde çalıştığı ve kahramanı ile kendisi arasında yer yer özdeşlik kurduğu operanın teması ise ilkçağın destansı bir mitine dayanıyor. Gerçi kentli, uyumsuz, hassas, içine kapalı karakterler çokça yazıldı, yazılıyor, ama İshak bundan daha fazlası; ona aramızdaki yabancı diyebiliriz. Tamamen çıldırmaktan kurtuluşu bir parça çıldırmayı göze almakta bulan bir karakterin sürekli zikzaklar çizen düşünceleri, ancak bu uzun yürüyüşün sonunda bir parça huzur bulur. Hayallerin ve sözün bittiği yerde. “Baht Dönüşü”, yazınsal özellikleriyle nitelikli edebiyatın bir örneği diye geçiştirilmemeli. Bizdeki felsefi kurmaca kıtlığı hesaba katıldığında, edebiyatımıza nadir bir katkı olduğunun görülmesini umuyorum. “Baht Dönüşü”, Fatih Balkış, 104 s., Can Yayınları, 2015


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Temmuz 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Seyyah Ruhlu Mizahı Seviyorum” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Sonra bunu gören bir arkadaş “Size bir yazar olarak valinin önünde eğilmeyi yakıştıramadım” gibi bir şey söyledi. Trajikomik bu. Sonra mesela İzmir Fuarı’ndaki imzamıza kuş lokumu getirenler olmuştu. Okurlarla birlikte yedik. Edirne’de bir öykü şenliğine davet ettiler geçen sene mesela, liselileri getirmişler etkinliğe. Bir tanesi bile beni tanımıyordu. Orada tanıştık. Birkaç gün önce Cermodern Kütüphanesi’nde, söyleşi yaptık. Kütüphanede söyleşi? Sessizlik kuralı nedeniyle pantomim yapmamız gerekirdi aslında. Profesör bir çiftle tanıştım orada. Tenten ve biraz da matematik hakkında konuştuk ayaküstü. Beyefendi bana eşinin 80’lerden kalma kartvizitini verdi çünkü kendisinin kartı yokmuş. Selnur Aysever: Çok samimi bir cevap. Aslında aklımda yoktu ama sormak istedim. Sosyal medyanın edebiyat dünyasındaki yeri nedir sizce? Katkıları mı var yoksa götürdükleri mi? Bir de sosyal medya sizin bilinir, okunur olmanızda nerde yer alır? Bahadır Cüneyt Yalçın: Sosyal medya yazarın tanınmasına olanak tanıyan bir mecra. Ancak yazarın eserlerinin okunmasına doğrudan katkısı nedir onu zaman gösterecek. Bir yazarın tanınması onun okunmaya, anlaşılmaya başlanması anlamına gelmiyor ne yazık ki. Dikkat ediyorum eğer bir metin parçası internette yer alıyorsa, biraz da duygusalsa dolaşıma giriveriyor. İnternette yoksa pek çok insan zahmet edip not etmiyor mesela. Fotoğrafını çekiyor, yanına kahve kupası koyuyor. Mutlaka kitaba, bilinirliğe faydası vardır. Öte yandan içerikten kopmaya, bağlamından boşanmaya başlıyor. Zaman içinde değişerek, dönüşerek aynı kulaktan kulağa oynanmış gibi sonuçlanıyor. Duraklardan birinde bilinçli veya bilinçsiz olarak yanlış yazılmışsa artık öyle devam ediyor. Örneğin bir yerde “Süt severim sevgilim” yazmışsam birkaç ay sonra bir bakmışsınız “Ben bir şişe ayranım aşkım” oluvermiş. Metnin okunmasından çok paylaşılmasının ön plana çıktığını görüyorum. Araç, amaç haline geliyor. Bir de pek çok yazarın muzdarip olduğuna emin olduğum şöyle bir şey var; yazarın cümlelerinin en çabuk

nında otobiyografik öğeler barındırması normaldir bana kalırsa. Elimden geldiği kadar yazarlık macerasına kendimi kaptırmaya çalışıyorum. “Bizi kelimeler kurtaracak” diyorum. Bu sebeple “Hep Lunapark”ta tamamen kurgu oluşturmaya, hatta yazmadan önce hiç bilmediğim bir yaşam tarzını kendimce göstermeye uğraştım. Örneğin hiç lunaparkta çalışmadım veya lunapark işleten bir dostum da olmadı. Roman yazarı olarak, yazarın hayal ettiği, gözlemlerinden ve araştırmalarından karakterler ortaya koyan, bunların “yaşayan” insanlar olmasını sağlamış metinleri ilham verici buluyorum. İyi yazılmış otobiyografik metinleri keyifle okumama, kendime dersler çıkarmama rağmen, hali hazırdaki hayatımdan uzaklaşarak “Hep Lunapark”ta özellikle kendimi zorladım. Bu süreç oldukça eğlenceliydi. Karakterler daha önce tanımadığım ama yazdığım zaman içinde adeta arkadaş olduğum kişilerdir. Kazanan, kaybeden, insanlığın atlı karıncasında dönüp duranlardır. “Mütevazı Bir İntikam” için büyük oranda, bunun yanında “Hep Lunapark” için tamamıyla kurgudur diyebilirim. Selnur Aysever: İnsanın tüm duyguları, hayatının açmazları ve belki çaresizliği, romandaki karakterlerde mevcut. Okur, kendine dair sevdiği ya da eleştirdiği ne varsa bulabiliyor. Buradan sizin iyi bir gözlemci olduğunuzu seziyorum. Okurunuza biraz da kendisini yansıtmayı istediniz mi hiç? Bahadır Cüneyt Yalçın: İyi gözlemci olmayan iyi yazar var mıdır bilmiyorum, zannetmiyorum doğrusu. Söyledikleriniz bence bir romanda, bir öyküde olması gerekenler. Değişik bakış açılarını yansıtmaya çalışıyorum, bunların arasında vatandaş Cüneyt olarak kendi fikirlerim de var elbette. “Tiyatro bir aynadır” derler ya, bütün sanatlar ve edebiyat da öyledir son tahlilde. Selnur Aysever: İnce bir mizah var üslubunuzda. Örneğin, “Jan Pol Sağtığ” okuyacak kadar çılgınsak çilemize diyecek olmazmış, diyor Mustafa dayı. “Bir kişinin yorgana tek başına nevresim geçirme sayısı, hayat tecrübesiyle doğru orantılıdır” cümlesi ise artık

Bir yazarın tanınması onun okunmaya, anlaşılmaya başlanması anlamına gelmiyor ne yazık ki. Dikkat ediyorum eğer bir metin parçası internette yer alıyorsa, biraz da duygusalsa dolaşıma giriveriyor. İnternette yoksa pek çok insan zahmet edip not etmiyor mesela. Fotoğrafını çekiyor, yanına kahve kupası koyuyor. Mutlaka kitaba, bilinirliğe faydası vardır. Öte yandan içerikten kopmaya, bağlamından boşanmaya başlıyor. Zaman içinde değişerek, dönüşerek aynı kulaktan kulağa oynanmış gibi sonuçlanıyor. tüketilebilir örnekleri, belki de yazarı yansıtmaya en uzak kelimeler defalarca karşımıza çıktıkça biz yazarı öyle hatırlamaya başlıyoruz. Kitapçı dolaşıp kitapları karıştırmıyorsanız mesela geometri hakkında derinlemesine felsefi analizleri olan bir adamın dolaşımda olan, burada kafadan atıyorum, “Küre, yalnızlıktır çünkü yuvarlanır gider”, “Üçgen üç kişilik bir aşk çıkmazıdır” ve “Bana hep dörtgenler düştü, beşinci kişiye yer yok odamda” gibi cümleleri yüzünden onu “Aşkı ve yalnızlığı, delikanlı gibi sevmeyi anlatan adam” olarak tanıyabiliyor okur. Bu da bence trajikomik. Selnur Aysever: Peki romancı, ne kadar vardır romanın içinde? Yani yazar kendi yaşamını, anılarını, acılarını ne kadar yansıtır? Hep kurgu mudur roman? Bahadır Cüneyt Yalçın: İlk romanım “Mütevazı Bir İntikam”da kendimden daha çok parça vardı. Örneğin olayın Sincan’da bir evde başlaması, Edremit’e gidilmesi, bunun bir kısmında -2012’de seferlerine son veren- Karesi Ekspresi’ne binilmesi filan kendi tecrübelerimden izler taşıyordu. Bir yazarın ilk roma-

her nevresim değiştirmemde aklımda olacak. “Çocuğu plastik ata bindirip kenarda el sallayarak onu mutlu olduğuna ikna etmeye çalışmanın başka izahı olamaz” da romandan bir cümle. Sıradan insanın yüzüne çarpıyor gerçeklik. Ve bu son derece yalın bir dille oluyor. Nasıl sağladığınız bu “basit”liği? Bahadır Cüneyt Yalçın: İnce veya kalın, absürt veya olağan, her tür mizahı, iyi oturtulmuş, kapsayıcı bir bakışla yazılmış, seyyah ruhlu mizahı zaten seviyorum. Mizahtan anladığım şey sadece insanları kahkahaya boğan ifadeler, tavırlar değil. “Beynin gülmesi” diye bir meseleyi kovalıyorum. Beyin gülerse umutlanır, rahatlar, ufku açılır. Okur olarak da böyledir. Yazdığım şeylerde mizah, ironi, parodi, taşlama mutlaka vardır, olacaktır. Yalın dil konusunda çok fazla bir şey diyemem. Anlaşılmaz olmaya çalışmıyorum, bildiğim şey bu. Söylediğiniz “basitlik” sadece güncele takılıp kalmayan, mümkün olduğu kadar geniş zamanlı gerçeklerden, hatta bugün için moda olmayan ama dünya için hep anlamlı olan teşhislerden yola çıkmamla

açıklanabilir. Mesela “kuş lokumu” metinlerinde de bunun peşindeydim. Selnur Aysever: Sayfa tasarımında dikkat çeken görseller var. Bir sohbet ekranı, bir kayıt düğmesi gibi. Kapağından ismine, tasarımdan karakter isimlerine kadar “ilginç” bir roman. Yayınevi sizi iyi kavramışa benziyor. Ne dersiniz? Bahadır Cüneyt Yalçın: Kitabın içindeki görselleri ben çizdim, bölüm başlarındaki ikonları da internetten bulup koydum. Yayıncımın, editörlerimin bütün bunlara olumlu yaklaşması, hikâyeyi tamamladığı ölçüde hep bana destek olması da evet birbirimizi anladığımızı gösteriyor. Kitabın ismine de birlikte karar verdik. Bu manada iyi bir sinerjimiz var bence. Edebi ve fikri zevklerimiz, kendimizi ifade edişimiz birçok ortak noktada kesişiyor. Selnur Aysever: Neden roman diye sormak istiyorum. Planlarınızda şiir kitabı var mı? Olacak mı? Bahadır Cüneyt Yalçın: Roman bütün edebi türleri bünyesinde barındırabiliyor. Hatta kitabın içindeki görselleri, şarkıları da düşünürsek birçok sanat dalını kapsıyor. Bu roman için Türkiye’de bir ilki yaptık. “Hep Lunapark”ın özgün bir şarkısı var: YÖKŞ (Yok Öyle Kararlı Şeyler) “Ah Lunapark” şarkısını yaptı mesela. Bir tür roman soundtrack’i. Lunapark’ın bir haritasını yaptım bir de. Sonra mesela ilk romanımın kahramanı Aleksi Pavloviç hem Nazlı Berivan Ak ile editörlüğü paylaştı hem de romanın sonuna doğru “konuk oyuncu” olarak rol aldı. Bu da bir ilktir bildiğim kadarıyla. Sinemanın ve tiyatronun dilinden de, gazeteciliğin dilinden de faydalandım ayrıca. Böylece roman bir sanat performansına dönüşebiliyor işte. Şiir içinse… Yazarlığa şiirle başladım. 2003-2008 arası edebiyat dergilerinde şiirlerim yayımlanıyordu. Sonra hikâyecilik ağır bastı. Şiirden kopmuş değilim. Zaten “Hep Lunapark”ta bu görülüyordur. Şimdilik müstakil bir şiir kitabı düşünmüyorum. Zaman zaman şiirsel bir dil kullandığım “kuş lokumu” metinlerinden, hiçbir yerde yayımlanmamış yenilerini de ekleyerek bir derleme, bir hatıra kitap hazırlığında olduğumu söyleyebilirim.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2015

KISA KISA Ah Benim Kocam! / Ah Benim Karım! Canan Tan, Doğan Kitap “Bir elmanın iki yarısıyız” diyenlerden misiniz? Canan Tan tam da buna işaret etmek ister gibi, tek bir kitapta iki farklı bakış açısını yansıtan öykülerini toplamış. Kitabın bir kapağını açarsınız erkek, ötekini açarsanız kadın konuşuyor. Canan Tan, mizahçı kimliğiyle çıkıyor karşımıza.

Doğu’da Bir Yıl Alexis de Valon, Say Yayınları Kitap, 1842 yılında 24 yaşındayken Doğu yolculuğuna çıkan, “gelecek vaat eden yazar” Alexis de Valon’un kaleminden Osmanlı İmparatorluğu’nun resmini çiziyor. Yazarın gözlem yeteneği, sorgulayan aklı, ortaya dikkate değer bir seyahatname çıkartıyor.

Son Ayin Jasper Kent, Can Yayınları Fantastik edebiyat, tarihi olayların içine düşerse ne yapar? Rusya’da 1917 yılındayız. Savaş, insanlığın o güne dek hiç karşılaşmadığı büyük bir canavarı, Dimitry Alekseyeviç Danilov isimli vampiri ortaya çıkaracaktır... Vampirler ve devrimleri buluşturan bir roman; “Son Ayin”.

Çözülememiş Suçlar John Wright, Paloma Yayınları Eline 37 kişinin kanı bulaşmış bir seri katil, 200 bin dolar çalıntı parayla uçaktan atlayan adam, suikaste kurban giden siyasetçiler... Failleri hâlâ bulunmamış suçların derlendiği kitap, kanıtlardan şüpheli sorgularına pek çok veriyi bir araya getiriyor.

Kişisel Direniş Kitabı Enver Aysever, Doğan Kitap Aysever, edebiyattan sanata, güncel olaylardan siyasete, kişisel gelişimden astrolojiye çok geniş bir yelpazede kalem oynatıyor. Hem tanıklıklarının hem gözlemlerinin ışığında topluma bakıyor. “Kişisel direnişini” belki de bir öneri olarak koyuyor okurun önüne.

Bir Haz Markası Chuck Palahniuk, Ayrıntı Yayınları “Dövüş Kulübü”nün yazarı şimdi de kadın hazzına dair karanlık pazarlama imkânları hakkında bir roman kaleme alıyor. Yeraltı edebiyatının en çok konuşulan isimlerinden Chuck Palahniuk, toplumsal tabuları yıkan, cesur kalemini yine konuşturuyor.

Tarihçilik Zor Zanaat Salih Özbaran, Tarihçi Kitabevi Tarih popülerleştikçe bazı tehlikeler de ediniyor kuşkusuz. Salih Özbaran bu tehlikelere dikkat çektiği kitabında her kesimin el attığı bu bilgi dalının çekiştirildiği yönleri tartışmaya açıyor. Yazar, politik konulara merhem olsun diye tarihe sarılanları uyarıyor.

“Gerçek”le Yaralı Mektuplar UFUK AYDIN

S

avaş sonrası Alman edebiyatının en önemli iki ismi, Ingeborg Bachmann ve Paul Celan. Aralarındaki aşkın belki de tek kanıtı, birbirlerine yazdıkları mektuplar. Tüm bunları olanca nesnelliğiyle derleyen eşsiz bir kitap, “Kalp Zamanı”. 24 Haziran 1948’de başlayıp 2 Ocak 1972’de sona eren bir dizi mektuptan ve ithaftan oluşuyor “Kalp Zamanı”. Konu mektup olunca söylenecek çok şey vardır aslında ama şu bir gerçek ki, mektup bekleyen insan, belirsizliklerle örülmüş dünyanın en yalnızıdır. Mektubunuzu postaladığınız an kendinizi zamana hapsetmiş olursunuz: “Mektup beklemenin ne kadar yıpratıcı olduğunu bilmen gerek, gerçekten yazamıyor musun bana?” İstediği kadar uzun ya da kısa olsun, mektuplar asla doyurmaz ruhu, hep aç bırakır. Üstelik Celan ve Bachmann şiirlere özgü cimrilikle ele almışlardır mektuplarını, tedirgindirler ve kalemi asla gevşek tutmazlar. Şöyle yazar Ingeborg: “… Salt çok şey söylemekten korktuğum için, bu aşkın en güzel aşk olduğunu söyleyemiyorum.” Belki de bu nedenle bütünlüklü bir “hikâye”yle karşılaşamıyoruz. Mutlu anlarına tanık olamıyoruz mesela; ayrılıklarının nedenlerine, beraberken neler yaptıklarına, birbirlerine nasıl dokunduklarına ya da seviştiklerine… Yazışmalar­da ö­nem­li boşluklar var ama bunlar okurun hayal gücüyle doldurulabileceği gri alanlar yaratıyor. Kitap sadece Bachmann ve Celan’ın mektuplaşmalarını içermiyor, ayrı kaldıkları 1951-1957 yıllarında Celan’ın evlendiği kadın Giséle Lestrange ile Bachmann’ın hayat arkadaşı olan Max Frisch’in yazdıklarını da barındırıyor. “Kalp Zamanı”nın sonuna eklenen açıklamalar bölümünün ise kafa karıştırıcı olduğunu belirtmek gerek. Celan için şair; “gerçekle yaralı ve gerçeği arayarak dile giden adamdır.” Celan’ı yaralayan gerçek, Yahudi oluşudur; bunun ağırlığını bir ömür hissetmiştir. Bachmann’ı yaralayan ise Celan’a duyduğu aşktır. Gerçekle yaralı bu iki şairin mektuplarını okurken derin bir hüzne boğulmamak ama aynı zamanda bu aşkın esiri olmamak mümkün değil. Mayıs 1948’de Viyana’da tanıştılar, âşık oldular ve unutulmaz iki ay yaşadılar. Bu mayıs ve hazirandan aşklarının son bulduğu 1958 yılına kadar bir daha istikrarı yakalayamadılar. Kaçış hep var oldu ve huzur bu âşıkları ancak uzun aralıklarla ziyaret edebildi. 1951’de pek anlaşılamayan nedenlerle ayrılsalar da birbirlerinden kopma cesareti göstermediler. “…Seninle ilgimi kesmeye, seni unutmaya ya da kalbimden söküp atmaya çabalamayacağım, bugün bunu belki de hiç başaramayacağımı biliyorum, yine de gururumu yitirmeyeceğim.” “Şairlerin ölümsüzlüğü hakkında ne düşünürseniz düşünün, komutanlar daha ölümsüzdür,” der Milan Kundera. Belki de bu nedenle “ölümsüz” bir komutanın gölgesini hep üzerinde hissetti Celan. Haziran 1942’de ebeveynleriyle alındığı toplama kampından sadece kendisi sağ kurtulabildi. Yazarlık hayatı boyunca antisemitizm peşini hiç bırakmadı. “Hitlercilik, Hitlercilik, Hitlercilik. Miğferler!” diye yazar Max Frisch’e ve aynı mektupta kendisine saldıran-

lardan “nesnel iblisler” diye söz eder. Bir tesadüf müdür yoksa bilinçaltı mı onu buna itmiştir bilinmez ama, bir Nazi subayının kızı olan Bachmann’a hayatının en acı günlerini yaşatır. Bir keresinde “seni seviyorum ve seni sevmek istemiyorum,” der Bachmann; Celan ise şöyle yazar: “Çoğu kez seni düşündüğümde çok kötü oluyorum, senden nefret etmediğim için kendimi bağışlayamadığım oluyor… Senden nefret etmiyorum çılgınca olan da bu.” 1951’de Bachmann’la ilişkisini sonlandırdıktan sonra varlıklı bir ailenin kızı olan Giséle’le evlenir Celan. 1957 yılına kadar Bachmann’la “arkadaşça” mektuplaşırlar, aynı yılın ekim ayında Köln’deki bir toplantıda karşılaşınca H. Michaux’nun şiirine (Nous deux encore – hâlâ ve yine ikimiz) atıf yaparcasına aşkları tekrar başlar. Bu, artık yasak bir aşktır; kimseye söylemeye cesaret edemezler. Öyle rahatsız edici bir durumdur ki, Ingeborg’un yanından ayrılıp trene bindiği bir gün hiç tanımadığı bir kadına dönüp her şeyi anlatır Paul Celan. Suç ile masumiyetin aynı küle karıştığı bir andır ama Celan’ı rahatlatmıştır neticede. Sevdiklerini mutlu edebilecek türden bir insan değildir Celan; beraber olduğu her iki kadını da derin bir hüzne boğmuş, yalnızlaştırmıştır. Hep öfkelidir onlara karşı. Yine de şefkate değer görülmüştür. Giséle’i iki defa öldürmeye teşebbüs etmesine rağmen “Başka ne diyebilirim Ingeborg? Ona yardım etmeyi çok istemiştim ama edemedim,” diye yazar. Celan ve Bachmann’ın ikinci denemeleri de uzun sürmez ve 1958 ortalarında son bulur aşkları. Sinir krizleri sürekli bir hal alan Celan, 1970’te, Bach­ mann’ın bir mektubunda “Beni Seine Nehri’ne götür, küçük balıklara dönüşerek ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sulara” diyerek ölümsüzleştirdiği ırmağa atlar ve cesedi ancak on beş gün sonra bulunabilir. Giséle bu eylemi “en kimliksiz ve en yalnız ölüm” olarak nitelese de, intihar Paul için hayatta kalmanın tek yoluydu belki de. Giséle’nin tüm umutları da sulara gömülmüştür adeta, “Deniyorum, deniyorum adım atıyorum, yürüyorum ama pek olmuyor”. Ingeborg’un bu ölümden sonra neler hissettiğini okuyamıyoruz ama kendisi de üç yıl sonra çıkan büyük bir yangında hayatını kaybetmiştir. “İnsan yandığı zaman yürek gövdenin içinde değildir de belki gövde yüreğin içindedir,” demiş Hasan Ali Toptaş. Okuduğumuz mektuplar bedenin yüreğin içinde olduğu bir yangına işaret eder. Aşkın en saf, yalın ve hüzünlü hali, gerçekle yaralı şairlerin kalemiyle işlenmiş sayfalara. “Kalp Zamanı”, Ingeborg Bachmann-Paul Celan, Çev: İlknur Özdemir, 320 s., Kırmızı Kedi Yayınevi, 2015


Temmuz 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Çocukluğun İpek Kanatları MELİSA KESMEZ

Ç

ocukluğun yazlarını kim unutabilir? Okulların kapanmasıyla kafesinden salınmış vahşi hayvan yavruları gibi sokağa taştığımız o günleri... Açık havaya, ağaçların gölgelerine, serin sulara koştuğumuz, acıkasıya eve dönmediğimiz, beline kadar pencereden sarkan meraklı anne gözlerinin nöbetinde geçen o baldan tatlı ayları... Dizlerimizde, dirseklerimizde biriktirdiğimiz yara kabuklarını muzaffer komutanlar gibi taşıdığımız o güzel ülkesini hayatın... Şimdi öyle mi geçiyor çocukluk yazları, pek sanmam, ama bir devrin çocukları ne dediğimi gayet iyi biliyor. Peki yazabilmek o yazları, o yazların kelebek kanadı narinliğini kâğıda geçirebilmek, bozmadan pırıltısını, ipekliğine toz kondurmadan... Yazarken ve hatırlarken geri sarmak hayatı o yazlara, okuru da tutup elinden götürmek yanında... Edebiyatın büyüsü bundan başkası değil diyorum bazen. Duyguları oldukları gibi muhafaza edebilmenin bir yolu. Bir kokuyu doldurabilmek gibi şişeye ve yıllar sonra açıp da aynı kokuyu duyabilmek gibi. O kadar zor ve imkânsıza yakın. Bir kitabın içine dalıp gözünü o altın sarısı günlerde açmak, burnunda çimen kokusu ve kulağında annenin gencecik sesi. “Karahindiba Şarabı”nı bir gecede okudum. Gözümden uyku aktı, bırakıp da gidemedim. Bittiğinde güneş doğuyordu. Sanki uzun bir yoldan gelmiş gibi girdim yatağa; sanki az önce girmişim kapıdan, ayakkabılarımı çıkarmışım, aylardır yanımda gezdirdiğim çantamı fırlatmışım bir kenara, öyle tatlı bir yorgunlukla uyudum. Ray Bradbury’nin zaman makinesine binmiştim. Onun çocukluğunun geçtiği karahindibalarla kaplı yeşil çayırlarda gezmiştim. Bir çocukluk yazının yıldız tozlarına bulanmıştım bütün gece, sadece okuyarak... “Bu kitapta okuyacaklarınız tüm o yılların karahindibalarının bir derlemesinden ibarettir.” Böyle diyor daha kitabın girişinde. Yirmi dört yaşından otuz altı yaşına kadar çocukluğunun geçtiği Kuzey Illinois çayırını düşünmeden tek bir gün geçirmiyor Bradbury: “... Yaşlanınca olacağım insana geçmişini, yaşamını, insanlarını, oyuncaklarını ve unutulmuş pişmanlıklarını hatırlatmak için gençlik yıllarımın birinde yazmış olduğum bir mektubun parçasına rastlamak umuduyla...” “Karahindiba Şarabı”, yarı otobiyografik bir roman. Okurda çok eski duyguları uyandıracağından emin olduğum bir cennet tasviri. 1928 yazında küçük bir kasabada olanları bir oğlan çocuğunun gözünden anlatıyor. Yazarın da bildiğim kadarıyla en kişisel eseri olan kitapta 12 yaşındaki Douglas, bir yandan yazın neredeyse mistik ritüellerine şahit olurken, hayatın özüne dair keşiflerde bulunuyor ve ölüm, terk edilmek gibi büyüklerin dünyasına özgü hallerle yüzleşiyor. Bir hatırlama misyonu taşıyan romanda, Bradbury hatırladıkça küçülüp küçülüp o çocuk olmuş sanki, o çocuğun naif ve meraklı kalbini bulmuş yetişkin kalbinin içinde ve öyle yazmış. Kendini –ve okuru– alıp 1920’lerin Amerikan taşrasına götürüyor yazar: “Ben orada doğdum. Bu benim hayatımdı. Onu gördüğüm gibi yazmak zorundaydım.”

Yazdıkça –okudukça– derinleşiyor roman, geçmişe düzenli aralıklarla yapılan seyahatlerle kim bilir kaç sonbaharın dökülmüş yaprakları altında kalmış, unutulup gitmiş duygular bulunuyor; korkular, hüzün, küçük şeylerin sevinci... Ve doğanın koynunda geçen, onun büyüklüğüyle ve kutsallığıyla sarhoş bir çocukluk yazının kaydı tutuluyor tüm samimiyetiyle. Ray Bradbury “bir adamın içinde saklanan çocuk”u buluyor. Geçmişi hatırladıkça ve kaydını tuttukça, herkesle ve her şeyle tek tek vedalaşıyor aslında; en yakın çocukluk arkadaşıyla, büyükbabasıyla, büyükannesiyle... Tilki üzümleriyle, elma ağaçlarıyla, minik yaban çilekleriyle, büyükbabasının altın çiçekler dediği karahindibalarla... Kitaba adını veren karahindiba şarabı, Bradbury’nin bu kitabı yazarkenki duygularını çok güzel özetliyor. Yazın ilk günlerinde çimenlerin arasında bir anda sessizce bitiveren karahindibalar, büyükbabanın talimatıyla çocuklar tarafından toplanıyor ve kasalara dolduruluyor; her sene tekrarlanan bir ritüel bu. “Yaz geldi” demenin bir başka yolu. Büyükbaba şöyle diyor karahindibalar için: “Avluda bir aslan sürüsü. Gözünüzü dikip bakarsanız retinanızda bir delik açarlar. Sıradan bir çiçek, kimsenin görmediği yabani bir ot, evet. Ama bizim için, asil bir şey, karahindiba.” Bu yabani ottan şarap yapılıyor evin bodrumunda; şişelere doluyor şaraplar, soğumaya ve dinlenmeye bırakılıyor. Bir kış günü açıp da içmek ve yazı hatırlamak için... “Şarap yakalanan ve tıpalanan yaz mevsimiydi” derken Douglas aslında her şeyi özetliyor: “Yaz mevsimini elinin içinde tut, yaz mevsimini bir bardağa doldur, minik bir bardağa elbette, çocuklar için küçücük ürpertici bir yudum; bardağı dudağına götürüp yaz mevsimini içine göndererek damarlarındaki kanın mevsimini değiştir.” Geçmişteki güzel günleri saklayıp, arada çıkarıp hatırlamak ve tekrar o duyguyu yaşamak için kullandığı şarap metaforuyla kalbimi yerinden hoplatan Bradbury, kitap boyunca beni o büyülü yerde tutuyor. Çocukluğun “küçük şeyleri”ni de titizlikle bulup çıkarıyor o eski günlerden. Her buluşu başka güzel. “Spor ayakkabılar” mesela... Bir çocukla yeni alınmış spor ayakkabılar arasındaki aşk başka nasıl anlatılabilirdi bilmiyorum: “Ayakkabıların yumuşak tabanının derinliklerinde bir yerde bir erkek geyiğin ince, sert tendonları gizlenmiş. Ayakkabıları yapan insanlar, ağaçları üfleyen bir sürü rüzgârı, göllere doğru inen bir sürü nehri gözlemlemiş olmalılar. O her neyse, ayakkabıların içindeydi ve o yaz mevsimiydi.” Bradbury’nin Türkçeye de layıkıyla çevrilmiş cümleleri habire gözlerimi dolduruyor. “Düzyazının şairi” diyorlar onun için... Haksız değiller. “Karahindiba Şarabı”nda kendi çocukluğundan esinle bir yaz mevsiminin şiirini yazmış çünkü. Bazı kitapları önce okur, bitirince de sarılırız. İşte bu kitap onlardan biri... “Karahindiba Şarabı”, Ray Bradbury, Çev: Ozan Kayalıoğlu, Zeynep Kayalıoğlu, 360 s., İthaki Yayınları, 2015


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2015

KISA KISA Hitler’in Kemanı Igal Shamir, Kırmızı Kedi Yayınevi Kökleri Rönesans dönemine uzanan bir gizem. Yaşlı bir kardinal, Yahudi bir keman virtüözü ve İsrail gizli servis görevlisi Eve. İkinci Dünya Savaşı başlarında geçen roman, “müziğin Da Vinci Şifresi” olarak nitelendiriliyor.

Yanık Saraylar Sevim Burak, YKY İlk baskısı 1965 yılında yapılan “Yanık Saraylar”, ironik, dikenli, tuhaf ve eleştirel hikâyeleriyle Türkiye’de edebiyat dünyasının ele avuca sığdıramadığı Sevim Burak’ın imzasını taşıyor. Yazarın anısına hazırlanan bu yeni baskı kitaplıklarda önemli bir yeri hak ediyor.

Friedrich Balkonunda Carlos Fuentes, Can Yayınları İki başkahraman: Biri romanın yazarı, öteki Nietzche. Tanrı, “Tanrı öldü” diyen Nietzche’yi haksız çıkarmak için ona can verirse ne olur? Fuentes’in ölmünden kısa bir süre önce tamamladığı bu roman, yazarın “hayali devrim” kurgusu...

Dinin Demokrasiyle İmtihanı Ian Buruma, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi Kitap, tarih boyunca dini ve seküler otoriteler arasında yaşanan gerilimleri inceliyor. Farklı kültürlerde demokrasinin bu gerilimlerden ne yönde etkilendiğini irdeleyen yazar, din ile demokrasinin ilişkisini sorguluyor.

Destina Mine G. Kırıkkanat, Kırmızı Kedi Yayınevi Henüz yaşanmamış yakın bir geleceği anlatıyor Kırıkkanat. Asimilasyona uğraşan Türkler romanın başkahramanları. Hristiyanlığın mezhep çatışmasının hâkim olduğu bir dünyadayız. Şehir ise İstanbul.

Müslüman Olmak Alman Kalmak Esra Özyürek, İletişim Yayınları Özyürek, ideolojiler ve sosyolojik gözlemlerle sınırlı kalmayıp günlük hayata nüfuz eden araştırmasında, Müslüman olan Batılıların nasıl Müslüman olduklarına mercek tutuyor. İslâm’ı benimsedikten sonra bunu nasıl yaşadıklarını da ortaya koyuyor.

Kiler Thomas Bernhard, Sel Yayıncılık Tüm arzularına ve hayallerine aykırı eğitim sistemine katlanmaya çalışan bir gencin öyküsü. Beklentileri boşa çıkararak tam ters yöne gidebilecek mi, yoksa intihar mı edecek? Şekillendirilmeyi, yetiştirilmeyi reddedişin, kendi yolunu seçme mücadelesinin hikâyesi.

Aklın Firarı ŞİİRSEL TAŞ

Y

azarken, kurgu ile gerçeğin toprakları arasındaki sınırları bir elimizle çizer, diğer elimizle sileriz. Kurgunun derinlerine indikçe o sınır gitgide silik, belirsiz bir ize dönüşür. Patricia Duncker’ın romanı “Foucault’yu Sayıklamak”, bu süreci okurun gözünde somutlaştıran bir kitap. Bir yanda kurgusal bir kişilik olan yazar Paul Michel, diğer yanda olanca gerçekliğiyle Michel Foucault var. Paul Michel’in eserleri üzerinde çalışan doktora öğrencisinin, Michel’in geçmişine doğru yaptığı Foucaultvari “arkeolojik kazı”yı okuyoruz romanda. Öte yandan Patricia Duncker, Paul Michel’in hayatını kurgusal olduğunu unutturacak denli ince detaylarla örerek adeta “kurmaca bir biyografi” yaratmış. Çağdaş Fransız edebiyatı alanında uzmanlaşan “adsız” anlatıcımız, Cambridge’in akademik dünyasında doktora tezine gömülmüş bir araştırmacı. Tezinin konusuysa ayrıksı kişiliği ve yaşamıyla dikkat çeken, “kendi kuşağının vahşi çocuğu” olarak tanımlanan ve “eşcinsel olduğundan açıkça söz edecek kadar eşcinsel olan” Fransız yazar Paul Michel. Belki de Paul Michel’in eserleri ve ünlü Fransız düşünür Foucault’yla olan düşünsel bağlantısı demeli. Bilen bilir, ciddiyetle hazırlanan her tez, olması gerektiği gibi kendi içinde bir gayya kuyusudur ve her araştırmacı da kendi yazdığı/kazdığı kuyunun karanlığında yolunu kaybola kaybola bulur. İşte okura kendi öyküsünü anlatan akademisyen adayı da böyle biri. Gelgelelim katı bir disiplin ve takıntılı bir tutkuyla çalışma konusunda eline su dökemeyeceği biri var: Üniversite kütüphanesinin nadir eserler bölümünde tanışıp çıkmaya başladığı Germen dilleri uzmanı genç kadın; yine “adsız” ama anlatıcının “Germanist” olarak andığı karakter. Doktora öğrencisi anlatıcımız, Germanist’in özgüveni, alanındaki bilgi birikimi, Schiller’e aşk mektubu yazacak denli kendini işine kaptırması karşısında şaşkınlığa kapılır. Üstelik ortada okunmadık kitap bırakmayan Germanist, kendi kişisel tarihinde önemli yeri olan Paul Michel’in külliyatını da devirmiştir. İki dilbilimcinin hem kesişme hem de çatışma noktasıdır Paul Michel. Foucault’dan yaklaşık yirmi yıl sonra doğmuş olan yazar, ünlü düşünürün 1984’te AIDS nedeniyle ölümünün ardından mezarlıkta geçirdiği kriz sonrası paranoid şizofreni tanısıyla Paris’te bir akıl hastanesine yatırılmıştır ve doktora öğrencisinin, yazarın akıbetiyle ilgili tek bildiği budur. Erkek arkadaşının yazara karşı ilgisizliği Germanist’i çileden çıkarır. Evet “yazıyı bir yaşamdan hareketle yorumlamak bir tuzaktır” ve “yazının kendi kuralları vardır” ama yazarın eserleri üzerinde çalışan araştırmacının, yazarın başına gelenlere kayıtsızlığı affedilemez. Çünkü “tezinin konusuna âşık değilsen, kupkuru şeyler yazarsın”; dahası “insan birini sevdiğinde, onun nerede olduğunu, başına ne geldiğini öğrenir ve gerektiğinde onu kurtarmak için kendini riske atar.” Germanist, takıntıları, saplantıları ve etkileyici kişiliğiyle gerçek bir akıl çelicidir. Böylece zihnine sızdığı erkek arkadaşı kütüphanenin dört duvarı arasından çıkıp Paul Michel’in izini sürmeye başlar. Cambridge’de başlayan öykü Fransa’ya uza-

siirsel.tas@gmail.com nır; Paris’teki üniversite kütüphanesinde saklı kalmış bir deste mektup sayesinde Michel-Foucault bağlantısı üzerinden önce geçmişe döner; bu ikilinin birbiri üzerindeki izdüşümünün ilk ipuçlarını yakalarız. Ardından yaşamın sert gerçekliğinin bugüne savurduğu enkazın görüntüsü belirir bir hastanenin psikiyatri bölümünde. Paul Michel sadece ve sadece, mektuplarında “Ustam” diye hitap ettiği Foucault için yazmıştır. Ne ironiktir ki deliliğin ve cinselliğin tarihinden, gözetim toplumundan söz eden Foucault’nun pan­ optikonu, paranoid şizofreni tanısı alan ünlü yazarı yutmuş ama neyse ki sindirememiştir. Çünkü iflah olmaz bir “hasta”dır Michel; her fırsatta kaçmış, ilaç tedavisini reddetmiş, normalize edilmeyi kabullenmektense kendi gibi bir “deli” olmayı tercih etmiştir. Nedir Paul Michel ile Foucault arasındaki bağlantı? İkisinin de ilgi alanı “marjinal, dilsizleştirilmiş sesler”dir. “Siz hammadde olarak tarihi kullanıyorsunuz, bense duyguyu” diye yazar Paul Michel, Foucault’ya, “Biz her ikisinden de şekiller üretiyoruz ve o şekiller zihnimizin canavarları aslında. Karanlıkta kalmış çocuklar gibi, korkularımızı dile getiriyoruz; onlara isim veriyoruz ki, ehlileşsinler.” Ama kimi korkular ehlileştirilemez, Paul Michel de en büyük korkusunu, “kendisi için yazdığı okuru kaybetme korkusu”nu ehlileştiremez ve onu kaybedince her şeyini yitirir. “Foucault’yu Sayıklamak”, Jamaika doğumlu İngiliz yazar Patricia Duncker’ın 1996 tarihli ilk romanı ve Türkçeye çevrilen ilk kitabı. Bir akademisyen ve edebiyat eleştirmeni olan Duncker’ın, roman ve öykü türündeki eserlerinin yanı sıra, Charlotte Brontë, George Eliot, Katherine Mansfield, Angela Carter gibi yazarların çalışmalarına ilişkin yayımlanmış incelemeleri ve makaleleri var. Duncker’ın yazını “queer” kuramı, toplumsal cinsiyet çalışmaları, feminist kuram ve sömürgecilik sonrası çalışmalardan önemli ölçüde besleniyor. Bu ilk romanında da yazar-okur, metin-yazar, kurgu-yaşam arası bağlantıların yanında eşcinsellik ve toplumsal cinsiyet temaları ağırlık kazanıyor. Romanda üç farklı yerde karşılaştığımız ve sonuncusunda okuru epeyce sarsan “sahil sahnesi” ise queer kuramına bağlanıyor. Paul Michel’in söylediği gibi, romanlar şişeye konup da denize bırakılmış mesajlarsa eğer, “Tüm mesajlarını yollamış bir romancının yapacak başka nesi kalmıştır...” “Muazzam kanatlarını açmış, geceye doğru çığlık atarak kendini karanlığa fırlatmış” kocaman beyaz bir baykuşu beklemekten başka... Duncker’ın romanına saldığı baykuş okurun zihnini kıskıvrak yakalıyor. Özgün adının (“Hallucinating Foucault”) daha iyi ifade ettiği üzere roman, Paul Michel’in Foucault ile metinler üzerinden kurduğu “ilişkinin” gerçek mi, yoksa bir varsanı mı olduğunu, dahası bunun fark edip etmediği sorularıyla baş başa bırakıyor okuru. “Foucault’yu Sayıklamak”, Patricia Duncker, Çev: Murat Özbank, 252 s., On8 Kitap, 2015


Temmuz 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLA SUNAY

“Ölmek Ne Demek Amca?”

“Y

aşamak nefes almaktan daha fazlasıdır. O yüzden ölmek de daha fazlası olmalı.” “Ölmek ne demek,” sorusuna cevap vermek zordur, bu soruyu bir çocuk sorarsa cevap vermek daha da zordur. Japon yazar Kazumi Yumoto’nun bol ödüllü ilkgençlik romanı “Arkadaşlar”ın hem kahramanı hem anlatıcısı on iki yaşındaki Kiyama bu soruyu amcasına sorduğunda, “Nefes almamak,” yanıtını almış. Kiyama, Yamashita ve Kawabe, Tokyo’da, sınıf ve mahalle arkadaşı, üç kafadar ölümü sorgulayışları sırasında yaşamın elle tutulabilen gerçekleri üzerine çok şey öğreniyorlar. Yamashita, büyükannesi ölünce köye gidiyor ve yakılma törenine şahit oluyor. Geri dönüp okulda bunu arkadaşlarına anlattığında üçü arasında ölüler ve ölüm üzerine düşündürücü diyaloglar başlıyor. Yamashita mesafe nedeniyle sık ilişki kuramadığı büyükannesinin ölümüne dair üzüntüsünü pek şekillendiremez. Çok fazla bir şey hissetmemiştir sanki. Kiyama ve Kawabe hiç ölü görmemişlerdir. Çocukların bilmedikleri ve ürktükleri ölüm hakkındaki konuşmaları mahallelerindeki en yaşlı ve yalnız yaşayan komşuları Bay Koko üzerinde odaklanır. Babası olmayan Kawabe’nin bahsine göre, Bay Koko ne yazıktır ki muhtemelen yakında yapayalnız ölüp kalacaktır. Kawabe’nin sıradışı önerisiyle üç kafadar, yaşlı adam öldüğünde bunu izlemek için orada olacaklardır. Böylece ölmüş bir insan görmek uğruna yaşlı adamı takibe başlarlar. Bay Koko hızla değişen kasabada, son derece bakımsız bahçeli bir evde yaşamaktadır. Alışverişe giderken bile çocuklar onu izlerler. Yaşlı adam başlarda gözlendiğinin farkında değildir. Kotatsu’da (Japon mimarisinde yer alan elektrikli ısıtıcılı battaniye konmuş alçak masa) uyur, yatar ama bir türlü ölmez. Çocuklar ne zaman öleceğini delice merak etmektedir. Çok geçmeden yakalanırlar. Yaşlı adam ilk iş onlara çamaşırlarını astırır. Buna rağmen kararlarından dönmeyen çocuklar, bütün yaz tatilleri boyunca kurslarından kalan boş vakitlerinde yaşlı adamın yalnız hayatına dahil olur ve ona türlü ev işlerinde yardım etmeye başlarlar. Her biri el becerisi isteyen hayata dair gerçek işlerdir, karpuz kesmek, boya, badana, tamirat, bahçeden ayrık otu toplamak gibi. Yaşlı adam da önceleri azarladığı üç çocukla gelişen ilişkileri nedeniyle hayata tekrar tutunmaya, kendisine daha iyi bakmaya, daha iyi beslenmeye başlar; dilimlenmiş balıktan oluşan geleneksel Japon yemeği sashimi bile yemektedir artık. Bu durumu anlatıcı Kiyama’nın ağzından şöyle okuruz, “Birisinin sizi izlediğini bildiğinizde bunun daha fazla çabalamanızı sağladığı bilinen bir gerçektir.” Kiyama ne zaman yalnız olsa daha az çalıştığını kendi kendine itiraf eder sonraki cümlede. Ne kadar da doğru bir gözlemdir.

PİRE VE DİKEN Bu ay sizlere yaz okuması olarak güneşli kütüphanede sıradışı kitaplar seçtim. “Pire ve Diken” Hollanda’dan yeni bir yayın. Yine gerçekçi bir çocuk romanı... Pieter Koolwijk çocuklar için kalemini frenlememiş, hikâye için hikâye yazmış belli ki. Bir araya gelmez diyeceğimiz karakterleri komik ve eğlenceli olaylarda buluşturmuş. Gerçek ile hayali iç içe geçirmiş. Aslında kitap bildik bir okul çağı sorunuyla başlıyor. Minyon bir çocuk olduğu için herkesin Pire dediği Piero’nun okulun yaramazlarıyla başı dertte. Silik ve çekingen bir karakter Pire. Sosyal sancılar içinde. Sınıfa yeni gelen aykırı ve tıpkı Pire gibi minyon kız Diken sayesinde korkularından kurtuluyor ve arkadaşlıkları sayesinde özgüven kazanıyor. Diken’in babası bir cüce. Pire Dikenlerin evine ilk gittiğinde bahçe heykeli zannedip fark etmiyor babasını. Aslında kimse cüce babanın farkında değil. Gizemli bir karakter. Okulun haylaz çocuğunun Vudu büyücüsü annesi de olaylara karışınca hayli ilginç maceralar patlak veriyor. “Büyük insanlar sadece fikirleriyle bakarlar,” diyen cüce babanın Pire’ye bir nasihati var. Her zaman gözlerinle bakmalısın. O zaman ancak gerçeği çıplak görebilirsin. Önyargıları kırmanın özgüvene giden en kısa yol oluşuna dair özgün, değerli bir eser “Pire ve Diken”. “Pire ve Diken”, Pieter Koolwijk, Resimleyen: Linda Faas, Çeviren: Ufuk Güngör, 8+ yaş, 128 s., Büyülü Fener Yayınları, 2015

Zamanla yaşlı adam ve üç erkek çocuk arasında sıradışı, derin bir dostluk ve sıkı bir hayat bağı oluşur. Çocuklar “çağın hastalığı” gözetlemek eylemiyle giriştikleri bu macera sonrasında, zamanla kendi hayatlarında eksikliğini duydukları şeylerin yerine yaşlı adamı koymaya başlarlar. Adamın henüz hayatta olan vücudunda Kawabe babasına, Yamashita özgüvene ve yazar olmayı isteyen Kiyama da hikâyesine kavuşacaktır. Ayrık otları toplanınca boşalan bahçeye yeni çiçekler ekmeye karar verirler. Ancak yazın ekilecek pek bitki yoktur; Kosmos çiçeği dışında. Çocuklar cep harçlıklarının hepsiyle bir sürü torba tohum alıp bahçeye kasımpatı ailesine mensup bu çiçeği ekerler. Yaşlı adam çiçeği doğduğu ama sonra göç ettiği memleketinden tanımaktadır ve ona göre yabani yetişen bu güzel bitkinin tohumunun “satılıyor” olması hayli tuhaftır. Bu çiçek vasıtasıyla özlem duyduğu memleketi birçok yüksek yapının arasında tek kalmış bahçesine kadar gelir; çocuk arkadaşları sayesinde. (Tokyo’nun da İstanbul’a benzer sorunları olduğunu okumak hayli ilgi çekici.) Alışkanlığımı kırıp Avrupa ve Amerika’nın dışına çıkmak, Japon romanı okumak bana çok iyi geldi. Doğu metinlerinin o derin duyarlılığı, betimlemelerdeki ayrıntıları ve sıcak insan ilişkileri bu kitaba da sızmış. Böyle bir metin çocuk okurla hemen ilişki kuracaktır. Çocuk edebiyatında genellikle “Güneş ışığının yedi rengi. Bu renkler genellikle görünmez ama şimdi akan azıcık suda ortaya çıkmışlardı. Işığın her zaman orada olmasına rağmen renkler gizleniyordu,” gibi ifadelerdan sakınılır. Yazar (kadın) Yumoto, eski bir asker olan yaşlı adam karakteriyle ölüm tartışmasını başka boyuta da taşıyor; kanlı ve herkesi acımasızlaştırabilen savaşlara… Yaşlı adamın geçmişiyle ilgili kısa bir bölüm bu, okuru yıpratmadan öte yandan gerçekçi bir tutumla savaşı lanetliyor. Üç yakın arkadaş –çok kere işerken bile ayrılmazlar– yaşlı adama yaptıkları iyiliklerin dışardan görünmesiyle kız arkadaşları arasında ilgi uyandırırlar. İyilik en büyük cazibedir. Ölüm bütün kitap boyunca tartışılan merak edilendir ancak bu sorgulamada ortaya çıkan deneyim yaşamın ta kendisidir. Son derece naif, samimi, sürprizli olaylarla örülü, kusursuz kurguyla akan bu sımsıcak hikâyede ölüm, gerçekte, anıların varlığıyla ağırlık bulur. Çocukların en büyük deneyimi de ölümün ardından gözyaşı dökmek olacaktır. “Arkadaşlar”, Kazumi Yumoto, Çeviren: Burcu Yalçınkaya, 10+ yaş, 200 s., Zeplin Çocuk ve İlkgençlik-Aylak Adam Yayınları, 2015

GABO 2014 yılında kaybettiğimiz çağımızın büyük yazarı Gabriel García Márquez’i çocuklarınıza tanıtmak istiyorsanız, Desen Yayınları’ndan çıkan yeni bir kitap “Gabo” bunun için birebir. Çizgiroman, görselliğin yaygınlaştığı zamanımızda değer kazanan bir tür. Büyük ustanın yaşam öyküsünü ve özellikle “Yüzyıllık Yalnızlık” romanının yazılış sürecini anlatan kitap, yazmak isteyen gençlere kılavuz niteliğinde. “Bir yazarı ne var eder?” sorusunun da cevabını buluyoruz içinde. Aile, ekonomik sıkıntılar, ülkesel sorunlar, uluslararası ilişkiler, ideoloji ve edebiyat tarihi... Kafka’nın “Dönüşüm”ünü okuduğu zaman “Artık her şey yazılabilir” diyen Márquez, aslında uç uca eklenen büyük edebiyat zincirinin bir halkası, çağımızın Cervantes’i. (Beni en çok şaşırtan gençken Mark Twain hayranı olmasıydı.) Bilmediğimiz pek çok ayrıntıyla, yazmak isteyenlere ilham kaynağı olan yaşam öyküsüyle yazarlığının yanı sıra büyük bir insan Márquez; istikrarlı ideolojik tutumuyla da örnek bir sanatçı. Ne ilginçtir ki kitaplarına ilham olan Albay dedesi onun hep ressam olacağını düşünürmüş. Márquez’in sinemaya olan tutkusu da resme olan ilgisinden geliyor olmalı. Bir yazar ne kadar kurgu yazarsa yazsın yazdığı her şey köklerinden geliyor ve biyografik unsurlar taşıyor. Bu nedenle yazarların yaşam öykülerini bilmek bence önemli. Gabriel García Márquez’in rol model olması için mutlaka okunması gereken, çizimleriyle de dikkat çekici bir yayın, “Gabo”. “Gabo - Gabriel García Márquez”, Óscar Pantoja, Resimleyenler: Miguel Bustos, Tatiana Córdoba, Felipe Camrgo Rojas, 14+ yaş, 163 s., Desen Yayınları, 2015


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2015

BAHADIR CÜNEYT YALÇIN:

“Seyyah Ruhlu Mizahı Seviyorum” Söyleşi: SELNUR AYSEVER Bahadır Cüneyt Yalçın deyince akla gelen ilk şey, Afili Filintalar olsa gerek. “Mütevazı Bir İntikam” isimli romanından sonra ikinci romanı “Hep Lunapark”. Yazarın deyimiyle bu romanda beyinlerimiz gülüyor. Bence fazlası var. Bir polisiye roman tadında. İnce çalışılmış. Yazar iyi bir matematikle kurgulamış romanı. Okur, ipuçlarını bulamıyor. Tam şimdi çözdüm derken başka bir olay ekleniyor ve her sayfada okur yeni bir maceraya atılıyor. Sahip olduğu tek şey bu lunapark olan İrfan Yunus’un arazi mafyasıyla çatışmaları, dolandırıcı kayınbirader Savaş’ın ayak oyunları pes dedirtiyor. Kendi kendine sanatçılara mektup yazıp içini döken bir diğer kayınbirader Mustafa’nın naifliği ve eşinin sonsuz sadakati duygulandırıyor. Oğul Zafer’in dilinden anlatılan romanın bir de caretta caretta kahramanı var. Romanın içinde aşk da var. Zafer’in ilk aşkı ve ilk düş kırıklığı. Yazarın esprili dili okuru romanın içine çekiyor. Nevresim takımı ile hayat tecrübesi arasındaki bağlantı kadar “gerçek” ve hayatın içinden cümleler bekliyor okuru. Gülerken “sahiden böyle” dedim sıkça. Bazı kitaplar vardır insan bitirmeden dalamaz uykuya. “Hep Lunapark” da öyle. Zaman zaman karmaşık gelse de akış, sonunda düğüm çözülüyor. Selnur Aysever: “Hep Lunapark” nasıl bir yaratım süreci sonunda okurla buluştu? Bahadır Cüneyt Yalçın: Hikâyesi geçen yıl Nisan ayında başladı diyebilirim. Bir iş seyahatinde arkadaşlarla ufacık bir lunaparka gitmiştik. Kimse yoktu bizden başka. Biletçi uzun pazen etek giymiş, eşarplı bir kadındı. Yakınlarda gezinen sekiz-on yaşlarındaki çocuğun da oğlu olduğunu öğrendik. “Aile şirketi…” diye bir espri yaptığımı hatırlıyorum. Sonrasında bir arkadaşla “lunapark” kelimesinin kökenini konuştuk. Dolunayla ilgisini filan… Ama 4 Mayıs 2014’e kadar hiçbir şey yoktu ortada. O gün editörlerime bir kısa mesaj attım. “Şu, şu mevzuda bir roman yazacağım” diye. Çok heyecanlanmıştım çünkü. Servisle işe giderken dönmeye başladı dönme dolap, işe gittiğimde “Ben neredeyim?” diyordum. Birkaç hafta sonra ücretsiz izin aldım ve oturup yazmaya başladım. İlk defa bu kadar uzun süre evde, üstelik tek başıma, bu kadar yoğun bir şekilde yazdım. Üst komşunun çocuklarının evde güp güp koşturması, sık sık kesilen elek­ trikler beni durduramadı. Hem elde tükenmez kalemle, hem bilgisayarda çalışıyordum. Birkaç defa umutsuzluğa kapılıp vazgeçesim geldi. Romanda anlattığım karakterlerin hezeyanlarına benzer şeyler yaşadım. Neticede Kasım 2014’te ilk taslak bitti. Süreç en başta çok öğretici oldu. Hem öğrendim hem de kendimce yeni şeyler, mesela bazı kelimeler, yöntemler keşfettim. Lunapark tarihi, müzisyenlerin enteresan hayatları, fizik kuralları, deniz kaplumbağaları, psikoloji, rekabet ve aşk üzerine epey düşündüm. Hem araştırma hem de yazma süreci çok keyifliydi. Selnur Aysever: Editörünüz yazın hayatınızda önemli bir yere sahip midir? Bahadır Cüneyt Yalçın: Bütün yazarların editörleri yazarların yazın hayatlarında önemli bir yere sahip olmalıdır. Edebiyat da diğer sanatlar gibi artık çok daha fazla takım çalışmasına ihti-

yaç duyuyor. Hele ki edebiyat mesaisi bir “kitap yayımlamak” ile sonuçlanıyorsa. Editörlerimle (K. Egemen İpek, Nazlı Berivan Ak, Cem Tunçer) yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez diyemem; fırsat buldukça görüşür, fikir alışverişinde bulunuruz. Zaten kitap yayın süreçlerinde aynı telgraf telinde duruyoruz. Birbirimize komik mesajlar, ilginç haberler gönderiyoruz. Bayramlarda ve seyranlarda birbirimizi unutmayız. Egemen yemek ve kahve ısmarlamak, cesaretlendirmek, cüm­leleri analiz etmek gibi işlerde üstün yetenekliyken, Nazlı bir yandan da menajerlik, stil danışmanlığı, konuşma koçluğu gibi işlevler üstleniyor yazarları için. Cem Tunçer ise Türkiye’de ve dünyada yayınlanan kitaplar konusunda bana güvenilir bir kaynak ve kılavuz. Ayrıca Türkiye’nin en yakışıklı editörlerindendir. Selnur Aysever: Okurunuzla ilişkiniz nasıl? Şaşırtan bir anınız var mı? Bahadır Cüneyt Yalçın: Okurlarla çoğunlukla sosyal medya üzerinden iletişim kuruyoruz. Yolda henüz tanımıyorlar. İmza günü ve söyleşi gibi şeyler pek fazla olmadı şimdiye kadar. İmza günlerinde bazı okurlar “Çok mütevazısınız” diyor. Bu bence çok tehlikeli. Okurların bir kısmı fikir beyan etmekte acele ediyor. Bu biraz da uyarı gibi. Yarın, öbür gün “Ben onu gördüm, parkta çekirdek yiyordu, kabuklarını yere atıyordu” da diyebilirler, hatta bunu internette yazabilirler. Annemle babamın doğum yeri olan Susurluk’ta bir düğün salonunda söyleşi yaptık. Gelenlerin çoğu akrabalarımdı. Dedim ki “Düğün salonundayız, akrabalarım da burada, ben sahnedeyim, eksik olan bir tek şey var…” Çok az kişi güldü bu esprime. En yaşlı misafirim söyleşinin yarısında sıkıldığı için çıkmıştı. Söyleşi bittikten sonra Balıkesir valisi oradan geçerken salona uğradı. Protokol sehpalarını bilirsiniz. Sehpanın önüne çömelerek valiye bir kitap imzaladım. (Devamı sayfa 11)

EMRE KONGAR Ömer Seyfettin: Milli Edebiyat ve Türkçülük “Milli Edebiyat” akımının öncüsü olan Ömer Seyfettin, bu akımı şiddetle savunurken, eski tarz edebiyat akımlarının da “artta kalanlar” (survivance) olarak bir süre daha devam edeceğini ve bunun yeni ortaya çıkan “Milli Edebiyat” akımı için yararlı olduğunu düşünüyordu, Bu konuda yazdıklarına baktığımızda, edebiyatta evrime önem verdiğini ve eski ile yeni arasındaki savaşta, karşılıklı etkileşimin yararına, bir anlamda diyalektik etkileşime inandığını görüyoruz. Bugün bu yazıda bu konudaki ilginç düşüncelerini alıntılamak istiyorum. Geçen yazıda sözünü ettiğim “Edebiyatta Artta Kalış” (Survivance) adlı makalesinde eski edebiyat tarzı ile yeni edebiyat tarzı (Milli Edebiyat) arasındaki etkileşimi evrimsel ve diyalektik bir çizgide çözümlüyordu. Arapça tamlamalı (onun deyimiyle “terkipli”) ve aruzlu “Edebiyat-ı Cedîde lisanı ölecek mi” diye soruyor ve şu yanıtı veriyordu: “Buna ihtimal verilemez. İçtimai temayüle uymayan her tarzın yine hayatta bir ‘artta kalış’ hakkı vardır ve pek tabiidir. Fikret’le, Cenap’la Edebiyat’ı Cedîde yükselirken kasideciler, gazelciler kendi mesleklerinin iflâs ettiğini görmüyorlar ve içlerinden birisi, zannedersem Müstecâbizade İsmet: - Dekadanlar ne yaparlarsa yapsınlar tarz-ı eslâf (eskilerin tarzı) değişmez ve bu tarzı yaşatacak bir çok muktedir gençler vardır, diyordu.” Görüldüğü gibi Ömer Seyfettin, Edebiyat’ı Cedîde karşıtlarının “Edebiyat-ı Cedîde’ye direnişini, Edebiyat-ı Cedîde’nin Milli Edebiyat’a karşı olan direnişine benzetiyor ve buradan bazı dersler çıkarıyor: “Bugün de aynı vaziyet karşısındayız. Bütün Türkler müdrik bir millet haline geçerken, edebiyat, vezin, kanunlar, mektepler, âdetler millileşirken bu ilâhi ve âlî cereyanın haricinde kalan bazı asabî gençler: “- Biz Acem aruzuyla yazacağız. Milli vezin olmaz. Milli edebiyat olmaz. Fikret’in yaptığı inkılâp ebedîdir. Edebiyat beynelmileldir. İki hece aşırı uzun bir ‘med’ isteyen aruza heceleri medsiz yahut kısa medli olan lisanımızı uyduracağız... diyorlar. “Bu, işte, hayatta inkılâp perisinin geçerken gerisinde bıraktığı yorgun gölgelerden çıkan bir sedadır. Eski gayr-i milli tarzın üzerinde uyuklayan ‘artta kalanlar-Survivant’ın sesidir.” Ömer Seyfettin, “artta kalanlar” olarak yaşamlarını bir süre daha sürdürmek için inat edecek olan “tarzlardan” bir kaç örnek daha verdikten sonra “artta kalanların” diyalektik işlevine işaret ediyor: “Bununla beraber hareketleri pek tabii ve pek haklıdır. Eski bir tarz, birdenbire felce uğrar ve sönerse yeni bir tarz büyüyüp yükselemez, sendeler, muvazenesini bulamaz. ‘Artta kalanlar’ın vazifesi ‘eski’yi yaşatmaya çalışmak, ‘yeni’leri teşvik ve teşci etmektir. Onlar haberleri olmadan bu faydalı vazifeyi icra ederler. Meselâ, bir taraftan sönük ve öksüz bir tehalükle aruz devam ederse milli vezinlerin kıymeti ve lisanımızın tabiatına uygunluğu daha bâriz bir surette meydana çıkar.” Görüldüğü gibi Ömer Seyfettin, sadece Milli Edebiyat konusunda öncü ve devrimci bir tavır sergilemekle kalmaz, bunun eskinin üzerine, hem evrimci bir biçimde hem de diyalektik ilişkilerle inşa edileceğini, hatta edilmesi gerektiğini öne sürer. Ömer Seyfettin’in edebiyatımızdaki bu devrimci kimliği ve etkisi yeterince üzerinde durulmamış konulardan biridir. Elbette bunda, öykülerinin çok ön plana çıkmış ve bir döneme damgasını vurmuş olmasının etkisi çoktur. Bir başka deyişle, öykücülükteki başarısı, kuramsal katkılarını gölgelemiştir!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.