Atatürk Sesleniyor
Âşık Bir Adam
Kara Muska
HIFZI TOPUZ
KARL OVE KNAUSGAARD
ELÇİN POYRAZLAR
K
B
nausgaard’ın altı ciltlik serisinin ilk kitabı olan “Kavgam”ın ardından ikinci kitap da Monokl Yayınları tarafından “Âşık Bir Adam” isimiyle Türkçeleştirildi. “Âşık Bir Adam”, Karl Ove’un eski eşinden ayrılıp bir süre beraber yaşadığı ve sonrasındaysa evlendiği, çocuklarının annesi olan Linda’yla yakın geçmişteki hayatını anlatıyor. Devamı sayfa 7
u kitap sıradan bir Atatürk kitabı değil. Günümüzde en çok tartışılan konularda Atatürk’ün görüşlerinin ne olduğuyla ilgili bilgi veren bir çalışma. Hıfzı Topuz, içinde bulunduğumuz sorunları aşmak için Atatürk’ün sohbetlerinde, anılarında yer alan görüşlerini güncel olaylardan yola çıkarak aktarıyor. Devamı sayfa 6
R
E
M
Z
İ
K
İ
T
A
B
E
V
E
lçin Poyrazlar bu polisiye romanda hem ülkenin bildik meselelerine neşter vuruyor hem de ince bir zekâyla bizi düşünmeye davet ediyor. Romanın ana karakteri Selin Uygar, ulusal bir gazetenin Washington temsilcisiyken bir cinayetin peşine düşüyor. Ve kendisini siyasi bir komplonun içinde buluyor. Devamı sayfa 12
ARKA KAPAK KONUĞU
İ
Özgür Mumcu SAYI 127 - TEMMUZ 2016 - ÜCRETSİZDİR
YAZARLARIN SEYAHAT ÇANTASI Y
azarın işi, her daim bir yapıt ortaya koymak, aralıksız yazmak değil belki ama her daim okumaktır. Yeri, zamanı, mevsimi olmayan bir uğraştır okumak. Diğer meslek grubundan insanlar için yaz mevsimi, işe güce bir dur demek, azıcık kafa dinlemek anlamına gelebilir. Oysa mesleği yazarlık olan bir insan için okumaya ara vermek hiçbir vakit olası değildir. Mevsim yaza evrilip tatil amaçlı yola düşmek gerektiğinde de, yazarın seyahat çantasının gediklisi hiç şüphesiz kitaplardır. Bavulda birkaç kitaba daha yer açabilmek adına gerekirse bazı kıyafetlerden kolaylıkla vazgeçilebilir. Peki yolculuk boyunca kendisine eşlik edecek olan kitapları, eşsiz yol arkadaşlarını nasıl seçer yazar?
Dünyada Geçirdim Çocukluğumu
Bu yaz, yazarların seyahat çantalarında hangi kitaplara yer açtığını merak ettik ve kendilerine sorduk. Kimi yanına “okumayacağını bile bile” aldığı kitaplardan söz etti, kimi olmazsa olmazlarından. Bazısı kitap okumaktansa etrafı seyretmeyi, gözlem yapmayı tercih ettiğini söyledi, bazısı gittiği ülkenin, şehrin yazarlarını kendine yol arkadaşı seçtiğini. Yeniden okumalar için tatili bir fırsat olan görenler ya da ihmal ettiği yazarların kitaplarını okuma şansı bulanlar için seyahat gerçek manada bir dinlenme oluyor belki de. Yazar için en büyük ödül sadece kendi keyfinin çektiği kitabı okumak olsa gerek. Buyurun, hep birlikte kurcalayalım yazarların bavullarını… Devamı sayfa 8-9
6
MELİH CEVDET ANDAY
Dünyaya Kafa Tutan Köy DAN HANCOX
Bizans’ı Anlamak RADİ DİKİCİ
Metrodaki Yabancı ALİ PARLAR
Yaşamak
10
MELTEM GÜRLE
13
“Türkiye’nin Modern Epiği, Tutunamayanlar”
14
YU HUA
15
Delişmenliğe Övgü
3
10
7
16
IRMAK ZİLELİ
ÖNER CİRAVOĞLU
EMRE KONGAR
Eleştirinin Dili
Adnan Özyalçıner: Öykünün Emekçisi
Her Gün Bir Sayfa Yazsaydım
B
irçok yayında deneme ve eleştiri yazılarını okuduğumuz Meltem Gürle doktora tezinden yola çıkarak hazırladığı “Ölülerle Konuşmak” kitabında Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” kitabını irdeliyor. İletişim Yayınları’ndan çıkan kitap, Atay’ın dünya romanıyla olan ilişkisini modernlik süreci üzerinden okuyor. Gürle’yle hem “Tutunamayanlar”ı, hem de Türkiye aydınının modernlikle ilişkisini konuştuk.
“Doğru bir başlangıç olur mu bilmiyorum ama röportajımıza bir itirafla başlamak istiyorum, ben ‘Tutunamayanlar’ı okumadım.” “Hiç doğru bir başlangıç olmadı. Gerçi okuması meşakkatli bir kitap.”
“Türkçe edebiyata dair genel bir ilgisizlikten ya da romanın zorluğundan değil aslında. Zorluk bakımından ‘Ulysses’i okumuştum, Türkçe edebiyatın
birçok kanon metnini de okudum. Bir yandan sosyal bilimci olmam nedeniyle ‘Tutunamayanlar’ ve Oğuz Atay hakkında birçok makaleyle karşılaştım ve merak da ettim; ancak bir yandan da elinde, yatak ucunda ‘Tutunamayanlar’ taşıyan genç imgesi beni hep korkuttu. Nedir bu ‘Tutunamayanlar’la derdimiz? Nasıl bir ilişki kuruyoruz?” “Aslında bütün bu söylediklerin şu anlama geliyor: ‘Tutunamayanlar’, Türk edebi kültürü içinde canlı bir damara dokunmuş demek ki. Böyle bir reaksiyon aldığına göre. Kitabı okumamış olanlar için bile kitabın adının Türkiyeli olmakla ilgili bir çağrışımı var. Başaramamanın, Oğuz Atay’ın dediği gibi, Türk gibi başlayıp bitirememenin, bir şeyleri tamamına erdirememenin hikâyesi... Onun için çoğu kişide karşılığını buluyor, bazen yanlış buluyor ama yine de bir anlam ifade ediyor. Devamı sayfa 4-5
2 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2016
YİĞİT BENER:
“Yazmanın Verdiği Haz Yeterli” Söyleşi: IRMAK ZİLELİ
Y
iğit Bener'in romanlarının yazımı uzun soluklu. Biri dokuz, diğeri beş yılda tamamlanmış. En son yayınlanan "Heyulanın Dönüşü"nün üzerinden de beş yıl geçti. Fakat bu arada deneme ve çocuk kitabı gibi farklı alanlarda üretmeye devam ediyor Bener. Yazmakta olduğu roman hakkında heyecan verici tüyolar aldıysam da çenemi tutmam gerekiyor. Yiğit Bener edebiyatımızın önemli isimlerinden Erhan Bener'in oğlu, Vüs'at O. Bener'in yeğeni. Söyleşimize etrafını saran bu entelektüel dünyanın etkilerini konuşmakla başladık. Son zamanlarda yazma cesaretinin dış etkenler karşısındaki kırılganlığı üzerine düşündüğüm için olsa gerek en çok onu merak ediyordum...
“Entelektüel bir ailede büyümenin dezavantajları var mı? Yazma sürecinde herhangi bir kaygıya yol açtı mı?” “Böyle bir yazar ailesinde beklentiler de çok yüksek. En ufak hatanın görülmesi, iyi niyetle, düzeltmek amacıyla da olsa her seferinde gösterilmesi epey ürkütücü ve caydırıcı da olabiliyor. Daha önemlisi şu bence: Mesela bir ressamın çocuğu, büyük olasılıkla ebeveyninin ‘işi’ konusunda yazarın çocuğuyla aynı sorunu o derece yaşamıyordur, çünkü ebeveynini resim yaparken gözlemleyebilir, çok küçük yaşta bile resim yapabilir. Ama yazar çocuğu için ebeveynin yazdıklarını okuyup anlamak çok zor. Ancak belli bir yaştan sonra metinle bir ilişki kurulabiliyor. Kendisinin ciddiye alınabilir bir şeyler yazabilmesi daha da zor. Ebeveynin, kendi entelektüel çevresiyle yürüttüğü sohbetler de çok uzun yıllar çocuğun anlayamacağı konulardan oluşuyor. 17-18 yaşlarına geldiğimde onlarla konuşmayı denediğimde yine caydırıcı bir tablo çıkıyordu karşıma: hem çok net, yerleşik görüşlere sahiptiler, hem de ancak hayran olabileceğim düzeyde bir donanıma sahiptiler... Yanlış bir şey söyleme korkusuyla görüş beyan edemez hale geliyordu insan. Yetişkinliğe adım atarken bambaşka alanlara yöneldim. Tıp okumayı seçtim, entelektüel konulara olan ilgimi ise daha çok Marksizm üzerinden kurmaya çalıştım, çünkü bu en azından bizimkilerin uzman olmadıkları bir alandı. Bilinçli şekilde olmasa bile, kendi kimliğimi onlardan bağımsız olarak kurmanın yolunu böyle bulmuştum.”
“Yazmaya başladıktan sonra babayı ya da amcayı aşmak gibi bir kaygın oldu mu?”
“Ben başta aşmak gibi bir hedef koymadım kendime. İkisi de hakikaten çok önemli yazarlar, çok farklı
da olsa çok temel özellikleri vardı. Aşmak gibi bir hedef koymak bir rekabet ve yarışma mantığını getirecekti beraberinde. Kaybetme ihtimalimin çok yüksek olduğu bir yarış üstelik. Tut ki kazandım. Kazanınca ne olacak? Benim gözümde çok önemli olan iki yazarı aşağılamış olacağım. Her ikisinden de bir şeyler alıp aynı zamanda onlardan farklı olmayı, böylece kendi yolumu, kendi dilimi, kendi üslubumu bulmayı hedef koydum. İkisinin yazdıklarını da çok içeriden okuyup çok şey öğrendiğimi biliyorum. Öyle olunca da bir dostluk oluşuyor tıpkı diğer arkadaşlarımda olduğu gibi. Bir de çok ciddi yaş farkı vardı aramızda. Babamla otuz üç, amcamla kırk yaş vardı. Ben de kırk yaşımdan sonra yazmaya başladım, artık benim onları kollamaya başladığım bir dönemdi bu, yani onlar kollanacakları bir yaşa gelmişlerdi.”
“Önümde kalan yıllara ne kadar çok kitap sığdırırsam o kadar iyi gibi kaygıların var mı?” “Öldükten sonra geride kaç kitap bırakmış olduğumun pek bir önemi olacağını zannetmiyorum. Ama geç yazmak şunu getirdi belki: İlla edebiyat dünyasında ‘bir yerlere’ geleyim, iktidar sahibi olayım, şu kadar kitabım olsun, şu kadar satsın, ödüller alsın türü bir hırsım olmadı. Olan olmuş, zaten kayıp bir kuşağın mensubuyum; yazabiliyor olmak yeterince önemli bir ayrıcalık, yazmanın verdiği haz yeterli... İkincisi, önümde babam ve amcam örnekleri var. İkisi de Türk edebiyatının çok önemli yazarları, ayrı ayrı çok önemli yerleri var; biri kırk küsur kitap yazmış, öbürü on küsur kitap yazmış. Kimi okur/ eleştirmen birini çok sever, ötekini sevmez, ama ikisinin de seveni çok. Dilde, kurguda çığır açmışlar, onca ödül almışlar... Ama bakıyorum, onlar gerçekten hak ettikleri yeri alabilmişler mi? Yeterince okunup tartışılmışlar mı? Yoo... Mesela babamın en bilinen romanı ‘Yalnızlar’dır, amcamın da bir büyük romanı vardır: ‘Buzul Çağının Virüsü’. Bu iki romanın temelindeki olay örgüsü birdir, aynı yaşanmışlıktan yola çıkmıştır. Kardeş iki yazarın, bambaşka üsluplarla aynı olaylardan esinlenerek yazdıkları iki çok farklı roman. Kimse bunun farkına bile varmamış! Sağlıklarında bu konuda tek yazı, inceleme yazılmamış. Şimdi bu kadar meraksız bir edebiyat dünyasında bilmem kaç kitap yazsan ne olur, yazmasan ne? Ben kendim için yazarım. Tabii ki yazdığımın okunmasını isterim, tabii ki okurun beğenmesini isterim ama yazacak bir şeyim varsa yazarım.”
“Yazar insanlara önemli şeyler anlatan biri mi, kendi kendine konuşan biri mi? Sen hangisisin?”
“Evet ben yazdığım, anlattığım her şeyin çok önemli olduğuna inanıyorum. Olmasa yazmam, yazarım da belki yayımlamam en azından. Bana sorarsan, yazdıklarımı bütün insanlık okusa, tartışsa çok iyi olur, dünya daha iyi bir yer olur. Buna yürekten inanıyorum... Öte yandan, şu koca dünyada, 7 milyar insanın onca derdi varken, kim takar Yiğit Bener’i! Yaptığım işi önemsiyorum, söyleyeceğim söz üzerinde uzun uzadıya düşünüp tartışıyorum, kendi yazdığımı eleştiriyorum, okurun karşısına çıkardığım metnin diline, kurgusuna, içeriğine önem veriyorum, elimden gelenin en iyisini yapmaya ve hakikaten derdim olan şeyleri anlatmaya çalışıyorum. Yani iki senedir bir romanım çıkmadı, bakayım şu aralar piyasada en çok ne gidiyor, diye düşünerek yazmıyorum. Kendi içimdeki bir derdi, yıllardır üzerinde düşündüğüm belki, kafamı kurcalayan, söyleyecek bir sözüm olduğuna inandığım, farklı bir bakış açısı getireceğine inandığım şeyleri yazıyorum. Öte yandan, dünyanın gidişatını belirleyen devasa şirketlerin milyarları karşısında, koskoca devlet iktidarları karşısında, toplar tüfekler karşısında, ilkellik, barbarlık, cahillik karşısında bir yazarın söyleyeceği en önemli sözün bile zaten ne ağırlığı olabilir ki?”
Remzi’de En Çok Satanlar (Haziran 2016) KİTAP (KURGU)
1 2 Lontano 3 50 Muhteşem Kısa Hikâye 4 Kırmızı Saçlı Kadın 5 Yorgun Heykel 6 Ela Gözlü Pars Celile 7 Hiç Kimse 8 Kürk Mantolu Madonna 9 Küçük Prens 10 Barış Makinesi Gözyaşı Konağı
Şebnem İşigüzel, İletişim Yayınları Jean-Christophe Grange, Doğan Kitap
Kolektif, Tefrika Yayınları Orhan Pamuk, YKY
Üstün Dökmen, Remzi Kitabevi
Osman Balcıgil, Destek Yayınları
Mine G. Kırıkkanat, Kırmızı Kedi Yayınevi Sabahattin Ali, YKY
Antoine de Saint-Exupery, Remzi Kitabevi Özgür Mumcu, April Yayıncılık
KİTAP (KURGU-DIŞI)
1 2 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens 3 Atatürk Sesleniyor 4 Beyin Senin Hikâyen 5 Galat-ı Meşhur - Doğru Bildiğiniz Yanlışlar 6 Boyun Eğme 7 Aziz Sancar ve Nobel'in Öyküsü 8 Artık Biliyorum 9 Şaman Gözü 1 0 Mezeleri Güzel-Bir Beyaz Yakalının İtirafları Gerçek Hesap Bu!
Nejat İşler, Can Yayınları
REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Temmuz 2016
Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap
Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi
David Eagleman, Domingo Yayınları
Soner Yalçın, Kırmızı Kedi Yayınevi Levent Üzümcü, Ka Kitap
Orhan Bursalı, Kırmızı Kedi Yayınevi Oprah Winfrey, Doğan Novus Asu Mansur, Destek Yayınları Erdem Aksakal, Ot Kitap
Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır. Sertifika no: 10648
Temmuz 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 3
Palahniuk’tan Boyama Kitabı Dünyayı kasıp kavuran boyama kitabı çılgınlığına Chuck Palahniuk da katıldı. “Dövüş Kulübü” kitabıyla tanınan yeraltı edebiyatı yazarının yarattığı sahneler ise öyle her boyama kitabında bulunacak türden değil. “Bait: Off-Colour Stories for You to Colour” (Yem:
Boyamanız İçin Renksiz Hikâyeler) adlı kitapta sekiz hikâye bulunuyor. Yayımcısı Dark House bu öyküleri “Kalbi zayıf olanlara göre değil” şeklinde yorumluyor. Palahniuk; Lee Bermejo, Duncan Fegredo ve Joëlle Jones gibi çizgi romancılar tarafından tasarlanan çizgilerle hikâyeleri birleştiğinde ortaya kolektif ve kalıcı bir şey çıkacağını umduğunu söylüyor. Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 14 Haziran 2016
Dünyada Kitap ZEYNEP ŞEHİRALTI
Chaucer’a Mülteciler Üzerinden Bakış
Man Booker Han Kang’ın
Geoffrey Chaucer'in, İngilizce yazılan ilk eserlerden biri olan ve Canterbury katedraline yolculuk eden hacıların hikâyesini anlatan “Canterbury Hi kâyeleri” Suriyeli mülteciler üzerinden yeniden yorumlanıyor. Ali Smith, Patience Agbabi ve Chris Cleave gibi usta yazarların kaleminden çıkan on dört kısa öyküden oluşan "Refugee Tales" (Mülteci Hikâyeleri) Avrupa’daki mültecilerin gerçek yaşam öykülerinden yola çıkıyor. Geçen ay İngiltere’de yayınlanan kitap, mültecilerin “daha önce anlatılmamış hayatlarına bir bakış atmak” üzere yola çıkmış. Ayrıca kitabın tüm gelirleri mültecilere yardım derneklerine bağışlanacak.
Dünyanın en prestijli edebiyat ödüllerinden olan Uluslararası Man Booker ödülü bu sene “Vegetarian” (Vejetaryan) kitabıyla Han Kang’a gitti. Roman, bir kadının vejetaryen olmaya karar vermesi sonucunda geleneksel Güney Kore toplumunda yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Han Kang bu sene Orhan Pamuk’un “Kafamda Bir Tuhaflık”ı, Elena Ferrante’nin “Kayıp Kızın Hikâyesi” ve José Eduar do Agualusa’nın “A General Theory of Oblivion” (Unutmanın Genel Teorisi) kitaplarının arasından sıyrılıp ödülü almaya hak kazandı. 2004 yılından beri Man Booker Ödülü’ne ek olarak verilmeye başlanan Uluslararası Man Booker Ödülü bu sene ilk defa bir yazarın külliyatı yerine tek bir kitabına verildi. Han Kang ve kitabın İngilizce çevirmeni 50.000 sterlinlik ödülü eşit olarak paylaşacak.
Kaynak: Jess Denham, The Independent, 15 Haziran 2016
Bilim Kurgu Ödülleri Kadınların Dünyanın en ünlü bilim kurgu edebiyat ödüllerinden Nebula Ödülleri bu yıl kadınlara gitti. Kadınlar altı kategoriden beşini kazanarak genelde erkeklerin egemenliğindeki bir edebiyat türünde de var olabileceklerini kanıtladılar. En iyi bilim kurgu romanı ödülünü halk masalları ve söylencelerine yeni bir yorum getirdiği “Uprooted” (Kökünden Sökülmüş) adlı kitabıyla Naomi Novik alırken, en iyi kısa roman ödülünü, yıldız galaksisinin en prestijli üniversitesine kabilesinden kabul edilen ilk kişi olan Binti’nin maceralarını anlatan Nnedi Okorafor’un “Binti” adlı kitabı aldı. En iyi uzun hikâye ödülü Sarah Pinsker’a, en iyi öykü ödülü “Hungry Daughters of Starving Mothers” (Açlıktan Midesi Kazınmış Annelerin Aç Kızları) adlı öyküsüyle Alyssa Wong’a, en iyi gençlik bilim kurgu ödülü ise Fran Wilde’a gitti. Son kategori olan en iyi televizyon ya da sinema uyarlaması ödülüne ise “Mad Max: Fury Road” filminin senaryo ekibi layık görüldü. Kaynak: Maddie Crum, The Huffington Post, 20 Mayıs 2016
Kaynak: Ju-Min Park, The Wire, 15 Haziran 2016
Coelho’nun Yeni Kahramanı Mata Hari “Simyacı” kitabıyla dünya çapında üne kavuşan Paulo Coelho yeni romanında Mata Hari’nin hayatını anlatacak. Mata Hari’yi “ilk feministlerden biri” olarak değerlendiren Coelho onun “zamanının beklentilerini aştığını ve bu beklentilere uymak yerine özgür ve sıradışı bir hayat sürmeyi tercih ettiğini” belirtiyor. Yayımcı Alfred A. Knopf’la birlikte çalışan Coelho, Mata Hari’nin öyküsüne Birinci Dünya Savaşı’ndaki dansçılık günlerinden başlıyor ve Paris’te bir hapishanede idam edilmesine kadar geçen süreyi anlatıyor. Ünlü casusun mektuplarından yola çıkan Coelho tüm kitabı da Mata Hari’nin yazdığı son mektup olarak kurgulamış. Knopf’a göre ayrıca İngiliz İstihbarat Örgütü M5’in Mata Hari üzerine elinde bulunan bilgileri geçtiğimiz senelerde kamuoyuyla paylaşmasının da Coelho’nun araştırmalarına büyük yardımı dokunmuş. Kaynak: Isabella Biedenharn, Entertainment Weekly, 16 Haziran 2016
Devrik Cümle IRMAK ZİLELİ irmakzileli@gmail.com
Eleştirinin Dili Üzerinde ölü toprağı var diye şikâyet ettiğimiz edebiyat dünyası farklı fikirlerin dile getirilmesiyle ufak da olsa bir yaşam belirtisi gösterdi. Kendi adıma bu durumu sevinçle karşıladığımı belirtmek isterim. Böyle bir hareketlilik, normal koşullarda lüks sayılacak konuları gündeme getirme olanağını da beraberinde getiriyor. Mesela eleştirinin yokluğu üzerine değil de, eleştirinin dili üzerine konuşmaya başlayabiliyorsunuz. Benim niyetim de o. Kimi mecralarda son dönemin popüler dergilerine (Ot, Kafa, Bavul vs.) yönelik eleştiriler dile getirildi. Bunlardan birini de Semih Gümüş yazdı. Radikal Kitap’ta yayımlanan “Edebiyatın üstüne basıp geç” başlıklı yazı, popüler dergileri edebiyat kategorisinde değerlendiriyor ve argümanını da bunun üzerinden temellendiriyordu. Gümüş, yazısında popüler dergileri ve yazarlarını edebiyatın üstüne basarak yükselmekle itham ediyor. Bu “tuhaf” dergilerin edebiyatı da “tuhaf bir yozlaşmaya uğrattığını” söylüyor. (Tuhaf nitelemeleri yazara ait.) Anladığım kadarıyla Gümüş, tek tip bir edebiyat dergiciliğinden yana. İki farklı tarzda derginin aynı piyasa içinde var olamayacağını düşünüyor. Ya da birinin ötekini illa ki bastıracağına, bozacağına inanıyor. Zaten bu türden “kötü” örneklerin çoğalmasının ve “arabeske yüksek kültür muamelesi yapılmasının nitelikli olana yüz vermeyenlerin sayısını artırdığını” belirtiyor. Gümüş, edebiyatçıların da kalem oynattığı bu dergilerde okuduğumuz metinlerin gerçekte edebiyat metni olmadığını özellikle vurguluyor. Buralarda kullanılan sokak dilinin “nitelikli ve yüksek edebiyat”a yakıştırılmadığını anlıyoruz. Zaten Gümüş bunun lümpen dil olduğunu ve bu dilin edebiyat zümrelerince hoş karşılanmadığını da açıkça belli ediyor. Bu söylem bana Gezi Direnişi’ne burun kıvıran eski tüfek abi ve ablaların yaklaşımını hatırlattı. Gezi’de ortaya çıkan siyaset dilini ciddiyetten uzak ve fikri derinlikten yoksun buldukları için yeterince politik olmamakla eleştirenler olmuştu değil mi? Direnişçi gençlere tepeden bakıyor, bize yetişmeniz için daha kırk fırın ekmek yemeniz gerek diyorlardı. Neyin edebiyat olduğu, neyin olmadığı konusunda kuşkusuz herkes fikrini dile getirebilir. Buna sınır koymak kimin haddine. Ancak hemen peşinden gelen cümle eleştirinin dili üzerine düşündürücü: “Süslü dilin edebiyat dili olmadığı, bayağılık olduğu demek yeterince anlatılamadı.” Süslü dilden hiç hoşlanmam ama yazıda karşılaştığım bu üslup beni lise yıllarıma götürüyor. Edebiyat öğretmeni arka sırada oturan ve dersleri sabote edip milleti yoldan çıkaran öğrencisini duvara kalp çizerken yakalıyor. Sonra da kulağından tuttuğu gibi müdürün odasına yolluyor. Bir de o anlatsın bakalım, süslü dilin edebiyat dili olmadığını! Semih Gümüş’ün popüler dergileri eleştirirken kullandığı dil, kendisi de bir edebiyat dergisi çıkardığı ve ustalık konumunda sayıldığı için önemli. Bulunduğu yerin okurun zihninde yaratabileceği hiyerarşik önkabulleri yıkan bir dil kullanabilecekken, o bunun aksini yapmayı tercih ediyor ve hiyerarşinin altını çiziyor. Neyin asıl, neyin sahte olduğunu da kolayca tayin ettiği yazısında Gümüş, “Aşağı kültürün demokratik sayılması, sonunda kültürün sonsuz yenilgisine giden bir yanılsamadır” diyor. Aklıma Cumhuriyet’in kültür politikasını geliyor. Hani şu arabeskin tukaka sayıldığı ve radyolarda sadece klasik müzik çalınmasının emredildiği yıllar. Bu aydınla(t)macı ideolojiyle büyüyen kuşağın “halka inmek” deyimini sakınmasızca kullandığını da unutmamalı. İnilen ve çıkılan kimi konumların içinden konuşmayı sürdürdüğümüz sürece ve “aşağı”, “yüksek” kavramlarını her fırsatta kültürün ve edebiyatın ön takısı haline getirmekte ısrar ettikçe üslubumuz da pek tabii ki “halka inmeyecek”, iktidar diline yakın olacaktır.
4 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2016
MELTEM GÜRLE:
“Türkiye’nin Modern Epiği, Tutunamayanlar” Söyleşi: KÜLTİGİN KAĞAN AKBULUT, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA (Baş tarafı sayfa 1’den)
“Kitabı okuyunca anladığımız şey şu ki, ‘Tutunama yanlar’ı yazarken Atay, ‘Türkiye’nin Ruhu’nu yazma projesinin ilk adımını atıyor. Bu romanın daha sonra yazacağı şeylerin ilk nüvesi olduğunu ‘Günlük’ü okuduğumuzda anlıyoruz. Metnin ilk bakıştaki dağınıklığı, ucunun açık olması, sonunda uçsuz bucaksız bir bozkıra açılması vs. Batı romanıyla sürdürdüğü uzun diyaloğa rağmen Doğulu, hatta Anadolulu, bir tema olarak okunabilir. ‘Tutunamayanlar’ı oku mutlaka; bu kitap, etrafındaki oluşan efsanenin çok ötesinde bir metin çünkü. Şöyle de bir anlayış vardır, ‘Tutunamayanlar’ bir acılar kitabıdır diye. Bu bir ölçüde doğru tabii. Ama komik bir romandır aynı zamanda. Mizahının da karanlık bir tarafı var ama aslında birçok yerde parodilerle, ironilerle dolu zekice yazılmış, eğlenceli bir kitaptır.”
“Kitabın önsözünde klasik romanların cenderesinden geçtikten sonra ‘Tutunamayanlar’la karşılaşmanızı, şaşkınlık ve heyecanınızı anlatıyorsunuz. Sizin için kişisel önemi olan bir kitap ‘Tutunamayanlar’. Bundan biraz bahseder misiniz?”
“19’uncu yüzyılın sonunda yazılmış klasik romanlardan bahsediyorum, birçoğu da bildunsgroman bunların. Genç bir karakterin birtakım serüvenlerden geçirip olgunlaşmasını ve toplumsallaşmasını anlatan romanlar yani. Gerçekliği tanımlamış ve onu belli bir çerçevenin sınırları içinde anlatmayı tercih etmiş romanlar. ‘Tutunamayanlar’ın bende şaşkınlık yaratmasının bir sebebi bu çerçevenin sınırlarını zorlamış olmasıydı. Bir de kullandığı dilin çeşitliliğinden duyduğum şaşkınlık vardı tabii. Aslında modernist bir romanın eteğine düşmüştüm. Bu şaşkınlığı başka bir modernist romanda da yaşayabilirdim. Ama kolayca bağlanabileceğim bir Türk romanıyla oldu modernizmle karşılaşmam. Bu açıdan kendimi şanslı hissediyorum. Türk modernleşme sürecini konu aldığı için, sorduğu sorular bana tanıdık geldi. Modernliğin soruları ve sorunlarıydı bunlar elbette. Ama onları buralı bir sesten duymuş oldum.”
“İçerik açısından bir şaşkınlık var mıydı?”
“Vardı tabii. İletişim Yayınları romanı 83-84’ye yeniden basıyor. Ben de 84’te girdim üniversiteye. Kitap da 70’leri anlatıyor, dolayısıyla benden bir önceki dönemi
anlatıyordu ama o dönemi yaşayanlar halen ortalıktaydı. O dönemin izleri görülüyordu. Şimdi 20’li yaşlarında olanlar bunu nasıl okuyor merak ediyorum, bu da ayrı bir araştırma konusu. Hem içerik açısından, hem de içeriğin sunuluşu açısından benim için şaşırtıcı bir romandı. Türkiye’nin modernleşme projesine dair ilk kez eleştiriyle karşılaşıyordum. Çünkü 18 yaşındaydım, o zamana kadar ‘ileri, hep ileri’ diye seslenen ideolojik çizgide romanlar okumuştum. Kitapta da Hamlet bölümünde anlattığım Aydınlanma projesinin ifadesi olan romanlardı bunlar. Birdenbire ‘Tutunamayanlar’la karşılaşınca, mutlak ve değişmez olduğunu sandığım birçok meselenin bambaşka bir ışık altında okunabileceğini gördüm. ‘Tutunamayanlar’da Türk Dil Projesi’ne göndermeler var mesela. Ben öyle bir zamandan geliyorum ki, lisede edebiyat dersinde orijinal metinleri okurken eski dilde yazılmış sözcükleri karalayıp üzerine öztürkçelerini yazan arkadaşlarım vardı. Dilin tek ve değişmez bir şey
ama birbirlerini okumuşlar mıdır bu yazarlar?” “Aslında modernliğin kardeş kıldığı bir durum var modernist yazarlar arasında. Svevo ile Joyce’un yazıştığını biliyoruz mesela. O dönem Avrupa’da yaşayan birçok modernist romancının birbirini tanıdığını, iletişim kurduğunu biliyoruz. Ama bence bu romanları birbirine bağlayan yazarların ilişki kurması değil, o çok tali bir şey, onları birleştiren şey dönemin ruhu aslında. Hepsinin birer modern epik olması, birer ‘ulusal saga’ olması. Joyce’un romanı, başka birçok şey olduğu gibi, İrlandalı bir roman aynı zamanda. İrlandalılık meselesini sorun haline getiren, dertlerinden biri ‘ulusal kimlik’ olan bir roman. Faulkner Amerikalılığı mesele etmemiştir ama Güneyli bir Amerikalının olduğu yerden yazmış ve bağlı olduğu kültürün özünü romanlarına taşımıştır. Böyle bir bakış açısıyla okuduğumuz zaman, ‘Tutunamayanlar’ da modern epiklerin bu coğrafyadaki ayağı olarak karşımıza çıkıyor. Çevrilmemiş bir roman olduğu için ma-
‘Tutunamayanlar’ da modern epiklerin bu coğrafyadaki ayağı olarak karşımıza çıkıyor. Çevrilmemiş bir roman olduğu için maalesef o ligde yerini alamamış. Adıyla müsemma, yine ‘tutunamamış’ yani. Benim bu tezi yazma sebeplerimden biri de buydu aslında. Boğaziçi’ne teslim edeceğim için İngilizce yazacaktım ve basılma olasılığı da vardı. Gizli gündemim bu kitabı yurtdışında biraz daha görünür hale getirmekti. olduğunu varsayan böyle bir anlayışla büyümüşken, birdenbire dille oynayan, eski dille de konuşabilen, yeni dille de yazabilen bir yazarla karşılaşmak çok ilginç bir tecrübeydi. Atay bu iki dili rahatça konuşmakla kalmıyor, iki tarafla da hafif hafif dalgasını geçiyordu. Asıl eğlenceli olan da buydu. Diyalog derken vurgulamaya çalıştığım da bu aslında, yani bütün bu farklı sesleri yan yana koyarak yazma becerisi.”
“‘Tutunamayanlar’la karşılaşmanızı ‘Amerikalı bir okuyucunun Faulkner’la, bir İrlandalı’nın Joyce’la ya da bir İtalyan’ın Italo Svevo ile ilk kez karşılaşması gibiydi’ diye tanımlıyorsunuz. Nedir bu romanları birbirine bağlayan? Atay’ı okuyamamışlar
alesef o ligde yerini alamamış. Adıyla müsemma, yine ‘tutunamamış’ yani. Benim bu tezi yazma sebeplerimden biri de buydu aslında. Boğaziçi’ne teslim edeceğim için İngilizce yazacaktım ve basılma olasılığı da vardı. Gizli gündemim bu kitabı yurtdışında biraz daha görünür hale getirmekti. Görevini ne kadar yerine getirdi bilemiyorum ama bu tartışmaya bir katkısı olduysa sevinirim. Çünkü Türkiye’nin en büyük romanlarından birinden bahsediyoruz.”
“Oğuz Atay’ın hayatına baktığımızda Türkiye’nin modernleşme sürecinin içinde olabilecek bir insan gibi görünüyor. Mühendis ve akademisyenlik yapıyor. İdeal bir aydın olabilecek bir insan. Ama bir
Temmuz 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 5
yandan da modernlikle kavga ediyor. Kişiliğiyle bu romanı nasıl karşılaştırırız?” “Bir burjuva aynı zamanda. İşte tam da bu nedenle çok iyi tanıdığı bir şeyi yazıyor. Bu romandaki en başarılı sahneler, Oğuz Atay’ın Turgut’un biraz da gönülsüzce dahil olduğu yeni orta sınıfın hayatına dair detayları anlattığı yerlerdir. Kitabın başında orta sınıf bir evin mobilyalarının tasviri vardır mesela. Daha ilerideki bölümlerde, Turgut’un karısı Nermin’le ilişkisini gördüğümüz yerlerde, modern bir ailenin bir pazar günü yaşadığı rehavet ve bunaltı anlatılır. Atay, gündelik hayatın mekanik işleyişini çok iyi kavramış ve onu mükemmel bir şekilde okuyucuya aktarıyor. Bence bu da modern epiğin ayrılmaz özelliklerinden biri.”
“Peki, bu hayatın dışına nasıl çıkıyor? Niçin o modern hayatın içinde tutunamıyor da bu romanı yazıyor?”
“Çünkü işte hikâye çıkıyor bir yerde. İnsan böyle bir hikâyeyi içinde tutabilir mi! Herhalde en önemli neden bu. Yani Oğuz Atay’ın romancılığı. Bir de hesaplaşma kısmı var tabii. Karakterler açısından bakarsak öyle. Roman, Turgut Özben’in gündelik hayatının varoluşsal bir soruyla kesintiye uğramasıyla, hatta düpedüz kırılmasıyla başlıyor. Turgut, arkadaşı Selim’in intiharıyla artık kendi hayatına anlam veremez oluyor, onu bambaşka bir ışık altında görüyor ve sorgulamaya başlıyor. Bütün roman da aslında, Turgut’un da söylediği gibi, bir Selimleşme hikâyesi. Selim’in ölümüyle beraber Turgut aklıyla kavrayamadığı, anlam veremediği bir yere gelip dayanıyor. Selim’in ayak izlerini takip ettiği için, onun serüveni de aynı yere varıyor. Kitabın sonunda onu bozkırın ortasında ve aklın sınırlarında kalakalmış bir şekilde görüyoruz. Ben de aslında romana tam da bu noktadan bakmak, onu böyle bir yerden okumak istedim. Kitabın adının ‘Ölülerle Konuşmak’ olmasının bir nedeni yazarın kanonla yürüttüğü diyalogsa, diğeri de romanın böyle varoluşsal bir mesele üzerine yerleştirilmiş olması. ‘Tutunamayanlar’ın ‘Gılgamış Destanı’ ile benzerliğini anlattığım son bölümde bu yaklaşım iyice ön plana çıkıyor. Orada, Atay’ın kahramanını sonunda medeniyete geri göndermek yerine, bir ölünün ardından boşluğa ve belirsizliğe doğru yollamayı tercih ettiğini anlattım. Bu açıdan ‘Tutunamayanlar’ kimi edebi kardeşlerinden –mesela ‘Ulysses’den– ayrılıyor. Buna şaşırmamamız gerekir. Çünkü iki roman da birer modern epik olarak kendi dayandıkları kültürün bilgisine geri dönüyor. ‘Ulysses’, Homer’in destanından beslenir ve sonuçta bir eve dönüş yolculuğunun hikâyesidir. ‘Tutunamayanlar’ ise, Mezopotamya’nın kadim anlatısı Gılgamış’ta olduğu gibi, evden çıkmanın ve hatta hayatın sonsuz bir evsizlik hali olduğunun farkına varmanın hikâyesidir. Başta sorduğun soruya geri dönersek, ‘dışına çıkma’ dediğimiz şey Atay’ın hikâyesinin esasıdır zaten. O olmadan ‘Tutunamayanlar’ olamaz.”
“‘Tutunamayanlar’ın çevrilememesi meselesine gelelim. Nurdan Gürbilek herhangi bir dilde yazılmış en iyi romanlardan biri diyor. Frederic Jameson da üçüncü dünya ülkelerindeki romanların azgelişmiş ve gecikmiş olduğunu belirtiyor. Jameson ‘Tutunamayanlar’ı okusa ne düşünürdü? Dünya edebiyatı içinde nereye koyabiliriz ‘Tutunamayanlar’ı?”
“Jameson çok nedamet getirdi o makalesinden sonra, ona çok yüklenmeyelim. Bir anlamda toplumsal meselelerle ilişkisi daha sıkı olan üçüncü dünya romanına paye verir gibi bir laf etti; daha dünyaya yakın, toplumsal meselelere öncelik veren bir roman olduğunu söyledi belki iyi niyetle düşünürsek. Ama üçüncü dünya romanının hiçbir zaman varoluşsal meseleleri konu alamayacağı ya da kişinin duygusal derinliğiyle anlam bulamayacağı görüşü çok kabul edilebilir değil. Okusaydı ne olurdu? Jameson okusaydı ne derdi gibi bir spekülasyon yapmak istemiyorum ama bu romanı bir ‘ulusal alegori’ olarak da okuyabilirsiniz, Türk halkının hikâyesi gibi okuyabilirsiniz elbette. Yine de toplumsal gerçekçi
romanlar ya da köy romanları gibi okuyamazsınız. Çünkü bu roman bir karakterin bütün içsel yolculuğunu bize açık eden, onun derinliğini ön planda tutan bir roman. Benim bu tezi yazmamın sebeplerinden biri de buydu. Birinci dünya, üçüncü dünya romanı gibi tasnifin çok da doğru olmadığını, Atay’ın birçok büyük yazar gibi insana dair olanı, evrensel olanı anlatmaya soyunduğunu, bunu dar bir coğrafyayla sınırlandıramayacağımızı göstermekti. Dostoyevski ne kadar doğuluysa bu roman da o kadar doğulu, ne kadar evrenselse bu roman da o kadar evrensel. Ama bir o kadar da yerel. Dostoyevski de bir anlamda yerel, ‘Cinler’i Rus tarihini bilmeden tam anlamıyla anlayamazsınız. ‘Tutunamayanlar’ için de Türkiye modernleşmesini bilmek gerekir. Ama yine de Turgut Özben’in geçtiği yolculuk hem çok evrensel hem de dönemin ruhuna özgü. Oğuz Atay’ın kardeşleri dünyanın her tarafındaki başka modernistlerdir.”
“Kitabınızda Atay’ın Cervantes, Goethe, Dostoyevski, Shakespeare, Joyce gibi yazarlarla Bahtin’den ilhamla ‘diyalog halinde olduğunu’ belirtmişsiniz. Hem edebi açıdan bakarsak, hem de bu romancıları modernleşme süreçlerinin parçası olarak bakarsak nasıl bir diyalog karşımıza çıkıyor?”
“Bahtin olsaydı ‘popüler şenlikli bir diyalog’ derdi. Ama biraz daha açmak lazım galiba. Bütün kitap bunun hakkında olduğu için kısaca anlatmak zor. Birincisi kanonu çok iyi bilen bir yazarla karşı karşıyayız, bu nedenle bir devamlılık var. Gelenekle göbek bağını kesmemiş bir yazar. İkincisi de, gelenekle göbek bağını taşıyan ama tamamen barışık olmayan bir yazar var karşımızda. Futboldaki tabirle kale arkasından yazıyor. Dolayısıyla kendi acayip pozisyonunun çok farkında. Onlarla kurduğu diyalogda, kanonun iktidarı karşısında pozisyonlanmış şekilde yazıyor. Bu diyaloğu devam ettirmekteki en önemli teknik de onların metinlerini başka bir yerden okuması. Hem kendi metnini yaratıyor o diyaloğun içinde, hem de onların metinlerini yeniden okuyor. Shakespeare’le olan diyaloğunda, zaten babayla ilişkisi sorunlu biri olarak, edebi babayla sorunlu ilişkisini muzip bir şekilde komikleştirerek okuyor. Aynı ters köşeden, yani İrlanda’dan, gelen Joyce’un yaptığı gibi bütün İngiliz kültürünün temsilcisi sayılabilecek Shakespeare’le de böyle bir ilişki kuruyor. Ama manasız bir mizah, boş bir parodi değil. Her zaman bir karşılığı var. Muhalefette olanı temsil etmek açısından bir karşılığı var. Birçok örneği var kitap içinde. Benim en çok sevdiğim bildunsgroman ile ve ‘oluşum’ fikriyle dalga geçtiği, Hegel’i açık açık tiye aldığı bölümler. Bildungsromandaki gelişme, dönüşme, daha iyi bir geleceğe doğru ilerleme temalarıyla dalga geçiyor. Fırsat bulduğu yerde dövüyor bu fikirleri. Ama tekrar edeyim, boş bir mizah değil. Tersyüz eden, dönüştüren ve yeni sorular açan bir yöntem.”
“Bu metni doktora tezi olarak yazmışsınız, sonrasında Ümran Küçükislamoğlu Türkçeye çevirmiş ve siz de bunun üzerine akademik dilden temizleyip yeniden yazmışsınız. İlk olarak bu süreci sormak istiyorum. Ve bu süreç de aslında Türkiyeli aydının problemlerini ilginç bir şekilde yansıtmıyor mu?” “Aslında en başından tamamen Türkçe yazmayı tercih ederdim. Ama öyle bir şansım yoktu. Yine de, İngilizce yazmanın bir iyi tarafı vardı. Daha önce de söylediğim gibi, Türk olmayan okura ‘Tutunamayanlar’la ilişki kurmak için bir fırsat verdiğimi düşünerek sevindim. Böylece kitap önce İngilizce basıldı. Ama sonraki süreç gerçekten acayip oldu. Önce İletişim Yayınları kitabı çevirmek istediğini belirtti. Genç bir çevirmen arkadaşımız kollarını sıvadı. Sonra gelen metin üzerine uzun süre çalışmak zorunda kaldım. Hem rahatça okunması için, hem kavramların sürekliliğini sağlamak için, hem de teknik zorluklar nedeniyle. Türkiye’de aydın olmanın cilvelerine gelince... Bu kitabı doğrudan Türkçe yazmak benim için daha kolay olurdu, belki de daha iyi bir kitap çıkardı ama şimdilik elimizde bu var.”
“Aynı zamanda Birgün gazetesinde ve farklı mecralarda deneme ve eleştiri yazıları kaleme alıyorsunuz? Bu yazılarınızı da kitaplaştırma düşünceniz var mı?”
“Evet var. Yakın zamanda bir derleme hazırlayacağım ve Can Yayınları’ndan çıkacak. Son bir haftadır hangi yazıları koyacağımı düşünüyorum. Uzun soluklu okumalara açık bir kitap olsun istiyoruz. Onun için, güncel olaylarla ilgili yazılardan ziyade, hayat ve edebiyat temalı yazıları koyacağız. ‘Sütsüz Kahve’ ve ‘Kırmızı Kazak’ gibi çocukluk ve gençlik dönemini konu alan yazılar olacak mesela. Bir de edebiyat yazıları tabii. Onlarsız olmaz. Şimdilerde beni heyecanlandıran yeni bir şey var. ‘Karga ve Çocuk’ diye bir şey yazmaya başladım. Huysuz bir filozof karga ile canı sıkılmış küçük bir kızın konuşmaları. Çok uzun süredir hayal ettiğim bir şey bu. Hep çocuklarla felsefe konuşmak istiyordum. Kısmet bugüneymiş. YediYetmiş Dergi’de ilk bölümü yayımlandı, Zeynep Özatalay da resimliyor. Zor bir işin altına girdim, 7-10 yaş grubundaki çocuklar için yazıyorum. On bölüm olarak tasarladım, ilki Haziran ayında çıktı. Yazmaya devam edebilirsem hayatımdaki en büyük sınavlardan biri olacak, çocuklar çok sıkı eleştirmenlerdir çünkü, beğenmedikleri şeyi okumazlar. Uzun zamandır olmadığım kadar heyecanlıyım bu konuda. Umarım yüzümün akıyla çıkarım.”
6 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2016
Melih Cevdet Anday Külliyatı Türkçe edebiyatın mihenk taşlarından Melih Cevdet Anday 2002 yılındaki ölümüyle ardında devasa bir külliyat bıraktı. Şiirler, romanlar, denemeler, tiyatro oyunlarından oluşan bir edebiyat külliyatı. Sevengül Sönmez ve Yalçın Armağan’ın hazırladığı “Dünyada Geçirdim Çocukluğumu” adlı derlemede, Anday’ın iyi bilinen şiirleri, romanları, denemeleri ve tiyatro oyunlarının yanı sıra anılarına, öykülerine, günlüklerine, ilk kez kitaplaşan gezi yazılarına ve mektuplarına yer verilmiş. Bunlarla beraber, Anday’ın birgün kitaplaşmasını istediği Gani Girgin yazılarından yapılan bir derleme de seçkide yer alıyor. İlk şiirlerinin yer aldığı “Garip”ten (1941) son şiiri “Şarap”a kadar Anday şiirinin tüm duraklarını görmeye imkân veren bir şiir seçkisi, şairin Türkçe şiirdeki önemli ve kalıcı etkisini göstermeye yetiyor. Anday’ın bilgeliğini açığa çıkaran denemeler seçkisi, sanattan edebiyata kültürün kalıcı sorunları üzerine mevcut kabulleri aşarak düşünebilmenin örneklerini sunuyor. Anday’ın deyişiyle “yaşamın tutarsızlığına başkaldırma eğilimleri”ni gösteren “İçerdekiler” oyunu, tıpkı “Raziye” gibi, Anday’ın tüm yapıtlarındaki o sorgulayıcı tavrı bir kez daha görmeye imkân sağlıyor. “Dünyada geçirdim çocukluğumu” diyen Anday’ın, yazdıklarıyla devam eden yaşamına bu seçkiyle yeni bir sayfa daha ekleniyor… “Dünyada Geçirdim Çocukluğumu”, Melih Cevdet Anday, Haz.: Sevengül Sönmez, Yalçın Armağan, 912 s., Everest Yayınları, 2016
İnsanın Yarattığı “Uygarlık” Homo sapiens kendi türü (insansılar) içinde en zayıf halka sayılabilecekken nasıl olup da bugün dünyanın baskın türü haline geldi? Homo sapiens neden ekolojik bir seri katile dönüştü? Para neden herkesin güvendiği tek şey? Kadınlar üstün sosyal becerilere sahipken, neden çoğu toplum erkek egemen? Güç elde etmekte böylesine yetenekli olan insanlar neden bu gücü mutluluğa dönüştürmekte başarısızlar? Geleceğin dini bilim mi? İnsanların miadı çoktan doldu mu? Kitap, insana ve insanlığın tarihine biyolojik bir bakış açısıyla yaklaşarak bu alandaki geleneği yerle bir ediyor. “Sapiens”, ilk insanın Afrika’dan çıkışından başlayarak ilk yerleşim birimlerinin kurulmasına, özel mülklerin ortaya çıkışına, doğa olaylarının takibiyle bilimin temellerinin atılışına, ilk yazılı kanunlara, ilk hukuk sistemine, dinlerin ve ideolojilerin kökenlerine, bugünkü ekonominin temellerinin atılışına dek insanın yarattığı uygarlığın ayak izlerini açığa çıkaran bir kitap. “Sapiens” önce geçmişi okuyup sonra da geleceğe bakmaya çağıran bir çalışma. Yakın zamanda insanlar, dört milyar yıldır yaşama hükmeden doğal seçilim yasalarını esnetmeye başladılar. Artık sadece dünyayı değil, kendimizi ve diğer canlıları tasarlama becerisi de kazandık. Peki bu bizi nereye götürüyor, bizi neye dönüştürebilir? İnsanlığı nasıl bir son bekliyor? “Hayvanlardan Tanrılara – Sapiens”, Yuval Noah Harari, Çev: Ertuğrul Genç, 412 s., Kolektif Kitap, 2016
Atatürk Olsa Ne Söyler, Ne Yapardı? HİKMET ALTINKAYNAK
H
ıfzı Topuz’un kültür dünyamıza armağanı olan yeni yapıtı, “Atatürk Sesleniyor/Gazi ile Sohbetler ve Anılar” adını taşıyor. Adının da ortaya koyduğu gibi, Hıfzı Topuz bizlere, içinde bulunduğumuz sorunları aşmak için Atatürk’ün sohbetlerinde, anılarında yer alan görüşlerini güncel olaylardan yola çıkarak aktarıyor; Atatürk’ü sahiplenmemiz, görüşlerini hayata geçirmemiz gerektiğini güncel sorunlarla birlikte vurguluyor. Hani önemli olaylar karşısında “Atatürk hayatta olsa, bu konuda ne derdi” ya da “Atatürk hayatta olsa, bu konuyu şöyle çözerdi” diye onun görüşlerine başvurur, onu özleriz ya. İşte “Atatürk Sesleniyor” kitabı da bu tür sorulara ve sorunlara Atatürk bakışıyla yanıt getiriyor. Başarılı bir kapak grafiği, çekici bir sayfa düzeni ve güzel bir albüm yanı sıra; içindekiler, sunuş, dipnotlar, kaynakça, adlar dizini hepsi yerli yerinde… Hıfzı Topuz, çok seçme bir kaynakçadan yararlanarak, kendi yaşam birikimlerini katarak, günümüz sorunlarına ışık tutacak bir yapıt ortaya koyuyor. Öyle ki yazdığı hangi konuyu alırsanız alın, bu konuda Türkiye’yi yöneten işbaşındaki siyasal iktidarın demokrasiden uzak, insan haklarında uzak, nasıl bir yanlış, nasıl bir tutarsız yol izlediğini görüyorsunuz. Doğru, bilimsel, mantıklı yol haritasını da Atatürk’ün değerlendirmelerinde buluyorsunuz. Şimdilerde güncel olan “başkanlık” sevdasını alalım! O konuda Atatürk’ün görüşlerini öğrenme olanağınız var. Onca yetkiye, tek adamlığa karşın neden başkanlığı istemediğini, neden halifeliği elinin tersiyle ittiğini Hıfzı Topuz’dan öğreniyorsunuz. Diyor ki Hıfzı Topuz: “Diktatörlerden ve dalkavuklardan hiç hoşlanmazdı. Başkanlık sistemine hiç özenmedi. Tartışmaya bayılır, demokratik muhalefete saygı gösterirdi. Yakınlarından eleştiri beklerdi. Hiç şiddete başvurmadı mı? Başvurdu, ama şiddet uygulayanlara karşı... Anadolu’da IŞİD gibi bir barbarlık rejimi kurmaya çalışanlara karşı ... Türkiye’yi Ortaçağ’ın karanlıklarına sürüklemek isteyenlere karşı, emperyalist ajanlarına karşı... “ Kitabı elinizden bırakamıyorsunuz. Acaba şu konuda Atatürk ne düşünmüş diye, her yeni yazıyı soluksuz, yararlanarak okuyorsunuz. Kitap üç bölümden oluşuyor. Birinci Bö lüm’de: “Devlet Yönetimi, Başkanlık” konusu irdeleniyor. Bu bölümde Eleştiriye Karşı Hoşgörü; Atatürk ve Meclis’te Muhalefet; Atatürk ve Başkanlık Sistemi; Atatürk ve Faşizm; Atatürk ve Komünizm gibi dikkat çekici başlıklar var. İkinci Bölüm: “Sıcak Dostluklar, Duygusal Anlar” başlığıyla sunuluyor. Üçüncü Bölüm’de: “Tarihe Tanıklık Eden Anılar”dan söz ediliyor. “Sıcak Dostluklar, Duygusal Anlar” başlığını taşıyan ikinci bölümdeki Afet İnan’dan Hıfzı Topuz’un aktardığı anı Atatürk’ün günlük yaşamdaki içtenliğini de çok güzel yansıtıyor: “Atatürk genelde tüm resimlerinde çatık kaşlı ve sert bakışlıdır. Ben onun neşeli bir tek salıncaktaki resmini bilirim. Oysa Atatürk’ü yakından tanıyanlar onun özel yaşamında ne kadar neşeli olduğunu anlatırlar. Aktardığımız bazı anılarda da Atatürk’ü pek keyifli bir insan olarak görüyoruz.
haltinkaynak@gmail.com “Afet İnan Atatürk’ün neşesi konusunda şöyle diyor: Atatürk neşeli olmayan insanlardan iki türlü şüphe ederdi. ‘Ya hastadır, ya da o insanın başkalarına bildirmek istemediği bir derdi vardır,’ derdi. “Atatürk özellikle gezilerinde çok neşeli bir insan olurdu. Birgün İçel’de, kafile halinde bir çiftliğe gidiyorduk. Vasıf Çınar, Recep Peker ve daha birçok arkadaş vardı. Yol çok kötüydü. Bataklıklar içinde otomobille ilerlemek imkânı yoktu. Belki de geri dönmemiz gerekiyordu. Oysa Atatürk bir hedef belirttikten sonra asla ondan geri dönmezdi. “Otomobilden indik. Taş çeken arabalardan birine bindik. Atatürk arabacıyla neşeli bir konuşmaya koyuldu. Böylece bataklığı aşarak gideceğimiz yere ulaştık. Çiftlik, küçük ve iki katlı bir ev, yanında bir fırın ve amelelerin yemek yediği yerden oluşuyordu. Akşamüstüydü, gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Yağmur boşandı boşanacaktı. Barınacağımız bir yer yoktu. Yağmura yakalanmamak için geri dönmek daha doğru olurdu. Oysa Atatürk bunlara hiç aldırmıyor, çiftlik işleriyle uğraşıyordu. Bir an büyük bir neşeyle yanımıza geldi. ‘İncelemeler bitmeden buradan ayrılmayacağız,’ dedi. “Ameleler yemeğe geçmişlerdi. Biz de onlara katıldık. Yumurta ve peynirle yenen çiftlik ekmeği herkese pek lezzetli geldi. Yağmuru unutmuştuk. Atatürk fırıncıyla o kadar neşeli konuşuyordu ki, bütün düşünceler dağılmıştı. Edindiğim izlenim Atatürk’ün neşeli ve hâkim karakteriyle çevresini etkilediğiydi. Onu dinlemek insana büyük bir ferahlık veriyordu.” Hıfzı Topuz, kitabın “Sunuş” yazısında şunları vurguluyor: “Sömürge halklarına bağımsızlık ve özgürlük yollarını gösterdi. Konuştuğu bütün yabancıları kendine hayran bıraktı. “Hurafelere değil, akla ve bilime inanıyordu. Osmanlılığa, padişahlığa, halifeliğe hiç özenmedi. Mutlu gelecekleri çağının aydınlıklarında aradı. Kimliğini gizleyerek halkın arasına karışmanın özlemi içindeydi. Kadınları yüceltti. Laik eğitimin temellerini attı. “Bu kitapta onun yakın dostlarının anılarında rastladığı: söyleşilerden alıntılar yaptım. Resmi demeçlerden, söylevlerden değil... Bir de az çok kendi anılarımı, gözlemlerimi ekledim. Ben bu sıcakkanlı, insancıl Atatürk’ü çok sevdim ve çok özlüyorum. O, içimizden biriydi. Onun gibisi bir daha hiç gelmedi ...” “Sunuş” yazısını şöyle bitiriyor: “Ama hiç belli olmaz, gün doğmadan neler doğar ...” Ne diyelim, diline, kalemine, yüreğine sağlık Hıfzı Topuz usta… “Atatürk Sesleniyor/Gazi ile Sohbetler ve Anılar”, Hıfzı Topuz, 256 s., Remzi Kitabevi, 2016
Temmuz 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 7
Görkemli Bir Kaybeden: Karl Ove ADALET ÇAVDAR
H
erkesin aşk üzerine söyleyebileceği şeyler vardır elbette. Ama herkesin yaşadığı coşkuyu anlatabileceği bir kelime dağarcığı yoktur. Aşk hikâyelerini okumayı severiz. Onların içerisinde yaşadıklarımız, yaşamadıklarımız ve yaşayabilme ihtimalimizin olduğu hikâyeler vardır. Sonuçta umudu ve umutsuzluğu aynı üç harfin arasına sıkıştırıp duran bir kelimedir aşk. Bir aşk hikâyesi diye elime aldığım ama sayfalar ilerledikçe sadece bir aşk hikâyesi olmadığını fark ettiğim, Norveçli yazar Karl Ove Knausgaard’ın kitabı “Âşık Bir Adam”ı okuyunca düşündüm bunları. 1968 doğumlu Knausgaard’ın altı ciltlik serisinin ilk kitabı olan “Kavgam”, 2009 yılında basıldıktan hemen sonra beş milyon nüfuslu Norveç’te büyük bir etki yaratmış. “Kavgam” kısa bir sürede Amerika ve Avrupa’da çok satan kitaplar listelerine dahil olmuş ve 30 farklı dile çevrilip, yayımlanmış. Serinin ilk iki kitabı Monokl Yayınları tarafından “Kavgam” ve “Âşık Bir Adam” isimleriyle Türkçeleştirildi. Karl Ove’un özyaşamöyküsünü anlattığı seride kullandığı akıcı üslup, bilinç akışı, zamanın gel gitlerini iyi kullanması, hayatındaki klişeleri korkmadan ve süslemeden anlatması onun okunmasını kolaylaştırıyor. Her daim yaşadığımız ve her daim yaşanacak olan bir varoluş sıkıntısından bahsediyor Karl Ove; bu yüzden sadece bir aşk hikâyesi anlatmıyor. İçine sıkıştığı ve okuduğumuz kadarıyla bir ömür boyu da çıkamayacağı bir yerden kendini anlatıyor. O sadece âşık bir adam değil, aynı zamanda bir kaybeden. Aslına bakarsanız Karl Ove’un hayat hikâyesi oldukça sıradan ve sıkıcı. Herkesin başına gelen klişeler onun da başına geliyor, hepimizin yaşadıklarını yaşıyor Karl Ove, sadece bizim görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz kadar çok ayrıntıyla baş etmeye çalışıyor. “Âşık Bir Adam”, Karl Ove’un eski eşinden ayrılıp bir süre beraber yaşadığı ve sonrasındaysa evlendiği, çocuklarının annesi olan Linda’yla yakın geçmişteki hayatını anlatıyor. İçindeki özgür ruhla baş etmeye çalışırken hayatın farklı yerlerde ve zamanlarda karşısına çıkardığı kadına aslında uzun zamandır ilgi duyan ve o tam hayatına girmeye çalıştığında korkan bir adam Karl. Linda’ysa ruhsal durumunu dengede tutmaya çalışan, hızlı inişleri ve çıkışları olan talepkâr bir kadın. Karl ve Linda’nın aşkı sorgulanmaya açık; insan yaşadığını iddia ettiği devasa aşkta kendi olamayacaksa, başkasını sevmek ve sevilmek uğruna kendinden hoşlanmayacaksa neden devam eder diye sormama neden oluyor. Karl Ove’un özgür ve yalnız yaşama arzusundan Linda’yla yaşamayı tercih ettiği aşk nedeniyle vazgeçiyor. Linda’ysa sadece mutlu bir ailesi olsun istiyor ama bunun için çok fazla çaba sarfetmek istemiyor. Knausgaard adeta huzursuzluğun ve eğretiliğin romanını yazıyor “Âşık Bir Adam”la. Sahip olduğu aileyi aslında hayatı boyunca hiçbir zaman kurgulamayan bir adam Karl Ove. Yaşadıkları çevre içerisinde çok mutlu ve kalabalık görünseler bile aslında oraya ait olmayan ve sahip olduğu her şeyin onun ayağına bağ olduğunu düşünen bir adam. Bu sahip olduklarıysa sadece
adaletcavdar@gmail.com kalabalık bir ailenin babası olması değil üstüne üstelik; karizmatik bir adam olmak da dert onun için, başarılı bir yazar olmak da. O yüzden görkemli bir kaybeden Karl Ove. Olmak istediği ile olduğu arasındaki uçurumda salınan bir insan. Başarılı, üç çocuk sahibi, karizmatik, zeki ve dürüst bir adam ama mutlu bir aile fotoğrafına sahip olmak yetmiyor Karl Ove’a. O daha çok tek başına kalabilmek, daha çok yazabilmek ve daha çok dağılabilmek istiyor. Bu yüzden aslında o kadar da romantik ve tek taraflı okunamıyor bütün hikâye. Karl Ove kendi hikâyesinin içerisinde kendisini ne kadar yerden yere vurursa vursun insan ister istemez Linda’yı köşeye çekip bir de ona sormak istiyorsunuz, sahi Karl Ove nasıl biri diye. Çünkü hikâye en başından sıkıntılı başlıyor. Linda hiçbir zaman gerçek Karl Ove’a âşık değil; hayatında olmasını istediği adamı bir şekilde inşa etmeyi başarmış ve bundan sonrasında yalnız kalmak istemeyen bir kadın. “Âşık Bir Adam” oldukça akıcı ilerleyen bir roman olsa da ayrıntılarıyla okuyucuyu biraz yoruyor. Herkesi kendince yorumlayan ama kendine karşı yaptığı eleştirilerde abartılı bir kötücüllüğü olan, inatçı ve kibirli bir adam Karl Ove. Ona sürekli iyi ve başarılı, zeki ve yakışıklı olduğu söylenip duruyor ve o mütemadiyen bu tanımlardan kurtulmaya çalışıyor. Yorucu bir tevazu anlayışı var. Çünkü o kendini onaylamayan bir erkek ve başkaları tarafından onaylanıyor olmak sırtında bir yük. Âşık olmasının yanı sıra arkadaşlıklarını, aile hayatını, edebiyata ve kültür sanat çevrelerine bakış açılarını da uzun uzun anlatıyor Karl Ove. Onu yerden yere vuran insanlarla beraber olmayı daha çok seviyor. Farklı bir zaman akışı var “Âşık Bir Adam”ın. Hikâyeyi anlatmaya bugünden başlıyor Karl Ove ve zamanla daha geriye daha geriye doğru gidiyor; sonra bir yerde tekrar bugüne dönüyor. Bir olayı anlatırken o olayın içerisindeki herkesi ve olayın ona hissettirdiklerini de ayrıntılarıyla anlatmaya başlıyor. Sayfalarca süren paragrafların arasında hikâyeye dönmeyi arzu ederken yorulabiliyor okur. Konuştuğu gibi yazan adamlardan Karl Ove; açıksözlü ve başkalarının aptal diyebileceği kadar dürüst. Bilinç akışıyla anlatıyor yaşam öyküsünü. Monokl Yayınları, İsveç Österlen’de yine bir yazar olan eşi Linda Boström’le ve dört çocuğuyla yaşayan Karl Ove Knausgaard’ın altı ciltlik “Kavgam” serisinin üçüncü kitabının Kasım 2016 tarihinde yayınlanacağını duyurdu. Sevenleri ve sevmeyenleri için meraklı bir bekleyiş olacak. Çünkü insan Karl Ove’un hayatını nasıl devam ettirdiğini merak ediyor. “Âşık Bir Adam”, Karl Ove Knausgaard, Çev: Sibel Tüzel, Haydar Şahin, 566 s., Monokl Yayınları, 2016
ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com
Adnan Özyalçıner: Öykünün Emekçisi Bir öykü emekçisidir Adnan Özyalçıner. Benim için ayrıca ve her zaman Adnan Ağabey... 1980’li yıllardan tanışıyoruz. Şimdi öykülerinin toplu basımı yapıldı. Dört cilt: “Panayır-Sur”; “Gözleri Bağlı AdamYağma”, Cambazlar Savaşı Yitirdi-Sağanak”, “Alaycı Öyküler-Aradakiler.” Hepi de Evrensel Yayınları arasında yeniden basıldı. Son ciltte kitaplara girmemiş öykümsüler var. Artık edebiyatta bir Adnan Özyalçıner olgusundan söz edebiliriz bu toplu basımla. Öykülemede yalınlık, temaların seçiminde seçkinlik ve şaşırtıcı gerçekçilik… Bu kavramlar onun öykücülüğünün temel değerleri olsa gerek. Aslında Özyalçıner öykücülüğünün uzun bir öyküsü var. 1950’lerden başlayan bu öykü önce şiirle başladı. Hep anlatılır: Kemal Özer öyküyle başladı edebiyata, aynı günlerde Adnan Özyalçıner şiirle. İki arkadaş Salim Şengil’in (Salim Amca) “Seçilmiş Hikâyeler” dergisinde… Sonra uğraşlar tersine döndü. Kemal Ağabey şiire, Özyalçıner öyküye geçti. Kemal Özer ona hep Çelikzade derdi. Adnan Ağabey’in asıl soyadı Çelik’tir. Bilmem yanılıyor muyum? Memet Fuat’ın yönetiminde “Yazko Edebiyat” yayınlanırken Kemal Özer’in şiirleri orada hiç yer almamıştır. Memet Fuat’la aralarında “Yeni Dergi” döneminden bir tartışma vardı sanırım. Oysa kitapları YAZKO yayınları arasında çıkıyordu. Hatta ilk kitabının adı çok ilginçtir. 12 Eylül’ün ilk günleri. Yol başlarında, vapurda, trende, sürekli kimlik kontrolü yapıyor Sıkıyönetim. Onun şiirlerini “Kimlikleriniz Lütfen” diye bastık. Az şey mi? Buna rağmen konu dışı ama belirtmeliyim, ağır baskı döneminde ayakta kalmayı, onurlu duruşu yitirmedi YAZKO. “Gözleri Bağlı Adam” ve “Yağma”nın bir arada basımını YAZKO yaptı. Erkal Yavi’nin unutulmaz kapak tasarımı elbette kitabın satışına da katkı yaptı. Ne günlerdi onlar…. Diyeceğim Adnan Ağabey, “YAZKO Edebiyat” dergisinde Memet Fuat’ın yanında öykülerden sorumluydu. Bir masası bile yoktu. Herkes tek masanın etrafında toplanır gündem değerlendirilirdi. (O günlerden kalma anımsadığım kadarıyla tek fotoğraf vardır. Her nasılsa beni de almışlar yanlarına.) Bu arada özellikle belirtmeliyim. Tomris Uyar’ın “Metal Yorgunluğu” adlı unutulmaz öyküsünü Memet Fuat’a Adnan Ağabey getirdi. Ben de eşi Turgut Ağabey’le kendi odamda sohbete dalmıştım. Tomris Uyar’ın bu öyküsü bir devrimdir edebiyatımızda. Başa dönelim. Adnan Özyalçıner “a dergisi” kuşağındandır. İlk kitabı “a dergisi” yayınları arasındadır. Kimler mi var o kuşakta: Erdal Öz, Doğan Hızlan, Konur Ertop, Kemal Özer, Ferit Öngören, Demir Özlü, Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz, Onat Kutlar… 1956-1960 arası yayımlanan derginin yayınları da vardır. Adnan Ağabeyin “Panayır” adlı kitabı, Yusuf Atılgan’ın “Bodur Minareden Öte”si, Erdal Öz’ün “Yorgunlar” adlı yapıtı yayımlandı. Bense bu kitaplara bizim Trabzon’daki sahaf Hakkı’nın sergisinde bakar bakar dururdum. Param mı yetişmezdi, yazarları mı yeterince tanımıyordum bilemeyeceğim. Gelelim yine Adnan Ağabey’in öykülerine. Beni en çok etkileyen öyküsü, elbette tek öykü adı vermek gerekirse “Pazar Gezintisi” başlıklı olandır. Öykünün kahramanı cenaze arabasının sürücüsüdür. Araba evinin kapısındadır ve pazar gezmesine bu arabayla çıkılır. İnanılmaz ironik bir durum. Tek başına bu öykü bile onu klasikleştirmeye yetecektir. Bir de “Baskın” adlı öykü var, 12 Mart dönemini anlatan… Okuyun lütfen… Öneriler:
“Herkes İçin Osmanlı- Günümüze Işık Tutan Derslerle Dolu 623 Yıl”, Kerem Çalışkan, Caretta Yayıncılık, 432 s., 2016 “Yaralı Düello”, Yağmur Yağmur, öyküler, Minval Yayınları, 144 s., 2016
8 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2016
Yazarların Seyahat Çantası ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com
B
ir yazarın en sadık yol arkadaşı hiç kuşkusuz kitaplardır. Elbette not defteri ve kalem de yolculukların olmazsa olmazları arasındadır. Seyahat çantasında onlara özel bir yer tahsis edilir mutlaka. Hatta tıka basa dolmuş olan bavuldan birkaç parça kıyafet çekiştirilerek çıkarılır, yerine iki üç kitap daha tıkıştırılır. Peki artık gönlü rahat mıdır yazarın? Belki… Ama kimileyin gözü arkada kalabilir. “Keşke seni de yanıma alsaydım” dediği bir kitap içine dert olabilir. Yahut da
Yekta Kopan, seyahate özel seçim yapmıyor ama listesi uzun Aslında “yaz kitapları/seyahat kitapları” denmesini sevmem. Mevsimine bakmadan, seyahatin ne zaman ve nereye olduğuna aldırmadan okurum ben. Seyahat için ayrı bir kitap seçimim yok. O anda neleri okumaktaysam onlar yanımda olur. Ama madem başladım söze, şu aralar elimde olan kitapların adını sayayım: “Barış Makinası” (Özgür Mumcu), “Kadife Bey” (Richard Skinner), “Ateş Anıları 1 / Yaratılış” (Eduardo Galeano), “Gözdeki Kıymık/Yeni Türkiye Sinemasında Madun ve Maduniyet İmgeleri” (Haz: Hüseyin Köse, Özgür İpek). Bunlar bitince, Erich Kastner’den “Bok Yoluna Gitmek” ve Karl Ove Knausgaard’dan “Âşık Bir Adam” okunacaklar. Aslında yaz boyunca okunacakların listesi uzun. Neyse ki kitaplar okunmak için herhangi bir mevsimin gelmesini beklemiyorlar. Müge İplikçi için seyahat yeniden okumalar ve daha uzun düşünmeler için bir fırsat... Seyahat çantama bu sene “Hayat Sil Baştan”ı (Kate Atkinson) koymayı düşünüyorum. Kışın okudum kitabı fakat biraz fazla hızlı okudum; yeniden yavaş yavaş okuyacağım. Didem Madak bu yaz yeniden buluşmak istediğim şairlerden. Birkaç kitabını alırım yanıma. Oya Baydar’ın “Surönü Diyalogları”nı da alabilirim. Kitabı okudum ama üzerine düşünmek istiyorum. Bu arada Alice Munro’nun kitaplarını da unutmamalı. Doris Lessing’in “Büyükanneler”i de listemde var. Çocuk kitapları için okuyacaklarım arasında Sevim Ak’ın “Gökkuşağı Yaz”ı yer alıyor. Bir
nereye gidersen gitsin, yanına alması gereken, “o olmadan asla” dediği bir kitabı vardır kimi yazarın. Her yolculukta kendisine mutlaka refakat eden, varlığıyla yazarı mutlu eden bir kitap... Kimi yazar da yanına tek bir kitap bile almamayı tercih edebilir. Yolculuk boyunca, sıkı bir gözlem yapıp, yapıtları için ilham depolamak büyük bir kazanım olabilir zira. Yazarların seyahat çantalarını biraz kurcalamak istedik. Bakalım kendilerine yol arkadaşı olacak kitapları neye göre belirliyorlar?
Stefan Zweig hayranı olarak “Mary Stuart” da aklımda. Haydar Ergülen’in çantası şiire, öyküye ve edebiyat dergiciliğine vefayla dolu. Yolculukta yanıma birkaç şiir kitabı alırım, edebiyat dergileri alırım, yeni kitaplar da alırım ama daha çok eskiden okuduğum Cees Noteboom, Truman Capote gibi yazarların gezi kitaplarını alırım. Mutlaka almalıyım dediğim bir kitap olmuyor. Ama yeni öykü kitaplarından da vazgeçmem. Pek çok yeni öykücünün kitabını hem tatilde hem de tatil yolunda okumuşumdur. Gündüz Vassaf yollarda okumuyor, yazıyor ama yine de... Seyahat çantamdaki kitap? Kendimi aldatmanın ifadesi. Yanıma aldığım, ağırlık yapan, bir değil birkaç kitap. Hemen hepsi seyahat dönüşü evde hâlâ okunmayı bekliyor. Ağırlık olmasın diye teknolojiye de tavlandım. Kindle, her seyahatte yanımda taşıdığım, kullanmasını bile öğrenemediğim kitap okuyucusu. Yolda yazıyorum. Bu sene çantamda yer alacak birkaç kitap ise “Gorbaçov” (Biyografi), “Seyyah-ı Alem Evliya Çelebi’nin Dünyaya Bakışı” (Robert Dankoff), “Eski ve Modern Türkler” (Mustafa Celâlettin Paşa) olacak. Karin Karakaşlı aşk tazeliyor, iz bırakanları hatırlıyor. Yaz döneminde sezonun yeni kitapları yerine, dönüp dönüp okumayı sevdiğim kitaplarla kendi hayatımda da bir yolculuğa çıkmayı, o kitapları ilk okuduğum zaman ile şimdiki Karin arasındaki değişimi ya da sabit kalanları görmeyi seviyorum. Pınar Kür’ün “Akışı Olmayan Sular’ı, Ingeborg Bachmann’ın “Malina”sı, Jean Rhys’in “Günaydın Geceyarısı” ve Gülten Akın’ın “Kestim Kara Saçlarımı” isimli kitapları, bu yılın kitapları olur sanırım. Bir yere gitsem de
gitmesem de, kendimle kaldığımda, yakınımda olmalarını isterim bu aralar onların. Kadınlığımı, varlığımı hatırlamak ve hiç unutmamak için. Aslı Tohumcu, külliyatlara dalıyor, kitap değil yazar seçiyor. Seyahatten kastımız yaz tatiliyse, çantama mutlaka bir “Pıtırcık” kitabı koyarım. Milyon kere okumuşumdur Pıtırcık hikâyelerini, ama olsun. Hiç kimse beni Pıtırcık kadar güldüremez. Bu yıl Sempe’ye arkadaş olarak bir Roald Dahl kitabı da alacağım yanıma, herhalde “Matilda” olur. Dahl külliyatını yeniden okuma zamanı geldi de geçiyor zaten. Ayrıca ne yalan söyleyeyim, Sempe ile Dahl’ı yazarlığım açısından da çok zihin açıcı buluyorum. Bir süredir durakladığım bir hikâye var, o tıkanıklığı açsa açsa onlar açar gibime geliyor. Neil Gaiman’ın bir türlü okuyamadığım “Yokyer”i ile Colin Meloy’un “Vahşi Orman”ı da yerlerini çoktan aldılar bu yıl çantamda. Gaiman ne yazsa okurum, hatta hemen tüketmeye kıyamam, azar azar okurum. Meloy’un da beni hayal kırıklığına uğratmayacağını düşünüyorum. IAN Edebiyat’ın geçmiş sayılarında, rahat zamanda okuyayım diye işaretlediğim yazılar var, onları okumazsam olmaz. Pulbiber, OT, Yabani ve Karakarga da benimle gelir sanıyorum tatile. Pulbiber ile OT’ta özellikle Deniz Durukan’ın söyleşilerini, Yalçın Tosun, Mine Söğüt, Seray Şahiner, Tarık Tufan, Hakan Bıçakcı ve Hakan Günday’ın yazı ve öykülerini takip ediyorum. Yabani ile Karakarga’yı şimdilik baştan sona yalayıp yutuyorum. Hikmet Temel Akarsu, prensip olarak kitap-dergi götürmüyor. Günlük rutin yaşamı münhasıran okumak ve yazmakla geçen biri olarak seyahate giderken prensip olarak kitap-dergi götürmem. Seyahatlerimde dış gözlemci olmayı tercih ederim ve tüm radarlarım dı-
Temmuz 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 9
şarıya dönüktür. Dikkatle gözlemcilik yapılmış bir seyahat her türden yapıt için mükemmel ilham kaynağı olabilir. O nedenle defterler, muhtelif türde kalemler, ses ve görüntü kayıt cihazları, smart telefon, olabiliyorsa ipad, laptop, fotoğraf makinesi ve olabildiğince çok harita götürürüm. Gittiğim yerde gezmek, gözlemlemekten ve not almaktan sonraki en büyük faaliyetim toplayıcılıktır. Metro kartları, perakende satış fişleri, restoran menüleri, konser ilanları, kartvizitler, tur tarifeleri, time-table’lar, yemek tanıtım broşürleri, yerel gazete ve dergiler, yerel aksesuarlar, sigara paketleri, bira markalarının fotoğrafları, şarap resimleri, kartpostallar, peçeteler, kibrit kutuları ve taşınabilir olan her şey. Bunlar, ülkeye dönüp çalışma masanıza oturduğunuzda size ölçüsüz ilhamlar sunar. Mekân isimlerini, yer isimlerini, marka isimlerini, insan isimlerini yazılarınızda kullandığınızda müthiş bir gerçeklik efekti yayar ve eserinize güç katar. Bir yere gitmeden önce orası hakkında yazan önemli yazarların önemli eserlerini mutlaka okumuş olmaya çalışırım. Ama bu, o kente gitmeden önce yapılmış bitmiş olur. Kitabı asla götürmem. Mesela Prag için Kafta, Barcelona için Orwell, Bologna için Buzzati, Venedik için Thomas Man, Paris için Sartre, Petersburg için Dostoyevski vs… Kemal Varol için yol ve kitap sürekli bir çekişmede Yıllarca sürekli yeni kitaplar hakkında yazmaktan gelen bir alışkanlıkla, yola çıktığımda yanıma devamlı yeni yayımlanan kitaplardan almaya niyetlenirim. Gittiğim yol benim için yeniyse bu kitapların çoğu doğru dürüst okunmadan kalır, bir bakıma yolun kendisine yenik düşerler. Ama bazı kitaplar tam aksine yolu ele geçirir, yolda olana yeni yollar sunarlar. Yeni kitapların yanı sıra, uzun zamandır okunmayı bekleyen, “beni okumadın” diye vicdan azabı yaşatan bir kitap “belki bu sefer” diye sırt çantasının yolunu tutar. Sıkıldığımda, yolun kendi iç sesine kulak verip sayfa kenarını kıvırdığımda “yine mi yarıda kalacağım?” diye sorar. Bazen de yıllar önce okunmuş, yeniden okunma umuduyla saklanmış bir kitap “beni de al yanına” diye seslenir, yolun kendisi kadar şahane bir vaatte bulunur. Yine de, çantaya atılmayı bekleyen onca roman ve öykü kitabının yanında, en kısası sekiz saat olan uzun otobüs yolculuklarımda, muhakkak bir şiir kitabı olur çantamda. Yolun kendisine yenildiğimde, başımı otobüsün camından dışarı çevirdiğimde, içimde birkaç dize kalsın isterim belki de. Gözlerim yorulduğunda, koltukta sağa sola kıvrandığımda, okumaktan keyif alamaz hale geldiğimde, yola ne için çıktığımı anımsarım sonra. Yarıda kalmış, tamamlanmayı bekleyen hikâyeleri zihnimde toparlamaya çalışır ve yol ile yazmak arasındaki bağı anımsarım uyumaya çalışırken. Bu sene çantamda kendisine yer bulacak kitaplar ise şunlar olacak: “2666” (Roberto Bolano), “Şampiyonların Kahvaltısı” (Kurt Vonegut), “Kapanda Üç Kaplan” (Gabbera Infante), “Minima Moralia” (Adorno), “Kadınlar” (Eduardo Galeano) Sibel Oral seyahate çıkarken ödevlerden kurtuluyor... Geçen yaz seyahate giderken yanıma Ferîdüddîn-i Attâr’ın “Mantıku’t Tayr”ını almıştım. Deniz kenarında arada gökyüzünde uçan kuşları izleyerek okumalar yaptım, çok da iyi geldi. Bir sonraki seyahatimde Vasconcelos’un “Şeker Portakal”ı romanının mini kitap versiyonunu aldım. Hatta iki seyahat eş-
lik etti bana çantadan hiç çıkmadan. Evet, yıllar sonra “Mantıku’t Tayr”ı, “Şeker Portakal”ını okumayı istemek, metinle yeniden buluşmayı istemek de ihtiyaç benim için. Sonuçta işim kitaplarla olduğu için bir yıl içerisinde elimden, masamdan, kitaplığımdan onlarca kitap geçiyor. Elbette hepsini okumuyorum ama birçoğu hakkında fikir sahibiyim. Kitabı okumasam, yine hem işim hem de okurluk halim gereği haklarında çıkan birçok yazıyı okumak zorundayım. Bu durum çoğu zaman ödev gibi oluyor. Bu yüzden de masamdan ve evdeki kütüphanemden uzaklaşacağım seyahatler esnasında yaptığım seçimlerde kendince anlaşılır nedenlerim var. O dönemki ruh halime, bekleyen ya da özlediğim kitaplara göre değişiyor ve hatta zaman zaman memleketin içinde bulunduğu durum bile bunu belirliyor. Tatil kitabı, seyahat kitabı, light kitaplar, klasikler gibi ayrımlarım yok. Bu yaz Janne Teller’ın “Ağaçtaki” adlı romanını çantama koyacağım. Çünkü yeniden okumam gerektiğini, ona ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Benim seyahat çantamdaki kitaplar sahiden ihtiyaçtan... Kürşat Başar ihmal ettiklerine borcunu ödüyor. Seyahate çıkarken, okumaya vakit bulamadığım bir romanı yanıma alırım. Bunun yanı sıra yeni çıkan ve ilgimi çeken kitaplar varsa onların arasından da seçim yaparım. Tabii gittiğim yer, bilmediğim bir yerse orayla ilgili bir kitap da mutlaka alırım yanıma. Bu yıl yanımda Oliver Sacks’ın “Müzikofili” adlı kitabı var. Bir de eskilerden bana her zaman keyif veren kitaplarım var. Örneğin onlardan biri de Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Çamlıca’daki Eniştemiz” adlı kitabı… Ercan Kesal’in içinde hep bir şüphe; acaba doğru kitabı mı aldım? Her yolculuk öncesi valizimi hazırlarken, mutlaka sekiz-on kitap çalışma masamın bir köşesine ayrılmış, giysilerin üzerine konacakları anı beklerler. Onlara dönüp baktığımda, üzerlerinde sessiz bir gurur ve ayrıcalıklı bir ruh hali sezerim nedense. Sahnede en son sıranın kendisine gelmesini bekleyen bir assolist edasıyla öylece dururlar masada! Bir valizde olması gereken her neyse konur, en son kapanmadan kitaplar da yerini alır. Genellikle zorlanır ve kapanmaz valiz. Eh, tabii ki kitapların birkaçından vazgeçilecektir. Bu kez, “hangisinden vazgeçsem” sıkıntısı başlar. Tümünün okunacağından ya da hepsinin de hayati bir öneme haiz olduklarından değildir elbette, yine de valizden çıkarıp tekrar masaya koyduğum her kitap, yolculuk boyunca içimde bir sıkıntı olarak kalır. “Hay Allah, bu tercih ettiğimi boşuna mı taşıyorum acaba?”, ya da “spor ayakkabıya ne gerek vardı canım, hiç bırakmasa mıydım o kitabı!”. Valiz kapanır ve yola çıkılır. Hangi kitapları alırım yanıma? Güncel ya da popüler kitap derdim hiç olmadı, hâlâ da öyleyim. Öncelikle o günlerde neye dair çalışıyorsam, zaten epeydir onlarla hemhalimdir. Mutlaka o konuda en önemli olduğunu düşündüğüm iki üç tanesini yanıma alırım. Örneğin, bir darbe gecesini yazdığımız senaryo çalışması esnasında bir yıl boyunca tüm seyahatlerimde Talat Aydemir’le ilgili kitaplarla dolaştım.
(“Hatıratım”, “Ve Talat Aydemir Konuşuyor”, “Harbiyeli Aldanmaz,” “Bir Darbeci Subayın Anıları”, “Türkiye’de Militarizm” vs.) Bir sürgün hikâyesinin konu edildiği senaryo çalışmasında ise; Edward Said’in “Kış Ruhu” fazlasıyla ilham verdiği için öncelikle onu ve Türkçedeki tüm Edward Said’leri (“Yersiz Yurtsuz”, “Kültür ve Emperyalizm”, “Şarkiyatçılık”, “Kültür ve Direniş”) her yolculuğumda taşımıştım. A. Tarkovski’nin “Mühürlenmiş Zaman”ını mutlaka alırım. Defalarca okumama rağmen, her okuduğumda yeni bir şey keşfettiğim kitaplardandır. Bunların dışında çantama bir Eduardo Galeano koymaya çalışırım. Hepsini okumuş da olsam, “Kucaklaşmanın Kitabı” ya da “Aynalar” defalarca okunabilir çünkü. Mümkünse bir tane de sinema kitabı koyarım. Coen Kardeşler, A. Kurosava, Kieslowski ya da o günlerde yeni yayımlanmış bir sinema kitabı. Yakın zamanda “Haneke Haneke’yi Anlatıyor” kitabı epeyce ülke gezdi benimle birlikte. Demir Özlü, çaresiz kalırsa bilmediği bir dilde kitap bile okur Seyahat çantama okumakta olduğum, ama henüz bitiremediğim bir kitabı koyarım. Ama onun kadar önemli olan bir not defteri ile o sırada çok sevdiğim, kolay yazıma uygun bir kalemi de. Bunlar hiç unutulmaz. Kimilerinin asla ayrılamadığı kitapları vardır; örneğin Don Kişot gibi bir kitabı çantasına yerleştirene ne mutlu. Ama benim böyle bir âdetim yok. Tersine, yanımda o okunması bitmemiş bir kitap varken, gittiğim kentte okunması bana zevk verecek bir kitap ararım. Böylece, bu işe ayırdığım vakitte kentin belli başlı bir iki kitabevini de tanımış olurum. Tersine bir âdetim var: Paris’e her yolum düştüğünde, mutlaka Saint-Michel Bulvarı’ndaki o büyük kâğıtçı-kitapçıya uğrar Lautréamont’un “Maldoror”unun yeni bir baskısını satın alırım. Mutlaka da yeni bir baskı vardır. Bu yüzden bu kitabın pek çok nüshası vardır bende. 2003 sonbaharında, Berlin’e, “Amerika 1954” adlı romanıma başlamak için iki ay için bana verilmiş bir eve giderken, süre uzun olduğundan yanıma üç-dört kitap almıştım. Çalışırken onlar bittiğinde sıkıntı duydum. Almanca bilmediğim halde bu dilde bir kitap alıp onu okudum. Kadir Aydemir kendi kitaplarını bir daha... Her yolculuğumda yanımda Yannis Ritsos ve Pablo Neruda’ya ait en az birer kitap bulundururum. Kazancakis’ten bir roman da yer alır genelde. Döne döne okurum bu yazarlarımı. Seçimimi tamamen içgüdüsel yaparım, aradığım edebiyat dili onlarda saklı çünkü. Yazdığım kısa öykü kitaplarından ya da şiirlerimden birini yanıma alırım genelde. Yeniden okurum. Bir başkası gibi okurum. Mesela şu an Ayvalık’tayım ve “Ay Yağmurları” ile “Sonsuz Unutuş” adlı kitaplarım yanımda. Zaman geçince başka bir gözle ve eleştirel bakıyor insan yazdığı her şeye. Her kitap ayrıcalıklıdır, ama bazıları derin izler bırakıyor yine de...
10 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2016
Bizans Hikâyeleri ve Gerçekler Bizans tarihine ilişkin araştırmalarıyla ünlü Radi Dikici, konuya daha geniş bir açıdan bakan yazılarını bu kitapta bir araya getirdi. Bu derlemenin en önemli yanı tarihsel olarak bazı bilinmeyenlerin gün ışığına çıkarılması. Başka tarih kitaplarında derli toplu olarak yer almayan kimi olayların öyküsünü Radi Dikici titiz bir araştırmacılıkla ortaya getiriyor. Örneğin Hz. Muhammed’in üç mektubu, Hz. Ömer’in kilisede namaz kılışı, dünyanın ilk üniversitesinin saptanması, haçlı seferleri, tarihi değiştiren minder, Pornai Sokağı ve Altın Kapı… Yazar bu konuda şöyle diyor: “Kitaptaki yazıların oldukça büyük bir bölümü tümüyle orijinaldir. Tarih kitaplarında bulmak mümkün değildir. Çünkü bunları hazırlarken Bizans hakkında yapılan son araştırmalardan yararlandım. Hatta bu kitabı hazırlarken yeni bilgileri de kitaba koydum veya bazı düzeltmeler yaptım… Velhasıl… bir tarih kitabı haline getirdim. Ayrıca… İsa’nın çarmıha gerildiği Kutsal Haç’ın (Crux Vera) şu anda nerede bulunduğuna dair yazıyı da… ekledim.” Şimdi bazı sorulara ve yanıtlarına geçebiliriz: Roma İmparatorluğu’nun Anadolu’da ilk başkenti neresidir? Yanıt: Nikomedia! Yani bildiğimiz İzmit. Bizans tarihi boyunca dönemine tanıklık etmiş filozof kral var mıdır? Elbette Julianos Apostase! İşte bu benzeri soruların açıklamalı yanıtları Radi Dikici’nin renkli ve içtenlikli anlatımıyla bu kitapta bir araya geldi ve okurlarla buluşuyor. “Bizans’ı Anlamak”, Radi Dikici, 216 s., Remzi Kitabevi, 2016
Ahmet Ümit’in Romancılığı Üzerine Türkçe edebiyatın çok satan yazarlarından Ahmet Ümit’in romancılığı üzerine kuramsal bir çalışma olan “Yazınsal Yapıt ve Ahmet Ümit Nasıl Okunabilir?” Everest Yayınevi etiketiyle okura sunuldu. Onur Bilge Kula, çalışmasına temel olarak Ahmet Ümit’in romanları seçmesinin nedenini sanatsal/ yazınsal olanı, yüksek bir estetik duyarlılıkla belirleme ve anlatılaştırma yetkinliği olarak belirtiyor. Ahmet Ümit’in yazınsal yaratımının bir başka çekici yönünün ise romanlaştırdığı malzeme ve izleklerin, tekil bireyleri ve toplumu yakından ilgilendirmesi ve böylece onların estetik ve düşünsel açıdan eleştirel sorgulama etkinliğine girmelerini özendirmesi olduğunu belirtiyor. Çalışmasının “Sanat, sanat yapıtlarından, edebiyat da yazınsal yapıtlardan oluşur” ilkesini temel aldığının altını çizen Kula, söz konusu ilke uyarınca, okuyucuyu, edebiyat eleştirmenini ve araştırmacıyı, sanat ve edebiyatla ilgili eleştirel sorgulamaya özendirmeyi amaçlıyor. Halen Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde görev alan ve edebiyat kuramı, kültürel kimlik, Batı kültüründe oryantalizm ve Türk imgesi başlıca araştırma alanları olan akademisyen Onur Bilge Kula’nın bu çalışması edebiyat bilimciler ve eleştirmenlerin yanı sıra meraklı okur için de arşivlik bir çalışma olabilir. “Yazınsal Yapıt ve Ahmet Ümit Nasıl Okunabilir?”, Onur Bilge Kula, 405 s., Everest Yayınları, 2016
Başka Bir Dünya, Başka Bir Köy MELİSA KESMEZ
B
ugün dünyada –“gelişmiş” olanlar dahil– pek çok ülkede çoğunluk; barınma, eğitim, sağlık ya da kültür gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorluk çekiyor. İşsizlik ya da emek sömürüsü, günümüz ekonomik sisteminin neredeyse en temel özelliği. Elbette her coğrafya bu süreci farklı şekillerde yaşıyor ancak kapitalizmin küresel bir şekilde tüm dünyayı avucuna aldığı ve her şeyi kâr mantığı üzerinden düzenlediği yadsınamaz bir gerçek. Öte yandan, sayıları az da olsa kapitalizmin erozyonundan kendini koruyan, en azından mücadele konusunda adımlar atmaya kararlı anti-kapitalist oluşumlar yok değil. Okyanusta damla da olsa, tecrübelerini duyduklarımız bize inatla başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylüyor. İspanya’da bulunan Marinaleda Köyü bu girişimlerden bir tanesini gerçekleştirmiş. Metis’ten geçen ay çıkan “Dünyaya Kafa Tutan Köy”, kapitalizmin tekerine çomak sokan bu köyün hikâyesini anlatıyor. İngiliz gazeteci yazar Dan Hancox’un bizzat köyde yaşayarak yaptığı gözlemlerden ve görüşmelerden hareketle kaleme aldığı belgesel nitelikli kitap, bize köyün tarihini anlatmakla kalmıyor, toplumsal bir girişimin detaylı tahlilini de sunuyor. Marinaleda halkının otuz yıla varan mücadelesini aktarırken, köydeki gündelik hayattan da bahsediyor. Bu yönüyle hem tarihsel hem de kişisel bir bakış açısı taşıyor. Hancox’un “bir köyden çok daha fazlası” olarak nitelediği Marinaleda’nın baştan sona merakla okuduğum hikâyesi, bir köyün başına gelenlerden çok daha fazlasını anlatıyor. 2004 yılında Sevilla’da tatil yaptığı sırada duyuyor bu köyün adını Dan Hancox. Bir gezi rehberinde şöyle yazıyor köy hakkında: “Emsalsiz bir yer, devrimci tarım işçilerinin komünist ütopyası.” Ve çok heyecanlanarak bu “emsalsiz” köyü soruşturmaya başlıyor yazar. Köyün tarihini, yoksulluğun ve işsizliğin İspanya’da ortalığı kasıp kavurduğu 1970’lerin sonlarına kadar araştırıyor. Nihayet, bu kitapta bir araya getirdiği üzere, köyün Franco’nun ölümünden sonraki belirsizlik süreciyle başlayan ve yoğun mücadele ve fedakârlıklardan sonra zaferle sonlanan otuz yıllık hikâyesini ortaya çıkarıyor. Hakkındaki ilk kaydın 1600’lerin başlarına uzandığı Marinaleda, Sevilla’dan yüz kilometre uzakta, otobüsün günde iki kez uğradığı küçük bir köy. İspanyollar, özellikle de Endülüsler için sert bir toplumsal mücadele yoluyla inşa edilen bu ütopya, alternatif yönetim modeli, piyasanın yönettiği küresel ekonomiye bağımlı olmayan ekonomisi, konut programları, komüniter üretim faaliyetleri ve nihayetinde “ekonomiye esir edilmeyen” toplumuyla, bugün pek çokları tarafından bir örgütlülük zaferi olarak görülüyor ve enteresan şekilde dışarıdan göç alıyor. Aynı zamanda, aynen kitaptan aktaracağım şekliyle, “arsız bir bireyciliği ve bütün müşterek kaynakların özelleştirilmesini teşvik eden liberal uygulamaların hiçbir alternatifi olmadığı iddiasını çürütebileceğimizin de kanlı canlı delili” olarak kabul ediliyor. Marinaleda’da polis yok. Sokaklar ve caddeler devrimcilerin ve sanatçıların isimleriyle anılıyor. Köyle ilgili kararlar herkese açık genel toplantılarla alınıyor. Çiftlikle-
kesmezmelisa@yahoo.co.uk rin ve üretim tesislerinin mülkiyeti ortak. İnsanlar hayatları boyunca konut kredisiyle cebelleşmek yerine, kooperatifin sağladığı malzemeyle ve eş dost yardımıyla kendilerine bir ev inşa etmeyi öğreniyor, çok cüzi bir miktar karşılığında barınma imkânına sahip oluyor. Herkes ayda bir gün köyü geliştirmek için ücretsiz çalışıyor. Kuşkusuz bu noktaya bir günde gelmedi Marinaleda. Franco faşizminden sonra toprak ve özgürlük için yürüttüğü mücadele hiç de kolay olmadı. Bugün nüfusu 3 bine ulaşan köy halkı, istediğini almak için yıllarca havaalanlarını, tren istasyonlarını, hükümet binalarını, çiftlikleri ve sarayları işgal ederek, açlık grevlerine giderek, yolları kapatarak, yürüyüşler düzenleyerek, grev gözcülüğü yaparak, dövülerek, tutuklanarak kararlılıkla otoriteye karşı çıktı. Ve 1991 yılında zafere ulaştı: İspanya’nın en zengin ailelerinden birinin 1200 hektarlık arazisi hükümet tarafından onlara verildi. Marinaleda ütopyasının arkasındaki hareket her ne kadar kolektif bir hareket olsa da, başında bir “kahraman” var. 1979 yılında 30 yaşındayken Marinaleda’nın belediye başkanı seçilen ve o zamandan beri girdiği bütün seçimleri kazanan Manuel Sánchez Gordillo. Bugün dünya çapında şöhrete sahip olan ve basının ilgisini sık sık üzerine çeken Gordillo, bu hareketin “süper star”ı olarak görülüyor. Ona Don Quijote diyen de var, Robin Hood diyen de. Yazar Dan Hancox, onunla araştırması kapsamında uzun bir röportaj yapmış. Gordillo onunla “saatler boyunca, öfke ve tutkuyla, köyün girmesine önayak olduğu mücadele, köyün genel toplantıları ve açlık grevleri, mücadelenin sunduğu kültürel fırsatlar ve kolektif kişilik, dışarıdaki kapitalist dünyanın insanlıkdışılığı ve kapitalizmin krizinin yarattığı sefalet” hakkında konuşmuş. Hancox onun doğal bir büyüleyiciliğe, bir karizmaya ve ikna ediciliğe sahip olduğunu söylüyor. Che Guevera’dan alıntı yapmayı seven Gordillo onun şu sözünü aktarıyormuş sık sık: “Yalnızca düş kuranlar, birgün düşlerinin hayat bulduğunu görebilirler.” Yazar Hancox, bu cümlenin İspanya’nın güneyindeki bu küçük köyde yalnızca bir tişört sloganı olmadığını söylüyor. Dünya üzerinde küçücük bir nokta olmasına rağmen, kitabı bitirdikten sonra fazlasıyla ikna olduğum üzere, bir köyden çok daha fazlası Marinaleda. Henüz çözüme kavuşturulmamış engeller varlığını korusa da, gelecekte Gordillo’suz bir Marinaleda’yı neler bekliyor soruları sorulsa da, Marineleda vahşi kapitalizme alternatif, henüz başarılı siyasal bir örnek. Çünkü başka bir dünya mümkün. Hancox şöyle diyor buna dair: “Kapitalist dünyanın büyük bir kısmında bu söz idealist bir miting sloganından başka bir şey değilken, Marinaleda’da elle tutulur bir gerçek.” Buradan bakınca uzak bir hayal gibi görünse de, hakkında okumak bile yüreklere su serpiyor. “Dünyaya Kafa Tutan Köy”, Dan Hancox, Çev: Ali Kataray, 224 s., Metis Yayınları, 2016
ARKA KAPAK RÖPORTAJI:
Temmuz 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 11
“İnsanlığa İlişkin Bir Hüküm Vermedim” (Baş tarafı sayfa 16’dan)
Öte yandan bir de Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasının sebebi eski iktisadi sistemin sürdürülemez hale gelmiş olması. İngiltere’nin, Fransa’nın kurmuş oldukları devasa imparatorluklar sürdürülemez hale geliyor. Bir şekilde yıkılacaklar ve kendi kendilerini tasfiye etmek gibi bu savaşa giriyorlar. Aslında Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna baktığımızda bundan en kayıpla çıkanlar Birleşik Krallık ile Fransa. Yani eski Avrupa devletleri bütün güçlerini yitiriyorlar ve yeni bir şeylerin çıkması lazım; o da Sovyetler Birliği ve Amerika. ABD’nin de sahneye girmesi Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra oluyor. Zaten olacak bir şey kendi kendine bir savaş sebebiyle oluyor. Çünkü yapılar arkaik kalmış. Dünyanın gerçeğine uyum sağlayamıyor. Bugün de ona benzer bir durum var bence. Yani şu anki devlet, örgütlenme modelleri bütün dünya üzerinde halihazırdaki bu iktisadi ve teknolojik gelişmelerle tam örtüşmüyor. Onun sancılarını yaşıyoruz. Bu sefer şansımıza nükleer bombaları icat ettiğimiz için böyle topyekûn bir dünya savaşına girmemiz biraz ihtimal dışı. Çünkü insanlık o kadar da ahmak değil büyük ihtimalle. Neşe Pelin Kaya: Bir komiser karakteri var romanda edebiyatla ilgilenen. Ben bilgi vermeyi seven bir yazarımdır, diyor. Böyle yoğun bir araştırmanın neticesi olarak biraz malumatfuruş bir yazar olmak da mümkün. Siz kendinizde bunu fark ettiniz mi ya da bundan kaçınmaya çalıştınız mı? Özgür Mumcu: Evet, kendimi dizginlemeye çalıştım çünkü çok eğlenceli bir şey. Bir de üniversitede ders veren herkes biraz geveze oluyor, şımartılıyoruz, alışıyoruz ona. Kitapta malumatfuruşluğa kaçmamak için çok uğraştım. Çünkü anlatacağım bir sürü şey vardı. O dönem çok eğlenceli de; bir sürü hikâye var. Komiser karakterinin o lafını da biraz kendi kendime söylemek için koydum. Neşe Pelin Kaya: Kitap, daha ilk cümlelerinde başkarakter Celal’in tekerlemeler söyleyerek koşuşuyla
tıyor, Osmanlı’da satmaya henüz cesaret edemiyor, yakalanırım korkusuyla. Şöyle bir bağlantı kurdum o dönemde, cinsellik dediğimiz hadise bütün teknolojik gelişmelerde en öne çıkan şey oluyor. Herhalde pornografiyle ilgili siteler internetin yarısını oluşturuyor. İnsanların öyle bir tarafı var. Vaktiyle izlediğim bir filmden aklıma geldi, insanlar fotoğraf icat edildiğinde ilk yaptıkları şeylerden biri pornografik fotoğraflar ve filmler çekmek. Onlara biraz baktım. Fransız ulusal arşivinde o dönemde çekilmiş ilk erotik filmleri falan izledim. Nasılmış sektör anlamak için ve yaygın bir sektör olduğunu fark edince de hikâyeye ilginç bir renk verebileceğini düşündüm. Biraz da suç dünyasıyla minik bir irtibatı olması gerekiyordu karakterin, o bağlantıyı buradan kurabileceğimi düşündüm. Neşe Pelin Kaya: Güçlü bir fikir var kitabın arkasında: Barış Makinesi. Belki onun bile önüne geçen kuvvetli bir yanı var kitabın, üslubu. Dozunda bir Osmanlıca kullanıyorsunuz. Bu yapılırken karakterlerin hep aynı şekilde konuşması bir tehlikedir. Bunu aşmışsınız her bir karakterin özgün üslubunu ortaya koyabilmişsiniz. Nasıl oluşturdunuz bu dili? Özgür Mumcu: Umarım onu başarabilmişimdir. Bazen karakterlerin dilinin benzeştiği yerler olabilir gibi bir hissiyatım da olmadı değil. Karakteri kurarken kafamda yazmadığım birçok yönüyle düşündüm. Nasıl biridir, ne yapar, nereden gelmiştir, başka dertleri nelerdir gibi biraz daha boyutlu düşününce o insan ne der diye düşünce kendi kendine çıkıveriyor o dil. Karton olmasın diye tüm karakterler için kendime göre bir hikâye uydurdum. Aslında daha da uzundu kitap ama hikâyeye hizmet etmediğini düşündüğüm bazı kısımlar vardı, onları çıkarınca nispeten daha ekonomik boyutlu bir kitap oldu. Neşe Pelin Kaya: Kitabın ilk bölümünde çok etkileyici bir İstanbul tasviri yapıyorsunuz. Özgür Mumcu: Oryantalistlerin İstanbul hakkında yazdıkları kitapların neredeyse hepsi öyle başlar.
Barışı hepimiz çok istiyoruz. Fakat kendi kendimize varamayacaksak, bir makineyle beynimizin savaşacak kısımlarını uyuşturursak; bu iyi bir şey mi olur kötü bir şey mi, bunu tartışmak istedim. İrademiz elimizden alınınca bizden geriye ne kalır, insan olmaya devam eder miyiz? Bir daha kimse kimseyi öldürmeyecek, bu iyi bir şey mi? Bütün bunların hiçbirinin tam olarak cevabı yok. açılıyor. Bu, akış boyunca birkaç kez daha karşımıza çıkıyor. Biraz da baskı altındaki karakterin kendini rahatlatma çabası sanırım ve bu tekerlemelerin tekrarı metni birbirine bağlıyor bir yandan. Bu fikir nasıl ortaya çıktı? Özgür Mumcu: O benim tekerlemelere çok düşkün olmamdan kaynaklanmıyor. Bir araca ihtiyacım vardı. Onun travmatik bir çocukluk geçirmiş olduğunu anlatmak istedim ama bu çocukluktan bahsetmiyorum. Bu hissedilsin, normal bir yerden gelmiyor, belli bir takıntısı var, demek ki bir derdi var çözemediği. Biraz onun o huzursuz halini vermek için kullanmak istedim. Bir de aynı zamanda darda kaldığı zaman çocukluğundaki o travmayı tekrar yaşıyor, çocukluğuna dönüyor gibi kullandım. Bazen tekerleme de söylemiyor; türkünün bir parçasını da söylediği yerler var ama tekerlemeye benzer şeyler onlar hep. Karakterin geçmişindeki tekinsizliği yansıtmak için böyle bir özellik buldum. Neşe Pelin Kaya: Aynı zamanda Celal, İstanbul’da 1900’lerde kimliğini gizleyerek erotik hikâyeler yazıyor. Hatta padişah bile bu hikâyelerin konusu olabiliyor. Araştırmalarınızda böyle bir şeye rastladınız mı? Özgür Mumcu: Celal yazıyor ama yurt dışına sa-
Çünkü çok etkileyici bir sahnedir gerçekten İstanbul’a gemiyle gelmek. Bir de tesadüfen ben de çocukken İstanbul’a ilk defa feribotla gelmiştim İzmir’den. Benim İstanbul’da gördüğüm ilk şey, gerçekten limana yaklaşan gemiden gördüğüm manzaraydı. Yıllar sonra İstanbul’a gelen Batılı gezginlerin de ilk gördüğü sahnenin o olduğunu öğrendim; sabaha karşıydı, onlar da genelde o saatte varıyorlar. Çocukluktan aklıma kazınmış bir sahneydi. Daha sonra o dönemde kullanılan bir tema olduğunu fark edince ben de o temayla gireyim dedim. Neşe Pelin Kaya: Yine hikâyenin geçtiği yılların ruhunu yakaladığınız bir nokta da melankoli meselesi. O dönemde Servet-i Fünun yazarlarının da çok üzerinde durduğu bir temadır, melankoli. Özgür Mumcu: Dediğiniz gibi zamanın ruhu, atmosferiyle alakalı bir şey. Doğum sancısı çeken bir dünyada olunca bir şeylerin yıkılmak üzere olduğunu hissediyorsunuz yeni bir şeylerin doğmak üzere olduğunu fark ediyorsunuz. Bu da melankoli getiriyor. Aynı şey Fransız romantik yazarlarda da var. Onlardan da mesela Alfred de Musset’den alıntı yapmamın sebebi oydu. Bir de bende de bazen melankolik anlar olmuştur, hepimizde olduğu gibi. Biraz da bununla
kavga etmek için. Melankoli hak edilmesi gereken bir şey gibi geliyor bana. Durduk yere niye bunalıyoruz? Bir şey üretelim bir şey olsun, dünyayla gerçekten bir derdimiz olsun ki melankolik olalım. Burada biraz temelsiz melankoliler var. Kitaptaki karakterleri biraz oradan eleştiriyorum. Neşe Pelin Kaya: Kitabın bir güzel yanı daha güçlü bir kadın karakterle karşılaşmamız: Céline. Son dönemde edebiyatımızda güçlü kadınlar daha çok yer almaya başladı. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Özgür mumcu: “Kürk Mantolu Madonna”nın yıllar sonra tekrar popüler olmasının sebeplerinden biri de budur belki. O dönemde böyle kadınların çıkmaya başlamasından esinlendim biraz. Hep var tarihte ama o dönemde biraz daha ön plandalar. İktisadi özgürlüğü olan biraz bohem, sanatçı kadın karakterler var, 20. yüzyılın başında. Klasik aile kurumunun içine girmiyorlar, toplumun kendilerine dayattığı rollerle pek ilgilenmiyorlar. Model olarak da Arjantinli heykeltıraş bir kadın var o dönemde: Lola Mora diye bir takma ismi var. Fransa’ya gidiyor, dünyayı geziyor. Neşe Pelin Kaya: Barış Makinesi fikri de kitabın tam ortasında duruyor. Bu fikirle, özgür iradeyi bir kenara bırakıp, barış fikrini insanlara bir makinenin dayatıp dayatamayacağı tartışılıyor… Özgür Mumcu: Barışı hepimiz çok istiyoruz. Fakat kendi kendimize varamayacaksak, bir makineyle beynimizin savaşacak kısımlarını uyuşturursak; bu iyi bir şey mi olur kötü bir şey mi, bunu tartışmak istedim. İrademiz elimizden alınınca bizden geriye ne kalır, insan olmaya devam eder miyiz? Bir daha kimse kimseyi öldürmeyecek, bu iyi bir şey mi? Bütün bunların hiçbirinin tam olarak cevabı yok. Bunları tartışmak istedim. İnsanlığa ilişkin bir hüküm vermiş de değilim. Temelinde insanlık iyi bir şey mi kötü bir şey mi? İnsan insanın kurdu mudur? Yoksa doğuştan iyi midir? Bu klasik tartışmalardan bahsetmek istedim.
12 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2016
KISA KISA Başarılı Olmanın Yolları Yaman Törüner, NTV Yayınları Ülkemizin yakın tarihindeki para politikalarının ve ekonomik modellerin oluşturulmasında bizzat emek vermiş olan Törüner, bu kitabında zengin olmanın yol ve yöntemlerini, politikanın yasalarını, insanın doğasını esprili bir dille irdeliyor. Yazar okura bazı anahtarlar sunuyor.
Yaralı Düello Yağmur Yağmur, Minval Yayınları “Yaralı Düello”, Ocak 2013’te aramızdan ayrılan Türkçe edebiyatın en özgün yazarlarından Metin Kaçan’ın eser için yazdığı önsözle açılıyor. 1980 sonrası kuşağın kırık dökük anlarının sindiği “Yaralı Düello” zaman zaman sert ve aykırı, zaman zamansa naif bir üsluba sahip.
Armut Dibine Düşmeyince Andrew Solomon, YKY Çocuklarımız, bazen bizden köklü biçimde farklı olurlar. Kendisi de farklı bir çocuk olarak dünyaya gelen Andrew Solomon, on yıl boyunca üç yüzden fazla aileyle yaptığı görüşmelere dayanarak insanların birey ve ebeveyn olmak konusunda nasıl cesur tercihlerde bulunduklarını sergiliyor.
Politika David Runciman, Domingo Yayınevi Kısa ama tesirli bir rehber: Politika nedir? Neden ona ihtiyaç duyarız? İçinde bulunduğumuz çalkantılı günlerde bizi nereye doğru götürebilir? Tüm soruların cevabı demokrasi olabilir mi? Nasıl ve neden yönetildiğimize kafa yoran herkes için önemli bir kitap.
Öklid’in Penceresi Leonard Mlodinow, Say Yayınları Mlodinow bizi geometride gerçekleşen devrimler arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Eski Yunanların paralel doğrular kavramından hiperuzayla ilgili en son fikirlere dek geniş bir matematiksel düşünce yelpazesini tanıyoruz.
Aşkın Ne Derin Lütfiye Aydın, Bence Kitap Osmanlı Dönemi’nin aykırı şairlerinden Nezihe Yaşar’ın çarpıcı hayat hikâyesinden yola çıkan yazarın ilk romanı... Masallarda halk âşıkları rüyalarında gördükleri bir suretin peşine düşer de gerçeğini bulana dek diyar diyar dolaşır ya, Lütfiye Aydın da bunu yapıyor.
Sayın Başkan M. Angel Asturias, Yordam Kitap Sayın Başkan’ın ülkesinde “üstün demokrasi” hüküm sürer –ki bu aslında, hiç kimsenin yarın sarayda mı ağırlanacağını yoksa hapislerde mi sürüneceğini bilememesi demektir. “Büyülü gerçekçilik” akımının kurucusu, Nobel ödüllü Asturias’ın kaleminden çıkan en tehlikeli roman.
Güncelin Polisiyesi SELNUR AYSEVER
E
debiyat dünyamızda romanlar derin olanlar ve kolay okunanlar biçimin de tasnif edilmiştir. “Polisiye” ikinci gruba dahil sayılmıştır haksızlık edilerek. Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sı en iyi örnektir bu tartışma için. İyi bir romanın tüm özelliklerini, gerekliliğini buluruz orada. Kuşkusuz polisiyelerde aranan olay örgüsü, soluk soluğa okuma heyecanı “Suç ve Ceza”da en üst seviyededir. Söze niye buradan başladım derseniz türler arası ilişkilerin giderek ortadan kalktığı çağımızda her kurgusal yapıta derinliği ve etkisi bağlamında eleştirel bir tutumla yaklaşmak gereğine olan inancımdır. Polisiyeyi tür olarak hafifsemeye kalkanlar ciddi bir yanılgı içindedir. Gazetecilik, mesleki nedenlerden dolayı sıra dışı olaylara tanıklık etme olanağı sağlar kişiye. Bir de buna toplumsal gözlem yapma olanağı da eklenince siyasal bakışla birlikte bir yazarın arayacağı tüm malzeme önüne serilmiş olur. Elbet yazınsal lezzeti de eklemek romancının en önemli görevi. Elçin Poyrazlar tüm bu birikimini ve yurtdışı deneyimini kurmaca yazarlığına aktaran bir kalem. Elimizdeki roman hem ülkenin bildik meselelerine neşter vuruyor hem de ince bir zekâyla bizi düşünmeye davet ediyor. Okur açısından iyi bir roman akıcı olarak tarif ediliyor nedense. Oysa dilin okuru yormuyor olması bir özellik sayılamaz. O halde dilin katmanlı olması, okurken düşünmemize olanak verecek açıklıkta bulunması ve en önemlisi yalın olmasını bir estetik değer olarak ele almamız daha sağlıklı olur. Poyrazlar güncel olanın bilgisini vermeyi değil ardındaki hakikati göstermeye çalışıyor. Bir romancı, gazetecinin yaptığından öteye geçer elbette. Poyrazlar bunu yaparken bir yanıyla güncel olanı da tartışmaya açmış oluyor. Roman kişileri ve öykü çok tanıdık. Bir yanıyla soluk soluğa okuduğumuz roman öte taraftan vicdani bir tartışmayı da getiriyor. Rastlantıya hayatımızda hiç yer yok. Başka türlü söylersek hiçbir sır gizli kalmıyor, o sırrı bilen herkes bedel ödüyor. Neden söz ediyorum size? Kısaca anlatayım… Roman İstanbul’da geçiyor ve emniyetin tepe isminin öldürülmesiyle başlıyor. İstanbul’un yerli yabancı ajanlarla dolu olduğunu, cihatçıların bu şehirde neredeyse cirit attıklarını düşününce romanın mekân seçimi şaşırtıcı değil. Devletin birliğine hayatını adamış bir emniyet müdürünün öldürülmesi ülkeyi derinden sarsıyor. Son zamanlarda cihatçı örgütlere karşı düzenlediği operasyonlar nedeniyle öldürüldüğüne inanılıyor. Romanın ana karakteri Selin Uygar, ulusal bir gazetenin Washington temsilcisiyken bir cinayetin peşine düşüyor. Kendisini siyasi bir komplonun içinde buluyor ve ABD tarafından “ulusal tehdit” ilan ediliyor. Yani öldürülmesi gerekiyor. Peşindeki katillerden kaçarken MİT elemanı olan sevgilisi sayesinde hayatta kalıyor. Buradan rüya gibi bir aşk hikâyesi beklerseniz yanılırsınız. Sözünü ettiğimiz bir gazeteci kadınla, istihbaratçı bir erkektir. Kendi deyimleriyle başka bir hayatı seçip, organik tarım yapmaları beklenemez. “İnternet gazetelerini pek ciddiye almıyorlar bu ülkede. Reklam pastasından da neredeyse
selnur.aysever@gmail.com hiç pay alamıyoruz. Oysa en hızlı gazetecilik bu. Düşünsene dünün haberini basmak ne saçma.” Bu sözler romanın kahramanlarından olan Sinan Olcay’a ait. Sinan mesleğinin doruğunda bir gazetecidir. Polis, adliye ve siyaset haberleriyle geçer hayatı. Ve günümüzde gazeteciler özgür değildir. Bağımsız haber yapmak ister her gerçek gazeteci gibi. Bunun için vazgeçmesi gereken şeyler vardır ve Sinan hepsini göze almıştır. Kurduğu internet gazetesiyle pek çok gündem değiştiren habere imza atar. İki eski dostun, yine bir sarsıcı haberle kesişir yolları. Bu haber Selin’in yaşamının gizini çözmesine kadar varacaktır. Bahtiyar karakteri ise Selin’in deyimiyle ona öksüzlüğünü hatırlatan kişi olarak romandaki kilit isimlerden biri. Cinayetin çözülmesinde başrol oyuncusu olacak. Kimi zaman katilmiş hissi uyandırabilir. Bahtiyar’ın sonlara doğru öğrenilir yaşam öyküsü. Okur için vicdanın daha doğrusu vicdan azabının romandaki temsilcisi haline geldiğini görmek mümkün bu öyküyle. Çoğu insanın içinde bulunduğumuz travmatik toplumda vicdan kırıntısı aradığını biliyoruz. Çoğu insanın, nasıl bu kadar zalim olunabilir sorusunu, yalnız kişilere değil kurumlara sorduğunu da biliyoruz. Bahtiyar, bireysel ve kurumsal vicdan muhasebesinin sembolü olarak okunabilir. Devlet söz konusu olduğunda insan yaşamının yalnızca bir teferruat olduğu öğretisiyle büyüyoruz. Ölüm karşısında yalnızca yaşamdan taraf olunması gerektiğini Bahtiyar ile yüzümüze vuruyor yazar. İnsanın vicdan hesaplaşmasını yapmadan asla huzurlu bir ölüme kavuşamayacağını okuyoruz. “Kara Muska”da faili meçhuller, işkenceler, gözaltındaki kayıplar, canlı bomba olmanın dayanılmaz hafifliği ve bunların yanında aşk, yalnızlık, ihanet gibi iç içe geçmiş onca konuya değiniliyor olması fazla gibi gelebilir. Ancak bizim topraklarımızda büyümüş bir çocuğun yaşamında bunların hepsinin toplamı maalesef mevcut. Yazarın da kendi gerçekliğinden uzak durması elbet beklenemez. Son günlerde suç ve adalet kavramlarının farklı olaylarla sorgulandığını görüyoruz. Çilem Doğan deyince akla katil kelimesinin gelmediği aşikâr. Kocasını öldürmüş bir kadın olmasına rağmen serbest bırakılsa, çoğunluk adalet yerini buldu, diyecektir. Toplum vicdanında adaletin hangi koşulda sağlandığı önemli bir tartışma konusu. “Kara Muska” günümüzde yaşadığımız bu çelişkinin iyi bir anlatımı. Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Kara Muska” yazarın ikinci polisiye romanı. Elçin Poyrazlar, kendisiyle yapılan bir röportajda, “Selin Uygar’ın maceraları devam edecek mi?” diye sorulduğunda, “Üçüncü kitap bir Selin Uygar macerası olmayacak,” demiş. Öte yandan Selin Uygar’la tümüyle vedalaşmış değil, bu demek oluyor ki dördüncü kitap bir Selin Uygar macerası olabilir. Doğrusu ben Selin Uygar’ın geleceğini merak etmekten kendimi alamıyorum... “Kara Muska”, Elçin Poyrazlar, 160 s., Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016
Temmuz 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 13
Gittikçe Uzayan Tesadüfler Zinciri CEYHAN USANMAZ
P
olisiye teorisiyle ilgili kitaplara ayrıca bakmak lazım nasıl adlandırılıyor diye ama ben genel olarak “acemi dedektif” hikâyeleri olarak nitelendiriyorum. Örneğin, yakın bir zaman önce “Şeytan Tüyü” ismiyle beyazperdeye de aktarılan “Metin Çakır Polisiyeleri”... Armağan Tunaboylu’nun yarattığı Metin Çakır karakteri aslında ne bir dedektif ne bir polis; ne bir ajan ne de bir asker. Şimdiye kadar yayımlanan her bir macerasında (“Yıldız Cinayetleri”, “Resim Cinayetleri”, “Konsey Cinayetleri”), kötü bir tesadüf eseri, kendisini bir cinayet soruşturmasının ortasında buluveriyor. Üzerindeki şüpheleri normal yollardan kaldıramayacağını anladığında da, kendisini kurtarmak için zorunlu olarak dedektiflik oynamaya başlıyor. İz sürme, kaçma-kovalama, silah kullanma gibi konularda herhangi bir profesyonel eğitim almadığı ya da bu işlerin içinde yıllarca pişmemiş bir “kahraman” olduğu için de, olayların akışına göre el yordamıyla ilerlemesi, yaptığı acemilikler, düştüğü komik durumlar romanın temposunu sürekli üst seviyede tutan, okuma zevkini bir hayli artıran unsurlar. Yunanlı yazar Vassilis Danellis’in, yakın bir zaman önce Türkçeye çevrilen “Siyah Bira” isimli romanında da benzer bir “acemi dedektif”le tanışmıştık. “Siyah Bira”nın kahramanı kendisini kurtarmak için değil ama bir şekilde dahil olduğu bir cinayeti çözmek adına ipuçlarını takip etmeye başlıyordu. Yerli ve çeviri edebiyattan böylesi örnekleri çoğaltmak mümkün. İşte Ali Parlar’ın geçen günlerde Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Metrodaki Yabancı” isimli polisiyesi de, tam bir “acemi dedektif” hikâyesi. Selçuk Pekmezci, siyasi geçmişi nedeniyle, İstanbul’a ancak 25 yıllık yarı sürgünlük yaşamından sonra dönebilmiştir; yaptığı bu seyahat, bir anlamda İstanbul'la hesaplaşma seyahatidir... Bir taraftan, bıraktığı İstanbul ile şimdiki İstanbul arasındaki farkları gözlemleyerek kentin tarihini irdelemekte, bir taraftan da öğrencilik yıllarından arkadaşlarıyla zaman geçirirek ya da ilk sarhoş olduğu meyhaneyi bulmaya çalışarak kendi tarihiyle yüzleşmektedir. Ancak “kötü bir tesadüf”, hiç tahmin etmediği olaylarla yüz yüze gelmesine neden olacaktır Selçuk’un. Bindiği metroda yanına oturan İranlı bir adam, polisler tarafından yaka paça metrodan indirilir. İşin kötü yanı, gözaltına alınan bu tanımadığı İranlı ile Selçuk’un çantaları karışmıştır: “Selçuk fermuarı çektiği anda çantanın kendisine ait olmadığını fark etti. Bir süre boş bakışlarla çantanın içeriğini izledi. Sonra elini daldırıp telaşla eline gelen her şeyi sehpanın üzerine boşaltmaya başladı. Çantadan birkaç DVD, dört adet uçuk mavi kapaklı dosya, üç metre kadar siyah kumaş ve bir cep telefonu çıkmıştı. (...) Tam bu sırada, Selçuk’un biraz önce çantadan çıkarmış olduğu cep telefonu çalmaya başladı.” İlk bakışta, her şey normaldir. Çantanın içindeki telefon sayesinde polislerle irtibata geçen Selçuk, çantayı teslim etmek ve kendi çantasını teslim almak üzere polislerle anlaşır. Ancak tam da buluşma yerine varmak üzereyken, elinde çantasını tuttuğu İranlının buluşacakları binanın penceresinden atlayarak intihar ettiğini
ceyhanusanmaz@gmail.com görür ve biraz da kendi geçmişindeki tecrübelerine dayanarak, işlerin düşündüğü gibi olmadığına karar verip kaçmaya başlar: “Kafası karmakarışıktı. Neydi bu olanlar? Nerden çıkmıştı bu Naser isimli İranlı adam? Niye vermişti Selçuk’a çantasını? Naser’e sunturlu bir küfür salladı. Onu da kendi belasına çekmişti giderayak şu dünyadan. Ne yapabilirdi? Polise mi gitmeliydi? ‘Oğlum senin peşindekiler polis zaten’ dedi içinden. Bu düşünce ile birlikte içinde bulunduğu durumun vahametini fark etti. Biraz önce –belki de– bir cinayete tanıklık etmişti. Ve bu ölüme sebebiyet veren adamlar onun peşindeydiler. Bacaklarından sırtına, sırtından bütün vücuduna soğuk bir titreme yayıldı. Sakin olmalı, soğukkanlılıkla içinde bulunduğu durumu gözden geçirmeliydi.” Selçuk Pekmezci’nin kendisini içinde bulduğu bu durum giderek dallanıp budaklanacak ve çıkış yolunu bir şekilde kendisi bulmak zorunda kalacaktır. Diğer bir deyişle, acemi dedektifimiz Selçuk’un ilk görevi, “metrodaki yabancı”yla yan yana oturmasıyla başlamıştır. “Metrodaki Yabancı,” gerçekten de temposu hayli yüksek bir polisiye. Çoğunlukla ancak çeviri bestseller polisiyelerin başarabildiği bir tempoyu yakalamayı başarmış Ali Parlar bu ilk romanında. Kısa kısa bölümlemelerle, merak unsurunu da sürekli tetikte tutuyor. Ancak, belki de bir ilk roman oluşunun getirdiği aksamalar da yok değil. Diğer “acemi dedektif” hikâyelerinde olduğu gibi “Metrodaki Yabancı”da da tesadüflerin önemi büyük. Zaten olayların başlangıcı bir tesadüf... Ancak Ali Parlar, tesadüfe biraz fazlaca yaslanmış gibi görünüyor. Kahramanımız Selçuk ne zaman bir çıkmaza girse, bir mucizeyle kurtulmayı başarıyor her defasında. Bir süre sonra Selçuk’un peşindeki komiser Serkan bile isyan ediyor: “Adam hata üstüne hata yapıyordu ama tam köşeye kıstırılmışken birisi yardım ediyor, onu kurtarıyordu. Aynı soruyu tekrar sordu. ‘Neden yardım ediyorlar bu adama?’” “Acemi dedektif”lerin belli oranda bir “acemi şansı”na sahip olmaları elbette kabul edilebilir ama Selçuk Pekmezci’nin şansı, zaman zaman ilahi bir boyuta ulaşıyor neredeyse! Tesadüfler zincirinin giderek uzaması, hikâyenin aksamasına neden olabiliyor. Ayrıca bölümlerin başındaki epigrafların da çoğu zaman konuyla bağlantılarını çözemedim... Ancak, yukarıda da söylediğim gibi, belki de bir ilk roman “acemiliğinin” göstergeleri olarak değerlendirmek lazım böylesi aksaklıkları. “Metrodaki Yabancı”, Ali Parlar, 297 s., Ayrıntı Yayınları, 2016
14 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2016
KISA KISA İmkânsız Sürgün George Prochnik, YKY Zweig’ın sürgün yıllarının anlatıldığı kitap savaş döneminde yurdundan edilmenin acısını okura en derinden hissettiriyor. Prochnik, savaş öncesi Viyanası’ndan New York’un taşrasına, Zweig’ın yaşamına son verdiği ücra köye kadar yazarın izini sürüyor.
Lupita Ütü Yapmayı Seviyordu Laura Esquivel, Can Yayınları Kendini yolsuzluklardan uyuşturucu trafiğine uzanan bir gizem ağının ortasında bulan Lupita, canını dişine takarak içine düştüğü gizemi çözmeye uğraşırken özüyle, atalarıyla, benliğiyle de yüzleşecektir. “Acı Çikolata”nın yazarından bir Meksika masalı.
Saka Kuşu Donna Tartt, Pegasus Yayınları New York gibi koca bir şehirde kimsesiz bir çocuk. Ona annesini hatırlatan tek bir şeye tutunur Theo: küçük, sarı bir kuş; bir saka… Saka Kuşu ruhani bir yolculuk gibi. Oradan oraya sürüklenen bir hayatın, kaybın, ölümün, takıntının, bağımlılığın, aşkın, kaderin ve kadersizliğin romanı.
Rakstan Oyuna Arzu Öztürkmen, Boğaziçi Üni. Y. Kitap, Arzu Öztürkmen’in son otuz yıldır sürdürdüğü dans araştırmalarının ürünü. Bu yazılar hem Osmanlı hem de Cumhuriyet dönemindeki dans icralarını tarihsel bağlamları içinde ele alıyor. Dansın eğlence kültürüyle olan yakın alakasını ortaya koymaya çalışıyor.
Enayinin Portföyü Kurt Vonnegut, Nora Yayınları Kısa, alaycı ve karanlık bu altı kısa kurgu öyküyle bir kurgudışı makale, Vonnegut’ın hicvini ve hayatın müstehcen anlamsızlığını kusursuz bir şekilde tanımlıyor. Vonnegut, bizleri insan ruhunun en karanlık köşelerine götürüyor.
Baştankara Sine Ergün, Can Yayınları Sine Ergün’ün kısa ve etkili öyküleri, hayata, yaşadığı kente ve çevreye farklı bakışıyla öne çıkıyor. Gerçekliğin kırıldığı, ruhsal durumların daha derinine inilerek incelendiği kısa öyküler bunlar. Dikkatle okunması gereken, konuşulacak bir öykü kitabı “Baştankara”.
Al Sana Aşk! Meriç Mekik, DEX Plus İnsan ilişkilerine, en çok da aşka gülerek bakmaya ihtiyacımız var. Meriç Mekik ağlanacak hallerimize güldürüyor. Romantik, komik ve aynı zamanda kafa karıştırıcı bir kitap “Al Sana Aşk!”. Kalbi kırıklar, hükmen mağluplar ya da aşka burun kıvıranlar için biçilmiş kaftan.
Hikâye İyi Ama... KEREM GÖRKEM
Y
alnız romanlar değil, irili ufaklı bütün edebi metinler okurun gözünde öyle ya da böyle bir imgeye teslim olur; o imgenin çağrışımlarıyla anılır ve okunur. Bu durum her ne kadar insan zihninin çalışma ve kendini yenileme biçimini imliyor olsa da, imgenin bir okurdan diğerine değişim gösterdiği metinler, üzerlerine düşünmeye ötekilerden daha fazla olanak sağlar. Zıt bir görüş olarak, imgelemdeki belirsizliğin metnin dağınıklığına işaret ettiği, tıpkı bir suyun boş bir kovayı doldurması gibi mekanik bir kurgudan uzak kalışından kaynaklandığı düşünülebilir. Birbirlerinden ayrı düşen bu görüşler okur ya da eleştirmenin nerede durduklarını ‛biz ona edebi konum diyelim‛ ortaya koyar yalnızca. Okur ya da eleştirmen, edebi konumuna bağlı olarak sayfalarını çevirdiği metni kendisine yaklaştırmaya çalışır. İlkin 1993’te yayımlanan ve takip eden kısa sürede yasaklanan “Yaşamak”, beyazperde uyarlamasının Cannes’da ödül kazanmasıyla Çinli yazar Yu Hua’nın dünya çapında bilinirliğine yol açan bir metin. Bu bilinirlik kitabın çeşitli Avrupa lisanlarına çevrilmesiyle mümkün olmuş. Nihayet geçen aylarda Bahar Kılıç çevirisiyle dilimize kazandırılan “Yaşamak”, metnin başında tartıştığım imge problemini açmak için uygun bir kurgu ve biçeme sahip. Hikâyenin anlatıcısı ve başkarakteri Fugui bir mirasyedi. Kendisine kalsa tek nefesle reddedeceği bir şeyi yapıp babasının izinden giden bir pişman. Babası şöyle açıyor bu durumu: “Uzun zaman önce, Xu ailesinin ataları sadece bir tavuk beslerdi. O tavuk büyüyünce kaz oldu, kaz kuzuya döndü ve o kuzu öküz oldu. Ailemiz böyle zenginleşti. Sıra bana geldiğinde, Xu ailesinin öküzü kuzuya döndü, sonra kuzu eridi kaza döndü. Sıra sana geldiğinde, kaz tavuğa döndü ve şimdi bir tavuğumuz bile yok.” Atalarından kalanı kumarhaneler ve genelevlerde bir bir tüketen, sonunda “elde var sıfır” durumuna düşen protagonist; köy köy dolaşıp halk şarkıları derleyen yazar-anlatıcıya, yaz vakti bir ağaç gölgesinde kırk yıl evvelinden başlayan ve o an birlikte olduğu yaşlı öküzü ve adaşı Fugui ile biten hayat hikâyesini anlatıyor. Metnin kurgu ve biçemi üzerine eksikleriyle sonraları konuşacağım, yine de mevzunun yalnızca bir “hayat hikâyesi” olmadığını söyleyelim. Bütün bir Çin halk yaşantısını dönüştüren Kültür Devrimi’ni anlatının merkezine yerleştiriyor Yu Hua. Fugui’nin bir “kaybedene” dönüşmesinin ardından savaşa sürüklenmesiyle giderek değişen hayatı, izleyen Kültür Devrimi ve komünist yönetimin anlatının mekânı olan Çin taşrasında görünürlük kazanmasıyla olayların seyrini değiştiriyor; Fugui’nin hikâyesi bütün bu gerçekliklerin çizdiği çerçevenin içerisinde gelişiyor. Yu Hua, Kültür Devrimi’ni yalnızca bir katman olarak kullanmıyor, özellikle metnin ikinci yarısından itibaren esaslı eleştiriler koyuyor ortaya. Bir çırpıda Yoldaş Başkan’a evrilen köy muhtarı, kötümser bir başkarakter olan Fugui’nin kelimelerinde sistemin temsiliyetine bürünüyor: “Her zaman, işleri bozan tek insanın ben olduğunu sanırdım. Başkanın da benim gibi olduğunu düşünmemiştim hiç.” Zenginlikten “elde var sıfır” durumuna, oradan orta halli bir köylüye dönü-
mkgorkem@gmail.com şen Fugui’nin elinde kalana bu defa Yoldaş Başkan el koyuyor, onu kamulaştırıyor. Ahırındaki hayvanlardan mutfağındaki tencereye, yağa kadar neyi varsa gönülsüzce devrime teslim ediyor protagonist. Şikâyetçi olsa dahi, biat ediyor her seferinde: Yu Hua böylelikle, bir isyan edemeyen birey fotoğrafı çekmiş oluyor. Değindiğim “kaybeden” haliyle birlikte bir yok oluştan ziyade, aileye tutunan bir varoluş yolunu seçiyor Fugui. Alışık olmadığımız bir durum bu. Genellikle, şimdileri yeraltı edebiyatı olarak sınıflanan metinlerde sıkça rastlanan “loser” karakterlerin başından geçenlerin gittikçe içinden çıkılmaz bir yola girdiğini okuruz. Yu Hua, bu konuda okuru şaşırtıyor ve her ne kadar bir toparlanma durumundan söz edemesek bile, aile temelinde şekillenen bir “ikinci bahar” yaşantısına tanıklık ediyoruz. Uzun süreli bir öyküyü dinlediğimiz sayfalar boyunca, metnin kısalığı hasebiyle özet niteliğinde ve genel geçer anılara rastlıyoruz. Yu Hua, roman formunun alışık olunan çok katmanlı yapısını ardında bırakıyor, baş karakter Fugui’nin yaşadıklarını, ailesini ve diğer tüm ilişkilerini yüzeysel bir biçimde aktarıyor okura. Bu durum, kendi payıma anlatının niteliğini zedeliyor. Kısa bir anlatıyı basit (ama çelimsiz) bir dille sürdüren Yu Hua’nın kelimeleri, “Yaşamak”ın hikâyesini öldürüyor. Kurgu ve biçemin anlatımdaki yadsınamaz ortaklığı, üzerine düşünmekte olduğumuz metinde birtakım noktaları böylece ıskalamış oluyor. Gelgelelim, “Yaşamak”ı yapan bu kurgu ve biçem ortaksızlığı imge meselesini kesinliyor: Yu Hua’nın metin boyunca sürdürdüğü çelimsiz dil, bir hayat hikâyesi okumakta olunduğunu bir an bile çıkartmıyor okurun zihninden; başka bir şey düşünmeye fırsatımız olmuyor çünkü. Hal böyleyken, okur ya da eleştirmenin edebi konumundan bağımsız olmakla birlikte, hayat imgesi “ben buradayım” demeyi sürdürüyor. Tıpkı yazar-anlatıcı gibi, bir hayatın nasıl yaşandığının hikâyesini dinlemekte olduğunun ayırdında olan okur, kendi hayatını düşünmeye sevk ediliyor. Neticede, iyi bir hikâyenin düşük katmanlı kötü bir anlatısı olarak özetleyebiliriz “Yaşamak”ı. Yeniden bir öküze sahip olmakla çocukluktan beri hayali olan “atalarını onurlandırmayı” başardığını zanneden Fugui kadar saf değildir çünkü okur. Aynı zamanda, “elde var sıfır” durumundan bir hikâye çıkarmayı bilen Fugui gibi azimlidir: Yazarın yakın zamanda yayımlanacak olan “Kanını Satan Adam”ına saklayabilir umudunu… “Yaşamak”, Yu Hua, Çev: Bahar Kılıç, Jaguar Kitap, 210 s., 2016
Temmuz 2016 - Remzi Kitap Gazetesi - 15
SİMLÂ SUNAY
Delişmenliğe Övgü
B
ir çocuğun üzerine ne kadar yük bindiğini ölçmek çok zordur. Yetişkinler kadar hayat tecrübesi olmadığı için dert yanmayı da henüz öğrenememiştir. Ama birtakım işaretler verir elbette, bambaşka biçimlerle. Bu işaretler işte imgenin ta kendisidir. Usta yazar Sevim Ak’ın son romanı “Gökkuşağı Yazı”nda, gözleri görmeyen Fidan adlı yan karakterin, kendi uydurduğu masalda, kâğıttan bir kayık, denizkestanesinden, okyanusu keşfe çıkmadan önce kendisini dörde kesmesini bu yüzden ister. Dört farklı yere gidip daha çok şey görmek istemektedir kayık. Kayık Fidan’ın imgelemidir. Fidan, başkarakter Melisa’nın en yakın arkadaşıdır. Melisa, yarı otistik kız kardeşi Göksu’nun koruyucu meleğidir. Çalışan anne baba ve özel ilgi gerektiren kardeş, Melisa’yı erken olgunlaştırmış, ağır bir sorumluluğun altına itmiştir, öyle ki, Melisa arkadaşlarını kendine ihtiyaç duyanlar arasından seçmeye ve sayısız fedakârlıklarını katlamaya çalışmaktadır. Evet, Fidan’ın Melisa’ya ihtiyacı vardır ancak usta yazar, romanı öyle çeşitli yollarda yürütür ki gerçekte Meslisa’nın da Fidan’a ihtiyacı olduğunu görürüz. Melisa’nın uyduruk perisi, delişmen kızı, yaratıcı maharetli kardeşi Göksu’ya diyaloglarda rastlamıyoruz. Göksu’ya hep ablasının gözünden bakıyoruz. Çılgın, neşeli, rüküş ve çöp toplayıcısı, çok renkli, muhteşem bir karakter Göksu... Kitabın arka kapak yazısını da okuyunca, otizmin bir aile içindeki hallerini, zorluklarını okuyacağımızı öğreniyoruz ilkin. Ancak kitabın yarısı olmadan Göksu’nun iyileştiğinin haberini alıyoruz. Yıllardır özel eğitim gören Göksu’nun iyileşmesinde Melisa’nın da emeği olduğu apaçık. Ne ki, bu kitap otizmli kardeşi olan bir ablanın romanı değil. Melisa’nın bütün ilişkilerine yön veren duyarlı damarını kardeşinin yarı otistik olması sağlamış olsa da, değil. Yer yer iç sesiyle ağır sorumluluklarından isyan ettiğini okusak da, başkahramana büyürken bütün dertlerin derinlik kattığını, ona bir üçüncü göz eklediğini fark ediyoruz. Ancak bütün bunlara rağmen Melisa hayatındaki herkesten etkilenmekte. Kardeşinin otizmli oluşu dışında pek çok ayrıntıya kucak açıyor roman. Melisa çevresindeki herkesin kendilerine has dertleri olduğunu keşfediyor. Tıpkı ara ara, bol yağmurlu yaz tatili sürecinde gökkuşağının kâh balkondan, kâh sokaktan bir görünüp bir kaybolması gibi. Hikâyede kısa yer tutsa da, hayvanat bahçesine mahkûm fil Bubik bizi derinden etkiliyor. Melisa’nın dedesinin yarı zamanlı çalıştığı hayvanat bahçesinde, ilgisiyle ve sevgisiyle kurtardığı bu filin mutsuzluk kaynağının yalnızlık olduğunu öğreniyoruz. Hayvanların sadece besine, suya ve barınağa ihtiyacı olduğu yanılgısıyla yüzleştiriyor yazar bizi. Bubik’in sorunları çözüldüğünde ve İzmir’deki bahçeye arkadaşı olan filin yanına gönderildiğinde, tıpkı Göksu’nun iyileşmesi gibi rahatlıyoruz. Ancak Bubik de bir imge. Bubik ondan sonra romana girecek Barış adlı çocuğun dramını anlamamız için bir ön hikâyenin başkahramanı aslında. Barış, abisinin hastalığı için yapay yolla dünyaya gelen dördüzlerden hayatta kalanı. Genetik olarak abisinin iyileşmesine en uygun o olduğu için diğer üç be-
ŞAİR KISAKULAK Mimar, çocuk kitapları yazarı İtalyan asıllı Eva Furna ri’nin kitabını, grafiği ilgimi çektiği için okuyorum. Ve elbette ki kahramanı bir şair olduğu için. Grafik tasarımı kitabın en önemli parçasını oluşturuyor. Çocukların görsel ilgilerine yönelik pek çok farklı, yaratıcı bölüm içeriyor. Deneysel ve çeşitli anlatım tekniği, özen ve emek verildiğini gösteriyor ancak niceliğin çok oluşu karmaşaya neden olmuş bana göre. Hikâyeden uzaklaşıyorum okurken. Eva Funari, çocuklar için yazdığının bilincinde oynatıyor kalemini. Çok eğlenceli olduğu aşikâr... Ancak birbiriyle bağlanmamış ayrık parçalardan oluşuyor, bütün kayboluyor. Ben bunu mimarlığına veriyorum ve hiç yadırgamıyorum nedense(!). Hikâye sanki adıyla bağdaşmıyor, daha çok masallara ve onların yeniden, daha özgürlükçü ve feminist yazımına odaklanıyor; şiir geri planda. Orijinal adı Felpo Filva, İngilizcede ise Fuzz Mcflops olarak çevrilmiş. Dolayısıyla “Şair Kısakulak” bir Türkçe yorum olabilir, orijinal adın çevirisini bulamadım ama şair geçmediğini tahmin ediyorum.
bek hiç dünyaya getirilmiyor. Hemen kayık geliyor aklıma. Kör Fidan’ın masalında denizkestanesi tarafından dörde kesilen o kayık. Masalda dört kayık da hayatta kalmıştı. Ama gerçek hayat daha acımasız... Barış hep karındaşlarının eksikliğini duyacak hayatında. Kederi bununla da bitmemiş; annesi babası boşanmış ve anne abisini alarak evi terk etmiş. Barış, eylemci ve özel bir insan olan babası Abbas ile yaşıyor. Abbas karakteri hayli etkileyici... Restoran sahibi vejetaryen Abbas, akşamları kendi mekânında evsizlere ve yoksullara yemek dağıtan, çok duyarlı bir kişilik. Bu yüzden hep polisle ve esnafla başı dertte... Çünkü iyilik şehirlerde maya tutmuyor bir türlü. Annesi de bu alternatif hayattan bunalıp gitmiş belli ki. Yine de romandan annesinin Barış’ı neden bıraktığını öğrenemiyoruz. Kızıyoruz annesine içli içli. Tıpkı Melisa’nın işine gücüne ve süsüne düşkün bencil annesine kızdığımız gibi. Melisa Barış’la fizik tedavide tanışıyor. Birgün Bubik’i görmeye gittiklerine kötü düşüp iki bacağını da çatlatmış ve uzun bir tedaviyle kala kalmıştı Melisa. Herkesin yardımına koşmayı seven biri için yardım almak zor olacak haliyle. Kendi ailesini sıradan ve renksiz bulan Melisa Barış’ın babasının farklı dünyasına hayran kalıyor. Gökkuşağı gibi bir hayat ona göre. Ama hikâye çözüldükçe Barış’ın dramı, renklerin sadece görülen şeyler olduğunu hissettiriyor. Bir şeyi görmek aslında hiç de yeterli değil. Yine Fidan’a geliyoruz. İnanılmaz güzel hikâyeleri görmeyen gözleriyle nasıl da keşfediyor şu Fidan... Sevim Ak, mesele konusunda usta bir yazar. Sağır dilsizleri, körleri, zor hayatları cesaretle kaleme alıyor. Acıları, gökkuşağı kadar renkli diliyle ve neşeli keşifleriyle örterek, unutturmadan, duyumsatarak anlatmayı tercih ediyor. Kahramanlar onca dert arasında hep delişmen, hep neşeli... Dolu dolu ortak anları paylaşıyorlar. Uçurtmalar, heykeller, sürprizler, satranç ve oyun dolu dakikalar geçiriyorlar. Zengin sözcük çeşidiyle, çocuklar için yazıyorum diye düşünmeden, kendini sınırlamadan, haz alarak yazılmış ve yazılırken de çok eğlenildiği belli pasajlarla dolu roman. Öyle ki, bu fikir de nereden geldi yazarın aklına dedirtecek çılgınlıklarla bezeli, eşsiz bir okuma deneyimi sunuyor bizlere. Dil ve anlatım açısında Sevim Ak delişmen bir yazar. Her yaştan karakterleri oyunbaz, muzip ve çok renkli... Homoludens’in (oyun oynayan insan) yazarı o, Homosapiens’in değil. Melisa, aile kavramını sorgularken, hep dışarıda gördüğü gökkuşağını, dışarı baktıkça ve anladıkça evine taşıyor. Dışarı bakabildikçe ve anladıkça. Evindeki renkleri en sonunda keşfediyor. Ve kendi içindeki renkleri bulmak için de kendine bir alan yaratmaya başlıyor giderek. Yağmur sonrası dışarda ortaya çıkan bu eşsiz yayı herkes görür ve sever. Mesele onu, içeride, gizlendiği yerde bulup baş tacı etmekte... “Gökkuşağı Yazı”, Sevim Ak, + 9 yaş, 228 s., Günışığı Kitaplığı, 2016
Yazar, pek çok meseleye birden eğiliyor, şairin bir kulağı kısa olduğu için dışlanmasıyla, farklılıklara karşı önyargıyı işliyor. Bu emel şair tavşanı asosyal bir kişiliğe dönüştürmüş ama o zaten bir yazar, kapalı kalmayı ve yazmayı seviyor. Ancak kitabın devamında bir okurunun ilgisiyle evinden çıkmaya ve sosyalleşmeye başlıyor. Hatta masallardaki gibi evleniyorlar en sonunda. Masallara yönelik onca eleştiri bir anda sönüyor bana kalırsa. Çocuk kitaplarında evlilik temasına önyargılıyım ne yazık ki, pek çok kişiyse aile kavramı nedeniyle güzel bulacaktır eminim ki. Yazarın, okurunun eleştirilerine kulak asıp yazın biçimini değiştirmesi ise başka bir tartışmayı beraberinde getiriyor. Yazarın okuruyla mektuplaşması güzel olduğu kadar, okurun yazarı yönlendirmesi de bir o kadar tuhaf. Ancak anlıyoruz ki okur da bir yazar aslında. Mektuplarında o da denemeler yapıyor. Kitabın sonundaki sözlük kısmıysa, öğreticiliği açısından gereksiz çünkü hikâye söyleyeceğini zaten söylüyor. Biçim arayışının çok değerli olduğunu düşünüyorsam da yer yer bir zorlama olarak karşımıza çıktığını ama bunun en idealinin de ne olduğunu bilmediğimizi biliyorum. Tartışmak gerek. “Şair Kısakulak”, Eva Furnari, Çev: Nazlı Gürkaş, + 7 yaş, 55 s., Tudem, 2016
16 - Remzi Kitap Gazetesi - Temmuz 2016
ÖZGÜR MUMCU:
“İnsanlığa İlişkin Bir Hüküm Vermedim” Söyleşi: NEŞE PELİN KAYA, Fotoğraf: REYYAN KIZILKAYA Özgür Mumcu’nun ilk romanı geçtiğimiz ay April yayınlarından çıktı. “Barış Makinesi”, 20. yüzyılın hemen başında İstanbul’dan Marsilya’ya, Paris’e, Manisa’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı kapsayan bir macera romanı. Savaşın eşiğinde bir dünyada barışa gönül vermiş; bunu gerçekleştirebilmek için birçok şeyi göze almış karakterlerin hikâyesi. Dönemin birçok teknolojik gelişmesini ve hatta devrimlerini de içeriyor. Barış üzerine sıkça düşündüğümüz bu dönem içinde oldukça etkileyici fikirleri var romanın. Özgür Mumcu’yla barışı ve romanı yazma sürecini konuştuk… Neşe Pelin Kaya: Size yöneltilen sorulardan insanların Uğur Mumcu'nun oğlu, akademisyen, gazetede köşe yazarı Özgür Mumcu'dan farklı beklentileri olduğu izlenimi edindim... Özgür Mumcu: Bunun bir roman olduğunu farkında olmayan birçok insan var. İnsanlar gazeteden köşe yazarı olarak tanıdıkları birinden güncel siyasete ilişkin bir köşe yazısı derlemesi ya da bir inceleme bekliyorlar. Hikâye anlatmanın çeşitli yolları var; köşe yazısı da bunlardan biri, roman da bunun bir başka yöntemi, akademik metin de ortaya koyduğunuz zaman hikâye anlatıyorsunuz. Yani sadece bunların üslupları, tarzları farklı ve birbirlerine çok sirayet etmemesi gereken tarzları var. Ben de romanı bir hikâye anlatma yöntemi olarak seçtim. Neşe Pelin Kaya: Anlatının araçlarını kullanmak bakımından fark ne oldu? Özgür Mumcu: Tekniği, kurgusu ve çatısını çatması çok farklı romanda kurgu nasıl yapılır, nasıl edilir düşünen iyi bir okurum. Biraz bunun üzerine çalışmam gerekti. Aynı zamanda iyi bir editöryel kadroyla da çalıştım. Çok fazla karakter var çok fazla olay oluyor. Aslında ilk romanda yapılmaması gereken bir şey. Hep derler ki en çok bildiğin şeyi daha az karakterle yapmaya çalış. Ben hiç bilmediğim bir coğrafyayı, bilmediğim bir zamanı çok fazla insanla anlatmaya çalıştım ama bu bilinçli bir tercihti. Neşe Pelin Kaya: Bir ilk roman için bu kadar katmanlı, anlatı içinde anlatının olduğu bir form fazla zorlayıcı değil mi diyecektim ben de. Özgür Mumcu: Zor ya da kolay olsun diye düşünmedim aslında. Kafamda bir hikâye vardı onu en iyi nasıl anlatabilirime odaklandım. Çünkü öbür türlüsüne giderseniz işin tüccarlığına geçersin gibi geldi bana. Okuduğum metinlerde sevdiğim bir şeydir, aradığım da bir şeydir; birkaç katman olmasını arzu ederim. O katmanları fark edilmese bile baştan sona okunabilecek bir macera romanı olsun istedim. Bu katmanları fark eden ayrı bir zevk alsın, üçüncü katmanı fark eden ayrı bir zevk alsın gibi biraz da oyuncaklı bir tarafı olsun istedim. Neşe Pelin Kaya: Kitabın konusundan biraz bahseder misiniz?" Özgür Mumcu: İnsanın kendi yazdığı kitabı özetlemesi zor. Bu kitap 20. yüzyılın başında daha Birinci Dünya Savaşı başlamazdan evvel elektromanyetik dalgaları kullanarak insan beynine tesir edecek bir makine yapmaya çalışan bir
grup insanın hikâyesi. O dönem bilimin çok ilerlediği bir dönem. Elektriğin icadı, sinemanın icadı, buhar makinesi biraz evvelden gelmiş onun hayata etkileri vesaire, telgraf, telefon keza öyle. Öyle bir dönemde böyle bir makine yapılsaydı birçok insan buna gerçekten inanabilirdi diye düşündüm. Bu nedenle biraz o dönemi seçtim. Sırbistan’daki bir darbeden bahsediyorum kitapta, bu gerçekten olmuş bir vaka. Birinci Dünya Savaşı'na giden yoldaki ilk adımlardan biri olarak değerlendiriliyor. Çünkü bu darbeyi yapan ekibin içinde yer alan subayın adı var Apis; o da gerçek bir karakter. Bunlar daha sonradan Sırbistan yönetimini de derin devlet gibi ele geçiriyorlar. Sonra Avusturya-Macaristan veliahdını Saraybosna’da öldürten ekip de bu. Onun ilk adımları burada atılmış. Savaşa giden yolda başlangıç noktası, bir yer tespit etmem gerekiyordu. O yüzden o darbe ve çevresini tespit ettim. Kitabın zamanı daha çok 1903’te yoğunlaşıyor. Neşe Pelin Kaya: Bu dönemi yazmak için nasıl bir araştırma yaptınız?” Özgür Mumcu: Çok bilmediğim bir dönem değildi. Ciddi araştırma, tarih kitapları okumayı evvelden beri çok severim. O dönemle ilgili zaten okuyordum. Bahsettiğim darbeyi de okuduğum bir kitaptan bulmuştum. “Sleepwalkers” diye bir kitap var; savaşa gidilmesini uyurgezerlik olarak adlandırıyor. Hep bize kaçınılmaz geliyor ya savaşa gidilmesi, o kadar da kaçınılmaz mıydı acaba? Acaba engellenebilir miydi, fikriyle biraz oynamak istedim aslında. Asla cevabını bilemeyeceğimiz şeyler tabii bunlar. O dönemin atmosferini verebilmek için kitapta kullandığım gazete kupürleri gerçek. Onlar için arşivlere girdim. Tabii çevirdim onları ama kupürler gerçek. Çok verimli bir dönem, her şeyin kıyısında insanlık, bir tercih yapacak ve tercihi savaştan yana kullanmış gibi gözüküyor. Neşe Pelin Kaya: Birinci Dünya Savaşı'nın eşiğinde ve belki savaş öncesi barıştan en çok bahsedilen zaman dilimi oluyor. Ben biraz günümüzle de paralel buldum bu durumu. Özgür Mumcu: Sadece Türkiye özelinde de değil, Birinci Dünya Savaşı öncesine benzer bir dönemden geçiyoruz. Aynı teknolojik ivme var, hiç olmadığı kadar teknolojik ivmeyle karşı karşıya insanlık. O döneme çok benziyor. O zaman elektrik ne kadar önemliyse bugün de yapay zekâ o kadar önemli. (Devamı sayfa 11)
EMRE KONGAR Her Gün Bir Sayfa Yazsaydım 1970’li yılların ikinci yarısından sonra Attilâ İlhan’la Ankara’daki unutulmaz sohbetlerimizden aklımda kalan en çarpıcı sözlerinden biri “Ben her gün bir sayfa roman yazarım” cümlesiydi. *** Bana genellikle “çalışkan” veya “verimli” yazar derler. Bugüne kadar 40 küsur kitabım yayımlandı. Bunlardan üç-dört tanesi meslektaşlarımla veya öğrencilerimle ortak yayın. Kalın olanlar var, ince olanlar var; ortalama hacim için 300 sayfa diyebiliriz. Yazımına yıllar harcadıklarım da var, aylarla ölçülebilecek zamanda yazdıklarım da. Attilâ İlhan’ın “günde bir sayfa” ilkesine göre çalışsaydım acaba daha mı çok yoksa daha mı az kitap yazardım diye düşününce önüme şöyle bir hesap çıkıyor: 1966’da akademik kariyere ve yazmaya başladım. Demek ki 50 yıldır yazıyorum. Yılda 360 gün hesabıyla 360x50=18.000 sayfa eder. Benim kitaplarıma 45 adet desek, ortalama 300 sayfadan 300x45=13.500 sayfa eder... Her gün bir sayfadan yazabileceğim 18 bin sayfaya göre, yazmış olduğum 13 bin 500 sayfa hiç de etkileyici değil; en azından 10 kitap daha yazabilirmişim! *** Her gün bir sayfa yazmak bir yana, elime hiç kalem alamadığım, (kalem almak, sözün gelişi: Daktilo veya sonradan bilgisayar başına geçemediğim) yıllar oldu. Örneğin Hacettepe’den istifa edip Hürriyet’e gittiğimde çok uzun süre, birkaç yıl boyunca, hiçbir şey yazamamıştım. Müsteşarlık yaptığım dört yıl boyunca da üretimim sıfırdı. Ama Hürriyet’te iken, Ankara’da yazdığım yazıları topladığım “Yaşamın Anlamı” adlı kitabım çıktı. Müsteşarlıktan da istifa edince de, daha Ankara’dan ayrılmadan yazmaya başladığım, “Ben Müsteşarken” adlı kitabım yayınlandı. Bazen “yazar tutulması” denilen dönemler yaşıyorum... Aylar hatta yıllar boyu hiçbir şey yazamıyorum. Ama bu verimsiz dönemlerde bile kafamda hem bilimsel araştırma hem de roman türü fikirler dönüp duruyor. Öğrencilerimle yazdığımız “Türk Toplumbilimcileri” gibi, daha önce başladığım projeler de, elbette devam çalışmaları olarak aklımdan hiç çıkmıyor. Zaman zaman eski kitaplarımın yeni baskılarına ilaveler yapmam isteniyor... Örneğin “Tarihimizle Yüzleşmek” ve “Küresel Terör ve Türkiye” gibi kitaplarımın yeni baskılarına yaptığım ilaveler, yeni birer kitap yazmak kadar vaktimi aldı. İtiraf etmeliyim ki, İlhan Selçuk’un önerisiyle başladığım Cumhuriyet’teki köşe yazılarım, yine onun önerisiyle haftada beş güne çıkınca, ayrıca kitap yazmak için zamanım çok azaldı. Ayrıca her hafta pazartesi günleri de www.kongar.org adresindeki internet siteme “Güncel” başlığı altında, Cumhuriyet’teki yazılarımdan farklı, özgün bir yazı yazıyorum. Elbette güncel yazı yazmak, hem gündemi izlemek hem de okurların nabzını elimde tutmak bakımından bana çok yardımcı da oldu... Örneğin “28 Şubat ve Demokrasi”, “Demokrasimizle Yüzleşmek” gibi kitapların ilhamını gazeteye ve siteme yazdığım yazılardan aldım. Sonuç olarak her gün bir sayfa yazamasam da, tüm hayatım yazı yazmaktan veya en azından yazmayı düşünmekten ibaret... Ve ben bu hayatı seviyorum!