Remzi Kitap Gazetesi / Kasım 2015

Page 1

Leylâ Erbil Kitabı

Özgürlük

Uzak Kış, Kayıp Güz

ELMAS ŞAHİN

ZYGMUNT BAUMAN

TUNCER ERDEM

B

L

auman yeni yayımlanan kitabı “Özgürlük”te, aşina olduğumuz bir kavramı, özgürlüğü yeniden düşünmeye davet ediyor bizi. Bauman, tüketim kültürü, bireysel özgürlükler ve kapitalizm arasındaki bağları inceleyerek toplumsal rollerimizi yorumlarken, politik iktidarlar ve bireyler arasındaki ilişkiye de bir ayna tutuyor. Devamı sayfa 10

eylâ Erbil’in metinlerinin akademik bir okuması olan bu kitap, Erbil’in eserlerine olduğu kadar hayatına da mercek tutuyor. Elmas, Türkçe edebiyatın direngen ve özgün kalemlerinden olan Erbil’in metinlerindeki cinsellik, beden, kadın izleklerini takip ediyor. Böylece, bir feminist okuma yapma olanağı doğuyor. Devamı sayfa 7

R

E

M

Z

İ

K

İ

T

A

B

E

V

İ

SAYI 119 - KASIM 2015 - ÜCRETSİZDİR

D

ünyayı uzun uzun gözlemleyen birinin elinden çıkmış bir roman “Uzak Kış, Kayıp Güz”. Yeryüzünü keşfe çıkan, uzun yollar kat eden, yosun döşeklerine, midye yataklarına baş koyan birinin izlenimleri… Şimdiye kadar çizgi-şiir, anlatı, öykü, şiir-desen, albüm kitapları yayımlamış olan Erdem, bu kez bir romanla okurunun karşısında. Devamı sayfa 13

ARKA KAPAK KONUĞU Aslı E. Perker

DÜNYANIN EN YALNIZ ÇAYDANLIĞI “C

anım sevgilim Teddy…” Böyle başlayan bir mektubun yazıldığı bir dönemde insan neden birbirinden hüzünlü atkestaneleri, birbirinden yalnız objeler, kurumuş ağaçlar çizer? Olan ile olması beklenen arasındaki gelgitler insanın sonunu mu getirir? Her türlü etiketten uzak kalmaya çabalayan bir kadın, ölümünden sonra bile olsa mutlaka yaftalanır mı? Sylvia Plath’ı anlamak mümkün mü? Her ne kadar “hüzün” ile tanımlanıp “intihar” ile özdeşleştirilse de, bir dönem o da mutlu oldu, umut etti, hayal kurdu. Coşku-

Tutsak Güneş

Devamı sayfa 8-9

6

AYŞE KULİN

Slavoj Žižek

6

CHRISTOPHER KUL WANT - PIERO

Yeni Anlaşma Mümkün Mü?

10

M. KEMAL DOĞRU

Sinema ve Psikanaliz 2 Kayıp ve Zaman

12

DER: ÖZDEN TERBAŞ

Kaçırdıklarımız

14

ADAM PHILIPS

15

Haydi Kitap Fuarına!

3

su hüzünlü, umutları çelişkili, heyecanları karamsardı belki. Ama neticede hepsinin bir bütüne kavuşmasını istiyordu. Olmadı. Plath’ın şiirini anlamak zor, hissetmek mümkün. Çizimleri de çok farklı değil bana kalırsa. Hissetmek kolay, ardındaki perdeyi aralamak zor. “Çizimler” ve “Sylvia: Ben’den Önce Tufan” adlı kitaplar bu yöndeki çabanın bir parçası olabilir. Ama uyarmak gerekiyor: Bulaşıcı bir keder var Plath’ta. Ve derinlerden taşan bir “ekşimiş hava”.

7

16

IRMAK ZİLELİ

ÖNER CİRAVOĞLU

EMRE KONGAR

Hükümsüzdür

Sennur Abla, Ferit Ağabey…

Yakup Kadri Karaosmanoğlu

ACAR BALTAŞ “İnsanı İnsan Yapan, Olumsuz Duygulardır” P

rof. Acar Baltaş, Türkiye’de geniş kitlelere, psikolojiyi, insan intiyaçlarının ve iş hayatındaki sorunların çözümünde bir adres olarak gösteren öncü bir isim. Halihazırda eşi Prof. Dr. Zuhal Baltaş’la kurucusu oldukları, iş hayatında gözlenebilir tutum değişikliği ve ölçülebilir sonuçlar için kurum ve çalışan etkinliğini hedefleyen Baltaş Grubu’nu yöneten Acar Baltaş’ın kitabı, “Akılsız Duyguların Cezasını Kararlar Çeker”, insan hayatında büyük önem taşıyan karar olgusunu çok yönlü olarak ele alıyor. Hayatımızda verdiğimiz kararların, sinir bilimine dayanan temellerini ortaya koyan kitap, kararlarımıza istikrarlı olarak etki eden akıl dışı davranışlarımızın farkına varmamızı sağlıyor. Biz insanların serbest iradesi var mı, yok mu? Beynimiz ve biz iki ayrı varlık mıyız? Tüm zamanların en can alıcı soruları olmuş, yüzyıllardır sorgulanmış, tartışılmış bu meselelere ve benzerlerine her zamanki açık ve etkili anlatımıyla

yaklaşım getiriyor Acar Baltaş. “Akılsız Duyguların Cezasını Kararlar Çeker”, hem herhangi bir okurun hem de bir yöneticinin keyifle okuyup başucu eserlerinin arasına koyacağı bir çalışma. Okuyun ve kendinizle barışın denebilecek kadar da iddialı.

“‘Kitabınızın adından hareketle; Duygu ve karar arasında nasıl bir ilişki var?” “Duygularıyla düşünmemek, düşünürken duygularını işe karıştırmamak, özellikle iş hayatında insanların tercih ettiği ve öyle olduğunu iddia ettiği bir tutumdur. Bir iş toplantısında biri diğerine duygusal konuşuyorsun, dese o kişi bunu, aşağılanma olarak kabul eder. Hele bu bir kadın ise kendini daha da kötü hisseder. Oysa araştırmalar gösteriyor ki, her türlü kararımızın arkasında duygular var. Baskı altındayken haz, menfaat, tehdit gibi durumlar artıyor. Devamı sayfa 4-5


2 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2015

TUDEM Edebiyat Ödülleri Açıklandı kurulda Sennur Sezer, Habib Bektaş, Şeref Bilsel, Betül Avunç ve Zarife Biliz yer aldı. Birincilik ödülüne “Beşir” romanıyla Güzin Öztürk; ikincilik ödülüne “Kayra: 5000 Yıl Öncesinde Düşen Yıldız” romanıyla Bengi Bağdat Kurt, Yıldız Kurt, Billur İpek Kurt; üçüncülük ödülüne ise “Taş Devri Çocukları” romanıyla Zehra Tapunç hak kazandı. 2015 TUDEM Edebiyat Ödülleri “Roman Yarışması”nın, İzmirli heykeltıraş Ozan Ünal tarafından tasarlanan ödül heykelcikleri, 7 Kasım’da 34. İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’nda sahipleriyle buluşacak.

Türkiye’de Kitap ELİF ŞAHİN HAMİDİ

11 14

15

kasım pazar

“Üflesen dağılacak bir ülkede var oluş savaşıdır Karahindiba. Edebiyat muhaliftir!” sloganıyla yola çıkan Karahindiba dergisi, Ekim-Kasım 2015 sayısıyla okura merhaba dedi. Ece Temelkuran ve Ahmet Büke röportajlarının yer aldığı ilk sayıda birçok genç yazar ilk defa yayımlanan öyküleriyle dikkat çekiyor. Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü alan şair Barış Erdoğan, Türkçe şiirleriyle edebiyatımıza damga vurmuş Alman şair Achim Wagner, “Pas” kitabıyla dikkat çeken Ömer Erdem ve birçok değerli şair, şiirleriyle dergide yer alıyor. Gürcü yazar Mariam Gaprindashvili’nin “Guram Rçeulişvili’den Genç Kız Halleri” isimli öyküsü ile Tunç Toker’in “Ermeni Dediğin İnsan Değil mi Be Amirim” isimli öyküsü de dikkate değer metinlerden.

10

kasım cumartesi

Boğaziçi Üniversitesi’nde, Murat Gülsoy tarafından verilen yaratıcı yazarlık kursu, 21 Kasım’da başlıyor. Uygulamalı bir seminer dizisi olarak tasarlanmış olan kursta, kurmaca edebiyat yapıtlarının nasıl üretildiği konusunda bilgiler aktarılacak; hikâyenin unsurları, kurmaca metinde zamanın kullanımı, mekânın işlevi, karakterlerin yaratılması, olay örgüsünün yapılandırılması, klasik

Karahindiba Dergisi Yayında

08

kasım çarşamba

Boğaziçi Üniversitesi’nde Yaratıcı Yazarlık Kursu

Bilgi ve kayıt için: Tel: 0212 359 58 13, E-posta: kurs@bumed.org.tr

07

kasım salı

Akademi Jurnal’de 5 Kasım’da başlayacak olan “Hakan Bıçakcı ile Edebiyat Atölyesi” için kayıtlar başladı. Edebiyatseverlere ve roman yazmak isteyenlere katkı sağlamayı amaçlayan bu atölyede katılımcılar, öykü ve roman yazarı Hakan Bıçakcı’yla sekiz hafta sürecek keyifli bir edebiyat yolculuğuna çıkacak; roman yazmaya dair temel bilgileri öğrenirken, edebiyat üzerine konuşacak, düşünecek; bir ön çalışmayla birlikte yaratma cesareti kazanacaklar. Bıçakcı, atölyede fantastik/gotik/yeraltı edebiyatı, distopya edebiyatı, kurgu teknikleri, bellek-hafıza-geçmiş, sinemada edebiyat uyarlamaları gibi konular ve türler üzerinde durulacağını söylüyor. Atölye kontenjanı ise on kişiyle sınırlı. İletişim ve başvuru için: www.akademijurnal.com Tel: 0535 617 50 71

ve modernist anlatım biçimleri, edebi türler, dramatik gerilimin oluşturulması gibi yazma tekniğine ilişkin konular yetkin örnekler üzerinden tartışılacak. Tüm bu yöntemlerin yanı sıra, edebiyatın insan yaratıcılığıyla ilişkisi irdelenecek, ilhamın kaynakları araştırılacak. Kursun amacı ise katılımcıların kendi kurmaca metinlerini yazarken yaratıcılıklarını daha iyi ortaya koyabilmeleri için yol göstermek ve içgörü kazanmalarına yardımcı olmak. 10 haftalık atölye süresince katılımcılar, yazdıkları öyküleri tartışma; yazma tekniğini etkileşimli bir eleştiri ortamında geliştirme olanağı bulacak.

Söyleşi ve İmza Günleri

kasım pazar

Hakan Bıçakcı ile Edebiyat Atölyesi

elif.sahin@gmail.com

07-15 Kasım 2015 / 3. Salon Stand No: 304 - B

kasım cumartesi

Çocuk ve gençlik edebiyatımıza çağdaş ve özgün eserler kazandırmak amacıyla 2003 yılından beri gerçekleştirilen TUDEM Edebiyat Ödülleri’nin bu yılki sahipleri belli oldu. 2015 yılında roman türü üzerine düzenlenen yarışma için belirlenen seçici

TÜYAP 34. İSTANBUL ULUSLARARASI KİTAP FUARI’NDAYIZ !

Hıfzı Topuz İmza: Remzi Kitabevi standı, Saat: 14.00 Acar Baltaş Söyleşi: Akıllı İnsanlar Neden Yanlış Karar Verir? Salon: Büyükada, Saat: 15.15 - 16.15 İmza: İmza Salonu, Saat: 16.15 Jale Balcı Yemek & Söyleşi: Jale BALCI ile Antalya’nın Meşhur Kağıtta Satır Eti Saat: 15.45 - 16.45 Uluslararası Salon Doğan Cüceloğlu, Canan Dilâ Söyleşi: Damdan Düşen Psikolog Salon: Interexpo, Saat: 14.15 - 15.15 İmza: İmza Salonu, Saat: 15.15 Banu Avar Söyleşi: Milli İrade Salon: Marmara, Saat: 14.15 - 15.15 İmza: Remzi Kitabevi standı, Saat: 15.15 Selin Kutucular Yemek & Söyleşi: Selin KUTUCULAR ile Midye Salma Saat: 12.00 - 13.00 Uluslararası Salon İlker Başbuğ Söyleşi: 20. Yüzyılın En Büyük Lideri Mustafa Kemal Atatürk Salon: Karadeniz, Saat: 15.00 - 16.00 İmza: İmza Salonu, Saat: 16.00 - 17.00 Şebnem Kadıoğlu İmza: Remzi Kitabevi standı, Saat: 14.00 - 15.00 Radi Dikici Söyleşi: Dört İstanbul Salon: Büyükada, Saat: 15.15 - 16.15 İmza: Remzi Kitabevi standı, Saat: 16.15 Hıfzı Topuz İmza: Remzi Kitabevi standı, Saat: 14.00 Üstün Dökmen Söyleşi: Yollar ve Yolculuklar Salon: Interexpo, Saat: 14.30 - 15.30 İmza: İmza Salonu, Saat: 15.30 Onur Öymen Söyleşi: Terör ve Demokrasi Salon: Heybeliada, Saat: 15.30 - 16.30 İmza: Remzi Kitabevi standı, Saat: 16.30 Emre Kongar İmza: Remzi Kitabevi standı, Saat: 14.00 - 16.00 Irmak Zileli İmza: Remzi Kitabevi standı, Saat: 14.00 - 15.00 Abdullah Ağar İmza: Remzi Kitabevi standı, Saat: 15.00 - 17.00 facebook.com/RemziKitap

www.remzi.com.tr

Remzi’de En Çok Satanlar (Ekim 2015) KİTAP (KURGU)

1 2 Gizli Aşklar 3 Grey 4 Küçük Prens 5 Fi 6 Sıfır Sayı 7 Kürk Mantolu Madonna 8 Bir Kadının Hayatından 24 Saat 9 Tehlikeli Sevişmeler 10 Ci Tutsak Güneş

Ayşe Kulin, Everest Yayınları

Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi

E. L. James, Doğan Kitap

Antoine de Saint-Exupéry, Remzi Kitabevi

Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları Umberto Eco, Doğan Kitap

Sabahattin Ali, YKY

Stefan Zweig, Kırmızı Kedi Yayınevi Nedim Gürsel, Doğan Kitap

Akilah Azra Kohen, Destek Yayınları

KİTAP (KURGU-DIŞI)

1 2 Günübirlik Hayatlar 3 Kadın 4 İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı? 5 Bir Nefeste Dünya Tarihi 6 Şatafatlı Mağlubiyet 7 Başarıya Götüren Aile 8 Nietzche’den Hayat Dersleri 9 Dorn Method 1 0 Hayvanlardan Tanrılara Sapiens Felsefenin Kısa Tarihi

Nigel Warburton, Alfa Yayıncılık

REMZİ KİTAP GAZETESİ Yerel Süreli Yayın Kasım 2015

Irvin Yalom, Pegasus Yayınları

Yılmaz Özdil, Kırmızı Kedi Yayınevi Nihat Genç, April Yayıncılık

Emma Marriott, Maya Yayıncılık Levent Gültekin, Doğan Kitap

Doğan Cüceloğlu, Remzi Kitabevi John Armstrong, Sel Yayıncılık

Thomas Zudrell, Nail Kitabevi

Yuval Noah Harari, Kolektif Kitap

Remzi Kitabevi A.Ş. adına sahibi: Ömer Erduran Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Irmak Zileli Görsel Yönetmen: Ömer Erduran Grafik Uygulama: Emrah Apaydın Reklam: Fevzi Kılınçarslan Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 kitapgazetesi@remzi.com.tr Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Tel.: (0-212) 282 2080 / Faks: (0-212) 282 2090 www.remzi.com.tr / post@remzi.com.tr Baskı: Seçil Ofset 100. Yıl Mah., Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No: 77, Bağcılar - İstanbul Tel (212) 629 0615 Sertifika no: 12068


Kasım 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 3

“Ejderha Dövmeli Kız”ın Yeni Macerası Yolda Ejderha dövmeli hacker Lisbeth Salander ile gazeteci Mikael Blomkvist’in maceraları bitmedi. Dünya çapında milyonlarca satan macera, yazarı Stieg Larsson’ın ölümünden sonra gazeteci David Lagercrantz tarafından devam ettirildi. “The Girl in the Spider’s Web”

Assange ile Asteriks Buluşuyor

Hükümet ile Yazarlar Arasında Gerginlik

Çocukluğumuzun kahramanları Asteriks ve Oburiks, WikiLeaks’in kurucusu Julian Assange’la aynı kitapta buluşuyor. Fransa’da kasım ayında çıkacak yeni Asteriks çizgi romanında, Asteriks Romalı düşmanlarıyla savaşırken Assange’ın da desteğinden yararlanacak. Serinin otuz altıncı kitabı olacak “Le Papyrus de César” (Sezar’ın Papirüsü), serinin yeni yazarı Jean-Yves Ferri ve çizeri Dider Conrad’ın yayınlayacakları ikinci Asteriks öyküsü. Ferri ve Conrad’ın belirttiklerine göre kitabın içinde bize oldukça tanıdık gelecek karakterlerden biri de eski Fransa Başkanı François Mitterand’ın halka ilişkiler danışmanı Jacques Seguela olacak. Sezar’ın Papirüs’ünün yaratıcıları bu isimlerin birer karikatür şeklinde ele alınmadığını, daha ziyade kişilik özelliklerinin belli karakterlere verildiğini söylediler.

Kırk bir Hint yazar Hindistan Başbakanı Narenda Modi iş başına geçtiğinden beri ülkede artan tahammülsüzlük ve şiddet ortamını protesto etmek için, ülkenin en prestijli edebiyat birliğinin verdiği ödülleri geri çevirdi ve artık ülkenin her yerinde aydınlara karşı gerçekleştirilen saldırılara kayıtsız kalamayacaklarını bildirdi. Yazarlar, Hindistan Ulusal Edebiyat Akademi­ si’nin, geçtiğimiz Ağustos ayında tanınmış düşünür Malleshappa Kalburgi’nin öldürülmesi hakkında gereken tepkiyi vermediğini iddia ediyor. Dünya çapında tanınan Hint yazar Salman Rushdie de Hint yazarlara destek veriyor ve hükümetin bu saldırılar konusundaki suskunluğunun ülkede daha güçlü bir şiddeti doğurduğuna dikkat çekiyor. Hükümet ise yazarların tepkilerini “politik” olmakla suçladı. Kaynak: The Independent, 14 Kasım 2015

Kaynak: Reuters, The Guardian, 14 Ekim 2015

Kaynak: Martin Chilton, The Telegraph, 16 Kasım 2015

irmakzileli@gmail.com

Hükümsüzdür

ZEYNEP ŞEHİRALTI

Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı, Bücher Sagen Wilkommen (Kitaplar Hoş Geldiniz Diyor) adlı bir girişimle Almanya’daki mülteciler yararına bir bağış kampanyası başlattı. Bu girişim sayesinde Almanya’nın her yerinden 6 binden fazla kitapçı, Suriyeli mültecilere ders ve dil kitapları alınması için bağış topladı. Bu bağışlar mültecilerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki öğrenme merkezlerinde kullanılacak. Kitap fuarı ayrıca bu yıl mültecilere fuarı ücretsiz gezme imkânı sunuyor. Tüm dünyadan kitapseverlerin ilgisini çeken fuar, sekiz bin sergisiyle her yıl üç yüz bin kişi tarafından ziyaret ediliyor. Bücher Sagen Wilkommen girişiminin fuarda mültecilere aynı zamanda roman ve sözlük dağıtacağını da söyleyen fuar yetkilisi Jürgen Boos, “Okuyabilme yeteneğinin bir topluma katılmak ve demokrasi içinde yaşamanın temel şartlarından biri” olduğunu da sözlerine ekledi.

IRMAK ZİLELİ

Kaynak: Alison Flood, The Guardian, 15 Ekim 2015

Dünyada Kitap

Frankfurt’tan Mültecilere Destek

Devrik Cümle

(Örümcek Ağındaki Kız) da okuyucudan tam aldı ve bunun üzerine Lagercrantz’la çalışmaya devam etmeye karar veren yayınevi, biri 2017’de, ikincisi 2019 yılında yazılacak olan iki roman daha yayınlamaya karar verdi.

Nobel Ödülü Belarus’un Dünyanın en prestijli edebiyat ödülü olan Nobel Edebiyat Ödülleri bu yıl, gazeteci kimliğiyle olduğu kadar ülkesinin yaşadığı travmatik olaylara getirdiği yeni bakış açısıyla tanınan Svetlana Alexievich’e gitti. Alexievich İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmış Rus kadın askerlerin hikâyeleri ve Çernobil patlamasının sonrasında bölgede yaşanan dram gibi konularda yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Altmış yedi yaşındaki yazar, Nobel Edebiyat Ödülü’nü almaya hak kazanan on dördüncü kadın yazar oldu. Her ne kadar ödül komitesi zaman zaman felsefe ya da tarih yazarlarına ödül verse de Alexievich, on beş yıldır kurgu dışı alanda çalışıp ödüle layık görünen ilk kişi. Edebiyat çevrelerinde Svetlana Alxievich’e verilen ödül, gazeteciliğin de bir sanat alanı olarak kabulünü simgeliyor ve çok gecikmiş bir gelişme olarak görünüyor. Kaynak: Alexandra Alter, The New York Times, 8 Ekim 2015

Ne zaman yazdığım romanlar üzerine bir söyleşi teklifi gelse aklıma takılan bir soru olur: Ben bu metnin nesiyim? İçinizden “Bu tuhaf soru da nereden aklına geldi, neyi olacaksın, yazarısın tabii” diyor olabilirsiniz. O zaman şunu sormak zorundayım; her zaman mı? Kuşkusuz kitabın piyasaya çıktığı o kutlu güne dek, yazar romanın tek muhatabı ve yaratıcısıdır. Peki bu ilişki kitap okurla buluştuktan sonra hiçbir değişime uğramaz mı? Kimi yazarlar romanları yayınlandıktan sonra onu tükettiklerini hissederler; metne yabancılaşırlar. Bir ucubeymiş gibi ondan uzaklaşmak isterler. Bunun nedenleri üzerine pek çok şey söylenebilir ama bu yazı bağlamında benim düşüncem, yazarın belli bir süre sonra o metnin okuruna dönüşebilmesi için bu yabancılaşmaya ihtiyacı olduğudur. Metin-yazar ilişkisi bitirilmelidir ki, kitap piyasaya çıktığında orada yeni bir dinamik oluşsun. Bu dinamikte özne okurdur ve okur ile metin arasında yeni bir yaratım süreci başlar. Kimsenin burnunu sokamadığı bir ilişki kurulur. Okur romanı isterse tuvalette okur, isterse masa başında; aynı şekilde romanın ne anlattığıyla ilgili istediği yorumu yapar, nasılsa elinde kırmızı kalemiyle fırsat kollayan bir yazar yoktur. Okurun yaptığı yorumların müdahaleye kapalılığının büyük bir olanak olduğunu düşünürüm, özellikle de yazar için. Bu, metnin sahibi olmadığımı idrak etmem için ihtiyacım olan zamanı kazandırır bana. Kimi okur, yazarın kendisinden ne beklediğini, metnini hangi saiklerle kurguladığını kavramaya çalışmaz. “Yazar burada ne demek istiyor?” yerine “Ben bu satırları okurken bir yandan da ne yazıyorum” sorusu öne geçer. Ne yalan söyleyeyim bağımsızlığını kazanmış, kendi ayakları üzerinde duran bu okur, pek çoğumuzun rüyalarını süsler. Aslına bakarsanız metin okurla buluşana kadar eserin varlığından söz edilebilir mi bilmiyorum. Metinle mülkiyet ilişkisine girebileceğimiz yegâne aşamada da bu olanak elimizden alınmış olur böylece. Daha ortada bir eser yoktur ki yazarı olsun. Hemen enseyi karartmayalım, neyse ki eser okura iletildikten sonra kısa da olsa bir süre yazar olduğumuzu duyumsarız. Gel gör ki bu da geçicidir işte. Yazının başında söz ettiğim o yabancılaşma sayesinde hızla kurtuluruz oradan. Ama iyi ki kurtuluruz. Bu sayede “yazarlık” koltuğunu okura bırakmış oluruz. Metin, yazarın gölgesi olmadan okunduğunda yeni olanakların kapısı açılabilir. Adam Phillips, “Kaçırdıklarımız” isimli kitabında bunu şöyle açıklıyor: “Yazarın okurdan ne istediğini saptayamamak, okurun kavrama imkânlarının tüketilmesi okuru -şayet ilgisi yeterince celp edilmişse- başka bir şey yapmaya iter.” İşte o başka şey; yazmaktır. Okur, metni sadece okumaz, onu yeniden yazar. Peki bu sırada eserin “orjinal” yazarına ne olur? O da bir okura dönüşür ve metni okumaya başlar. Kitapçının rafında karşılaştığı, üzerinde kendi isminin yazılı olduğu kitap artık başkasınındır. Onu eline alıp cümlelerini okuduğunda bazılarını tanıyamaması bundan olabilir mi? Sık sık başımıza gelmiştir, yazar kendi kendine sorar; “Bunu ben mi yazdım?” “Ben bu metnin nesiyim?” sorusuna yanıt ararken aklımdan geçenleri aktardım sizlere. “O metnin okuru” olduğumu düşününce soruları özgürce yanıtlayabildim. Mülkiyetin yüklerinden kurtuldum. Verasetten kurtulmuş ilişki sadece metni değil beni de özgürleştirdi. Öteki okurlarla hiçbir hiyerarşik mesafe kalmamasına çalışarak verdim yanıtları. Romanları yazan kişi olarak kalmanın imkânsızlığı da buna eklenirse, ben artık “Eşik”in ya da “Gözlerini Kaçırma”nın yazarı sayılamam, bir yazar bile değilim aslında. Yazar kimliğini hükümsüz kılmak bir ütopya olabilir. Ama ütopyalar güzeldir.


4 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2015

ACAR BALTAŞ:

“İnsanı İnsan Yapan, Olumsuz Duygulardır” Söyleşi: ŞAKİR ALTINTAŞ, Fotoğraf: SEVGİ CAN (Baş tarafı sayfa 1’den)

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Beyninin duygulardan sorumlu olan bölgesi hasarlanan insanlar gardıroptan giysi seçmek, menüden yemek seçmek gibi en basit konularda bize gün boyu düşünseler de bir karar veremiyorlar. Yani her türlü kararımız duygulardan etkilenir. Dolayısıyla bunu fark etmek hata yapma olasılığını azaltır. Bu kitap da zaten buna dikkati çekmek için hazırlandı.”

“Her türlü kararımızın arkasında duygularımız var ise karar verme konusunda antrenmanlı olmak gerekiyor o halde. Bu konuda yeterince antrenmanlı olduğumuz söylenebilir mi?”

“Elbette değiliz. Çünkü insanlar hayatları için önemli üç kararı sadece ve sadece son yüz yıl içinde vermeye başladı. Birincisi, nerede yaşayacağım? Endüstri devrimine kadar insanlar nerede yaşardı? Endüstri devriminin iyice uygulamaya dönmüş şeklini geçen yüzyılın başı olarak alıyorum. İnsanlar nerede yaşardı? Doğdukları yerde… İkincisi, ne iş yapacağım? İnsanlar ne yapardı yüz sene öncesine kadar? Anneleri, babaları ne iş yapıyorsa onlar da o işi yaparlardı. Üçüncüsü de, bunu kiminle yapacağım? Annelerinin babalarının uygun gördüğü, aynı mahalle içinde oturan, karşı köşedeki veya bir sokak aşağıdaki kendilerine uygun görülen eşle yaparlardı. Dolayısıyla üç tane önemli kararı biz sadece son yüz senedir, yetmiş senedir, elli senedir veriyoruz. O yüzden karar verme konusunda yeterince antrenmanlı değiliz, bu birincisi. İkincisi, beynimiz aslında zannettiğimiz kadar güvenilir bir organ değil, çok fazla yanılıyor. Beynin en geniş bölgesi, duyu organlarımız açısından baktığımız zaman, görmeyle ilgili bölgesidir. Görmeyle ilgili ne kadar çok yanılgımız var bir düşünsenize! İllüzyonları, sabit illüzyonları ya da illüzyonistlerin yaptıklarını algılamakta zorluk çekiyoruz, algılayamıyoruz. Do-

layısıyla beynimizin en geniş bölgesinin sorumlu olduğu duyuda bile bu kadar çok yanılıyoruz. Onun için böyle bitmez tükenmez tartışmalar oluyor spor müsabakalarından sonra…”

“İnsanlar öngörülebilir şekilde akıl dışı varlıklardır diyebilir miyiz?” “Elbette. Zaten 1965’lerde başlayan araştırmalarıyla, bunu ortaya koyan iki psikolog var. Yaptıkları araştırmalarda insanların yanılgılarının bir sistematiği oldu-

programlarında ‘davranışsal finans’ diye bir ders var. Bu dal, insanların düşünürken sistematik hatalar yaptığını ortaya koyuyor. Sistematik hata, insanların yaptıkları hataların bir düzeni var demek. Şimdi şurada bir ok tahtası, dart olsun; biz ok atalım. Benim attığım oklar sağa sola gidiyor olabilir, işte bu hatadır. Ama benim attığım bütün oklar hep hedefin solunda kalıyorsa, o zaman sistematik bir hatadır bu. Ya oklarda ya rüzgârda bir sorun var demektir. İnsanların da bu tür sistematik

Siyasi tartışmaları alalım; birinin yüzde yüz inandığına öteki inanmıyor, inansa da başka bir şey söylüyor. Çünkü insanlar inançlarıyla, değerleriyle çelişen bir durumla karşılaştıkları zaman inançlarını ve değerlerini değiştirmiyorlar; neyi değiştiriyorlar? Realiteyi değiştiriyorlar, realiteye yükledikleri anlamı değiştiriyorlar. Aynen bugün siyasi tartışmalarda yolsuzluk durumlarında görüldüğü gibi. İşte aynen, bir maçtan sonra ortaya çıkan, herkesin aynı görüntüye bakıp farklı yorumlar yapması gibi duygumuz ne kadar o işin içinde ise ‘gerçek’ten o kadar uzaklaşıyoruz. ğunu fark ettiler ve araştırmaları yapan iki kişiden biri olan Daniel Kahneman, 2002 Nobel Ekonomi Ödülü’nü aldı. Diğeri vefat etmiş olduğu için dahil olamadı. Bu araştırmalar önce yadırgandı ama arkasından “davranışsal finans” diye bir disiplin doğdu. Davranışsal finans disiplinine önce insanlar dudak büktüler, kulak arkası ettiler. Bazı üniversitelere bu ders kondu fakat 2008 krizinden sonra bu kadar bilgili uzmanın dünyayı göz göre göre felakete sürüklediği görüldü ve o zaman bu disiplin daha önem kazandı. Bugün bütün üniversitelerde, iktisat fakültelerinde, işletme fakültelerinde, master

hataları var ve bunlar araştırmalarla ortaya konmuştur. Niye çoğunluğun arkasına takılırız? Niye benim gördüğüm bu kadar aşikâr gerçeği başkaları farklı görüyor? Siyasi tartışmaları alalım; birinin yüzde yüz inandığına öteki inanmıyor, inansa da başka bir şey söylüyor. Çünkü insanlar inançlarıyla, değerleriyle çelişen bir durumla karşılaştıkları zaman inançlarını ve değerlerini değiştirmiyorlar; neyi değiştiriyorlar? Realiteyi değiştiriyorlar, realiteye yükledikleri anlamı değiştiriyorlar. Aynen bugün siyasi tartışmalarda, yolsuzluk durumlarında görüldüğü gibi. İşte aynen, bir maçtan sonra ortaya çıkan, herke-


Kasım 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 5

sin aynı görüntüye bakıp farklı yorumlar yapması gibi duygumuz ne kadar o işin içinde ise ‘gerçek’ten o kadar uzaklaşıyoruz.”

“Başarının yolu, yöntemi kişiden kişiye göre değişir mi, başarıda ‘kendine güvenin’ payı nedir?”

“Psikoloji, 1876’da Almanya’da laboratuvarda doğmuş bir disiplindir. Kişilik psikolojisiyle ilgili ilk testleri yapanlar Almanlardır. Onun için Alman ordusunun subayları istisnai insanlardır. O iş için en doğru insanlardır. Fakat Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu insanlar Amerika’ya göç ettiği için psikoloji Amerika’da güçlenmiş, gelişmiş ve Amerika’ya ait bir disiplin olmuştur. Endüstri psikolojisi ise bütünüyle Amerika’ya aittir. Dolayısıyla bütün kültürel farkları göz ardı edip ‘onlar yaptı böyle oldu, bu doğrudur’ şeklindeki yaklaşımlar zaten doğru değildir. Kendine güven, Amerikan toplumunun özelliklerini taşıyan bir seydir. İnsanlar zannederler ki, kendine güvenen insanlar başarılı olur. Hayır, kendine güvenen insanlar başarılı olmaz, başarılı olan insanlar kendilerine güvenirler. Boş taklit ve kendine güvenle başarılı olunmaz. Başarılı olmak için, hangi alanda güçlü ise, insanın o alanda ilerliyor olması lazım. Yani ‘herkes yapıyor, sen de yaparsın’ değil, birincisi bu. Kişinin, güçlü olduğu yönünü kullanması lazım. İkincisi, gerçekten terlemesi lazım. Rüyasında da o alanla ilgili bir şeyleri görüyor, düşünüyor olması lazım. Rüyasında değil de, uykusu varken uyanırken. Üçüncüsü de, insanlarla ilişkilerini iyi tutuyor olması lazım, iyi yönetiyor olması lazım. Bütün bunları yapıp başarılı olan insan kendine güvenir. Sonundan bakarsanız, ‘Bak adam kendine güveniyor, başarılı oluyor’ derseniz, ortada, egosu hipertrofik, içi boş insanlar görürsünüz.”

“Sizin de ifade ettiğiniz gibi, psikoloji bir Batı bilimi, Batı’nın kültürel ve sosyal ortamında doğup şekillendi. Batı literatürüyle yetişen psikologlarımızın, bizim gibi farklı bir kültür ve sosyal ortama sahip toplumlarda yeterince verimli olabildiğini düşünüyor musunuz?”

“Psikoloji eğitimi, yeni yeni güçleniyor ve bu psikoloji eğitiminin güçlü olduğu yerlerdeki insanların çoğunluğu da gene, dediğiniz gibi, Batı literatürüyle öğrencilerini yetiştiriyor. İkiye ayıralım. Hakikaten insan doğasının değişmeyen özellikleri var. Kan şekeri gibi, neredeyse sağlığımız için değişmez termostatik dengeler var. Bunları bir yana bırakalım. Batı’yı da Doğu’yu da konuşabiliriz veya Batı’da olanlardan fikir alıp, Doğu’da bunun nasıl olduğu ya da nasıl olabileceğiyle ilgili araştırma yaparız ya da akıl yürütürüz. Bir örnek üzerinden gidelim: Yas. Yas nasıl aşılır? Batılıların yası aşma modellemelerine bakarsak –ki bu yönde eğitim de veriyorlar– Türkiye gibi aile bağlarının kuvvetli olduğu, çevre desteğinin kuvvetli olduğu yerlerde, daha etkili yöntemler olduğu görülüyor. Yani aile desteği, yakınların desteği, yakın çevrenin desteği, onların öğretmeye çalıştıklarının dışında bir şey.”

“Kitabınızda diyorsunuz ki, ‘farklı değerlere sahip insanlar, farklı kararlara ulaşırlar’. Durum bu olunca tartışmalarımızda bir ortak akla, bir ortak karara nasıl ulaşacağız?”

“Ortak yolu bulmak, bir disiplin işidir. Farklı fikirlerden daha iyi bir fikir oluşturmak için her an fikrini değiştirmeye hazır olarak dinlemek gerekir, bir tartışmada. Halbuki insanların yaptığı, büyük çoğunlukla, karşısındakinin sözünün neresinin yanlış olduğunu ona gösterecek gerekçeyi bulmak ve onu şekillendirmektir. Böyle olduğu zaman, sizin de söylediğiniz gibi, ne kadar çok tartışırsak tartışalım kendi fikrimize o kadar çok inanarak o masadan kalkarız. Dolayısıyla ortak aklı oluşturmak için, her an fikrini değiştirmeye hazır olarak dinleyip ve nihai amaçta anlaşmış olmak lazım. Yani sonunda ne elde etmek istiyoruz? Şayet birbirimizi yok etmeyi hedefliyorsak, ortak akıl hiçbir zaman gerçekleşmez. Ama sonunda birlikte var olmayı hedefliyorsak mutlaka bir yol buluruz.”

“Kararlarımızı alırken çok sık kullanırız, ‘iç sesim bana şunu diyor’. İç sesimizi dinlemek lazım mı; nedir iç ses?” “İç sesimiz antrenmanlı olduğumuz, mesleğimizi uyguladığımız, üzerinde çok pratiğimizin olduğu bir konuda bir şey söylüyorsa o sesi dinlemek lazım ama antrenmanlı olmadığımız, mesleğimizi uygulamadığımız bir konuda bir şey söylüyorsa o sese kulakları tıkamak lazım. Çünkü büyük bir ihtimalle o ses bizi felakete sürükleyecektir; girmememiz gereken ilişkilere gireceğiz, yapmamamız gereken yatırımları yapacağız, mutlaka pişman olacağımız bir şey çıkacaktır.”

“Pek çoğumuzun dillendirdiği, hatta çoğu zaman da birbirimizi ‘yoksunlukla’ suçladığımız bir şey var; empati. Empatiyi nasıl geliştirebiliriz?”

“Empati eğitiminin gelişmesinde, daha sonra bunun üzerine teknikler öğrenilerek alınacak yol çok sınırlıdır. Olmaz değil, ama sınırlıdır. Empati, çocuğun 0-5, 0-7 yaş içinde anne babasıyla kurduğu ilişkinin sonucu ya vardır ya yoktur. Yoksa da daha sonraki popüler kültürün etkisinde girdiği eğitimlerde az gelişir. Yani anne baba çocuğun duygusunu kabul ediyorsa, isteklerini kabul etmediğinde bile duygusunu kabul edip onunla ilişki kuruyorsa çocuk empati geliştirir ve başka insanların duygularını anlayan bir insan olur. Ama yok, anne baba çocuğun duygularına karşı çıkıyorsa ve çocuk olumsuz duygularını bastırarak büyüyorsa o zaman empatiyi geliştirmek kolay değil. İnsanlar ne istiyor, iyi duygu yaşamak istiyor; halbuki insanı insan yapan, olumsuz duygulardır. Utanma olmasa, pişmanlık olmasa, kıskançlık, haset olmasa nasıl bir hayat olurdu? Bu duyguları biz yönetmeyi, iyiye çevirmeyi öğreniyoruz; daha iyi olmak için gayret ediyoruz; doğru kararlar vermeye çalışıyoruz; hata yaptığımız zaman utanıyoruz, pişman oluyoruz. Bunlar aslında bizi insan yapan, derinlik kazandıran, yaşamamıza anlam katan duygular. Ama insanlara ne yaşamak istersiniz diye sorsanız, insanların söyleyeceği şey ‘iyi duygular yaşamak, mutluluk,’ olur. Bunu iyi yaşamak olarak algılıyoruz.”

“Boşanmaların son dönemde arttığı söyleniyor. Bunun temel nedeni iletişim eksikliği mi? Niçin boşanıyoruz?”

“Bu yoğun boşanmaların en önemli sebebi, değerlerin ne anlama geldiğini, önemini bilmeden ilişki kurulmasıdır. Karşı tarafın değerlerle ilgili verdiği ipuçlarını değerlendirmeden ilişki kuruluyor. Bunun sonunda duygusal ve cinsel çekimin, hormonların etkisinde kalarak bir araya geliniyor ve evlilik kararı alınıyor. Bir-iki sene geçip hormonların etkisi zayıflayıp, duygusal ve cinsel çekim azalınca değerlerden kaynaklanan çatışmalar yaşanıyor ve her durum bir karara, her karar bir çatışmaya dönüşüyor. Dolayısıyla da işin sihri kaçıyor. Boşanmala-

rın sebebi bu. Eğer kişi değerlerin önemi bilse, kendi değerlerini, karşı tarafın değerleriyle ilgili verdiği işaretleri anlayabilse problem olmaz zaten. Geçmiş evliliklerin, yani anne babanın tayin ettiği evliliklerin, daha sağlıklı olmasının sebebi anne-babaların fark etmeden veya fark ederek değerlere bakmasıdır. Bu aile bize uyar mı, bu kız bu çocuk bize uyar mı diye bakıyorlar. Bugünün dünyasında problemler, daha çok, insanların kendi başına seçtikleri eşlerle oluyor.”

“Etrafımızda çok duyduğumuz yakınmalar var: Canım sıkılıyor, mutsuzum… Kararlar ve duygular bağlamında ele alırsak neler söylersiniz?”

“Dünyayı zenginleştirmekle ilgili bir şey bu. Mutluluk dediğimiz şey aslında üç aşamalı bir şey. Bir, ‘an’dan haz almak. İnsanların da mutluluktan anladıkları çoğunlukla bu. İnsan andan nasıl haz alır? Hoşuna giden bir şey yapar, sevdiği bir şeyi satın alır, satın almanın verdiği mutluluğu yaşar. Cinselliktir andan haz aldıran şey, zirveye çıkar. Hepsi, doyum sağladığımız anda cinsellikle aynı mekanizma üzerinden çalışır beyinde. İnsan aşağıya iner ve aynı şeyi tekrarlama ihtiyacı çıkar. Yani bu, susuzluğu gidermek için deniz suyu içmeye benzer, içtikçe susar insan. Bu, birinci düzey mutluluk. İkincisi, ‘akış hali’; bir iş yaparken zamanı kaybetmek. ‘Ah bir saat geçmiş, ah öğlen olmuş, ah akşam olmuş!’ Kaya tırmanışı yapmak, dağ bisikleti yapmak, bir konsere gitmek, bir roman okumak, bir arkadaşla sohbete dalmak… ‘Ah kaç olmuş saat, farkında değiliz!’ Buna psikologlar ‘akış hali’ diyorlar. Zamanı kaybetmek, zamandan hatta mekândan kopmak… İkinci düzey mutluluk da budur. Ama bunun için, bedenimize veya beynimize yatırım yapmış olmamız gerekiyor. Şayet bu yatırımı yapmamışsanız çıkıp dağ bisikleti yapamazsınız, kaya tırmanışı yapamazsınız, bir konsere gitseniz sıkıntıdan patlarsınız, bir kitabı okumak eziyet olur. Birinci düzey, sahip olmakla olur; ikinci düzey ‘olmak’tır. Üçüncü düzey mutluluk ise, kendini aşan bir amaca hizmet etmektir. Kendini aşan bir amaca hizmet etmek; ‘anlam duygusu’dur. Yani yaşadığına anlam vermektir. Bu anlam insanın kendisiyle sınırlı bir anlam değil, kendi dışılığında bir anlamdır. İslami eğitim almış insanlar için iyi müslüman olmaktır; laik eğitim almış olanlar için topluma, millete faydalı bir insan olmaktır; kendini aşan bir gücü, varlığı önüne koymaktır. Zamanının, parasının bir bölümünü ihtiyacı olanlar için harcamaktır. Bu da ancak anlam duygusuyla mümkün olabilir. Biz, çocuklarımızı böyle yetiştirmiyoruz, onun için canları sıkılıyor.”


6 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2015

Ayşe Kulin Hayali Bir Gelecekte… Çok satan kitap listelerinin olmazsa olmaz isimlerinden Ayşe Kulin, bu kez okurlarını şaşırtacak distopik bir roman yazdı. Yakın bir gelecekte, Ramanis Cumhuriyeti’nde hüküm süren tiran ölür ve yerini oğlu alır. Ramanis halkı bir diktatörün baskı rejimi ve din ulemalarının dudaklarından dökülen kurallara göre yaşamaya zorlanmaktadır. Düşünmek, konuşmak ve hatta hatırlamak bile bedeli ağır birer suça dönüşmüştür. Bu demir yumruk yönetimi altında, yoğun bir denetim ve gözetim eşliğinde yaşayan halk güneş ışığından da mahrumdur. Kimse Güneş’in yüzünü en son ne zaman gösterdiğini hatırlamaz. Unutulmuş bir zamanda, bilinmeyen bir nedenle Güneş ile Dünya arasına “Gökcisim” denilen dev bir kütle girmiştir. Halk bitmeyen bir kışı yaşamaktadır. Gelgelelim yıpratıcı uykusuzluğuna çare arayan bilim kadını Yuna, geçmişine, kaderine ve en önemlisi de, bir kadın olarak tutkularına sahip çıkarak, beklenmedik bir şekilde gerçekleri sorgulamaya başlar. Topluma dayatılan kuralların, değişmez varsayılan yasaların, sonu gelmez sansürün mutlak olmadığını fark eden Yuna, sorumluluğunu üstlenip, deyim yerindeyse, güneşe açılan kapıyı aralamayı göze alacaktır. Hayali –ancak gerçek olma ihtimalini göz ardı edemeyeceğimiz– bir gelecekte, baskıya başkaldıran kadınları anlatan Ayşe Kulin günümüz Türkiyesine de göndermeler de bulunuyor. “Tutsak Güneş”, Ayşe Kulin, 440 s., Everest Yayınları, 2015

Bir Sosyal İntihar Girişimi Destek Yayınları tarafından piyasaya çıkartılan “Nasıl Evde Kaldım?” mutlu aile tablosu hayallerine rağmen o resme bir türlü dahil olamayan kadınları anlatıyor. Ne oluyor da imzalar atılmadan evvel o “evet”i işitmekten mahrum kalıyor bu kadınlar? “Nasıl Evde Kaldım?” bunu sorgulayan bir roman kahramanının eğlenceli öyküsü. Koca bulmak için uğraşan değil, bu saate kadar nasıl olup da bulamadığını sorgulayan; hatalarının, kararlarının, tercihlerinin muhasebesini yapan; bunu yaparken de kendiyle dalga geçmekten geri durmayan ana karakterin mizahi anlatımı her kadının hayatından bir şeyler bulabileceği keyifli bir okuma vaat ediyor. “Nasıl Evde Kaldım?” ne bir rehber, ne de sonu mutlu biten bir aşk hikâyesi… “Başlığa kanıp da kendine yapılmaması gerekenler rehberi bulduğunu sanıyorsan kitabı usulca yerine bırak,” diyor yazar… Anlattığı onca hikâyeden sonra “emin ol, sen de beyaz atlı prensine kavuşabilirsin,” umudunun pazarlamasını yapmayacağını da en başından söylüyor. Her bölümde yaşadığı kötü deneyimler ışığında nasıl evde kaldığını sorgulayan başkahraman, konudan konuya atlarken, devam eden gündelik hayatından da kesitler sunmayı ihmal etmiyor. Anlattığı birbirinden farklı hikâyelerle okuru çoğunlukla gülümsetecek, yer yer kendi hayatına dalıp götürecek, hiç beklemediği bir anda kahkaha atmasını sağlayacak eğlenceli bir kitap “Nasıl Evde Kaldım?”. “Nasıl Evde Kaldım?”, Müge Seyhan Öztürk, 120 s., Destek Yayınları, 2015

Žižek’i Anlama Klavuzu OZAN EZGİ BERBEROĞLU

S

lavoj ∔i−ek, içinde bulunduğumuz yüzyılın en önemli fikir insanlarından. ∔i−ek hakkında kaleme alınanları okumak da kendi yazdıklarını okumak kadar keyifli. Christopher Kul-Want ve Piero’nun ünlü düşünürün fikirlerini anlamak için bir resimli rehber olarak hazırladıkları “Slavoj ∔i−ek-Çağımızın Son Filozofunu Anlamak İçin Çizgibilim” kitabı özellikle düşünürü daha önce okumamış olanlar için yol gösterici bir eser. Kul-Want ve Piero, ∔i− ek’in düşün biçimini kolay anlaşılır kılmak için hazırladıkları bu kılavuzda onun siyaset, ekoloji ve felsefe alanlarında ürettiği kavramları ve geçmiş felsefi akımlara getirdiği yorumları sade bir dille okura aktarıyor. Kitapta ∔i−ek’in sol politikadan beslenen fikirlerine yer verilirken, sol siyasi akımları ne denli sert şekilde eleştirdiğine de değiniliyor. Düşünür, Stalin ya da Mao’nunki gibi totaliter eğilimlerle özdeşleştirilen komünist doktrinle arasına geniş bir mesafe koyuyor. Hatta daha da ileri gidiyor ve 20. yüzyılın komünizmini büyük bir başarısızlık hikâyesi olarak niteliyor. Kul-Want ve Piero, ∔i−ek’in siyaset tarihine getirdiği eleştirileri ön plana çıkarırken, düşünürün sahiplendiği sol kavramları da vurgulamayı unutmuyor. ∔i−ek, Stalin ve Mao’nun devrimci hareketlerinin başlattığı politik özgürleşme hedefini sürdürme konusunda yeteneksiz olduklarını eleştirirken, komünizm terimini sıkı sıkıya sahiplenerek onu özgürleştirici politika geliştirmenin en önemli yolu olarak görüyor. ∔i−ek bugünün birçok filozofunun ve entelektüelinin aksine hakikat fikrinden çekinmiyor. Nietzsche’nin itibarsızlaştırdığı hakikat fikri ∔i−ek için büyük önem taşıyor. Felsefenin hakikati kavrama kapasitesi olduğuna duyduğu inancı her fırsatta dile getiren düşünürün hakikat tanımı da kendine özgü. Kul-Want ve Piero, ∔i−ek’in hakikat tanımını, toplumu kontrol eden gerçek iktidar ilişkileri ve toplumu sosyal ve politik özgürlükten alıkoyan ideolojileri kavrayış biçimi şeklinde özetliyor. Kitapta üzerinde durulan bir diğer konu ise ünlü düşünürün ekoloji alanında ürettiği düşünceler. Doğaya bakış açımız ∔i−ek için mutlaka değiştirilmesi gereken bir olgu. Düşünür, insanların doğa hakkındaki hâkim fikirlerden sıyrılması gerektiğini ve ekoloji sorununun bugünün politik mücadelesindeki en önemli alanlardan biri olduğunu savunuyor. ∔i−ek’e göre ekolojiye dair egemen tutum aşırı derecede muhafazakâr ve naif doğa fikrine ihanet eder durumda. “Doğa ve yeryüzüyle ilgili duygusal fikirler nasıl ekolojik krize katkı sağlıyorsa benzer bir saptırılmış duygusallık şekli de dünyadaki yoksulluğun ortadan kaldırılmasına mani oluyor” diyen düşünür, ekolojiye yönelik geliştirilen sözde hassasiyetin sosyolojideki bir diğer yansımasının da yoksulluğun devamlılığına yol açtığını savunuyor. Simgesel düzeni dil ya da işaret sistemleri gibi herhangi bir iletişim sistemi ve bu sistemi yöneten kuralların tümü olarak tanımlayabiliriz. ∔i−ek’i anlama kılavuzunda, simgesel sistemlerde kuralların nasıl işlediğini göstermek için satranç oyununa başvuruluyor. Burada her sat-

ozanezgiberberoglu@gmail.com ranç taşının yalnızca belirli yönlere ilerleyebilmesi durumunun dil için de geçerli olduğu belirtiliyor. Gündelik hayatımızda davranışlarımız ve konuşmalarımızı kalıplar içinde tutmamızı sağlayan birçok yasak ve tabu sürekli karşımıza çıkıyor. ∔i−ek’e göre dili ve toplumsal etkileşim şekillerini yöneten kurallara tabi olma süreci doğal bir süreç değil ve insanın varoluşunda “dil içgüdüsü” diye bir kavram yok. Bu düşüncelerden yola çıkan Kul-Want ve Piero, ∔i− ek’in simgesel düzen üzerine geliştirdiği fikirleri ondan alıntılar yaparak ayrı bölümler halinde inceliyor. İnsan yaşamında keyif ve yaptırım arasında organik bir bağ var. ∔i−ek bu bağı “Keyif aldığımızda her zaman belli bir yaptırıma uyarız” biçiminde açıklıyor. Günümüzde meta kültürü ve keyif almaya adanmış süperego birbirlerini mükemmel biçimde tamamlıyor. Adeta keyif almamızı emreden bir yaptırımın altında yaşıyoruz. Sürekli ulaşmaya çalıştığımız hedeflerin başında daha sağlıklı görünmek, iyi bir vücuda sahip olmak gibi öze ilişkin eğilimler bulunuyor. “Daha iyi” olmak için ise aralıksız tüketmeli, alışveriş yapmalı ve daha bir dizi yaptırıma boyun eğmeliyiz. Daha çok şey yapma, daha çok şey görme ve daha çok keyif alma yönündeki baskının aslında biz insanları büyük bir mutsuzluğa sürüklediğini belirten ∔i−ek, bu süperegonun emrettiği keyfin sahte bir duygudan başka bir şey olmadığını savunuyor. Düşünüre göre, geç kapitalizmin hüküm sürdüğü çağdaş toplumda keyif alma yaptırımının en tanıdık şekillerinden biri ise kendin olmak üzerinde yoğunlaşmış hazcı bir yaptırım. Resimli Slavoj ∔i−ek kılavuzunda, düşünürün kapitalizm ve sosyolojik yansımalarına getirdiği yorumları geniş biçimde yer bulurken onun otoriteye ilişkin yaptığı ikiyüzlülük eleştirisi de ön plana çıkarılıyor. ∔i−ek ahlaki otoritenin politik biçimlerinin istisnasız olarak ikiyüzlü ve tutarsız bir özelliği olduğunu belirtiyor. Bu politik ikiyüzlülülüğü Naziler örneğiyle açıklayan düşünür İkinci Dünya Savaşı zamanında yaşanan soykırımların Nazilerce estetize edilmesinin, bunun bir “temizlik” hareketi olduğuna yönelik yürüttükleri kirli propagandanın ve inkâr politikalarının tüm otoritelerce gösterilen ikiyüzlülüğün bir temsili olduğunu savunuyor. Slavoj ∔i−ek’in özellikle Türkiye ve onun Ortadoğu politikası üzerine önemli görüşler bildirdiği şu günlerde tüm çevrelerce bir kez daha dinlenmesi gerekiyor. Bu nedenle Kul-Want ve Piero’nun hazırladığı “Slavoj ∔i−ek-Çağımızın Son Filozofunu Anlamak İçin Çizgibilim” özellikle de düşünürle yeni tanışacak olanlar için güzel bir başlangıç niteliğinde. ∔i−ek’in felsefe, ekoloji, ekonomi ve politikaya bakışının çok kısa bir özetini sunan bu kitapla, onun düşüncelerindeki çarpıcı detaylara ve zihin evrenine geniş bir çerçeveden bakarak fikirlerini oturttuğu çatıyı gözlemleyebilirsiniz. “Slavoj Žižek-Çağımızın Son Filozofunu Anlamak İçin Çizgibilim”, Christopher Kul-Want, Piero, 176 s., NTV Yayınları, 2015.


Kasım 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 7

Leylâ Erbil’den Kalanlara Feminist Bir Bakış SARPHAN UZUNOĞLU

K

aybettiğimiz entelektüellerin anıları ve eserleri son yıllarda adeta bir sömürü konusu oldu. Bağlamından kopuk görsellerle, o yazar ya da şaire ait olmayan pasajlarla, kimi zaman popüler bir dergide kimi zaman da yeni medya ortamında karşılaşıyoruz. Böyle dönemlerde bir yazarın, bir yönetmenin ya da bir şairin ürettiklerine dair sistemli, akademik bir çalışmanın önemi daha da ortaya çıkıyor. Elmas Şahin’in Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan “Leylâ Erbil Kitabı” işte tam da bu yukarıdaki sebeplerle Türkiye’de edebiyat incelemeleri ve araştırmaları bakımından özel bir konuma sahip. Doktora tezinden üretilmiş olan kitabın temel amacı yazarı tarafından özetle şöyle tanımlanmış: “Dünden bugüne feminizm ve feminist kavramlarının Batı’da ve bizde geçirdikleri evrelerin ve geldikleri noktaların izini sürerek Leylâ Erbil’in eserlerine feminist bir yaklaşımla yolculuk yapmak.” Leylâ Erbil Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterilen Türkiyeli ilk kadın yazar. Feminist bir yaklaşımla ona ve eserlerine yönelen bu kitabı özel yapan şey de onun sahip olduğu bu önemli unvanın, eserlerinin içeriği ve kapsamıyla örtüşen bir çalışmayla tamamlanmış olması. Leylâ Erbil’le ilgili olarak üretilmiş olan materyallere, yapılan araştırmalara çoğunlukla konu olmuş olan cinsellik ve cinsiyet temaları, kitapta feminist bir yaklaşımla ele alınıyor. Cinselliğin tabu olmaktan çıkışı, bir kadının cinselliği yazabilmesi gibi ciddi adımların atılmasında Leylâ Erbil’in rolü büyük. Elmas Şahin’in deyişiyle “uyaran” bir kalem olarak Leylâ Erbil, açık ve tereddütsüz meydan okuyan yazar. Bu bağlamda da yazdıkları derinlikli bir araştırmayı hak ediyor. Ama kitabın temel iddiası belirttiğimiz üzere cinsiyet, cinsellik, başkaldırı gibi temalardan ziyade feminist bir okuma yapmak. İlk bölüm Leylâ Erbil’in kimliğine, ikinci bölüm ise kitabın benimsediği yöntemlere ayrılmış. Feminist teori ve metin okuma yöntemleri konusunda ikincil kaynak arayanlar için bu bölüm ciddi bir imkân sunuyor. “Annelerin girilmeyen yatak odalarına giren” (s.25) bir edebiyatı ortaya çıkaran Leylâ Erbil’in yaşam yolculuğu aktif bir politik içerik taşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası başta olmak üzere birçok noktada inisiyatif alan, önde durmaktan kaçınmayan, buna bağlı olarak da günümüz piyasasındaki “eşik tutan” yazar profiline benzemeyen, üstelik edebiyatını da tehlikeli sularda gezdirmekte sakınca görmeyen bir kalemle karşı karşıya olduğumuzu defalarca hatırlatıyor bize. Kitap özellikle yeni kuşak için ilginç bilgiler de içeriyor. Kadınların 70’lerden bugünlere sol/sosyalist ve entelektüel çevrelerdeki mücadelesiyle ilgili hem kronolojik hem de niteliksel bilgi sahibi oluyoruz. Erbil’in ÖDP’den vekil adaylığı da bir yandan tarihin sayfalarında bir iz, bir yandan da günümüz edebiyatçıları bakımından tartışmaya değer bir durum olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle de 2009 yılında kurucusu olduğu, başkanlığını yürüttüğü dernek ve örgütlere “inatla” 1 Mayıs’lara katılması, bugün örgütsel fetişizm ve cemaat içi kabullenilme histerisi içerisinde unuttuğumuz bir şeyi, kül yutmaz bir

sarphanuzunoglu@gmail.com politik duruşu hepimize anımsatıyor. Kitabın ikinci bölümü, her akademik çalışma gibi “altbaşlık” kavramının hakkını veriyor ve bizi kuram içerisinde bir yolculuğa çıkarıyor. Hem erkek yazarların hem kadın yazarların metinlerine bakmakta kullanılan feminist teori anlatılırken, 1970’ler sonrasında Türkiye edebiyatında yükselen ve Adalet Ağaoğlu, Ayla Kutlu, Tomris Uyar, Pınar Kür ve Buket Uzuner gibi taşıyıcıları olan “kadın dili” de irdeleniyor. Bu edebi gelişmeler elbette feminist kuramın tarihiyle birlikte ele alınıyor. Zira o kadın dilinin ele alınışı, kurgulanışı, hem siyasal yaşantıya hem de feminist kuramın o dönemin kadın entelektüelleri arasındaki tartışılma ve algılanma biçimine yansıyor. Elmas Şahin, feminist kuramın kadın yazarlar için bir tür “akıl danışmanı” olduğunu söylüyor. Bu, sıradan bir okur için çok şey ifade etmeyebilir; ama kitabın omurgasında kurama atfedilen rolün de gösterdiği gibi, Erbil’in metinlerini anlamak için önemli bir dayanak sunuyor. Kitabın üçüncü bölümü, kitabın omurgasını oluşturuyor ve şu altbaşlıklardan oluşuyor: Cinsiyet ve Cinsellik, Aldatma, Anne-Kız Çatışması, Bekâret, Ataerkillik, Ensest, İğdiş Etme, Özel ve Kamusal Alan, Özgürlük ve Eşitlik, Sosyalizm/Marksizm, Varoluş, Kavram Olarak Kadın ve Erkek. Bugün lisans ve üstü bir seviyede verilebilecek herhangi bir toplumsal cinsiyet dersi içerisinde bu kavramları teker teker ele almadan ilerlemek neredeyse imkânsızdır. Bedeni bu denli merkeze alan Erbil’in metinleri bu alanlarda önemli bir materyal sunuyor. Ama “bedenini istediği gibi kullanma hakkına sahip bir birey olarak kadın”, erkekler tarafından dizayn edilen ve her gün yeni yönetişim stratejileriyle kadına/kadınlığa karşı bir baskı unsuru olarak kendini yenileyen sistem karşısında Erbil’in radikal çıkışı olarak rahatlıkla tanımlanabilir. Neticede bu yazı elbette kocaman bir doktora tezini gözden geçirme işlevi bakımından yetersiz; ancak arka kapakta da kullanılan Erbil tarafından kaleme alınmış mesajdaki bir cümleyle bitirmekte fayda var: “Bu çalışma aynı zamanda bu toplumda benim gibi düşünenlerin itilip kakılmalarına, karalanma çabalarına da bir yanıt olmuş: ne mutlu bana ki gözüm arkada kalmayacak.” Ve ne mutlu bize ki, bu kadar değerli bir entelektüeli böyle güzel bir çalışma üstünden ele alma şansımız oluyor. “Leylâ Erbil Kitabı”, Elmas Şahin, 496 s., Yitik Ülke Yayınları, 2015

ÖNER CİRAVOĞLU onercirav@gmail.com

Sennur Abla, Ferit Ağabey… Bu satırları Çetin Altan’ın sonsuzluğa uğurlandığı gün yazıyorum. İlk gençlik çağımın simge adı olan Çetin Altan, sert polemikleriyle ve yurt gerçeklerinin üstüne keskin eleştirileriyle bizi büyülüyordu. Ardından edebiyat yapıtlarıyla da eski tabirle ‘temayüz’ etti. İstanbul izlenimleri ve portre yazıları benim için asla unutulmayacak değerdedir. Bir de Nâzım’dan şiir okuduğu plak belleğimde yer etmiştir. Özellikle Yapıcılar Türkü Söylüyor şiiri… Sanırım aynı duyguları, yaşasaydı Sennur Sezer de paylaşırdı. Daha dün onun televizyon programına çağrılıydım. Ne de çok konuştuk. Konuşkan biri olmadığım halde o gün dilim çözülmüştü. YAZKO’dan filan söz ettik. Stüdyonun kıyısından ise sevgili Adnan Ağabey (Özyalçıner) bizi izliyordu. “Perşembe Mektuplar”ını tanıtmıştım burada. Zaman ne çabuk ilerliyor. YAZKO’nun kuruluş günlerinde bize destek olanların başında geliyordu Sennur Sezer. Haftada dört kitap çıkarırken tüm provaları gece gündüz okuyup baskıya yetiştiren oydu. İlk kitabı “Gecekondu”yu lise çağlarımda Trabzon’da okumuştum. Kadın şairlerin azlığı üstüne düşünüp durduğumu; arkadaşlarla tartıştığımı anımsıyorum. Sennur Sezer yavaş yavaş şiir serüvenini izletti bize… Kitap tanıtımları gibi meşakkatli bir işi de kotarıyordu bir yandan. Çocuk edebiyatı alanında da ısmarlama olmayan yapıtlara imza attı. Biliyorum çoğu yazar sipariş üstüne çocuk öyküleri, romanları yazıyor. O bunun dışında kaldı. Tıpkı Adnan Özyalçıner gibi. Sennur Sezer’in şairliğinin yanı sıra gerçek bir bilgelikle toplumsal sorumluluk da alacağını tahmin etmek zor değildi. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde Ataol Behramoğlu’nun yeni kitabı çıkmıştı. Oysa Behramoğlu ortalarda yoktu, belli ki yurt dışındaydı. Ama Sennur Abla sanki yüz yüze bir söyleşi yapmış gibi onun eski söyleşilerinden sorulu cevaplı bir metin hazırladı. YAZKO Edebiyat’ta yayınlandı. İşte bu örnek bile edebiyatın sonsuz olanaklarını bize çarpıcı bir biçimde anlatmıyor mu? Yazarın iletisi tıpkı bir kardelen gibi hiç ummadığınız bir zamanda ortaya çıkar ve okura ulaşır. Bunun geçmişte sayısız örnekleri var. Ali Sirmen’in tutukluyken Samim Lütfü imzalı yazıları ve kitabı… Nâzım Hikmet’in takma adla hapishaneden yaptığı çeviriler. Daha bir yığın örnek verilebilir. Tutukevlerinden söz açılınca bir başka dosttan da söz etmeliyim. Çevirmen Rasih Güran’ın yeğeni olan grafik sanatçısı Ferit Erkman’dan. Rasih Güran talihsiz bir biçimde ölmeseydi, ne çok çeviriye imza atacaktı. Ama Steinbeck çevirileriyle çok sayıda okura ulaştı biliyorsunuz. Ferit Erkman’ı bana dost Çağatay Anadol tanıştırmıştı. Çağatay Anadol REYO Matbaasında onunla ortaktı. Diğer ortak da mimar Selçuk Batur… Prof. Afife Batur’un eşi… Aynı zamanda ağabeyim Özer Ciravoğlu’nun hocası… REYO matbaası bir dönem için Cağaloğlu’nun en seçkin işletmesiydi. Kapak baskılarını özenle yapardı. Yönetim odası aydınların uğrak yeriydi. Murat Belge, Atilla Tokatlı ve Bülent Erkmen başta olmak üzere… Ferit Ağabey ile Selçuk Batur haftanın bir günü öğle yemeğinde arkadaşlarıyla buluşurdu. Kimler mi? Hepsi de rahmetli olan Fethi Naci, Melih Cevdet Anday, Aydın Emeç… Belki de arada sırada da Bodrum resimleriyle ünlü Mehmet Sönmez ile Süreyya Berfe… Ferit Erkman benim ilk deneme kitabımın (“Sevgi Yazıları”) kapağını yapmıştır. Çok beğenilmişti o kapak. Onu da son yolculuğuna uğurladık. Mekânı cennet olsun! Öneri:

“Casus”, Ekrem Güvendiren, roman, 124 s., Delisarmaşık, 2015 “Öyküden Çıktım Yola”, Haz. Mehmet Karabulut, 416 s., Aylak Adam yay.


8 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2015

Dünyanın En Yalnız Çaydanlığı AYŞE BAŞCI aysebasci@hotmail.com

G

önül ağrısının fiziksel acıdan daha yoğun olduğu bir ameliyatın ardından üç haftalık zorunlu yatak istirahati sırasında okudum, yıllardır okunmayı bekleyen kitabı. Yanlış zamanda yanlış kitap ve yanlış yazarmış ama bunu fark ettiğimde vazgeçmek için çok geç kalmıştım. Esther’in hikâyesini tamamlamalıydım. Sonunu

İşte bu yazarla böyle tanıştım. Gerçi konumuz “Sırça Fanus” değil ama ’tan söz ederken yolumuz mecburen düşüyor ona. Çünkü “…nerede olursam olayım -bir gemi güvertesinde Paris’te bir sokak kahvesinde ya da Bangkok’ta- hep aynı sırça fanusun altında kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım,” diyen kadını görmek gerek. Dediğim gibi, konumuz “Sırça Fanus” değil, “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı” ya da “Ariel” da değil. Konumuz, “Çizimler”. Kısa süre önce Kırmızı Kedi Yayınevi’nden İlknur Özdemir çevirisiyle çıkan “Çizimler”, Sylvia Plath’ın eşi Ted Hughes’a ve annesine yazdığı birkaç mektubun, yine Plath’ın çizimleriyle harmanlandığı bir kitap. Kitabın daha en başında, kızı Frieda Hughes’un yazdığı önsözü okur okumaz içim sıkıntıyla doluyor. Sebebi Plath’ın bütün güzelliğine, yeteneğine, duruluğuna karşın okura yansıttığı o keder değil. Tek sebep, “mektup edebiyatı”ndan hoşlanmıyor oluşum. Özdemir Asaf’ın, Ahmed Arif’in, Anton Çehov’un mektuplarını okuduğumda da aynı rahatsızlığı hissetmiştim. Bize ait değil, biz okuyalım diye yazılmış değil, edebi yönü her ne olursa olsun “bi-

bilmeme rağmen, o sona onunla birlikte gitmeliydim. Gittim. Ne de olsa “sırça fanus” dediğimiz, hemen hemen her kadının bir dönem ya da sürekli çevresini kuşatan bir hapishane. Yabancı olduğumuz bir şey değil. Ama kolaylıkla ifade edemediğimiz bir şey. Zaten kolay olsaydı, fanus olmazdı. Hele sırça, hiç olmazdı…

zim” değil. Herkesin bilmesini isteselerdi mektup olarak değil, şiir, öykü, anı ya da roman olarak yazarlardı gibi geliyor bana. Dolayısıyla varislerin izniyle yayınlanan her “mektup kitabı” bana biraz ihanet gibi geliyor. Öte yandan da mektuplar bize sevdiğimiz ya da sevmediğimiz edebiyatçılar hakkında çok şey anlatıyor. Kendi adıma, böyle bir ikilem yaşıyorum. “Çizimler” de bu anlamda bir istisna değil. Ama “Çizimler”i farklı kılan, Sylvia Plath’ın pek bilinmeyen bir yönünü, resim tutkusunu göstermesi. Hatta buna bir “çizim kitabı” demek yanlış olmaz. Frieda Hughes’un önsözde belirttiğine göre, Plath resim çizerken kendini mutlu hissediyor, yazmak için de resimlerden ilham alıyormuş.

İngiltere’de Aşk, İlham, Yalnızlık Üç bölümde hazırlanan kitap, Sylvia Plath’ın İngiltere’de yaşadığı döneme ait çizimlerle başlıyor. Bölümün başında, Plath’ın büyük aşkı (kimilerine göre ise “felaketi”) Ted Hughes’a yazdığı mektup yer alıyor. Tarih 7 Ekim 1956. Plath ve Hughes gizlice evlenmişler, Plath’ın bursunu kaybetmesinden korktukları için durumu açıklayamıyorlar ve İngiltere’nin iki ayrı noktasında bulunuyorlar. Plath bu mektubu yazarken 25. yaşını kutlamak üzere gün sayıyor. Okulundaki kızları “genç” olarak nitelendiriyor. Onlar kiliseye giderken o “ateist kahvesini” içip “varoluşçu yumurtasını” yiyor. Ve ardından, dünyada geçirdiği çeyrek yüzyılın “çöp” olduğunu, Ted’in “varlığıyla kutsanmış üç çeyrek yüzyıl daha” istediğini yazıyor. Daha sonra da çizim maceralarını anlatıyor. İnekler, şemsiyeler, şarap şişeleri, ot sapları… Mektubun hemen arkasında da bahsettiği çizimler yer alıyor. Bir şey var bu çizimlerde. Ne olduğunu tam olarak anlatmak zor belki de. Bir atkestanesi var örneğin. İnce ince işlenmiş. Kabuğu kırık. Sadece içindeki kestane değil, kabuğun içi de görünüyor. Resme bakınca insan bu atkestanesini parçalanmadan önceki haliyle de görebiliyor âdeta. Hem bütün, hem parça parça; hem güçlü, hem savunmasız… Plath, tam da mektubunda yazdığı gibi, “…bir kum tanesinde Sonsuzluğu görmeye devam” ediyor.

Ve bir çaydanlık. Ne bir ocağın üstünde ne de sobanın. Öylece, havada asılı duran bir çaydanlık. Dumanı tütmüyor. Sapı yukarıda. Sanki birinin alıp doldurmasını bekler gibi. Hazır gibi. Fazlasıyla yalnız bir çaydanlık. Sapının iç tarafında SP yazıyor. Kestane, çaydanlık, şemsiye, soba, çiçek… Bu imgeler aslında Plath’ın şiirinde de görülüyor. Yusuf Eradam, yaklaşık üç yıl süren bir çabayla hazırladığı “Sylvia: Ben’den Önce Tufan” kitabında (Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014) şunları söylüyor: “Şiirleri tek tek ele alındığında bir ayna, bir çiçek, bir at, bir sevgili, çocukları, babası hakkında gibi görünür. Oysa bir bütünlüğe sahip tek bir şiir gibi yorumlandığında hemen hemen bütün sanatçılarda gördüğümüzden daha farklı bir resim değildir. Plath’ın şiirinin resmi: Sanatçının evrendeki konumunu, yerini, anlamını, işlev ve amacını belirleyip, saptama gereğinden kaynaklanan bir iç sorgulama, acımasız bir engizisyon, gerçek Sylvia Plath’ın arayışıdır. İnsanın kendini tanımlayıp, olumlamasıdır.” (s. 57) Bu yüzden midir atkestanesinin içindeki damarların görünmesi? Bu arayışın bir sonucu mudur yapayalnız çaydanlık? Ya da kapalı duran şemsiye?

Sağlıksız Bir Hayranlık “Çizimler”in ikinci bölümü Paris’e ayrılmış. Ted Hughes ile çıktığı balayından bu kez annesine mektup yazmış Sylvia. “Sivvy” imzalı kısa bir mektup. Sağlıksız bir aşkın elinden çıktığı belli. Kısacık yazının beş yerinde “Ted” ismi geçiyor. İnsanı biraz ürkütüyor.


Kasım 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 9

Annesi de ürkmüş müdür okuyunca? Belki de ben oyunun finalini bildiğim için kuruntu yapıyorumdur. Belki de annesi çok memnundur kızının bu kadar delice âşık olmasından, kendi varlığını Ted’e bağlamasından… Burada uzunca bir parantez açalım. Çünkü Yusuf Eradam, Slyvia’nın sadece Ted Hughes’a değil, erkeklere bakışını da yansıtan bir bilgi veriyor: Ted Hughes’un

“The Hawk in the Rain” adlı şiir kitabının yayımlanması üzerine annesine şöyle yazmış Sivvy: “Yayımlanan kendi kitabım olsa daha mutlu olmazdım. … Önce onun kitabı yayımlandığı için öyle mutluyum ki. Benim kitabım da yayına kabul edildiği zaman her şey daha kolay olacak. Yale dizisinden olmazsa, başka bir yer olabilir. O zaman, Ted’in benden önde olduğunu bildiğimden, daha çok sevinirim.” Dahası, anne Aurelia Schober bu mektuba bir dipnot ekleyerek Sylvia’nın kocasının “üstünlüğüne” olan sarsılmaz inancından söz etmiş. Bir de anekdot var Sylvia’nın günlüğünde. Ortaokulda sözcükleri harflere ayırma yarışmasında bir erkek öğrencinin ardından ikinci olan Sivvy, “Don’un kazandığına çok memnun oldum. Bir oğlanın birinci olması her zaman daha iyidir,” diye yazmış. Eradam’ın yorumuyla, “Görüldüğü gibi Sylvia, erkeklerin başarıda onu sallamalarını rasyonalize etmeyi çok küçük yaşta öğrenmiş.” Ama sonraki yıllarda bu bakış açısı değişecek, yaşanan hayal kırıklıklarının ardından Plath adeta kadın haklarını savunan bir peygamber olarak yorumlanacaktır. Oysa Eradam’ın dediği gibi, “Plath politik amaçlarla yazmamıştır. Onun çığlığı tüm kadınlar adına atılmış bir çığlık değil, kendi kimliğini haykırma gereğinden kaynaklanan bir çığlıktır. Bu nedenle son şiirlerinde görsel öğelerden çok sessel/duyusal öğeler ağırlık kazanır.” (s. 101) Çocukluktan gelen bu kadın-erkek yaklaşımına yeterince öfkelenip üzüldük mü? O halde parantezi kapatalım ve “Çizimler”e dönelim. Plath’ın Paris’teki çizim macerası ağırlıklı olarak sokak resimlerinden oluşuyor. Binalar, insanlar, damlar, kediler… Zarifçe işlenmiş, mutluluğu çağrıştıran çizimler… Ve ardından İspanya günleri geliyor. Balayı devam ediyor. Sylvia mutlu (olabildiğince belki de). Annesine yine çizimlerinden söz ediyor, “Ted’in beni ne kadar yaratıcı yaptığını göster ona!” diyor. Ve ekliyor: “Onunla birlikteyken mükemmel yazıyorum, düşünüyorum ve çalışıyorum; ondan uzaktayken ikiye bölünüyorum, sadece acılara katlanarak, kısa sürelerle yazabiliyorum.” Ve sandallar, meyveler, evler, sokaklar, sarmaşıkların dolanmaya çalıştığı çatlak duvarlar…

“Ben”ler Çatışınca Son olarak da Sylvia Plath’ın günlüğünden bir sayfa. 21 Ağustos 1957, Çarşamba. Basık bir günde yazılmış, karanlık bir yazı. Kısa kısa notlar. Yengeçlerin hareketlerini anlatan uzunca bir paragraf. Bir hikâye taslağı. Yine çizimler. Ve son. Plath’ın ABD’deki günlerini yansıtan bu bölüm, yine doğrudan Yusuf Eradam’a başvurmamızı gerektiriyor belki de. Çünkü keder ve yalnızlık ile yaşam coşkusunu bir arada barındırmaya çalışan bir ruhun içinde sıkışıp kaldığı mengeneyi, intihara meyl etmiş bir genç kadının “dışarısı” ile “içerisi” arasındaki ikilemlerini görmek, Sylvia’nın yalnızlığını anlamak açısından önemli. “Bir yanı kalmak isterken öteki yanının sürekli aşkın olanı, tanrısallığı ya da kusursuzluğu ve yeniden doğuşu istemesinden doğan savaşımda yenik düştü. Beden, içinde barındırdıklarını dışarı atmak zorundaydı. Bunu da kendini ortadan kaldırmak yoluyla becerebilirdi. Çünkü içinde barındırmaya, bir araya getirmeye çalıştığı tüm ben (I) bir türlü bütünselliğini gerçekleştiremiyordu.” (s. 29) Belki de Plath’ın “Channel Crossing” şiiri bu bütünleşme/bütünleştirme çabasının ilk adımlarının bir ürünüydü: Ve başka insanların kentlerine, so-

kaklarına evlerine /D oğru yelken açarız, heykeller selamlar /Barışta, savaşta oynanan yürekli oyunları; tehlikeler /S on bulur: yeşil sahiller belirir; sonra yeni isimlerimizi,/ B avullarımızı beğeniriz, rıhtımlar dur der güdük destanlarımıza /Borcumuz biter varışlarda; güvertede yürürüz yabancılar yanımızda.

Gidecek Yer Kalmayınca Sylvia Plath’ın geride iki küçük çocuk, yığın yığın hayal kırıklığı, uzun süreli ve zorlu bir savaşım bırakarak intihar etmesi, hem “lanetli tanrıça” olarak anılmasına hem de yüzeysel bir bakışla “göklere çıkarılmasına” neden oldu. Oysa Eradam’a göre, “Kendisini ve dış dünyayı, onu sürekli olarak daha karanlık kutulara hapsettiğine inanmasına yol açan bir sorgulama sonucunda terk etmek ‘istemesi’ aslında başka çıkar yol kalmadığındandır, yalnızlıktandır, tanımı yapılmayan bir ‘gerçek sevgi’ arayışının düş kırıklığıyla sonuçlanmasıdır.” (s. 27) Bu satırları okuduktan sonra çizimlere dönüp tekrar bakıyorum. Sokaklar dışında, hiçbir objede coşku göremiyorum. Zaten Plath’ın kendisi de söylemiyor mu bunu: “Şu var, yalnız olmayı kesinlikle yeğliyorum; zehirden kaçar gibi kaçıyorum insanlardan; istemiyorum onları; masadaki yeni kızların bitmek bilmeyen sorularını dinliyor ve yanıtlıyorum; insanları ve olayları anlatarak onları eğlendirdiğimi, güldürdüğümü görüyorum ve kendimi ele vermeden, bir makine gibi, neredeyse hiçbir şey hissetmeden, yine de akıl sağlığı yerinde biri gibi davranarak hareket edebilmem şaşırtıyor beni.” Bu cümleyi tekrar tekrar okurken, hem bütün hem de parça parça olan atkestanesini ve dünyanın en yalnız çaydanlığını düşünmeden edemiyorum… Düşündükçe de Eradam’a hak veriyorum: “Kara gölgenden sıkıldım. Seninle olmak sürekli ölüm. Bu yüzden seni terk ediyorum Sivvy, yapacak işlerim var.” Plath’ın üzerindeki etiketler Nasıl ki Türk edebiyatında Nilgün Marmara ya da Tezer Özlü için “hüzünlü prenses, mutsuzluğun şairi, keder kraliçesi” ve benzeri pek çok etiket üretildiyse, Slyvia Plath da gerek yaşamı ve ölümünden gerekse şiirlerinden yola çıkan, yaftalamacı, kategorileştirici, hatta ilahlaştırıcı çeşitli tanımlarla anıldı bugüne dek. Herhangi bir edebi türe ayrıştırılmak gibi bir isteği olmayan şair, “gizdökümcü” kategorisine sokuldu ve bu şekilde benimsendi. Fakat Yusuf Eradam, bu yaklaşıma itiraz ediyor. “…bu basmakalıp sözler daha çok mektuplarına, günlüklerine ve biyografisine dayanmaktadır, şiirlerine değil. Oysa Plath’ı anlamak için sözcüklerinin, yarattıklarının anlamı, dilin somut sessel ve imgesel düzeni içinde yarattığı yan anlamları, duygu ve düşünceleri ve bunların sunulduğu kalıp ve biçimleri iyi kavramak gerekmektedir. Nasıl bir şiirin müziği, tartımı sözcüklerin sesleri ile anlamları arasındaki uyumdan, ilişkiden ortaya çıkarsa, Plath’ın yapıtları bir bütün olarak, tek bir şiir gibi anlamları ile okuyucuda bıraktıkları ses arasında bir yerde güzel, güzel olduğu kadar da rahatsız edici, ama defalarca okuma gereksinimi uyandıran bir tını bırakır. Ölümüne dek bu müziği kendi de duymuş şair için şiir yazma bir direniş mekanizmasıydı, en güçlü silahıydı.”


10 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2015

“Bu Kriz, O Kriz mi?” 2008 yılında önce ABD’de patlak veren ve hızla tüm dünyaya yayılan küresel ekonomik krizle birlikte “Bu kriz, o kriz mi?” tartışmaları başgösterdi. Bu tartışma sırasında yapılan tüm atıflar 1929 krizine yönelikti. “İçinden geçilen kriz hangi bakımlardan 1929 krizine benziyor, hangi yönleriyle ayrışıyor?” diye soruyordu uzmanlar. 1929 krizinin ardında ABD’de iktidara gelen Roosevelt, Yeni Anlaşma (New Deal) adıyla anılan kapsamlı bir ekonomik reform programını yürürlüğe koymuştu. Amerikan ekonomisi tarihinde ilk kez devlet müdahalesine maruz kalıyordu. “Yeni Anlaşma Mümkün mü?” adlı kitap, 1929 büyük buhranı ile 2008 büyük durgunluğunun koşullarına bakıyor ve bunların ardından uygulanan egemen siyaseti karşılaştırmalı olarak inceliyor. Hem 1929 sonrasındaki Yeni Anlaşma (New Deal) programının uygulanış koşullarını tanıtma amacını güdüyor hem de bugün yaşanan kriz ve sonrasındaki durgunluğun sınıf dengelerini nasıl etkilediğini ele alıyor. Yazar, uzun incelemeler sonucu ortaya çıkan verilerin ışığında bir Yeni Anlaşma’nın söz konusu olamayacağı iddiasında bulunuyor. “Yeni Anlaşma Mümkün mü?” yaşanan ekonomik krizlerden çıkışın artık sistem içinde mümkün olamayacağının, bu nedenle de nihai bir anlaşmanın başka bir değer sistemine yaslanan yeni bir düzenle mümkün olabileceğinin altını çiziyor. “Yeni Anlaşma Mümkün Mü?”, M. Kemal Doğru, 160 s., Nota Bene Yayınları, 2015

Her Şey Mutluluk Uğruna Size arzularınızı ve hayallerinizi nasıl gerçekleştireceğinizi söyleyen, “evrene doğru mesajlar” gönderirseniz tüm olanaklarını ayaklarınızın altına serileceğini vaat eden kitaplar uzun bir dönem hayli popüler oldu. Kişisel gelişim ile spiritüalizm arasında bir yere konumlandırabileceğimiz bu kitaplar tüm başarıların ve mutluluğun sizin elinizde olduğunu, dolayısıyla bunun gerçekleşmesi imkânsız bir hayal olmadığını yana yakıla anlattı. Bir müddet farklı metodlarla da olsa evrenden istedik durduk. Peki, evren bize ne dedi? Tüm o dileklere, beklentilere, dualara, isteklere karşılık; evren işleri yoluna koyacak, yol gösterecek, çözüm getirecek cevabı verdi mi? “Evren’den Mesajınız Var!” size arzularınızın tatminine giden yol için hazır bir formül sunmuyor. Onun yerine en temel olan mutluluk arayışınızda, kendinizi keşfetmeye davet ediyor sizi. Neden bizi mutlu eden şeylere yönelmek yerine, bilmediğimiz mutlulukların peşine düştüğümüzü sorguluyor. Kalıcı bir mutluluğu var etmektense, bize sunulan geçici mutlulukları cazip bulmamızın altında yatan nedenleri anlamamıza yardımcı oluyor. Anlayacağınız, mutlu olmak için yaptığımız pek çok şeyin aslında bizi mutsuz ettiğini fark etmemiz için elinden geleni yapıyor! Bizi nelerin mutsuz ettiğini bulduktan sonra mutluluğun da peşi sıra geleceğini iddia eden “Evren’den Mesajınız Var!” herkesi kendi yolculuğunun başkahramanı olmaya çağırıyor. “Evren’den Mesajınız Var!”, Evren Çolak, 224 s., İnkılap Kitabevi, 2015

Özgürlüğün Müphemliği YANKI ENKİ

Y

aşayan en önemli sosyolog ve düşünürlerden olan Zygmunt Bauman bugüne kadar sayısız esere imza attı. Türkiye’deki akademik ve hatta politik çevrelerin de gözünün üzerinde olduğu Bauman’ın eserlerinin birbiri ardına Türkçeye çevrilmesi yazarın hitap ettiği kitlenin oldukça geniş olduğunu kanıtlıyor. Sürekli yeni eserlerin yayımlanması ve bunların ilginç bir şekilde farklı yayınevlerinden çıkması, sadece okurların değil yayıncıların da Bauman’ın hızına yetişemediğini gösteriyor. Görünen o ki Bauman’ı okuyor, önemsiyor ve seviyoruz ama maalesef geriden takip ediyoruz. Bauman, aslında uzun süre önce yazdığı fakat Türkçede yeni yayımlanan “Özgürlük” başlıklı küçük ama derin kitabında, yerli yersiz kullandığımız için içi boşaltılan bir kavrama dönüşen özgürlüğü, kapitalist dünyada değişen toplumsal ilişkiler bağlamında tartışarak yeniden tanımlamaya çalışıyor. Aslında Bauman, kesin bir tanımlama önermekten ziyade özgürlükten ne anladığımızı, bu kavrama birbirinden farklı açılardan yönelerek gösteriyor. Başka bir deyişle, bu kitap özgürlük için bir reçete değil, teşhis sunuyor. Bauman kitap boyunca, hep kolaya kaçarak açıkladığımız, hatta açıklamaya gerek bile duymadığımız özgürlüğün müphemliğini vurguluyor. Müphemlik kavramı, Bauman’ın düşüncesindeki temel taşlardan biridir. Modernlikten, postmodernlikten ne anladığımızı tartışırken, “öteki” dediğimiz kümeyi tanımlarken kullanmadan edemeyeceğimiz müphemlik, yazarın özellikle “Modernlik ve Müphemlik”, “Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları” ve “Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri” gibi kitaplarında belirleyici bir rol oynar. Bauman’a göre dil, bir şeyleri adlandırmaya, sınıflandırmaya çalıştığında, ister istemez dışladığı anlamları da kapsar. Ötekileştirdiği dünyayı kendi içinde taşır. Bauman, Batı uygarlığını, modern kültürü bu müphemlik çerçevesinde değerlendirir. Bauman’ın müphem sıfatıyla nitelediği, iki karşıt kategoriye aynı anda sokabildiğimiz kavramlardır. Bu kavramlar, “ya o/ya da bu” şeklinde değil, “hem o hem de bu”, hatta “ne o/ne de bu” olarak tanımlanabilirler ve böylece üçüncü bir türü müjdelerler. Siyah ya da beyaz değil, gri anlamları vardır müphem sözcüklerin. Modern düşüncenin kesin çizgilerle ayrılmış anlamları, tanımlamaları, aslında müphemdir; ikircikli ve belirsizdir. Böylece, bir kavrama daha önce hiç bakmadığımız ya da bize gösterilmeyen bir açıdan bakmamıza, o kavrama yadırgayarak, yani bir bakıma mesafe koyarak yaklaşmamıza vesile olur Bauman’ın çerçevesi. Bauman, bu kitabın yazılma amacının “bir bakıma ‘tanıdık’ olanı tuhaf hale getirmek; bireyin müdahale edilip engellenebilse de normalde ‘daima sabit’ bir nitelik olarak sorgulamadan kabul ettiğimiz özgürlüğünü bir bilmece gibi, anlaşılmak için açıklanması gereken bir olgu gibi görmek” olduğunu söylüyor. “Kitabın mesajı,” diye ekliyor “belirli bir tür toplumla birlikte ortaya çıktığından (ve belki kaybolduğundan) dolayı bireysel özgürlüğe asla kesin gözüyle bakılamayacağı ve bakılmaması gerektiğidir.”

yankienki@yahoo.com İlk bölümde Jeremy Bentham’ın 18. yüzyılda tasarladığı ve felsefe okurlarının aşina olduğu bir kavram olan “Panoptikon” aracılığıyla özgürlüğün toplumsal bir ilişki olarak nasıl inşa edildiği gösteriliyor. “Birinin özgür olabilmesi için en az iki kişi gerekir,” düşüncesinden hareketle, özgürlüğün çekirdeğindeki toplumsal asimetri tartışılıyor ve özgürlük kavramının sözlükteki karşılıkları irdeleniyor. Bu karşılıkların özgürlüğün toplumsal olarak bir bölünme, ayrım, muafiyet, kurtuluş gerektirdiğine işaret etmesinin altı çiziliyor ve özgürlük ile tutsaklık arasındaki ilişkinin toplum için genel bir model olarak kullanılabileceği iddia ediliyor. Bauman böylece özgürlüğün anlam kümesi içinde özgür olmama durumunun da var olduğunu göstererek bu kavramın müphem yapısını vurgulamış oluyor. İkinci bölümde ise özgürlüğün tarih içinde, antik ve ortaçağ kullanımlarından sonra modern anlamıyla ne ifade etmeye başladığı tartışılıyor ve yavaş yavaş kitabın geri kalanına hâkim olacak özgürlük ve kapitalizm ilişkisinin temelleri kuruluyor. Bu bölüm, özellikle kapitalizm olmadan özgürlüğün ya da özgürlük olmadan kapitalizmin olup olmayacağını tartışıyor. Diğer bölümlerde karşılaştığımız bireysel özgürlük, tüketici özgürlüğü, ekonomik özgürlük gibi kavramların yolunu açtığı için kitabın belirleyici bölümlerinden biri olarak öne çıkıyor. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde özgürlük ve kapitalizm ilişkisinin geldiği son noktanın çözümlemesi yapılıyor. Teoriden ziyade pratikte nasıl bir dünyada yaşamaya başladığımızı, gündelik hayatta birer tüketici olan, ekonomik özgürlüğünü kazanma peşindeki bireylerin aslında nelere tutsak olduğunu anlatılıyor. Yer yer Freud’un “haz ve gerçeklik” ilkesine de vurgu yapılarak özgürlüğün ve baskının, ekonomik bağımsızlığın ve bağımlılığın bir arada oluşunun nelere tekabül ettiği tartışılıyor. Medya ile kitle kültürü arasındaki ilişkiyle birlikte politik iktidar ile seçmenler arasındaki ilişkinin de değerlendirildiği dördüncü bölüm, tüketici özgürlüğü ile bireysel özgürlüğün paralelliğini gözler önüne seriyor. Son bölüm ise tüm bu tartışmalara karşı sosyolojinin nasıl bir konumda durduğunu tartışmaya ayrılmış. Sosyolojinin geleceğe değil, geçmişe yönelik yüzünün altının çizildiği bu bölüm, aynı zamanda kitapta edebiyata da gönderme yapılan tek bölüm. Bauman burada Aldous Huxley ve George Orwell’ın eserlerinden hareketle birbirinden farklı görünen ama bazı noktalarda kesişen toplum yapılarını teşhis ediyor. Bauman, tüketim kültürünü eleğinden geçiriyor bu kitabında, ama 90 yaşındaki bu sosyoloji dâhisinin o kadar çok kitabı var ki, biz de onun okurları olarak sanki birer tüketiciye dönüşüyoruz. Bauman’ı tüketmemek ve “Özgürlük” gibi önemli bir başlığın hakkını vermek için, bu ince kitabın sindirilerek okunmasında ve yazarın tüketime ilişkin yadırgatıcı tespitlerinin altının çizilmesinde büyük fayda var. “Özgürlük”, Zygmunt Bauman, Çev: Kübra Eren, 141 s., Ayrıntı Yayınları, 2015


ARKA KAPAK RÖPORTAJI:

Kasım 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 11

“Bu Romanda Kendimi Özgür Bıraktım” (Baş tarafı sayfa 16’dan)

Ne demek yapamam, ne demek kuramam? Bana herkes yazabilir gibi geliyor. Yaratıcılık nedir, kim ne kadar yaratıcıdır edebiyatta bence çok net cevapları olan sorular değil. Selnur Aysever: Kararı okura bırakmayı tercih ettiğinizi düşündüm, sizi dinlerken… Aslı E. Perker: Birinin çok yaratıcı bulduğunu bir diğeri bulmayabilir. Bir örnek vereyim. En son Elena Ferrante’nin “My Brilliant Friend”ini okudum. Almadan önce çok satmasını önemsemedim, hakkında yayımlanmış eleştirileri okudum. The New Yorker –ki eleştirmenleri çok zor beğenir– eseri yere göğe koyamıyordu. Evet ben de çok beğendim, çok akıcı yazılmış, çok güzel karakterler oluşturulmuş. Fakat dahiyane bir fikir mi? Bana göre değil. Peki bunu olumlu ya da olumsuz temel alabilir miyiz kitapla ilgili? Asla. Ne ben ne de bir başkası otorite sayılabilir. Ama kitabı okurken çok keyif aldım, devamı olan romanı da hemen aldım, okumaya başladım bile. Selnur Aysever: Kitapların satışı için pazarlama araçlarının kullanılması kaçınılmaz. Siz yazmak ve satmak arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz? Aslı E. Perker: Sadece yazmak istiyorum, satmakla uğraşmak istemiyorum. Amacım bir şeyi satmak olsaydı bakkal olurdum. Ama yayınevinin kullandığı yöntemlere de karşı çıkacak değilim. Elbette eser okura mümkün olduğunca çok ulaşsın istiyorum. Hayatı akışına bıraktım, artık kaderimde ne varsa. Bugün bir arkadaşım söyledi, çok beğendim: Önce niyet, sonra çaba, sonrası ilahi dokunuş. Beylik bir laf gibi ama en azından benim durumumda çok doğru. Selnur Aysever: “Aslı tanıdığı kedi sevmeyen belki tek yazar. Bunu da söylemeye hep utanıyor. Yazar kedi sevecek gibi bir kural var neredeyse. Entelektüel misin, kedi seveceksin,” diye bir cümle var romanınızda. Kediyi bir sembol olarak alsam, sizin romanınız açısından kedi neyi simgeliyor? Aslı E. Perker: Değişimi. Selnur Aysever: Kimi okurlar için yazarla tanışmak düş kırıklığı olabiliyor. Okur gözünden, yazara atfedilen bir kusursuzluk söz konusu olabilir mi?

çünkü lohusalık döneminde ruhsal olarak asla bu konuyu yazabilecek durumda değildim. Selnur Aysever: İnce bir işçilik var öyleyse… Hiç şaşırtıcı bir gelişme olmadı mı? Aslı E. Perker: İşin şaşırtıcı kısmı sonradan oldu. Yazdıklarımın bazıları, bazı cümleler sonradan kendi hayatımda kullanabileceğim hale geldi. Detay veremeyeceğim, özel hayata girer. Ama meğer yazarken bazı şeyler başıma geliyormuş da ben farkında değilmişim. Selnur Aysever: Ursula bir diğer roman kahramanı. Aslı’yı “gerçekliğini kaybetmekle” suçluyor. Bu sorgulamayla, okurun da bir sorgulama içine girmesini mi istediniz? Aslı E. Perker: Kesinlikle. Ben yazarken şüpheye düştüm, umuyorum okur da düşmüştür. Selnur Aysever: Çocukluğunuzdan itibaren farklı şehirlerde hatta ülkelerde yaşamış olmanız yazarlığınızı nasıl etkiledi? Aslı E. Perker: Yazarlığımı nasıl etkiledi emin değilim ama okurluğumu ve hayattaki duruşumu çok iyi yönde etkiledi. O kadar çok yanlız başıma zaman geçirmek zorunda kaldım ki, okumanın zevkine vardım. Ve o kadar çok kültürden insan tanıdım ki önyargıdan sıyrıldım. Umuyorum bu kazandığım iki değere ömür boyu sahip çıkabilirim. Selnur Aysever: Okurun önyargılarını fark etmesi için bir yol açıyorsunuz romanınızda. Söz ettiğim, engelli bir diğer roman kahramanının, Aslı ile tutkulu aşkı. “Hiç böyle düşünmemiştim” duygusunu mu yaratmak istediniz? Aslı E. Perker: Kendim de hiç böyle düşünmemiştim! Engelli biri ile sevgili olmanın nasıl bir şey olacağını yazdıkça düşündüm, düşündükçe anladım. Selnur Aysever: Romanınızda “Yazar takımı ne zaman bu kadar steril oldu” diye bir cümle geçiyor. Yazarların toplumsal konularda nasıl konumlanmaları gerektiğini düşünüyorsunuz? Aslı E. Perker: Gereklilik kelimesini kullanmayı tercih etmem. Kim nasıl isterse öyle yapar. Edebiyatçının zorunlu bir rolü olduğunu düşünmüyorum. Ben

Edebiyatçının zorunlu bir rolü olduğunu düşünmüyorum. Ben yazmayı okumanın bir uzantısı olarak görüyorum. Ama bir yandan da toplumsal olaylara duyarlı olmamak nasıl bir insana özgüdür? Kimdir o insan? Namık Kemal 1872 yılında İbret Dergisi’nde yazdığı bir yazısında demiş ki: ‘Cemiyet içindeki her ev bir evin içindeki odalar gibidir. İnsan hiç nefret ve kavga olan evde huzur bulabilir mi? Mutluluk mümkün olabilir mi?’ Yazar ve okur ilişkisine dair de görüşlerinizi alabilir miyim? Aslı E. Perker: Kendi okurumla yakın bir ilişkim olduğunu söyleyebilirim. Yıllardır e-mailleştiğim, mesajlaştığım okurlarım var. Bugüne kadar tanıştığım kimseyi hayal kırıklığına uğrattığımı sanmıyorum. Bunun sebebi de hayatımda inandığım en önemli değerlerin samimiyet ve şeffaflık olması. Ne düşünüyorsam onu söylüyorum, nasıl hissediyorsam öyle davranıyorum. Selnur Aysever: “Bana Yardım Et” fantastik roman tadında. Baştan itibaren böyle mi kurguladınız yoksa yazdıkça mı gelişti? Aslı E. Perker: “Bana Yardım Et”i kurgulamaya başladıktan bir ay sonra hamile olduğumu öğrendim. Benim için çok zor bir dokuz ay oldu. Dörtte üçünü evde, oturarak ve hatta yatarak geçirdim. O süreçte bütün detaylarına, diyaloglara kadar notlar aldım. Eski usul, çizgili bir deftere. Kızımı doğurduktan sonra da yazdım. Bütün kurgunun hazır olması iyi oldu,

yazmayı okumanın bir uzantısı olarak görüyorum. Ama bir yandan da toplumsal olaylara duyarlı olmamak nasıl bir insana özgüdür? Kimdir o insan? Namık Kemal 1872 yılında İbret Dergisi’nde yazdığı bir yazısında demiş ki: “Cemiyet içindeki her ev bir evin içindeki odalar gibidir. İnsan hiç nefret ve kavga olan evde huzur bulabilir mi? Mutluluk mümkün olabilir mi?” Selnur Aysever: Yine romanınızdan bir alıntı yapacağım: “Kimin ne kadar iyi yazar olduğunu tarih yargılayacak, biz değil” diyor Aslı. Bir yazarın iyi olmasının ölçütü nedir sizce? Siz Aslı E. Perker olarak kendinize hangi durumda “iyi yazar” denmesini tercih edersiniz? Aslı E. Perker: Ben bugün iyi yazar denmesini tercih ederim. Bundan yüz yıl sonrasının insanını eğitmek yahut ona bir fikir bırakmak gibi bir misyonum yok. Ben okur olarak bazen bütün bir kitaptan sadece bir cümle çıkartır, onu bir yere not ederim. Bir yazar olarak bana da aynısının yapılması bana yeter.

Selnur Aysever: Roman kahramanı Aslı, Orhan Pamuk üzerine değerlendirme yapıyor. Ona göre sonradan değerini fark ediyor. Buradan Orhan Pamuk’a selam gönderdiğinizi düşünüyorum. Başka hangi yazarlardan etkilendiğinizi sormak isterim. Aslı E. Perker: Etkilendiğim bütün yazarları yazmaya tabii ki imkân yok. Türk yazarlardan bahsedecek olursak başta Vedat Türkali, Erol Toy, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı sayabiliriz. Ama geçenlerde düşündüm de Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok”u zihnime kazınmış, kadınlık yolunda çok önemli bir yol gösteren olmuş. Halide Edip’i de çok seviyorum. Fakat yazımından çok cesaretini önemsiyorum. Selnur Aysever: Duygu Asena ve Halide Edip örneklerinden hareketle, toplumsal değişim ve dönüşüm için, edebiyatın bir araç olarak kullanıldığını söyleyebilir miyiz? Aslı E. Perker: Bilinçli olarak kullanılabileceği gibi bilinçsiz olarak da kullanılabilir. Yazar o amacı gütmüyor olabilir, fakat yazdığı belki yıllar sonra okura yeni bir yol açabilir. Toplum bir anda değişmez. Tıpkı bilimsel araştırmaların birbirinin üzerine yeni veriler koyup sonunda tarihi değiştirecek bir bulguya sebebiyet vermesi gibi, en azından biraz özenle yazılmış edebiyat eserleri de muhakkak toplumsal değişimde rol oynayacaktır. Selnur Aysever: Aslı, Haneke filmlerini örnek vererek “bir roman da havada kalsa olmaz mı?” sorgusunu yapıyor. Romanın sonunu açık bırakmak yazar için nasıl bir risk taşır? Yazarlar sizce neden bu riski alamazlar? Aslı E. Perker: Okur tatmin olmuyor, kendimden biliyorum. Ama sonrasında ne oldu diye soruyor. Başka yazarlar neden alamıyorlar? Bilmem. Ben risk alıyorum. Selnur Aysever: Romanınızda, toplumsal kabullerden, önyargılara kadar birçok noktada okurun farkındalığı artıyor. “Bana Yardım Et” bittiğinde en çok hangi duyguyu okurun anımsamasını istediniz? Ve neden? Aslı E. Perker: “Şeytan’ın ne dediğini hiç işitmedik. Bütün kitabı Allah yazdı,” demiş Anatole France. Ben de her hikâyenin en az iki anlatıcısı olduğunu düşünüyorum. Genel olarak her romanımda bu konuyu işliyorum. Önyargının, karşı tarafın hikâyesinin asla merak edilmemesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Zannederim, bunun üzerinde beş dakika olsun düşünmelerini isterim.


12 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2015

KISA KISA Seçme Sanatı Sheena Iyengar, Omega Columbia Üniversitesi profesörü Sheena Iyengar’ın geniş kapsamlı ve ödüllü araştırmalara dayanarak hazırladığı “Seçme Sanatı” karar vermenin keyifli ve güç yanlarına ışık tutuyor ve her kararımızla hayatımızın kalitesini nasıl artırabileceğimizi gösteriyor.

Gizli Aşklar Hıfzı Topuz, Remzi Kitabevi Topuz, gençlik yıllarında yaşadı­ğı aşkların yanı sıra yakın dostlarından dinlediği bazı aşk öykülerini de anlatıyor. 1950’li ve 1960’lı yılların Paris ve İstanbul’undan esintiler taşıyan bu öykülerde, gençlik aşklarının ve çoğu zaman platonik ilişkilerin düş kırıklıkları ve burukluklar var…

Psikopatlar Arasında Kent A. Kiehl, Say Yayınları Psikopat karakterlere tv dizileri ya da sinemadan aşinayız. Peki ya gerçek dünyadaki psikopatları nasıl tanıyabiliriz? Kiehl, “Psikopatlar Arasında” isimli kitabında psikopatinin ilk sinyallerini içeren düşünce tarzları hakkındaki incelemelerini ayrıntılı olarak anlatıyor.

Kafka - Minör Bir Edebiyat İçin G. Deleuze, F. Guattari, Dedalus Deleuze, Guattari ve Kafka… Felsefe tarihinin önde gelen bu iki isminden Kafka üzerine bir inceleme. Edebiyat tarihine mektupları, öyküleri ve romanlarıyla damgasını vurmuş Çek asıllı büyük yazar Franz Kafka’nın edebiyatı felsefenin bakış açısıyla irdeleniyor.

Ötekilere Yazmak Kolektif, Yapı Kredi Yayınları Özge Şahin’in hazırladığı, akademisyenlerin, yazarların ve hatta Burak’ın çocuklarının da yazılarıyla katıldığı “Ötekilere Yazmak”, Sevim Burak hakkındaki ilk başvuru kitabı. Sevim Burak’ın metinleri ve yazarlığı boyunca dert edindiklerini inceden inceye ele alıyor.

Mecnun Kelebekler Sibel K. Türker, Can Yayınları Çoksesli bir Türkçe, dozu gittikçe artan bir mizah, her biri mecnun kelebekler gibi sayfaların arasında dolaşan karakterler –değeri bilinmemiş şairler, görüşü sorulmamış filozoflar, medyum bile sayılmamış simyacılar– aracılığıyla çizilmiş unutulmaz bir “günümüz Türkiye’si”…

Çocuk Psikanalizi Melanie Klein, Pinhan Yayıncılık 1920’li yıllarda psikanalistler küçük çocukların psikanalitik metot için yetersiz olduğunu düşünüyordu. Klein bu görüşe karşı çıkarak çocuklar için bir metot düzenledi. 1932 yılında ise bu eseri yayınladı. “Çocuk Psikanalizi”, alanında bir klasik olarak kabul görüyor.

Sinema, Psikanalist Karşısında KÜLTİGİN KAĞAN AKBULUT

S

igmund Freud’un, Breur’le birlikte yeni bir disiplin olarak psikanalizin doğuşuna yol açan “Histeri Üzerine Çalışmalar”ı yayınladığı yıl olan 1985’te Lumiere Kardeşler de Paris’te bir filmin gösterimini ilk kez toplu alanda yaparak sinemanın doğuşunu gerçekleştirirler. Belki hoş bir rastlantı, belki de tarihin bir cilvesi. Ancak modernizmin en çok tartışılan disiplinlerinden psikanaliz ve sinemanın birlikteliği sadece doğum yıllarıyla sınırlı değil. İstanbul Psikanaliz Eğitim, Araştırma ve Geliştirme Derneği (Psike İstanbul) tarafından İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları ile işbirliği halinde gerçekleştirilen “Sinema ve Psikanaliz” kitap serisinin ikincisi raflarda yerini aldı. Psikanalist Özden Terbaş tarafından “Filmler ve Bilinçdışı” ve “Kayıp ve Zaman” altbaşlıklarıyla derlenen iki kitap Psike İstanbul üyesi psikanalistlerin haftalık toplantılarda tartıştıkları filmlere dair analizlerinden oluşuyor. Özden Terbaş ilk kitabın önsözünde psikanaliz ile sinema arasındaki ilişkiye dair temel soruları ortaya koyarak kitapların temel çerçevesini çiziyor. Mesela Freud’un bilinçdışı yorumları ile “bilinçdışının dilini konuşan” sinema arasında nasıl ortaklıklar kurabiliriz? Ya da “Ruhsal aygıta benzer şekilde bir ‘film aygıtı’ndan söz edebilir miyiz?” Ya da Hitchcock’un filmlerini Freud’un tekinsiz kavramı olmadan okumak mümkün mü? Psikanalitik eleştiri uzun zamandır Marksist, feminist, göstergebilimsel eleştiri gibi film eleştirisinin ayaklarından biri haline gelmiş olsa da sinema filmlerine psikanalitik bakış atmak için İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen yeni entelektüelleri beklemek gerekmiştir. “Bir filmi psikanalitik olarak yorumlayan ilk kişi Otto Rank olmuştur. Rank bir eserinde, Stella Rye’ın yönettiği Prag’ın Öğrencisi adlı filme dair incelemesine yer verir.” 1950’li yıllar ise iki disiplin daha sıkı fıkı ilişkiler içine girer. “1950’lerden itibaren filmlerin psikanalitik olarak incelenmesinde bir ivmenin başladığı dikkat çeker. Freud’un Shakespeare, Ibsen ve Sophocles’in eserlerini psikanalitik düşünce temelinde yorumlamasına benzer şekilde psikanalitik film eleştirisi gelişmeye başlar ve bir Fransız dergisi olan Cahiers du Cinema yayımlanır. Onu bir İngiliz dergisi Screen ve Amerikan dergileri Camre Obscura ve Discourse izler.” Sinema ve Psikanaliz serisinin ilk kitabı “Filmler ve Bilinçdışı” altbaşlığını taşıyor. Kitapta sinema filmlerinin analizi psikanalizin temel kavramları olan rüya, bilinçdışı üzerinden yapılıyor. Freud’a göre kültür tarafından kabul edilmeyen düşüncelerin, arzuların, travmaların deposu olan bilinçdışı sinemada kendini ortaya koyabilecek bir alan bulmuştu. Bu nedenle kitap serisinin psikanalizin temel kavramlarından bilinçdışıyla başlaması manidar. İlk kitap temelde bir filmin oluşum süreci ile bilinçdışının ürünü olarak rüyanın oluşum süreci arasında paralellikler kuruyor. Piyano Öğretmeni (Haneke) ile başlayan kitap, şiddet ve cinselliğin psikoz üzerinden incelendiği Deccal (Trier) ve bir büyüme hikâyesi olarak Gökteki Kale (Miyazaki) ile devam ediyor. İkinci kitap ise “Kayıp ve Zaman” altbaşlığında kayıp, yas, zaman ve yaşam deneyimleri

kultigin.akbulut@gmail.com üzerinden filmleri inceliyor. “Zamanın duyumsanmasını sağlayan, zamanın algılanmasına ilişkin derinlik yaratan bir deneyim” olarak psikanaliz ile izleyicinin zaman algısıyla oynayan sinema filmi arasında ne gibi paralellikler vardır? Kayıp bölümüyle başlayan kitapta babalık işlevinin kaybı üzerinden incelenen Peter Sellers’ın Ölümü (Stephen Hopkins), geç erişkinlik üzerinden incelenen Yaban Çilekleri (Bergman), sürekli yas durumu üzerinden incelenen 1984 (Michael Radford) filmi yer alıyor. Psikanalist, yazar ve çevirmen Nilüfer Erdem de Sonbahar (Özcan Alper) filmine ilişkin Türkiye toplumunun 80 sonrası yaşadığı kayıpları üzerinden ayrıntılı bir analiz yapıyor. Zaman bölümü ise bellek, zaman ve yas sürecini en güçlü şekilde irdeleyen filmlerden Hiroşima Sevgilim (Resnais) ile açılıyor. “Geçmiş ve bugün, kamusal ve mahrem, tarih ve bellek, ruhsal hakikat ve nesnel hakikat, doğrusal zaman ve döngüsel zamanın” kaynaştığı film anlattıklarının yanında Yeni Dalgacı stiliyle de sinemadaki alışılagelmiş zaman olgusunu kırar. Bölümün devamında Ömrümüzden Bir Sene (Mike Leigh) filmi döngüsel zaman ile karakterin içsel zamanı arasındaki paralellikler üzerinden, Sonsuzluk ve Bir Gün (Angelopoulos) filmi de yönetmenin sinematografisinde zaman algısının biçimlenişi üzerinden inceleniyor. Bu kitabın sürprizi ise Britanya Psikanaliz Cemiyeti üyesi ve sinema ve psikanaliz alanında birçok kitaba imza atan Andrea Sabbadini’nin iki makalesine yer vermesi. Peki, psikanalistler bir filme neden ilgi duyar? Her film psikanalitik eleştiriye tabi tutulabilir mi? Psikanalist ve yazar Andrea Sabbadini bu soruya, “ ‘ Psikanalitik bir film türü’ var olmazken, belirli filmler psikanalitik okuma için diğerlerinden daha uygundur ve karşılığında analiste klinik çalışmalarında kullanmak üzere potansiyel olarak daha faydalı gözlem ve içgörü sağlarlar,” diye cevap veriyor. Sabbadini psikanalitik olarak incelenmeye açık karakterlerin olduğu filmlerin ya da psikanalizin de ele aldığı varoluşsal ikilemler, çatışmalar, zihinsel patolojiler gibi temaların hâkim olduğu filmlerin psikanalistlerin ilgisini çektiğini belirtiyor. Bu iki kitaba katkı sunan psikanalistler de çok farklı itkilerle film seçimlerini gerçekleştirmiş. Kimi makaleler standart bir akademik formattayken, kimi makaleler daha serbest biçimde hazırlanmış. Mesela Paris-Texas filmi analizinde psikanalist Gülgün Alptekin filmi izleme sürecini, hastasının aynı filmi izleme süreciyle birlikte anlatarak farklı bir okuma sunmuş. Türkiye’den psikanalistlerin bir araya gelmesiyle oluşturulmuş bu iki kitap umarım yeni birlikteliklere de alan açar. “Sinema ve Psikanaliz 2- Kayıp ve Zaman”, Der: Özden Terbaş, 145 s., İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınevi, 2015


Kasım 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 13

Kış’a Mektup CEYHAN USANMAZ

T

uncer Erdem’in karikatürleri, 1981 yılında başlıyor çeşitli mizah dergilerinde yayımlanmaya. Profesyonel olarak ilk çizimleri de o zaman “Ses” dergisinin “Atmaca” mizah ekinde çıkmış. Daha sonra “Çarşaf” ve “Gırgır” dergilerinde çalışıyor. 1985’te “Gırgır”dan ayrılıp “Limon” dergisini çıkaran ekip arasında yer almış. Çalışmaları günümüzdeki çeşitli dergilere dek uzanıyor… Büyük bir ihtimalle o efsanevi “Gırgır”-“Limon” döneminden aşinayım çizgilerine (gerçi o zamanlar çizenlerden çok çizimlerdi dikkatimi çeken, söz konusu dergilerde kimler varmış hep sonradan öğrendim). Tuncer Erdem ismiyle “adamakıllı” tanışmam ise, 2007 yılında çıkan “Denizlerimizde Rüzgâr” isimli öykü kitabıyla olmuştu. “Denizlerimizde Rüzgâr” ilk kitabı değil Tuncer Erdem’in ama benim kendisini takip etmeye başladığım ilk kitabı. Kıyıda köşede kalmış, kalabalıklar arasında ancak ayrıntılara dikkat eden gözlerin görebileceği kahramanların, hayalperest ve “dalgacı” karakterlerin yer aldığı, kokuların etkin olduğu, bir geri dönüşümlü poşetin anlatıldığı veya cıvık diziler ile eğlence programlarının, donuk akşam haberlerinin değil de hava durumunun önemsendiği hikâyeler hemen yakalayıveriyordu okuyanı. Ama “önemli” bir eksiği de vardı; kapak resmi hariç, Tuncer Erdem’in asıl olarak çizer kimliğinden somut bir iz taşımıyordu bu öykü kitabı. “Denizlerimizde Rüzgâr”dan bir yıl sonra yayımlanan “Bozkır Kitabı”, bu eksikliğin de giderildiği bir Tuncer Erdem kitabı olarak çıktı karşımıza. Metinlere eşlik eden çizimler, kimi zaman metinlerden daha ayrıntılı hikâye anlatıyordu. “Denizlerimizde Rüzgâr”la karşılaştırıldığında nüfuz etmenin daha güç olduğu bir kitap olarak nitelendirilebilecek “Bozkır Kitabı”, aslında aynı zamanda Tuncer Erdem üslubunun da en yoğun hissedildiği kitaplarından biri. Tuncer Erdem’in sonraki hemen her kitabında rastlayacağımız temaların çizimlerle, desenlerle, şiirlerle, kısa metinlerle bir arada bulunduğu bir anlatı kitabı. Bozkırlar, soyutlanma, ancak uzun yürüyüşlerle yapılabilecek gözlemler, karanlık dar sokaklar, ıssızlık, insan içine çıkmamayı tercih edenler, deniz kıyıları, tepeler, hep bir köşede beliriveren köpekler, kol altına sıkıştırılan şemsiyeler… “Bozkır Kitabı”nın ardından da bir şiir-desen kitabı (“İstanbul: Zamanın Suya İzi”) ve bir albüm (“Kar, Kömür, Keder”) yayımladı Tuncer Erdem. “İstanbul” kitabında, desenlerin eşlik ettiği şiirleriyle, şehrin sokaklarına çıkmaya davet ediyordu okuru: “Şehrin sokaklarına çık ey okur, ama bir yerlere yetişme telaşı olmadan. Yaşadığın şehri dinle, seyret, ona temas et, onu tanımaya çalış. (…) Yolunu biraz uzatsa da, eski güzel merdivenlerden inerek git gideceğin yere. Yürüdüğün yolda taşların altındaki uygarlık katmanlarını bindiğin metronun yeraltında hangi eski halkların kalıntılarıyla aynı seviyede hareket ettiğini düşün. (…) Şehrin makyajlanmış tarihine değil onlara, zamanın sahici izlerine, çok geç olmadan uzun uzun bak, fotoğrafını çek ya da resmini çiz. Çünkü tarihi paraya çevirme hırsına kapılmış olanlar onları da yakında keşfedecektir.”

ceyhanusanmaz@gmail.com Sonra yeniden öykü kitapları… 2013’te çıkan “Güzel Eşya, Alelade Dünya” ile 2014’te yayımlanan “bak, gene o şey” isimli bu iki öykü kitabının Tuncer Erdem külliyatında farklı bir noktada durduklarını düşünüyorum. Yazma sürecini özellikle ön plana çıkaran, gizli anlatıcı kimliğinin ifşa edildiği ve doğrudan okura hitap eden bir üslupla kaleme alınmış bu iki kitap, “Denizlerimizde Rüzgâr” ve “Bozkır Kitabı”nın büyüsünden biraz uzak kalmışlardı. Bu nedenle, Tuncer Erdem’in, yakın bir zaman önce yayımlanan yeni romanı “Uzak Kış, Kayıp Güz”ü tedirginlikle elime aldım. Tuncer Erdem’in önceki kitaplarında olduğu gibi yine parçalı bir yapısı var “Uzak Kış, Kayıp Güz”ün ama arka planında şu hikâye yer alıyor: Kitabın ismine atıfla söylersek, yıllar önce izini kaybettiği Güz’ü bulmak üzere yola çıkan anlatıcımızın uzaktaki Kış’a yazdığı mektupları okuyoruz. “Her şeyi bir yana bırakıp sana sadece yazlık evlerin verandalarında unutulan sandalyeleri mi yazsam diyorum. Dünyanın yol işaretlerinin, büyüleyici köşelerinin, keder dolu sığınaklarının ve kaprisli şehir rüzgârlarının etkisiyle oradan oraya savruluyorum. Sana ulaşabilecek miyim, Güz’e kavuşabilecek miyim, bilmiyorum.” Hemen her “yol roma­nı”nda olduğu gibi, bir süre sonra yola çıkış amacı silikleşiyor ve aşılan yollar amacın kendisine dönüşüyor “Uzak Kış, Kayıp Güz”de de; tabii ki Tuncer Erdem’in olmazsa olmalarıyla. Varış yeri bilinmeyen bir yolculuk… Issız bozkırlarda, tenha yollarda, sahil kasabalarında, yeryüzünün kederli, puslu köşelerinde, “buruk çayların, kuru tostların, lüzumsuz hediyeliklerin, kötü şekerlemelerin satıldığı dinlenme tesislerinde”; doğanın görünmez güçleriyle, kedilerle, ama daha çok köpeklerle ve baykuşlarla birlikte yapılan bir yolculuk… Yine kitaptaki ifadelerle bir araya getirerek söylersek, “dünyayı uzun uzun gözlemleyen birinin elinden çıkmış” bir metin bu; “yeryüzünü keşfe çıkanların, uzun yollar kat edenlerin, keşfedilmemiş koyaklarda konaklayanların, yosun döşeklerine, midye yataklarına baş koyanların izlenimleri”… “Güzel Eşya, Alelade Dünya” ile “bak, gene o şey” kitaplarındaki üslup farklılığının yarattığı o ilk baştaki tedirginliğin de âfâki olduğunu anlıyorum kitabı bitirdiğimde. Yine karşısındakine hitap eden bir üslupla kaleme almış Tuncer Erdem “Uzak Kış, Kayıp Güz”ü ama bunu, Kış’a yazılmış mektuplar şekline sokmuş olması, anlatının büyüsünü bozmamış. Tuncer Erdem’in, çizgisiz bir defter kullandığını tahmin ediyorum; kimi zaman yazıyor, kimi zaman çiziyor ya da ikisini bir arada yapıyor. Şimdiye kadar çizgi-şiir, anlatı, öykü, şiir-desen, albüm kitapları yayımlamıştı; bu sefer o çizgisiz defterden çizgili bir roman çıkmış anlaşılan. Kitabın arka kapağında “Tuncer Erdem’in dünyasının derinliklerini gösteren bir ustalık belgesi” deniyor; gerçekten de öyle… “Uzak Kış, Kayıp Güz”, Tuncer Erdem, 189 s., YKY, 2015


14 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2015

KISA KISA Şerul’da Beklemek Hasan Özkılıç, Kırmızı Kedi Yayınevi Aras Nehri, Türkiye-Ermenistan sınırı, sınırın iki yakasında vahşi bir doğanın ortasında kalmış, yaşam biçimleri, yazgıları ortak insanlar… Hasan Özkılıç, Doğu’nun ıssız, karlı ovalarında, acılı insanların arasında, farklı coğrafyalarda dolaştırıyor okurunu.

Tabağındaki Yüz Jeffrey Moussaieff Masson, Paloma Yediklerimiz ahlaki değerlerimizi ve gezegenimizi nasıl etkiler? Bize eti sunulan hayvan tabağımıza gelmeden önce ne gibi muamele ve işlemlere tabi tutulur ve neler hisseder? Bu kitap gıda endüstrisinin bilmediğimiz boyutlarını ve kapalı kapılar ardında dönenleri açığa çıkarıyor.

18 Saat Ertürk Akşun, Destek Yayınları Bazen 18 saat bir ömre bedel olabilir. Ölümün soğuk yüzüyle karşılaşan; yolları aynı adreste kesişen iddialı karakterler yaratmış Akşun. 18 saat süren bir yüzleşmeyle, ölüm bir nefes uzaklarındayken, hayat, seçimleri ve vazgeçişleriyle derin bir hesaplaşma yaşarlar.

100 Tuhaf Kitap Ahmet Büke, Ağaçkakan Yayınları “Hazır Bilgi” serisinin ikinci kitabı olan “100 Tuhaf Kitap”, Ahmet Büke’nin Murat Gültekin’in arşivinden seçtiği her biri Türkiye’de yayınlanmış birbirinden ilginç kitaptan oluşuyor. Ahmet Büke’nin seçkisi Türkiye yayıncılık tarihinin unutulmaya bırakılmış ürünlerine ışık tutuyor.

Sıfır Sayı Umberto Eco, Doğan Kitap Tam bir kaybeden olan Colonna, bir günlük gazete için hiç yayınlanmayacak 12 sayı hazırlayacağı ve bu çalışmanın kitabını yazacağı bir iş teklifi alır. Olaylar böyle başlıyor ve Eco bu hikâyesi aracılığıyla İtalya’nın 50 yıllık tarihini yeniden yazıyor.

Ben Ayrıkotu İrem Uşar, On8 Kitap İrem Uşar’ın ilk kez 2008’de yayımlanan romanı, gözden geçirilmiş baskısıyla ON8’de. Bir gencin yaşamındaki özel bir döneme, onun saklanmak ve erişmek, silikleşmek ve görünür olmak arasındaki gelgitine tanıklık eden roman, gerçeklik ve hayal dünyası arasında geziniyor.

Bir Nedene Sunuldum Yalçın Tosun, YKY Yalçın Tosun, bu kitabında zamanın öğüttüğü, yitirilen duyguları yeniden parlatıp önümüze koyuyor. Yalnızlık ve sevgisizlik, öykülerin dip akıntısı olarak yine hissediliyor. 2012 Sait Faik Hikâye Armağanı’nın sahibi Tosun özgün ve sade dilini koruyor.

Ah Mine’l Arzu! MELİSA CEREN HASMADEN

P

sikanalist ve yazar Adam Phillips’in “Kaçırdıklarımız–Yaşanmamış Hayata Övgü” adlı kitabı, “kaçan balık büyük olur” temalı kapak tasarımıyla raflarda yerini aldı ve ben bu yazının başına oturduğumda ikinci baskısını yapmıştı bile. Phillips, psikanaliz merceğinden, edebiyat ve tiyatrodan seçtiği örneklerle altı kavramı analiz ediyor: “Hüsran”, “Kavrayamamak”, “Yanına Kâr Kalmak”, “Çıkıp Gitmek”, “Tatmin”, “Deli Rolü”. Her bir kavramın önce tarihsel olarak kullanım biçimlerini ve anlamlarının değişimini ele alıyor. Böylece anlamların kendi kültürleri içindeki değişimini izleme ve tarihsel perspektife oturtma olanağı sunuyor. Hayatımız boyunca arzularımız arasında savrulur dururuz. Pek çok seçim yaparız. Aramızda “ya her şey başka türlü olsaydı” sorusunun pençesine düşmeyenimiz var mıdır? “A bölümünde değil B bölümünde okusaydım, X şirketinin yerine Y şirketinde işe başlasaydım, E ile değil İ ile evlenseydim ya da evlenmemeyi seçseydim.” Sonsuz olasılıklar evreninde, her bir seçimimizle bu sonsuzluğu adım adım daralan bir çembere çevirdiğimizi hissederiz. Peki, bu arzular bizi nereye götürür, nerelere savurabilir? Ele geçirilmediğinde bizi “hüsran”a sürükleyen arzu nesnesi, aynı zamanda bu hüsran yoluyla bize “tatmin”in kapısını da açıyor olabilir mi? Phillips’in tezi bu; “hem en iyi hem de en kötü hallerimizde, bizi yaratıcı ve becerikli kılan şey hüsrandır”. Ancak tatmininin peşine düşüp kör olmuş ihtirasa düştüğümüzde bizi bekleyen tek şey hüsran değildir, trajedi tam da burada başlar: “Yaşam, insanlar öyle her istediklerini elde edemediler diye değil, arzuları kendilerine hasar vermeye başladığında, istedikleri şey katlanılmaz kayıplara yol açtığında trajedi halini alır.” Trajedinin karanlığına sürüklenmeden bir tatmin arayışı mümkün mü? Ya da bizi bu kör arzudan kurtaracak, “özgürleştirici bir bilgi”ye sahip olabilir miyiz? “Kaçırdıklarımız”ın en rahat okunan ancak aktarılması da bir o kadar zor olan bölümü “Kavrayamamak Üzerine” başlıklı bölüm. Yazar bu bölümde arzu nesnesiyle çetrefilli ilişkimize değiniyor. Arzumuza ulaşmak, tatmin olmak için umutsuzca onu, arzu nesnesini kavramak isteriz. Peki kavrayamamak, çocukluğumuzda dil becerimizin gelişmesinden öncesine ait belli belirsiz sezinlediğimiz bir deneyim olarak bize neler vaat etmektedir? Karşımızdakini kavrama arzumuzu bir an için kenara bırakabilirsek, “bilmenin karşılıklı deneyimleyebileceklerimizi nasıl engellediğini ve imkânsızlaştırdığını tasavvur edebiliriz” belki. Phillips’e göre deneyimlemediklerimiz hakkında deneyimlediklerimizden daha fazla şey bildiğimizi düşünürüz. Seçimlerimiz sırasında vazgeçtiklerimiz, arzulayıp da erişemediklerimiz, mahrum kaldıklarımız yaşamımızın deneyimlenmeyenler hanesine yazılırlar. Tüm bu hanede toplanan “kaçırdıklarımız” ya da bazı deneyimleri yaşamama tecrübesine taktığımız ad “hüsran”dır. Kavrayamama durumundaki kişi de yaşanan durumu, bir espriyi, bir metnin bildi-

melisahasmaden@gmail.com risini anlamayan, kaçıran ya da deneyimleyemeyen durumundadır. Bu hal kavrayamayan kişiyi diğerlerinden ayırır. Oysa insanın arzusu bilmek, kavramak, diğerlerine katılmaktan yanadır. Öyleyse “kavrayamamak” da bizi bir “hüsran”a sürükleyecektir ve bu durumda “kavrayamamak” bize başka türlü bir tatmin olanağı sunmaktadır. Kuralları ve yasaları dilediğince çiğneme ve hiçbir bedel ödemeden işin içinden sıyrılma meselesinin ele alındığı bölüm “Yanına Kâr Kalmak” başlığını taşıyor. Philips, 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan ve kapitalizmin taşıyıcı ayaklarından biri olan “kâr”a yaslanan bu kavram üzerinden 20. yüzyıl ahlakını sorguluyor. Öte yandan yanına kâr kalmak durumundan, kuralları hiç bir bedel ödemeksizin ihlal edebilmekten bireyin nasıl ve neden haz duyduğunu açıklıyor. Son bölüm olan “Deli Rolü Üzerine” de ise birbirinden bağımsız ele alınmış gibi görünen ancak örümcek ağı gibi dolambaçlı ve incecik bağlarla birbirine bağlanan tüm bu kavramları bir araya topluyor yazar. “Delilik ve deliymiş gibi davranmak bariz biçimde hüsranla, kavrayamamakla, yanına kâr kalmakla ve tatminle ilintilidir” diyor, “Yaşamış olabileceğimiz hayatları düşününce, kaçırdığımıza şükrettiğimiz pek çok hayatın yanı sıra, bundan o kadar da emin olmadığımız bir dolu hayat, kendimizin bir dolu versiyonu vardır. ‘Deli Rolü’ başka şeylerin yanı sıra, her zaman yapmayı başardığımız bu ayrım hakkındadır.” “Kaçırdıklarımız” okurunu da hüsranın, kavrayamamanın ve tatminin sınırlarında dolaştırıyor. Bölümler arası bağlar açıktan dile dökülmektense okurun sezgisine bırakılıyor. Metin, bütünlüklü bir yapı, tüm cevapların açıkça göründüğü bir anlatım arayan okura, bilgiye sahip olamama hüsranını incelikle yaşatırken, kavrayamamanın hazzını da tattırıyor. Uzmanlığı psikanalizin yanı sıra edebiyatla da yakından ilgili olan Phillips, “Kaçırdıklarımız”da temel insani duygu ve deneyimlerden bazılarını psikanaliz merceğinin altına alırken, örneklerini edebiyat ve tiyatrodan seçerek psikanalitik bir edebiyat incelemesi lezzeti de sunuyor. Kral Lear, Otello, Macbeth gibi Shakespeare’in en gözde eserlerinin karakterlerinin, kitabın ele aldığı temel kavramları bağlamında analiz ediyor. Psikanalizi insanların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlayan bir hikâye ya da bir hikâye anlatma tarzı olarak gören Phillips’in çalışmalarının genel özelliği okurlarına hikâyelerini anlatmak ya da etrafına örmek için farklı bakış açıları sunması. Bunu yaparken de küçük gibi görünen, ama her biri kendi başına son derece önemli, bir araya geldiğindeyse gerçek bir hikâye oluşturan kavramlar dizgesine odaklanması. Eğer yaşamımızın her gün yeniden kurguladığımız bir hikâye olduğuna inanlardansınız, Phillips’in çalışmaları size bu yolda iyi bir rehber olacaktır. “Kaçırdıklarımız”, Adam Phillips, Çev.: Selin Siral, 168 s., Metis Kitap, 2015


Kasım 2015 - Remzi Kitap Gazetesi - 15

SİMLA SUNAY

Haydi Kitap Fuarına!

3

4. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı 7 Kasım 2015’te kapılarını açıyor. Bu yıl teması “Mizah: Hayata Gülümseyerek Bakmak”, onur çizeri mimar, karikatürist Tan Oral. Bu nedenle bu sene kitap fuarı başka bir anlam taşıyor bizim için. Kötü kentleşmeye, otoriter iktidara ve başka her türlü toplumsal haksızlığa muhalif -belki de tek muhalif- sanat dalı karikatür biliyoruz ki. Tan Oral’ı bütün çocuklar tanımalı!

TAN ORAL’DAN MÜZİKAL KARİKATÜRLER “Müzik ve müzikçilerin dışında, yaşamımda başka bir şeye pek de imrendiğim söylenemez. Hiçbir şey de, sıkıntılı zamanlarımda müzik kadar beni avutmamıştır, belki çizmek. Çocukluğumuzda müzik diye severek dinlediğimiz, yalnız radyo vardır. Müzik burada şarkılar, saz eserleri fasıl heyeti, türküler, oyun havaları, klasik müzik, hafif müzik, operalar, dans müziği, caz, tangolar, şansonlar, vb. isimlerle sunulurdu. Biz ise, büyücek saç taraklarını, bir elimizle ucundan masaya dayar, tarağın uzundan kısaya doğru sıralanan dişlerini diğer elimizin başparmağıyla tıkırdatarak bildiğimiz ezgileri çıkarmaya çalışırdık. Sonra evdeki bardakları çıkardıkları seslere göre sıraya koyar bu kez çatal kaşıkla onları tıngırdatıp kulağımızın tozunu alırdık.” Kendi sözleriyle tanıtılan kitap, fuarın onur konuğu Tan Oral’ın her yaşa uygun kitabı. Pan Yayınları tematik yayınevleri içerisinde en başarılı olanlarından. Müzikle ilgili yayınlar çıkaran yayınevi, sanatı destekleyen özel kitaplar basıyor ve çocuk okurlar için sürekli yeni arayışlar, deneyler üretiyor. Güneşli kütüphanenizde mutlaka yer almalı. “Sus ve Dinle-Müzikal Karikatürler”, Tan Oral, 72 s., Pan Yayınları, 2015

BİYOGRAFİK ÖYKÜLER DİZİSİ Pan Yayınları’ndan yeni yayımlanan, Âşık Veysel, Cemal Reşit Rey ve Tanburi Cemil Bey ile başladıkları müzisyen biyografileri umarım kadın müzisyenlerimizle devam eder. Âşık Veysel, Cemal Reşit Rey’in hayatını çocuklara usta yazar Aysel Gürmen derlemiş. Gürmen’in temiz Türkçesiyle çocuklarımız için ilham olacak yaşam öyküleri okullarda mutlaka okutulmalı. Özellikle ilköğretimde Âşık Veysel’in müfredatta olduğunu biliyoruz. Dileriz Milli Eğitim Bakanlığı bu kitabı fark eder. Tanburu çocuk yaşta çalmaya başlayan, Avrupa’nın bile fark ettiği bir Osmanlı müzisyeni Tanburi Cemil Bey’in hikâyesini ise Serhan Aytan, Gürmen’i aratmayan bir dille anlatıyor. Her üç kitabı da Saadet Ceylan resimlemiş. “Cemil’in Gizli Konserleri-Tanburi Cemil Bey”, Serhan Aytan, Resimleyen: Saadet Ceylan, 37 s., Pan Yayınları, 2015 “Uzun İnce Bir Yol-Âşık Veysel”, Aysel Gürmen, Resimleyen: Saadet Ceylan, 29 s., Pan Yayınları, 2015 “Kuğu Kuşunun Şarkısı-Cemal Reşit Rey”, Aysel Gürmen, Resimleyen: Saadet Ceylan, 37 sayfa, Pan Yayınları, 2015

ÇOCUKLAR İÇİN İSTANBUL REHBERİ “Efsane İstanbul” başlıklı, çocuklarla İstanbul’u gezmek için bir kılavuz niteliğindeki seri, Avrupa Yakası, Anadolu Yakası ve Tarihi Yarımada olmak üzere üç kitaptan oluşuyor. “Geleceğini belirlemek istiyorsan geçmişini incele.” Konfüçyüs’ün, arka kapaklarda yer alan bu sözü serinin amacını dile getiriyor. “Biz de size bunu yapmanın en eğlenceli yolunu öneriyoruz. Çünkü öykülerle öğrenilen tarih asla unutulmaz. Belki de bu sayede onu tekrar etmenin lanetinden kurtuluruz,” diyerek yola çıkan yazar Işın Bilgin, aynı zamanda şehirde çocuk etkinliklerini organize eden ve duyuran Bemaddy’nin kurucusu. Avrupa Yakası kitabının içinde; Beşiktaş, Karaköy, Taksim, Beyoğlu, Galata Kulesi, Harbiye, Nişanta-

İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki onur konuğu ülkeyse Romanya, fuarın ilk 4 günü (7-10 Kasım) açık olacak Uluslararası Salon kapsamında Romanya ülke standında pek çok Romanyalı yazar okurlarıyla karşılaşacak. 750 yayınevi ve sivil toplum kuruluşu katılırken, fuar süresince paneller, söyleşiler, çocuk etkinlikleri gibi 300 kültür etkinliği düzenlenecek. Biz de sizler için etkinlik seçtik. Ve bu sayımızda fuarda kaçırmamanız gereken özellikle, kaynak, dizi ve özgün kitapları inceledik. şı. Anadolu Yakası; İstanbul Boğazı, Üsküdar, Moda, Kadıköy, Bağdat Caddesi. Tarihi Yarımada; Sultanahmet ve çevresi, Süleymaniye ve Eminönü, Edirnekapı’dan Vefa’ya, Haliç kıyıları, Rota dışı ana başlıkları dikkat çekiyor. Kitaplarda Rota Dışı başlıklı kısımları çok beğendim. Kitabın içindeki ek haritalara dikkat! Çocuklar için uygun bir grafikle, özenle hazırlanmış. Kutluyorum. Bu sene kitap fuarından kaçırmamanız gereken (indirimli alabileceksiniz) bir dizi. “Efsane İstanbul, 1-2-3”, Işın Bilgin, 8+ yaş, Büyülü Dünya-Bemaddy İşbirliği, 2015

NESİN’DEN RESİMLİ ÇOCUK KİTAPLARI Kitap Fuarı’nda Nesin Yayınları standına (Salon 3, Stand 3413) mutlaka uğrayın. Özellikle İtalyancadan çevrilen, son derece özgün ve sanatsal, resimli çocuk kitapları koleksiyon yapmaya değer. Resim yapmayı seven, öykü yazan, mimar olmak isteyen, heykel deneyen çocuklarınız varsa bu standın başında uzun zaman geçirmenizi tavsiye ederim. Ve iki yeni yayını da buradan duyurmak isterim. “Sarı Papağanlar Mavi Papağanlar”, iki farklı papağan sürüsünün aynı coğrafyayı nasıl paylaşacaklarına dair, ülkemiz için de özel anlamı olan bir hikâye. Kitabın sonu sürprizli. Diğer bahsedeceğim kitap eğitsel olmasına karşın çok samimi bir anlatım içeren “Hışırtı”. Bir zürafanın gece yalnız yatma korkusunu işleyen öykü, özgün çizimi ve nefis Türkçesiyle kayda değer. Çevirmen Atay Eriş kitabı serbest çeviri tekniğiyle yapmış, ne iyi etmiş. Çocuk edebiyatı çevirisinde çok önemli bir teknik olduğunu düşünüyorum. “Zürafi oda” gibi hoş deyimlerle karşılaşmak beni mutlu etti. Çevirmeni kutluyorum. “Sarı Papağanlar Mavi Papanlar”, Manuela Monari, Resimleyen Silva Vignale, Çeviren. Burcu Yılmaz, 5 +yaş, Nesin Yayınevi, 2015 “Hışırtı”, Mila Popnedeleva Genoza, Çeviren: Atay Eriş, 5 +yaş, Nesin Yayınevi, 2015

KİTAP FUARI ÖNERİLERİMİZ 10 KASIM SALI KARADENİZ SALONU

12 KASIM PERŞEMBE MARMARA SALONU

13 KASIM CUMA KARADENİZ SALONU

12.00-12.45 Söyleşi: “Atatürk Olmak” Konuşmacı: Aytül Akal Düzenleyen: Uçanbalık Yayınları

14.00-14.45 Yaratıcı Okuma Atölyesi: “Yaşar Kemal’den Neredesin Arkadaşım” Yöneten: Çiğdem Odabaşı Düzenleyen: Yapı Kredi Yayınları

11.00-12.00 Söyleşi: “Mizah Ustası Behiç Ak Okurlarıyla Buluşuyor” Konuşmacı: Behiç Ak Düzenleyen: Günışığı Kitaplığı

14.00-14.45 Söyleşi: “Suyu Sevmeyen Balık” Konuşmacı: Habib Bektaş Düzenleyen: TUDEM Yayınları 11 KASIM ÇARŞAMBA MARMARA SALONU 11.00-11.45 Söyleşi: “Bu Kitabın Kuyruğu Var” Konuşmacılar: Tan Oral, Kamil Masaracı, Gülsüm Cengiz Düzenleyen: Evrensel Basım Yayın-Evrensel Çocuk Kitaplığı

13 KASIM CUMA MARMARA SALONU 13.00-13.45 Söyleşi: “Zeno ve Mond ile Gülelim” Konuşmacı: Nilay Yılmaz Düzenleyen: Altın Kitaplar

14 KASIM CUMARTESİ KARADENİZ SALONU 12.00-13.00 Panel: “Çocuk Edebiyatı’nda Mizah” Yöneten: Mavisel Yener Konuşmacılar: Hanzade Servi, Pelin Güneş, Koray Avcı Çakman Düzenleyen: TUDEM


16 - Remzi Kitap Gazetesi - Kasım 2015

ASLI E. PERKER:

“Bu Romanda Kendimi Özgür Bıraktım” Söyleşi: SELNUR AYSEVER Aslı E. Perker’in yeni romanı “Bana Yardım Et”, Everest Yayınları’ndan çıktı. Bembeyaz bir kapak, üzerinde simsiyah yazılmış roman adı. Ying Yang’ı anımsadım. Bana hangi karşıtlıkları anlatacaktı Aslı E. Perker? Kitabın ismiyle ya da kapak tasarımıyla okuru kendine çekmek gibi çok özel bir çabaya girmediğini düşündüm. Belli ki, kurgusuyla etkilemek istiyordu okuru. Yanılmadım. Beklenmedik son ama beklendik bir sorgulamaya maruz kalmıştım. Aile ilişkilerinden toplumsal kurallara, yazarlık ritüellerinden az gelişmişliğe uzanan bir yolculuğa çıktım. Selnur Aysever: İlk sorumu yazar ve roman ilişkisi üzerine sormak isterim. Bir romanda yazar ne kadar vardır? Aslı E. Perker: Zannederim romanına göre değişir. Yazarın o romanı yazarkenki ruh haline göre de. Ben, “Bana Yardım Et”te her zamankinden daha çok buldum kendimi romanın içinde. Baş kahraman Aslı ile bir yazar olarak bağ kurmam kaçınılmaz oldu. En başından işini başka seçmeliydim belki, o zaman aramıza bir mesafe koyabilirdim, ama işte bazen yazarken kontrolü kaybedebiliyorum. Karakterler eserin içinde at koşturabiliyorlar. Tabii bunun yanında eklemem lazım, kurgudaki hiçbir olayı başıma geldiği için yazmadım. Selnur Aysever: Yakın çevrenize roman sonrası hepsinin bir kurgu olduğunu anımsatmak zorunda kalıyor musunuz? Yazar üzerinde bir “mahalle baskısı” var mıdır sizce? Aslı E. Perker: Olmaz mı! En başta annem sürekli her yazdığımın benimle alakalı olduğunu düşünüp sorguluyor. Ben ne yaşamışım, nerede acı çekmişim? Bir türlü anlatamıyorum, bu karakterler ben değilim, merak etme, benim dünyam aydınlık, güneşli. Bu yüzden misal, çok istememe rağmen bir türlü anne-kız eksenli bir roman yazamıyorum. Bizim ilişkimizi sorguladığımı zannedecek, gönül koyacak. Sadece o değil, etraftakiler de öyle zannedecek, bu sefer bize değişik gözlerle bakmaya başlayacak. Bu yüzden yaşlılık yıllarıma sakladığım konular var. Selnur Aysever: “Bana Yardım Et” isimli romanınızda anlatıcıyı bir tanrı yazar olarak gördüm. Bu yöntemi seçme nedeniniz nedir? Aslı E. Perker: Ben ilk üç romanımda kendi dilimi, tarzımı hep geride tuttum. Kurguya ağırlık verdim, “genç” bir yazar olarak usturuplu davranmaya çok özen gösterdim. Kontrolü elden bırakmadım. Öyle ki bazen yazdığım bir söz hiç bana ait olmamasına rağmen, edebi olarak oraya yakıştığı için söyledim. “Bana Yardım Et”te ise kendimi özgür bıraktım. Sözlerin benden taşmasına karşı koymadım, bu sefer ben tarzı değil, tarz beni esir aldı. Dolayısıyla şahsen bir yöntem seçtiğimi söyleyemeyeceğim. Yöntem ki o her ne ise, beni seçti. Selnur Aysever: Genç yazar tanımını açabilir misiniz? Aslı E. Perker: Genç yazar benim değil, benimle ilgili bugüne kadar makale yazanların seçtiği bir terim. Neye göre bilmiyorum ama birileri

genç yazar olarak tanımlanıyor ve öyle kalıyor. Evet doğru, ilk romanım çıktığında 30 yaşındaydım, gençtim. İşin doğrusu üçüncü romanım itibariyle genç tanımından sıkılmıştım. Benim genç kelimesini tırnak içinde kullanmama gelince, oradaki genç kelimesini “taze” ile değiştirmeyi yeğlerim. İlk üç romanımda halen kendimi yeni başlamış ve iddialı olamayacak biri gibi hissediyordum. Hâlâ iddialı olduğumu söyleyemeyeceğim, fakat en azından artık kendi üslubumu kullanabilecek özgüvene sahibim. Bendeki his hep şuydu, sanki ben roman yazıyorum ve birileri bana iyilik olsun diye bunları basıyor. Oysa bunun böyle olmadığını, 14 yaşında verdiğim yazar olma kararına ulaşmak için yıllardır adım adım yürüdüğümü biliyorum. Kimseden özel bir yardım almadığımı da. Neyse ki bu histen kurtulmayı başardım sonunda. Ama kendimi hâlâ yetersiz hissettiğim anlar var. Belki de her yazarın hissi budur da söylemiyordur. Bazen gece uyumadan önce kendi kendime düşünüyorum, yok olmayacak bu iş, boşver, bırak artık. Sonra her seferinde mucizevi bir şekilde aynı şey oluyor. Ertesi gün bir okurdan bir e-mail geliyor, iyi şeyler söylüyor. Ve diyorum ki yola devam Aslı. Kendinle didiş ama devrilme. Selnur Aysever: Kimi yazarlar, kitapları basıldıktan sonra, bir yabancılaşma hissettiklerini söyler. Siz ne hissediyorsunuz? Aslı E. Perker: Ben kitabı bitirdiğim anda yabancılaşıyorum. Basılana kadar araya zaman giriyor zaten, iyice kopuyorum. Çoğunlukla da bir yenisi üzerine çalışmaya başlamış oluyorum. Dolayısıyla kitap çıktığında ne yazmıştım ben diye durup düşünmek zorunda kalıyorum. Unuttuğum oluyor. Röportajlarda zorlandığım oluyor. Şu karakter şunu demiş diyorlar, öyle mi diyorum, ben hatırlamıyorum. Selnur Aysever: “Her şey yazar olmaktan daha iyi geliyor ona. Bu yaratıcılık denen şey ne menen bir şey bilmiyor. Yaratıcı mı değil mi bilmiyor. Eleştirilmekten ölesiye korkuyor. Bir kitap yazdıktan, hele ki basıldıktan sonra sırra kadem basmak istiyor,” demişsiniz 13. sayfada. Siz de bir yazar olarak böyle mi hissediyorsunuz ya da romandaki Aslı neden böyle hissediyor? Aslı E. Perker: Romandaki Aslı ile aynı hisleri paylaşıyoruz. Bana birileri gelip de ben hayatta böyle roman yazamam, böyle bir dünya kuramam dediğinde gerçekten anlamayarak, söylenenleri soyut bir kavram olarak dinliyorum. (Devamı sayfa 11)

EMRE KONGAR Yakup Kadri Karaosmanoğlu Cumhuriyet döneminin en önemli edebi ve siyasi kişilerinden biridir Yakup Kadri. Yeni kuşaklar bu ilginç yazarın son derece heyecan verici yaşamını yeterince bilmez… Örneğin, bir yandan Kadro Dergisi içinde yer aldığı için solculukla, komünistlikle suçlandığını, öte yandan Nâzım Hikmet’le müthiş sert polemiklere girdiği için kapitalist uşaklığıyla damgalandığını belirtmeliyim. 27 Mart 1889’da, babasının kapılandığı Kavalalı konağında, Mısır’da Kahire’de doğuyor. Dolu dolu bir yaşamdan sonra, 13 Aralık 1974’te, Ankara’da hayata gözlerini yumuyor. Daha doğumunda bile tartışmalı bir yaşamın başlangıç izlerini görüyoruz: Baba, Manisa eşrafından Karaosmanoğlu ailesinden Abdülkadir Bey’dir… Abdülkadir Bey, Osmanlı’yı dize getirmek için ordusunu 1833 yılında Manisa’ya kadar yollayan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın, bu orduya komuta eden oğlu İbrahim Paşa’yla yakınlaşır, onun hizmetine girer ve Kahire’ye giderek konağına yerleşir. Yakup Kadri, Abdülkadir Bey’in İbrahim Paşa konağı halkından İkbal Hanımla evlenmesinden doğan ikinci çocuğudur! Aile 1895’te Manisa’ya döner ve küçük Yakup Kadri ilköğrenimini Manisa’da tamamlar. 1903’te girdiği İzmir İdadisi’nde Ömer Seyfettin, Şahabettin Süleyman ve Baha Tevfik gibi kişilerle tanışır. Babasının ölümünden sonra 1905 yılında tekrar annesiyle birlikte Mısır’a döner ve eğitimini İskenderiye’deki bir Fransız okulunda tamamlar. Bu arada Mısır’daki Jön Türklerle tanışır. 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre önce İstanbul’a gelir ve Hukuk Mektebi’ne girer; ama bu mektebi bitiremez! Bu arada artık edebi yaşamı başlamıştır: Şahabettin Süleyman aracılığıyla Fecr-i Âti topluluğuna katılır: Muhit, Şiir ve Tefekkür, Servet-i Fünun, Rübab, Türk Yurdu, Peyam-ı Edebi, Yeni Mecmua, İkdam gibi gazete ve dergilerde yazıları yayınlanmaya başlamıştır. İbsen’den esinlendiği Nirvana adlı bir de oyunu yayınlanır. Daha yirmili yaşlarındayken, dönemin “ince hastalığı” vereme yakalanır. 1916 yılında İsviçre’ye gider ve üç yıl burada tedavi görür. Birinci Dünya Savaşı yenilgisinden sonra, yazılarıyla Kurtuluş Savaşı’nı destekler. 1920 yılında Ankara’ya çağrılır; Yunanlıların yaptıkları zulmü incelemek üzere kurulan “Tetkik-i Mezalim” komisyonu üyesi olarak (Halide Edip de aynı komisyonun üyesidir) Kütahya, Simav, Gediz, Sakarya yörelerini dolaşır ve buralarda Anadolu halkıyla yakınlaşır. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1923’te Mardin, 1931’de Manisa milletvekili olur. 1932’de Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tökin ve Burhan Asaf Belge ile Kadro dergisinin kurucuları arasında yer alır. 1934’te Arnavutluk’a, Tiran Büyükelçiliğine atanır ve Kadro dergisi de 1935 yılı Ocak ayında kapanır. 27 Mayıs 1960’tan sonra, yeni anayasayı hazırlamakla görevli olan Kurucu Meclis üyeliğine seçilir. 1961-1965 arasında yine Manisa milletvekili olur. Bu fırtınalı yaşamı sırasında, Ulus gazetesi başyazarlığı ve Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptığını da kaydetmeliyiz.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.