Joseph Markulin / Machiavelli

Page 1


2 

Machiavelli


JOSEPH MARKULIN

.

.

MACHI AVELLI t Bir Rönesans Romanı T

Türkçesi Leyla İsmier Özcengiz

3


4

Machiavelli

machiavelli / Joseph Markulin

Orijinal adı: Machiavelli © Remzi Kitabevi, 2013 Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Yayına hazırlayan: Erol Erduran Düzelti: Öner Ciravoğlu Kapak: Ömer Erduran

ısbn 978-975-14-1606-3 birinci basım: Şubat 2014 Kitabın basımı 2000 adet olarak yapılmıştır. Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Sertifika no: 10705 Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090 www.remzi.com.tr post@remzi.com.tr Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri 100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar-İstanbul Sertifika no: 10648


İÇİNDEKİLER Bir İnfazla Sona Eren Giriş Bölümü

9

BIRINCI BÖLÜM

Batı Kültürünün Zirvesinde Bir Çocukluk Çağı 1. Sazan, Enginar, Kara Fasulye, Kuru Fasulye 2. Meleğin Bin Kara Dişi ve Şeytanın Kıçı 3. Pusu ve Melek 4. Haydutların Başpiskoposu 5. Yahudi Kızı 6. Yahudi Mahallesinde 7. Cadı Avı 8. Şaşkınlara Rehber 9. Mendil

35 43 50 65 76 83 92 98 114

IKINCI BÖLÜM

Tanrı’nın Elçisi 10. Toplar! Toplar! Toplar! 11. Tiran Ölüm Döşeğinde 12. Meyhane Dedikodusu, Kilise ve Çarpıcı Vaaz 13. Sokaklarda Devrim, Manastırda Politika 14. Gizemli Bir Fransız ve Bir Diş Tedavisi 15. Örümceğin Oğlu 16. Kale Duvarlarında Bir Amazon 17. Bombardımancılar 18. İşgalcilerden Kurtuluş Mucizesi

131 139 146 158 168 180 188 199 212

5


6

Machiavelli

19. Tanrı’nın Yeryüzündeki Kenti 20. Lekelenmiş Peygamber ve Son Görüşme

223 232

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Mesih-Karşıtı ve Soyu Sopu 21. Yeni Papa’nın Boğa Güreşi Merakı 22. Amazon Kraliçesine Bir Elçi 23. Selam Sana Cesare! 24. İspanyol Diplomasisinin İncelikleri 25. Babil Fahişesinin Üçüncü Evliliği 26. Balayının Böylesi: Havyar ve Komplo 27. Niccolo Ünlü Bir Sanatçıyla Tanışıyor ve Cesare’nin Savaş Konseyi 28. Günah Çukurunun İçinde 29. Çaresiz Hastalıklar Hastanesi 30. Yeni Dünyaya Yolculuk ve Ölmüş Papaya Son Görev 31. İki Yeni Papa, Bir Başka Sanatçı ve Cesare’nin Son Günleri

241 253 269 282 297 311 328 342 359 375 387

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Halk İktidarı Dersleri 32. Pisa ile Savaş I: Bilimsel Yaklaşımlar 33. Takunyalar 34. Kara Ölümle Gelen Aile Serveti Niccolo Almanya’ya Gidiyor 35. Pisa ile Savaş II: Yükseklerde Kokuşmuşluk 36. Politika, İttifak ve Öç 37. Akşam Yemeği 38. Roma’dan Çelişkili Haberler 39. Pisa ile Savaş III: Sonuç 40. İmzasız İhbar, Savaşçı Papa ve Fare-Kral 41. Gonfalonyer Yönetimden Çekiliyor 42. Kaynar Kurşun

407 418 427 439 450 459 470 483 493 505 518


BEŞINCI BÖLÜM

Kader Çarkı 43. Yaslı Bir Noel ve Tombul Yeni Papa 44. Mis Kokulu Bir Gelişme ve Dünyevi Zevkler Bahçesi 45. Yükselişte Bir Adam: Niccolo Mürit Topluyor 46. Niccolo’ya Gelen Mesajlar, Hollandalı Bir Papa 47. Luthercilerin Sesleri Yükseliyor ve Roma’da Niccolo’yu Şaşkına Çeviren Eskiz 48. Bir Ressamın Modeli, Bir Piyango Bileti ve Büyük Mavi Haplar 49. Yaltakçıya İçki 50. Ayaktakımından Kıyamet Orduları ve Floransa’nın Yeniden Doğuşu

537 547 561 578 594 606 622 641

7


8 

Machiavelli


Bir İnfazla Sona Eren Giriş Bölümü

9

Bir İnfazla Sona Eren Giriş Bölümü

23 Mayıs 1493

E

öylesine saygı duyardı ki, onu söylerken ağzından çıkan sesle heyecandan nefesi kesilirdi. Kendini beğenmişin biri olduğu sanılmasın. Onun kendi adına tapınmaya varan bir saygıyla yaklaşması, daha çok, atalarıyla ölçüsüz denecek kadar gururlanmasındandı. Este ailesi Ferrara’yı iki yüz yıldan fazla yönetmiş, bunu da tarımı ve sanayiyi geliştirerek, geniş yollar yaparak, sokakları düzelterek halkın genel refahını arttırmak suretiyle gayet akıllıca başarmışlardı. Yeni palazlanan üniversiteye kol kanat germişler, ünlü Yunanlı âlim Guarino da Verona’yı gelip ders vermeye ikna etmişlerdi. O zamana dek duyulmadık bir girişimde bulunup kent duvarlarının daracık sınırları içinde halka açık bir park yapmışlardı. En önemlisi de şehrin surlarını güçlendirmişlerdi. Ferrara küçük ama zengin bir devletti ve kuzey İtalya’nın tüm diğer şehir devletleri gibi sürekli savaş halindeydi. Politik çalkantı, bir alay kendini beğenmiş dük için bir yaşam biçimi olup çıkmıştı. Sürekli olarak ya saldırıyor, ya saldırıya uğruyor; ya savaşa gidiyor ya da geçit vermez kalelerinde kuşatmaların çözülmesini bekliyorlardı. Çoğu şehir devletine kıyasla Ferrara’da barış ortamı daha sık yaşanırdı. Este ailesi, evliliklerle oluşan akrabalıkları akıllıca kullanıp gizli ittifakları ustalıkla devreye sokarak kentte huzur ve görece bir istikrar sağlamıştı. Ercole–yani Hercules–d’Este işi iyi yürütüyordu. Buna mecburdu, çünkü kelimenin tam anlamıyla ülkenin sahibi oydu ve varlığı demesek de refahı buna bağlıydı. Toprağın ve onun cömertçe bahşettiği her şeyin sahibiydi. Tarlalar ve bağlar onundu. Nehir ve içindeki balıklar onundu. Madenler, değirmenler, büyükbaş hayvanlar ve nihayet ahali onundu. Kimseye hesap vermeden, her istediğini yapabilirdi. Mutlak iktidar sahibiydi. Kanunları o yapar, o lağvederdi. Şahsının ve ailesinin çıkarına olan işlerin önünü açar, düşmanlarını ceza görmeksizin öldüRCOLE D’ESTE KENDI ADINA


10

Machiavelli

rebilirdi. Vergi koyma, suçluyu cezalandırma ve savaş ilan etme hakkı onundu. Ama Ercole tiranların en sömürücülerinden sayılmadığı için bendelerinin sevgi ve saygısını kazanmıştı. Este ailesinin sarayında hizmet veren Savonarola adında tanınmış bir hekim vardı. Aslen Padualıydı ama kaplıcalar ve şifalı sular üstüne bir uzman olarak ünlenmiş olduğundan Ferrara’da sağlam bir mevki edinmişti. Daha önemlisi, alkolün yararlı etkilerinin sadık bir savunucusu olup her hastalık için hemen bu reçeteye başvururdu. Alkolün kanı güçlendirdiğini, kalbi canlandırdığını, vücuttan gereksiz sıvıların atılmasını sağladığını ve sindirime yardımcı olduğunu ileri sürüyordu. Yeterli miktarda tüketilirse karın ağrısı, ödem, felç, barsak kurtları ve iskorbüt hastalığı için de birebirdi. Diş ağrısını dindiriyor, vebadan koruyor, şişkinlik ve gaz sıkıntısını bertaraf ediyordu. Hekim Savonarola kendince her derdin devasını bulmuştu. Reçeteleri Este ailesi ve saray halkı tarafından memnuniyetle kullanılıyordu. Kendine sağlam bir yer edinmiş, seçkin bir hekim ve bilim adamı olarak aranan bir isim olmuştu. Yaşlılık döneminde görevini oğluna devretti ve o da babasının kurallarını ve âdetlerini en küçük ayrıntısına kadar sadakatle uygulamaya devam etti. Üçüncü kuşak saray hekimi olarak aile işini sürdürmesi için, Giro­ lamo Savonarola’nın da babası ve büyükbabası gibi tıp okuması daha çocukken kararlaştırılmıştı. Ama oğlan bu role uygun değildi. Genç Girolamo babasının anlattıklarından, saray hekiminin doktordan çok meyhaneci olarak hizmet verdiği izlenimi edinmişti. Savonarola erkeklerinin doktorluk görevleri arasında insanları keyiflendirmek ve moral dağıtmak da önemli bir yer tutuyordu. Atalarının ayyaşlığının aksine Girolamo içe dönük, hüzünlü bir çocuktu. Fiziksel olarak ufak tefek, çirkin ve sarsaktı. O soluk benizli, çekingen haliyle diğer çocuklara fazla sokulmaz, yalnızlığı yeğlerdi. Hayattaki en büyük keyfi lavtasıydı. Saatler boyu kendi bestelediği o sızılı, hüzünlü ezgileri çalar dururdu. Şiirler yazar, sonra da onları bestelere dökerdi. Tıp bilimine özel bir ilgi duymadığı halde dersini kolayca öğreniyordu. Dışardan bakıldığında uyuşuk ve ilgisiz görünse de, çok geçmeden hocaları onun parlak bir zekâya sahip olduğunu anlamışlardı. Son derece zekiydi ama huzursuz ve gergindi. Tıbbi yazıları ve zorunlu ödevleri çabucak bitirip odasının yalnızlığına, müziğine, şiirine ve tek avuntusu olan Kutsal Kitap’a koşuyordu. Peygamberlerin kitaplarını özellikle Yeremya kitabını büyük bir iştahla okuyordu. Ama tekrar tek-


Bir İnfazla Sona Eren Giriş Bölümü

11

rar belki de yüz kere bıkmadan okuduğu, zihnini açan ve hayal gücünü tutuşturan tek metin, İncil’in son bölümü olan Apokalips(1) Kitabı’ydı. Girolamo on altı yaşlarındayken, baba Savonarola eğitimini başarıyla sürdürmekte olan oğlunun sarayla ve sarayın nimetleriyle tanışması zamanının geldiğine karar verdi. Böylelikle delikanlı onu bekleyen kazançlı mevki için pratik yapma fırsatına kavuşacaktı. Kendini beğenmiş doktor, oğlunun ağustos bayramına gri cübbe ve uzun yün çoraplardan oluşan o her zamanki sade giysileriyle gitmeye hazırlandığını görünce küplere bindi. “Yoksa saraya böyle mi gideceksin? Dük sana kahkahalarla güler! Hödük derler adama, ahırdan çıktığını zannederler! Sen! Bir Savo­ narola ha! Buna kimse inanmaz!” Anasına oğlunun uzun siyah saçlarını tarattırıp kıvırttı. Giysin diye kadife bir şapka verdi. Israrla beline, kenarında sapı mücevherle bezeli, küçük, keskin, göstermelik bir hançer sallanan deri bir kemer taktırdı. Apar topar yaratılan bu saraylı, kendini biraz da komik hissederek, parlatılmış teneke aynada görüntüsünü inceledi. Artık yeni donanımıyla serin güz havasına karışmak ve morlara, gümüşlere bürünmüş hekimler hekimi enerjik babasına yetişebilmek için, yürümek ne kelime, koşar adım Ferarra’nın sokaklarına dalmaktan başka çaresi kalmamıştı. Ürkek, utangaç Girolamo Savonarola yakında sahip olacağı o zengin ve heyecanlı yaşama doğru yola düştü. Saray hekimi ile refakatçısı dukalık sarayında büyük coşkuyla karşılandılar. Kadehler şereflerine kalktı. Sefere nadiren çıksa da asker gibi giyinmiş olan Dük Ercole delikanlıyı selamladı ve başarılar diledi. Genç Savonarola’nın gözlerinin kamaştığını söylemek durumu hafife indirgemek olur. Oğlan böylesine ışıklandırılmış bir salonu ömründe ilk kez görüyordu. Savonarola ailesinin mütevazı ikametgâhı ve Ferrara evlerinin çoğu akşamları yumuşak bir ışığa, mumların ve ocak ateşlerinin turuncusuna bürünürdü. Oysa Este Sarayı ışıl ışıldı. Koca salon muhteşem avizelerle, şamdanlarla, binlerce fenerle, parlak beyaz ışık saçsın diye şap katılmış şömine ateşleriyle aydınlatılmıştı. O inanılmaz ışık yağmuru her düştüğü yerden parıltılar yansıtıyor, altınların ve gümüşlerin üstünde şimşek gibi çakıyordu. İpeklerin, kürklerin, dantellerin ve parlatılmış zırhların bolluğu oğlanı şaşkına çevirmişti. Hele o sarışınlar! Hayatında hiç bu kadar çok sarışın kadın görmemişti. “Ferrara sarayındaki bütün kadınlar sarışın mı (1) Apokalips: İnsanların kaderini saptayan ve önceden açıklayan metinler.


12

Machiavelli

acaba?” diye sordu kendi kendine. “Acaba soylularla aramızda fark yaratan bu mudur?” Sonradan, bu zarif ve dalgalı sarı saçların çoğunlukla sarı ipekten yapılma olduğunu öğrenecekti. O dalga dalga kabarmış takma saçların yalnızca birkaçında, örneğin düşesinkinde, kuzeydeki Almanya’dan ithal edilen gerçek insan saçı kullanılmıştı. Söylenenlere bakılırsa bunlara akıl almaz bir meblağ ödenmiş, daha beter bir rivayete göre de, saçlar savaşta ganimet olarak alınmıştı. Ziyafet başladığında oğlanın şaşkınlığı daha da arttı. Sofralarda sayısız kuş, bilmediği et çeşitleri, dükün Afrika’dan getirip kendi arazile­ rinde yetiştirdiği beyaz bostan patlıcanı türünde egzotik sebzeler yer alıyordu. Damağı saran baharatlarla birlikte geri kalanı Levant’dan yani Akdeniz’in doğu sahillerinden ve Uzakdoğu’dan gelmişti. Tabağının yanına konmuş olan o sivri çatallı aletle ne yapması gerekiyordu acaba? Evde yemek yerken bıçak kullanırlardı. Ayrıca annesinin çorbalık büyük tahta kaşıkları vardı. Akşamları sofrada babasının bütün uygar insanların kullandığını söylediği, eti bıçak ucunda ağızlarına götürerek değil başka bir gereç yardımıyla yediklerini anlattığı, çatal bu muydu yoksa? Burada; çatal, bıçak, kaşık hepsi de pırıl pırıl gümüşten yapılmaydı. Ya şarap kadehleri! Koyu bir gelenekçi olan Dük Ercole, şarabını katedral rahiplerinin kupalarına pek de benzemeyen altın kadehten içmekte ısrar ederken, diğer konuklar cam kadehler kullanıyorlardı. Cam o kadar kıymetli ve öyle az bulunur bir malzemeydi ki Girolamo o güne dek yalnızca adını duymuştu. Ne zarif, ne kırılgandı şu cam dedikleri. Salon saray halkının nara ve şarkılarıyla inleyip ziyafet yavaştan bir meydan kavgası halini alırken, Girolamo Savonarola kimsenin dikkatini çekmeden kendine salonun arkalarında, duvar dibinde bir yer buldu. Manzaraya hakim noktada dili tutulmuş halde sessizce oturup o sarhoş ve günahkâr çılgınlığın içine çekilme kaygısı duymadan gecenin getirdiklerini seyre daldı. Nihayet yeme içme işi bitip sofralar toplanınca sıra eğlenceye geldi. Avrupa’da her sarayın kendi dalkavuğu, maskarası, soytarısı ve delisi olurdu. Ferrara da kuralı bozmamıştı. Dük ve ailesi maiyetlerindeki boy boy cüceyle pek gururlanırlardı. Hatta minicik komiklerini saraya ilave ettirdikleri özel bir bölüme yerleştirmişlerdi. Cücelerin daireleri, minyatür yataklar, masalar ve sandalyelerle döşeli, ufacık, alçak tavanlı bir dizi odadan oluşuyordu. Yerden otuz santim yüksekteki pencereler, etrafı bodur ağaçlar ve alçak kanepelerle çevrili minyatür bir çeşmesi olan bir avluya bakıyordu. Este’nin bu küçük dünyayı içinde


Bir İnfazla Sona Eren Giriş Bölümü

13

yaşayacak olanları düşünerek yaratıp yaratmadığı meçhuldü. Çoğuna göre dük bunu tuhaf şeylere duyduğu ilgiden yaptırmıştı. Burası daha çok, uzun boylu konukların başlarını komik bir biçimde tavanlara vura vura gezdikleri, daracık koridorlardan sürtünerek geçtikleri bir garabet bahçesiydi. Tam boy konuklar işleriyle uğraşan hane halkından birini gördüler mi kahkahayı patlatıyorlardı. Onlar da bön bön bakıp göz süzüyorlardı. Bazen nanik yaptıkları da oluyordu. Ziyafet faslı bittiğine göre dükün cücelerden oluşan trupunu huzura çağırmasından daha doğal bir şey olamazdı. Diğer konuklardan uzakta oturan ciddi ve suskun çocuk, salonun ortasına taklalar atarak gelen yirmi minik şakacıyı hayret dolu bakışlarla izledi. Bu kadar çok cüceyi bir arada göreceği hiç aklına gelmezdi. Cüceler taklalar atıp hokkabazlık yaptılar. Kahkahalar attılar. Ho­­ murtular çıkardılar. O tiz ve nahoş sesleriyle şarkılar söylediler. Yer­ lerde yuvarlanıp ter döktüler. Eğri büğrü bir cüce, kadın elbisesi giydirilmiş bir babunla çılgın bir dans gösterisi yaptı. Oyuncak müzik aletlerinin çıkardığı uyumsuz gürültü, saray halkından yükselen kahkaha tufanının da eklenmesiyle git gide daha dayanılmaz oluyordu. Cücelerden biri o tuhaf hareketleri yaparken konuklara fazlaca yaklaştığı takdirde tekmeyle salonun ortasına postalanıyordu. Tiz sesleriyle yaygara koparıp açık-saçık espriler yapan cüceler insandan çok deliye dönmüş vahşi hayvanları andırıyorlardı. Grubun başı olan Matello, Deliler İmparatoru diye bilinirdi. Rahip cübbesiyle çıkıp kalabalığa vaaz vermeye koyuldu. Önce ölçülü bir ses tonuyla konuşuyordu ama daha sonra isterik bir çığlığa dönüşen tiradı, çılgınca gülmekte olan topluluğun kahkaha dozunu ikiye katladı. Duyulmamış perdelere yükselen sesiyle, ciyaklar gibi, sıkıcı söylevinin doruğuna yaklaşırken, Tanrı’ya yakarıyordu. O sırada cübbesinin altına gizlediği tahta ve kâğıt hamurundan yapılmış bir erkeklik organı çıkarmıştı. Tanrı’nın Çevik Kılıcı dediği bu akla hayale sığmaz ceza aletiyle günahkâr takımına ceza yağdırmaya koyuldu. Aleti hiç çekinmeden büyük bir güçle savuruyor, eğlenen güruhun kafasına indiriyordu. Bunu izleyen delilik ortamında seyirciler yiyecekti, tabaktı, ele ne geçtiyse komiğe fırlatmaya başladılar. Deliler İmparatoru’nun gücü tükenip yere düşünce apar topar salondan çıkarıldı. Bu elit topluluk Matello’nun komedisine gözlerinden yaş gelene kadar gülmüşse, İtalya’nın en tanınmış kadın cücesi olan Kaçık Catherine’e verdikleri tepkiyi tarife söz bulunmaz. Bayağı alkolik, hafiften de kleptoman olan Catherine çaldığı ıvır zıvırı ve değerli eşyayı


14

Machiavelli

minik odasında saklardı. Ancak Kaçık Catherine’in bu kusurlarını affettiren özel bir yeteneği vardı. İstendiği anda, gösterisinin orta yerinde emir üstüne özel numarasını yapabiliyordu. Este ailesinden biri ya da onun bu tuhaf becerisini bilen bir konuk, “Haydi sula Catherine!” diye bağırdı mı, hemen ateşin başına koşar, eteklerini kaldırır, başını arkaya atıp arsızca gülerek alevleri çişiyle söndürürdü! Bu numarayı gecede on iki kez yapabiliyordu! Catherine kahkahadan kırılan soylu konukların haykırışları arasında ateşleri söndürür ve gaz çıkararak–bu da diğer uzmanlık alanıydı– salonda dört dönerken, Girolamo Savonarola yerinde taş kesilmiş oturuyordu. Hayatında hiç bu kadar ahlaksızca bir şey görmemişti. Soylu kentinin en rafine ve kültürlü bireylerinin bu kadar düzeysiz bir eğlenceden zevk alabileceği hiç aklına gelmemişti. Girolamo’ya doğru bakan biri, delikanlının uyuduğunu ya da âlem sonunda sızdığını sanırdı. Sırtını taş duvara vermiş, başı öne düşmüştü. Uzun siyah saçları yüzünü neredeyse tamamen örtüyordu. Ama biri durup da gözlerine bakacak olsa, dehşetle irkilirdi. Çünkü orada Po Nehri’nin olanca suyunun söndüremeyeceği büyüklükte bir yangın görecek, o sıska marazi çocuğun yeşil gözlerinde, gün gelecek binlerce günahkârın özlemini tutuşturmak için fışkıracak olan o kutsal ateşi fark edecekti. Delikanlı o gece, huzur veren bir sessizliğe gömülü karanlık sokaklardan eve dönerken Ferrara Dükü Ercole d’Este’nin sarayına bir daha adım atmamaya yemin etti. İlk ciddi düş kırıklığını saraydaki deneyimi sonucunda yaşayan genç Savonarola, ikinci darbeyi Laodamia Strozzi’den yedi. Laodamia’yı en iyi “mağrur” sözcüğü anlatabilir. Yüksek tabakadan bir ailenin ferdiydi. Boylu poslu, heykel duruşlu, kibirli bir kızdı. Çocuk yaşından beri aile kökleri, dünyadaki yeri ve onu bekleyen alınyazısıyla ilgili yüksek fikirlerle doldurulmuştu. Karizma fakiri sarsak Savonarola bu karşı koyulmaz yücelik karşısında Laodamia Strozzi’ye umutsuzca âşık oldu. Ferrara’nın aydın soylularının davranışları aklına geldikçe midesi bulansa da, dünyevi yaşamın mahrem zevklerinden vazgeçmek gibi bir kararı yoktu. Aşkın incelikle işlediği mucizeleri birinci elden tatma hevesindeydi. Aşk hakkında o kadar da cahil sayılmazdı canım. Dante’sini de, Petrark’ını da okumuştu. Aşkın başarabildiği görkemli dönüşümleri, sevdanın, o saf haliyle, erkeğine kadınına nasıl gerçek bir ruh asaleti ilham ettiğini bu ustalardan öğrenmişti.


Bir İnfazla Sona Eren Giriş Bölümü

15

Dahası vardı. Hem bu iki ustadan, hem de dikkatle okuduğu daha nicelerinden, aşkın ne şekilde kök salıp geliştiğini de öğrenmişti. Aşk daima bir rastlantıyla, kaçamak bir bakışla başlıyordu. Lekesiz Laodamia’sını ilk kez babasının kolunda Katedral’in basamaklarında gördüğü an olup biten de bu değil miydi? O da tıpkı bir zamanlar Beatrice’in Dante’ye, Laura’nın Petrark’a yaptığı gibi, bir an gözlerinin ta içine bakmamış mıydı? O bakış kısacık da olsa ruhunun en derinine işlememiş miydi? Kimse aksini iddia edemezdi; İtalya’nın en büyük şairlerinin ölçüleri esas alındığında, mağrur Laodamia Strozzi, Girolamo Savonarola’ya deliler gibi âşık olmuştu. Delikanlı bundan emindi. Ne acıdır ki Laodamia öyle ince zevkli, kültürlü biri olmadığından, Savonarola’nın şairlerinin savunduğu o yüksek ideallerden habersizdi. Dolayısıyla verilen reçete uyarınca kendisine uzaktan hayranlık besleyip aşkın ayakları yerden kesen etkisi üstüne kaleme alınmış sayfalar dolusu şiir gönderen delikanlıya karşılık vermedi. Yalvarışlarına kızın şu ya da bu şekilde cevap vermemesi delikanlıyı sevinçten deliye döndürmüştü. Demek ki plan işliyordu! Elindeki sürece ilişkin sağlam belgelere göre, kızın suskunluğu kendisine duyduğu aşkın kanıtıydı. Dahası, bu hal onun el sürülemez lekesizliğinin işaretiydi. Savonarola kur yapma faslının ikisinin de ihtiraslarını daha fazla gemleyemeyecekleri bir noktaya vardığına kanaat getirince, baba Roberto Strozzi’ye mektup yazıp kızıyla evlenmek istediğini bildirdi. Çok geçmeden heybetli Strozzi’nin huzuruna çağrıldı. Belli ki drahoma, düğün tarihi, miras, unvanlar ve benzer konulara ilişkin koşulları içeren evlilik sözleşmesinin olağan ayrıntılarını görüşmeye başlayacaklardı. Girolamo Savonarola açgözlü değildi. Laodamia ile bir aşk evliliği yapacaklardı; çünkü aralarında onları bir ömür boyu, hatta sonrasında da birleştirecek olan derin, ruhani bir bağ oluşmuştu! Bu âdet yerini bulsun diye yapılan anlaşmaların birleşme için engel yaratmayacağından emindi. Dahası, bildiği kadarıyla Floransa’dan yüz kızartıcı bir biçimde kapı dışarı edilip Ferrara’da yokluk içinde bir sürgün hayatına mahkûm olan Strozzi ailesinin, kızlarının tanınmış bir bilim adamının oğluyla evleneceğine seviniyor olmaları gerekirdi. Girolamo ailenin kendisini sevgiyle bağrına basacağından emindi. İçi içine sığmayan genç talip, Strozzi ailesinin geçici olarak ikamet ettiği saraya vardığında ne yazık ki umduğunu bulamadı. Roberto Strozzi bir yandan olanca heybetiyle salonu arşınlarken bir yandan da aşağılayıcı bir söylev çekti. Babası müstakbel talibini “bu haddini bilmez sahtekâr, bu salak” sözcükleriyle yerin dibine batırırken, mağ-


16

Machiavelli

rur Laodamia da arkada durmuş küçümseyen bakışlarla seyrediyordu. Öfkeyle birlikte ucuz kırmızı şarabın kızarttığı koca suratını sallayarak bağırıp çağıran Bay Strozzi, ailesinin üstünlüklerini sayıp döktü. Sonunda kızının bir hekimin sümüklü oğluna verilemeyecek kadar değerli bir ödül olduğunu ilan ederek kestirip attı. Söylediğine göre, kız zaten Floransa’nın güçlü Medici ailesiyle kuzen olan genç bir adamla sözlüydü. Düğün tarihi saptanır saptanmaz Roberto Strozzi ve değerli ailesi hakları olanı geri almak üzere Floransa’ya döneceklerdi. Adam, “Bu çelimsiz, çatık kaşlı, gaga burunlu kakalak halinle, unvansız, acınası sümüklünün teki olarak, sıradan kimliğinle Laodamia’mı istemek seni haddine mi düşmüş?” diye kükredi. Öfkesi coşup taştı. Kırmızı yüzü önce morardı, sonra siyaha çaldı. “Benim adım Roberto Strozzi!” O öfkeyle, r’lerin üstüne iyice basıyordu; z’lere de öyle. Sonrasında dayak, kamçılama, parça parça etme, o küçük domuzumsu gözlerin oyulması, hadım edilme, gırtlağının kesilmesi gibi her zamanki bildik tehdit ve tacizler geldi. Çeşitli hayvanların, köpeklerin, vahşi atların, şahinlerin insana neler yapabileceği hatırlatıldı. En sonunda suçludan arta kalanlar, duasız, merasimsiz Po Nehri’ni boylardı. Girolamo o kadar sarsılmıştı ki verecek bir cevap bulamadı. Önünde dipsiz bir uçurum açılmış gibiydi. Zorba Strozzi adamlarına o bitik bedenini kapı dışarı etmeleri için emir vermemiş olsa, bulunduğu noktada kök salabilirdi. Aşağılanmış talip öyle sersemlemişti ki büyük aşkının, gidişini hızlandırmak, hatta biraz da eğlenmek için köpeklerin üstüne salınmasını önerdiğini duymadı. Aşkının reddedilişi öyle ani ve şiddetli olmuştu ki, bu şok genç Girolamo’yu daha da derin bir moral bozukluğuna itti. Istırabı tarifsiz, ümitsizliği dipsizdi. Artık vaktinin çoğunu tek başına geçiriyor, dünyanın kötülüğü ve merhametsizliği üstüne kafa yorup duruyordu. Genç olduğu halde bir münzevi gibi yaşıyor, bütün günleri bu şekilde geçiyordu. Daima sade olan giysileri artık iyice eskimiş, sağı solu yamanmıştı. Az yiyor, dedesinin ve babasının toz kondurmadığı sert içkileri ağzına koymuyor, tahta üstüne serilmiş saman şiltede yatıyordu. Ne var ki, aşk acılarıyla kıvranıp onu mahveden tarifsiz çaresizlikler ve kuşkularla boğuştuğundan uykusu düzensizdi. Yirmi iki yaşını sürerken, nihayet bir gece hayatta ne yapacağına karar verdi. Bu cevabı, işkenceden farksız yaşamı boyunca göreceği pek çok rüyanın ilkinde bulmuştu. Uykusunda bütün bedeni ateşe verilmişti sanki. Yanıp kavrulurken duyduğu acı anlatılır gibi değildi. Birden gökyüzü yarıldı, tepe-


Bir İnfazla Sona Eren Giriş Bölümü

17

den buz gibi bir su boşandı. Girolamo tarifsiz bir huzur içinde uyandı. Aylardır bedeninde esip gece gündüz canını yakan ihtiras ateşleri birden söndürülmüştü adeta. Savonarola artık asla evlenmeyeceğini, bir daha bir kadını ya da başka bir tensel zevki arzulamayacağını biliyordu. 1475’te Aziz Joseph bayramında gün doğarken uyandı ve kimseye söylemeden baba evini terk etti. Bir gün boyu yürüyüp Bolonya’ya vardı. Orada San Domenico Manastırı’na kabulünü istedi. Sonradan babasına yazdıklarından, ona bir garez duymadığı, kendisini aşağılayan Laodamia Strozzi’ye karşı da herhangi bir kırgınlık beslemediği anlaşılacaktı. Girolamo çıraklığa girme kararını kendi zayıflığı ve çirkef dünyaya daha fazla dayanamayışı yüzünden aldığını açıklıyordu. Dediğine göre bir süre inzivaya çekilecek ve yolunu bulabilmek için dua edecekti. “Ben de etten kemiktenim,” diye yazmıştı, “Bu yüzden şeytanın omuzlarıma binip kudurmuş bir köpek gibi beni cehenneme sürmesine bütün gücümle direnmeliyim.” Savonarola yedi yıl boyunca eğitim gördü, dua etti ve bekledi. 1481’ de San Domenico’nun başrahibi tarafından huzura çağrıldı ve kendisine acemilik devresinin sona erdiği bildirildi. Artık Tanrı sözünü iletmek ve başkalarının da şeytanla savaşmasına yardımcı olmak için yeniden insan içine yollanacaktı. Başrahip çırağını avludan uğurlayıp Brescia’ya, Cenova’ya, Toskana ve Lombardiya köylerine yollarken ellerini ovuşturuyordu mutlaka. Dominikenlik, vaizlerin, hem de sıkı vaizlerin, dünyanın ne kadar iğrenç olabileceğini iyi bilen, görmüş geçirmiş, savaşkan adamların tarikatıydı. Onlar sessizlik yemini etmiş olan ve oruç tutup dua etmek için ıssız manastırlarına çekilen mütevazı Benediktin tarikatı üyelerine benzemezlerdi. Misyonlarıyla gurur duyan Dominikenler bu işi şevkle yaparlardı. Onlara Tanrı’nın Bekçi Köpekleri denmesi boşuna değildi. O gün manastırdan ayrılan aykırı delikanlı Fra(1) Girolamo Savo­ narola, ne acıdır ki tip olarak vaizliğe de uygun değildi. Çelimsiz, zayıf, çirkin ve hâlâ bir oğlan çocuğundan farksızdı. Son on yılda erkeklik yolunda en büyük gelişimi gösterip irileşen uzvu, burnuydu. Göğüs kafesi o kadar dardı ki, derin soluklarla şişirilip kükreyerek dehşetengiz bildiriler savurma görevi için yeterli olamayacağı açıktı. Davranışları görgü ve zarafetten yoksun, sesi sinir bozucuydu. Zaten tiz geniz sesleri ve tekdüze ritmiyle Ferrara ağzının, yarımadanın en nahoş lehçelerinden biri olduğu bütün İtalya’nın malumuydu. Delikanlının koca(1) Fra: Rahiplerde ‘kardeş’ anlamına gelen unvan. M2


18

Machiavelli

man gaga burnu, hüzünlü yüz hatlarının arasından kalın etli dudaklarına doğru sarkıyordu. Ama ya o gözler? Başrahibin asıl gördüğü, onlardı işte. Yetersizmiş gibi duran genç rahibi işte o gözler yüzünden Tanrı sözünü yaymaya yollamıştı. O yeşil gözlerde sönmek bilmez, merhametsiz alevlerin yanabileceğini görmüştü. Karatavuk kanadını andıran gür kaşların altında bir fanatizm ve inanç ışığı yakalamıştı. Zamanı geldiğinde Fra Girolamo Savonarola o ateşi nasıl kullanacağını, o enerjiyi nasıl salıvereceğini keşfedecekti. Savonarola’nın vaizlik kariyeri hiç de şanslı başlamadı. Sonraları sesiyle bütün İtalya’yı titretmekle övünürken, ilk günlerde bir tavuğu bile yerinden kımıldatamadığını itiraf edecekti. Zaten vaaz verebildiği o acınası köylerde kendisini dinlemeye gelenlerin tavuklardan daha kavrayışlı oldukları söylenemezdi. Hepsi, vaizi dinlemektense tespih çekip dua etmeye meraklı sofu ihtiyar kadınlardı. Girolamo’nun yıllarca aldığı eğitimin, kadim Roma ve Yunan hatiplerinin konuşma sanatı derslerini ve söz cambazlıklarını su gibi ezberlemiş olmasının hiç hükmü yok gibiydi. Oysa o görüşlerini adım adım yapılandırmayı, sözlerini fiyakalı Latince sözcüklerle noktalamayı çok iyi biliyordu. Güzel konuşma sanatını Çiçero ve Demokritos’tan öğrenmişti. Üç parçalı devrik cümleler kullanarak sözcüklerle nasıl oynanacağından haberi vardı. Ama bütün bu üst düzey klasik öğrenim, eğitimli genç vaizin vaazını besleyen onca asrın klasik kültüründen habersiz, oturmuş mırıl mırıl dua okuyan zavallı köylü kadınlar karşısında harcanıp gidiyordu. Rahip Girolamo yaklaşık on yıl boyunca Toskana ve Lombardiya’ nın arka yollarını arşınlayıp durdu. Daha çok Dominiken kardeşleri tarafından ihmal edilmiş yoksul köylerde vaaz veriyordu. Soyluların şatolarından uzak duruyor, hanlarda kalıyor, sık sık da Tanrı’nın sözünü ilettiği köylülerin sefil kulübelerinde geceliyordu. Büyük bir alçakgönüllülük ve bağlılıkla çağrısının peşinden gitti. Bir gün tüm Hıristiyan âleminin hatta bütün dünyanın en büyük vaizi olacağını, 1498 yılının 23 Mayısı’nda ise sapkınlık suçu işlemiş bir ölüm mahkûmu olarak kendini Floransa’nın ünlü Signoria Meydanı’nda bulacağını nereden bilebilirdi? Şafağın sökmesine pek az kala, ufak tefek tombul bir rahip gülerek aşınmış taş basamaklardan indi ve misafirhanenin avlusuna daldı. Tavukların uyumakta olduğu kümes bölümünü geçip kuyunun başında kısa bir mola verdi. Başını iki yana sallayıp sırıtmaya devam ederek ablak kırmızı suratına bolca soğuk su çarptı. Tepesi tıraş edilmiş ba-


Bir İnfazla Sona Eren Giriş Bölümü

19

şını halka gibi çevreleyen gür siyah saçlarını tombik eliyle ıslatıp iyice bastırdı. Sabah banyosunu tamamlamış olduğundan ellerini ve yüzünü cübbesinin geniş kol ağzıyla sildi. Onu kayıtsızlıkla süzen tavukları selamladı ve havalı bir etek savuruşla dönüp gözden kayboldu. Taş kemerden hızla geçip sokağa çıktı. Bir ara güdük bacakları dalgalanıp duran cübbesine takılınca az kalsın düşüyordu. Taşlar gece yağan yağmur yüzünden hâlâ ıslaktı. Via San Gallo’dan telaşla San Lorenzo Manastırı’na dönerken deri sandaletleri birkaç kez kaydı. Yuvarlak yüzü mutlu bir gülüşle aydınlandı ve resimlerdeki melek çocuklar gibi ışıdı. Teresa ona “Ciccio”, tombiş veya “Cicciolino”, yani minik tombiş diyordu. Kocaman yumuşak yatağa devrilirlerken kadın, “Oooo, Ciccio, hayır!” diye bağırmıştı. İçi saman dolu şiltenin kokusu hâlâ burnundaydı. Onun dişi bedenin ılıklığını hâlâ duyumsuyordu. O ılık kokuyu. Samanı ve Teresa’yı. “Ooo Ciccio, sakın yapma!” Fra Pagolo Pulci bekâret yeminini fazla ciddiye alan bir din adamı değildi. O mayıs sabahı San Lorenzo Manastırı’nın kapısından soluk soluğa içeri girerken sonsuza kadar lanetlenmeyi de umursamıyordu. “İsa Peygamber’e şan ve şeref olsun!” “Daima şan ve şeref olsun.” Bekçiyle karşılıklı olarak parolayı fısıldadılar. Her zamanki manastır selamı. “Keşişler neden herkes gibi bir ‘günaydın’la yetinmezler acep?” diye sordu kendine. Dualar yükselen şapelin önünden aceleyle geçti. Sabah ibadeti. Bu fasla yalnızca çıraklar katılırdı. Yoksa kim gün doğmadan kalkıp o soğuk şapelde yarım saat dizleri üstünde dua etmeye koşardı? Maneviyatı güçlü olanlar. Hah! Onların burada, bir Floransa manastırında ne işleri vardı? Çöldeki üşütük, pis, ihtiyar serseriler gibi kırsalda bir mağara bulup münzevi hayatı yaşasalar daha iyiydi. Orada kafaları daha sakin olurdu. Ama burada, Floransa’da insanın aklını karıştıracak çok şey vardı. Dün sabah olduğu gibi. Kapı çalınmış, gidip açtığında San Lorenzo’nun keşişlerine mihrap örtüsü ve çarşaf tedarik eden Giacomo Lenzuolo’nun büyük kızı Teresa Lenzuolo’yu karşısında bulmuştu. Ooooo Teresa! İsa Peygamber’e şan ve şeref olsun! Fra Pagolo o sabah her zamankinin aksine, yumuşak, kremamsı, az tuzlu beyaz peynir ve fırından yeni çıkmış çıtır ekmekle fazla oyalanmayıp kahvaltısını çabucak bitirdi. Yemekhaneden telaşla çıktı. Cömertçe kesilmiş bir kol salamı kapıp cübbesinin kıvrımları arasına sokuverdi. Uzun bir gün olacaktı. Çırak yatakhanesine giden merdivenleri tırmandı. Rinuccio Calvi’nin hâlâ derin uykuda olduğuna şüphe yoktu. “Hey! Uykucu seni! Sana hazır olmanı söyleme-



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.