Quo Vadis İstanbul? / Atillâ Dorsay

Page 1


2   Quo Vadis İstanbul? ATTİLÂ DORSAY, Galatasaray Lisesi ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin (şimdiki M.S.Ü.) Yüksek Mimarlık bölümünden mezun oldu (1964). 1966 yılından itibaren Cumhuriyet gazetesinde sinema üzerine yazmaya başladı ve sonra bunu asıl meslek olarak seçti. Cumhuriyet’te 27 yıl sürekli yazdıktan sonra Milliyet ve Yeni Yüzyıl’da, 1998’den ayrıldığı 2013 yılına dek ise Sabah’ta yazdı. Çoğu sinemayla ilgili olmak üzere bugüne dek 50’ye yakın kitabı yayınlandı. Türk sineması ve yabancı sinema eleştirilerini, yemek kültürü, gezi, şehircilik, yaşam kültürü, pop müzik üzerine yazılarını ve son yıllardaki fotoğraflarını ayrı kitaplarda topladı. TRT 2’de, açıldığı 1985 yılından itibaren 20 yıla yakın klasik filmler sundu. Özellikle Sinema 100 Yaşında kuşağında önemli klasikleri ekrana getirdi. 1987-1994 arasında TRT Radyo 3’te müzik programları yaptı. Yerliyabancı dergilerde yazıları yayınlandı. Birçok festivalde jüri üyeliği yaptı. Ayrıca başlangıcından (1982) bugüne dek İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı Uluslararası İstanbul Film Festivali’nin yürütme kurulundadır. Şimdi onursal başkanı olduğu SİYAD-Sinema Yazarları Derneği’ni kurdu ve uzun yıllar yönetti. FIPRESCIUluslararası Sinema Yazarları Federasyonu’nun da Türkiye temsilciliğini yaptı. Dorsay’ın, Fransa’dan Palmes Académiques Nişanı, Türk Dil Kurumu Basın Dil Ödülü (1979), Eskişehir, İstanbul, İzmir, Antalya, Adana-Altın Koza, TÜRSAKRandevu film festivalleri, SİYAD onur (veya emek) ödülleri bulunuyor.

Yapıtları Mitos ve Kuşku; Sinemayı Sanat Yapanlar; Sinema ve Çağımız/1 ve 2; Sinema ve Kadın; O İsimler, O Yüzler; Yüzyüze (söyleşiler); Hayatımızı Değiştiren Filmler/1 ve 2; Sinemamızın Umut Yılları-1970-1980 Arası Türk Sinemasına Bakışlar; 12 Eylül Yılları ve Sinemamız – 1980-1990; Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları – Türk Sineması 1990-2004; Yılmaz Güney Kitabı; Sümbül Sokağın Tutsak Kadını (Türkan Şoray Kitabı); Benim Beyoğlum; Ağız Tadıyla; Ajda Pekkan’ın Yüzü (denemeler); İstanbul’da Devr-i Sözen; 100 Yılın 100 Filmi; 100 Yılın 100 Yönetmeni; 100 Yılın 150 Oyuncusu; Düşen Yapraklar, Geçen Yıllar; Ne Şurup-Şeker Şarkılardı Onlar…; Yaşam ve Ölüm Kentleri (gezi notları); İşte Büyü Zamanı; Sinema ve Unutulmayanlar (söyleşiler); Bir Eleştirmenin Objektifinden (fotoğraf albümü); Yüzler 2007-2008 (fotoğraf albümü); Dorsay’ın Penceresinden – Kültür ve Sanat Dünyamızdan Portreler; Hindistan Sıcağından Norveç Buzuluna (gezi notları); Sinemayı Yazan Adam (Rıza Kıraç’la nehir-söyleşi); Dönme Dolap (şiirler); Sinemamızda Değişim Rüzgarları-Türk Sineması 2005-2010; Çağı Yaşamak, Önyargıları Yıkmak (siyasal yazılar); Hepsi Senin İçin (hikâyeler); Türkan Sultan’a Armağan (fotoğraf albümü); Yeşilçam’dan Yüz Portre (çıkacak).


ATİLLÂ DORSAY

Quo Vadis İstanbul? Bir Kentin 20 Yıllık Tarihi ve Bugünü

3


4   Quo Vadis İstanbul?

quo vadıs istanbul? / Atillâ Dorsay © Remzi Kitabevi, 2013 Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Editör: Eylül Duru Kapak fotoğrafı: Muhsin Akgün Kapak düzenleme: Emrah Apaydın

ısbn 978-975-14-1574-5 birinci basım: Ağustos 2013 Kitabın basımı 2000 adet yapılmıştır. Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Sertifika no: 10705 Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090 www.remzi.com.tr post@remzi.com.tr Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri 100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar-İstanbul Sertifika no: 10648


5

Bu kitap Gezi Parkı mucizesini yaratan kadın-erkek, genç-yaşlı, ünlü-ünsüz tüm o harika insanlara adanmıştır…


6   Quo Vadis İstanbul?


İçindekiler

Önsöz, 9 1990’LAR İstanbul Sarsılıyor: Refah Yerel Yönetimde ve Depremler Kapıda…, 17 2000’Lİ YILLA R İstanbul Ranta ve Yağmaya Açılıyor, 71 2010’LU YILLAR “Çılgın Projeler” Dönemi, 153 2013 İstanbul-Bugün, 237 Günümüz İstanbul’unun Sorunlarına Bir Bakış, 239; Bir Tayyip Erdoğan Portresi Denemesi, 260; Gezi Parkı’ndan Kalan: Üç-Beş Ağaç, İki Çapulcu ve İşte Demokrasi!, 270 EK İstanbul’un Ölümsüz Hazineleri, 279; Yeşil Alanlar: İyi Örnekler, Kötü Örnekler, 281; İstanbul’un En Güzel Yapıları, 284; İstanbul: Görkemli Müzeler Kenti, 288; İstanbul’un En Gözde Manzara Noktaları, 291; Gözde Salonlarım, Sinemanın Has Mekânları, 294; Sonsöz, 301

7


8   Quo Vadis İstanbul?


9

ÖNSÖZ

İstanbul aşkımın nerede, nasıl başladığını, bu kente karşı duygularımın niteliğini ve niceliğini daha önce de söz konusu etmiştim yazılarımda, konuşmalarımda… Erken yaşta başlayan ve sanki ruhum kadar bedenime de yerleşen bir duygu oldu bu. Hayatta en çok sevdiğim, tutkuyla sevdiğim birkaç şeyin arasında yer alacak kadar: İşte sinema, müzik, elbette ailem gibi… Bu duyguyu bir sunuşun dışında, daha boyutlu bir biçimde anlatmayı hep düşündüm, hep istedim. En azından vaktiyle yazdığım Benim Beyoğlum adlı kitabın bir benzerini yazmak tarzında: Benim İstanbulum. Bir kitapta, çok iyi tanıdığımı sandığım (belki de öyle vehmettiğim) bu kenti semt semt anlatmak biçiminde… Fatih ve Eminönü’süyle, Çamlıca ve Suadiye’siyle, Nişantaşı ve Şişli’siyle, Kanlıca ve Tarabya’sıyla, Kadıköy ve Üsküdar’ıyla, Bebek ve Ortaköy’üyle, Florya ve Yeşilköy’üyle… Ama olmadı. Vaktim yetmedi, zaman ayıramadım. Belki zaten yazamazdım: Bir Abdülhak Şinasi Hisar veya Orhan Pamuk olmadığıma göre… Belki yazsam da bir şeye benzemezdi, çiziktirilmiş anılar yığını olmaktan öteye gidemezdi, şair veya has yazar işi olamazdı. Bilmiyorum ki… Ama İstanbul üzerine yazmayı hiç ihmal etmedim, bu kenti hiç savsaklamadım. Edebi yazılar değilse de bir kitaptan daha çok okunan gazete köşelerinde –elbette bunu yazacak köşelerim olduğu sürece– İstanbul hep ilgi alanım içinde kaldı. Bu kenti yüreğimden hiç çıkarmadım, ona ihanet, onun dertlerini ve sorunlarını düşünmezlik etmedim. Hep sevilesi bir kent Çünkü bu kent hep çok sevilesi bir kentti, öyle de kaldı. Tarihin ve talihin en güzel ve en korkunç armağanlarıyla, hiçbir kente kolay ko-


10   Quo Vadis İstanbul? lay nasip olmayacak bir geçmişin tüm izlerini hep taşıdı, hâlâ da taşıyor. Üç büyük imparatorluğa başkentlik etmiş, tüm inançların gelip eşiğinde buluştuğu, uygarlıkların kesişme, savaş ve de diyalog sahnesi olarak Doğu Roma, Bizantium, Konstantinopolis, Konstantiniyye veya İstanbul öylesine ayrıcalıklı ve özel bir mekân oldu ki… Doğanın bahşettiği ve tüm yok etme çabalarına karşın hâlâ büyük ölçüde süregelen eşsiz güzelliğine kondurulan taçlar, giydirilen kılıklar ve yapılan makyajlar onu hayli yaşlandırıp çirkinleştirse de ve zaman zaman boyaları akmış yaşlı bir kokonaya dönüştürse de, o hâlâ alımlı, hâlâ çekici. Ve hâlâ görenlerin aklını başından alacak kadar güzel. Benim kişisel maceram içinde İstanbul hep başköşeleri tuttu. Her semtinde, her meydanında, her parkında, her sinema veya tiyatro salonunda, her anıt, mabet veya müzesinde, her çarşısı veya pazarında anılarım vardır, anılmayı ve yazılmayı bekleyen… Evet, galiba bir başka ve kapsamlı İstanbul kitabı yazmam gerekiyor!… Ama şimdilik bu kitabın yayınlanması önem taşıyor. Çünkü bu kitap benim açımdan birçok şeyi birden içeriyor, birçok anlam taşıyor ve birden çok yararı olabilir. Öncelikle benim İstanbul üzerine yazageldiğim yazılardan yaptığım geniş bir seçme içeriyor. 1994’ten başlayarak, önümüzdeki yıl 2014 olduğuna göre kabaca son yirmi yıl içinde sürekli İstanbul’u düşündüğümü, onun türlü-çeşitli sorunları üzerine imkân buldukça hep yazdığımı gösteriyor. Bu benim için elbette güzel bir şey, iftihar edeceğim bir olgu. Ve izninizle şunu da söyleme hakkım var sanıyorum: İstanbul’un bitirilmesi ve tüketilmesi operasyonuna bugün çok daha geniş biçimde dile getirilen ve özellikle Emek ve Gezi Parkı olaylarında zirveye çıkan eleştiri, itiraz ve protestoya ben daha o dönemde başlamış, bu konularda olabildiğince yansız biçimde olabildiğince muhalefet yapmayı yıllar boyu inat ve sebatla sürdürmüşüm. Bu kadarcık övünmeyi de bana çok görmeyin!…

Niye bu kitap? Aslında bu İstanbul yazılarını kitaplaştırma düşüncem yoktu. Bunu genelde sinema yazılarım veya gezi notlarım için yapagelmiştim. Ancak 2011 yılında, İKÜ–İstanbul Kültür Üniversitesi’nin sevgili


Önsöz

11

Refik Erduran aracılığıyla yaptığı öneri üzerine, sinema dışı yazılarımdan yine aynı yirmi yılı kapsayan bir seçme yapmıştım: Çağı Yaşamak, Önyargıları Yıkmak. Bu kitap benim siyasete dek uzanan, ama güncel siyaset olmayıp daha genel sorunlara yaklaşan yazılarımı içeriyordu, önce Yeni Yüzyıl, sonra Sabah’ta yazdığım… Ve özellikle insan hakları, azınlık sorunları, ırkçılığın çağdaş yüzleri, namus cinayetlerinden türbana kadın sorunları, milliyetçiliğin çağdaş durumu, İslam’ın demokrasiyle sınavı gibi temaları ele alıyordu. Kendimce önemli bulduğum bir toplamdı, Radikal gazetesinin, “Dorsay’dan sivil toplum dersleri,” diye haber yaptığı… Ama sanırım hak ettiği ilgiyi görmedi. Bu kez İstanbul yazılarının derlenmesi daha büyük önem taşıyor. Çünkü gördüğünüz gibi, İstanbul elden gidiyor. Her gün bir yenisi çıkan “çılgın projeler”, her karış boş alanın ranta açılmasına çaba gösterilen, doğası, yeşili, ağacı acımasız biçimde kemirilip yok edilen, çeşitli uygarlıkların eserlerinin yüzyıllar içinde kendine özgü bir uyum kurduğu bu harika şehir, her şeye kendi damgasını vurmak, her şeyi tek bir adamın zihin ve bilgi süzgecinden geçirerek oluşturmak şeklinde tezahür eden bir tür şehircilik diktatoryasının sunak taşında kurban edilmek isteniyor. Büyük ölçüde edildi bile… Zaten benim Sabah gazetesinden ayrılmamın temelinde yatan da İstanbul’a karşı bu korkunç ve insafsız saldırının, elbette Emek sinemasını da içeren haşinliği ve kabalığı değil miydi?! O buyurgan kişiliğin dolaylı egemenliği, en azından etki alanı içindeki bir gazetede, içimde kabaran ve dozu giderek artan öfkeyi bastırarak yazmak, üstelik İstanbul ve korumacılık üzerine yazmak çabamı sürdürebilir miydim?! Bu kitaba bir görev, bir tür misyon psikolojisi içinde sıvanmamın nedeni de aynı. Yalnızca bugün ele alınan hemen her sorunu, her olumsuz gelişmeyi ve her ihaneti zamanında görüp yazmış olmanın zevkini hem kendime, hem de başta İstanbul sevdalıları, tüm ilgili olanlara hatırlatmak için değil. Daha çok, iki şey için… Öncelikle bizim tanıyıp sevdiğimiz İstanbul’u yok etmeye yönelik tüm bu projelerin yıllar içinde nasıl yavaş yavaş filiz verdiğini, boy attığını, geliştirilip beslendiğini ve ortak kamu belleğine yerleştirildiğini görmek önemli. Savaş birden başlamadı. Yıllar boyu altyapısı oluşturuldu, stratejisi hazırlandı. Ve bugünkü duruma geldik.


12   Quo Vadis İstanbul? Sivil örgütlerin müthiş gelişimi Ayrıca yirmi yıla yayılan bu gelişmenin altyapısını görmek, belki bundan sonrası için de yolumuzu aydınlatabilir. Çünkü Türkiye’de kamuoyunun son yıllarda çevre ve korumacılık konularında muazzam bir yol aldığı kesin. Sayısız sivil toplum örgütü –ki aralarında TEMA’dan Türkiye Mimarlar ve Mühendisler Odası’na, İstanbul Şehir Plancıları Odası’ndan Taksim Dayanışması Platformu’na, Emek protestocularından tüm ülkedeki Gezi eylemcilerine birçok yasal veya duygusal birleşme var– bu konularda hep yazdı, yürüdü, konuştu. Polisin özellikle son dönemde –adını koyalım: 2013 yılında– alametifarikası haline gelen sinir gazlı saldırılarına hedef olmak da var. Bense bu kitapçığın, Mayıs 2013 sonunda başlayıp tüm Haziran’da en yoğun biçimiyle süren Gezi Parkı olayları ve sanırım artık hep süregidecek mücadele için bir minik belge, bir hatırlama/hatırlatma kaynağı olacağını umuyorum. Kitabın içeriğine gelince… Önce yazıların yayın durumlarından söz edeyim. İlk başlarda, 1994’ten itibaren Yeni Yüzyıl’daki haftalık “Metropol” köşesinde çıkmış olan yazılar var. 1999’dan itibaren Sabah’ta ve de İstanbul ekindeyim, hem de haftada üç kez… Gerçi zaman içinde yerim küçülüyor, giderek çokluk tek sütuna indiriliyor. Sonra köşem kaldırılıyor, daha sonra da İstanbul eki tümüyle kalkıyor. Ama en azından iki yıl boyunca İstanbul’a hayli eğilebilmişim. 2001’den itibaren hiç yerim olmadığı için bunu yapamıyorum: 2005’e dek İstanbul “mecburen” gündemimde değil!… 2005’te İstanbul üzerine genelde kapsamlı “pazar yazılarım” çıkmaya başlıyor. 2006’dan itibaren başlayan “Haftanın İçinden” köşesi sayesinde, İstanbul tüm sorunları ve tüm haşmetiyle yine ilgi alanım içinde. Bunlara 2008’den itibaren haftalık pazar (sonra pazartesi) yazılarım da ekleniyor. Kitabın oluşma mantığı “Bir Kentin 20 Yıllık Serüveni: İstanbul Üzerine Yazılar” başlığı altında toplanabilecek yazıları, sonunda kendi içinde üçe ayırdım. Birinci bölüm, “1990’lar: İstanbul Sarsılıyor: Refah Yerel Yönetimde ve Depremler Kapıda…” başlığını taşıyor Erdoğan’ın dönemin Refah Partisi’nden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiği 1994 yılında başlıyor. Ve onun İstanbul’la yaşadığı biraz kişisel, çokça toplumsal


Önsöz

13

büyük maceranın ilk yıllarına eğiliyor. Kitaba 1994-95 yıllarından seçerek az yazı aldım. Bence önemli olan, o yıllarda bir Refah Partili belediye başkanı olgusuna, kendi açımdan ideolojik korkulardan sıyrılmış biçimde, gerçekçi ve hakkaniyetli bakma gayretimi göstermekti. Bu nesnel olma çabamın, bugün geldiğim kesin Tayyip Erdoğan karşıtlığını daha iyi anlamlandırdığına inanıyorum. 1996-97 yıllarından daha çok yazı seçtim. Çünkü olaylar giderek günümüze daha yaklaşıyor, güncellikleri korunuyor. Arada Habitat veya yeni açılan oteller gibi dönemsel şeyler de var, ama onların da –kentin hemen tüm kaldırımlarının yenilenmesi gibi– her zaman süren işlerden olması bir yana, dönem tanıklıklarının da ilginç olduğu tartışılmaz. ’98-99 yıllarından ve de 2000 yılından da bol yazı var. Çünkü artık Taksim’de cami tasarısından Boğaz’da yeni köprüye, Gökkafes faciasından Radyoevi’ne saldırıya, hüzünlü AKM macerasından İKSV’nin açılamadan yıkılan yeni kültür merkezine, yeni açılan metrodan yeni Haliç köprüsüne, hâlâ tartışılan ve etkileri bugünlere dek uzanan olaylar devreye girmiştir. İkinci bölüm, “2000’li Yıllar: İstanbul Ranta ve Yağmaya Açılıyor” başlığını taşıyor. Bu başlığı açmaya gerek var mı? O yıllarda artık Refah’ın yeni dönüştüğü AK Parti’nin iktidara ve Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığa gelmesiyle birlikte, İstanbul üzerinde yoğunlaşan rant hırslarının ve oynanan oyunların çok daha büyük boyutlara ulaştığı açıktır. Bense daha önce sözünü ettiğim 2001-2005 arası zorunlu suskunluktan sonra, 2006’dan itibaren İstanbul’a çok daha yoğun, düzenli ve sistemli biçimde eğilmek fırsatını bulmuşum. Üçüncü bölüm ise “2010’lu Yıllar: Çılgın Projeler Dönemi” başlığı altında artık günümüze dek uzanan yazılardır… Bu eğilişte elbette hep süregelen ve sık sık yinelediğim kimi leitmotiv’ler var. Kemirilip yok edilen yeşilimiz (örneğin o ünlü filmden yola çıkan Vadim O Kadar Yeşildi ki başlığını birkaç kez kullanmışım!), yağmacı ve rantçı geleneklerimiz, kentin gece karanlığı, TOKİ’nin marifetleri, Haydarpaşa planından Çamlıca camisine, Ataköy sahilinden Galataport projesine birçok tartışmalı konu, kaçınılmaz olarak hep gündemde kalmış ve tarafımdan defalarca ele alınmış. Ayrıca İstanbul, Nereye? ve bunun Latince destekli çeşitlemesi Quo Vadis İstanbul? da


14   Quo Vadis İstanbul? çokça kullandığım başlıklar. Ki sonuncusu kitaba adını verdi. Ben o yazılardan bir seçme yaptım. 1001 yüzüyle ve derdiyle İstanbul Ama şunu fark ettim: Bunlarla yetinmiş değilim. Naçizane İstanbul denince akla gelen veya hemen gelmeyen her konuya el atmışım. Elbette 1999’daki deprem yazıları, tümüyle o döneme ait konjonktürel yazılar. Ama onları da aldım. Çünkü deprem konusu, kimi temel konulara getirdiği tanıklık dışında ve “İstanbul-Bugün” bölümünde işleyeceğim gibi, kente bugün olup bitenlerle de yakından ilişkili. Ayrıca diyelim ki çok sevdiğim ve sık sık döndüğüm Topkapı Sarayı, Arkeoloji’den İslam Eserleri’ne, Ayasofya’dan Kariye’ye, olası bir Zeki Müren müzesinden özel koleksiyonculuğun korunmasına dek diğer müzelerimiz; hamamlarımızdan çeşmelerimize, Rüstem Paşa’dan Piyale Paşa’ya Osmanlı eserleri; mantar gibi artan AVM’lerden kangren olan Perşembe Pazarı’na, İnönü stadından Avrasya maratonuna, Sulukule dönüşümünden Büyükada faytonlarına, kentin heykellerinden siluetine, korkunç trafiğimizden canavar(laşan) sürücülerimize, daha birçok konuya da eğilmişim. Aslında İstanbul konusunun içerdiği sonsuz ve görkemli malzemenin bir küçük ve umarım anlamlı izdüşümü. Bu arada Recep Tayyip Erdoğan’a yazılmış bir mektup, bir de “hasbıhal denemesi” var. Onunla diyalog kurulabileceği, bir gazeteciyi, bir köşede kendisine içtenlikle yazılmış bir açık mektubu okuyup etkilenebileceği umudunu taşıdığımız günlerden kalma. Ne ham hayalmiş!… Böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağını anladığımız şu günlerde aşırı iyimser, hatta basbayağı safça gözüken… Yirmi yılın yazılarından seçmelerden sonra, “İstanbul-Bugün” bölümü geliyor. Yazıları tekrarlamadan, kentin en son haline ve en güncel sorunlarına toptan bir bakış denemesi. Çok daha uzun olabilirdi: Zengin biçimde arşivlediğim basın kupürlerine daha çok yer vererek. Ama olabildiğince özetledim ve kapsayıcı olmasına çalıştım. Aynı zamanda, insaf dışına çıkmadan, nesnel, soğukkanlı ve hakkaniyetli olmasına da gayret ettim. Bu bölümün içinde tüm bu kitabın kaçınılmaz olarak hep odak noktasında olan bir kişiye ayrılmış bir yazı var: “Bir Tayyip Erdoğan Portresi Denemesi.”


Önsöz

15

Sonra bir “Gezi Parkı’ndan Kalan: Üç-Beş Ağaç, İki Çapulcu ve İşte Demokrasi” bölümü geliyor. Hem demokrasi tarihimizi değiştiren bu büyük olayı anmak ve yaratıcılarına minnetimi belirtmek, hem de kişisel olarak beni en çok isyana, sayısız yazıya ve biraz da bu kitabın oluşmasına yönelten Taksim Parkı olayının –en azından oluşan büyük toplum baskısıyla şimdilik– parkın kurtuluşuyla mutlu sona ulaşmasına tarih düşmek için… En sonunda, “Ek” olarak, verilmiş biraz nostaljik bir bölüm var: 2005 yılında yazılmış bir dizi İstanbul’un zenginlikleri dökümü yazıları. Kentin başlıca müzeleri, mimari yapıları, yeşil alanları, manzara noktaları, sinemaları. Bunları özellikle sona sakladım. Böylece kentin bugünkü perişan halini görüp okuduktan sonra, daha on yıl bile geçmeden bunlardan geriye ne kaldığının, hangisinin canına okuyup yok ettiğimizi görmenin belki acılı ve acıklı, ama unutmamamız gereken manzarasının altını çizmek için… Bakınız bakalım: En önemli modern mimari örneğinden, en manzaralı tepeden, en güzel sinemadan ve de özenle seçtiğim “özel salonlar”dan geriye ne kaldı/kalacak… Sadece sekiz yıl içinde… Benim kişisel yaşamımda olduğu kadar İstanbul’un, giderek genel olarak ülkenin kültürel ve toplumsal tarihinde özel bir yer tuttuğuna inandığım Beyoğlu yazılarım ise, hemen bunun ardından gelecek olan Quo Vadis Beyoğlu? kitabımda yer alacak. Elbette Emek’e apayrı bir bölüm ayırarak. Ve sinema konusunda Başbakan’a yazdığım bir özel mektupla birlikte… Temmuz 2013


16   Quo Vadis İstanbul?


Refah Yerel Yönetimde ve Depremler Kapıda…

1990’LAR

İstanbul Sarsılıyor: Refah Yerel Yönetimde ve Depremler Kapıda…

QVİ 2

17


18   Quo Vadis İstanbul?


Refah Yerel Yönetimde ve Depremler Kapıda…

19

Refah’la Birlikte Yaşamak Ölüme adım adım yaklaştığını hisseden François Mitterrand din, Tanrı ve “öteki taraf” konularında bir din bilimcisiyle söyleşmiş… Dikkat ediniz, bir din adamıyla değil, insan, din ve Tanrı’nın ilişkileri konusunda kafa yoran bir din felsefecisiyle… Yine de bu olay, yıllarını sosyalizm davasına adamış Avrupa solunun önde gelen liderlerinden biri açısından son derece ilginç değil mi?… Fransa cumhurbaşkanı, son nefesinde günah çıkartıp öte tarafa inanmış bir Hıristiyan olarak mı gidecek? Bilemem… Ancak tüm dünyada din, güç ve önem kazanıyor. Adeta inanca dönüş çağını yaşıyoruz. Avrupa’da inanç deyince İslam’ı seçenler de var üstelik… Kaptan Cousteau, Roger Garaudy, Cat Stevens bunlardan hemen akla gelen birkaçı. Ne var ki tüm bu olaylar, tüm bu oluşumlar en küçük bir zorakilik taşımıyor. Tüm bu ülkelerin hiçbirinde, hiçbir kişi ve kurum insanları inanmaya zorla çağırmıyor. Elbette çeşitli misyon kurumları, dinsel propagandaya dönük yayınlar, hayatını şu veya bu dinin yayılmasına adamış misyonerler var. Ama işte o kadar. İnsan vicdanı üzerinde hiçbir baskı, hiçbir tehdit, insan aklını her şeyin üzerinde bellemişlere karşı hiçbir zorlama yok. Bunları akla getirecek en küçük bir şey bile yok. Çağımızda artık “inananlar” ve “inanmayanlar” bir büyük koalisyonu gerçekleştirmek, barış içinde birlikte yaşamak zorundalar. İnanca ve inanana saygı? Elbette… Kendi adıma bu saygıyı hep duydum. İnanan ve inancını din ve barış sınırları içinde gösteren insanlar beni hep etkiledi. “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”ndan Yahya Kemal’inkine yakın bir zevk aldım. İstanbul’un Roma ve Bizans eserlerine karışan ve sonuç olarak onlara baskın çıkan Müslüman kimliği beni hep heyecanlandırdı. Mimarlıktan tezhibe, minyatürden musikiye tüm İslam sanatlarından büyük bir keyif aldım. Türk müziğini, radyoda Batı müziği programları yapmama, rock, chanson ve caz tutkuma karşın hiçbir zaman



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.