2
KEMAL BEKİR 3
UNUTMAMAK Bir Dönemin Edebiyat ve Tiyatro Dünyasından Anılar, Gözlemler, Değinmeler
Remzi Kitabevi
4
unutmamak / Kemal Bekir
© Remzi Kitabevi, 2013 Her hakkı saklıdır. Bu yapıtın aynen ya da özet olarak hiçbir bölümü, telif hakkı sahibinin yazılı izni alınmadan kullanılamaz. Editör: Eylül Duru Kapak: Emrah Apaydın
ısbn 978-975-14-1588-2 birinci basım: Kasım 2013 Kitabın basımı 2000 adet olarak yapılmıştır. Remzi Kitabevi A.Ş., Akmerkez E3-14, 34337 Etiler-İstanbul Sertifika no: 10705 Tel (212) 282 2080 Faks (212) 282 2090 www.remzi.com.tr post@remzi.com.tr Baskı ve cilt: Remzi Kitabevi A.Ş. basım tesisleri 100. Yıl Matbaacılar Sitesi, 196, Bağcılar-İstanbul Sertifika no: 10648
İçindekiler Sunuş, 7 Birinci Bölüm EDEBİYATIN KIYISINDA, 9 İzmir’in içinde, 11; Büyük Doğu dergisi, 15; İstanbul dergisi, 17; Tiyatro tutkusu, 19; Ankara yolu, 29; Carl Ebert, 32; Sabahattin Ali’nin okuldan uzaklaştırılışı, 39; Sabahattin Ali nasıl biriydi?, 41; Romanlar dünyası, 45; Halkevleri kapatılıyor, 51 İkinci Bölüm SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ, 55 Çok partili hayata geçiş, 57; İki aylık askeri eğitim, 61; Ahmet Kutsi Tecer, 65; Meyhanelere dadanıyoruz, 68; Okul Disiplin Kurulu’nda, 72; Müdür beni çağırıyor, 76; Necip Fazıl’ın çelişkileri, 81; Adana’ya yolculuk, 82; Devlet Tiyatrosu’nda kadrolu görev, 83; İzmir’e dönüş, 87; Metin Eloğlu ile Kordon’da bir akşam, 88 Üçüncü Bölüm ANKARA AKŞAMLARI, 93 Kürdün Meyhanesi, 95; Arkadaşım Oğuz Bora, 97; Yeni bir eve taşınıyorum, 99; Ulvi Uraz – Pertev Naili – Orhan Burian, 102; Resmi görüş, 105; Felsefeci Nusret Hızır, 108; Nurullah Ataç, 109; Orhan’ın Fransızca hocalığı, 111; Muhsin Ertuğrul’un çabaları, 113; Ulvi Uraz’ın yalnızlığı, 116; Tiyatro provaları, 118; Ruhi Su, 121; İlginç bir yazı, 124
5
Dördüncü Bölüm TİYATRO VE TUTUKLULUK, 129
6
Birinci Şube’de Misafirlik, 131; Turne, 137; İstanbullu edebiyatçılar, 143; Evlilik, 144; Cüneyt Gökçer, 148; Film ekibi, 151; Çekimler bitiyor, 161; Hücreye doğru, 164; 56 gün, 164; Beleşçi bir tiptir, 174 Beşinci Bölüm KİMLERİ TANIDIM?, 179 Gazete okuma meşgalesi, 181; Reşat Fuat Baraner, 186; Duruşmalar başlıyor, 190; Kâmuran Baştuji, 195; Tahliye sevinci, 198 Altıncı Bölüm ANKARA… ANKARA…, 203 Yeniden Ankara, 205; Yedek Subay Okulu, 209; Doğu’ya yolculuk, 212; Halkçı gazetesine giriyorum, 217; Yeniden iş peşinde, 222; Vatan gazetesi ve Naim Tirali, 229; Polis yine kapıda, 230; Temyiz onaylıyor, 233; Tecritte günler, 235; İlhan Tarus’la komşuluk, 242 Yedinci Bölüm YENİ BİR ROMANA DOĞRU, 247 Kaçaklar, 249; Roman çalışması, 254; Roman tefrika ediliyor, 257; Yeşilçam Sokağı’nda, 263; “Arkası yarın”, 270; Altın çağ, 270; KİŞİ ADLARI DİZİNİ, 283
Sunuş
Yaşadığım, ama unutamadığım çarpıcı anılarımı anlatmaya başlarken, Dünün Dünyası’nın usta yazarı Stefan Zweig’ın (1881–1942) yöntemini de anımsıyorum. Bilindiği gibi çağının acı tatlı tüm sorunlarını yaşayan ünlü yazar, II. Dünya Savaşı’nın, Nazizmin insanlara, özellikle bir ırka uyguladığı soykırımın etkileri altında ezilmiş, Brezilya’ya giderek sığındığı bir otel odasında önce söz konusu anılarını yazmış, sonra da eşiyle birlikte yaşamına son vermeyi yeğlemişti. Kalemi eline aldığında, masasında, ne onca kitabından herhangi biri, ne bir dost mektubu, ne not edilmiş bir bilgiyi içeren kâğıt parçacığı, ne de bir fotoğrafçık vardır. İçinde bulunduğu durumu “Geçmişten kalan tek belge, alnımın arkasında bulunanlar. Bundan gayrısı şu anda elden çıkmış ya da ulaşılamaz durumda,” diye açıklar. Ama bunun kendisi için bir kayıp olmadığını söyleyerek ekler, “…çünkü bence, belleğimiz sadece rasgele alıkoyup geri kalanları yine rasgele kaybeden bir öge değil. Tersine, bilerek düzenleyen ve bilgiyle ayıklayan bir gücü var onun. Hayatımızın unuttuğumuz yanları, gerçekten de unutulmaya çoktan ‘hüküm giymiş’ olanlardır. Unutulmayanların başkaları için de bir değeri olur, ancak.” Unutmak, unutmamak, unutamamak benim gibi iki yüzyıl arasında köprü kurma şansına ulaşmış bir insanın yaşamında daha da önem kazanır. Yaşamımdan bazı şeyler yitip gitmiştir kuşkusuz. Kimilerini
7
8
de beynimin arkasına atıp unutmayı yeğlemişimdir. Ne ki, insanın unutamamasına neden olan konular kimileyin kızdırıcı, kimileyin iç yakıcı niteliktedir. Unutmadıklarımızın bütünüdür adeta özyaşamöykümüz. Unutmadıklarımız, yaşamımızı dönüştürmüş, belirlemiştir. Amacım, kronolojik bir anılar bütünü oluşturmak değil. Yaşamöykümü yüreğinden vuran o “unutmadıklarım”ı yeniden zihin imbiğimden geçirmek. Yeni bir yüzyıla ulaşabilmiş varlık olarak “unutamadıklarım” sayesinde ya da “unutmadıklarım”a rağmen bir özeleştiri platformuna ulaşmak. Belleğimin sakladıklarını yazarak biçimlendirmek, sorgulamak, paylaşmak… Paylaşmak… Belki de bir şeyleri anımsatmak… Unutma mak… Unutturmamak adına…
9
BİRİNCİ BÖLÜM
Edebiyatın Kıyısında
10
11
İzmir’in içinde Elimde sıkıca düğüm atılmış bir bohçayla İzmir’in Alsancak garında trenden indim. Denizi ilk kez görüyordum. Palmiyelerle süslü, upuzun yol boyunca, denize, üzerinde yüzen teknelere, insanları karşı kıyıya götürüp getiren beyaz gemilere, hele denize karşı dizi dizi sıralanmış gösterişli yapılara, bazılarının balkonlarında görünen kadınlara, erkeklere, yanımdan geçiveren bisikletli kızlara, oğlanlara bakınarak yürüdüm, Konak meydanını geçtim. Memleket Hastanesi’nin yanından, Bahri Baba parkını sağda bırakıp karşıma çıkan yokuşu tırmanarak aradığım evi buldum, ablama sarıldım. Okula kayıt işlemlerini kendim yürüttüm. Çoktan İzmir’e yerleşmiş, yolunu doğrultmuş bir hemşerimizin evi yakınlardaydı. Ben yaştaki oğulları da kayıt yaptıracakmış. Önce Karataş Ortaokulu’na başvurduk. İşlemler yapıldı, ama okul başvuruları karşılayacak çapta değilmiş. Alsancak’ta, Mustâbey caddesindeki Gazi İlkokulu’nun kullanımını, sabah ilkokul, öğleden sonra ortaokul olmak üzere ikiye ayırmışlar. Böylece İzmir’deki ilk arkadaşım Zeki ile kaydımızı Gazi Ortaokulu’na yaptırdık. Eşrefpaşa’ya çıkan yokuş üzerindeki İkiçeşmelik’ten sağa sapılırsa uzun bir yola girilir. Zaten adı da Uzunyol’dur. So nu Balaban yokuşuna çıkar. Uzunyol’a bu yokuştan girilirse, İkiçeşmelik’e kadar sol yandaki Medine ve Mekke yokuşların-
12
dan Kemeraltı, Başdurak çarşılarına inilir. İşte, bu yokuşlardaki evlerden birinin kapısında bir plaket vardır. Üzerinde İsmet İnönü’nün bu evde doğduğu yazılıdır. Okula giderken her gün bu yolların birinden geçerim. Soğuk, yağışlı günlerde otobüsle gideceksem Konak yolunu yeğlerim. Ama çoğu kez seçimim yaya yollarından biri oldu. Her gün gördüğüm yıkıntıların, kentsel dağınıklığın nedenini biliyordum. Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra düşman kaçarken arkasında bıraktığı yapıları, kentin sakinleri, asıl sahipleri kullanamasınlar diye yakmışlar, yıkmışlar. Okulumuz, bu yıkıntıların, dağınıklığın arasında koskoca bir binaydı. Şimdilerde İzmir’e gittiğimde yolum oralara düşerse göremiyorum. Yenilenen, değişen kentin yüksek yapılarının arasında mı kaldı, yoksa yıkılıp yerine yenisi mi yapıldı, hâlâ eğitim hizmeti veriyor mu, bilmiyorum. Sınıfımız kaç kişilikti, anımsamıyorum, ama sıralarda sıkışık oturduğumuza göre kalabalıktık. Sınıf arkadaşlarım arasında, İzmir’in ilçelerinden günübirlik okula gelip giden öğrencilerin olduğunu da öğrendim. Sanırım, aralarında dayısı, halası, teyzesi İzmir’de oturan, hiç değilse haftanın birkaç gününde yakınlarının yanına sığınabilen öğrenciler de vardı. Orta birde, derslerde zorlanmamıştım. Ama ikinci sınıfta, zaman ayırıp evde çalışmamı gerektiren tarih, fizik, kimya gibi derslerle aram iyi değildi. Yurt Bilgisi, Türkçe derslerinde, öğrenci arkadaşlarım gibi ben de sorun yaşamıyordum. İşin tuhafı, hemen hemen her öğrenciyi zora sokan matematikte, daha sonra geometride, aritmetikte bazen iyiydim, bazen de çok iyi. Burada, öyle şey olur mu, ya iyi olunur ya da çok iyi, gibi bir soru akla gelebilir. Neden böyle anımsadığımı açıklamak isterim. Matematik hocamız Cemal Bey, bir problemi, bir teoremi ilgi çekici bir biçimde anlatır, sonra da aramızdan birini kara tahtaya çağırır, “Şimdi de sen anlat bakalım,” derdi. Bu sorgulamalardan biri bana denk geldi. Zorlanmadan, açık seçik anlat-
tım, açıkladım. Cemal Bey’in başka derslerde de beni çağırdığı oldu. Yani işler iyi gitti, ama bir süre sonra yazılı sınav yaptığında verdiği notlar yediyi geçmedi. Onu dinlerken belleğime kazınan bilgileri, bir süre sonra unutuyordum. Demek ki, o ara matematiği bir oyun olarak benimsiyor, ilgileniyordum. İlerletme, derinleşme diye bir kaygım olmadı. Cezaevinde satranç öğrenmiştim, hâlâ meraklısıyım, oynamak için fırsat kollarım. Ama ilerletmek için satranç kitabı okumam, gazete köşelerinde yazılıp çizilen satranç problemleriyle de uğraşmam. Bu kadarı bana yeter. Demek, o zaman da cebirin, geometrinin bu kadarı bana yeter diye düşünmüşüm. Bu okulda Salâh Birsel’in kısa bir dönem öğrencisi oldum, o günlerde “yazı” diye bir ders var mıydı, bilmiyorum. İşte, böyle bir dersti genç öğretmenin verdiği ders. Kısa zamanda adlarımızı öğrenmişti, soyadlarımızla hitap eder, şakalar yapardı. Sanırım, öğretmen açığını kapatmak için lise çıkışlılardan da yararlanıyordu eğitim sistemimiz. Mustafa Şerif Onaran’la ikinci sınıfta buluşmuştuk. Birbi rimizin edebiyat, şiir tutkunu olduğumuzu anlamakta gecikmedik. İki-üç yıl sonra kira evimizi değiştirdiğimizde aynı mahalleli de olmuştuk. Diyeceğim, Salâh Birsel öğretmen olarak geldiğinde, Mustafa’yla aynı sınıfta olsaydık, ne yapar eder o genç şaire yaklaşmanın bir yolunu bulurduk. Salâh Bey de öğrencileriyle konuşurken sanki aramızda diyalog kurabileceği, edebiyat tutkunu gençler arıyordu, öylesine neşeli, canlıydı. Türkçe öğretmenimiz Sabahat Hanım’ı da çok severdik. O da bizi ayırt etmeksizin severdi. Bahri Savcı Fransızca öğretmenimizdi. Yurt bilgisi hocamız, “para” konusunu kendi ders saatlerinde bize anlatması için Bahri Bey’e rica etmişti. Bahri Hoca’yı da merakla, ilgiyle dinlediğimizi hiç unutmadım. Edebiyata, şiire ilgi bende bu yıllarda başladı. Mustafa’nın ağabeyi, doğal ki bizim de ağabeyimiz, Ankara’da siyasal bilgi-
13
14
ler fakültesinde öğrenciydi. Tatillerde İzmir’e geldiğinde tanımıştık. Bize o yılların ünlü şairlerinden, hikâyecilerinden, Ca hit Sıtkı’lardan, Ahmet Muhip Dıranas’lardan, Kenan Hu lûsi’lerden, Sabahattin Ali’lerden, Varlık dergisinden söz etmiş, bu alanda tanınmış başka adlar da sıralamıştı. Hepimiz Bas maneliydik. Altınpark adıyla ünlü parkta akşamüstleri buluşur, söyleşirdik. Mahallenin bizim eğilimimize uyan başka gençleri de aramıza karışırdı. Durmadan şiirler okur, birbirimizden öğrenmeye çalışırdık. Doğrusunu söylemem gerekirse, bu buluşmalar, söyleşiler benim için resmi okullardan daha çekiciydi. Orada öğretmenler, “Çocuklar, biz size elinizdeki kitapları açımlayarak öğretmeye çalışıyoruz, bu yetmez, sizin de özel bir çaba harcamanız gerekir,” demiyorlardı. Çoğu öğretmen için mesleği, bir geçim kaynağı olmaktan öteye gitmiyordu. Aradan yıllar geçtikten sonra birbiriyle karşılaşan o gençlerden kaçı, öğretmenlerinden kaçını övgüyle anımsamıştır? İzmir, kültürel etkinlikler açısından yoksul bir kentti. Kimi zaman otellerin görünen yerlerine, kordon boyundaki büyük alışverişlerin yürütüldüğü, ithal malları satan mağazaların vitrinlerine yapıştırılan afişler görülürdü. Kemancı ya da piyanist bir virtüözün, filan sinemanın salonunda resital vereceği duyurulurdu. Bunlar, sanıyorum, İzmir’in Levantenlerine, Batı tarzı eğitim almış az sayıda seçkinlerine dönük, arada bir, Alsancak’taki Tayyare, Konak’taki Elhamra sinemalarında sunulan etkinliklerdi. Klasik Türk musikisinin ustalarından şarkılar dinlemek isteyenlerin aradıklarını bulabilecekleri kışlık, yazlık gazinolar da vardı. O kadar… Bunun dışında kentin her kesiminde bol bol sinema salonu da bulunuyordu. Sözgelişi, evden çıkıp okula kadar hangi yoldan gidersem gideyim, üç-beş sinemaya rastlayabilirdim. Bunlardan bazıları aile sineması denebilecek, o sıralar ünlenen Arap, Hint filmlerini gösterirlerdi, salonlar dolar taşar-
dı. Birçoğu da İzmir’in aylakları, sinema tutkunları, okulu asan şaşkınları için zaman öldürme mekânlarıydı. Neredeyse sabahtan gişelerini açar, üç serüven filmini ara vermeden oynatırlardı. Yaşlı, genç her türlü seyirciye açıktı. Yanlarında yiyeceklerini de getirirler, aynı filmi ikişer kez izlerler, yine de aynı coşkuyu, heyecanı yaşarlardı. Mahallemin çocukları arasında sinemaya en meraklı olan sanırım bendim. Aldığım biletleri atmazdım. Arkalarına başrol oyuncuların, yönetmenin, yani “directed by”ın, filmlerin İngilizce adlarını yazar, biriktirirdim. Tıpkı bir kuruşa satılan, kibrit kutusundan daha küçük karamelaların, çikolataların içinden çıkan, dünyadaki hemen her devletin özelliklerine ilişkin bilgiler yazılı kartoncukları biriktirdiğim gibi… Kimi zaman anımsarım da onları saklamamış olmanın üzüntüsünü duyarım. Sinema tarihiyle uğraşan incelemecilerin, araştırmacıların ellerinin altında nice bilgiler vardır kuşkusuz, benim yırtıp attığım o biletler işlerine yaramasa bile herhalde Agâh Özgüç, Rekin Teksoy gibi arkadaşların ilgisini çekerdi. Büyük Doğu dergisi Meraklarım, yöneleceğim ilgi alanları iyiden iyiye değişmişti. Muhsin Ertuğrul’un çıkardığı Perde ve Sahne dergisinden, Necip Fazıl’ın çıkardığı Büyük Doğu dergisinden nasılsa haberdar olmuştum. Muhsin Bey, dergiye gelen okur mektuplarını da değerlendiriyordu. Biri sormuş: “Sahnede Romeo, Juliet’i sahiden öper mi?” Muhsin Bey (Perdeci adıyla) yanıtlıyordu: “Öper. Tıpkı Othello’nun Desdemona’yı boğduğu gibi.” Muhsin Bey’in bu ve buna benzer değinileri, benim için tiyatroya açılan ilk pencerelerdi. Necip Fazıl’ın yaşamını, edebiyatımızdaki serüvenini bilenlerden bazıları, şu adını andığım Büyük Doğu’nun niteliğini belki merak ederler. Sözünü ettiğim derginin yayını 40’lı yıllardaydı. Necip Fazıl’ın çok daha sonra aynı adla çıkardığı der-
15
16
giyle içerik bakımından benzerliği yoktu. 40’lı yılların Büyük Doğu’sundan bir-iki adı sıralarsam ne demek istediğim anlaşılır. Ahmet Muhip Dıranas, Cahit Sıtkı Tarancı, Sait Faik, Dağlarca… O zamanın ünlü felsefecisi Mustafa Şekip Tunç… Arada da nasılsa ünlü bir yazarın adını işittiğim oluyordu. Örneğin André Gide… Dünya Nimetleri, Pastoral Senfoni gibi yapıtları varmış. Ediniyordum bir kitabını, doğrusu ya, anlayamadan, ama anlamam gerektiğine inanarak okuyordum. Kimi zaman Halkevi Kitaplığı’ndan, kimi zaman Konaktaki Milli Kütüphane’den yararlanıyordum. Ders kitaplarında kısaca öğretilen Refik Halit, Reşat Nuri, Yakup Kadri gibi yazarların romanlarını, hikâyelerini okumam gerektiğine inanmaya başlamıştım. Nerden duydum, nerde okudum bilmiyorum, halk yazarı olarak ünlenmiş bir romancımızın, Osman Cemal Kaygılı’nın Aygır Fatma romanı elime geçti. Bugün de nitelikli bulduğum romanı severek, bir çırpıda okuduğumu anımsıyorum. Bir yandan okul, Halkevi, Altınpark’taki akşamüstü buluşmaları, şiir, edebiyat üzerine coşkulu söyleşileri sürdürüyor, bir yandan da bazı sabahlar, okul saatine kadar para kazanmak amacıyla bir yakınımızın dükkânında çalışıyordum. Ortaokulu böylece bitirmiştim. Mustafa’yla okul arkadaşlığım sona ermişti. O öğrenimini sürdürmek için düz liseyi seçmişti. Peki, ben ne yapacaktım? Ağabeyim, silah altına alınmış, Doğubayazıt’a gitmişti. Savaş yıllarıydı, aile bütçesine katkısı sona ermişti. Aklımda fikrimde bir şey vardı. Okulumuzun bir öğrencisi, Şerafettin Bigalı ortaokuldan sonra İstanbul’daki Güzel Sanatlar Akademisi’ne girmiş, ressam olmak üzere orada eğitimini sürdürüyordu. Resme eğilimim vardı, ama oraya gitmek için aile desteği gerekiyordu. Gazetede bir ilan gördüm. Hava astsubay okuluna öğrenci alınacakmış. Askerlik şubesine gittim. Başkana durumumu arz
ettim. Beni tepeden aşağı süzdü, bir şeyler sordu, yanıtladım. Gideceğim başka bir okul olup olmadığını öğrenmek istedi. Ben umutsuz yanıtlayınca, “Oğlum, orası sana göre değil, bak düşün,” dedi. Ben her şeye karşın razı olduğumu söyleyince, beni yine süzdü. “Boyun kısa senin,” dedi. Artık bu kapı da kapanmıştı. Çare yok, ben de iki ünlü liseden birine kaydolmalıydım. Ama bitirince ne olacaktı? İzmir’de üniversite yoktu. Ticaret lisesi olduğunu biliyordum. Ortaokula giderken her gün önünden geçiyordum. Sonra öğrendim ki, yüksek ticaret okulu da varmış. Benim için geleceği kurtaracak bir kapıydı. Hem düz lisede dersler, ortaokulda gördüğümüz derslerin devamı gibiydi. Kuşkusuz, daha ayrıntılıydı. Bazı dersler eklenecekti, felsefe, psikoloji gibi. Oysa ticaret lisesinde herhalde değişik dersler vardı, yeni konularla karşılaşacaktım. Oraya kaydoldum. Örneğin muhasebe dersinde epey başarılıydım. Hocamız Seyit Bey, bir yazılı sınav sonunda, sınıfta, benim iki yüz bin liralık ticarethanenin muhasebesini yürütebileceğimi söylemişti. Aynı zamanda Fransızca hocamız olan Seyit Bey, Yunanistan’dan göç etmişti, Türkçeyi azınlıkları anımsatan, kulağa hoş gelen bir şiveyle konuşurdu. Sanırım, laf arasında fıkra anlatmayı, deyimler kullanmayı seviyordu. Bir derste, nereden geldiyse deliliğe örnek olsun diye bir tekerleme yapmıştı. Dört türlü deli varmış; deli, zırdeli, zırzırdeli, hınzır deli. İşte, biz bu dördüncü deliden çekinmeliymişiz. Bu sevimli öğretmenimin verdiği ilk muhasebe bilgisinin ileride, işsizlik günlerimde nasıl işime yaradığını da görecek, onu sevgiyle anacaktım. İstanbul dergisi Mahalle dostlukları, kitap okumalar, düşünce alışverişleri biraz daha düzey kazanarak devam ediyordu. Bir yandan da Halkevi’ne gidip geliyordum. Oradaki tiyatro çalışmalarına katılmaya da özendim. Bilindiği gibi tiyatro, halkevlerinin çalışma programlarının kapsamındaydı. Cumhuriyet Bayramı kutU2
17
18
lamaları dolayısıyla hazırlanan bir milli oyunda küçük bir rol de bana verilmişti. Cepheye koşan genç bir asker olarak, bir çeşme başında bekleşenlerin arasına soluk soluğa giriyor, susuzluğumu gideriyordum. Halkevi’nde, İstanbul Eminönü Halkevi yayını bir dergi gördüm. Adı da İstanbul’du. Bu dergiyle hepimiz ilgilenmeye başladık. Neşet Halil Atay’ın yönetmenliğinde çıkıyor, yanılmıyorsam, yazı kadrosu arasında, Büyük Doğu dergisinden söz ederken adını andığım yazarlar da bulunuyordu. Bir-iki sayfası da gençlere ayrılmıştı. Mehmet Kaplan, gönderilen şiirleri değerlendiriyor, uygun gördüklerini o sayfalarda yayınlıyordu. Mustafa’nın, Şükran Kurdakul’un, yine yanılmıyorsam Attilâ İlhan’ın da o dergide ilk şiirleri çıktı. Benim de birkaç şiirim çıkınca edebiyat yaşamına o dergiyle girmiş sayıldım. Burada bir parantez açıp yakın zamana geliyorum. Bir arkadaşımın yıllar sonra yaptığı bir sürprizi anlatmak durumundayım. ’60’lı yıllarda çıkan Ünlülerin İlk Yazıları adlı kitapta (Saadet Altay, Gür Yayınları, 1988), yazarların ilk ürünleri yayınlanmış. Benden, Ankara’da rahmetli Salim Şengil’in çıkardığı Seçilmiş Hikâyeler dergisinde yayınlanan bir hikâyem seçilmiş. O hikâye ilk yayınım değildi, ama yine de ilklerden sayılabilir, ama bir azizlik daha edilmiş, son sayfaya “Önce şiir vardı” başlığı altında, İstanbul dergisinde 1944’te yayınlanmış bir şiirim de konmuş: ŞÜPHE Yeşil ellerden içtim aşkı Seni nasıl unuturum sevgilim? Hatta rüyalara da yakın değilim Fakat devam ediyor dinlediğimiz şarkı
Hâlâ hüküm sürmede bahar Seviştiğimiz anlarında günün Senin ayrı olmana rağmen gülüşün Gülerek kokladığın çiçeklerde var Her şey eskisi kadar neşeli, memnun Beni teselli ediyorlarmış gibi Anlamıyorum bunun nedir sebebi Yoksa sen mi beni unuttun? Bu dergide adlarımız görününce, başta Mustafa olmak üzere İzmirli genç şiir sevdalılarıyla dostluklarımız daha sıcak, daha canlı bir düzeye erişmişti. Tiyatro tutkusu Bu arada beni çok daha başka bir heyecan, tutku sarmıştı. Karşıma yeni bir olanak çıktığını sanıyor, ama ileride ne olup ne biteceğini kestiremediğimden heyecanımı kendime saklıyor, niyetimi en yakın bildiğim arkadaşlara, örneğin Mustafa’ya bile söylemiyordum. Uluslararası İzmir Fuarı’nın açılışına yakın, yani 1944 Ağustosu’nun ortalarında, İzmir’in iki büyük gazetesi Anadolu ve Yeni Asır’ın manşetlerinde şu haber çarpıcı biçimde verilmişti: “Devletin Tiyatrosu Fuar Açıkhava Tiyatrosunda Temsiller Verecek.” O günün koşullarında, bu haberin, yalnız İzmir için değil, Türkiye için ne denli önemli olduğunu biraz gerilere dönerek açıklamam, anımsatmam gerekiyor. Bunun için de çağdaş Türk tiyatrosunun kurucusu, öncüsü Muhsin Ertuğrul Hocamızın, 14 Nisan 1963’te Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı “Bir Dönüm Gecesi” başlıklı bir anı yazısından alıntılar yaparak yararlanmak istiyorum: “1930 yılının nisanındayız. Ankara’da Hamdullah Suphi Beyin yaptırdığı Yeni Türk Ocağı Tiyatrosunu açmaya gittik.
19