SUdergi

Page 1

sayı: 16 / Temmuz – Ekim 2013 issue: 16 / July - October 2013

Harikalar Diyarı'nda Bir Gün A Day in Wonderland

Okyanus Ötesinde ‹stanbul’a Rastladım Discovering İstanbul in the New World

Türk Edebiyatı’nda Eleştiri Kurumunun Erozyonu The Erosion of Critique in Turkish Literature

Dizilerdeki Sıkıcı Kadınlar Nereye Gitti? Where did All the Boring TV Women Go?

TNS ve Ötesi TNS and Beyond

Yeni Bölümler Bu Hafta da Yokmuş! No New Episodes This Week!

Mezunlardan Notlar Class Notes


SUdergi Temmuz 2013 July 2013 Sayı 16 / Issue 16 Temmuz – Ekim 2013 / July-October 2013 Ücretsizdir / Complimentary Sahibi / Owned by Sabancı Üniversitesi / Sabancı University Yayın Sorumlu Müdürü / Editor-in-Chief Elif Gülez

/ INDEX

Yayın Koordinatörü / Editorial Coordinator Melek Sarı Yazı Kurulu / Editorial Board Çağrı Yardımcı Firuze Simay Sezgin Gülayşe Koçak Hakan Erdem Mariam Öcal Nesrin Balkan Neyyir Berktay Oğuzhan Oğuz Ömer Arıcan Pınar Bozkurt Sezen Gülşen Kama Zeynep Çetrez Bu Sayının Yazarları / Authors Ayşe Ezgi Yıldız Çağrı Yardımcı Efe Tancı Elif Gülez Emir Cevheri Ömer Arıcan Özlem Yıldız Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar / Contributors Sabancı Üniversitesi mezunları, Dr. Lisa Glidden, Alkım Doğan, Sıla Okur Sabancı University alumni, Dr. Lisa Glidden, Alkım Doğan, Sıla Okur Grafik Tasarım ve Uygulama / Graphic Design and Illustration GrafikaSU Sabancı Üniversitesi Pazarlama ve Kurumsal ‹letişim GrafikaSU Sabancı University Marketing and Institutional Communication

02 / Okyanus Ötesinde ‹stanbul’a Rastladım Discovering İstanbul in the New World

09 / Dizilerdeki Sıkıcı Kadınlar Nereye Gitti? Where did All the Boring TV Women Go?

16 / Yeni Bölümler Bu Haftada Yokmuş! No New Episodes This Week!

20 / Harikalar Diyarı'nda Bir Gün A Day in Wonderland

25 / Türk Edebiyatı'nda Eleştiri Kurumunun Erozyonu The Erosion of Critique in Turkish Literature

28 / TNS ve Ötesi TNS and Beyond

33 / Mezunlardan Notlar Class Notes

37 / Son Ders Acemoğlu'ndan Closing Lecture by Acemoğlu

Baskı / Printed by Arel Ofset Matbaa ve Ajans Hizmetleri Güzeller Mahallesi 954/1 Sokak No.:10 GEBZE Tel: 0262 643 06 07 Yayın Türü / Type of Publication Üniversite topluluğuna yönelik olarak yayınlanan yarı popüler bir kültür dergisi Contemporary cultural journal aimed at the university community Reklam Koordinatörü / Advertising Coordinator: Melek Sarı / 0216 483 91 06 meleksari@sabanciuniv.edu Telif Hakları / Copyright Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonları elektronik ortamlarda dahil olmak üzere her şekilde çoğaltma ve başka yerlerde kullanma hakkı münhasıran Sabancı Üniversitesi’ne aittir. Sabancı Üniversitesi, gerekli gördüğü hallerde içeriğin bir kısmının veya tamamının çoğaltılması için yazılı izin verebilir. All rights reserved. Sabancı University is the exclusive owner of all content in this journal. No articles, images or illustrations may be reproduced or distributed, including via electronic means, without the permission of Sabancı University. Sabancı University may grant written permission for the duplication of the content in full or in part. Yönetim Yeri / Office Pazarlama ve Kurumsal ‹letişim Sabancı Üniversitesi Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul Tel: 0216 483 91 06 Faks: 0216 483 90 45 e-posta: dergi@sabanciuniv.edu Marketing and Institutional Communication Sabancı University Orhanlı, Tuzla 34956 Istanbul Tel: 483 9106 Fax: (216) 483 90 45 email: dergi@sabanciuniv.edu

39 / Sakıp Sabancı Uluslarası Araştırma Ödülü 2013 Sakıp Sabancı International Research Award 2013


editör / editor

Elif Gülez dergi@sabanciuniv.edu Sevgili Okurlar,

Dear Readers,

Dergimizin bu sayısıyla yeni bir uygulamaya başlıyoruz. Yazılarımızı, ‹ngilizce ve Türkçe olarak, iki dilde yayınlamaya başlıyoruz. Böylece, üniversitemizin Türkçe bilmeyen paydaşlarının da dergiyi ilgiyle okumasını umuyoruz.

As you may have noticed, our journal is now bilingual! With this, we hope to reach out to our stakeholders who are not fluent in Turkish.

Bu sayıdaki bir başka yenilik de mezunlarımıza özel bir yer ayırmamız. Başka üniversite dergilerinde gördüğümüz “class notes” benzeri bir uygulamayı bundan böyle sayfalarımıza taşıyacağız. Böylece, mezunlarımızdan haber almak için yeni bir kanal oluşturuyoruz. Dergide herhangi bir disiplin başlığının sabit olmamasına rağmen edebiyat, kuruluşundan beri dergimizin “olmazsa olmaz” konu başlıklarından biri oldu. Üniversitemizde bu yıl etkinliği artan Edebiyat Kulübü’nün temsilcilerinin dergi yazı kurulunda ve yazarları arasında yer almasıyla, edebiyatla ilgili içerikler ya da edebi metinlerin sayısı daha da artacak, içeriğimiz çeşitlenecek. Dergiye verdikleri destek için SU Edebiyat Kulübü’ne teşekkür ederim. 2013-14 akademik yılında Edebiyat Kulübü, yazar söyleşileri düzenlemek, bir bağımsız edebiyat fanzini çıkartmak ve bir sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirmek gibi pek çok yaratıcı etkinlik planlıyor. Öğrencilere duyurulur!

Another first in this issue is the contributions of our alumni in seeking to establish “class notes” found in other university journals. Although our journal is not dedicated to any specific discipline, literature has been a core element since our first issue. As our Literature Club becomes more active and the representatives of the club begin to contribute to the journal, our content will be expanded and enriched with literary pieces. I would like to thank the SU Literature Club for their support of the journal, and would like to remind everyone that the Club plans to invite authors, issue an independent literary fanzine and undertake a social responsibility project in the 2013-14 academic year. I am grateful to Ayşe Ezgi Yıldız, Çağrı Yardımcı, Efe Tancı, Emir Cevheri, Ömer Arıcan, Özlem Yıldız and our alumni for their contribution to this issue. Our journal thrives on the genuine efforts of its contributors.

Yazı ve araştırmalarıyla bu sayının çıkmasında emeği geçen Ayşe Ezgi Yıldız’a, Çağrı Yardımcı’ya, Efe Tancı’ya, Emir Cevheri’ye, Ömer Arıcan’a, Özlem Yıldız’a ve mezunlarımıza özellikle teşekkürü borç bilirim. Onların emekleri olmasaydı, dergimiz esas enerji kaynağından mahrum kalacaktı.

iSabancı Media


Okyanus Ötesinde ‹stanbul’a Rastladım

Discovering Istanbul in the New World Özlem Yıldız / SSBF öğrencisi / Edebiyat Kulübü - FASS student / SU Literature Club


SUNY Oswego’dan Dr. Lisa Glidden’la ‹stanbul üzerine bir röportaj

An interview with Dr.Lisa Glidden from SUNY Oswego about Istanbul

Oswego: New York eyaletinin Kanada sınırında küçük bir şehir. Okyanus misali Ontario Gölü sağolsun, ocaktan nisana kadar karlı. State University of New York at Oswego’daki “exchange" dönemimde alabileceğim dersleri ararken, “Global Cities: ‹stanbul” adlı bir ders görüyorum. Ders programına şöyle bir göz atarken, dersi alan öğrencilerle ‹stanbul’a bir gezi düzenlendiğini fark ediyorum.Üstelik bu dersi veren hoca, benim SUNY Oswego’daki akademik danışmanım Dr. Lisa Glidden çıkıyor. Dr. Glidden’dan Global Politics adlı bir başka ders alıyorum ve global konular hakkındaki bilgisine ve yorumuna hayran kalıyorum. SUdergi’nin yeni sayısına yazacağım yazının konusuna karar verme vakti geldiğinde, kendisiyle bir röportaj yapma fikrine çoktan ısınmış durumdayım. Dr. Glidden ricamı kırmıyor. ‹şte Dr. Glidden’ın ‹stanbul, Türkiye ve global konular hakkında düşüncelerinden bir kesit.

Oswego: A small city in New York State, at the border of Canada. Thanks to the ocean-like Lake Ontario, it’s possible to see snow from January to April. Looking for the courses I can register for my exchange semester in State University of New York at Oswego, I saw a course named “Global Cities: Istanbul”. After a quick look at the syllabus, I realized that the students are brought to Istanbul for a week as part of the course. Later, I further realized that the professor who teaches this course is Dr. Lisa Glidden from Political Science Department, my academic advisor in SUNY Oswego. I took another course named Global Politics from her, and I admired her knowledge and interpretation of global issues. When the time for the decision about my essay for the new issue of SUdergi came, I knew I wanted to make an interview with her. She kindly accepted my request, and here is a little bit of what she thinks about Istanbul, Turkey and global issues.

Öncelikle sizi biraz daha tanıyabilir miyiz? Brooklyn’li olduğunuzu ve doktoranızı University of Washington at Seattle’da yaptığınızı biliyorum. Oradaki alanınız neydi? O günlerden Oswego’ya yolculuğunuz nasıl gerçekleşti? University of Washington’daki çalışma alanım Karşılaştırmalı Siyaset, Uluslararası �lişkiler ve Latin Amerika’ydı. Oswego’da çalışmaya doktoranın son yılında, tezimi yazarken başladım. Dolayısıyla çok direkt bir yolculuk oldu.

Firstly, can we know you better? I heard that you are from Brooklyn and I read that you received your PhD from the University of Washington at Seattle. What did you study there, how was your route to Oswego from those days? My fields of study at the University of Washington were Comparative Politics, International Relations, and Latin America. I got the job at Oswego during my last year of graduate school while I was writing my dissertation, so it was a very direct route here to Oswego.

Oswego ve SUNY Oswego hakkında ne düşünüyorsunuz? Burada mı yoksa New York City gibi büyük bir şehirde yaşamayı mı tercih edersiniz? Burayı beklediğimden çok daha fazla seviyorum. Biraz şaşırtıcı. Oswego, yaşadığım en küçük şehir. Büyük şehirde yaşamayı ve büyük şehrin sunduğu imkânları çok özleyeceğimi sanıyordum. Ama bir bahçem olmasını sevdiğimi fark ettim. Her yere arabayla 10 dakikadan az bir zamanda gidebilmeyi de seviyorum. Ya da örneğin evden kampüse yürüyerek bir saat içinde ulaşabilmeyi. Göl kenarında olmak da hoşuma gidiyor. Burada geçirdiğim ilk yaz, yelken dersleri aldım. SUNY Oswego’da da çok mutluyum. Bölümümün bana çok uygun olduğunu düşünüyorum. Ve üniversitenin büyüyen uluslararası odağı bana Türkiye, Küba, Ekvador gibi yerlere gidip dersler verme olanağı sağlıyor.

What do you think about Oswego city and SUNY Oswego? Do you like it here or do you prefer being in a busier city like NYC? I like it much better here than I thought I would. It is kind of surprising. Oswego is the smallest place I’ve ever lived, and I thought that I was going to be very homesick for a big city and all of the opportunities a big city has to offer. But I have found that I like having a yard and a garden. I also like being able to get anywhere in town in less than 10 minutes if I drive, and within an hour if I walk from my house to campus, for example. I also love being near the lake. I took sailing lessons my first summer here. I am also very happy at SUNY Oswego. I think I fit into my department well, and the growing international focus of the college has given me opportunities like teaching classes that travel to places like Turkey, Cuba, and Ecuador.


Çalışmalarınızın büyük bölümünün Güney üzerine olduğunu biliyorum. Üçüncü Dünya, Orta Doğu ve çevre sorunları üzerine çalışmaya nasıl karar verdiniz? Ya da kısaca global sorunlar üzerine? Lisans öğrenimimde Siyasal Bilimler ve Uluslararası Kültürel Çalışmalar alanlarında çift anadal yaptım. Uluslararası Kültürel Çalışmalar bölümü için Avrupa ya da Latin Amerika’ya odaklanmam gerekiyordu. Lisede “Batı Medeniyeti”‘ne odaklanılması sebebiyle Avrupa hakkında bilgi sahibiydim. Yeni bir şeyler öğrenmek istiyordum. Siyasal Bilimlere ilgim başından beri siyasi değişim odaklıydı, toplumsal hareketler ve devrimler gibi. Bu da beni uluslararası çalışmalara yönlendirdi.

I know that many of your studies are about the South. How did you decide to study on the Third World, the Middle East, the environmental issues; or Global Politics in short? I got my undergraduate degree with a double major in political science and international cultural studies. For the International Cultural Studies major I had to choose a concentration in either Europe or Latin America. I figured that I already knew so much about Europe just because of the focus on “Western Civilization” in high school. I wanted to learn about something new. My interest in political science from the beginning was in political change—like social movements and revolutions— which also tended to focus on the international.

Derslerinizde izlediğimiz belgesellerden günümüz kölelik ve neo-kolonicilik uygulamaları ve dünyanın farklı yerlerinde kadınlara karşı tutumlar hakkında çarpıcı gerçekler öğrendik. Bu uygulamalarla mücadeledeki gelişmeleri nasıl buluyorsunuz? Bugünkü durum geçmişe kıyasla nasıl? �nsan hakları konusundaki gelişimin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Bunlar çok büyük iki soru. Kölelikle başlarsak, insan ticaretine daha çok dikkat çekilmesi açısından olumlu gelişmeler olduğunu düşünüyorum. Ancak, birçok Amerikalı bunun diğer ülkelere ait bir problem olduğunu ve bunu onların çözmesi gerektiğini düşünüyor. Burada Oswego County’deki insan ticaretini ve berbat koşullarda yaşayıp çalışan işçiler bulunduğunu fark etmiyorlar. Fildişi Sahili’ndeki kakao tarlalarında çalıştırılmak üzere kaçırılan çocuklarla ilgili The Dark Side of Chocolate gibi belgeselleri göstermeyi de seviyorum. Böylece buradaki öğrenciler, Nestle çikolata yediklerinde insan kaçakçılığıyla bağlantı kurma ihtimalleri olduğunu görebiliyorlar. Aynı zamanda, onlara bir şeyler yapabileceklerini göstermiş oluyorum. Kadınların durumunun iyileşmesi konusunda daha az iyimserim. Kadınların yaşamlarının iyileştirilmesinin mümkün olduğunu düşünüyorum, ama �skandinavya’daki en eşitlikçi ülkelerde bile hâlâ cinsiyetler arası maaş farkı var. Toplumu şekillendiren ataerkil yapıları değiştirmeye çalışmak çok zor. Çok az öğrencinin kendini feminist olarak görmesi, umudumu kırıyor. Bence gençler bugün ataerkilliği sorgulamazlarsa, daha adil bir dünya yaratmanın önemini kavrayamazlar.

I learned very striking facts about the slavery and neocolonialism of today, and the behavior towards women around the world from the documentaries we watched in your classes. How do you find the developments about fighting these practices? How is the situation today, compared to the past, and how do you foresee the future in terms of human development? These are two very big questions. For slavery, I think there have been some positive developments in terms of the amount of attention being focused on human trafficking. However, I think many Americans think that this is a problem in other countries, which other countries need to solve. They don’t realize that there is human trafficking and workers living and working in abysmal conditions right here in Oswego County. I also like to show documentaries like The Dark Side of Chocolate, which was about child trafficking to work on cocoa plantations on the Ivory Coast, so that students here could see that they are likely connected to human trafficking if they eat a Nestle’s Crunch bar. I also show them that they can do something about it.

Neden Global Cities? Bu derste başka hangi şehirleri öğretiyorsunuz? Global Cities dersleri ben Oswego’da çalışmaya başlamadan birkaç yıl önce başladı. �lki Londra’daydı. Ve çoğu Roma, Paris ve Londra gibi geleneksel “yurt dışında eğitim” şehirlerindeydi. Ben �stanbul’a ek olarak, Havana-Küba ile ilgili bir ders de veriyorum.


I’m less optimistic about improving the position of women. I mean, I think it is possible to improve the lives of women, but even in the most equal countries in Scandinavia, there is still a gender wage gap. Changing the patriarchal structures that shape society is a very difficult fight. I am disheartened that so few students will self-identify as feminists. I think if young people today are not having the conversations challenging patriarchy, they’re not going to be able to wrap their heads around creating a more equitable world.

�stanbul’u ve bu diğer şehirleri “global” yapan nedir size göre? Neden bu şehirleri seçtiniz? Başka hangi şehirleri seçerdiniz? Niçin? ‹stanbul’un, tarihi ve kültürel etkisi, coğrafyası ve Türkiye’nin bugünkü siyasi önemi sebebiyle global bir şehir olduğunu düşünüyorum. Havana ise uluslararası siyaset sahnesinde sahip olduğu gücü, aynı zamanda global ekonomideki rolü ve tarihi sebebiyle global bir şehir. Oswego’da çalışmaya başladıktan kısa süre sonra, Ekvador’da bir yurtdışı eğitim programı başlatmak üzere Uluslararası Eğitim Direktörüyle görüştüm. Bir arkadaşımın düğününe katılmak için gittiğim ‹stanbul’dan yeni dönmüştüm. Kahve içerken bundan bahsettim, o da ‹stanbul’da bir program başlatmayı çok heyecan verici buldu. ‹stanbul’da iki kere bulunmuştum ve ABD’de öğretim veren Türk arkadaşlarım vardı. Onlar da şimdi benzer programlar başlattılar. O yüzden ilginç bir program hazırlayabileceğimi biliyordum. Küba’da da Oswego’ya gelmeden önce bulunmuştum. Aynı görüşmede bundan bahsedince, Direktör, öğrencileri yurtdışında dönemlik öğrenim görmek üzere Havana’ya götüren programın oryantasyon ekibinde bulunmak isteyip istemediğimi sordu. Birkaç kez yaptım bunu ve 2009’da ABD seyahat düzenlemeleri Küba’da kısa dönem programlara izin verecek şekilde değiştiğinde gitmeye hazırdım. Çünkü adada bağlantılarım vardı. ‹lerde, Global Cities programına “geleneksel olmayan” daha çok şehir ekleyebilmek isterim. Kahire, ilk tercihlerimden biriydi ama sanırım yeni bir ders hazırlamak için bir süre beklemem gerekecek. Seyahat içeren derslerimi, yılda bir ya da iki kere açarak işlerimi dengelemeye çalışıyorum. Seyahat etmeyi çok seviyorum, ama tatilleri seyahat ederek geçirmek çok zor.‹şlere yetişmek için çok az vakit kalıyor.

Why “Global Cities”? Which other cities do you teach in this course? The Global Cities courses began just a few years before I started at Oswego. The first one was in London, and most when to traditional study abroad destinations like Rome, Paris, and London. In addition to the Istanbul course, I teach a course that goes to Havana, Cuba. What makes Istanbul and these other cities global cities, in your opinion? Why did you choose these cities? What other cities would you choose? Why? I think Istanbul is a global city because of its historical and cultural influences, geography, and the political stature of Turkey today. Havana is a global city because of the power that city exerts on the international political scene, but also because of its history and role in the global economy. Shortly after starting my position here at Oswego I met with the Director of International Education to talk about starting a study abroad program in Ecuador. I had just gotten back from Istanbul to attend a friend’s wedding. I mentioned that over coffee, and he mentioned he was very excited to start a program there. I’d been to Istanbul twice, and have Turkish friends who teach in the U.S. now who created similar programs, so I was pretty sure I’d be able to put together an interesting program. I had also been to Cuba before starting at Oswego, and in that same meeting when I mentioned that the Director asked if I would like to be part of the orientation team that brings our semester-long study abroad students to Havana. I did that several times, and in 2009 when the travel regulations changed in the U.S. to allow shortterm programs to run in Cuba I was ready to go with the program because of the contacts I had on the island. In the future, I’d love to be able to add more “nontraditional” cities to the Global Cities program. Cairo was one of my original choices, but I think I’m going to have to wait a while to develop a new course. I’m trying to balance out my travel courses now so that I only run one or two a year. I love to travel, but it’s very hard to spend break traveling. It gives me very little time to catch up on work.


�stanbul’a ilk ne zaman gittiniz? Turist olarak mı, öğrenim amaçlı mı ya da bir başka sebeple mi? Haziran 2001’de turist olarak gittim. ‹stanbul’da bir hafta geçirdim, bir hafta Kapadokya’yı gezdim, daha sonra Akdeniz ve Ege kıyılarına gittim. ‹stanbul’u ne zamandır Global Cities dersinde öğretiyorsunuz? 2009 ve 2011’de birer grup öğrenci götürdüm Türkiye’ye. Hatta 2011’de öğrencilerimle birlikte Sabancı Üniversitesi’nin ev sahipliği yaptığı Hrant Dink Atölyesi’ne katıldık. Muhteşem bir deneyimdi.

When did you first visit Istanbul? As a tourist, or for a study, or for another reason? I was there in June of 2001 as a tourist. I spent a week in Istanbul, and then a week traveling to Cappadocia, then south to the Mediterranean coast, and up the Aegean coast. How long have you been teaching about Istanbul? I brought a group of students to Turkey in 2009, and 2011. (Actually, in 2011, the student and I attended the Hrant Dink workshop hosted by Sabanci. It was a fantastic experience.)

‹stanbul’la ilgili ne düşünüyorsunuz? Sizce ABD’de veya başka bir ülkedeki herhangi bir şehirle benzerlikleri var mı? �stanbul’u çok seviyorum. �lk seyahatimden itibaren kendimi orada çok rahat hissettim. �lk seyahatimde turisttim, o yüzden şehri orada yaşayan biri kadar deneyimlemediğimi biliyorum. 2006’da arkadaşımın düğünü için gittiğimde, Moda’da onun bir arkadaşıyla kaldım. Vaktimin çoğunu etrafta yürüyerek, vapura binip turistik olmayan şeyler yaparak geçirdim. Deniz ya da göl kenarında yaşamayı çok seviyorum daha önce de söylediğim gibi. �stanbul’un da deniz kenarında olması çok hoşuma gidiyor.

What are your personal thoughts and feelings about Istanbul? Do you find it similar to any other city in the US or in another country? I love Istanbul. I felt comfortable there from my first trip. On that trip I was mostly a tourist, so I know that I didn’t get to experience the city the way a native would. When I went back in 2006 for my friend’s wedding, I stayed with one of her friends in Moda. I spent a lot of time just walking around, riding the ferries, and doing nontouristy things. I love living by the water, as I mentioned above, and I love that Istanbul is right on the water.

�stanbul’da en sevdiğiniz yer neresi? Zor bir soru bu! �ki yer söyleyeceğim çünkü seçemiyorum. Mısır Çarşısı’nda gezinmeyi, rengârenk baharatları ve meyveleri görmeyi çok seviyorum. Diğer favorim ise Anadolu yakasında deniz kenarından Sultanahmet'e bakmak.

What is your favorite spot in Istanbul? Tough question! And I can’t narrow it down, so I’m going to give you two. I love wandering around the streets near the Spice Bazaar. I love seeing the colorful spices and fruit. My other favorite place is on the waterfront on the Asian side looking back toward the Sultanahmet.


Bir ülkenin insanlarını genellemek kötü bir fikir, biliyorum. Özellikle de ABD gibi büyük bir ülkenin. Ama gözlemlediğiniz kadarıyla, sıradan ABD vatandaşlarının Türkiye’yle ilgili ne düşünüyorlar? Ya da Türkiye’yi tanıyorlar mı? Birçok insanın Türkiye’yle ilgili pek bir şey bilmediğini düşünüyorum. Türkiye’ye ilk gidişimden önce, büyükannem orada ne yiyeceğimi falan düşünerek endişeleniyordu. Akdeniz’deki insanlarla aynı şeyleri yediğimizi söylediğimde şaşırmıştı. Bu arada biz ‹talyanız, dolayısıyla yemekler, onun pişirdiklerinden çok farklı değildi. Dersten bahsettiğimde insanlar, gittiğimiz yere hep şaşırıyorlar ve “güvenli mi?” gibi bir endişeleri oluyor. Dersi alan öğrencilerin fikirleri nasıl? Seyahatten sonar değişimler oluyor mu fikirlerinde? Öğrenciler gezi için hep çok heyecanlı oluyorlar, ama aynı zamanda aileleri ve arkadaşlarından neden Türkiye’ye gittiklerine dair birçok soruyla karşılaşıyorlar. Bu insanların Türkiye’yle ilgili kötü bir şey söylemek istediklerini düşünmüyorum, sadece ülkeyi tanımıyorlar. Eminim yurt dışında eğitim gören Amerikalıların çoğu �ngiltere, �skoçya, �rlanda ve Avustralya gibi �ngilizce konuşan ülkelere gidiyor. Neyse, bu dersi vermenin en sevdiğim yanlarından biri öğrencilerin değişimlerini izlemek ve daha sonra seyahat günlüklerini okumak. Önceden Türkiye’yle ilgili 8 haftalık bir eğitim almış olmalarına rağmen, oraya gittiğimizde Türkiye’ye dair önyargıları olduğunun farkına varıyorlar. Önceden bu önyargıların bilincinde olmasalar bile. Onlara seyahat günlüğü tutturuyorum,

I know it’s a bad idea to generalize the citizens of a country. Especially if it’s a big country as the US. But as far as you observe, how are the ideas of ordinary US citizens about Turkey? Or do they have ideas? (I didn’t have many ideas about South America until I came here, for example. And when people ask me if Turkey is in Europe or the Middle East, even I don’t know how to answer. So I wonder if you pick someone in the street and ask about Turkey, what they would say more or less.) I don’t think most people know very much about Turkey. Before my first trip, my grandmother was worried about things like what I would eat there. She was surprised when I told her we’d basically be eating what people in the Mediterranean eat (and we’re Italian so the food was not too different from what she’d cook). Based on comments I get from people when I talk about the course, they always seem surprised by the destination and concerned about things like “is it safe”? How are the ideas of the students, who take the course? Are there any changes after the course or after the trip? The students are always very excited to go, but they also get a lot of questions from friends and family about why they’re going to Turkey. I don’t think those people mean anything bad about Turkey, they’re just truly ignorant of the country. I’m pretty sure the majority of Americans study abroad in English-speaking countries like England, Scotland, Ireland, and Australia. Anyway, one of my favorite parts of teaching the course is watching the changes in the students, and then getting to read their travel journal afterwards. Even though they


böylece oradayken farkındalıklarını geliştirebiliyorlar. Sanırım öğrencilerin çoğu ‹stanbul’u “öteki” olarak görüyor. New York’lu olanlar, daima ‹stanbul’da kendilerini çok rahat hissettiklerini söylüyorlar. ‹ki kere Oswego yakınlarından öğrenciler götürdüm. Daha önce hiç uçağa binmemişlerdi ve Syracuse’dan büyük bir şehre gitmemişlerdi. Kültür şoku daha uçağa binmek üzere New York City’ye giderken başlıyor. Giden bütün öğrenciler, bunun ufuk açıcı bir deneyim olduğunu söylüyor. Hatta bazıları için hayatlarını değiştiren bir deneyim oluyor. Bu onların kendi konfor alanlarından ilk çıkışları, kendi kimlikleriyle ilgili düşünmeye başladıkları nokta. Son olarak, Türk siyasetiyle ilgili bir soru: Şu anki Türk hükümetiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Bazı gruplar AKP’nin dini eğilimleri hakkında giderek daha çok endişeleniyor. Diğer yandan hükümetin icraatlarından memnun olanlar da var. Sizin fikriniz nedir? Kişisel olarak, dindar partiler ve siyasetçilerden memnun olmuyorum. Mesela, George W. Bush döneminde, hükümet “inanca dayalı girişimler”i finanse etmeye ve siyaseti aile planlaması alanında dinî değerleri yansıtacak şekilde değiştirmeye başladı. Son 30 yılda dindar sağ kesim ülkede çok güç kazandı ve şimdi okul müfredatını, hükümeti ve hukuku şekillendirmede rol oynuyor. AKP’ye güvenmeyenlerin ve din konusundaki sözlerine inanmayanların endişelerini anlayabiliyorum. Bununla birlikte, son 8 yılda Türkiye’nin ekonomisi çok iyi gidiyor, ve siyasi rolü giderek büyüyor. Türkiye’de generallerin tutuklanmasıyla ilgili ne düşüneceğimi ise bilemiyorum. Derinlikli bir inceleme yapmadım bu konuda, ama okuduklarıma göre, hükümet onları devre dışı bırakmaya ve orduyu güçsüzleştirmeye çalışıyormuş gibi görünüyor. Bize ayırdığınız zaman ve nezaketiniz için çok teşekkürler. Umarım bundan sonraki �stanbul ziyaretlerinizden birinde sizi Sabancı’da görmemiz mümkün olur. Sizin bir konuşmanızı dinlemek Sabancı Üniversitesi öğrencileri için çok güzel bir deneyim olacaktır.

study about Turkey for 8 weeks before we go, when we get there they always realize that they had preconceived notions about Turkey, even if they were not conscious of their preconceptions. I have them keep a travel journal so that they can process some of those realizations once they’re there. I think most students are thinking that Istanbul is “other”. For those from New York City, they always say that they feel so comfortable in Istanbul. Twice I’ve had students from near Oswego go, who had never been on a plane before, and who had never been to a city bigger than Syracuse before. Their culture shock starts when they go down to New York City for our departure. All of the students who have gone say that it was an eye-opening experience, and for some it is a life-changing experience. It is their first time outside of their comfort zone, and where they begin to think about their identity. What do you think about the current Turkish government? There is a growing concern in some groups about the religious inclination of AKP, but there is also some contentment among others about the performance of the government. What do you think about that? Personally, I am not comfortable with religious parties or religious politicians. For example, when George W. Bush was president here in the U.S., the government started funding “faith-based initiatives” and changing foreign policy to reflect religious values in areas of family planning. Over the last thirty years in this country the religious right has gained a lot of power, and now play roles in shaping school curricula, government, and law. I can understand the concerns of those who don’t trust the AKP or take their word on the role of religion. That said, Turkey has been doing very well economically in the past 8 years, and its political role is also becoming greater. I also don’t know what to think about the arrests of the generals in Turkey. I haven’t done an in depth study on it, but from what I read, it seems like the government is trying to get them out of the way and disempower the military. Thank you very much for your time and kindness. I hope we can see you in Sabancı during one of your next visits to Istanbul. It would be wonderful for the students of Sabancı to listen a talk from you.


DİZİLERDEKİ SIKICI KADINLAR NEREYE GİTTİ? WHERE DID ALL THE BORING TV WOMEN GO? Elif Gülez / Editör - Editor

Son yıllarda vizyona giren bazı dizi filmler gerçekten çok başarılı. Ridley Scott, Gus Van Sant, David Fincher gibi usta sinemacıların senaryolarında ya da yönetmen koltuğunda imzasını taşıyan bu filmleri benim için ilginç kılan unsurların en başında kadın karakterler geliyor. Bunun nedeni, bu karakterlerin, dizilerde görmeye alışkın olduğumuz kadın tiplemelerine pek benzememeleri. Bana göre, bugüne kadar izlediğimiz, avukat, doktor, olay yeri inceleme uzmanı olan kadın karakterler, kariyer sahibi, akıllı, çekici bireyler olarak çizilmiş olmalarına rağmen kişilikleri herhangi bir ‘derinlik’ taşımamaktaydı. Birer avukat, doktor olan bu kadınlar olay örgüsü içinde birer yan unsur gibiydiler. Oysa yeni dizilerdeki kadınların her biri etkili, güçlü, sıra

Some very good TV series are being produced recently. With influential names like Ridley Scott, Gus Van Sant and David Fincher as directors or writers, their female characters are one of the reasons why these are interesting for me. These female characters are much unlike the women we have grown used to in TV series. I believe that the female lawyers, doctors and CSI agents do far portrayed in these series were, despite being professional, smart and attractive, were quite shallow as characters. They were like afterthoughts in the plotline. The women in the more recent shows, however, are central to the plot with their impressive, strong and extraordinary characters. They are portrayed with their strong and weak sides, quirky and attractive personalities throughout


dışı kişilikleriyle hikayenin merkezindeler. Bu kişilikler, seri boyunca güçlü, zayıf, tuhaf ve cazip yönleriyle derinlemesine inceleniyor, zaman içinde gelişimleri izleyicinin gözü önüne seriliyor. Kahramanların, karşılaştıkları güçlükler karşısındaki değişimini görmek, dizinin dokusuna da bir derinlik katıyor. ‹lk örneğim, sadece karakterleriyle değil, kurgusuyla da sıradan dizilerden ayrılan, Kessler kardeşler tarafından yaratılmış olan Damages. Dizide geçmişle bugün dönüşümlü olarak veriliyor. Bir geçmişten bir de bugünden sahneler izliyor ve aradaki boşlukları zaman ilerledikçe anlamlandırabiliyorsunuz. Dizinin başrol oyuncusu Glenn Close, davalarda başarılı olmak için her türlü yolu deneyecek kadar hırslı bir avukatı canlandırıyor. Her yeni sezonda, Hewes’ün şirketinin üstlendiği bir dava, yukarıda sözünü ettiğim kurgu içinde anlatılıyor. Dik yakalı, jilet gibi gömlekleri; iyi kumaştan tayyörleri, kısa kesilmiş derli toplu saçları Patty’ye epeyce maskülen bir hava veriyor. Salt giyimi kuşamı bile erkek egemen dünyada başarılı olmak için ‘erkekleşen’ kadın yöneticilere klişe bir gönderme gibi görünüyor. Patty Hewes aynı zamanda şeytani bir kadın, bir dava konusu elde etmek için cinayet işlettirecek kadar ahlaksız. Aynı zamanda torununun velayeti için soğukkanlılıkla oğluna dava açıp baba-kızı ayıracak kadar da acımasız. Oğluna karşı son derece soğuk, kayıtsız. Bu haliyle televizyonda görmeye alışkın olduğumuz “şefkat=anne” denklemindeki tabuyu yıkıyor. Torununun velayetini alan Patty, onu kendi yöntemleriyle yetiştiriyor. Onun, kek-kurabiye pişirip, hikayeler anlatarak torununu sürekli şımartan türde büyükannelere benzemediğini söylemek gereksiz. Patty Hewes asla kimseyle uzlaşmıyor, herkese karşı son derece kaba davranıyor, gözünü kırpmadan kendi bildiğini yapıyor. Patty Hewes karakteri bana, 80’li yıllarda ülkemizde meşhur olan Kartallar Yüksek Uçar dizisinde Selda Alkor’un canlandırdığı ‘Hanımağa’ karakterini de hatırlatıyor. Yalnız, hatırladığım kadarıyla ‘Hanımağa’ portresi her ne kadar ‘erkek gibi kadın’ olarak çizilmişse de her haliyle kadınlara atfedilen türden klişeleri üzerinde taşıyordu: ‘entrikacı’, ‘kindar’, aynı zamanda ‘koruyucu-kollayıcı’… Hewes karakterinde ise daha ‘erkek yaradılışlı’ bir portre çizilmiş: soğukkanlı, strateji uzmanı, acımasız… Glenn Close’un yerine bir erkek oyuncu konmuş olsaydı eminim hiç yadırganmazdı. O zaman belki de karakter bu kadar çarpıcı olmazdı. Sonuçta kötü erkeklere alışkınız!

the series and they develop over time. When we can see how women change in the face of the difficulties they encounter, the series in general becomes a deeper affair. The first example is Damages by the Kessler brothers, which is unconventional in terms of editing as well. The action skips between the past and the present and you begin to fill the gaps as time goes on. Lead actress Glenn Close plays a ruthless lawyer (Patty Hewes) who will stop at nothing to make sure that she succeeds in her lawsuits. Every season revolves around a lawsuit undertaken by Hewes’ law firm, going back and forth in time. Her sleek collars, tailored suits and severe haircut give Patty a very masculine air, which appears like a wellworn reference to female executives who slide towards masculinity to thrive in a male-dominated world. Patty Hewes is also an evil woman who does not have qualms about arranging a murder to have a lawsuit; brutal enough to take her own son to the court for the custody of his daughter, separating father from daughter in the end. She is utterly cold and disinterested towards her son, which breaks the stereotypical “loving mother” persona we have grown used to on TV. Patty takes custody of her grandchild and raises her in her own ways. Needless to say, she isn’t the granny that bakes cookies and cakes, spoiling her granddaughter rotten. Patty Hewes never makes compromises, is always rude to everyone and does whatever she will without regard for anyone. She reminds me of Selda Alkor’s character “Hanımağa” in the 1980s


Bana göre Hewes’dan daha da ilginç bir başka karakter, senaryosu Ridley Scott tarafından yazılan The Good Wife’daki "ideal eş" Alicia Florrick. Alicia'yı ER dizisinden tanıdığımız Julianna Margulies canlandırıyor. Tesadüfe bakın ki bu karakter de Patty Hewes gibi bir avukat. Alicia, kocası bölge savcısı Peter Florrick'in onu fahişelerle aldatmasının ve bu sıradan olayın kamuoyu önünde patlak veren bir skandala dönüşmesinin ardından ev kadınlığına bir son vererek iki çocuğunu yanına alıp iş hayatına dönüyor. Rekabetin yoğun olduğu Chicago adli piyasasında, prestijli bir hukuk şirketinde çalışmaya başlıyor. Önceleri herkes ona "Savcı Florrick'in Karısı" gözüyle bakıyor. "Kumda oynasın," deniyor, küçümseniyor. O da, bu yeni dünyaya uyum

Turkish TV series Kartallar Yüksek Uçar (The Eagle Flies High). However, as far as I remember, Hanımağa was a “virile” woman who also showed the stereotypically womanly symptoms of conspiracy, grudge and protection, while Hewes is more masculine with her cold-blooded, strategic and ruthless character. Had Glenn Close been replaced by a male, no one would have noticed – and the character would probably not be as interesting as we are accustomed to evil men.

sağlamakta zorlanıyor. Buna rağmen, giderek Alicia'nın değişimine tanık oluyoruz. Her geçen gün Alicia daha cesur, daha becerikli oluyor. Tüm o yaşlı kurtlarla baş etmesini beceriyor. Öyle bir profil çiziliyor ki sonunda kocasına tekmeyi basacağına inanıyorsunuz ancak Alicia politikaya atılan kocasının itibarını düşünerek ipleri koparmaktan kaçınıyor. Alica hep bir “yumuşak güç” olarak kalıyor. Sorunları uzlaşarak çözüyor.

involving her husband, District Attorney Peter Florrick and prostitutes, Alicia stops being a housewife, takes her two children with her and goes back to work. She starts to work in an upscale law firm in Chicago, where competition is fierce. At first, she is seen as “DA Florrick's wife” and is underestimated by everyone. We nevertheless see her change. She becomes more courageous and skillful day by day. She manages to cope with all the grizzled veterans around her, and you get to believe that she will eventually kick her husband out, whereas she prefers to keep her ties, thinking about the future of her husband in politics. Alicia remains a soft power who chooses to settle issues rather than escalate them.

The Good Wife’daki bir başka ilginç karakter de Diane Lockhart. Lockhart, Alicia’nın çalıştığı hukuk şirketinin iki ortağından biri. Güçlü, hırslı, erkek egemen dünyada kendini yoktan var etmiş, bu arada –muhtemelen- özel hayatı, kariyerine kurban gitmiş, başarılı bir kadın. Türkiye’de gösterilen son sezon içindeki bir bölümde Diane ile Alicia arasında geçen bir diyalog son derece ilginçti: Alicia, şirketin sermaye artırımına ihtiyacı olduğu

A character I find more interesting than Hewes is Alicia Florrick, the “good wife” in Ridley Scott’s The Good Wife. Alicia is played by Julianna Margulies of ER fame. Coincidentally, she too is a lawyer. After a public scandal

Another interesting character in The Good Wife is Diane Lockhart, who is a partner of the law firm where Alicia works. She is a strong, successful, ambitious woman


için “ortak” yapılır. Tüm yeni ortakların, şirkete bunun için belirli bir tutarı ödemesi gerekmektedir. Alicia, önce bu terfi işine çok sevinir ancak terfisinin altında yatan esas sebebi öğrenince Diane’e hoşnutsuzluğunu iletir. Diane de Alicia’ya şöyle der: “Zamanında ben nasıl terfi ettirildim biliyor musun? Pozitif ayrımcılık ilkeleri gere¤i irkete bir kadın ortak gerekiyordu. Ben de bu kontenjandan seçilmitim. imdi çeneni kapatacak, yüzüne bir gülümseme yerletirecek ve her bir irket orta¤ını ziyaret ederek sana verilmi olan bu fırsattan ötürü ne kadar minnettar oldu¤unu söyleyeceksin.” Alicia, şöyle bir durur. ‹zleyici, çantasını alıp ofisi terk edeceğini düşünür oysa o aynen Diane’nin dediği gibi, bir şirket etkinliğinde bir araya gelmiş ortaklara tek tek uğrayarak onlara teşekkürlerini iletir. ‹şte o zaman Diane, Alicia’nın arkasından, “bu kadar çetin ceviz çıkacağını beklemiyordum” edasıyla; biraz da rekabetin yarattığı bir kaygıyla bakakalır. Bu anlattıklarım güçlü ve her şeye rağmen ‘başarmış’ kadınlar. Bir de konumlarından güç alanlar var. Örneğin Gus Van Sant’in dizisi Boss’da, Chicago’nun karanlık belediye başkanı Tom Kane’in (Kelsey Grammer) karısı Meredith Kane (Connie Nielsen). Meredith, kocası Tom tarafından taciz edilir, ondan dayak yer, hor görülür. Üstelik kocasının gücünün bir kısmı onun zengin bir adam olan babasının gücünden ileri gelmektedir. Kocasının yanı sıra, babasından ötürü Meredith de güçlü bir siyasi figürdür. Kocasının bir klinikte tedavi gördüğü sırada kendisi de nekahat döneminde olmasına rağmen, yataktan kalkar ve Belediye Başkanlığını günlüğüne devralarak kriz yönetir.

who –probably– had to sacrifice her personal life for her career. An exchange between Diane and Alicia was particularly interesting: Alicia is made a partner to the law firm because the company needs a capital increase, and like all new partners, she has to pay a sum to the company. Alicia is at first thrilled about the promotion, but then finds out the real reason beneath it, and complains to Diane, who responds: “Do you know why I was promoted? Equal opportunity laws required the company to have a female partner, and I was picked to fill the quota. Now shut up, put a smile on your face and go visit every partner to tell him how grateful you are for the opportunity.” Alicia hesitates. Just when the viewers think she will grab her bag and walk away, she does exactly as she is told. That leaves Diane watching Alicia, thinking she has underestimated her, and slightly worried about future competition. These are strong women who have “made it” despite all odds. And then there are others who derive their strength from position, like Meredith Kane (Connie Nielsen), the wife of the shady Chicago mayor Tom Kane (Kelsey Grammer) in Gus Van Sant’s Boss. Meredith is abused, beaten and thrown around by her husband Tom, who owes part of his power to the influence of her rich father. Meredith is a strong political figure both because of her husband and her father. In The Devil Wears Prada, legendary actress Meryl Streep had been Miranda Priestly, who was known to be inspired by Vogue's editor-in-chief, Anna Wintour. Priestly can be viewed both as a wretched superficial figure who worries


Bundan birkaç sene önce gösterime giren gişe filmi eytan Prada Giyer’de muhteşem Meryl Streep karşımıza, Vogue'un yayın yönetmeni Anna Wintour'dan ilham alınarak yaratıldığı bilinen Miranda Priestly olarak çıkmıştı. Priestly bütün gün kıyafetlerle uğraşan boş kafalı ve cadaloz yayın yönetmeni olarak da görülebilir, milyar dolarlık moda endüstrisine yön veren bir iş kadını olarak da. Priestly'nin genç asistanına moda endüstrisinin aslında birkaç iyi terzinin gün boyu çay içip giysilere fiyonk taktığı bir kum havuzundan çok daha öte bir şeyler olduğunu anlattığı sahne bu bakımdan çok çarpıcıdır. Yukarıda anlattığım kadınların bir ortak yönü de hayatlarındaki erkekler tarafından bir şekilde aldatılmış olmaları. Hewes, çocukken kendisini istismar eden babasıyla bütün bağlarını koparmış. Florrick, kocasının fahişelerle birlikte olmasının utancını yaşıyor. Priestly ise bilmem kaçıncı kocası, çocukları için bir baba figüründen öteye geçemediği için yıkılıyor. Yeni dizilerde kadınların uğraşları da değişiyor. Ev kadını, polis, avukat, anne, zengin-işsiz klişelerinin yanında, vakıf yöneticisi (Bkz. House of Cards - Robin Wright); Dışişleri Bakanı (Bkz. Political Animals - Sigourney Weaver) ya da Belediye Başkanı Asistanı ( Bkz. Boss - Kathleen Robertson) kadınlara da rastlıyoruz. Bazen de kadınların gerçek hayatta üstlendikleri “birden fazla rol” dizilerde çok çarpıcı bir biçimde anlatılabiliyor. Bunun en harika örneklerinden biri, kısa süre önce biten House’daki “Cuddy’nin Bir Günü” temalı bölümdü. ‹zleyenler bilirler. Dahi doktor House huysuz, geçimsiz, dengesiz ve bağımlı, fakat keskin zekalı bir doktordur. Kimsenin çözemediği karmaşık vakaları çözer. Tüm dizi, House karakteri üzerine kuruludur. Diğer tüm oyuncular ikinci plandadır. House’un eski sevgilisi, hastane yöneticisi Lisa Cuddy bunlardan biridir. Dizinin geleneksel kurgusunun dışında, Cuddy’nin bir gününü anlatan bölümde, Cuddy, sabah beşte kalkar. Her zamanki gibi sabah sporunu yaparken bebeği hastalanır, ardından hastaneyi ciddi bir mali krizin eşiğine getirecek önemli bir gelişme olur. Bir yandan House türlü türlü problemler çıkarır. Cuddy 24 saatte tüm bu problemlerle tek başına, olağanüstü zekice çözümler geliştirerek savaşır ve akşam olduğunda başka hiç kimsenin yapamayacağı şekilde her şeyi yoluna koyar. Sonunda, seyirci, Cuddy’nin hayatı hayatı hakkında çok daha geniş bilgi sahibi olmuştur. Oysa önceki bölümlerde, House “dünyayı kurtarırken”, Cuddy önemsiz idari işlerle ilgilenen, akıllı ve çekici eski sevgiliden öteye gidememiştir. Bu bölümle dizi

about clothes all day, or a businesswoman who leads a billion-dollar fashion industry. The scene where Priestly tells her young assistant that the fashion industry is much more than a sandbox where a handful of good tailors do nothing all day but drink tea and put ribbons on clothes is particularly striking because of this. One other common point of all the women above is that they have been betrayed by the men in their lives. Hewes has severed all of her ties with her father, who had abused her as a child. Florrick lives with the shame that her husband is consorting with prostitutes. And Priestly is devastated because her husband is nothing more than a father figure for her children. The new women tend to have different occupations too: in addition to the trite housewife, police officer, lawyer, mother and “rich and unemployed” characters, there are NGO leaders (House of Cards - Robin Wright); Secretaries of State (Political Animals - Sigourney Weaver) or mayoral aides (Boss - Kathleen Robertson). Sometimes, the “multiple roles” usually assumed by women are depicted in a striking manner. A great example was the “Cuddy’s Day” episode of House MD. The namesake of the series, the prodigal House, M.D. is a cross, aggressive, unbalanced addict who is nevertheless a brilliant physician. He solves cases that no one else has been able to. The entire series is built upon the House character and all other characters are in supporting places, including hospital manager Lisa Cuddy, who is House’s ex-girlfriend. The series strays from the usual flow in one episode and focuses on one day in Cuddy’s life. She gets up at five, and soon after her child comes down with an illness. This is followed by a problem that could put the hospital in a severe financial crisis. House comes up with


all sorts of problems of his own, and Cuddy spends 24 hours fighting each and every one of these problems in ingenious ways, finally tying up all the loose ends. The viewer now has a much better idea about Cuddy and her life – this is important because until then, House has been “saving the world” while Cuddy is nothing more than a smart and attractive ex who is tasked with mundane administrative duties. The producers have chosen to shock the viewer with this episode, revealing Cuddy’s fighting, resilient, strong and exceptionally clever side.

yapımcıları seyirciyi şaşırtır. Cuddy’nin karakterinin karanlıkta kalmış mücadeleci, esnek, güçlü, olağanüstü zeki yönünü ortaya koyar. Tüm bu örnekler, bana dizilerdeki önceki nesil kadın karakterlerin neye benzediğini hatırlatıp, beni güldürüyor. Her daim çaresiz ve “Umutsuz Ev Kadınları”, hayatlarını ancak cinayetle renklendirebiliyordu. Çok çok eskiden, Dallas’ta, meşhur çiftlik sahibi Ewing ailesinin gelini ev kadını Sue Ellen, özel hayatındaki mutsuzluğunu içkiyle ve evlilik dışı ilişkilerle unutmaya çalışmaktaydı. Yine de kocasından ayrılamamaktaydı. Başarılı avukat Ally McBeal'in hayatını anlamlı kılan tek şey hep özlenen meçhul bir sevgiliydi. Charlie’nin Melekleri, günün sonunda Charlie’ye hesap verirler, onun sözünden çıkmazlardı. Takdir Charlie’nindi! Sonuçta, dizi yapımcılarının kadınları, çocukları ve çevreleri için çırpınan birer melek ev kadını; kendi küçük dertlerini çözmek için sağa sola kötülük saçan birer cadı ya da en az erkekler kadar güçlü ve sert polisgizli ajan v.b. olarak çizmek gibi kolay yollardan saparak daha karmaşık ve sofistike figürler olarak tasarlamaya başlamaları dizilerin kalitesinin yükselmesi bakımından hayırlı oldu. Kadın karakterler Farklı yönleriyle dizilerin çıtasını yükseltti, bizleri yeniden ekran başına topladı. Toplumsal cinsiyet konusunda çalışanlara da bu dizilerden iyi malzemeler çıkabilir.

All of these examples remind me of the previous generation of female TV characters and bring a smile to my face. The ever-desperate Housewives could only spice up their lives through murder. Much earlier, in Dallas, depressed daughter-in-law Sue Ellen would attempt to smother her discontent in drinks and illegitimate relationships while unable to get a divorce from her husband. The only thing that brought meaning to the life of the successful lawyer Ally McBeal was an unknown lover that she perpetually pined for. Charlie’s Angels would bow down to Charlie’s authority and report to him at the end of the day. When producers decided to upgrade their female characters from selfless housewives killing themselves over their families, devilish wretches that spread evil to satisfy their petty desires or virile police officers or secret agents indistinguishable from male characters to more complex and sophisticated figures, the quality of the production increased inevitably. Female characters raised the bar with their diversity and turned us back to the screen. This could have some potential for gender studies.


·Burası·

SABANCI ÜNİVERSİTESİ GELECEK ·burada· map.sabanciuniv.edu

Türkiye’nin en girişimci ve yenilikçi üniversitesinde* seni düşlerine yelken açmaya davet ediyoruz. Tanıtım günlerimiz 3-18 Temmuz tarihlerinde, her gün 10:00 - 17:00 saatleri arası Sabancı Üniversitesi kampüsünde ve sanal kampüs map.sabanciuniv.edu adresinde.

*Sabancı Üniversitesi, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından yapılan “Üniversitelerarası Girişimcilik ve Yenilikçilik Endeksi 2012” sıralamasında ilk sırada yer almıştır.

susocial.sabanciuniv.edu tanitim@sabanciuniv.edu 0216 483 90 90


Yeni Bölümler Bu Hafta da Yokmuş! No New Episodes This Week! Çağrı Yardımcı / MDBF Öğrencisi - FENS Student

Bu hafta dizilerimin “The new yeni bölümü episode isn’t gösterilmeyecekmiş. on this week.”


"Bu hafta dizilerimin yeni bölümü gösterilmeyecekmiş." ‹lk bakıldığında iki kişi arasında geçen gündelik bir konuşmanın sıradan bir cümlesi gibi görünse de, bu cümle modern dünyamızda özellikle üniversitede okuyup yurtta ikamet eden, başta benim gibi pek çok öğrenci arkadaşım için "Neden moralin bozuk?" sorusuna çoğunlukla verilen cevap niteliği taşımaktadır. Bir çoğunuzun "Yok artık, abarttın," , "Ne kadar da asosyal bir hayat," dediğini duyar gibiyim, hatta yer yer kınadığınızı ama içten içe üzüldüğünüzü de hissediyorum fakat eminim siz de bir durup düşününce "Yok ya, ben o kadar değilim," diyerek kendinizi rahatlatmaya çalışıyorsunuz. Merak etmeyin, bunda utanıp sıkılacak bir taraf yok. Bir hafta içerisinde 4 vize 3 ödev 2 proje üst üste gelince nereden vakit bulup da sosyalleşebilir ki insan? Hele bir de okulun "şehrin" en dişe dokunur yerine olan uzaklığının 45 dakika’dan fazla bir mesafede olduğunu düşünürsek. Bu yoğun dönemlerde diziler, aslında ders çalışmalarımızdan arta kalan "kısa" aralarımızı değerlendirmek ve biraz da olsa kafamızı dağıtmak için sığındığımız limanlarımız oluyorlar. Bazen de işi abartıp bir denizci edasıyla bir sürü limana demir atmaya başlıyoruz ve bir de bakıyoruz ki, haftanın her günü izleyebilecek kadar dizi takip etmeye başlamışız bile. E tabii böyle durumlarda, yeni bölümlerin yayınlanmaması, haliyle insanda bir boşluk duygusuna ve dolayısıyla hafif de olsa depresyon belirtilerine sebep oluyor. Bir gün arkadaşlarımla bu konu hakkında konuşurken gerçekten acaba gitgide asosyal mi oluyoruz diye

“The new episode isn’t on this week.” A seemingly benign sentence in an everyday conversation between two people, this phrase could be all the answer a person like me, a university student living on campus, can give to the question, “Why so sad?” Do you think this is an overstatement? Do you think I sorely need a life? Are you laughing out of consternation? Or are you just looking for some relief that you aren’t “that desperate” yet. Well, I suggest you stop worrying because we’re all in the same boat: with 4 midterms, 3 papers and 2 projects to blast through in a week, and with the school 45 minutes away from any part of the city worthy of the name, what other life are we expecting? TV series tend to become our safe havens for clearing our head in the little time we have between our tasks, but it is entirely possible to go overboard and start to follow a different show every day of the week. And when a new episode fails to show up, the deprivation syndrome hits you hard in the face. Speaking among friends one day, we were worried that we were getting more and more cut off from social life, so we decided to take part in a cultural activity off campus. The events at the Performing Arts Center weren’t up to the task because they were still within the school. We had to get out of the school to prove to ourselves that we still had it in us. A friend of ours, who is an actor, suggested we go to the play Yellow Moon performed by Tiyatro DOT. The play was in high acclaim and contrary to what we had been used to, there were no costumes or set design involved. The performers would act in the


düşünüp okul dışında kültürel bir aktivite yapmaya karar verdik. SGM aktiviteleri de bize yetmiyordu çünkü okul sınırları içerisindeydi. Oysa bizim, asosyal olmadığımızı kendimize ispatlamamız için her şeyi göze alıp okul dışına çıkmamız gerekmekteydi. Tiyatrocu bir arkadaşımızın önerisiyle Tiyatro DOT’da gösterilen Sarı Ay isimli oyuna gitme kararı aldık. Oyun hakkındaki yorumlar çok olumluydu ve daha önce gördüklerimizden farklı olarak bu oyunda dekor ya da oyun için özel hazırlanan kostüm yoktu. Oyuncular gündelik kıyafetleriyle, yaklaşık 70 seyirci kapasiteli küçük bir kare odanın ortasında, yine sınırları beyaz çizgilerle belirlenmiş bir kare sahnede sergileyeceklerdi oyunlarını. Anlayacağınız, hem okul dışına çıkacaktık hem de tiyatro adına daha önce yaşamadığımız farklı bir tecrübe yaşayacaktık: bir taşla iki kuş. Biletleri aldıktan sonra Tiyatro DOT hakkında biraz daha araştırma yapalım, dedik. Tiyatro DOT, Britanya'da doğan In-yer-face (“Suratına tiyatro” ya da “yüzevurumcu tiyatro”) akımı oyunlarını Türkiye'de ilk kez sahneleyen tiyatroymuş. Tabii biz bu akımın ne olduğunu, her ne kadar internetten yararlanmaya çalışsak da, bir türlü anlayamadık ve bekleyip görmeye karar verdik. Şansımıza o hafta Yalan Dünya isimli dizide de bu In-yerface akımıyla yaratılmış küçük bir oyun sahnelenecekmiş. Hem bir fikir vermesi açısından hem de hali hazırda pazartesi günlerimizi ayırdığımız dizilerden biri olduğu için o bölümü tabii ki kaçırmayıp izledik. ‹zlemez olaydık. Meğer bu,oyuncuyu oyuna dahil eden, hatta bu amaçla işi yer yer ön sıraları tartaklamaya, itip kakmaya kadar götüren bir akımmış. Bunu öğrendiğimizde her şey için çok geçti artık. Tam anlamıyla bir kültürel şok yaşayacağımızı kabullenip, kaderimize razı olmaktan başka yapacak bir şeyimiz kalmamıştı. Peki oyunun konusu neydi? Oyun çağdaş bir Bonnie ve Clyde masalı olarak özetleniyor kısaca. Bonnie ve Clyde'da 1930'lu yıllarda Amerika'da banka ve dükkân

middle of a square room of 70 people, on a square stage delineated by white lines, and in their daily clothes. It was two birds with one stone: we would be stepping out of the school and live a theater experience that was new to us. Once we bought the tickets, we decided to look more into Tiyatro DOT. It turns out that Tiyatro DOT is the first ensemble to perform in-yer-face drama of British origin in Turkey. Despite looking it up on the internet, we were unable to fully grasp what this style of drama really was, so we decided to wait and see. As luck would have it, that week’s episode of Yalan Dünya would feature a skit on in-yer-face drama. We surely wouldn’t want to miss that episode: it was both our safe haven for Monday, and we would get an inkling of what was to be expected. Boy, we were in for a surprise. It turns out that this style of drama is based on the actual involvement of the audience in the play, all the way up


soyan ve aynı zamanda sevgili olan iki kanun kaçağı. Çiftin hikayelerine bir kaç defa Hollywood filmlerinde de değinilmiş Oyunda Clyde'ın çağdaş karşılığı olarak Lee Macalinden adında 17 yaşında, başı sürekli belada bir genci , Bonnie'nin modern uyarlaması olarak ise Leila Suleiman isminde, içine kapanık ve hiç konuşmayan bir genç kızı görüyoruz. Konusu her ne kadar ilgi çekici olsa da, aklımızda hala dekorsuz küçük bir odada geçen bir oyunu nasıl izleriz ya da acaba ne kadar tartaklanırız düşünceleri var. Oyun saati gelip de odaya girdiğimizde tabii en önlere oturmaktan itinayla kaçındık. Sahnede dekor olarak dört sandalye vardı ve oyuncular gerçekten de gündelik kıyafetleriyle oyunu sergileyeceklerdi. Ve oyun başladı. ‹tiraf etmeliyim 70 dakika nasıl geçti hiç anlamadım. Tamam, ilk 10 dakikası belki biraz sıkıcıydı ama kalan o bir saatlik sürede ben hayatımda ilk defa sandalyenin bu kadar farklı şekillerde kullanıldığını gördüğüm, yeri geldiğinde oyuncuların bile dekor olduğu ve bu sürede inandırıcılığından ve ritminden hiçbir şey kaybetmeyen bir oyun izledim. Ayrıca oyuncuların yüzündeki her türlü duygu değişimini yakından gözleme fırsatım oldu ve kendimi, keşke en önde otursaymışım, derken buldum. Size tavsiyem malum, günler de gitgide uzamakta, havalar güzelleşmekte- fırsat bulursanız bir saatinizi ayırıp yolunuzu Tiyatro DOT’a ve özellikle Sarı Ay'a düşürün. Oyunu beğenmeseniz bile, ilerde gülüp eğleneceğiniz, arkadaş ortamlarında tiyatro terimleri kullanarak bahsedeceğiniz ve yerine göre hava atabileceğiniz bir tecrübe yaşamış olursunuz.

to physically manipulating the first-row viewers. It was too late when we found out. We accepted the fact that we were diving for a culture shock, and decided to face our fate. Now about the play: it is dubbed as a modern take on the story of Bonnie and Clyde, two outlaws and bank robbers who were also lovers in 1930s America. The story of the couple has many Hollywood interpretations. In the play, the modern Clyde is a troublesome youth named Lee Macalinden, and Bonnie is a withdrawn, permanently depressed young girl named Leila Suleiman. Intriguing as the story may be, we were still worried about how we could put up with a play staged in a small room with no setting, and about how much of a punishment we’d get. When we were admitted into the room, we specifically avoided the front row. The only props onstage were four chairs and the actors were really dressed in their daily clothes. Then the play began. I must admit that 70 minutes –or shall we say an hour, because the first 10 minutes were, frankly, a bit boring– flew by. This was the first time I had seen a chair in so many uses, and I was amazed at how even the actors themselves could become stage props at times and still lose nothing of their credibility or rhythm. We were able to see even the most subtle emotional changes on the faces of the actors and at that time I was wishing I had taken a front seat. Now that the weather is milder and days are longer, I strongly recommend that you pay a visit to Tiyatro DOT, specifically Yellow Moon (Sarı Ay in Turkish). Even if you don’t like the play itself, the experience is decidedly fresh, and you’ll probably pick up some theater lingo that you can drop here and there to impress people!


Harikalar Diyarı’nda Bir Gün A Day in Wonderland Ayşe Ezgi Yıldız / SSBF Öğrencisi - FASS Student Bahar tatili çok çabuk geldi ve geçti. 29 Mart’ta uçağıma bir saatten biraz fazla kala projemi henüz bitiren ben saat onu on geçe taksiyi aramı, 10.20’de FASS’tan odama koarak gelmi ve 10.45’te, son dakika içine yığdığım kıyafetlerle şişen valizimle Sabiha Gökçen Dış Hatlar Terminali’nin kapısından içeri girmiştim. Bu, 1 hafta sürecek Nice-Barcelona-Torino yolculuğumun başlangıcıydı. �çimden, buraya uzun ve güzel bir gezi yazısı yazmak geçmişti ama o kadar yerlisi olamadım hiçbir şehrin. Bunun yerine bana bir günlüğüne kendimi harikalar diyarındaymışım gibi hissettiren bir yer hakkındaki izlenimlerimi yazmak istedim: Torino’daki Museo Nazionale del Cinema yani Uluslarası Sinema Müzesi.

Spring break was over too soon. With a little over an hour before my flight I handed in my project, called for a taxi at ten past ten, arrived running at my room at twenty past, and was deposited at the entrance of the Sabiha Gökçen airport’s international terminal at a quarter to eleven with a suitcase that was bloated with all the stuff I had to jam-pack into it. This was the beginning of my one-week trip of Nice, Barcelona and Turin. I was planning to write a long travelogue here, but I couldn’t feel local in any city, so I decided to write about a special place that made me feel like I was in wonderland: the Museo Nazionale del Cinema in Turin.


Müzenin oluşum süreciyle ilgili kısa bir bilgi vermeliyim sanırım. Buraya ev sahipliği yapan ve Torino şehrinin sembolü haline gelen Mole Antonelliana’nın yapımına 1863 yılında mimar Alessandro Antonelli tarafından başlanıyor. �lk başta sinagog olarak tasarlanan yapı 1878 yılında ulusal birliği temsil etmesi amacıyla �talya Belediyesi tarafından satın alınıyor. 1889 yılında Antonelli’nin oğlu Costanzo’nun tamamladığı 167.5 metre yüksekliğindeki yapı, 2000 yılından itibaren sinema müzesi olarak kullanılmaya başlıyor. Müzeye girip bilet gişesini geçince kalabalık bir hediye dükkânı karşılıyor bizi. Çıkışta bakarız, diyerek birinci kata yöneliyoruz. L'Archeologia del Cinema olarak adlandırılan bu kat, �talyan gölge tiyatrosunun ilk örneklerinden başlayarak, camera obscura, kaleydeskop, stereoskop, büyülü fener, kinetoskop ve sinematograf gibi icatları barındırıyor. Bu katta kendimi eski, sepya bir zamandaymışım gibi hissettim, her şey hem çok yabancı hem de çok tanıdıktı. En çok ilgimi çeken sinematograf'ın keşfinden önce hareket illüzyonu yaratan buluşlardı. Küçük bir çocukken elimize flipbook alıp saatlerce, bıkmadan usanmadan hızla çevirdiğimizi hatırlar mısınız? �şte ben yine o küçük çocuk olmuştum, sadece bu sefer zoetrop, fenakistiskop, praksinoskop ve kinetoskop gibi icatlarla çevriliydim. Evet, biliyorum bütün terimler birbirine benziyor ve çok kafa karıştırıcı ama kısaca açıklayacağım. Fenakistoskop için birbirini takip eden resimler bir disk üstüne belirli aralıklarla yerleştirilip yine belirli aralıklarla resimler arasında kesikler açılıyor. Disk bir kol üzerine geçirilip döndürülüyor ve bir ayna yardımıyla çizimlerin hareketi izlenebiliyor. Yunanca’da “hayat çemberi” anlamını taşıyan zoetrop ise basitçe bir mil üstüne oturtulan ve üzerinde eşit aralıklarla dikine yarıklar çizilmiş bir silindirden oluşuyor. Bu mekanizmanın içine birbirini takip eden çizimlerden oluşan bir bant koyup döndürdüğümüzde hareket eden şekiller görüyoruz. Praksinoskop, dikine yarık sistemini silindir içine yerleştirilmiş küçük aynalarla değiştirerek hareket illüzyonunu daha aydınlık ve düzgün bir hale getiriyor. 1888 yılında Emile Reynaud bu düzeneğe eklediği büyülü fener yardımıyla görüntülerin hareketini bir perde üzerine

I should begin with the history of the museum. The building, Mole Antonelliana, is a landmark in Turin. Construction began in 1863 by architect Alessandro Antonelli. Initially intended as a synagogue, the building was purchased by the City of Turin in 1878 and was completed in 1889 by Antonelli’s son Costanzo. The 167,5 meter-tall building has been serving as the Museum of Cinema since 2000. After the ticket office is the souvenir store, which I intend to visit later on, so I walk to the first floor: L'Archeologia del Cinema. This section houses artifacts from the first examples of Italian shadow theater to inventions like camera obscura, kaleidoscope, stereoscope, magic lantern, kinetoscope and cinematograph. I felt the entire floor was coated in sepia; everything was so familiar yet so distant. I was most intrigued by the pre-cinematograph inventions that gave the illusion of moving pictures. Do you remember how we whirred through flipbooks as children, captivated by how the illustrations sprang to life? I was that small child again, and this time I was surrounded by zoetropes, phenakistoscopes, praxinoscopes and kinetoscopes. I know these sound all the same and are quite similar to each other too but let me help with the confusion: The phenakistoscope uses a spinning disc attached vertically to a handle. Arrayed around the disc's center are a series of drawings showing phases of the animation, and cut through it were a series of equally spaced radial slits. The user would spin the disc and look through the moving slits at the disc's reflection in a mirror. The zoetrope or “circle of life” in Greek consists of a cylinder with slits cut vertically in the sides. On the inner surface of the cylinder is a band with images from a set of sequenced pictures. As the cylinder spins, the user looks through the slits at the pictures across. The praxinoscope replaces the vertical slits in the zoetrope with small mirrors for a clearer and better illuminated animation. The magic lantern, added to this mechanism in 1888 by Emile Reynaud, meant that the animation could be reflected on a screen, starting what was called the “optical theater.” Edison’s invention kinetoscope consists of a sheet of images passing between a lens and an electric lamp. The viewer looks through a


yansıtmayı başarıyor ve bu gösterimler “Optik Tiyatro” olarak adlandırılıyor. Edison’un icadı kinetoskop ise kısa aralıklarla çekilen fotoğrafların oluşturduğu bir film şeridinin bir mercek ve elektrik lambası arasından geçmesi prensibine dayanıyor. �zleyicinin tek yapması gereken küçük bir delikten bu eğlenceyi izlemek. Benim favorim, fotoğrafın renklendirilmesiyle ortaya çıkan, kırmızı elbiseli bir kadının dans ettiği filmdi. Bu katta harcanan uzun dakikalardan sonra asansörle çıktığımız La Macchina del Cinema katında başka bir yolculuk bekliyor bizi. Bir filmi oluşturan elemanları ve film yapma sürecinin evrelerini burada keşfetmek mümkün; yönetmenler, oyuncular, kostümler, ünlü prodüksiyon şirketleri, yapım aşaması, sayısız hikâye tahtası. Bu sefer her şey daha tanıdık belki de bu yüzden daha keyifli. Bu katın peşi sıra gelen La Galleria dei Manifesti bölümünde de sinema tarihinin unutulmaz filmlerinin posterlerini ve yıllar içinde değişen yönelimleri görebiliyoruz. Müzenin orta noktasında bulunan L’Aula del Tempio, kuleye çıkışı sağlayan camlı bir asansör ve etrafını çevreleyen büyük ve tek kişilik kırmızı koltukların bulunduğu dev bir avlu gibi. Bu bölüm sinema türlerinin mekân tasvirlerini barındıran küçük odacıklarla çevrili. Animasyon, komedi, müzikal, western, bilimkurgu gibi pek çok türün elementlerini barındıran odalar ziyaretçiler için sürprizlerle dolu. Yorulup dişçilerdekileri aratmayan büyük kırmızı koltuklarda biraz dinlenmek istersek devasa ekranlarda yaklaşık 20 dakika süren film gösterimleri bizi yalnız bırakmıyor. Film izlemek istemeyenlerdenseniz tavanda sürekli değişen ışık oyunları, oluşan gölgeler sizi başka bir seyrin içine çekiyor zaten. Bundan sonraki katlara ulaşım, binanın iç boşluğu boyunca dönerek yukarı çıkan bir rampayla sağlanmış. Bu alan her dönem farklı sergilere ev sahipliği yapıyor. Benim ziyaretim sırasında görme fırsatı bulduğum Gianini ve Luzatti sergisinden-bu yazıya ilham veren bu sergi oldu- de ayrıca bahsedeceğim. Rampa boyunca uzanan yol bize sergilerden kesitler sunup diğer bölümlere geçiş sağlarken bir yandan da müzenin iç tasarımını farklı bir açıyla görmemizi sağlıyor. Tepeye ulaştığımızda Cinema e Television bölümü karşılıyor bizi. Televizyonun çıkışıyla değişen sinema sektörüne ve televizyonun günlük hayatın bir parçası haline gelme sürecine gönderme yapan bir bölüm burası. 1950’lerden 1990’lara tipik aile ortamlarının canlandırıldığı bu odalarda, iç mekânların değişimiyle birlikte televizyonun gelişim sürecini de izliyoruz. Bu bölümü gezdikten sonra rampa boyunca geri inerek geniş avluya dönüş yapıyoruz.

peephole onto the action. My favorite was the one where a lady in a red dress was dancing, obtained by coloring the photograph. After being fascinated by everything I saw on this floor, I took the elevator up to the La Macchina del Cinema floor for another journey. This floor provides an overview into everything that is needed for a film: directors, actors, costumes, the leading producers, the production process and countless storyboards. These are all more familiar, so there is more fun to be had on this floor. The adjoining La Galleria dei Manifesti has a comprehensive selection of movie posters throughout the years, enabling viewers to catch on to trends as they evolve through the years. L’Aula del Tempio is a massive hall in the center of the building with red armchairs surrounding a glass elevator shaft. This section has small rooms full of sketches for various film genres: animation, comedy, musical, western, science fiction and others. Taking a little rest in those comfortable chairs, you are surrounded by screens showing parts from films. If you so prefer, there are lighting effects and shadow play on the ceiling that will absorb you into a different spectacle altogether. The remaining floors are accessible with a revolving ramp, and houses temporary exhibitions. I had the opportunity to visit the Gianini and Luzatti exhibition –which inspired this article– and I will talk about it later in detail. The ramp not only allows you to access other sections of the museum, but provides a different look into the architecture of the building itself. At the top is the Cinema e Television section where the shift in cinema after the advent of the television is explained in a series of “family rooms” from the 1950s to the 1990s, showing how interior spaces evolved around the television as technology progressed. After this section, you go back down the ramp into the wide hall. Now it was time for a bird’s eye view of the city. You need to wait in line for the elevator for about 20 minutes,


but the view of Turin at the top is rewarding. I then headed straight for the museum shop. I was looking for souvenirs from all those films, books and posters I had seen above. I must admit that, although I have a soft spot for souvenir stores and this place was rather attractive from the outside, I was disappointed when I walked into it. Except the zoetropes I mentioned above and GianiniLuzatti animations, the rest of the souvenirs were pretty ordinary. I was further disappointed when I saw that the clapperboards sporting starry Hollywood signs on them were actually Made in China. I think this was the only section that needed some improvement. Müze içinde geçen uzun ve keyifli bir turdan sonra benim için sıra gökyüzüne uzanmaya gelmişti. Asansör kuyruğunda bana bitmeyecek gibi gelen 15-20 dakika ardından sonunda kuleye çıkıp Torino’yu bir de kuş bakışı izledim. Kuleden inmemle soluğu hediye dükkânında almam bir oldu, diyebilirim. Uzaktan gördüğüm bütün o filmler, kitaplar, kartpostallar arasında kendim ve arkadaşlarım için küçük bir anı arıyordum. �tiraf etmeliyim ki böyle dükkanlarda kendimi kaybetsem ve dışarıdan çok cezbedici dursa da içine girdiğimde müzenin hediyelik eşya dükkânı beni birazcık hayal kırıklığına uğrattı. Yukarıda uzun uzun bahsettiğim zoetroplar ve Gianini-Luzatti animasyonları dışında kitaplar, filmler, filmlerden kesitlerle süslenen küçük çantalar ve daha pek çok hediyelik eşya, her yerde görebileceğimiz cinstendi. Acaba alsam mı diye düşündüğüm çekim tahtası şeklindeki küçük çerçevelerin üzerinde yıldızlı Hollywood, arkasında Made in China yazısını görünce hayal kırıklığım daha da arttı. Müzeye dair iyileştirilebileceğini düşündüğüm tek bölüm burasıydı sanırım. Gianini ve Luzatti’yle Tanışma Son olarak çok beğendiğim Gianini ve Luzatti filmlerine ayrılan kısımdan bahsetmek istiyorum. Bu kısmın müzeye ait olmadığını anlamam bu yazıyı yazmam sayesinde mümkün oldu aslında, döndüğümde websitesini ziyaret edene kadar durumdan habersizdim. Ne mutlu bana ki müzede beni en çok etkileyen, yörüngesinden uzun süre ayrılamadığım bu sergiyi gezebilme şansına erişmiştim. �talyan ressam Emanuele Luzatti’nin yönetmen Giulio Gianini ile işbirliği sonucu ortaya çıkan yirmi altıdan fazla kesme-çıkarma (cut-out) tekniğinde yapılmış animasyonun çizimleri Emanuele Luzatti’ye ait. Bu çizimler basit çizgiler ve renklerin harika bir karışımı gibiydi. Yapıldığı dönemde pek yaygın olmayan kesmeçıkarma animasyon tekniği de bu çizimlerin ruhunu oldukça iyi yansıtıyor. Bu ortaklık sonucu ortaya çıkan filmlerden ikisi Rossini’nin operalarından uyarlama olan

Meeting with Gianini and Luzatti Finally I would like to talk about the section on Gianini and Luzatti films. In fact, it was only through writing this article, when I visited the museum website, that I realized this was not a part of the museum. Nevertheless, this was one of the most captivating exhibitions for me. Artist Emanuele Luzatti worked with director Giulio Gianini for cutout animations, twenty-six of which are on display in the exhibition. The simple lines blend very well with colors, and the cutout method, which was not very popular at the time these were being made, is very appropriate to the spirit of the drawings. This partnership led to two Rossini opera adaptations for the screen: La Gazza Ladra (The Thieving Magpie, 1965) and L’italiana in Algeri (The Italian Girl in Algiers, 1968). La Gazza Ladra is the story of a magpie who steals the crowns of three kings on a bird hunting excursion. The sheer cunning of the magpie and the desperation of the kings to catch it keep you snickering throughout the film. The 10-minute L’italiana in Algier is another film that is the product of Luzatti’s design and Gianini’s photography and animation skills. After a short intro, the film begins with Lindoro and Isabella of Venice battling a storm in a small boat. The rhythm of the music swells and subsides with the waves and the motion of the boat. Then we meet Ali, a plucky fellow with more mischief than can be crammed into his small stature. He thinks he has found a new concubine for his master Mustafa Pasha’s harem: Isabella, who faces peril in the storm. The visuals are colorful as carnivals. If you happen to run into this exhibition at some point in your life, make sure you get lost in its colors and tales. I highly recommend this museum to anyone visiting Turin; however, don’t rush yourself into it. Set some time aside and make sure to savor all that is there for you to view. Then you can have a bird’s eye view of Turin from the tower or have some refreshments in the museum café. You will not regret the time you spend.


La Gazza Ladra (Hırsız Saksağan, 1965) ve L’italiana in Algeri (Cezayir’de Bir �talyan Kızı, 1968). La Gazza Ladra bir saksağanın, kuş avına çıkan 3 krala musallat olup taçlarını çalışının keyifli hikayesi. Film boyunca kralların alakargayı yakalama girişimlerini ve kuşun kurnazca oyunlarını, yüzünüzde bir tebessümle izliyorsunuz. 10 dakikalık L’italiana in Algier filmi ise Luzatti’nin tasarımları ve Gianini’nin fotoğrafçılık ve animasyon yeteneklerinin ortaya çıkardığı diğer animasyon. Tanıtıcı bir girişten sonra film Lindoro ve Venedikli Isabella’nın küçük bir kayık içinde fırtınaya yakalanışıyla açılıyor. Müziğin ritmi, dalgaların ve kayığın hareketiyle doğru orantılı olarak değişiyor. Daha sonra ufacık ama boyunu aşacak kadar düzenbaz Ali karakteriyle tanışıyoruz. Ali, efendisi Mustafa Paşa’nın haremi için yeni bir gözde bulur; fırtınada mahsur kalan Isabella. Harika bir on dakikayı garantileyen animasyonun görselleri karnavalları aratmayacak derecede renkli. Benim kadar şanslıysanız ve bir gün bir yerde denk gelirseniz bu sergiyi gezmeyi, renklerin ve masalların içinde kaybolmayı ihmal etmeyin bence. Yazım bitmeden vereceğim son tavsiye Torino’ya giderseniz bu müzeyi mutlaka ziyaret edin ama sıkışık bir zamanda değil, rahat rahat gezeceğiniz, gördüklerinizi sindirip kendinizi oraya ait hissedebileceğiniz ferah bir zamanda. Sonra dilerseniz müzenin kafesinde bir kahve molası verin, dilerseniz panoramik tur için kuleye çıkın ve Torino’yu kuş bakışı seyredin. Şimdiden iyi eğlenceler.


Türk Edebiyatı’nda Eleştiri Kurumunun Erozyonu The Erosion of Critique in Turkish Literature Efe Tancı / SU Edebiyat Kulübü - SU Literature Club Lise sıralarından, alelade bir coğrafya terimi olarak zihnimizin sözcük heybesine attığımız ‘erozyon’ kelimesi, son yıllarda, önemli bir sosyal yozlaşma halini anlatmak için sıkça kullanılır oldu. Bugün, popüler kültür menşeli ürünlerden beslenmeyi patolojik boyutlara taşımış olan toplumumuzda, birçok değer ve olgunun ‘erozyona’ uğradığından bahsediyoruz çoğu zaman. Edebiyatımızdaki eleştiri kurumunun da, hem mana, hem işlev açısından, bu yozlaşmadan fazlasıyla nasibini aldığını söyleyebiliriz. Bu durumu zihnimizde daha iyi tahayyül edebilmek için, edebi eleştirinin, tarihsel gelişimini bilmek gerekiyor. Edebiyatımızda Batılı tarzda ilk eleştirilerin Tanzimat Dönemi’ne dayandığını söyleyebiliriz. Başta Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa olmak üzere, birçok Tanzimat Dönemi aydını, bu olgunun edebiyat dünyamıza entegrasyonunda önemli rol oynamışlardır. Servet-i Fünun döneminde bağımsız bir tür haline gelen eleştiri, daha sonraları Cumhuriyet Dönemi’nde Yahya Kemal,

The term erosion may evoke the image of a high school geography class, but has been popular in a social degeneration context lately. In a society pathologically fixated on feeding solely on popular culture, we frequently speak of how many values have “eroded.” Unfortunately, literary criticism as an institution is among the areas hit the hardest. To have a better understanding of the situation, we must have an idea about the historical development of literary criticism. The first examples of literary critique in the Western style go back to the Ottoman Reform era. Leading intellectuals of the period, including Şinasi, Namık Kemal and Ziya Paşa, have played an important part in the integration of criticism in Turkish literature. Criticism became an independent genre in the subsequent Servet-i Fünun era, and was shaped into a system by Yahya Kemal, Ahmet Haşim and Nurullah Ataç during the Republic, evolving into a functional institution that gave authors their bearing when navigating the sea of literature.


Ahmet Haşim, Nurullah Ataç gibi isimlerin önderliğinde giderek sistematikleşmiş, edebiyatla uğraşan kimselerin nitel açıdan da faydalandığı, somut anlamda işlevsel bir kurum haline gelmiştir. Bu bağlamda, sağlam bir tarihsel altyapıya sahip olan eleştiri kurumunun, günümüzde geldiği yozlaşma halinin en büyük açıklaması, ona paralel seyreden kültür erozyonudur. Edebiyatı ve edebi ürünleri şekillendiren, içinde yaşanılan toplum ve kültürel dinamiklerdir. Bu yazıyı hazırlamadan evvel, konunun arz ettiği ehemmiyet uyarınca, bir uzman görüşü almak için danıştığım ve benden mihmandarlığını esirgemeyen Ali Ömer Türkeş, Dünyanın Öyküsü dergisinde çıkan ‘Asıl Soru: Eleştiriye ‹htiyaç Var mı?’ başlıklı yazısında, “Her toplumun edebiyatı sadece edebi alanla sınırlı kalmayan bir gelene¤e dayanır. Edebiyat ve sanat ürünleri maddi üretim tarzının, iktidar ilikilerinin ve ideolojilerin karmaık ilikileri üzerinde yükselen bir kültürde biçimlenir. Öyleyse ’nasıl bir edebiyat‘, ’nasıl bir eletiri’ sorularının yanıtı bu kültür ortaya konmaksızın eksiklidir. Bu toplumu anlamak içinse önce gerçeklikle kurulan -daha do¤rusu kurulamayan- ilikiye, yüzleme/ hesaplama korkularının yarattı¤ı arızalara bakmak gerekir (1)” demektedir. Kısacası edebi eleştirinin geldiği hastalıklı hali anlamak için, öncelikle her boyutuyla ‘kültürün’ yozlaşması incelenmelidir. Türk Edebiyatı’nda eleştiri kurumunun erozyonunun en somut göstergesi toplumumuzda eleştirel ve sorgulayıcı bakış açısının gitgide yok olmasıdır. Demokrasi geleneğinin çok eski temellere dayanmadığı toplumumuzda, siyasi iktidarı elinde bulunduran kişi ve kuruluşlar, ‘genelde’ bireylerin sorgulayıcı ve muhalif eğilimlerinden rahatsız olmuş, yaşamın her alanında, eleştirel bakış açısını köreltici bir toplum inşasına önderlik etmişlerdir. 1960, 1971 ve 1980 yıllarında gerçekleşen militer müdahaleler, edebiyat başta olmak üzere, sanatın tüm dallarında ‘sorgulayıcı’ eğilimleri olumsuz yönde etkilemiştir. Toplumsal ve sosyal hayatın her köşesinde, güdümlü bir şekilde zayıflayan eleştirel yaklaşım hali, edebiyattaki eleştiri kurumunun işleyişine de sirayet etmiş, bu alanda yapılan çalışmalara gerek nitel, gerek nicel açıdan zarar vermiştir. Edebi eleştirinin erozyona uğramasındaki bir başka sebep, ekonomik düzenin dinamikleridir. Algısal anlamda, nicel yetkinliğin yegâne başarı şartına dönüştüğü günümüz Türk Edebiyatı, kapital merkezli bir sektöre dönüşmüştür. Çok satma kaygısı ve gerekliliği, bu durumu baltalayacağına inanılan ‘eleştiri’ yazılarını sistemin dışına itmiş ve ötekileştirmiştir. Bu duruma istisna teşkil eden birçok omurgalı yayınevi, nitel kaygıları

Under these circumstances, the erosion suffered by critique is most openly linked to the erosion of culture. The society and its cultural dynamics are what shape literature and the works thereof. Ali Ömer Türkeş, whom, because of the importance of the issue at hand, I consulted for informed guidance prior to writing this piece, says in his article “Asıl Soru: Eleştiriye İhtiyaç Var mı? (The Question Is: Do We Need Criticism?)” appearing in the Dünyanın Öyküsü journal: “The literature of societies goes back to traditions that are not confined to literature. Works of art and literature are shaped within a culture founded atop the complex relations between physical production modes, relationships of power and ideologies. Therefore, questions about the kind of literature and criticism are incomplete without clarifying the culture beneath it. In order to understand this society, we must first look at the (failed) attempts to relate with reality, and the dysfunction caused by the fear of confrontation/reckoning.” (1) In short, we must look into the degeneration of culture in all its aspects to understand the plight of literary critique today.

One needs to look no further than the gradual disappearance of the critical and inquisitive standpoint in the society for proof that criticism in Turkish literature is declining. In a society where democracy is not an established tradition, the holders of political powers were generally disturbed by the dissenting and questioning attitudes of people and have paved the way for a society that blunts all criticism. Military coups of 1960, 1971 and 1980 dealt severe blows to inquisitive attitudes in all of the arts, particularly literature. The pervasive weakening of criticality in all social aspects penetrated into the functioning of criticism in literature, impacting both the quality and quantity of critical works negatively. Another reason for the erosion of literary criticism is the dynamics of the economy. When perceived literary success depends exclusively on quantities, literature becomes an industry focused on capital. The need and concern for bestselling materials marginalizes and excludes critical


nicel çekincelerin önüne koyan yazarlar ve farkındalık düzeyi yüksek okuyucular olsa da , ne yazık ki genel düzen ‘metalaştırma’ üzerinden yürümektedir. Hal böyle olunca, edebiyat eleştirileri, gazetelerin pazar eklerinde belli başlı yazarların ve metinlerin pohpohlandığı, hakkaniyetten uzak, bireysel methiyelere dönüşmüştür. Elbette, tüm nitel ve nesnel gereklilikleri yerine getiren eleştiri yazılarının ve edebiyat eleştirmenlerinin soyu tam olarak tükenmemiştir, fakat yaratılan bu suni ‘sektör’ ve dinamiklerin edebi eleştiriyi yıprattığı aşikârdır.

pieces that may obstruct trade. Although there are many ambitious publishers, authors who value quality over quantity, and informed readers, the overarching trend is commoditizing literature. This reduces literary criticism to the praise slathered onto some prominent writers and works in the Sunday supplements of newspapers, and inequitable, personal eulogies. Literary critics that pay attention to objective and quality requirements are not completely extinct, but the damage dealt by this artificial “industry” and its dynamics on criticism is obvious.

Edebiyatımızda eleştiri kurumunun önündeki bir başka engel ise, sürekliliğin bir türlü sağlanamamasıdır. Genellikle bu alana artık günümüzde çok fazla rağbet olmadığından, bazı yazarlar zaman zaman eleştiri yazıları yazmakta, sadece belli bir süre için edebi eleştiriyle uğraşmaktadırlar. Daimi olarak edebiyat eleştirisi yapan Semih Gümüş, Ali Ömer Türkeş, Berat Günçıkan vb. gibi bazı isimlerin dışında, uzun vadede bir süreklilikten bahsetmek oldukça güç. Rutine dönüşmeyen şeylerin kalıcılık sağlama konusundaki başarısızlığından hareketle, bu ‘süreklilik noksanlığı’ mevzusunun da, edebi eleştirinin yozlaşmasına ciddi bir etkisi olduğundan bahsetmek mümkün.

Another issue with critique in Turkish literature is the lack of continuity. Partly owing to the reduced popularity of the genre, some writers only occasionally write critiques or take up criticism for a certain period only. Excepting dedicated literary critics like Semih Gümüş, Ali Ömer Türkeş, Berat Günçıkan and others, it is hard to talk of continuity in this area. Considering that routine is an important step towards ensuring permanence, the lack of continuity is also culpable in the degeneration of literary criticism.

Günümüzde, tüm bu neden ve eksikliklerden dolayı, edebiyatımızdaki ‘eleştiri’ kurumu ciddi bir erozyon içindedir. Bu kurumun varlığının, bir toplumda ortaya konan ürünlerin niteliğine olan yadsınamaz etkisi düşünüldüğünde, bu patolojik seyri değiştirmek, oldukça ehemmiyet arz etmektedir.. Bu konuda edebiyata gönül vermiş, hayat farkındalığı yüksek, sağduyulu okurlara ve sistemin dinamiklerine yön veren akl-ı selim sahibi insanlara önemli vazifeler düşmektedir. Kaynakça 1) Ali Ömer Türke, Asıl Soru Eletiriye ‹htiyaç Var mı?, Dünyanın Öyküsü, Sayı:6

Owing to the reasons and shortcomings above, literary criticism is suffering from severe erosion in Turkey today, and since the strength of criticism as an institution has undeniable implications on the quality of the work produced within the society, it is of paramount importance to reverse this pathological trend. This calls for readers who are conscious of what they seek in life and literature, and proper judgment in those people who have the ability to influence the direction in which the system travels. References: 1) Ali Ömer Türkeş, “Asıl Soru Eleştiriye İhtiyaç Var mı?”, Dünyanın Öyküsü, issue 6


TNS VE ÖTESİ TNS and Beyond Ömer Arıcan / MDBF Öğrencisi- FENS Student


Bir süredir Televizyon sektöründeki herkesi az ya da çok ilgilendiren bir durum var: “Reyting sistemindeki değişiklik”. Konu hakkında sizleri kısaca bilgilendirmeliyim sanırım. Geçen senelerde kullanılan reyting sistemi yerine artık izlenme oranları TNS adlı yeni bir şirket tarafından ölçülüyor ve köşe yazarı Rahşan Gülşan’ın da yazısında belirttiği gibi, yeni ölçüm sisteminde AB grubunun bir mensubu olarak görülmek için aranan şart eğitim durumu değil gelir düzeyi oluyor. Asıl etki bu değil tabii ki, yeni reyting sisteminin en büyük farkı televizyon programlarının büyük kısmının reytinglerini daha düşük olarak göstermesi. Tabii ki ölçüm yöntemi reytingleri düşürmüyor, yapılan ölçümler sonucu reytingler olduğundan, en azından eski ölçüm sistemine(SBT) göre, daha düşük çıkıyor. Büyük kanalları bile etkileyen TNS doğal olarak henüz kemikleşmiş bir kitlesi olmayan yeni dizileri darmaduman ediyor. Zayıf olanı yok eden, güçlüyü bile zorlayan bir sistem de diyebiliriz TNS için. Tabii ki istisnai programlar var ancak genele bakıldığında olumsuz bir etki söz konusu. Belirtmeden geçmeyeyim burada belirttiğim güç elbette ki maddi güç. TNS ve etkilerinden bahsederken domino etkisi benzetmesi yapmak sanırım çok yerinde olacaktır. Reyting düştükçe alınan reklam süresi ve reklam başına alınan ücret düşüyor. Direkt olarak gelirleri düşen programlar ve kanallar da sistemdeki diğer çarkları direkt ya da dolaylı yoldan etkiliyor. Med Yapım’ın kuruluşundan bu yana görev alan Armağan Çağlayan katıldığı bir televizyon programında, dizi oyuncularının artık geçen senelerdeki bölüm başı ücretleri bulamayacağını ve yapım şirketlerinin dizi yapımcılığı konusunda çok daha ürkek davranacaklarını iddia ederken tam da yeni reyting sisteminin etkilerinden bahsediyordu. O açıklamasından birkaç ay sonra, tam da dediği gibi arka arkaya ekranlara veda eden diziler ve sayıları git gide artan yarışmalar göze çarpmaya başladı. Ortaya çıkan tabloya bakıldığında tek kazanan reklamcılar gibi görünüyor. Tabii ki sadece TNS’nin etkisi olarak göremeyiz bu durumu, dizi sektörü zaten kaynakları kurumuş ve tekrara düşen bir durumdaydı. Artık bu sistemde yeni bir işin hayata tutunması daha da imkansızlaştı. Kaliteli ya da kalitesiz farketmeksizin, ölü doğan proje sayısında çok büyük bir artış var. Bu önemsiz gibi görülen sistem değişikliğinin birçok kanala, yapım şirketine ve projeye etkisi oldu. En sık rastlanılan durum ise erken final yapan diziler (bu diziler şanslı sayılır, final yapmadan veda eden çok sayıda dizi oluyor.) ve ön plana çıkan yarışma programları.

The change in the ratings system has been of concern to more or less everyone in the TV industry. To put it concisely: TV ratings are now measured by a new company called TNS, and, as columnist Rahşan Gülşan mentioned, the requirements for the AB group no longer consider education and are rather based on level of income. This is not the real impact; the most important change is that the ratings for the majority of TV programs are now lower. The method of measurement does not reduce ratings, of course; the new method simply comes up with lower ratings compared to the old method (SBT). TNS impacts even large TV stations and devastates new TV series that do not yet have a solid audience base. It can be said that the system eliminates the weak and challenges the strong. There are exceptions, but the overall impact is negative. I must note that the strength mentioned here is financial. The term domino effect is quite appropriate when discussing TNS and its impact. As ratings fall, so do advertising time and unit price. When shows and stations make less money, this has a direct or indirect effect on almost all other aspects of the industry.


Düşen reytingleri sebep gösterilerek özellikle genç nüfus ve sosyal medya kullanıcıları tarafından büyük ilgi gören Uçurum ve Suskunlar erken final yaptı. Proje aşamasından öteye gidemeyen Atlılar dizisinin plot bölümü kanal tarafından onaylanmadı. Vizyonda büyük ses getiren Fetih 1453’ün diziye evrileceği proje bile şu anda rafa kalkmış durumda. Eskiden iyi kotarılmış bir projeyi hemen uygulamak isteyen yapımcılar ve kanallar artık projeleri rafa kaldırmak için ufak da olsa bir sebep arar hale geldiler. Son Yaz Balkanlar, Veda, Ustura Kemal, gibi tarihi konuları ele alan, yüksek bütçeli ve büyük beklentilerle hayata geçirilen projeler kaliteli oyuncularına rağmen kısa sürede ekranlara veda etti. Ali Eyüboğlu’nun yazısında okuyucularına sunduğu veri ise durumun vahametini gözler önüne seriyor: “2.5 ayda 14 dizi yayından kaldırıldı.”. Eyüboğlu ayrıca bire bir iletişime geçtiği yapımcıların çoğu projelerini, önlerini göremediklerini düşünerek askıya aldıklarını söylediklerini de belirtiyor. Med Yapım’ın sahibi Fatih Aksoy’un şu cümlesi dizilerin ne kadar tehlikeli hale geldiğini net bir şekilde gösteriyor: “Kolay kolay bir daha dizi işine elimi sürmem.”

Armağan Çağlayan, who has been a part of Med Productions since its establishment, once said that TV actors would struggle to ask the fees they have been accustomed to, and that producers would be much more reluctant about making new TV series – this he all attributes to the new ratings system. A few months down the line, many TV series really did disappear and were replaced with game shows. It seems like the only winning party is the advertisers. TNS is not the only reason behind this; the TV series business had long since exhausted its resources and was recycling old ideas. The new system makes it more difficult for a new project to gain life. Regardless of quality, the number of stillborn projects is booming. Although the system change is seemingly trivial, it has had a profound effect on many stations, producers and projects. Most frequently, series are being forced to do an early finale (these should be considered lucky as many others simply disappear) and game shows are dominating the screen.

Kanallar ve yapım şirketi yöneticilerinin bu durumda B planları hatta kurtarıcıları yarışmalar oldu. Kanal D bu konuda öncü oldu dersem yanlış olmaz sanırım. Ben Bilmem Eim Bilir(BBEB), 90’lı yıllarıın sonunda popüler olan ahane Pazar, ans Kapıyı Çalınca’lı yarışma furyasını anımsatacak bir başarıya ulaştı. BBEB’nin başarısını anlatmak için yarışmanın yılbaşı gecesi prime time’ını ele geçirdiğini söylemek yeterli olur sanırım. Yeri geldiğinde hafta sonu ekranlara gelen bu yarışma, Umutsuz Ev Kadınları gibi kendine has seyirci kitlesi olan bir diziyi yerinden etti, hatta son olarak dizi Fox Tv’ye transfer oldu. BBEM’nin etkisi kendi kanalıyla sınırlı kalmadı, dolaylı olarak özellikle diğer büyük kanallar etkilendi. Show Tv, Yaparım Bilirsin’i hayata geçirdi. Format olarak hemen hemen BBEB ile aynı olan Yaparım Bilirsin’in amacı BBEB izleyicilerini Show Tv’ye çekmekti.

Uçurum and Suskunlar, two series that were quite popular with young social media users did early finales due to shrinking ratings. The Atlılar series could not get a go-ahead on its pilot. Even the TV adaptation of Fetih 1453, a box office hit, has been shelved. While producers used to jump on opportunities to make a well-designed project in the past, now they look for the slightest excuse to shelve projects. Son Yaz Balkanlar, Veda and Ustura Kemal were high-budget, historical dramas with high expectations, and they didn’t last long despite having good casts. Numbers given by Ali Eyüboğlu show the severity of the situation: “14 series were taken off the air in two and a half months.” Eyüboğlu also says that many producers he contacted are suspending their TV series projects because of the obscurity of the market. These words by Fatih Aksoy, the owner of Med Yapım, point to the gravity of the situation: “I’ll think long and hard before making another TV series.”


Under these circumstances, Plan B –or the lifeline– of stations and producers became game shows. Kanal D pioneered the movement. The “how well do you know your partner”-themed game show Ben Bilmem Eşim Bilir (BBEB) achieved a resounding success that we thought was no longer possible after the 1990s. Just to give you an idea of how successful, the show was on during prime time on New Year’s Eve. Carrying on into the weekend, the show uprooted the Turkish adaptation of Desperate Housewives, which had an audience base of its own, finally forcing the series to migrate to Fox TV.

Kanal D düşük bütçeyle gelen büyük kazancın tadını alınca yarışma programlarına daha da sıcak bakmaya başladı. ans Kapıda adlı yarışmayla geç saatlerde ayakta olan seyircileri hedefledi. Atv ise Güven Bana’ya şans verdi. Star Tv zaten Acun Medya ile anlaştığından yarışma konusunda başka bir hamlede bulunmadı. Ancak Star Tv’nin en çok beğenilen işlerinden birinin de bilgi-kültür yarışması Büyük Risk olduğunu söylemeden edemeyeceğim. TNS’nin etkileri yarışmaların yükselişi ve dizilere olan şüpheli bakış gibi görünüyor şimdilik. ‹leride, kaldırıldığında sorun yaratmayacak düşük bütçeli dizilere mi yoksa çok kaliteli ve yüksek bütçeli ama tutma ihtimali de bir o kadar fazla olan dizilere mi yönelme olacak bu çok önemli. Sektör deneme yanılmayla bu sorunun da cevabını bulacaktır ancak bana göre önemli olan izleyicinin kaliteli işlere rastlama sıklığı ve doğruyu bulurken yapımcıların maddi anlamda ne kadar yara alacağı, proje seçiminde cesaretten ne kadar uzak olacaklarıdır.

BBEB expanded its influence onto other stations. Show TV came up with the very similar Yaparım Bilirsin in an attempt to draw BBEB audiences to Show TV. When Kanal D began to enjoy the high returns of low-budget game shows, they came up with Şans Kapıda to attract a segment of the audience that goes to bed later. aTV tried its luck with Güven Bana. Star TV was already working with Acun Medya for Survivor and others, so they decided to go no further. However, I must note that the quiz show Büyük Risk is also very popular on Star. The short-term effects of TNS seem to be the growing popularity of game and quiz shows and a skeptical look at TV series. Whether the future will bring low-budget series that will not be too much trouble to take off the air or high-budget productions with guaranteed ratings will be important. The industry will find the correct answer through trial and error, but what matters is the availability of high-quality productions for the viewer and the damage that the producers will suffer during the trial and error process, which will dictate how much risk they will be willing to take.


Değerli Sabancı Üniversiteliler, Sabancı Üniversitesi Mezunları Derneği (SÜMED) olarak mezunlarımızı ve mezun adayı tüm arkadaşlarımızı bir arada tutabilmek ve üniversite ile olan ilişkilerini devam ettirebilmek amacıyla başladığımız yolculuğumuza yepyeni bir heyecanla devam ediyoruz. Kısa bir süre önce gerçekleşen genel kurulumuz sonucunda bayrağı eski yönetimimizden devralmış bulunmaktayız. Bugüne kadar SÜMED’e hizmet eden ve gönül veren tüm arkadaşlarıma şahsım ve yönetimim adına teşekkür ediyorum. Tüm dünyada, köklü üniversite kültürlerinin inşa edilmesinin arkasında iki temel neden vardır: Bunlardan ilki, mezunlarının bireysel başarıları sonucu önemli kademelerde yer almalarıdır. ‹kincisi, mezunların üniversitelerine olan aidiyet duygularını kaybetmemeleridir. Nispeten genç sayılabilecek üniversitemizin ve henüz az sayılabilecek mezunlarımızın kısa zamanda elde ettikleri başarılar, nitelikli eğitimin iş hayatına doğrudan yansıdığını bize ispatlamıştır ve ilerisi için kuvvetli köklere sahip bir üniversite kültürünün habercisidir. Mezunlar Derneği olarak bize, Sabancılı olarak hepimize düşen görev bununla yetinmeyip birlikteliğimizi arttırarak etkin bir camia oluşturma bilincimizi geliştirmek olmalıdır. Bu bilinci yerleştirmek, bugünden yarına gerçekleştirilebilecek bir hedef değildir. Bu ancak, sağlam temeller üzerine sabırla ve istikrarla doğru adımlar atarak başarılabilir. Uzun bir yolun başındayken yapılan küçük katkıların ne denli büyük faydalara dönüşmüş olacağını görebilirsek eminim ki, Sabancılı Mezunlar olarak bir arada olma motivasyonumuz çok daha güçlü olacaktır. Ben ve çalışma arkadaşlarım önümüzdeki dönemde bütün mezunlarımızla birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmeyi arzuluyoruz. Bu yeni dönemde, Mezunlar Derneği olarak ilk amacımız, mezunlarımızın birbirleriyle ve üniversitemizle olan ilişkilerini nitelikli ve kesintisiz kılmak, planlı ve sürekliliği olan projeleri hayata geçirmeye çalışmak, SÜMED’in imajını ve kalitesini mümkün olan en üst seviyeye taşımaktır. Yazımı noktalarken hep birlikte başarılı bir çalışma dönemi gerçekleştireceğimizi ümit ediyor, her türlü görüş, sorun ya da eleştirinizi sumed.org.tr adresine göndermenizi rica ediyorum. Saygılarımla Emir Cevheri ‘07 Mekatronik, Lisans Mezunu & SÜMED Başkanı

Dear Sabancı Community, As the Sabancı University Alumni Association (SUMED) we are more ready than ever to keep our alumni and current students together and to make sure that everyone stays connected to the university. A new management has been chosen in the recent General Assembly and on that note I would like to thank every one of my friends who have put great effort into SUMED until now. There are two pillars behind established university cultures around the world: one is the ability of its graduates to reach high positions through their individual achievements. The second is the continued loyalty of alumni to their alma maters. Although our university is relatively new and graduates few in number, their achievements prove over and over again that high-quality education translates to professional success, and shows that a deep university culture is in the making. As the Alumni Association, we must not be content with the current state of affairs and continue towards creating an active community. This is not a task that can be surmounted overnight, and rather requires commitment on top of a solid foundation. Once we see how the seemingly small contributions we make in the beginning of this journey evolve into huge benefits, we as Sabancı alumni will have all the motivation we need to stay close together. My colleagues and I have every intent to act in unity with all graduates in the future. Our priorities as the new management are to ensure that the connection among our alumni and between alumni and the university becomes strong and continuous, to implement wellplanned and sustainable projects, and to maximize the reputation and quality of SUMED. I hope that we will have a fruitful and effective term together, and urge everyone to contact us at sumed.org.tr for questions, comments and suggestions. Regards, Emir Cevheri ‘07 Mechatronics Undergraduate Program SUMED Chairman


MEZUNLARDAN NOTLAR Class Notes Haberlerinizi gönderin / Share your news alumni@sabanciuniv.edu Metin Tabalu ’03 Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans TÜM Genel Sekreter Yardımcılığı görevine getirildi.

Metin Tabalu ’03 Manufacturing Systems Engineering, Undergraduate Appointed as Assistant Secretary-General to the Turkish Exporters’ Assembly.

Nilgün Bayraktar ’04 Kültürel Çalışmalar, Lisans 22 Haziran 2013 tarihinde William Weprin ile evlendi.

Nilgün Bayraktar '04 Cultural Studies, Undergraduate Married William Weprin on June 22, 2013.

Melih Özsöz ’04 Toplumsal ve Siyasal Bilimler, Lisans TEDx BARCELONA WOMEN'da konuştu.

Melih Özsöz ’04 Social and Political Sciences, Undergraduate Spoke at TEDx BARCELONA WOMEN.

Tecimen Keskin ’04 Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans Şirketi, Best Buy’dan Brad Anderson Hisse Ödülü’nü aldı.

Tecimen Keskin ’04 Manufacturing Systems Engineering, Undergraduate His company received the Best Buy Brad Anderson Stock Award.

Mert Tetik ’04 Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans Damla Cihangir ’07 ile 23 Haziran 2013 tarihinde nişanlandı.

Mert Tetik ’04 Manufacturing Systems Engineering, Undergraduate Damla Cihangir '07- got engaged to him on June 23, 2013.

Emre Salman ’04 Mikroelektronik Mühendisliği, Lisans National Science Foundation'dan CAREER ödülü aldı ve "High Performance Integrated Circuit Design" isimli kitabı yayımlandı.

Emre Salman ’04 Microelectronic Engineering, Undergraduate Received CAREER Prize from the National Science Foundation and published a book titled "High Performance Integrated Circuit Design."

Evrim Hizaler ’04 Yöneticiler için Yönetim, Yüksek Lisans Adel Kalemcilik Kırtasiye Grubu Genel Müdürlüğü'ne getirildi.

Evrim Hizaler ’04 Executive MBA, Graduate Appointed General Manager to Adel Kalemcilik Stationery Group.

Görkem Özer '04 Yöneticiler için Yönetim, Yüksek Lisans Efes Türkiye Pazarlama Müdürlüğü'ne getirildi.

Görkem Özer ’04 Executive MBA ’04, Graduate Appointed National Marketing Director of Efes

Oya Karasalihoğlu ’04 Toplumsal ve Siyasal Bilimler, Lisans Onur Sarkan ‘04 Telekomünikasyon Mühendisliği, Lisans Mezunlarımızın 5 Nisan 2013’te Çınar Ege adında bir bebekleri oldu.

Oya Karasalihoğlu ’04 Social and Political Sciences, Undergraduate Onur Sarkan ‘04 Telecommunications Engineering, Undergraduate Our alumni had a baby boy on April 5, 2013. They named him Çınar Ege.

Hande Varsat ’05 Görsel Sanatlar ve Görsel ‹letişim Tasarımı, Lisans Galeri Apel'in 19 Ocak-23 Şubat tarihleri arasında gerçekleşen “Giyim Kuşam” sergisine katkıda bulundu.

Hande Varsat ’05 Visual Arts and Visual Communication Design, Undergraduate Contributed to “The Way We Dress” exhibition at Galeri Apel between January 19 and February 23.

Alper Osman Aydemir ’06 Mekatronik Mühendisliği, Lisans Çalışmalarını NASA'da sürdürmesi için teklif aldı.

Alper Osman Aydemir ’06 Mechatronic Engineering, Undergraduate Received an offer from NASA.

Kerem Koç ’06 Mekatronik Mühendisliği, Lisans Ajansı Revolvia Marketing Partners SUSocial Map Mixx Awards 2012 ödülünü aldı.

Kerem Koç ’06 Mechatronic Engineering, Undergraduate His agency Revolvia Marketing Partners received the SUSocial Map Mixx Awards 2012 Prize.

Başar Vedat Akyelli ’06 Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği 30 Haziran 2012 tarihinde Melis Sülos ile evlendi.

Başar Vedat Akyelli ’06 Computer Science and Engineering Married Melis Sülos on June 30,2012.


Mustafa Beyaziler ’06, ‘08 Biyoloji Bilimleri ve Biyomühendislik, Lisans ve MBA Mezunumuzun 08.03.2011 günü Zeynep Toprak, 23.05.2013 günü Mustafa Rüzgar adında bebekleri oldu.

Mustafa Beyaziler ’06, ‘08 Biology and Bioengineering, Undergraduate and MBA Our alumni had a daughter, Zeynep Toprak, on March 8, 2011 and a son, Mustafa Rüzgar, on May 23, 2013.

Damla Cihangir ’07 Toplumsal ve Siyasal Bilimler, Lisans Siyaset Bilimi, Doktora Öğrencisi Mert Tetik ’04 ile 23 Haziran 2013 tarihinde nişanlandı.

Damla Cihangir ’07 Social and Political Sciences, Undergraduate Political Science, PhD Mert Tetik '04- got engaged to her on June 23, 2013.

Ergi Şener ’07 Elektronik Mühendisliği ve Bilgisayar Bilimi, Yüksek Lisans Sanayi Liderleri sorumluluğundaki "Turkcell Wallet”, Global Mobile Awards finalinde yer aldı.

Ergi Şener ’07 Electronic Engineering and Computer Sciences, Graduate His project "Turkcell Wallet” was a finalist in the Global Mobile Awards.

Gözde Otman ’07 Görsel Sanatlar ve Görsel ‹letişim Tasarımı, Lisans Nostaljik fotoğraf stüdyosu Giyçek ile "Pera Müzesi, Tıpatıp Aynısı Atölyesi"ni düzenledi.

Gözde Otman ’07 Visual Arts and Visual Communication Design, Undergraduate Held a “Spitting Image” Workshop at Pera Museum with Giyçek, a photo reenactment studio.

Emine Derya Baykal ’07 Avrupa Çalışmaları, Yüksek Lisans 8 Haziran 2013’te Fatih Kara ile evlendi.

Emine Derya Baykal ’07 European Studies, Graduate Married Fatih Kara on June 8, 2013.

‹pek Kent ’07 Görsel Sanatlar ve Görsel ‹letişim Tasarımı, Lisans Yönetmenliğini üstlendiği kısa film Veda Makamı, 24. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde altı ödül aldı.

İpek Kent ’07 Visual Arts and Visual Communication Design, Undergraduate Her short film Veda Makamı (A Farewell Tune) received six awards at the 24th Ankara International Film Festival.

Elif Tavşancıl ’07 Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans Murat Duruş ’08 ile 8 Haziran 2013 tarihinde evlendi.

Elif Tavşancıl ’07 Manufacturing Systems Engineering, Undergraduate Murat Duruş '08 got married her on June 8, 2013.

Murat Duruş ’08 Elektronik Mühendisliği, Yüksek Lisans Elif Tavşancıl ’07 ile 8 Haziran 2013 tarihinde evlendi.

Murat Duruş ’08 Electronic Engineering, Graduate Elif Tavşancıl '07 got married him on June 8, 2013.

Ferah Gülaçtı ’08 Biyoloji Bilimleri ve Biyomühendislik, Lisans Oxford Üniversitesi - Klinik Farmakoloji Bölümü'nde doktoraya kabul edildi.

Ferah Gülaçtı ’08 Biological Sciences and Bioengineering, Undergraduate Admitted to a doctorate program in the Clinical Pharmacology Department of Oxford University.

Sezin Eremekdar ’09 Yönetim Bilimleri, Lisans 20 Mayıs 2013 tarihinde Efe adında bir bebeği oldu.

Sezin Eremekdar ’09 Management, Undergraduate She had a son, Efe, on May 20, 2013.

Elif Süsler ’09 Görsel Sanatlar ve Görsel ‹letişim Tasarımı, Yüksek Lisans Galeri Apel'in 19 Ocak-23 Şubat tarihleri arasında gerçekleşen “Giyim Kuşam” sergisine katkıda bulundu.

Elif Süsler ’09 Visual Arts and Visual Communication Design, Graduate Contributed to “The Way We Dress” exhibition at Galeri Apel between January 19 and February 23.

Sena Arcak ’10 Görsel Sanatlar ve Görsel ‹letişim Tasarımı, Yüksek Lisans Galeri Apel'in 19 Ocak-23 Şubat tarihleri arasında gerçekleşen “Giyim Kuşam” sergisine katkıda bulundu. Zeynep Tuzcuoğlu ’10 Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans ‹smail Kandiş ’10 Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans Mezunlarımız 25 Mayıs 2013 tarihinde nişanlandı.

Sena Arcak ’10 Visual Arts and Visual Communication Design, Graduate Contributed to “The Way We Dress” exhibition at Galeri Apel between January 19 and February 23. Zeynep Tuzcuoğlu ’10 Manufacturing Systems Engineering, Undergraduate İsmail Kandiş ’10 Manufacturing Systems Engineering, Undergraduate Our alumni got engaged on May 25, 2013.

Kerem Küçükaslan ’11 Yöneticiler için Yönetim, Yüksek Lisans Dünyanın en kaliteli müzik sistemleri olan 'Absolare' markasını kurdu.

Kerem Küçükaslan ’11 Executive MBA, Graduate Set up the world’s best sound systems called 'Absolare'.

Gökçe Kahvecioğlu ’12 Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans Metin Aşkın ‘12 Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans Mezunlarımız 15 Haziran 2013 tarihinde nişanlandı.

Gökçe Kahvecioğlu ’12 Manufacturing Systems Engineering, Undergraduate Metin Aşkın '12 Manufacturing Systems Engineering, Undergraduate Our alumni got engaged to him on June 15, 2013.


35

Size biraz kendimizden bahsedelim… / Let’s talk about us…

SUch as Sabancı Üniversitesi öğrencilerinin blogudur.

“SUch as” is a blog by Sabancı University students.

Cuma günleri kahve ve kurabiye eşliğindeki sohbetlerle şekillenen blogun adı ‘SUch as’ yani hep söyleyecek birşeylerin olması ve sözün bitmemesidir aslında. Buradan okunacaklar üniversite öğrencilerinin kaleminden dökülenler olacak. Burada vakit geçirenler Sabancı Üniversitesi öğrencilerinin dünyasına dahil olacak.

Shaped over cookies and coffee on Friday afternoons, the

SUch as tüm Sabancı Üniversitesi öğrencilerine açık. Yazar olmak için bizimle iletişime geçebilirsiniz.

name of the blog suggests that there is always something to say and words are never at a loss. What you read here will be the words of university students. What you will be a part of here is the world of Sabancı University. SUch as is open to all Sabancı University students. Please contact us if you want to contribute.

Bize ulaşmak için: suchas@sabanciuniv.edu

Contact: suchas@sabanciuniv.edu

Bizi takip etmek için: suchasblog.com

Follow us on: suchasblog.com

@SUchasBlog facebook.com/SUchAsBlog

@SUchasBlog facebook.com/SUchAsBlog


SON DERS ACEMOĞLU’NDAN CLOSING LECTURE BY ACEMOĞLU Nesrin Balkan / Pazarlama ve Kurumsal �letişim Marketing and Institutional Communications

2012-2013 Akademik Yılının Son Dersini Dünyaca Ünlü Ekonomist Daron Acemoğlu Verdi.

The Closing Lecture of the 2012-2013 Academic Year Was Given by WorldRenowned Economist Daron Acemoğlu

Sabancı Üniversitesi’nin geleneksel kapanış dersinin bu yılki hocası Daron Acemoğlu oldu. Acemoğlu kimdir? sorusuna verilecek cevapların başında: Türkiye’nin Nobel adayı iktisatçılarından, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nde (MIT) ‹ktisat Profesörü, "40 yaş altı ekonomistlerin Nobeli" olarak adlandırılan John Bates Clark madalyası sahibi, IDEAS/RePEc araştırma veri tabanına göre, "Dünya'da En Çok Alıntı Yapılan 10 Ekonomist" arasında yer alan kişi oluşu geliyor.

The annual Closing Lecture at Sabancı University was given this year by Daron Acemoğlu, who is a Professor of Economics at MIT, a Nobel candidate and holder of the John Bates Clark Prize, known as the “Nobel for economists under 40,” and one of the Top 10 Cited Economists according to the IDEAS/RePEc research database.

Daron Acemoğlu özellikle gelir ve ücret eşitsizliği çalışmaları ile ABD’de adını duyurmuş ve ağırlıklı olarak ilgilendiği konular arasında siyasal ekonomi, ekonomik kalkınma ve ekonomik büyüme yer alıyor. Bu nedenle son dersin içeriğinde ekonomi olduğu kadar siyaset, siyasete katılım, demokrasi gibi başlıklar da yer aldı. Acemoğlu, verdiği son derse başlık olarak dünyada olduğu kadar Türkiye’de de çok ses getiren kitabının adı olan “Uluslar Neden Başarısız Olur?”u verdi. Mezuniyet sınıfı diplomadan önceki bu son dersi ilgi ile izledi. “Why Nations Fail?/Uluslar Neden Başarısız Olur?” adlı kitabının çıkış hikayesini anlatarak söze başlayan ve sonrasında da Amerika’nın tarihinden örneklerle devam eden Daron Acemoğlu konuşmasında dünyadaki gelir eşitsizliği üzerinde durdu. Bu noktadan hareketle Türkiye’nin ekonomik ve siyasal gelişimini ve iyi eğitimli genç neslin gelişim sürecinde oynayacağı rolü ele aldı. Daron Acemoğlu’na göre, uluslar arasındaki var olan büyük gelir farklılığı kurumsal bir sorun. Her ne kadar uluslar arasındaki gelir farklarını coğrafya ve kültür gibi nedenlere bağlayanlar olsa da Acemoğlu’na göre özellikle akademik çevrelerde bundan daha popüler bir görüş de liderlik faktörü. Bu görüşe göre bazı ülkeler doğru liderleri olduğu için zenginleşiyor, doğru politikaları benimsiyorlar. Bu ülkelerin hastalıklarını giderecek doğru tedaviler yapılıyor. Diğer ülkelerde ise bu yapılamıyor çünkü liderlerleri yanlış. Acemoğlu, ekonomistler danışmanların liderlerden daha önemli olduğunu biliyorlar dedi. Yanı sıra, ekonomistlerin danışmanlık yaparak ülkeleri büyük buhranlardan ya

Acemoğlu's focuses include income and wage disparity on a broader research area of political economy, economic development and economic growth. The subjects he covered in the lecture ranged from economics to politics, political participation and democracy. Acemoğlu's lecture was titled “Why Nations Fail” named after his recent book which has received critical acclaim around the world an in Turkey. Daron Acemoğlu began by explaining the starting point of his book Why Nations Fail, illustrating income disparity around the world with examples from US history. Acemoğlu then discussed the economic and political development in Turkey and the role of the welleducated youth in the development process. Acemoğlu argued that the immense income disparity between nations was an institutional issue. According to Acemoğlu, while some correlate income disparity between nations to geography, culture and other factors, a more popular view among academics points out leadership. Some nations gain wealth because they have the right leaders who adopt the right policies. These countries receive the right treatment for their disorders. Others cannot because they have the wrong leaders. Acemoğlu argued that economists know advisors are more important than leaders. He added that while economists serving as advisors could rescue nations from vast crises or lengthy recessions, none of these would take us to the root cause of the issue. According to Acemoğlu, political choices are important because the wrong policies do not lead to wealth. However, these do not happen by mistake; they are wrong by design. This has to do with cultural and social dynamics.


da yıllarca sürecek duraklamalardan kurtarabildiğini ama bu nedenlerden hiçbirinin bizi derin gerçeklere götürmediğini belirtti. Acemoğlu’na göre, siyasi seçimler önemli, hatalar yapılabiliyor, bazı politikalar zenginlikle sonuçlanmayabiliyor. Ancak bunlar hata yüzünden olmuyor, bunlar tasarım nedeniyle oluyor. Yani kültürel ve sosyal dinamikler nedeniyle oluyor. Acemoğlu “Şunu öneriyoruz. Belli teşvikler ve fırsatlar her ulusta vardır. Doğru fırsatlar olduğunda toplumlar yeni iş sahaları açar, yeni teknolojiler oluşturur. Ekonomik kurumların içerleyici olması gerekir. Toplumun büyük bir kısmını içerir. Haklar güvence altına alınır. ‹nsanlar yatırımlarının çalışmalarının meyvelerini görür. Bunun için adil yargı, eşitlikçi iş ortamı ve insanların istedikleri iş ve mesleği yapması için fırsat sağlayan bir ortam gerekmektedir. Ekonomik kurumların içerleyici olması ve kapsayıcı ortamda devletin teşvik edici olması önemlidir. Toplumda doğru kurumlar olursa, doğru ekonomik kurumlaşma olursa doğru ekonomik yapı oluşur. ‹nsanlar yenilikçi olur, yatırım yapar, yeteneklerini en iyi sürdürebilecekleri mesleklere yönelir ve sürdürülebilir ekonomik büyümeye gelinir” diyor. Daron Acemoğlu konuşmasında geleceğin devletinin tanımını da yaptı. Buna göre geleceğin devleti kimsenin sahibi değildir, insanlara hizmet etmek için var olmalıdır. Tıpkı diş hekimine gittiğimiz gibi devlete gitmeliyiz. Diş hekimlerine bilgi ve becerileri için başvururuz ama beğenmediğimiz ya da istemediğimiz zaman da başka bir diş hekimine gideriz. Siyasetçileri bu şekilde görmeye başladığımız gün, siyasetçilerimize siz aynı bir diş hekimi gibisiniz, eğer faydalı olursanız geliriz, faydasız olursanız gideriz derseniz, o zaman siyaset şekillenir. Siyasi kurumlarda insanların katılımını sağlamak çok önemli. Acemoğlu bu noktada doğrudan mezuniyet sınıfına seslenerek, “Burada sorumluluk sizde, size çok iş düşüyor, sizin gibi insanların da siyasetin içinde olması lazım. Türkiye’nin siyasetini değiştirip daha kapsayıcı yapmak sizin elinizde. Yeni bir siyaset tarzı yaratmak lazım. Gücü kullanarak diğer tarafa tahakküm edilmemeli. Elitlerin sizler için doğru şeyleri yapmasını bekleyemezsiniz. Kalkıp kendinizin yapması gerekiyor. Güç sadece siyasetçilere, iktidara, bürokratlara, yüksek hakime ait olmamalıdır, halka ait olmalıdır. Bu hakkı siz kazanmalısınız. Her toplum layık olduğu yöneticilere sahip olur deniyor. Bence her toplum layık olduğu kurumlara sahip olur ve Türkiye en iyi kurumlara layıktır, bunlara da sizin sayenizde kavuşacaktır” dedi.

Acemoğlu said, “What we recommend is this: All nations have some incentives and opportunities. When the right opportunities are there, nations open new areas of business and create new technologies. Economic institutions must be inclusive. They include a great majority of the society and protect rights. People gather the fruits of their labor and investment. This requires a fair justice system, an egalitarian business environment, and opportunities for people to do the job they want. It is important that economic institutions are inclusive and the government is encouraging. The right economic structure can only be built if the right institutions are present in the society and the right economic institutions emerge. People then become innovative, make investments, choose jobs where they can make the most of their talents and sustainable economic growth occurs." Acemoğlu also defined the state of the future. Accordingly, the state of the future is not anyone's owner and will be there to serve people. We should be going to the state like we go to the dentist. We go to dentists for their skills and expertise, but if we are unsatisfied with one, we simply go to another. The moment we begin to have a utilitarian impression of politicians, the moment we tell them they are no different than dentists in that we will come if you are good for us, and not come if you are not, politics will be reshaped. It is very important to gain the participation of people to political institutions. Acemoğlu then addressed the commencement class, saying “People like you must be involved in politics as well. It is in your hands to change Turkey’s politics towards more inclusion. A new style of politics must be developed. One side must not dominate the other by the use of power. You can’t wait for the elite to do the right things for you. You must get up and do those things yourself. Power should not be limited to the hands of politicians, the government, bureaucrats or judicial elites; it should belong to the people. You must acquire this right. It is said that every society has the leaders it deserves. I think every society has the institutions that it deserves, and Turkey deserves the best institutions, which it will gain through you.”


Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülünün sekizincisi “Demokraside Denge ve Denetleme” konusundaki çalışmalara verildi. Sabancı Üniversitesi Onursal Başkanı merhum Sakıp Sabancı anısına düzenlenen “Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülü”nü kazananlar 26 Haziran’da düzenlenen bir törenle açıklandı. Sekizincisi verilen ödülün bu yılki konusu olan “Demokraside Denge ve Denetleme: Karşılaştırmalı Bir Perspektiften Türkiye”, geçen yılın Ekim ayında belirlenmişti. Bu yıl ilk kez verilen Jüri Özel Ödülüne Prof. Dr. Ergun Özbudun layık görüldü. Jüri tarafından yapılan açıklamaya göre Ergun Özbudun, uluslararası saygınlığa sahip platformlarda yaptığı yayınlar ve Türkiye’nin durumunu karşılaştırmalı olarak incelediği çalışmaları nedeniyle layık görüldü. Jürinin verdiği bilgiye göre ödüle Amerika Birleşik Devletleri, Hindistan, Yunanistan, Türkiye gibi dünyanın çeşitli ülkelerinden başvuru oldu. Başvurular arasından 3 makale, aralarında herhangi bir sıralama yapılmaksızın ödüllendirmeye layık görüldü. “Dayanıklı Bir Demokrasi ‹nşası: Türkiye Deneyimine Karşılaştırmalı Bakış” başlıklı makaleleriyle Meral Uğur Çınar (The New School Siyaset Bilimi ve Sosyoloji

Eighth Sakıp Sabancı International Research Awards Given for “Checks and Balances in Democracy” Established to honor the legacy of the late Sakıp Sabancı, the Honorary Chairman of Sabancı University, the “Sakıp Sabancı International Research Awards” were presented at a ceremony on June 26. The theme for the 8th Awards, "Checks and Balances in Democracy: the Turkish Case from a Comparative Perspective" had been announced in October 2012. The Special Jury Award, given for the first time this year, was presented to Professor Ergun Özbudun. The jury stated that Professor Özbudun was chosen for his publications on prestigious international platforms and his comparative studies on the Turkish case. According to the jury, the competition received submissions from Turkey, United States, India and Greece. Three submissions were given awards without specific ranking. Winners of the awards were Meral Uğur Çınar (The New School Department of Political Science and Sociology) and Kürşat Çınar (Ohio State University, Doctorate in Politics) with “Building Democracy to Last: The Turkish Experience in Comparative Perspective”; Ioannis N. Grigoriadis (Bilkent University Political


Bölümü) ve Kürşat Çınar (Ohio State Üniversitesi, Siyaset Doktora Programı) “Demokrasiye Geçiş ve Yükselen Çoğunlukçuluk Dalgası: Yunanistan ve Türkiye Örneklerinin Karşılaştırması” başlıklı makalesiyle Ioannis N. Grigoriadis (Bilkent Üniversitesi Siyaset ve Kamu Yönetimi Bölümü) ve “Liberal Anayasal Demokrasi ve Popülist ‹tirazların Paradoksları” başlıklı makalesiyle de Yunus Sözen (Özyeğin Üniversitesi Uluslararası ‹lişkiler Bölümü) seçildi. “2013 Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülleri, Türkiye’deki dönüşüm sürecinin karşılaştırmalı bir şekilde ele alınmasını hedeflemiştir” Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülü töreninde konuşma yapan Mütevelli Heyeti Başkanımız Güler Sabancı, genel olarak Türkiye çalışmalarının irdelendiği ödülün bu yılki temasının Türkiye’nin geleceği için çok önem taşıyan demokrasi alanında belirlendiğini söyledi. 2013 Sakıp Sabancı Uluslararası Araştırma Ödülleri’nin, Türkiye’deki dönüşüm sürecinin karşılaştırmalı bir şekilde ele alınmasını hedeflediğinin de altını çizdi.

Science and Public Administration Department) with “Democratic Transition and the Rising Tide of Majoritarianism: Comparing the Cases of Greece and Turkey” and Yunus Sözen (Özyeğin University International Relations Department) with “Paradoxes of Liberal Constitutional Democracy and Populist Challenge”. “2013 Sakıp Sabancı International Research Awards aim at a comparative approach to the transformation in Turkey” Speaking at the Sakıp Sabancı International Research Awards Ceremony, Board of Trustees Chair Güler Sabancı remarked that that this year’s theme of democracy addressed a critical part of Turkish studies that carried enormous weight for the future of the nation. Sabancı emphasized that the 2013 Sakıp Sabancı International Research Awards aimed at a comparative approach to the transformation in Turkey. “Democracy is a regime of checks and balances” Professor Ergun Özbudun, winner of the Special Jury Award, began his speech at the ceremony by saying that the award was one of the proudest achievements of his long career. Ergun Özbudun said, “Checks and balances is a very wise choice as the theme this year considering the current situation in Turkey. Democracy is a regime of checks and balances. The motive behind the constitutional movement is to limit the power of the government and protect the rights of the individual. Separation of powers is essential in achieving this, and the system of checks and balances has been devised and developed as a vital part of all democratic regimes. It is not possible to conceive a democracy without checks and balances.”

“Demokrasi denge ve denetim rejimidir” “Jüri Özel Ödülü”ne layık görülen Prof. Dr. Ergun Özbudun, törende yaptığı konuşmada bu ödülün uzun meslek hayatının en onur verici eserlerinden biri olduğunu söyledi. Ergun Özbudun, “Bu yılın ana teması olarak seçilen denge ve denetim konusu, özellikle Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu şartlar bakımından fevkalede isabetli bir seçimdir. Çünkü demokrasi denge ve denetim rejimidir. Anayasacılık akımının gerisinde yatan temel düşünce, devlet iktidarını sınırlandırarak birey hürriyetini güvence altına almaktır. Bunun için kuvvetler ayrılığı prensibi temel bir rol oynamıştır, bütün demokratik sistemler bakımından hayati önem taşıyan frenler ve dengeler sistemi ortaya konmuş ve geliştirilmiştir. Bunlarsız bir demokrasi tasavvur etmek mümkün değildir” dedi.

“The higher democratic standards are in a country, the better will be the quality and international recognition of work in this area.” Ergun Özbudun continued, “Looking back 50 years, I see that Turkey has gained great distance both in quality and quantity. In the early 1960s, the number of professors and researchers in either social science or political science could be counted on two hands. Today, there are hundreds of scholars in both disciplines, and the increase is not limited to numbers. The studies of Turkish researchers, political scientists and social scientists receive increasing recognition and coverage in international publications. It must be kept in mind that sciences in general, social sciences in particular, and


“Bir ülkede demokrasi standartları ne kadar yükselirse, bu alanlardaki çalışmaların kalitesi ve uluslararası tanınırlığı da o kadar yüksek olacaktır” Ergun Özbudun’un konuşmasının devamına baktığımızda öne çıkan sözleri şunlar oldu: “50 küsur sene geriye baktığımda, Türkiye’de bu alanda kaydedilen ilerlemenin, nicelik ve nitelik itibariyle son derece takdire değer olduğu sonucuna varıyorum. 1960’ların başında sosyal bilimin her iki dalında da ilgili öğretim üyeleri, ilgili araştırmacılar belki bir haneli rakamlarla ifade edilebilecek durumdaydı. Bugün her iki komşu branşta da belki üç haneli rakamlarla ifade ediliyor. Mesele sadece nicelik artışı değil nitelik artışı bakımından da Türk araştırmacılarının, siyaset bilimcilerinin, sosyal bilimcilerin uluslararası yayınları gene uluslararası düzeyde gitgide artan şekilde yer buluyor, takdir görüyor. Unutmamak gerekir ki genel olarak bilimler, daha özel olarak sosyal bilimler, daha da özel olarak mahiyeti icabı siyasetle içiçe olan, naçizane benim ilgilendiğim anayasa hukuku ve Türkiye politikası gibi alanlar, ülkedeki genel fikir özgürlüğü seviyesine ve demokrasi kalitesine fevkalede yakından bağlı konulardır. Bir ülkede demokrasi standartları ne kadar yükselirse, bu alanlardaki çalışmaların kalitesi ve uluslararası tanınırlığı da o kadar yüksek olacaktır”. Kazananlar ödüllerini, merhum Sakıp Sabancı’nın eşi Türkan Sabancı, Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı, Mütevelli Heyeti Üyesi Sevil Sabancı ve Rektörümüz Prof. Dr. Nihat Berker’den aldılar. Ödülün bu yılki jürisinde; Ayşe Kadıoğlu (Sabancı Üniversitesi), Fuat Keyman (Sabancı Üniversitesi), Elaine Papouilias (Harvard Üniversitesi), Jenny White (Boston Üniversitesi) Aslı Bali (UCLA), Çağlar Keyder (New York Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi), Deniz Kandiyoti (SOAS, London) yer aldı.

specifically subjects like constitutional law and Turkish politics are closely tied to the level of freedom of thought and the quality of democracy in the country. The higher democratic standards are in a country, the better will be the quality and international recognition of work in this area.” Winners received their prizes from Türkan Sabancı, wife of the late Sakıp Sabancı, Sabancı University Board of Trustees Chair Güler Sabancı, Board of Trustees Member Sevil Sabancı and President Professor Nihat Berker. This year’s jury panel members were Ayşe Kadıoğlu (Sabancı University), Fuat Keyman (Sabancı University), Elaine Papouilias (Harvard University), Jenny White (Boston University) Aslı Bali (UCLA), Çağlar Keyder (New York University, Boğaziçi University), Deniz Kandiyoti (SOAS, London).



Sabancı Üniversitesi Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul Telefon : (0 216) 483 90 77 - 483 91 06 Faks: (0 216) 483 90 45 e-posta : dergi@sabanciuniv.edu www.sabanciuniv.edu/sudergi

GrafikaSU 07/2013 -6100adt

iSabancı Media


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.