SUdergi MAYIS 2014

Page 1

sayı: 17 Mayıs 2014

Ersin Kalaycıoğlu ile Muhafazakârlık, Demokrasi, “Gezi” Olayları, Sivil Toplum Üzerine Bir Söyleşi


SUdergi May 2014 Sayı 17 Mayıs 2014 Ücretsizdir Sahibi Sabancı Üniversitesi

İÇİNDEKİLER

Yayın Sorumlu Müdürü Elif Gülez Yayın Koordinatörü Melek Sarı Bu Sayının Yazarları Ana Berrin Berker Bengüsu Özcan Efe Tancı Elif Gülez Mariam Öcal

04 / Uluslararası Kampüs: Ana Berker ile Röpörtaj

06 / Okuyucu

10 / Öykü

14 / Ersin Kalaycıoğlu ile Muhafazakârlık, Demokrasi, “Gezi” Olayları, Sivil Toplum Üzerine Bir Söyleşi

28 / Bakkal! İki Ekmek Bir Paket Çay...

32 / Mezunlardan Notlar

Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Ersin Kalaycıoğlu, Sabancı Üniversitesi mezunları ve Sezen Gülşen Kama, Sıla Okur, Doğa Önen Grafik Tasarım ve Uygulama GrafikaSU Sabancı Üniversitesi Pazarlama ve Kurumsal ‹letişim Yayın Türü Üniversite topluluğuna yönelik olarak yayınlanan yarı popüler bir kültür dergisi Reklam Koordinatörü Melek Sarı / 0216 483 91 06 meleksari@sabanciuniv.edu Telif Hakları Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonları elektronik ortamlarda dahil olmak üzere her şekilde çoğaltma ve başka yerlerde kullanma hakkı münhasıran Sabancı Üniversitesi’ne aittir. Sabancı Üniversitesi, gerekli gördüğü hallerde içeriğin bir kısmının veya tamamının çoğaltılması için yazılı izin verebilir. Yönetim Yeri Pazarlama ve Kurumsal ‹letişim Sabancı Üniversitesi Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul Tel: 0216 483 91 06 Faks: 0216 483 90 45 e-posta: dergi@sabanciuniv.edu

2


editör

Elif Gülez dergi@sabanciuniv.edu Değerli Okurlar,

2007 yılından bu yana basılı olarak yayınlanan dergimiz dijital dünyanın kapısından içeri girmiş bulunuyor. Bundan böyle SUdergi’yi servislerinizdeki koltuk ceplerinden ya da yemekhanedeki, yurtlardaki standlardan alıp okumak yerine bilgisayarınızdan, tabletinizden ya da cep telefonunuzdan okuyabileceksiniz. Her ne kadar pek çoğumuz, bir kitabı ya da dergiyi elimize alıp, sayfalarını çevirip, fiziki varlığını duyularımızla algılayıp okumayı tercih etsek de teknoloji ve çevre dostu kampüsümüzde dijital dünyanın nimetlerinden faydalanmanın gerekçeleri ortada. Bu değişiklikle, dijital dünyanın hızının, dergimizin yazı işlerine de sirayet edeceğini, daha az sayıda ancak daha güncel ve derinlikli yazının sizlere daha kısa zamanda daha sık ulaşacağını umuyoruz.

Bu sayımızda, Ersin Kalaycıoğlu ile yaptığımız röportaj kapak konusunu oluşturdu. Kalaycıoğlu ile güncel toplumsal olayları neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde değerlendirmek bizim için çok aydınlatıcı oldu. Bu sayının içerikleri arasında ayrıca Şehremini hakkında bir gezi yazısı, bir uluslararası öğrencimizin üniversitemiz ve İstanbul’da yaşam hakkında değerlendirmeleri, mezunlarımızdan haberler, bir birinci sınıf öğrencimizin kitapla ve kütüphaneyle ilişkisine dair deneme yazısı, edebiyatın yalnız türü öykü hakkında bir mühendislik öğrencimizin denemesi de bulunuyor. Umarız yeni yayın formatıyla SUdergi ilginizi çeker. Yakında yeniden görüşmek dileğiyle,

Elif Gülez


Uluslararası Kampüs

Ana Berker Melek Sarı / Pazarlama ve Kurumsal ‹letişim

Üniversitemiz dünyanın çeşitli coğrafyalarından gelen öğrencilerimiz ile çok uluslu bir kampüs yapısına sahip. SUdergi ekibi olarak biz de çok kültürlü bir kampüste olmanın avantajlarını kullanarak uluslararası öğrencilerimizle sohbet etme şansı buluyoruz. Seri olarak yayınlamayı planladığımız ‘Uluslararası Kampüs’ bölümünün ilk konuğu Ana Berrin Berker oldu. Ana ile lisansüstü öğrencileri için düzenlenen oryantasyon gününde tesadüfen tanıştık ve merak ettiklerimizi sorduk:

4


Kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Nerelisiniz ve burada hangi programda okuyorsunuz? Adım Ana Berker; annem İspanyol, babam Türk. Londra’da hukuk eğitimimi tamamladıktan sonra Sabancı Üniversitesi’nin Kamu Politikası yüksek lisans programına katıldım. İstanbul’da bir holdingde yarı zamanlı avukat olarak çalışıyorum fakat asıl tutkum kitap yazmak, özellikle de çocuk kitapları. Dilleri de çok seviyorum. Şu anda yedinci dilim olan Arapça öğrenmekle meşgulüm ve lise çağımdan beri çevirmenlik yapıyorum.

farklı. SU’da yabancı öğrenciler görmekten çok memnunum, öğrenci nüfusuna çeşitlilik kattığını düşünüyorum. Kültürüm ve alışkanlıklarım herhangi bir sorun oluşturmadı çünkü ben çok kolay uyum sağlarım ve Türkiye de yaşamayı en sevdiğim ülkelerden biri.

Müstakbel eşim de Filistinli olduğu için tam bir kültürler karmasıyım.

salınıyor ve insanlar önlerinden kaçmaya çalışıyor. Çok eğlenceli ama bir o kadar da tehlikeli elbette. Bir de “La Tomatina” festivali var, bunda kasası domates dolu kamyonlar sokaklara bırakılıyor, insanlar kamyonlara çıkıp kaptıkları domatesleri birbirlerine atıyorlar. Her taraf domates suyuna bulanıyor tabii. Bu festivallere bakınca İspanyollara çatlak demek mümkün. İkisini de SU’da denemeyi tavsiye etmem haliyle!

Sabancı Üniversitesi’ni nereden duydunuz ve burada okumaya nasıl karar verdiniz? En iyi arkadaşlarım Sabancı’da okuduğu için burayı tanıyordum zaten. Arkadaşlarımın Dr. Korel Göymen’i şiddetle tavsiye etmesi üzerine Kamu Politikası programına katıldım ve çok haklı olduklarını gördüm. Üniversite hayatım boyunca en severek katıldığım dersler Korel Hoca’nın dersleri oldu. Kampüsümüzde birçok farklı kültürden öğrenci var. Bunlar arasındaki ilişkiyi nasıl buluyorsunuz? Kendi kültürünüz ve alışkanlıklarınızla, burada bulduklarınızı nasıl bağdaştırıyorsunuz? Aslına bakarsanız, doğuştan dünya vatandaşı olduğum ve lisans derecemi alana kadar tam bir kozmopolit kent olan Londra’da yaşadığım için, Sabancı Üniversitesi bana çokkültürlü gelmedi. Hayatım boyunca uluslararası okullarda okudum, çift kültürlü bir aileden geliyorum ve birçok farklı ülkede yaşadım, dolayısıyla benim için çokkültürlülüğün tanımı

Uluslararası öğrencilerimiz geçen yıl Holi Fest adında bir şenlik düzenlediler. Sizin de özel şenlikleriniz var mı? Holi Fest’i görmüştüm. İspanya’da bir San Fermin Festivali var; boğalar sokaklara

İstanbul’da ve SU kampüsünde sizi en çok mutlu edenler neler? İstanbul’un Boğaziçi’ni ve tarihi yapılarını çok seviyorum. Dünyanın en güzel şehirlerinden biri olduğunu düşünüyorum; nostaljisi ve heyecanı burayı bambaşka kılıyor. Son zamanlarda türeyen modern semtlerinden pek hoşlandığımı söyleyemem. İstanbul’da eski tarz mahalle insanlarından yabancı öğrencilere, Suriyeli mültecilerden şaşkın turistlere kadar büyük bir insan çeşitliliği görmek çok hoşuma gidiyor. Şaşıracaksınız ama SU kampüsünü olağanüstü temizliği nedeniyle çok seviyorum, fakat şehirden çok uzak olması beni mutsuz ediyor.


Okuyucu Bengüsu Özcan / SSBF Öğrencisi

Uzun süredir çıkmaza giren bir dostluğum vardı, aramızda belli başlı bir husumet geçmemişti ancak yavaş yavaş, anlayamadığım bir süreçte soğumuş, kopup gitmiştik birbirimizden. Bu pek değerli dostluğum, kitap okumak aslında. Şimdi size barışma hikayemizi anlatacağım, aynı dertten bir gün siz de muzdarip olursanız kullanırsınız belki diye.

6


Bir “kampüslü” olduktan sonra okulumun en sevdiğim hatta ilk görüşte aşık olduğum yerine, Bilgi Merkezi’ne ilk günlerde sık sık uğruyordum. Göz alabildiğine kitapla dolu bir dünya, insanı okumadan dahi tatmin ediyordu, açıkçası içeri adım atınca üzerimde ne idüğü belirsiz bir entelektüelliğin belirdiğini bile söyleyebilirim. Gel zaman git zaman okuldu,

Kitap okumayı sevmek övündüğüm bir özelliğimdi, aslına bakarsanız hiç üşenmeden bu soruna karşı bir savaş bile ilan ettim. Bilgi merkezine gidişim seyrekleşmişti, önce onu sıklaştırdım. Gittiğimde genelde gazetelerle haşır neşir oluyordum ama yine de arada bir kitap da ödünç alıyordum. Eskiden beri sabit bir tarzım yoktur, her cinsten kitabı okurum ama hayatımda

arkadaşlardı derken bir baktım dibimde böylesine bir kitap deryası varken doğru düzgün kitap dahi okuyamıyorum. Önce gün içinde yaptıklarıma bir baktım, zamanım mı yoktu? Hayır aslında gün içinde pek çok boşluğum oluyordu ama ya internet başında değerlendiriyordum ya da arkadaşlarımın yanına gidiyordum. Kitap okumamak bir eksiklik midir aslında henüz bunun sonucunu göremedim çünkü ayrılığımız kısa sürdü ama en azından benim için yokluğu düşünülemez bir alışkanlık.

hiç yüzlerce hatta bırakın yüzlercesini bir tane bile sosyoloji kitabım olmamıştır. Birazcık farklı tarzlarda kitap okumaya, hazır fırsatım varken yeni şeyler öğrenmeye zorladığımı fark ettim kendimi. Ders kitabıvari, özene bezene yazılmış, kaynakçası kendinden uzun kitapları alıp alıp bilgi merkezinden çıkıyor, sonra odaya kitabı koyup yüzüne bile bakmıyordum. Arkadaşlarımın odalarına gittikçe ellerinin altındaki kitaplara saldırıyor, yeni çıkanları sağda solda görerek takip ediyordum.

7


Öte yandan eskiden beri sahaf gezmekten hoşlanan bir insan olarak dışarıdan ilgi çekici bulduğum çoğu kitabı ödünç aldıktan sonra ağır bir dille, anlayamadığım bir Türkçe ile yazılmış buluyor, birazcık da kitabın eskiliğinden ve yaşlı enerjisinden hoşnutsuzluk duyuyordum. Halen bir çıkmaz içindeydim. Ülkenin belki de en harika kütüphanesi dibimdeydi ve ben kitap okuma alışkanlığımı kaybetmek üzereydim. Kendimi her gün kitap okumaya dahi zorladım bir ara... Ama şanslıyım ki çok geçmeden derdimin dermanını buldum. Kampüslü olmadan önce neredeyse her gün Kadıköy’e gider, sık sık da kitapçı gezerdim. Öyle ki bazen bazı kitapları parça parça okuyup satın almadan kitapçıdan geçindiğim bile olurdu. Son zamanlarda uzun bir gezinti yapamamıştım ama kendimi bir kitapçıdan içeri bırakmamla olan oldu... Fark ettim ki bir avcının avına saldırması gibi gidiyordum raflara. Her şeyden önce parlak renkler... Renkler beni çok cezbediyordu. Ortalara konmuş özel standlar, tek bir yayınevine ait cicili bicili ansiklopediler... Bir on dakika kadar sonra kolumun altında üç kitap halen gezmekte olduğumu fark ettim.

O an “nasıl bir okuyucuymuşsun anladın mı şimdi?” dedim kendi kendime. Biraz eski yıllara da döndüğümde, insanlara kitap ödünç vermeyi sevdiğim halde birinin elinde gözüme kestirdiğim kitabı ödünç almaktansa doğruca satın almaya giriştiğimi fark ettim. Öte yandan yeni... Mis gibi, gıcır gıcır kitabın ayrı bir yeri vardı bende.Kendisi gibi yepyeni bir heyecan yaratıyordu, sanki bana özel yaratılmıştı, sanki sırlarını benden başka kimseye dökmemişti henüz.Öte yandan odama geilp poşetten çıkardıklarımı rafıma dizdiğim an biraz gösterişçi gibi görünse de kendime ait olmaları, kitaplığımda olmaları bana ayrı bir huzur, ayrı bir keyif katıyordu. Bilgi Merkezi’ni hala çok seviyorum, renkli koltuklara yayılıp gazete sayfası altında uyuyakalmayı, raflarda gezinip değişik kitaplar bakmayı daima çok seveceğim. Ama anladım ki “benim kitabım”ın yerini başka bir şey tutmuyor. Uzun lafın kısası, nasıl bir okuyucu olduğunu bilmek gerek. Benim tam tersim de olabilirsiniz, aslında öyleyseniz özenirim bile size, gidin


kütüphanelerin keyfini çıkartın doyasıya. Ama eğer kitap okumaktan hoşlanmıyorum diyorsanız, ya da siz de benim gibi soğuduysanız ilişkinizi tekrar bir gözden geçirin derim.Emin olun aradaki problemleri çözmeye değiyor.

9


ÖYKÜ Efe Tancı, SU Edebiyat Kulübü Başkanı

Edebiyatın ‘Yalnız’ Türü: Öykü Yaşar Kemal, Bir Ada Hikayesi dörtlemesinin ikinci kitabı olan Karıncanın Su İçtiği’nde, “İnsan düşleri öldüğü gün ölür” demiştir. Edebiyatın en önemli türlerinden biri olan ‘öykü’ türü, hem biçimsel dinamikleri hem de meydana getiriliş aşaması düşünüldüğünde gücünü bu yoğun ‘düş’ halinden alır. Birçok kaynakça ‘gerçekliği ya da ona yakın bir hali aktaran kısa yazı türü’ olarak tanımlanan öykü, bu yaklaşımların gölgesinde ötekileştirilmiş, belirli kalıplara sıkıştırılıp, diğer yazınsal türlere nazaran hak ettiği değerden çok daha azıyla yetinmek durumunda kalmıştır.

10


Yazınsal tarihe bakıldığında öykü türünün ilk ataları Antik Yunan’daki fabl ve romanslardır. Takip eden yüzyıllarda, bilinen ilk öykü örneği olarak karşımıza Giovanni Boccaccio’nun İtalya’daki bir veba salgınını anlatan ve yüz kısa öyküden oluşan Decameron adlı eseri çıkmaktadır. Öykünün bir ‘edebi tür’ haline gelebilmesi 19. YY’ı bulmuş ve öykü, dönemin romantizm ve gerçekçilik akımlarından direkt olarak etkilenmiştir. Bizim edebiyatımızda bilindik anlamda ilk öykü örnekleri Tanzimat döneminde ortaya çıkmış, Nabizade Nazım, Ahmed Mithad ve Halit Ziya Uşaklıgil gibi isimler bu türe öncülük etmişlerdir. İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla beraber, sosyo-kültürel ve siyasi sorunlara ev sahipliği yapmaya başlayan ve daha arı bir dile kavuşan öykü türü, Ömer Seyfettin, Halide Edip Adıvar ve Reşat Nuri Güntekin kuşağıyla gelişim göstermiş, Cumhuriyet Dönemi’nde ise Sait Faik Abasıyanık ‘devrimiyle’ bambaşka bir biçimsel yetkinliğe ulaşmıştır. Günümüzde salt bu türde eserler veren onlarca başarılı öykü yazarı, türün sürekli olarak gelişerek bugüne kadar gelmesinde büyük rol oynamıştır. Edebiyat türleri içerisinde ‘kutsallık’ kıyaslaması yapmak, cevabı asla belli olmayacak bir tartışmaya yol açacak olsa da, öyküyü hem okuma, hem yazma anlamında ‘hazmı’ daha güç, daha diri bir takip mekanizması gerektiren bir tür olarak nitelemek çok da haksız olmayacaktır. Ne var ki, günümüz edebiyat dünyasında hatrı

sayılır nicelikte bir kesimin, öykü ile ilgili patolojik bir algıya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Hatta ne yazık ki bu durum, öyküyü romana giden bir basamak olarak görüp, başarılı bir öykü kitaba çıkaran yazara “Romanınız ne zaman çıkacak?” sorusunu yöneltmeye kadar varmaktadır. Geçtiğimiz günlerde Kanadalı öykü yazarı Alice Munro’nun 2013 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasıyla tekrardan sıkça gündeme gelmeye başlamıştır. Okulumuz resmi öğrenci blogu olan SUch As adına 2013 Haldun Taner Öykü ödülü sahibi yazar Neslihan Önderoğlu ile yaptığım röportajda kendisi bu konuyla ilgili görüşünü; “Benim Haldun Taner’i aldığım günlerde Alice Munro’nun Nobel’i alması çok hoş bir tesadüftür benim hayatımda. Alice Munro hem çok sevdiğim bir isim hem de ödülün ilk kez bir öykücüye gitmesi gerçekten

11


sevindirici. Alice Munro’yu okuyun ama Nobel aldığı için değil onun kendine özgü o muhteşem öykü evrenine girebilmek için. Öykü elbette ki farklı bir edebi türdür ve aslında romanla karşılaştırıldığında bir susma biçimidir. Bu yönüyle biraz daha şiire dayalı durur. Ama haklısınız, ne yazık ki sadece ülkemizde değil dünyada böyle bir algı var ve ben bunun tamamen ticari bir dayatmadan kaynaklandığını düşünüyorum. Ne de olsa

ancak büyük yaratıcıların elinde sanat oluyor. Öykünün kusursuz olması gerekir ve öyle olmak zorundadır. Yoğunluk; dilin ritmi, sesi gibi içbiçim özellikleri; tek sözcüğün bile eksik ya da fazla olmaması; ayrıntılar üstüne kurulmak gibi özellikler öykünün olmazsa olmazlarıdır. Romanda da aranır bunlar, ama çok az rastlanır” sözleriyle çizmektedir.

roman, öykü ve şiirden daha çok satıyor. Pek çok iyi öykücü de bu baskıya boyun eğip kötü romancılar olabiliyorlar sonunda. Yine de bütün bu tartışmalar öykünün değerini düşürmez. Örneğin Marquez “Çullukların Gecesi” isimli bir öyküsünü meşhur romanı “Yüzyıllık Yalnızlık” a değişmeyeceğini söylemiştir” şeklinde dile getirmektedir.

eksiklidir.Bu türün hak ettiği önemi görmesi ve nitelikli öykü örneklerine hem edebiyatımızda hem de dünyada daha sık rastlanabilmesi için, sağduyulu öykü severlere büyük vazifeler düşmektedir..

Neslihan Önderoğlu’nun da sözlerinde altını çizdiği gibi, öykü türünün ötekileştirilmesindeki en büyük etken, sektörün ticari dinamikleri olarak ön plana çıkmaktadır. Tüketim alışkanlıklarının hızla popüler kültür menşeili ürünlere doğru evrildiği toplumumuzda, ‘daha çok satma’ kaygısı, yazınsal metinlerin okurla buluşmasındaki ana etken olarak ön plana çıkmaya başlamış, bu anlamda daha handikaplı olan öykü türü, romana ‘tüketim niceliği’ anlamında boyun eğmeye başlamıştır. Günümüz Türk Edebiyatı’nın en kıymetli eleştirmenlerinden Semih Gümüş, Emrah Polat’a verdiği röportajda, öykü ile roman arasındaki ayrımın altını “Öykü tepeden tırnağa sanattır, başka türlü varolamaz. Roman

12

Sistemin beklentileri nezdinde, edebiyat okurunun ve sektöre yön verenlerin günümüzde diğer türlere göre daha az tercih ettiği öykü türü, hiç kuşkusuz nitelikli edebiyatın olmazsa olmaz parçalarından bir tanesidir. Öykü türünün muhafaza edilemediği bir ‘yazın’, hiç kuşkusuz


ÖYKÜ SEVERLER İÇİN OKUMA ÖNERİLERİ... 1) Sait Faik Abasıyanık Sarnıç 2) Ferit Edgü Binbir Hece 3) Vüs’at O. Bener Siyah-Beyaz 4) Neslihan Önderoğlu İçeri Girmez Miydiniz? 5) Cemil Kavukçu Uzak Noktalara Doğru

Kaynakça 1) SUch As Blog, Neslihan Önderoğlu Röportajı, Kasım 2013

6) Murat Gülsoy Bu Kitabı Çalın

2) Emrah Polat- Semih Gümüş RöportajıAsıl Sorun Doğru Okuma Biçimi(13 Temmuz 2012)-edebiyathaber.net

7) Orhan Kemal Önce Ekmek

http://www.edebiyathaber.net/semihgumus-asil-sorun-dogru-okuma-bicimiedinmektir/#sthash.LnBt8zFU.dpuf

13


Ersin Kalaycıoğlu ile Muhafazarlık, Demokrasi, Gezi Olayları, Sivil Toplum üzerine bir söyleşi Elif Gülez / Editör Fotoğraflar: Doğa Önen

14


15


Ersin Kalaycıoğlu ile Muhafazakârlık, Demokrasi, “Gezi” Olayları, Sivil Toplum Üzerine Bir Söyleşi Ersin Kalaycıoğlu, meslektaşı Ali Çarkoğlu’yla birlikte 2008’den bu yana kamuoyu araştırmalarını, International Social Survey Program adlı uluslararası akademik ağın Türkiye temsilcileri olarak yürütüyor. Geçtiğimiz Kasım ayında “Türkiye’de Aile, İş ve Toplumsal Cinsiyet” Araştırmasının sonuçlarını kamuoyuna açıkladılar. 2008 yılında “Türkiye’de Dindarlık: Uluslararası bir Karşılaştırma”; yine 2009’da Toplumsal Eşitsizlik, 2010’da Çevre, 2011’de Sağlık konulu araştırmaları tamamlamışlardı. Sırada “ulusal kimlik” konusunda bir araştırması var. Ayrıca 2015’teki genel seçimler için saha araştırmaları da planlıyorlar. Kalaycıoğlu’nun son yıllardaki çalışmaları 2005 yılında basılmış olan “Turkish Dynamics: Bridge Across Troubled Lands” adlı telif kitabı ve Çarkoğlu ile birlikte yayınladıkları 2007 tarihli “Turkish Democracy Today” ve 2009 tarihli “The Rising Tide of Conservatism in Turkey” (Türkiye’de Yükselmekte Olan Muhafazakarlık Dalgası) konulu iki ortak kitapları, ayrıca Kalaycıoğlu’nun Türkiye’deki seçmen davranışı, siyasal katılım ve siyasal kültür üzerine yayınladığı çeşitli makale ve kitap bölümü var. Ersin Kalaycıoğlu’na televizyondaki tartışma ve haber programlarında sıkça rastlamak, kendisiyle yapılmış röportajları günlük gazetelerde okumak mümkün. SUdergi’de yayınlanacak olan bir yazının daha önce değinilmemiş konulara değinmesini ya da değinilmiş konuların dokunulmamış alanlarını gün yüzüne çıkarmasını istemiştim. Bu yüzden röportaj öncesinde sohbetin muhtemel seyri üzerine epeyce düşündüm ancak aklıma yine belli başlı tartışma konuları-sorular geldi. Allahtan Ersin Kalaycıoğlu derin bir bilgi birikimine ve çok keskin bir analitik zekâya sahip. Sorduğum ilk soruya verdiği cevap, röportajın neredeyse bütününün belkemiğini oluşturdu. Kalaycıoğlu’nun yanıtları, çevremizde olan biten hakkında fikir beyan etmeden önce, içinde yaşadığımız toplumu

16


tanımak ve toplumsal olayları, olguları meydana getiren dinamikleri anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Benim için bir ‘ders’ niteliği taşıyan bu sohbetle sizi baş başa bırakıyorum. Soru: Ersin Bey, yürüttüğünüz araştırmaların sonuçlarına baktığımızda hepsinde Türk toplumunun muhafazakâr yapısına dair ipuçları var. Bilmem böyle bir tespit yapmak doğru olur mu? Ülkemiz muhafazakâr olduğunu sürekli dile getiren bir hükümet tarafından yönetiliyor. Bu hükümetin, özellikle son zamanlardaki uygulamaları, söylemleri neredeyse ‘totaliter’ nitelikler taşıyor. Sizce, bu

19.yy’ın sonundan itibaren başlayan siyasal süreçlerle, 1923’ten itibaren yeni bir yapılanmaya geçirmeye başlıyor. 1923’te toplumun %90 civarı kırda yaşıyor. Azımsanamayacak bir kısmı göçer durumda. Bazı illerin nüfusunun %40-50 civarı bu şekilde göçer durumda yaşıyor. 1950 senesine geldiğimizde, olabildiğince özgür bir biçimde serbest bir seçimle Demokrat Parti iktidara geliyor. Bu dönemde toplumun hala %25’i kentte; %75’i kırda diyebileceğimiz yerlerde yaşıyor, göçebelik azalmış ama hala özellikle Doğu Anadolu’da sürüyor. Kentlerin de nüfusu oldukça az. 2010 yılı sonuna gelindiğinde, toplumun %75’i kentte; %25’i kırda yaşar hale geliyor. Sonuç olarak, iki kuşak zarfında, kır

politika ve uygulamalar geniş bir toplumsal mutabakatın bir sonucu mudur? Cevap: Biraz karmaşık oldu ama içinden çıkmaya çalışayım. Türk toplumunun en önemli özelliği büyük bir değişim geçirmekte olması. Muhafazakârlık bunun sonucu. Türk toplumu

ağırlıklı bir toplumsal yaşantıdan kent ağırlıklı bir toplumsal yaşantıya geçiyoruz. En hızlı değişim, 1970’lerde başlayarak, 1990’larda tamamlanıyor. Tarım sektörünün ekonomideki ağırlığı 1950’lerden itibaren hızla azalırken, sanayi ve özellikle hizmetler sektörünün

17


ağırlığı artıyor. Tarım ekonomisinden çıkıp endüstrileşmeye başlıyoruz. İstihdam koşulları kentlerde iyileşiyor. Bu durum sadece yerleşim biçimini değil, yaşantı biçimini de değiştiriyor. Bu değişim, bizim Batımızda kalan ekonomisi gelişmiş yerleşik demokrasilerde 200-300 yılda tamamlanmışken, bizde iki kuşakta gerçekleşmek durumunda kaldı. Şimdi artık, kentte doğup büyümekte olan bir nüfus çoğunluğuyla karşı karşıyayız. Sosyologların 1980’lerde yaptığı araştırmalarda, örneğin 1989 yerel seçimlerinin hemen öncesinde Sema Erder ve Nihal İncioğlu’nun İstanbul’daki araştırmasına göre, İstanbul’da yaşayanların %66.6’sının köylerde doğduğu ortaya çıkmıştı. 2010’lu

derslerden öğreniyorlar. Hepimiz kendi kimliğimizi böyle inşa ediyoruz. Birdenbire doğup büyüdüğümüz kırsal toplumlardan koparılıp, farklı bir ortama atıldıklarında; örneğin Adıyaman, Kütahya, Burdur’dan Ankara, İstanbul, İzmir’e geldiklerinde, öğrenmiş oldukları hayatta kalma stratejileri kendilerine yetmemeye başlıyor. Dolayısıyla, hangi yaşta gelirlerse gelsinler toplumsallaşma akamete uğruyor ve yeni bir hayatta kalma stratejisi geliştirmek zorunda kalıyorlar. Bu büyük bir zorluktur. Öğrenme kolay bir şey değildir. Okullarda bile zordur, ama bireyin hayatta kalma stratejisini yeniden öğrenmesi sürecinin okulu da yok. Günlük yaşantıda deneme

yıllarda, kentte doğmuş, köyü hiç bilmeyen, köye dair en fazla romantik düşünceleri olan bir kuşakla karşı karşıyayız. Bu kuşağın toplum ve siyaset hayatımızdaki ağırlığı önümüzdeki yıllarda artacaktır eminim.

yanılma yöntemiyle öğreniyorlar. Bunun da maliyeti ağır oluyor. Deneme-yanılma yöntemi fevkalâde etkili bir öğrenme yöntemidir ama maliyeti yüksektir. Yani koşarsanız düşeceğinizi öğrenmeniz, koşup düşmek suretiyle oluyor ama koşup düştüğünüzde elinizi kolunuzu kırabilirsiniz. Öğrenme süreci her insan için aynı değil, bazıları zor, bazıları yavaş öğreniyor. Herkesin farklı bir öğrenme eğrisi var. Sonuçta öğrenmek zorundayız.

Kalaycıoğlu, Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu değişim süreciyle muhafazakarlığın ortaya çıkış sürecini şöyle özetliyor: Şu anda Karl Polanyi’nin kullandığı tabirle büyük bir ‘büyük dönüşüm’ (great transformation) yaşıyoruz. Bunun hem bireylerin hem de toplumsal grupların sosyal psikolojisinde önemli etkileri var. İnsanın doğduğu büyüdüğü yer, insanların yaşamda izleyecekleri hayatta kalma stratejilerini oluşturdukları ortamlardır. Antropologlar buna hayatta kalma stratejisi, “survival strategy” diyor. Bir göçer, köylü ya da kasaba ailesinde doğduğunuzda hangi tür bilgiler yaşamınızı sürdürmenizde elzem olacaksa onları öğreniyorsunuz. Buna toplumsallaşma diyoruz: Yani birey olarak doğan bir insanın bir toplumsal varlık haline gelmesi. Dolayısıyla o toplumlarda bir arada yaşama kurallarını ailelerinden ve günlük yaşantıdaki deneyimlerden çıkardıkları

18

Hayatta kalanlar, bu yeniden toplumsallaşma sürecinden geçmiş olanlar. Burada ortaya ciddi bir problem çıkıyor: Geldikleri ortamı tanımıyorlar. İnanılmaz derecede yabancılık çekiyorlar. Bir kere, büyük kentlerin konuştuğu Türkçe farklı, aksan farklı, vücut dili farklıdır. Buradaki hayatta kalma stratejisi, eğitim, belli okullarda okuma, yabancı dil gerektiriyor. Giyim-kuşam, adab-ı muaşeret kuralları da farklıdır. Yemek kültürü farklı; elle yenmiyor, masada, sandalye üstünde oturup, her yemek ayrı çatal bıçakla olmak üzere, üç dört tane çatal bıçak ve kaşıkla yeniyor. Bu kişiler, eski değerleriyle nereye kadar


gidebileceklerinin bir muhasebesini yapmak durumundalar. Aynı zamanda da içinde oldukları durumu anlamlandırmak durumundalar. Çünkü hayatta kalma stratejinizi, çevrede olan biteni ‘anlamlandırabilirseniz’ oluşturabilirsiniz. Ne neyle ilişkili, ne yaparsanız ne olur? Bunu bilmek gerek. Örneğin: Kırdaki bir hanımefendiye değer verdiğinizi ifade etmek için ona ‘teyze’ diyorsunuz ancak kentteki hanımlar gençliği önemsiyor ve onlara hürmet edip ‘teyze’ dediğinizde reaksiyon gösteriyorlar. İletişim, davranışlar değişiyor ve bu değişimden ötürü belirsizliğin içinde buluyorsunuz kendinizi.

Belirsizlik, sosyal psikologların çok önemsediği bir konu çünkü belirsizlik ve onun getirdiği bilinmezlik karşısında insan dehşete düşüyor. Belirsizlik karşısında kaçma, saklanma, saldırma gibi reaksiyonlar ortaya çıkıyor. Belirsizliği anlaşılabilir kılmak gerekiyor. Bunun için özel eğitim almamışsanız, bunu nasıl yapacaksınız? Burada ortaya çıkan tipik tepki, temel itibariyle doğru olduğunu bilerek yaşadığınız bazı değişmez ‘çıpalar’ bulmak. Bunları sağlamlaştırmak, onları yüceltmek bir yoldur. Her türlü değişime dayanan hatta hiçbir değişimden etkilenmeyen, her zaman doğru olan, kendinizi bağlayabileceğiniz olgular arıyorsunuz. Daha önceki toplumsallaşma repertuarınızın içinde size en kolay gelebilecek şey, geleneksel yapıdaki ilişkileriniz, yani akrabalık bağları, hemşerilik, yine bunlarla uyumlu olarak geliştirdiğiniz bir davranış ve adab-ı muaşeret kaynağı olarak din. Bunlara sarıldığınızda, fırtınada teknenizi denizde

yüzdürmenizi sağlayacak çıpaları sağlıyorlar. Bizim, muhafazakârlık olarak gördüğümüz tezahür bu. Muhafazakârlık, “Binmişiz bir alamete, gidiyoruz kıyamete” diyerek sürüklenen toplumsal değişim, dönüşüm ve belirsizlikle karşılaşan bireylerin sığındığı reaksiyoner bir ideolojidir; bir tür insanın kendini sağlama alma çabası. Bu konuyu daha iyi anlamak isteyenlere özellikle Corey Robin’in “The Reactionary Mind: Conservatism from Edmund Burke to Sarah Palin” adlı kitabını salık veririm. Bir de tabii mümkünse geriye dönebilmek, doğup büyüdüğü ve çok iyi bildiği toplumsal çevrenin değerlerine, kültürünü yeni ortamında olduğu gibi egemen kılabilmekten bahsediyorum. Unutmayalım ‘geri,’ yani bir zamanlar yaşanmışlar hiçbir şekilde belirsizlik içermiyor. Yaşamışsınız, ne olduğunu tamamen biliyor ve mükemmelen anlamlandırabiliyorsunuz. Kırda bıraktığınız yaşantıyı, kentte oluşturmak, bunu aynı zamanda hiçbir şekilde değişmeyecek olan akrabalık, hemşerilik, tarikat gibi olgu ve özelliklere dayamak kendinizi korumanızı sağlıyor. Dolayısıyla bu toplumsal bağlantılar, ilişki ağları Türkiye’de muazzam güçlendi. Şu anda her türlü örgütlenmenin arkasında bu türden etnik bağlar, aşiret, klanlar, tarikat, hemşerilik bağları var. Kurulmuş derneklerin sayısına bakarsanız en çok sayıdakileri cami yaptırma ve yaşatma dernekleri. Bunları hemşeri dernekleri takip ediyor. Bunların içindeki kişilerin birçoğu da akrabadır zaten. Böylece ortaya ilginç açmazlar çıkıyor. Son ISSP araştırmasından örnek

19


vereyim: Kadınlar, evde olmalı, yemek yapmalı, evi temizlemeli, çocukları yetiştirmeli ancak aile artık çekirdek aile olduğu için bu ailenin kentte yaşamını sürdürmesi için tek gelir yeterli değil. Ne olacak o zaman? Hem mükemmel bir ev hanımı olacaksınız, hem de ailenin gelirine katkıda bulunacaksınız. Kadınlardan gerçekçi olmayan bir talep var. O zaman, hayatınızı değiştirmelisiniz. Ev işlerini paylaşacaksınız. Bu dönüşümü en azından zihniyet bazında gerçekleştirememişiz gibi görünüyor. Bu yüzden tuhaf fikir yumakları, birbirleriyle çelişen beklentiler ortaya çıkıyor. 2009’daki yayınladığımız muhafazakârlıkla ilgili çalışmanın verilerinde gördüğümüz gibi, şimdiki ortam bu çelişkilerin ürettiği bir kuralsızlık ortamı. Her türlü kuralın esnetilebileceğine dair yerleşik bir inanç var. Sosyolojide buna Emile Durkheim’ın “anomie” adını verdiği bir kavram giriyor devreye. Biz anomik bir toplumuz. Kurala uymuyoruz. Kural esnetmek, temel bir alışkanlık, hatta norm haline gelmiş durumda. Bu esnetme, Meclis yapısı yasaları da içeriyor, doğa yasalarını da. Kamu kurallarını esnetince otoritelerle çatışıyorsunuz ama fizik kuralını esnetince felakete sebep olabiliyorsunuz, örneğin trafikte kullandığınız aracı deviriyorsunuz. TBMM’ye seçmenden giden taleplerin içinde bu tür kural tanımazlıktan kaynaklanan kayırmacılık (favoritism) ağırlık taşıyor. Milletvekillerinden seçmen iş istiyor ama herhangi bir uzmanlığı olmadığı için liyakate dayalı olarak bir iş bulması zor, hatta olanaksız. Hizmet sektörünün gelişmesiyle vasıfsız elemana yer yok. O zaman kişi şöyle bir argüman getiriyor: “Biz seçmen olarak sizi seçtik, bu kadar oy verdik. Bunun karşılığında bize bilmem neredeki müdürlüğü verin.” Burada “ama sen ilkokul mezunusun” demek bu kişiyi tatmin

20

etmiyor. Herhangi bir kuralın uygulanması böylece pazarlığa tabi hale geliyor. Dolayısıyla bir yerde geleneklere doğru dönüş, din ağırlıklı zihniyet kalıplarına sarılmak, onunla yan yana yaşayan kuralsızlık, bunlardan beslenen kayırma talebi görülüyor. Özet olarak, büyük bir

değişim geçiren bir ülkede, buna yakalanmış olan insanların, yeni hayatta kalma stratejileri geliştirirken, değişmez olduğuna inandıkları değerlere sarılmaları, onlardan kaynaklanan bir reaksiyonla topluma yön vermeye çalışmaları. Bu insanların sayısı çok yüksek, hatta çoğunluğun bu durumda olduğunu topladığımız veriler destekliyor. Bu yüzden ağırlıklı olarak bu tür bir muhafazakâr yapı ortaya çıkıyor. SORU: Bu muhafazakâr yapıda kuşaklar arası ilişkiler nasıl? Çocuğun iyi eğitim alması ihtiyacı var ama bu eğitimin nasıl olması gerektiği konusunda birçok ebeveynin tam bir fikri yok, çünkü toplumun çoğunluğunun lisenin veya üniversitenin nasıl bir yer olması gerektiği konusunda bilgisi yok. Üniversiteyi hatta liseyi dışarıdan seyrediyor. Üniversite eğitimi nedir? Gerekleri nelerdir? Üniversite eğitimi alacak kadar eğitim görmüş bir adamın dünya görüşü nasıl biçimlenebilir? Bunlardan haberdar değil. Bunun ötesinde bir başka korkusu daha var: Kır ortamında, yaşlılık sigortası çocukların temin edeceği imkânlarla tanımlı. Çok sayıda çocuğa sahip olunca yaşlılıkta onların vereceği bakım hizmetiyle yaşamayı planlarsınız. Hayatta kalma stratejisi içinde bu da var. Oysa kentte böyle bir durum söz konusu değil. Öyle olduğu için buradaki çocuğun yetişmesi ve beklentileriyle anne babanın nitelikleri uyumsuzluk göstermeye başlıyor. Anne baba ilkokul mezunu bile değil ya da belki sadece ilköğretim diploması var.


Çocuk doktor, mühendis olmuş. Buradaki korku anne babayı küçümseyeceği, ona yabancılaşıp onu reddedeceği korkusu. Dolayısıyla yaşlılık sigortasının yok olacağı korkusu. Onun için, hem çocuk anne babanın kırsal değerlerini önemsesin, anne babaya hürmet etsin, yaşa hürmet etsin, bilgiye o kadar hürmet etmese de olur, ama bu arada tıp doktoru olsun. Yine gerçekleşmesi imkânsız talepler ve bunların ortaya çıkardığı açmazlar var. Tabii çocuk okuyunca hayattan beklentisi, anne babasına bakış şekli değişiyor. Aile problemleri ortaya çıkıyor. Bu uyumsuzlukların bir kısmı yaşlı kuşağın ortadan kalkmasıyla düzelecektir. Yeni nesiller çekirdek aile yapısında yaşıyor, üstelik eğitim düzeyi de yavaş da olsa yükseliyor. Bu yapıda kent toplumuna uygun çözümler bulmak zorundasınız. Avrupa’da, Amerika’daki gibi çocuklara bakan kreşler, esnek çalışan anneler, yaşlılara bakan profesyonelleşmiş kurumlar kurmak gerekiyor. Sonuçta Türkiye böyle taleplerle karşı karşıya. Bunu gerçekleştirmek için baskı kuran bir seçmen kitlesi henüz yok ancak bu taleplerin önümüzdeki yıllarda daha da ağırlaşarak dile getirileceğini varsayıyorum. SORU: Bu transformasyon sürecinin sancıları giderek şiddetleniyor mu ki, örneğin son günlerde birdenbire üniversiteli gençlerin “kızlı-erkekli” sosyalleşmeleri ya da aynı sıralarda oturmaları daha çok tartışır hale geldi? Ben bunun birdenbire olduğunu düşünmüyorum. Bir kere daha fazla sayıda genç üniversitede okuyor. 2006’daki YÖK raporuna göre, Türkiye’deki en alt düzeydeki yüzde yirmilik gelir grubunda yer alan kesimler içinde üniversiteye giden çok az, oran olarak %0. Bu

oran %10’lara ulaştığında bu sorunları daha çok yaşayacağız. Bu kişilerin yerleşim yeri kır. Bu kişiler çocuklarını üniversiteye, yani bir bilim, sanat, edebiyat, felsefe ortamına gönderiyorlar, fakat burası onlar için bilmedikleri gizemli bir yer. Bu onlar için bir tehdit de olabilir. ‘Okumasın’ talebi de var; bu talep özellikle kız çocuklarını etkiliyor. Aynı zamanda sayılar arttıkça bu işler siyasi olarak kullanılmaya başlıyor. Siyasi partiler bu konuları gündeme taşıyarak bunlar üzerinden oy devşirme yoluna gidiyorlar. Daha önce türbanla yapıldı. Bu mesele Türkiye’de gelebileceği yere kadar geldi, bunun yerine geçebilecek ikinci bir konu aramaya başlandı. Kürtaj denendi, olmadı çünkü İslam hukukundaki kürtajla ilgili düzenlemelerde bizim yasal düzenlemelerden farklı bir şey yok. Hamileliğin ilk 120 gününde kürtaj dini açıdan mümkün. Dolayısıyla bu konu da gündemden düştü. Yeni bir konu gerekti, o da kız-erkek öğrencilerin bir arada okuması meselesi. Eskiden muhafazakâr ailelerin kız çocuklarını göndermek isteyecekleri okul sayısı daha fazlaydı, şimdi bu oran azaldı. Biliyorsunuz bizim kuşakta Kabataş Erkek Lisesi, Pertevniyal Erkek Lisesi vardı. Saint Joseph erkek lisesiydi, Robert Kolej’in erkek bölümü vardı. Şimdi bunlar karma hale geldi. Bu çok aileyi, çocuklarını imam hatip okullarına göndermeye sevk etti. Çünkü, kendi anladıkları anlamda ahlak eğitimi veren kurumlardı bunlar. Bunu fark etmiş olan eğitimcilerden, sosyal psikologlardan, hatta siyasilerden senelerdir kız çocuklarını hedefleyen hemşirelik okulu, sağlık okulu gibi sadece kızların gidebileceği okulları ayıralım önermesini duyuyorum. Böyle olursa, en azından imam hatip okullarının tek seçenek olmaktan çıkacağını çok kişiden duydum. Bu yapılır da tekrar kız orta öğretim kurumları kurulursa bunun zararlı bir şey olduğu kanısında

21


değilim. Bazı liseleri kız liseleri olarak açabiliriz, geri kalanlar karma liseler olarak sürer. Burada büyük bir problem yatmıyor.

Ancak bütün liseleri belli bir formatta belli bir muhafazakâr anlayışa göre örgütlemeye kalkarsanız, o zaman tek tip eğitim, tek tip zihniyet, onu da tepeden kontrol eden bir siyasal erk ile totaliter bir yola girmiş olursunuz. Esas zorluk ve temel tercih buradadır. Buna da zannederim geniş bir kitle direniyor.

‘üniforma’ meselesinde olduğu gibi ağırlığını koyup gitmek istedikleri yönü kendilerinin karar vermesin temin edebilmektir. İktidar bunu teklif edebilir. Zorlamaya başladığınız andan itibaren iş demokrasi ve özgürlük alanından çıkarak otoriter bir alana girer. Dolayısıyla geldiğimiz yol ayrımı öyle bir yol ayrımı.

Reform diye önerilen şeyler, gayet iyi bildiğiniz gibi, dar bir zihniyetle ve iyi yönetişim ilkelerine uymadığı için başarılı olmuyor. Örneğin, “çocukları özgürleştiriyoruz” diye üniforma meselesini çıkarttılar. Bu bir özgürleşme meselesi değildi. Biliyorsunuz bir tüketim toplumuyuz. Bu konu anneler için bir felakete dönüştü. Oylama yapıldığı anda %80 “üniformaya dönelim” dedi. Bunlar otoriter ya da faşist anneler oldukları için böyle söylemediler. Anlaşıldı ki bu bir özgürlük meselesi değil, bir bütçe meselesi. Zengin-fakir ayrılığı burada daha çok ortaya çıkıyor. Daha varlıklı aileler çok sayıda giysiyi çocuğuna alıyor, Cumartesi günü alıverişe gidiliyor, haftanın gardrobu düzülüyor. Bunu yapamayan ailelerin çocukları büyük bir yoksunluk hissine kapılıyor. Anne-baba üzülüyor. Buna insanlar isyan etti doğal olarak.

İktidar partisi, zaman zaman açıklıyor: “Türkiye’yi daha muhafazakâr bir hale getirmek için çalışacağız.” Böyle bir şey çok aşırıya gitmediği takdirde beklenebilir. Daha muhafazakâr bir hükümetin daha muhafazakâr değerleri getirmek istemesi doğaldır ancak buradaki önemli olan şey özgürlüğü koruyabilmek, insanların 22

SORU: Gezi meselesi böyle bir zorlamaya tepki miydi? Gezi Parkı meselesi esas itibariyle tehdit oluşturabilecek gibi gözükmeyen bir protesto hareketine polisin aşırı güç uygulamasına verilen tepki olarak ortaya çıktı. Bunu görmek lazım. Orada birçok etken rol oynadı: Bir tanesi, buna müdahil olmuş olan milletvekilleri var. Özellikle Sırrı Süreyya Önder çok popüler oldu. Diğer milletvekilleri de vardı ama polis onlara çok kolay şiddet uygulayabildi ancak Çözüm Sürecinden ötürü Önder’e şiddet uygulayamadı. Bu yüzden Önder, fiilen tek başına belirli bir şekilde ağaçları yıkıp alanı genişletme çabasındaki yüklenici firmanın adamlarını durdurabildi. Her yeri betonlaştırma eğiliminde olan bir inşaat sektörü var. Bu sektörle belediyeler ve merkezi hükümet arasında çok yakın ilişkiler varmış gibi görünüyor. Dolayısıyla onların sürdürdüğü bir


ahbap-çavuş kapitalizminin kent rantı üzerinden çalıştırdığı bir mekanizma var. Buna tepkiler var. Onun ötesinde, başbakanın tutumunun ‘kibirli’ olmasını eleştiren anti-kapitalist Müslümanlar ortaya çıktı. Örtünme argümanı tartışılırken “Örtünmek şart değildir, kibrinizi örtseniz yeter” dediler. Bu doğrudan Başbakan’a bir gönderme idi. Bu tepkileri gösteren kimseler, muhafazakâr değerlerin içinden gelen, onları yadsımayan kimselerdi. Ayrıca Gezi’de çok karmaşık bir yapı ortaya çıktı: Sadece çevrecilerin, rant ekonomisine karşı olanların, Sırrı Süreyya Önder’i beğenenlerin değil, geniş bir kitlenin “rahat bırakın Gezi Parkı’nı” dediği görüldü. Bu kitlelerin bir kısmı

katıldığını görürdünüz. Bu insanların çok büyük bir bölümü şiddet uygulamadı.

da AKP’nin kendisini desteklediğini varsaydığı kimselerdi.

söylüyor, ya da geri kalanlar yanlış söylüyor. Dolayısıyla barışçıl bir protesto, bu protestoya karşı aşırı bir polis gücü kullanımı, halka üstten bakan bir hükümet, kendi oyunu destek alarak başkalarının duyarlılığına önem vermeyen yaklaşım, bu üstten bakıştan kaynaklanan “biz istediğimizi yaparız” söylemi. Sonra sürekli laf değiştirme başladı: “Biz AVM demedik!” v.b. Sonunda, Kadir Topbaş televizyonda buraya kışla yapımını Başbakan’ın istediğini açıkladı. Bir tek kişinin istediği büyük bir dayatmanın yarattığı hissiyat ortaya yeni bir manzara çıkardı. Protestolar 15 Haziran’da güç kullanılarak bastırıldı. Buna rağmen, çeşitli parklarda toplanılarak tartışmalar devam etti.

Daha önemli bir şey oldu, özellikle Türk siyasetinde çok kullanılan “parçala-yönet” stratejisiyle, kendine yarayabilecek kritik bir kitle üretme stratejisini başarıyla yürüten hükümet, Gezi’de çok büyük bir sorunla karşılaştığını fark etti: Böldüğü, parçaladığı kitleler birbirleriyle konuşmaya daha kötüsü anlaşmaya başladılar. Bu durumda bu strateji tehlikeye girince, üstünü kapatmaya çalıştılar. Bu kitlelerin birbirine düşman olmadığı ortaya çıkarsa “böl-yönet” stratejisi zora girecekti. Bazı iddialar da fos çıktı. Örneğin, başörtülü bir kadın, altı aylık bir anne, çocuğuyla saldırıya uğruyor, puset yok oluyor, kendisinin üzerine işeniyor v.b. acayip argümanlar. Bir tane kanıt çıkmadı ortaya. “Ben bunu gördüm” diyen tek bir kişi çıkmadı. Kabataş’ta yüz kişilik bir kitlenin bir kişiye saldırdığını hiç kimse görmemiş! Dolayısıyla bu haberin doğru olmadığı ortaya çıktı. “Türbanlılara saldırıyorlar” iddiasının da doğru olmadığı görüldü. Eğer Gezi Parkı’na gittiyseniz, Ankara, İzmir, Antalya’da yapılan gösterilere katıldıysanız her kesimden insanın bu aktivitelere

Bizzat İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı, yanılmıyorsam 16 Haziran tarihli bültende, iki buçuk milyon kişinin (bilemiyorum nasıl saydılar) 79 ilde protestolara katıldığı, bir tek Bayburt ve Bingöl’de protesto olmadığı, bunların içinden 4.900 kişiyi kovuşturdukları belirtiliyor. Yani, katılanların binde ikisi suç işleme şüphesiyle kovuşturulmuş durumda. O günden itibaren bu olayın yansıtılışına bakın, medyadaki ‘spin doctor’lar, hükümetin de desteğiyle bu olayı bir şiddet olayı olarak takdim etmeye çalıştılar. Ya İçişleri Bakanlığı yanlış


Bu tartışmalarda en ufak şiddet olayı rapor edilmedi. Ne insanlar sözlü olarak şiddet kullandılar ne de fiziksel olarak. Birbirlerini dinlediler, konuştular, medeni bir tartışma ortamı yarattılar. Böyle şeyler büyük bir çığ gibi gelen kırsal kesimden dolayı yok olan eski mahalle ortamının yeniden doğabileceği izlenimini de verdi. Bu bakımdan da önemli bir gelişme. Aynı zamanda devletin müdahalesinin olmadığı bir ortamda insanların birey olarak katılabilecekleri süreçler sivil toplumu oluşturuyor. Bunun mümkün olabildiğini gösterdi. Demokrasi sivil toplumda yaşıyor, gelişiyor. Bunun gelişebilmesi Türkiye için kritiktir. Ancak şu anda sivil toplum Türkiye’de güçlüdür demek için bir sebebimiz yok ama bu konuda bir potansiyelimiz var. Bunu hayata geçirmeyi ve sürdürmeyi becerirsek, Türkiye güçlü bir sivil topluma sahip demokrasi kalitesi yüksek bir ülke haline gelecek. SORU: Bunu nasıl yapacağız?

Bir kere bu insanlara saldırmamak. Burada büyük görev savcılara düşüyor. Yargı yeni suç icat ediyor. “Hükümeti devirmeye çalışıyorlar” diyorlar. Hükümeti devirmeye çalışmak muhalefetin normal faaliyetidir. Devirmek ‘saldırgan’ bir şey gibi geliyor kulağa ama seçimler sonunda oy alamazsa ‘iktidar devrildi’ denecektir. İktidar devirmek diye bir suç yok. İktidarı ‘silah kullanarak devirmeye teşebbüs etmek’ bir suçtur. Yahut askeri darbe yapmaya teşebbüs suçtur. Öte yandan kapı kapı dolaşır “bu iktidardan kurtulalım yerine başkasını seçelim” derseniz bu demokrasinin temel işlevidir. Demokrasiyi 24

suç olarak gösterebilecek anlama gelen yeni suçlar icat etmeye kalkışıyor savcılar. Savcılar ve hakimler demokrasiye sahip çıkarsa sivil toplum güçlenir. O zaman yürütmenin her girişimi hayata geçemeyeceği için sivil toplum kendisine bir yaşam alanı bulabilir. Her yerde bir komplo gören, iki insan bir araya gelip konuşsa bunu hükümete bir saldırı olarak gören bir ortamda demokrasi gelişmez tabii. Demokratik muhalefet bozgunculuk olarak nitelendiriliyor. Zaten hükümetin temel olarak yapmaya çalıştığı şey de bu. Her türlü muhalefeti hükümete karşı bir tür gayrimeşru saldırı elemanı olarak göstermeye çalışıyorlar. Muhalefet de oy alarak Meclise geliyor. Böyle bir probleminiz var. İktidarın oya dayanan meşruiyeti neyse muhalefetin oya dayanan meşruiyeti de aynı. Aynı seçmenden oy alıyorlar. Bu ülkenin yurttaşı. Böyle bir fark yok. “Bir tek ben demokratım, benim dışımdaki herkes demokrasi dışıdır” dediğinizde demokrasinin çalışmasına fırsat vermiyorsunuz demektir. Hep sizin iktidar olduğunuz, muhalefetin de hep muhalefet kaldığı bir ortamda da demokrasi çalışmaz. Orada da ortaya çok büyük bir problem çıkıyor: İktidarınız mutlak


hale gelir. O da büyük ölçüde yolsuzlaşır. Demokrasinin yolsuzlukla birlikte çalışması mümkün değildir. O yüzden iktidarların zaman zaman değişmesi gerekiyor demokrasilerde. İngiltere’deki, İsviçre’deki, Almanya’daki gibi partilerin iktidara gelip gitmesi gerekiyor. Hep aynı hükümet kazanacak, hep o kazanacak, ona karşı durursanız meşru olmaktan çıkacaksınız… Bu tür bir yaklaşımın kendisi demokratik değil. Dolayısıyla ortada ciddi bir problem var. SORU: Sosyal medyaya, dolayısıyla ifade özgürlüğüne getirilen kısıtlamaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Demokrasi konusunda referans aldığımız Batı’da kişisel mahremiyet, hakların korunması ya da kamu çıkarı ile ifade özgürlüğü dengesi nasıl kuruluyor? Sosyal medyadaki sansür belirli bir siyasal mücadele ortamında yolsuzluk şüphelerine ilişkin tapelerin ortaya çıkmasıyla uygulandı. 30 Mart 2014 yerel seçimlerine giderken Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti Bakanlar Kurulu’nda görev yapan kişileri içeren epeyce usulsüz, yoz, rüşvet, irtikâp ve benzeri içerikli haber Twitter üzerinde You Tube kaynaklı olarak yayınlandı. Bunun üzerine Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından bazı kişiler hakkında verilmiş olan URL’lere ulaşmayı durdurma konusundaki mahkeme kararları, hukuka aykırı olarak genele teşmil edilerek Twitter ve You Tube’a olan erişim Başbakanın açıklamalarının ardından uygulandı. Bu idari tasarruf aleyhine mahkemelere itirazlar olduğu gibi, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere bazı devlet büyükleri Twitter sansürüne rağmen kendileri de bu medya ortamını kullanmaya devam ettiler. Sonunda Anayasa Mahkemesi (AYM) kendisine yapılan Barolar Birliği’nin başvurusunu karara bağlayarak Twitter erişim yasağını özgürlüklerin ihlali olarak görerek kaldırdı. Bu da hükümetin

AYM aleyhine eleştirilerde bulunması ve neredeyse onu tehdit etmesi sonucunu doğurdu. Daha önce çeşitli medya ve basın araçlarının sahipleri üzerinden yürütülen baskı ve sindirme yoluyla ve gazeteci tensikatı olarak süren sansür politikaları genişleyerek sürmüş oldu. Böylelikle, hükümetin demokrasi ve iyi yönetişim gereği olan şeffaf yönetim, hesap verebilirlik gibi hususlardan uzaklaşmaya devam ettiği görüldü. Sansür uygulamalarının genişlemesi demokrasinin güçlenmesi ile bağdaşmayacak bir içeriktedir. Türkiye’nin zaten zayıf olan demokrasi karnesi biraz daha zayıflamış gibi görünmektedir.

Bu ortamda girilen yerel seçimlerde AKP’nin listelerinin %43,3 oy alabilmiş olması, Türkiye’deki seçmenin sansür konusundaki duyarlılığının, iktisadi çıkar ve zihniyet uyumu için oy verme konusundaki duyarlılığının gerisinde kaldığının iyi bir göstergesi olmuştur. Türkiye’deki sansür uygulamasının bireyin mahremiyeti ile ilgili olduğunu gösteren kanıt pek yoktur. Sansür uygulamaları daha çok Deniz Feneri, Bakan ve Başbakanlarla çocuklarının büyük paraları içeren yolsuzluk haber ve tapelerinin yayınlanmasıyla ilgili imiş gibi bir görüntü vermektedir. Yıllardır sosyal medyada süren iftira, hakaret, özel hayatın mahremiyetine saldırı gibi uygulamalar geçtiğimiz yıllarda hükümet tarafından sorun edilmediği gibi, mahkemelerin bu şikâyetler konusunda büyük bir özenle hızlı çalıştıklarını gösteren bir kanıt da yoktur. Bizzat Başbakan’ın, CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal’la ilgili olarak 2011 genel seçimleri kampanyasındaki açıklamalarda yayınlanan tapelerde mahremiyetle ilgili bir sorun görmediğini, bunların özel ahlaka ilişkin 25


SORU: Son yerel seçimlerin sonuçları, - ciddi yolsuzluk iddialarına rağmen - hükümet için bir güvenoyu anlamına geldi. Bu durum nasıl analiz edilebilir? 30 Mart 2014 seçimlerinde seçmen daha önceki seçimlerde de olduğu gibi kendi zihniyet dünyasına (ideolojisine) hitap eden ve iktisadi Özel hayatın mahremiyeti ve güvenlik çıkarını en iyi koruyacağını düşündüğü siyasal bağdaşabilir değildir. Onun için güvenliğin partilere ve onların liste ve adaylarına oy çok önem arzettiği durumlarda, demokratik vermiştir. Oyların çoğu (%70’e yakını) başta AKP yönetimler ancak mahkeme kararıyla suç işleme ve MHP olmak üzere daha çok muhafazakâr rizikosu olan herkesi dinlerler. Buna Fransız olan parti listelerine ve adaylara verilmiştir. Başkan’ı Sarkozy de, bir general de, bir bakan Dörtte biri kadarı da CHP’ye ve %6 kadarı da veya milletvekili de, sokaktaki herhangi bir kişi BDP’ye verilmiş, geri kalan oylar bağımsız olan de muhatap olabilir. Önemli olan kolluğun şüphe adaylar da dâhil olmak üzere daha az oy alan olmadığını ifade ettiği de malumdur. Burada sosyal medya sansürünün AKP hükümetinin imajını tehdit ettiği noktada uygulanmış olması da bunun bir ahlak telakkisinden çok siyasal mücadele esasına dayandığını ortaya koymaktadır.

olarak ileri sürdüğünü, demokrasinin özgürlüğü ve hukuk devleti norm ve standartlarına uygun olarak yorumlayacak olan hukukçular, yani yargıçlardır.

Bir ülkede özgürlükler yargıçların demokrasi ve hukuk devleti norm ve standartlarını ne derecede bildikleri, benimsedikleri ve uyguladıklarıyla ilgili olarak hayata geçer. Bu uygulamalar Britanya, Fransa, Almanya, ABD, İsviçre gibi ülkelerde bireysel özgürlükler ve hakların korunması konusunda son derecede duyarlı ve bireyden yana bir içeriktedir. Türkiye, Pakistan, Ukrayna, Irak v.b. ülkelerde ise daha çok devletin önceliklerine duyarlı olarak ve devlet yöneticilerinden alınan talimat, işaret, imalara göre bireyin hak ve özgürlüklerinden uzak iktidarın önceliklerine daha yakın olarak uygulanmaktadır. Sorun Türkiye’yi içinde bulunduğu bu henüz demokrasiye ulaşamamış ülkeler konumundan çıkartıp, yerleşik demokrasiler haline getirebilecek uygulamalara geçirebilmektedir.

26

siyasal partiler arasında dağılmıştır. Zihniyetler aynı zamanda bir yaşam tarzı ile de yakından ilgilidir. Burada seçmenin muhafazakâr, liberal, laik v.b. yaşam tarzını korumak için de oy kullandığını düşünmemek için bir sebep yoktur. Zaten İzmir’de olduğu kadar Erzurum’da da


seçmenler kendi hayat tarazlarının sürdürülmesi için en uygun olarak gördükleri siyasal partilere teveccüh etmişlerdir. Bu eğilimleri güçlendiren, ekonominin iyi veya kötü yönetildiğine dair fikirlerdir. 2014 seçimlerinde çokluk (ekseriyet) seçmen ekonominin iyi yönetildiği düşüncesiyle oy kullanmış; iktisadi çıkarı olarak gördüğü kredi kartı borcu, emlak değerlendirme politikası, tarım politikası, eğitim politikası, enerji politikası v.b. uygulamaları destekleyen bir tutum takınmıştır. Ekonominin iyi yönetilmediğini düşünenlerin ise özellikle MHP ve CHP’ye yöneldiğini gösteren bulgular da

kopmadığı ve içine kapanmadığı sürece tabii. Muhafazakârlaşmanın etkileri de giderek zayıflayacaktır. Onu da kabul etmek lazım. Birkaç kuşak içinde, kentli orta sınıfın sayıca artmasıyla Avrupa’daki toplumlara benzer bir toplum ortaya çıkmaya başlayacaktır. Bu da birdenbire olmayacak. Buraya iki kuşakla geldik, buradan da altmış senede çıkacağız minimumda.

mevcuttur. Ekonominin gidişatı 2011’e nazaran biraz daha kötüdür ve AKP de 2011’e nazaran %6,5 kadar oy kaybetmiştir. Bu saiklere beğenilen belediye başkanları ve onların partilerine verilen oyların da eklenmesi makuldür. Bu seçimler yerel seçimler olduğundan bazı seçim çevrelerinde yerel politikacılar ve partilerin algısının da rolü olmuştur. SORU: Türkiye’de bunlar olurken, dünya da gelişiyor. Örneğin iletişim teknolojilerindeki gelişmeler dünyayı değiştiriyor. Sosyal medya gibi yeni tür iletişim kanalları ortaya çıkıyor. Her ne kadar sansürlerle iletişim sekteye uğrasa da Türkiye de bu tür yeniliklerden etkileniyor, bu dönüşümün bir parçası. Gelecekte Türkiye’yi ne bekliyor? Türkiye’nin geleceğinde daha kentli, sanayi ve sanayi ötesi topluma doğru evrilen bir toplum, hafif yaşlı bir nüfusumuz olacak. Bunun gerektirdiği talepleri karşılamaya çalışan bir siyasi ortama doğru ilerleyeceğiz. Demokrasi talebi de artarak devam edecektir diye varsayıyorum. Türkiye dünyadan

27


Bakkal! İki ekmek, bir paket çay… Mariam Öcal / Pazarlama ve Kurumsal ‹letişim

28


Eskiden sokaklarımızda, mahallelerimizde bakkallarımız vardı hatırlar mısınız? Camlardan sepetler sarkıtılarak bakkallara sipariş verilirdi. Akşam eve dönüşte bakkaldan ekmek alınırdı. Bakliyattan deterjana, bisküviden meşrubata her şey bakkallardan alınırdı. Bugün neredeyse her köşe başında bir zincir market varken kaç bakkal ayakta kalmayı başarabildi? Veya artık kaçımız bakkallardan alışveriş yapıyoruz? Alışveriş yapabilecek bir bakkal bulabiliyor muyuz? 1929 yılından bu yana açık olan İdris Bakkal bütün bu soruların cevabı gibi duruyor Şehremini Büyük Saray Meydanı’nda.

Kocamustafapaşa’ya çıkan, soldan Çapa Tıp Fakültesi’nden Vatan Caddesi’ne uzanıyor. Bizans’tan itibaren bostanlık ve mesire yeri vasfını koruyan Şehremini, 1950’li yıllarda yerleşim yeri haline geliyor. Şehremini ismi Şehremaneti’nden geliyor. Tanzimat Fermanıyla başlayan değişim hareketlerinden biri de 1855’de İstanbul’un yerel yönetimine ilişkin düzenlemelerin yapılması. Bu tarihe kadar şehrin hizmetiyle ilgilenen İhtisab Nezareti Kurumu kaldırılarak onun yerine Tanzimat Yüksek Meclisi’nin kararıyla Şehremaneti kuruldu. Şehremini de ismini bu kurumdan alıyor. Bugün semte ismini veren binanın yerini maalesef bilmiyoruz.

İstanbul’un eski semtlerinden Şehremini, Topkapı’dan Suriçi’ne eski İstanbul’a girdikten sonra Millet Caddesi boyunca Fındıkzade’ye kadar inen, sağdan Başvekil Caddesinden

Kırım ve Rumeli’de toprakların kaybedilmesiyle oralardan ve Karadeniz’den gelenlerle birlikte Şehremini iskân edilmeye başlandı. O zamanlar çayırlık alan olan bu bölgeye tek katlı kerpiç 29


evler inşa edildi. Yerlilere ve Karadenizlilere rağmen bölgede çoğunluğu Tatarlar oluşturuyordu. Buranın bağlık-bahçelik ve mesire yeri vasfı Bizans’tan beri 1950’lere kadar korundu. 1950’den sonra İstanbul’a başlayan yoğun göç buranın da ahşap mimari dokusunu bozuyor ve yüksek katlı binalar inşa edildi. Şehremini’nin alameti farikası olan Büyük Saray Meydanı irili ufaklı, yüncü, mandıra, butik, kasap vb. dükkânlarla bir kasabayı andırıyor. Bu dükkânlar arasında en ilginç olanı İdris Bakkal’dır. Şehremini Büyük Saray Meydanı ile özdeşleşmiş bu dükkânın hikayesi 1929 yılına uzanıyor. İdris Bakkal’ın hikayesi birçok noktada Şehremini semtinin tarihi ile kesişiyor. Osmanlı’da Tanzimat Dönemi’nin yaşandığı sıralarda, Muhittin oğlu İdris (Cilsim) 1878 yılında Kırım’ın Bahçesaray şehrinde doğuyor. Kırım ve Rumeli’de toprak kaybedilmesiyle birlikte, İdris Bakkal ve ailesi Kırım’dan gelen gelenlerle birlikte ‘Ak Topraklar’a göç ederek sırasıyla Samsun ve Çorum’a geliyor. Şehremini’nin iskan bölgesi olmasının ardından aile İstanbul Şehremini’ye yerleşiyor. İdris (Cilsim) Bakkal, hayatını Ayşe Cilsim ile birleştirdikten sonra Bedrettin, İbrahim, Hacer, Remzi, Mehmet ve Recai isimlerinde çocukları doğuyor. 1929 yılında da bugün hâlâ aynı yerde hizmet veren ticarethanesinde İdris Bakkal namıyla esnaflığa başlıyor. İdris Cilsim’in 1941 yılında, 63 yaşında vefatının ardından evlatları işi devralıyorlar. Bakkal bugün 3. nesil tarafından işletiliyor. 30

İdris Bakkal, meydandaki diğer esnafla birlikte 85 yıldır faaliyet gösteriyor. Yıllar içinde İdris Bakkal da değişerek ve gelişerek varlığını sürdürüyor. 1929 yılında küçük bir bakkal dükkânıyla başlayan yolculuk, bugün yaklaşık 600 m²’lik alanda sebze-meyveden, et ürünlerine kadar uzanan geniş yelpazede sunulan ürün çeşitliliği ile devam ediyor. Meydanda ve meydana çıkan ara sokaklarda bulunan birçok zincir marketten hemen ayrışıyor İdris Bakkal. Diğer marketler gibi sonradan gelme durmuyor aksine hep oralı, semtin bir sakini hissini uyandırıyor. İdris Bakkal, ne marketler karşısında yok olup giden ne de ismini “market” olarak değiştiren bakkallar kervanına katılmış. İşletme zamana ayak uydurarak büyümüş, ürün yelpazesini geliştirmiş ancak asıl işi olan bakkallığı hiç bırakmamış. Belki bugün camlardan sepet sarkıtıp siparişlerimizi veremiyoruz ama içeri girdiğinizde eskiden olduğu gibi, semt esnafı tarafından karşılanıyorsunuz hissi yaşıyorsunuz. Büyüklüğü, güzelliği ve ürün çeşitliliği ile zincir marketlerden farklılaşan İdris Bakkal’ı müşterileri şöyle anlatıyor: M.D.: “1929 yılından beri hizmet veren bu kuruluş bakkallıktan “level” atlayarak büyük bir market olma yolunda emin adımlarla ilerleyerek bugün Şehremini Meydanı’ndan geçerken kesinlikle dikkatiniz çekecek bir alışveriş merkezi haline gelmiştir. Büyüklükte ve güzellikte kendi farkını yaratarak zincir


marketlere taş çıkartan disiplinli çalışmalarının meyvesini aldığını her gidişimde kalabalık olduğundan anlayabiliyorum. Gerek uyguladıkları kampanyalar olsun gerekse içeride bulunan ürünlerin çeşitliliği olsun burayı kesinlikle cazip kılıyor. Şarküteri kısmı kesinlikle çok güzel ve büyük aynı zamanda bir o kadar hijyenik. Manav kısmında ise taze sebze ve meyveleri sizin seçiminize sunarak istediğiniz kadar alabilir ve hemen orada görevli olan kişi eşliğinde tartıya koyarak gramajını belirleyebilirsiniz. Reyonlar son derece güzel sınıflandırılmış ne nerede diye aramanıza gerek kalmadan kendi başınıza istediğinizi bulmanız son derece güzel bir olay. Kasiyerler

neden oldu. S.M.: “Bir bölgede bulunan en sağlam marketleri arıyorsanız bakmanız gereken bazı şeyler vardır. Bir market istediğiniz ürünlere sahip aynı zamanda çeşitli aynı zamanda yeri geldiği zaman çok uygun fiyata ürün bulunduruyorsa bilin ki o market kalitelidir. Üstelik sadece para kazanma derdinde olmayan, müşterilere hizmet sunan bir yer biliyorsanız eğer kesinlikle hemen oraya gitmeli ve ne demek istediğimi anlamalısınız. Öncelikle buraya girdiğiniz andan itibaren kaliteli olduğunu anlıyorsunuz. Girişte elinizdeki poşetleri koyabileceğiniz raflar yapılmış böylece market içinde başka poşetleri taşıma derdine düşmüyorsunuz.

son derece pratik ve hızlılar bu konuda tecrübeli eleman çalıştırmaları çok güzel aynı zamanda aldıklarınızı poşete koyan yardımcı elemanları kasada sıra olmamasının en önemli etkeni ve bu konuda diğer marketler hatta zincir marketlere fark atan hizmetiyle göz doldurmayı başarmışlar. Yerlerin ve ürünlerin temizliğine de son derece özen göstermeleri benden 5 yıldız almalarına

Şarküteri ve manav bölümleri oldukça geniş ve güzel. Kişisel bakımdan yiyeceğe kadar her ihtiyacımı buradan karşılayabiliyorum. Bir markette bulabileceğiniz her şeyi zincir mağazaların o çarpık sistemine aldırmadan yürüten bir yer burası.”

31


Mezunlardan Notlar Haberlerinizi gรถnderin / alumni@sabanciuniv.edu

32


Ece Dilber Gamsız ’03

Melih Özsöz ’04

• American Journal of Human Genetics’te otizm genetiği üzerine bir yayını çıktı.

• “Batı Balkan Ülkelerinde Vize Serbestliği Süreci” isimli yeni kitabı yayımlandı.

• 15 Temmuz 2013 tarihinde Kaan Ata adında bir bebekleri oldu.

• İKV Genel Sekreter Yardımcılığı görevine getirildi.

Kıvılcım Ayşe Coşkun ’03

Ekonomi, Lisans

Biyoloji Bilimleri ve Biyomühendislik, Yüksek Lisans

Mikroelektronik Mühendisliği, Lisans

• National Science Foundation CAREER ödülü aldı.

Toplumsal ve Siyasal Bilimler, Lisans

Mert Özsöz ’04 • 5 Ekim 2013 tarihinde Meral Molu ile evlendi.

Ergi Şener ’05

Ömür Kula ’03

Mikroelektronik, Lisans

’06

Bilgisayar Bilimi, Yüksek Lisans

Ekonomi, Lisans

– Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı, Yüksek Lisans • 30 Ocak 2014 tarihinde Ali Atlas adında bir bebekleri oldu.

’07 - Sanayi Liderleri Elektronik Mühendisliği ve • Projesi ile “MasterCard Europe President’s Award for Innovation” ödülüne layık görüldü.

33


Hande Çayır ’05

Pınar İlik ’07

• Yönetmenliğini yaptığı belgesel “Yok Anasının Soyadı” festivallerde yer aldı.

• 21 Haziran 2013 tarihinde İlker Üçer ile evlendi.

Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı, Lisans

Melih Eriten ’05

Mekatronik Mühendisliği, Lisans • Amerikan Makine Mühendisleri Birliği’nden ödül aldı.

Sıla Özer ‘05 - Ekonomi, Lisans Yiğit Çallı ‘04 - Ekonomi, Lisans

Sarp Centel ’07

Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği, Lisans • Hürriyet Gazetesi’nin “Silikon Vadisi’nin ‘Çılgın Türkler’i” başlıklı yazısında yer aldı.

Serdar Özerman ’07

Bilişim Teknolojileri, Yüksek Lisans

• Mezunlarımızın 2 Aralık 2013 tarihinde Mira adında bir bebekleri oldu.

• Yönetmiş Olduğu «Avantaj Cepte” uygulaması, Doğrudan Pazarlama Ödülleri - Yılın En İyi Uygulaması dalında 3.lük elde etti.

Aslı Erdem ‘06

Aslı Narin ’08

Kültürel Çalışmalar, Lisans • Yapımcılığını üstlendiği “Kumun Tadı” isimli film Berlin Film Festivali’ne seçildi.

Işıl Kavak ’06

Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans

Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı, Lisans • İlk kişisel sergisi UDönüşü Kasa Galeri’de yer aldı.

Nazlı Çilli ’08

Yönetim Bilimleri, Lisans

• 28 Eylül 2013 tarihinde Arif Kalkanlı ile evlendi.

• 31 Ağustos 2013 tarihinde Berker Ali Ertekin ile evlendi.

Ümit Aydın Bostancı ’06

Tankut Aykut ’08

Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans

Kültürel Çalışmalar, Lisans

• 28 Aralık 2013 tarihinde Yasemin Yıldırım ile nişanlandı.

• Kendisine ait sanat galerisi “Karakter” isimli sergi ile açıldı.

Burcu Saner Okan ’07

Malzeme Bilimi ve Mühendisliği, Yüksek Lisans

’11 - Malzeme Bilimi ve Mühendisliği, Doktora • EuroNanoForum 2013 konferansında en iyi poster ödülünü aldı.

Damla Cihangir ’07

Toplumsal ve Siyasal Bilimler, Lisans Siyaset Bilimi Doktora Öğrencisi

Mert Tetik ’04

Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans • Mezunlarımız 30 Ağustos 2013 tarihinde evlendi.

Meriç Algün Ringborg ’07

Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı, Lisans • “Görünürdeki Yazar” Sergisi ile Galeri Non’da yer aldı.

34

Kültürel Çalışmalar, Lisans

Anıl Ozan Yalçın ’09

Malzeme Bilimi ve Mühendisliği, Lisans • Hetero-nanokristaller hakkındaki çalışması “Nanotechnology” dergisi kapağında yer aldı.

Beyza Boyacıoğlu ’09

Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı, Lisans • Son çalışması, kısa bir belgesel olan Toñita’nin Kulübü, New York Modern Sanat Müzesi MoMA’daki Documentary Fortnight belgesel festivaline kabul edildi.


Serhat Can Leloğlu ’10

Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği, Lisans

’13 - Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği, Yüksek Lisans • California - Silikon Vadisi’nde düzenlenen Hack-a-Thon yarışmasında üçüncülük elde etti.

Sinan Tuncay ’10 Canan Dağdeviren ’09

Malzeme Bilimi ve Mühendisliği, Yüksek Lisans • Malzeme Araştırmaları Derneği’nin düzenlediği, Yüksek Lisans Öğrencileri Altın Madalya Ödülü için yarışacak öğrencilerden biri olarak seçildi.

Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı, Lisans • Video enstalasyon projesi “Annem Evde Yok”, 8 Mayıs 27 Ekim tarihleri arasında İstanbul Modern’de yer aldı.

Zeynep Tuzcuoğlu ’10

• Illinois Üniversitesi tarafından Seyahat Bursuyla ödüllendirildi.

Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans

• Türk Amerikan Bilim İnsanları Birliği’nin, yüksek lisans öğrencisi kategorisindeki Genç Araştırmacı Ödülünü kazandı.

Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans

• Illinois Üniversitesi - Racheff-Intel Ödülünü kazandı. • Illinois Üniversitesi Beckman Araştırma Enstitüsü 4. Doktora Sonrası Araştırmacıları Sempozyumu’nda, en mükemmel poster (Grand Poster) ödülünü kazandı. • Nobel Ödülü ve Milenyum Ödülü kazanan bilim insanlarının da yer aldığı, Singapur - Global Genç Bilim İnsanları Zirvesi’ne (GYSS@one-north) katıldı.

Didem Erk ’09

Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı, Lisans

İsmail Kandiş ’10

• Mezunlarımız 9 Kasım 2013 tarihinde evlendi.

Ayşe Çakmak ’11 Yönetim Bilimleri, Lisans

Yaşar Deniz Korzay ’09

Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği, Lisans

‘11 – MBA, Yüksek Lisans • Mezunlarımız 15 Haziran 2013 tarihinde evlendi.

’12 - Görsel Sanatlar ve Görsel İletişim Tasarımı,

Beste Mutlu’12

Yüksek Lisans

Biyoloji Bilimleri ve Biyomühendislik, Lisans

• “Arşivlerde izim bulunmasın isterdim” isimli çalışması 13. İstanbul Bienali›nde yer aldı.

• Mezuniyetinin hemen ardından, “Harvard University, Department of Molecular and Cellular Biology”de, “Molecules, Cells, Organisms” olarak geçen programda doktora yapmaya başladı.

Dilara Onur ’10 - Yönetim Bilimleri, Lisans Erol Sönmez ’10 - Yönetim Bilimleri, Lisans

Nil Ar ’13

Uluslararası Çalışmalar, Lisans • Mezunlarımız 24 Ağustos 2013 tarihinde evlendi.

• Girişimi online satış web sitesi gunessaatgozluk.com’u hayata geçirdi.

Emre Mehmet Ertan ’10 Üretim Sistemleri Mühendisliği, Lisans

• Ekibi ile geliştirdiği “Gözlük” adlı mobil uygulama Türkiye’de haberler kategorisinde ilk 3’e girdi.

Evrim Kuran’10

Yöneticiler için Yönetim, Yüksek Lisans • Ayşe Arman’a verdiği röportaj Hürriyet Pazar ekinde yayınlandı.

35


GrafikaSU 05/2014

iSabancı Media Sabancı Üniversitesi Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul Telefon : (0 216) 483 90 77 - 483 91 06 Faks: (0 216) 483 90 45 e-posta : dergi@sabanciuniv.edu www.sabanciuniv.edu/sudergi

36


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.