Sabun Fanzin #2

Page 1


f

i

firarederar

Gecenin o can alıcı yalnızlığında bay A. Rüyasında ağaçtan düştüğü sırada uyandı. Gözleri ilk önce duvarda ki saati aradı. Ne hazindir ki sokak lambasının evi hiç mi hiç aydınlatmadığını bildiği halde yine saate bakmıştı. Fakat bugün o her zaman ki gecelerden değildi. Galiba saat altı olmalı diye düşündü.

taha karamanoğlu

Çarşafların arasından bir ceylan tedirginliği ile sıyrıldı. Pencerenin karşısına geçip, uyanmanın verdiği sersemlikle sokağa kabaca bir göz atarak hayatın olağan bir şekilde devam ettiğine kendisini inandırdı. Yalnızca güneş doğuyor mu batıyor mu belli değildi. Çalışma masasındaki avizeye ait olan kumandayı alıp, üç tuştan ilkine bastı. Altı tane ampulü olan bu avizenin altısı da yandı. Bay A. bunu fark etmedi. Çünkü hangi tuşun kaç tane ampulü yaktığını bilseydi, ters giden bir şeyler olduğunu o an sezebilirdi. Saat konusunda yanılmamıştı bay A. Bu iç güdünün nasıl oluştuğunu sorgulamış ama araştırmak için bir güdü hissetmemişti. Bunun yerine kahve için ketıla su doldurup banyo lambasının düğmesine dokundu. Bozulup kendisine fazladan iş çıkartan ampule en çağdaş küfürleri ederken, Edison’un yüzyıldır olağan dışı bir sıradanlıkla yanan ampulünü düşünmeden edemedi. Sol taraftaki sıcak suyu açtı. Bekledi. Su akıyor, yine de ısınmıyordu. Bekledi. Gaz bitmiş olabilirdi. Beklemedi. Havluyu kirli çamaşır sepetine fırlatıp çıktı. Bay A. evinde olup biten değişikliklerin hala farkında değildi. Kahvesini içti ve kahvaltı için markete gitme karar verdi. Anahtarlarını ve cüzdanını aldıktan sonra üzerine askılıktan bir mont giyip kapıya doğru elini uzattı.

2

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...


Bay A. bir inanana tanrı’nın aslında olmadığını söylediğiniz zaman ki şaşırması gibi şaşırmıştı. Çünkü kapı kolu yerinde yoktu. Çünkü her zaman sol eliyle tuttuğu kapı kolu, kapının diğer tarafındaydı. Pokerde blöf yediğini anlayan her insan gibi kendini bir sürede olsa aptalmış gibi hissetti. Bir şeyler ters gidiyordu bundan emindi. Kapı kolunun sağ tarafta olduğundan da emindi. Arkadaşları tarafında korkunç bir şakaya maruz kalmış olabilirdi, bunun için döndüğünde kamera kayıtlarını izleyecekti. Bunları düşünürken merdivenlerden indi ve apartmanın dış kapısında da aynı gariplikle karşılaştı. Fakat bu sefer fazla önemsemeden arabasının anahtarındaki kapı açma tuşuna bastı. Bastı fakat araba hiçte oralı değildi. Olayların verdiği yarı aydınlanma ile kilitleme tuşuna bastı, açıldı. Tedirginlik içerisinde biraz da terleyerek sürücü koltuğuna yaklaştı ve tıpkı tahmin ettiği gibi direksiyon sağ koltuktaydı. Ne yapmalıydı, çıldırmalı mı yoksa sakince bu vakayı araştırmalı mı? Düşünmedi. Bir koşuda eve girdi. Doğrudan banyoya gidip soğuk suyu açtı. Artık her şeyden emindi. Kamera kayıtlarını izlemek faydasız olacaktı. Birkaç doktor arkadaşını aramayı düşündü ya da psikolojide böyle vakalarla karşılaşılmış olunabilirdi. Hayır hiçbiri işine yaramayacaktı. Böyle bir vaka daha önce yaşanmış olsa elbette bilirdi. Ne de olsa bay A. bir gazeteciydi. Bir süre kafasını dağıtmayı planladı. Koltuğa çöktü. Karşısında kapalı olan televizyonu gördü. Aklı kumandaya takıldı. Aldı, ,inceledi. Görünürde herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen ikili tuşlar yer değiştirmiş, soldaki tuşlar sağ, sağdaki tuşlar sol tarafa geçmişti. Ancak belirli bir simetriye göre değişiyordu. Yalnızca son bir şey denemek istiyordu, son bir şey. Kalktı holdeki aynanın karşısına geçti Sağ elini kaldırıp gözlerini açtı. Ve aynada sağ elini kaldırmış adama kumandayı indirdi. Ayna parçalanmış ve adam iki cam parçasını gözlerine yerleştirmişti.

2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

3


4

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...


bardabaşın sonu

kevnî el lihyanî

Yağmur olsam ben de rahmet diye inecektim şehrin karanlık yüzüne. Kaytak kompartımanlarda lümpen, haylaz bir seyran hâli süreğenleşmektedir bende. Mürtefi bir kilisenin duvarlarından inanıyorum şimdi evç diyorum felç geçiren kutsal kitaplar iniyor ellerimin arasına. Gecenin nabzını yoklamaktayken uzatırım ellerimin yorgunluğunu sabahın doruklarına. İçimde ki en kara kaptan alargalara açıldı ki ben bıravladım bir gece bu bandırasız hayatımdan. Çünkü benimkisi adarsız bir doğumdu doğanak, çıvgınlar altında tutukluydu ve boğunuk erkence ve aşkın beklenenden sonra. Kendimi dalazlasam bir kurgan içinde ben de inecektim karanlık şehrin yüzüne. Elimde bir leblep ile yol açardım böylelikle kendime. Böylelikle herhâlde hayatı eslerdim ve Racastan’da bir sığırtmaç olur bir çöğmen inşa ederdim. Dudağıma acar bir acara yerleştirir ineklerimi güderdim kendi dumanım altında. Cinsaçları arasında kovuşturur dururdum zibh-i azim kimdir ahret katında? Yekpare günahlarımız hasebiyle yok mudur bu köhnede hiç, yegâne mukaddes arınak? Bardabaşlardan çaşıt olmayacak duygudaşlarım kapanış kanetmektir. Ekelenecek bir gidişat yoktur bizlere kalan acışmaktır. Acışmak, doluksamak ve gönçlükten kurtulmak davrantısız bir anda.

2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

5


zafer boz 6

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...


2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

7


gevrek iman Modernitenin yarattığı en önemli bir algı da toplumsal bağlılığı olmadan da kendini yaşatabileceği konusunda bireyi ikna etmesidir. Bu ikna sahte bir anlatıdır. Öyle bir yaşam yoktur. Ama ima edilmiş sanal bir gerçeklik olarak kabul ettirilir. Kısaca birey toplumdan ayrı yaşamını sürdüremez. Özüne aykırıdır. Son zamanlarda sosyal medya aracılığıyla gençliğin yaygın olarak bu düşünceyi gururla ağzına sakız etmesi, elinde bayraklaştırması tuhaflaşmaya başladı.

siyabend

Sözüm ona yerli yersiz marjinal bir ad ile gündemde kendini gösteren arkadaşlar, yine sosyal medya aracılığıyla copy+paste (kopyala+yapıştır) tekniğini kullanarak mağara adamlıklarını gösterir oldular. Bu gençlikte sürekli bir yalnızlığa özenme, mutsuzluğa müptelalık, dumanlı kafalar, sınırsız alkol tüketimi ve erotizm… Bunları gerçekleştirmek tabi ki de bir seçim ama şaşırtıcı kısmı bunun yeraltı edebiyatının getirdiği bir özgürlük anlayışıyla meşrulaştırılması. Çoktan yeraltı edebiyatının şovalyeleri olmuşlar, üstüne bir de kraldan çok kralcı olup başka yaşam tarzlarını eleştirir duruma gelmişlerdir. Konumuza dönersek eğer yeraltı edebiyatını saplantı haline getiren bu gençliğin, insanların sıradışı olmasının irade ile gerçekleştiğini zannederek ‘’ben de böyle olsam ‘’ deyip kendilerini kapitalizmin yabancılaştırma sürecine ‘’havadan gelen katkı’’ olarak kolaylık sağlıyorlar. Bu arkadaşların klişeleşmiş hayallerinin olması da yine sıkıntılı insanlar olduğunu ispat eder derecesinde. Mesela ’’yurtdışına gitmek…’’ bu ülkeden bir an önce kurtulmak, sadece anı yaşayıp tüm sıkıntılara siktir çekebilmeyi savunan birisi neden buradan kurtulmak ister ki? Onun için sıkıntının bir anlamı olmaması gerekmez mi? ‘’Bir karavana sahip olup herkesten 8

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...


uzaklaşmak’’ tüm dünyayı gezip görmek ama toplumdan uzak yaşamak yani ‘’çokta şeyimde’’ gibi yaşamak… Yalnız hakim yaşama biçimi, bu hayallerin doğruluğuna kanıt değildir. Yurtdışına gitme özentiliğine hak verilebilir ama gözle görülür bir kitlenin yurtdışında yaşamayı hayal etmesi tabiki de insanı korkutarak düşündürüyor. Temel bir nokta vardır asla unutulmaması gereken. O da insanın yaşamı ancak özgür olunduğunda anlamlı ise özgürlüksüz her ortam karanlık, korkunç, bir hiçlik, bir yok oluşluktur. Türkiye’nin var olan durumunu özgürlük süzgecinden geçirirsek eğer Türkiye, üzerinde toprak kalmış bir taşa benzer ve süzgeçten toprağın geçip taşın kalacağını görürüz. Özgürlüğü yurtdışında, karavanda, uzaklarda aramaların kapitalist modernitenin cezaevi sistemlerine benzer olması son derece şaşırtıcı. Kapitalist modernite de cezaevlerinin rolü bireyde sahte özgürlük özlemi yaratmaktır. Hücrelerde günlerce aylarca tutulmak, görüş günlerinin kapalı ortamlarda yapılması, karşı taraf ile temasın yasak olması bu sahte özgürlük anlayışının yerleşmesi içindir. Fakat cezaevleri ıslah evleri olmayıp, topluma karşı ahlaki görevlerin, ödevlerin yerine getirilmesinin de öğrenildiği mekânlardır. Dolayısıyla etik yargıların okuldan çok cezaevlerinde alındığını söylersek yanılmış olmayız. Tabi hangi koğuşu düşündüğünüz size kalmış. İnsanlar ne için? Kimin için? Yaşadıklarını kavramışsa nerede yaşadıklarının ya da nerede yaşamadıklarının bir önemi yoktur. Buna bonus olarak mutluluk, saadet, yaşama sevinci vb. nihai duygular vuku bulur. “Bu ülkede yaşanmaz diyenler, bu ülkeyi yaşanmaz hale getirenlerdir.”

Cemil Meriç

2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

9


hey kel

naci balık

Önemsiz bir dairede, önemsiz bir memur olarak çalışan ve tüm hayatı boyunca yeterince önemsenmemenin verdiği bir boşvermişlikle işinden başka her şeye karşı ilgisini kaybetmiş önemsiz bir adam olan hikayemizin kahramanı bay önemsizin telefonu belki de ilk kez önemli bir şey için çaldı. İşinize olan bağlılığınız ve vatandaşlık görevlerinize karşı duyduğunuz sarsılmaz sorumluluğunuzun karşılığı olarak, A. Meydanındaki Ulusal Kurtuluş Anıtı’nın yanındaki boş alana heykeliniz dikilmiştir, heykeliniz tıpatıp size benzemektedir, heykelle ilgili bir sorun yaşarsanız bize bildirebilirsiniz dedi telefondaki ses ve aniden telefon kapandı. Küçük memur hemen evden fırladı bahsi geçen yere gittiğinde orada gerçekten de tıpatıp kendisine benzeyen bir heykel gördü. Heykeli uzun uzun inceledi, heykelin kendisine olan şaşırtıcı benzerliği karşısında hayretlere kapıldı. İçi gurur ve heyecanla doldu. Sarhoşluğa benzer hislerle dolu olarak eve döndü ve tüm gece boyunca yatakta bir o yana bir bu yana dönerek uyumaya çalıştı. Sabah olduğunda ilk iş olarak heykelinin yanına

10

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...

gitti. Heykeli gün ışığında tekrar tekrar inceledi. Sonra bir köşeye gizlendi ve oradan gelip geçen insanların heykele bakıp bakmadıklarına, bakıyorlarsa yüzlerinde oluşan ifadeye dikkat kesildi. Yanlarına gidip bakın bu heykel benim heykelim demek istiyor ama korkuyordu. Öğle aralarında ve iş çıkışlarında soluğu heykelinin yanında alıyor, tekrar tekrar inceliyordu. Bazen daha önce gözden kaçırmış olduğu bir ayrıntıyı keşfediyor ve heykeli ilk kez görmüşçesine seviniyordu. Gece saatlerinde ortalık durulduğunda yanında getirdiği bezle heykelini parlatana kadar siliyordu. Ancak heykel pırıl pırıl olduğunda içi rahat ediyor ve evine gidip rahat bir uyku uyuyabiliyordu. Rüyalarında da sürekli heykelini gördüğünü, heykeliyle konuştuğunu söylemeye sanırım gerek yoktur. Kendi heykeline karşı duyduğu sevgi zamanla tutkuya dönüştü. Heykelinin yanından bir an olsun ayrılmak istemiyordu. Heykelin yanından geçen birini bir şey sorma bahanesiyle durduruyor, bir süre sonra heykeli gösteriyor ve şehirdeki en güzel heykel olup olmadığını soruyordu. Eğer karşısındaki heykel-


le kendisi arasındaki benzerliği anlayamazsa sinirleniyor ve kimi zaman şöyle bağırdığı bile oluyordu: -Bunu göremeyecek kadar kör olamazsınız! Mesele sadece insanların kendisiyle heykel arasındaki şaşırtıcı benzerliği görememesi de değildi. Kimi zaman öfkeleniyor, heykelin hemen yanında tıpkı heykel gibi dikiliyor ve kıpırdamadan bekliyordu. Bu duruşta ulusal ruhumuzu temsil eden, dürüstlüğü ve çalışkanlığı simgeleyen bir şeyler vardı. İnsanlar bunu görmeliydiler. Milyonlarca küçük memur varken kendisinin heykelinin yapılması tesadüf olamazdı. Bunu herkes anlamalıydı. Bu yüzden anlatmaya başladı. Adres tariflerini, tarif edeceği yer heykelden çok çok uzakta olsa bile mutlaka heykele göre yapıyordu. Ya da eğer bir ceketten bahsetmesi gerekirse şöyle diyordu: Ulusal Kurtuluş Anıtının yanında küçük ve harika bir heykel var, o heykelin sırtında gördüğüm türden bir ceket. Bu kadar da değil, birinin boyundan bahsetmek gerektiğinde kahraman memur heykelinin (heykeline ara sıra böyle hitap etmekten hoşlanırdı) boyuyla aynı boylarda bir adam diyordu. Tutkusu tüm tutkular gibi yok edici bir nitelik kazanmaya başlamıştı ve bir sabah olağan bir biçimde heykeline bakmaya gittiğinde heykelinin burnunun kırıldığını gördü. Kendini ölecek gibi hissetti, hemen kendi burnunun yerinde olup olmadığını kontrol etmek için eliyle burnunu yokladı. Allahtan kendi burnu yerinde duruyordu. Kendisi-

ne heykelinin dikildiğini haber veren ve bir sorun yaşanırsa arayabileceğini söyleyen adam geldi aklına aniden. Heykellerden sorumlu büroya gitti, kendisi gibi benzer sorunlar yaşayan ve tıpkı kendisine benzeyen bir sürü adamın sırada olduğunu gördü. Hepsi birbirlerine heykellerinden bahsediyor ve yine hepsi kendi heykellerinin farklı özelliklerini anlata anlata bitiremiyorlardı. Sırada uzun süre bekledi bir dilekçe yazdı, dilekçeyi teslim etti ve üzgün bir şekilde evine döndü. Ertesi sabah bir umut, heykeline yeni burun takılıp takılmadığını görebilmek için heykelinin yanında aldı soluğu. Ancak heykeli yoktu. Başından aşağı kaynar sular dökülür gibi oldu. Orada sürekli bekleyen satıcılara, dükkan sahiplerine heykelini görüp görmediklerini sordu. Hiç biri böyle bir heykelin varlığından bile haberdar değildi. Heykel bürosuna yeniden gitti ve öfkeyle heykeline ne olduğunu sordu. Orada çalışan bir memur heykelinin ıskartaya çıkarılabilmiş olabileceğini ve ıskartaya çıkarılan heykellerin de yararsız şeyler deposuna konduğunu söyledi. Bay tükenmiş, heykelini alıp eve götürmek ve ona bir burun yapabilmek için yararsız şeyler deposunun yolunu tuttu. Depoya girdiğinde kendi heykeline tıpatıp benzeyen binlerce burunsuz heykel gördü. İçlerinden birini aldı ve evine geri döndü.

2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

11


fotoğraf: sedatw 12

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...


bir duvar ki duvarlar içinde acıyı da duyar sevinci de köşeyi dönünce karşımızda alnının ortasına gün vurmuş ... ...

mahmut alptekin

2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

13


3:53

mornie menel

Bir iş seyahati için yola çıkmam ile başladı her şey… Tüm anlatacaklarımı anlamanızı beklemiyorum. Camridge Üniversitesi’nin Tarih bölümünden mezun olduğumda kafamda yapacağım işe dair hiçbir fikir yoktu. Neden orada olduğuma dair bir fikrimde yoktu açıkçası, hayat beni bir yerlere sürükleyip üzerimi kum yığını ile kapatıyordu. Sadece antika tarihi belgeler ile kitapları incelemeyi seviyordum ve bunlar hakkında tartışmayı. Sabit beynim, tarihi tartışmalarda da tek bir noktadan hareket ediyordu. Her neyse… Asıl konuya dönmeliyim, bir süre önce 90’larda tıkılıp kalmış bir kasabaya doğru gizemli bir yolculuğa girişmiştim. Londra yakınlarında Came Town isimli bu kasaba hakkında birçok şey okumuştum. Okuduklarımdan en çarpıcı olanı ise kasabanın zamana ayak uyduramamış olmasıydı. Gülünç gelen bu ifade benim beynimde uyutmayacak denli saplantılı hayaller doğuruyordu. Tarih’in durduğu yer arayışım delirme seviyelerine varıyordu. Ve yola çıkma kararımı uyuyamadığım ilk geceden sonra kesinleştirdim… İlk kez tarihi bir metin yazıyorum. Londra’nın en büyük halk kütüphanesinde geçmemiş bir tarihi yazıyorum. Kitap kokusunu bastıran kahve kokusu… Tek ilham kaynağım bu karışım, gerisi salt gerçek. Her şey olağanüstü

14

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...

bir sıradanlıkla devam ediyor Londra’da ve kütüphanede… Ben ise olağanüstü bir yorgunluk ile oturmuş bir şeyler yazma çabası içerisindeyim. Çünkü bu yaşananları bir yere dökmeliyim. Bu yazıyı kimin okuyacağına dair bir fikrim yok. Herodot misali, belki de bir 300 sene sonra meşhur olacağım. Ancak şuan anlatacaklarım sadece bir filmin senaryosu sayılabilir. Her neyse… Yine sigara dumanı ve kahve karışımının inanılmaz kokusunun hakim olduğu arabamla karanlık bir yoldan normal bir hızla ilerliyordum. Sağlı sollu ağaçlar sanki bir el gibi yola uzanıyordu. Yol karanlık ve boştu. Uykum yoktu; havasızlık iştahımı kapatmıştı. Asfalttan gelen ses haricinde hiçbir ses yoktu. Hiçbir şey düşünmüyordum ve gayet sakindim. Ancak... Yolun üzerinde yatan bir ceset görene dekti bu dinginlik. Ceset? Ceset miydi? Direksiyonu kırdığımda kendimi ağaçların arasında baygın halde buldum. Uyandığımda boynum tutulmuştu. Kapının sıkıştığını zannederek panikle çırpındım. Sadece kilitli olduğunun farkında vardığımda kendi kendime küfürler sıraladım. Aklıma yolun ortasındaki ceset bir türlü gelmiyordu. Neden bu lanet ormana kırmıştım direksiyonu? Nereye gidiyordum böyle? Ne nereye gittiğimi umursuyordum ne de neden buraya çakıldığımı, umurumda olan tek şey, yaşama gerçeğiydi.


Dumanlar çıkan arabamı geride bırakıp, yola doğru ilerledim. Bir sigara çıkardım paketten, titreyen ellerim ile çakmağı sabitlemeye çalışırken diğer yandan titreyen dudaklarım sigarayı yere bırakıverdi. Karşımda öylece yatan cesedi gördüm. Ben çarpmıştım! Lanet olsun, biraz daha kafein almalıydım belki de! Her zaman yaptığım gibi kendime çılgıncasına öfkeleniyordum. On saniyelik bir uykunun birini öldürdüğüne inanamayarak ellerimi saçlarımın arasında kenetlemiştim. Küfürler ediyordum, küfürlerimi hiçbir zaman kimsenin duymayacağından emindim yine. Çevremdekilere göre masum olan ben, onlara günde onlarca küfür ediyordum. Sigara içmediklerinden, şemsiye taşıdıklarından ötürü… Onlarca küfür. İçimdekileri onlara söyleseydim, benden uzak duracaklarını biliyordum. Korkak biriydim. Yalnız kalmaktan korkuyordum. Yaşarken ölmekten. Dostlarımı kaybedersem işimi de kaybedebilirdim. Tüm statüm kaybolurdu. Her neyse, konu elbette ben değilim… Cesede doğru yaklaşırken üşüdüğümü hissettim. Ölüm, bir tokat savurmuştu yüzüme. Ensemde o meşhur ölüm meleği soluyordu. İstemeyerek ölü adamın bileğinden tuttum. Atan nabzını duyuyordum. Takip etmek için saatime baktım tarih kısmında 14.12.1990 yazdığını gördüğümde beynime kan sıçradı. Solgun bileği yere bırakıp geri çekildim.

düştüm. Apar topar doğruldum. Gözlerimi bir mucize gerçekleşmesini bekler gibi ölü adama dikmiştim. Saatime bakmak istemiyordum, ama beynim ısrarcıydı. Kolumu kaldıran bir güce dönüşmüştü beynim. Karşımda bir ben vardı ve kolumu kaldırıyordu. Saat 03.53. Tarih 14.12.1990.

Az ilerdeki Came Town tabelasını gördüm. Arabama dönüp baktım, 90 model Mustang’ten başka bir şey göremiyordum. Bu benim arabam değil dedim acı acı yutkunarak. Benim, dedi ölü adam konuşarak doğrulurken/canlanırken. Ne oluyor, diye haykırdım korkarak, iğrenç sigara kokan nefesimi duyumsamıştım. Yumuşak ve sakin bir sesle konuştu ölü adam, Came Town’a hoş geldin bana Timoty derler. Kekeleyerek konuşuyordum, çünkü bunca sıra dışı şeye karşı edecek laf bulamıyordum, sen… Sen de kim oluyorsun? “Timoty… 14.12.1990 – 03.53… Ah! Bu tarihte ölürüm bu yolda ve dirilirim… Hazin bir kazaydı, evet. Tanıştığımıza sevindim ahbap! Hoş tesadüftü doğrusu! Ya sen… Sen kimsin? O garip şey de ne öyle?” Ölü adamın… Lanet olsun… Timoty’nin öldüğü umurunda değildi. Sanki bu döngü oldukça sıradan bir şeydi onun için. Bizim için kahve makinesinin her sabah kahve yapması kadar sıradan bir döngüydü bu vaka… İsteksizce cevapladım sorusunu: Ayağı kalkmaya çalışırken sendeleyip “Saat. Bir saat. Dijital… Ben Jack…”

2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

15


“Bu saatte ne halt yemeye dolaşıyorsun buralarda Jack?” Artık ne diyeceğimi bilemiyordum. Sanki bir palyaçoymuşum gibi bakıp bakıp gülüyordu bana. Kekeleyerek devam ettim konuşmama, modern dünyanın ezik insanıydım ben. “Yolumu… Evet. Yolumu kaybettim! Came Town’a gitmeliyim!” Kahkahalarla devam etti ölü adam… Daha doğrusu, Timoty! “Yolumun üstü… Ben götürebilirim seni ahbap! Tabi Mustung’ime kusmayacaksan…” Solgun yüzüme yanıt bekler gibi bakıyordu. Gülümsemeye zorladım kendimi, ne de olsa bir insanı ancak böyle geçiştirebilirdik her tarihte. Sonra konuşmasına iştahla devam etti Timoty: “Sen yürüyerek mi geldin buralara kadar Jack?” Nasıl anlatacağımı bilmeden sürdürdüm konuşmayı, üşüyordum ve heyecan kaplamıştı bedenimi. Çenem tirtir titriyordu ve ben bile konuştuğumu anlamakta güçlük çekiyordum. “Senin araban. Orada olan benim arabam olmalıydı… Galiba kayboldu ve seninki geldi şu Mustang...” Saçmalıyormuşum gibi yüzüme baktı. Sanki her şey sıradanmış gibi gülümseyerek sürdürdü konuşmasını: “İçkiyi çok abartmışa benziyorsun Jack! Hemen arkadaki hurdalık senin olmalı.” Bir an kendimi olağanüstü bir şeylere kılıf uyduran bilim kurgu yazarı gibi hissettim. Oysa her şey sıradandı! Ara-

16

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...

bam 90 yapımı bir arabaya dönüşmemişti! Ve karşımda öldüğü tarihte canlanan, 90’lardan çıkamayan bir adam vardı. Küfür bile edemiyordum, çünkü delicesine düşünüyordum. Fikirler yürütüyordum, kısa kısa fikirler. Çaresiz miydim? Sıradan bir cevap vermeye uğraşarak konuştum: “Evet… Evet. Oradaymış! Lanet olsun! Aklım!” “Kendine bu kadar yüklenme Jack! 90 model bir Mustang herkesin aklına başından alabilir!” Onun kahkahaları ile Mustang’e doğru ilerledik. İterek arabayı yola çıkardık. Came Town’a doğru yol aldık. Nirvana’dan şarkılar eşliğinde yolculuğumuzu sürdürüyorduk. Bir sigara içmeye o kadar ihtiyacım vardı ki… Timoty’nin filtresiz sigarasını mide bulantısı ile yola savurduğum için hayıflanıyordum. Kasabaya vardığımızda sanki 90’lara geri dönmüştüm. Her şey… Her şey yitip gitmemiş bir tarihti! Halk bana garipseyerek bakıyordu, zamanda yolculuk yapan biriymişim gibi beni süzüyor ve anlam veremiyorlardı. Doğrusu ben de aynı durumdaydım. Bir süre kasabada kaldıktan sonra, buraya, Londra’ya döndüm ve hemen açık bir kütüphane bulup olanları yazmaya koyuldum. Eğer bana inanmıyorsanız gidin ve görün. Hatta… 14 Aralık’ta gidin. Saat 3.53’te orda olun. Timoty sizi karşılayacaktır.


Mary adlı bu fil, kendisini vuran bakıcısını öldürdüğü için 1916 yılında 2500 kişinin seyrettiği törenle idam edildi. İlk denemede kopan zinciri yüzünden düşüp beli kırıldı. İkinci deneme başarılı oldu. Yapılan otopside, bakıcının vurduğu dişinde apsesi olduğu ve yaşadığı acı sebebiyle bakıcısını öldürdüğü anlaşıldı. -Amerika

2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

17


ibretlik bir olay 2 Karşıdan karşıya geçerken sağa sola bakmayı terk etmiş bu nesil, ışıklara bu kadar güveniyor olamazdı. Elindeki sigarayı hızlı içişi ve karşıdan karşıya geçerken ki heyecanı; az ileride olan dolmuş durağına yetişme zahmetinden daha öteydi. Bu acele edişin bir nedeni vardı. “Bir kişi uzatır mısınız?” insanlarıyla savaşmayı; hayatta uğruna ölünecek bir dava haline getirebilmişti.

twitter.com/dezegene

Dolmuş durağına; yavaşça hızlı okumaya çalıştığınız bu yazıdaki gibi ilerlemesi ve ilk gördüğünüzde; “önemli adamlardır” diye düşündüğünüz, elinde telsizler olan muavinlerin yolcu senkronizasyonu için sordukları soruları cevaplamadan direkt dolmuşa binmesi; davasından ödün vermediğini gösteriyordu. Kafasını, üzerinde; “dikkat otomatik kapı çarpar” yazısı olan kapıdan içeri sokar sokmaz, gözünü en son koltuklara iliştirdi (bilerek iliştirdi, bu farklı bir iliştiriştir, anlayamazsınız…). Suratını salak bir hüzün saran şahsiyet, dolu olduğunu anlamıştı. Fakat hemen sol (arabaya göre sağ) tarafta duran boş koltuğun varlığı surat ifadesini değiştirmişti. Dolmuşun kalkmasına 3 kişi kalmıştı. Elini cebine attı ve mepeüç pıleyırının etrafına sarmış olduğu kulaklık kablosunu çözmeye çalıştı. Tam o sırada bir yolcu daha dolmuşa bindi ve şahsiyetimizin yanına yaklaşarak kulağına doğru hedef aldığı ağzını mıy mıy bir sesle konuşturmaya başladı. Bizimki ne olduğunu anlamadı ve; “heaa?!” dedi. Yolcu; “Buraya oturabilir miyim acaba, sizi şu yan koltuğa alsam, benim poşetlerim var” dedi. Pes etmek ruhuna aykırıydı şahsiyetimizin. Mimiklerinde küçük bir bocalama eşliğiyle; “siz poşetlerinizi bana verin, sahip çıkarım” dedi. Yolcu; “hey lanet olsun, senin sorunu ne ahbap!” dedi. Şaka şaka öyle demedi. Tam olarak şöyle dedi; “Heaa yok yok, farketmez. Ben diğer koltuğa geçerim.” Şahsiyetimiz gururla arkasına yaslanıp, kulaklığını taktıktan sonra “mind killers” parça listesini açar ve sesi sonuna kadar kaldırır. Fakat yolcu, kıl

18

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...


kapmış gibiydi. Şahsiyetimizin umur sınırlarının dışında olsa da küçük bir rahatsızlık gittikçe büyüyordu içinde. Tüm bunlar yaşanırken, diğer 2 yolcu da gelmişti zaten. Dolmuş kalkmak üzereydi ki; “bir kişi uzatır mısınız?” kulaklığını çıkardı ve arkasına baktı. Ne uzatılmış kol ne de alınmayı bekleyen para… korkmuştu. Bu sefer kulaklığını takmadı. Hızlı bir şekilde sardı sarmaladı ve cebine sokuşturdu. Yağlanmış saçlarını cama yaslayıp gözünü kapatarak olası bir ihtiyar felaketine karşı önlemini almıştı. Korktuğunun başına gelmesi modasını bütün çılgınlığıyla yaşayan şahsiyetimiz için dolmuş durdu ve kolunda bebeğiyle binmeye çalışan kadın gözlerini koltuğa dikmeden bizimkinin ayağa kalkması ve yerini kadına vermesi 10 saniyeyi aldı. İnsanlık görevini istemsizce yerine getirmişti. Tutamaklardan tutunan şahsiyetimiz, “ben bu dolmuşta değilim, benim canım sıkkın. Sakın bana bulaşmayın”vari hareketleriyle etrafına sinyaller gönderiyordu. Derken; “bir kişi uzatır mısınız?… burdan da bir öğrenci…”, “şurdan iki kişi”, “burdan da”, “bi’de şuradan denemek ister misin?”… İki eliyle kafasını sıkıştırıp; “kaptan müsayiiğğiit” dedi. Dolmuştan dışarı attı kendini. Gözleri yaşarmıştı, ağlamaklı suratıyla başını eğerek adımlarını izliyordu. Önüne bakamadığından içinde küçük bir heyecan vardı. Ve tam o sırada kafasını direğe çarptı ve öldü.

2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

19


karun hapishanesi 1870-1920 yılları arasında Doğubayazıt’ta yaşadığına inanılan ve sevdiği kadını yazacağı kitapta ölümsüzleştirebileceğini düşünen Mercan Karaca, bunu başaramayınca kadını Pamuk Geçidi’nde Kâbus Dağı’nın taşlarıyla öldürür. Ölümün sesini araması Mercan’ı Karun’un sonsuz karanlığına hapseder. Her ne kadar Kaf Dağı ‘oralarda’ bir yerlerde kendi gerçekliği ile dillenmeyi başarabilmiş ise, Mercan Karaca ve Karun Hapishanesi de ‘buralarda’ kendi gerçekliği ile dillenmektedir; yüz yıldır. Yüz yıldır Mercan’ın Doğubayazıt’a sinmiş olan çığlığını alıp hikâye etmeyi başarabilen insanlar, gerçeğin acısını çeken bir adamı Karun’dan daha ürkütücü daha dipsiz bir zindana Usulca bıraktıklarının farkında değillerdir. Ölümün bir sese ve o sesin bir kelimede bir yerlerde ete kemiğe bürüneceğine olan inancım sönmedi ve sönmeyecektir. Mahsun ŞAHİN – Kırmızı Günlükler (12.01.2008) Bölüm 1 -Mesut’un Bilinenin İçerisinde Kaybolması-

mahsun şahin

‘’Ne yaşayanlar, ne de ölüler arasında kendimi yakın hissettiğim hiç kimse yok. Bu tarif edilemeyecek kadar ürpertici.’’ Nietzsche Aras’la bir kış sabahı, pencereleri buz tutmuş yarı karanlık bir kahvede karşılaşmıştık. Günlerce yağan kar o sabah da Doğubayazıt‘ın üstüne bırakıyordu kendini. İçeride kaçak tütünden sarılmış sigara dumanları, öksürük sesleri, insanın göz kapaklarını ağırlaştıran sobanın çıtırtısından başka bir Allah’ın kulundan ses çıkmıyordu. Kar düşüyordu. Misafir karşılar gibi bakıyorduk dışarıdaki beyazlığa. Kahvenin önünden birkaç kez birinin geçtiğini fark ettim. Pencereler dışarıdan buz tuttuğu, içeriden de buğulandığı için kim olduğunu seçemiyordum. Sonra kahvenin önünden geçtiğini fark ettiğim kişi, eliyle pencereyi silip içeriyi görmeye çalışıyordu. Kapıyı birkaç kez zorlayarak içeriye girmeyi başardı. Kulaklarımız kapı gıcırtısıyla dolmuştu o an. Çaycı bir ayağını tahta sandalyesine oturtmuş halde kestiriyordu. Yüzünü bildiğim ama bir türlü nereden tanıdığımı çıkartamadığım turunç saçlı bir adam elindeki aynasıyla bıyıklarına bakıp duruyordu. Doğubayazıt ve Diyadin hattında dolmuş şoförlüğü yapan İsmail de oturmuş ayakkabısının içine keçe yerleştiriyordu. Yanlış hatırlamıyorsam saat sabah sekiz, sekiz buçuk arasıydı. Aras içeriye girdiği zaman, kahvenin sıcaklığına kapılmadan uyumamayı başaranlar

20

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...


televizyon kanalı değiştirmiş gibi Aras’a odaklanmışlardı. Konuşacak hali yoktu ki kahvedekilere selam bile vermeden yanıma oturup, üstünü başını çıkarıp, ayaklarından da çoraplarını çıkartıp iyice sobaya ilişmişti. Biraz ısındıktan sonra da yeni uyanmış olan çaycıya: ‘‘Çay. Limon da kes sana zahmet’’ diyerek, seslenmişti. Oysa ‘limon kes’ demesine gerek yoktu çünkü buralarda çay limonsuz verilmezdi. Üç dört gün arayla karşılaşırdık onunla. Beraber Doğubayazıt Pasajı’nı gezer, sokakları tek tek dolaşır tekrar kahveye dönerdik. Daha sonra onu evimde ağırlamak istemiştim, o da kabul etmişti. Çarşıdan karlara bata çıka, Pamuk Geçidi köylerine kalkan dolmuş durağına kadar yürümüştük. Dolmuşa binip, arka koltuğa oturmuştuk. Dün gibi hatırlıyorum o anı. Kâbus Dağı’nı görüyordum. Bu dağı ne vakit görsem içime çocukluğum dolardı. Kâbus Dağı’nın eteğinde duran ve yıllarca büyüklerin hikâyelerinde iki insan siluetine giren iki ağacı; etrafı tılsımlı yılanlarla korunan, yeşil rengi hiç kaybolmayan ve büyüklerin hikâyesinden sonra yüzümüzü dönüp bakamadığımız Kâbus Dağı’nın o iki ağacını görüyordum. O gün, o dolmuşta belki de çocuklarını şu Kâbus Dağı’nın iki ağacı hikâyesiyle büyüten yaşlılar, radyonun cızırtılarından pek de anlaşılamayan o türkünün ve dolmuşun sıcağı arasında bir yerdeydiler. Alışılmış bir dalgınlıktı şu dolmuştakilerin sessizliği. Masalların içinde büyüyüp masalara ait olmamak gibi bir şeydi bu. Yarım saat kadar yol gittikten sonra inip, asfalt yoldan sapıp, yirmi dakika kadar yürüdükten sonra eve varmıştık. Sobayı yaktım, çayı koydum, köpeğe biraz ekmek verip havadan sudan muhabbete bulaşmıştık. Ne olduysa o an olmuştu: Aras bana, hikâyemin olup olmadığını sormuştu. İşte o an, ben, o sıcacık evde mis kokulu çayı içerken sorunun şeytaniliğini anlayamamıştım ve çok eskilerden Karun Hapishanesi’nin on üçüncü mahkûmlarından ve büyük büyük dedemin de yakın dostu olan Mercan Karaca’nın, dedemden ve amcalarımdan duyduklarımı anlatmaya başlamıştım. Kar düşmüyordu artık, gün doğumuna da az kalmışken, Aras, defterini kalemini çantasına koyup tek kelime etmeden çıkıp gitmişti. Tam üç hafta kadar onu ne çarşıda ne de kahvelerde görmüştüm. Bir akşam vakti köpeğimin ekmeğini hazırlarken uzakta bir karaltı gördüm. Yaklaşınca anlamıştım, bu Aras’tı. Yanıma yaklaşınca nefes nefese ‘’ Mercan’a ait ne varsa hepsini istiyorum’’ diye söylenmeye başlamıştı. Bildiğim, duyduğum her şeyi anlattığımı açıklamaya çalıştıkça ikna olmuyordu ve bağırıyor, yakamı tutup savuruyordu.

2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

21


Bir yıl boyunca sürekli evime gelip bazen kibarca bazen de çıldırmış gibi benden Mercan Karaca hakkında olan biten her şeyi istiyordu. Sonunda bir insanın şeytandan bile daha kötü olabileceğine, beni bir hikâyenin içine atarak göstermişti. Ben Mesut. Bilinen bir yerde; ama bilinmeyen bir zamanın içine atılıp kaybolan biriyim. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum; Aras beni hatırladıkça bir yerlere gidiyorum, bazı suretlerle konuşuyorum, cin taifesinin bile gidemeyeceği yerlere gidip oturuyorum. Aras beni hatırladıkça ben şekilden şekle giriyorum ama o beni buralarda unutunca, o an nerede isem dona kalıyorum. Mekânda ne rüzgâr esiyor, ne yağmur yağıyor ne de gün batıp doğuyor, hiçbir şey olmuyor. En acısı da ölemiyorum. Beni hatırlamaya başladığını önce gökyüzünden bir çift gözün belirmesinden anlıyorum. Birden çiçekler hareketleniyor ve ben hep o anda kanıksadığım bir yaşamın içinde buluyorum kendimi. Sonra o sesi duyuyorum; can ağrısı gibi. Aras benden, seslerin ve renklerin iç içe geçtiği, hareketlerin ve görüntülerin ancak bir sis perdesinin elverdiğince görülebildiği bir zaman ve mekânda yaşamış olan Mercan Karaca’nın bütün hikâyesini istiyor. Mercan’a ait mektupları ve büyük büyük dedemle yaşamış oldukları her ana dair duyduklarımı ve bildiklerimi istiyor. Aras benden, masalların içinden çıkan bir rüzgâr gibi Doğubayazıt’ın uzun kırlarından altın sarısı otları okşayarak dağlara yükselen çocukluğumun sesini istiyor. İkindi vakitlerinde Kâbus Dağı’nın ötesinden gelen sarı ışıkların köyün griliğine karıştığı zamanlarda, köy yoluna girerek sevinçten bağırmamıza sebep olan, iki küçük kardeşimle çizmelerimizi giyip buz gibi havada donlarımızı bile giymeyi unutturan; donsuz halde avluya çıkıp, sevinçli gözlerle hayal ettiğimiz renkli sakızları, plastik bardakları, şekilli balonları, rengârenk oyuncakları kursağımızda bırakıp, köyün biraz dışında kalan evimize gelmeden uzaklaşıp beni ve iki küçük kardeşimi peşinden koşturan, dizlerimizin, ellerimizin, yüzümüzün yara bere içinde kalmasına sebep olan ‘’Çerçi’’ denen o tüccarın oyulmuş gözlerini istiyor. Dedem ve amcalarım Mercan’ın hikâyelerine başlarlarken korkudan bakamadığım buz tutmuş camın maviliğine yansıyan gölgeyi bulmamı istiyor. Gidiyorum. O sesleri, gölgeleri, kelimeleri, mektupları ve her ne varsa bulup getireceğim ve ben de ölebilme umuduyla Aras ’ın söz verdiği gibi yurduma geri döneceğim…

22

SABUN #2

Aklınızı köpürtür...


2# NUBAS

...rütrüpök ızınılkA

23


Neşet Ertaş’ın da dediği gibi, kendini bilen bilmeyenin kusuruna bakmaz.

titreşim adresi; sabunfanzin@gmail.com facebook.com/sabunfanzin twitter.com/sabunfanzin sabun pdf/e-fanzin için; pdfkutuphane.com/sabun ücretsiz abonelik için bize ulaşın.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.