sacayak
Baskımız Çok Gecikti, Özür Dileriz...
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
BU SAYIDA: Açık Birlik Çağrısı - Hacı Bektaş Veli Dergahı Postnişini Veliyettin Ulusoy ile Söyleştik - Ahmet Koçak Mezopotamya Birinci İnanç Çalıştayı Demokratik Toplum Kongresi Mezopotamya İnanç Platform Girişimi - Sonuç Bildirgesi Sacayak Adına Engin Urcan’ın konuşmasından - Laik-Demokratik Cumhuriyet İstiyoruz, AKP’nin Uyduruk Anayasa Değişiklerinin Ardına Takılmayız Özgür Demokratik Alevi Hareketi Adına Ergin Doğru’nun sunduğu Bildiri’den - Nasıl Bir Laiklik Anlayışı Haşim Kutlu - İslam’ın Özü Olmak ya da Devlet Karşıtlığı Ahmet Koçak - Genç Aleviler Konuşuyor - Bölüm I Alevi Gençlerin Söylediklerinden Bölümler: Ali Kartal, Gani Kılıç, Ayhan Arslan, Atilla Münüklü, Zehra Yıldız, Rahime Karahan Esen Uslu - Parti Kurma Girişimiyle Elini Kolunu Bağlayan “Demokratik” Alevi Hareketi İsmail Kaygusuz - Nasîrüddin Tûsî - Bölüm I Lütfi Kaleli - İrene Melikof: Hak Divanına Dizildi, Pir Defterine Yazıldı Demir Küçükaydın -Din Nedir? - Bölüm I Besim Can Zırh - Almanya’da Yaşayan Aleviler - Bölüm I Nedim Kanoğlu - Ahlâk
Cumhuriyet’in Bu Fotoğrafla Sizi Aldatmasına İzin Vermeyin. Alevi Partisine Destek Yok!
ISSN 1308-7967
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Burcu Sok. No: 6/1, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı Türü: Yerel - Süreli
Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €
10
Ocak-Şubat 2010 / Sayı:
Sayı 10
www.cumhuriyet.com.tr/?hn=119270
SACAYAK
Aleviler Örgütleri Eliyle Bir Siyasi Parti Kurdurma Girişimine El Altından Kim Nasıl Destek Veriyor
Bir Siyasi Utanmazlık Örneği Esen Uslu
4
MART günü Cumhuriyet gazetesinin internet portalında yukarıdaki resmin altında “Solda Yeni Soluk” başlıklı bir haber yayınlandı. Haber, bir açıklama yapıldığını belirterek şöyle başlıyor: “Uzun bir süredir hakkında açıklama beklenen solda yeni parti, 10 Mart’ta kuruluşunu gerçekleştiriyor. Demokratik Açılım ve Alevi Çalıştayları’ndan umduklarını bulamayan Alevi örgütleri, yeni bir parti arayışı içerisinde olduklarını bundan bir süre önce açıklamış fakat ortaklarının ve genel başkanının kim olacağına dair kesin bir ifade kullanmaktan çekinmişti. Hazırlık sürecini tamamlayan ve rotasını çizen yeni sol parti, genel başkanını ve kurucularını açıkladı.” ABF Genel Başkanı Ali Balkız’ı kurucuların arasında birinci sırada zikreden haberin üzerindeki fotoğraf son derece çarpıcı. Yapılan açıklama ile hiçbir ilişkisi olmayan ve aylar önce, 2008 yılının Aralık ayında çekilmiş olan bu fotoğrafta Balkız’ın solunda Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy, sağında ise Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı Tekin Özdil görülüyor. Veliyettin Ulusoy, ABF eliyle bir siyasi parti kurma girişimine karşı olduğunu, bu parti girişimi başladığı günden beri defalarca kamuoyuna duyurmuştu. Tekin Özdil ise 15 ve 17 Ocak’ta yaptığı açıklamalarla ABF’nin parti kurmasına karşı olduğunu bildirmişti. Cumhuriyet gazetesinin ABF’nin bir parti kurmasına kesinlikle karşı çıkan Alevilerin mürşidini o ilgisiz resimle haberin içine sokarak, Aleviler hep birlikte bu partiyi destekliyormuş görüntüsü yaratma çabası neye hizmettir? Bizce bu, olmayanı varmış gibi gösterme siyasi hokkabazlığının ve siyasi utanmazlığın bir örneğidir. 2
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy ile Söyleştik
Açık Birlik Çağrısı Ahmet Koçak, 15 Ocak 2010
İstediğimiz şeylerin hepsi eşit haklar; onun dışında bir şey değil. Ne fazlası, ne eksiği! Sadece öbür inanç gruplarıyla eşit haklar istiyoruz. Somut bir adım atmak bu hükümet için neden zor merak ediyorum.
Sayın Ulusoy, yoğunlaşan siyasal gündemde Alevilik de yer alıyor. Önce yılan hikâyesine dönen AKP’nin Alevi Açılımı ve çalıştaylar zinciri hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek isteriz. Biliyorsunuz ilk çalıştay toplantısına katılmıştım. İlk toplantıya katıldığımda çok da umutlu değildim. Yine de Bakanın bir buçuk gün yanımızda olması ve kapanış konuşmasında değindiği konular beni biraz umutlandırdı. Ancak daha sonraki toplantılara Alevi-Bektaşi inancı dışındaki kuruluşların ve mensuplarının davet edilmesi beni umutsuzluğa düşürdü. Yoksa bu bir oyalama mı diye kafamda soru işaretleri oluştu. Bir yıla yakın olmasına rağmen henüz bir adım atılmadı. Adım atmak çok mu zor? Örneğin, Sivas’ta Madımak Oteli’nin müze yapılması çok mu zor? Şimdi gül bahçesine dönüştürülmek isteniyormuş… Zorunlu din dersleri konusu da öyle... İstediğimiz şeylerin hepsi eşit haklar; onun dışında bir şey değil. Ne fazlası, ne eksiği! Sadece öbür inanç gruplarıyla eşit haklar istiyoruz. Somut bir adım atmak bu hükümet için neden zor merak ediyorum. Onun için hâlâ kafamda pek çok soru işareti var. Alevi-Bektaşiler isteklerimize hükümetin birkaç adımla yaklaşmasını umuyor ve bekliyor. Ancak bugüne kadar herhangi bir adım atılmadı. Bu durum bizi üzüyor tabii. AKP Hükümetinin, Ökkeş (Kenger) Şendiller gibi Maraş Katliamı’nda rol almış birini son Alevi çalıştayına davet etmeye kalkışması, açılımın nereye gittiği konusunda bir ipucu sayılabilir mi? 3
SACAYAK
Sayı 10
Bizim inanç tarzımızda şöyle bir şey vardır: Alevi-Bektaşi inancında, birinin şeriat mahkemesinden aklansa bile bizim vicdan mahkememiz, halk mahkememiz, yani halkın vicdanında aklanmadığı pek çok olaylara rastlanmıştır. Şeriat mahkemesinden, bir takım nedenlerle, farklı sonuçlar çıkabilir. Hukuksal kuralların, yasaların arasından sıyrılabilinir. Ancak Alevi Bektaşi tarikatında olan halk mahkemesinde böyle bir sıyrılma söz konusu olamaz. Vicdanların rahat olması lazım! Bu şahısla ilgili Alevi-Bektaşi inananlarının düşünceleri çok farklı. Böyle bir insanın, böyle şüpheler altında olan bir insanın davet edilmesi tabii ki bizi çok yaraladı. Bizimle ilgili kararlar oluşturmaya yönelik bir toplantıya onun da davet edilmesi tüm toplumumuzu üzdü tabii. Böyle birisinin orada yeri yoktu ve gelmemesi de büyük isabet oldu. Toplumun vicdanı kesinlikle rahat değil. Sırf o şahıs değil, onun dışında da bazı şahıs ve kurumların, mesela Diyanet’in, bizimle ilgili bir kararı nasıl olabilir? Cemevlerini tanımayan, cemevlerini bir ibadet yeri olarak görmeyen bu kuruluşun mensupları da bizimle ilgili karar oluşturulmasında etken oluyor. Bunu da biz kabul edemiyoruz. Bizim muhatabımız hükümet. Hükümetin bizimle ilgili olarak öbür inanç mensuplarıyla aynı haklara sahip olmamızı sağlayan kararlar almasını istiyoruz. Hükümet gerçek muhataplarıyla değil de muhataplarının dışında birçok insanla görüşüyor.
Alevi-Bektaşi inancında, birinin şeriat mahkemesinden aklansa bile halkın vicdanında aklanmadığı pek çok olaya rastlanmıştır. Şeriat mahkemesinde kuralların, yasaların arasından sıyrılabilinir. Ancak Alevi-Bektaşi tarikatında olan halk mahkemesinde böyle bir En azından kiradan kurtulması lazım! Alevi örgütleri bu yerle- sıyrılma söz konusu olamaz. re kira veriyor. Vicdanların Kendi yerimize kira veriyoruz! Bu çok acı bir şey. Diğer taraftan, rahat olması öbür ibadet yerleri, camilerin birçok imkânları var. Altında dükkân- lazım.
Aynen öyle. Bu işle ilişiği, ilgisi olmayan pek çok insanla toplantı yaparak karar almayı erteliyorlar, zamanı uzatıyorlar gibi geliyor bana. Bu alınacak kararlar, bir haksızlık değil, sadece eşit haklar ortamına yönelik olmalı. Aslında istediklerimiz bizim Anayasal haklarımız. Bizim isteklerimiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde alınan kararların uygulanması. Yani meşru olmayan herhangi bir şeyi kesinlikle istemiyoruz. Bakın, en önemli şeylerden birisi, tüm konuşmalarımda dile getirdiğim gibi, bugün Alevi-Bektaşi dergâhları Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün malı olarak bize kiraya veriliyor. Dünyanın parasını ödüyoruz Şahkulu Sultan Dergâhı’nda. Sütlüce’deki Karaağaç Dergâhı’na yeni bir çözüm bulundu galiba, ancak hâlâ kira ödüyoruz. Bunların mülkiyetini bize iade etmeleri lazım! Azınlıkların vakıfları iade ediliyor, ama bize ait olan yerler, başta Hacı Bektaş Dergâhı olmak üzere İstanbul ve diğer yörelerdeki öbür Alevi-Bektaşi dergâhları da iade edilmeli. Bir formül bulunarak en azından bunların gelirinin bizim örgütlerimize verilmesi gerekiyor.
4
Ocak-Şubat 2010
Devlet elini inançtan çeksin ve bize ait olan yerleri bize versin, ama inançtan da elini çeksin. Ne bize ne de öbür inanç gruplarına herhangi bir maddi destekte bulunmasın.
Diyanet’te temsil edilmek bence çok daha vahim sonuçlar doğurur, çünkü temsil edildiğimizde biz bir devlet memuruna döneriz. Yani orada temsil edilmek demek, laiklik konusunda tenkit ettiğimiz bir kuruluşa, “Biz de sizinle birlikteyiz” mesajı vermek olur.
SACAYAK
ları var, kiralık pek çok yerleri var, ama bizimkilere ne yazık ki kira ödüyoruz. Elektrik-su parasının benim için hiçbir önemi yok. Hep söylediğim gibi: Devlet elini inançtan çeksin ve bize ait olan yerleri bize versin, ama inançtan da elini çeksin. Ne bize ne de öbür inanç gruplarına herhangi bir maddi destekte bulunmasın. Bu durumda burada, devletin inançtan elini çekmesi aynı zamanda Diyanet’in kaldırılması demek oluyor. Tabii, aynı şeyi kastediyorum. Diyanet’in kalkması lazım… Zaten sıkıntı da Diyanet konusunda çıkıyor. Ondan hiç şüphe yok, Diyanet konusunda… Var mı Avrupa’da böyle ya da benzeri bir kuruluş? Bütçesi beş-altı bakanlığın bütçesine eşit bir kuruluş var mı hiç? Yok, böyle bir kambur yok! Devlet inancı ailelere bırakmalı, şahıslara bırakmalı. Onlar kendi örgütlerini kursun; herkes kendi örgütünü kursun. Devletin görevi orada hakemlik yapmaktır. Devlet hakemlik görevini yapsın ve inançtan elini çeksin. Herhangi bir grup öbür gruba bir takım zorlamalar veya farklı bir uygulama isterse o zaman devlet devletliğini göstersin, hakemliğini yapsın. Çalıştaylarda süreci uzatmalarının nedeni de herhalde Alevilerin Diyanet meselesinde ısrarlı olmaları… Tabii, ısrarlı olmaları! CEM Vakfı ve çevresindeki bir başka grup Diyanet’te temsil edilmek istiyor. Temsil edilmek bence çok daha vahim sonuçlar doğurur, çünkü temsil edildiğimizde biz bir devlet memuruna döneriz. Yani orada temsil edilmek demek, laiklik konusunda tenkit ettiğimiz bir kuruluşa, “Biz de sizinle birlikteyiz” mesajı vermek olur. Bu çok yanlış bir şey olur. Bizim inancımıza ve geleneklerimize kesinlikle uymaz. Diyanet’te temsil edilmek istemiyoruz biz.
5
SACAYAK
Sayı 10
14 Ocak’ta Devlet Bakanı Faruk Çelik Alevi Dedelerine bir yemek düzenledi. Bu toplantıya davetli olmanıza rağmen katılmadınız. Katılmamanız basında spekülasyonlara neden oldu. Radikal gazetesinde çıkan bir haberde, “Alevi çalıştaylarını yürüten Devlet Bakanı Faruk Çelik’in düzenlediği yemekli toplantıya Hacıbektaş postnişini Veliyettin Ulusoy katılmadı. Ulusoy uçak biletinin alınması ve otelde yer ayrılmasına rağmen gelmedi. Ulusoy, telefonunu kapatırken, yakın çevresi protesto etmek için katılmadığını ileri sürdü.” diyordu. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Kesinlikle protesto etmiyorum. Ne olursa olsun o bizim devletimiz ve bakanımız. Katılmama nedenim İstanbul’da olmam ve sağlık kontrollerimin o günlere ve saatlere rastlamasıydı. Çok kısa bir sürede Ankara’ya gidip gelmem de mümkün değildi. O yüzden katılamadım. Hatta sekreter bayana, ismini bilmiyorum, telefonda katılamayacağımı, İstanbul’da sağlıkla ilgili randevularım olduğunu belirttim. Hatta Necdet Subaşı Hocaya da selamlarımı ilettim onun kanalıyla. Böyle bir protesto söz konusu değil. Sırf sağlık kontrollerim nedeniyle katılamadım. Çok kısa sürede gidip gelmek de tabii bu yaşta benim için zor oluyor. Bilet alındığı ve otelde yer ayrıldığı konularında bir bilgim yok. Onun için üzüldüm, ama bir protesto söz konusu kesinlikle değil, yok. Demokratik açılımın görüşüldüğü ilk ve tek Meclis oturumunda CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in Dersim Katliamına yönelik sözlerine karşı Aleviler, Dersimliler ve demokrat insanlar protestolarını yükseltti. Bu konu hakkında sizin düşünce ve yorumlarınız nelerdir? Ben bu konuya da Hünkâr’ın bir sözü ile başlayacağım: “Düşmanının da bir insan olduğunu unutma.” Öldürme, kıyım, kıyam… Bunlar, kim ne söylerse söylesin, hiçbir haklılık arz etmez. Öldürmek Alevi-Bektaşi inancında kesinlikle yoktur. Hünkâr’ın başlangıçta söylediğim sözünün bir devamıdır bu. Başka bir canlıyı, başka bir insanı öldürme hakkına sahip değiliz. Dersim’le ilgili olarak devleti haklı görmek, abesle iştigaldir. Devletin, orada ne olursa olsun, eşkıya da olsa, vergi de verilmese, askerliğe de gidilmese, her ne sebep olursa olsun öldürmeye hakkı yoktur. Orayı düzeltebilir, tedbirler alır, yasal tedbirler alır, ama uçaktan çocukları, kadınları, gebeleri bomba atarak öldürmek bir katliamdır. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yüz karasıdır. Bunu apaçık söylemem gerekir. Devletin, Dersim’den bir özür dilemesi lazım; hata olduğunu kabul etmesi lazım. Bu bir gerçek! Bu konuda, kim ne derse desin, Dersim’in aleyhinde konuşan, bu katliamın yerli yerinde olduğu iddiasında bulunan herkesin yanlış yolda olduğunu düşünüyorum. 6
Dersim’le ilgili olarak devleti haklı görmek, abesle iştigaldir. Devletin, orada ne olursa olsun, eşkıya da olsa, vergi de verilmese, askerliğe de gidilmese, her ne sebep olursa olsun öldürmeye hakkı yoktur. Orayı düzeltebilir, tedbirler alır, yasal tedbirler alır, ama uçaktan çocukları, kadınları, gebeleri bomba atarak öldürmek bir katliamdır. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yüz karasıdır. Bunu apaçık söylemem gerekir.
Ocak-Şubat 2010
İnanca dayalı bir partiye, başlangıçtan beri karşı olduk ve tenkit ettik. Aynı şeyi bizim yapmamız, tenkit ettiğimiz şeyleri yapmakla, yani tükürdüğümüzü yalamakla eş değer.
SACAYAK
Demokratik Alevi derneklerinin üst örgütü ABF’nin 2009 Nisan ayında kamuoyuna sunduğu “Nasıl bir Türkiye istiyoruz” belgesi ve ardından yaptıkları bir dizi toplantıyla yürütülen partileşme projesi hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Şimdiye kadarki söylediklerimizin, yazdıklarımızın arkasındayız. İnançsal temelde bir partiyi tenkit edip, aynı şeyi bizim yapmamız bir defa çok yanlış olur. İnanca dayalı bir partiye hep, başlangıçtan beri karşı olduk ve tenkit ettik. Aynı şeyi bizim yapmamız, tenkit ettiğimiz şeyleri yapmakla, yani tükürdüğümüzü yalamakla eş değer. Bu bir. İkincisi, şimdiye kadar kurulmuş olan siyasi partilerin hiçbirinin başarılı olmadığını görüyoruz. Niye başarılı olmadığı ile ilgi bir takım nedenler var. İlk söylediğim neden çok önemli bir nedendir. Bu nedenle ben inanca dayalı bir partinin kurulmasına karşıyım. Ayrıca ben, bizim yolumuzda, Alevi-Bektaşi toplumunda inançla uğraşan dedeler, babalar, hizmet eden ve görev yapan insanların siyasete girmelerini arzu etmiyorum. Ama onun dışında tüm toplumumuzun, hangi meslekten olursa olsun özellikle gençlerin siyasete girip belli makamlara, belli mevkilere ulaşmasını çok arzuluyorum. Bence yanlış bir karar örgütlerimizin siyasete atılması! İnşallah gerçekleşmez diye ümit ediyorum.
Bu projenin son aşamasında, ABF Genel Başkanı Kasım ayında yayınlanan bir demecinde yeni bir sol parti kurmaktan bahsetti. Bu açıklamanın ardından Alevi çevrelerden gelen tepkiler üzerine Başkan, “Alevi Partisi kurmuyoruz” diye yazılı bir açıklama yaptı. Bu tartışmalar hakkında neler söylemek istersiniz? Çok yerinde olur, ama ne olursa olsun bizim bir örgütümüzün başkanı veya o örgütümüz, sol parti olsun, sağ parti olsun, her ne Bizim bir parti olursa olsun, eğer adı bir siyasi partinin kuruluşuna karışırsa örgütümüzün o inançsal, inanca dayalı bir parti olarak algılanır. Bunu, ne dersek başkanı veya diyelim, önleyemeyiz ve gerçek de odur aslında.
o örgütümüz, sol parti olsun, sağ parti olsun, her ne parti olursa olsun, eğer adı bir siyasi partinin kuruluşuna karışırsa o inançsal, inanca dayalı bir parti olarak algılanır. Bunu, ne dersek diyelim, önleyemeyiz ve gerçek de odur aslında.
7
SACAYAK
Sayı 10
Eğer bir siyasal parti kuracaksak bu gömleğimizi çıkartmamız lazım. Yani inançsal, Alevi-Bektaşi gömleğini çıkarıp herhangi bir vatandaş gibi “Biz bu sol partiyi kuruyoruz” demeleri lazım. Böyle yapmazlarsa ne yaparlarsa yapsınlar toplumdaki imajı inançsal bir parti şeklinde olur. Bunu önlemek de mümkün değildir. Ama benim dediğim şekilde, bu gömleği çıkarıp da sade bir vatandaş gibi böyle bir parti kurarlarsa ona kimse bir şey diyemez tabii. ABF’ye bağlı 19 dernek 15 Ocak günü bir basın açıklaması yaparak ABF üst yönetiminin partileşme çalışmalarına destek vermeyeceklerini, parti çalışmalarına katılacakların ABF yönetiminden istifa etmeleri gerektiğini açıkladılar. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz? Çok yerinde bir karar, destekliyorum bunu. O dernekler çok yerinde bir karar almışlar. Çoğunluğun desteklememesi lazım bu konuyu. Aynı düşüncedeyim ben de. Söylediğim gibi illa siyasi parti kuracaklarsa bu gömleklerini çıkarsınlar, bir vatandaş olarak istedikleri görüşteki partiyi kursunlar. Şu da bir gerçek: Alevi-Bektaşi inancı dışında demokrat insanların da Alevi-Bektaşilerin yanında olduğunu görüyoruz. Şimdi böyle bir parti kurulduğunda bu vatandaşlara ne diyeceğiz? O vatandaşların desteğini alabilecek miyiz? Toplumumuzun büyük bir çoğunluğu da zaten yanlış gördüğü böyle bir partiyi desteklemeyecek. Ben desteklemeyeceğim şahsen ve pek çok tanıdığım insanın da desteklemeyeceğini biliyorum. Başka inançlardan olan ve düşünce olarak bizim yanımızda duran pek çok insanın da tabii bu konuda çok üzüleceğini düşünüyorum ve biliyorum. ABF’nin ya da ABF yöneticilerinin, derneklerin tüm imkânlarını sonuna kadar kullandıkları böyle bir sürecin ardından bir siyasi parti kurma girişimlerini, Alevilerin inanç temelli bir siyasi parti kurmasını doğru bulmadığınızı ifade ediyorsunuz. Laiklikle de çelişiyor. Tamamen ters. Yani şimdiye kadar savunduğunuz düşünceye ters ve gerçek de öyle zaten. Tarihi incelediğimizde de bu gerçekleri görürüz. İnanç ne zaman siyasete karışmışsa hep ya kan dökülmüştür ya olumsuz olaylar olmuştur. Bakın, ilk Birlik Partisi döneminde, ben gerçi burada değildim, ama hep karşı çıktım. Babamla da bu konuda konuştuk. Babam da öyle siyasete yakın bakan, siyasetçi birisi değildi. Benim demin söylediğim düşünce paralelinde birisiydi, ama o zaman konuştuğumuzda, iyi hatırlıyorum, şöyle demişti bana: “Şimdi ben girmezsem eğer, ‘Bak bak, Feyzullah Çelebi girmedi, işte böyle bir kuruluşumuz var, ama o yanımızda olmadı’ diyecekler.” Böyle girdi, ama hiç aktif olmadı, aday olmadı, geride durdu ve hatalarda da hemen istifasını verdi. Ve başarılı bir parti de olmadı Birlik Partisi hepimizin bildiği gibi. Baştan yanlıştı zaten. 8
Toplumumuzun büyük bir çoğunluğu da zaten yanlış gördüğü böyle bir partiyi desteklemeyecek. Ben desteklemeyeceğim şahsen ve pek çok tanıdığım insanın da desteklemeyeceğini biliyorum.
Ocak-Şubat 2010
9 Kasım, İstanbul yürüyüşü daha örgütlü olsa, çok daha fazla insan oraya gelebilirdi. Yani, bizim için sembolik bir yürüyüş oldu. Onun çok daha büyüğünü yapacak kudrete sahip olduğumuzu ben yakinen biliyorum. Ama biz, çok dalgalanmadan, kimseyi rahatsız etmeden haklarımızın verilmesini istiyoruz.
SACAYAK
Ondan sonraki denemeler de zaten hep yanlıştı veya farklı bir şeyler vardı bizim farkında olmadığımız. Ama sonuç hep hüsranla bitti. Ve bitmek zorundaydı da. İnanç ayrıdır, siyaset ayrıdır. Bunu birbirinden ayırmamız gereken özelliklere sahip bir toplumuz. Ve bu şekilde de devam edeceğimize inanıyorum ben. Mevcut demokratik derneklerimizin, Alevi-Bektaşilerin ortak istemleri için Hükümet ve Meclis üzerinde bir toplumsal baskı gücü oluşturma görevi açısından işlevlerini yerine getirdiğini düşünüyor musunuz? Yok, henüz değil. Ama ilerde bunun olacağının işaretlerini görüyorum. Eğer birlik sağlanırsa, bu baskı kurulabilir. Birlik olduğu müddetçe haklarımızı çok daha kolay alacağımızı düşünüyorum. Tabii bu tür parti kurma düşünceleri olduğu müddetçe birlik olma, el ele verme şansımız biraz azalıyor. Belki biraz daha fazla zamana ihtiyaç var. Ama bu baskıyı, ancak birlik sağlanırsa oluşturabiliriz; Alevi-Bektaşi toplumu içersinde birlik sağlanırsa bu baskının etkili olacağına, sonuç alabileceğine inanıyorum… 8 Kasım 2008, Ankara ve 9 Kasım 2009, İstanbul mitingleri gerçek birer baskı unsuru oldu ve toplum tarafından da böyle algılandı. Tabii, büyük etkileri oldu. Çalıştaylar, zannediyorum, 9 Kasım, Ankara yürüyüşünden sonra bu şekilde yapılmaya başlandı. Şüphesiz etkisi vardı, ama bunu da çok sulandırmamak lazım. Aslında daha örgütlü olsa, çok daha fazla insan oraya gelebilirdi. Yani, bizim için sembolik bir yürüyüş oldu. Onun çok daha büyüğünü yapacak kudrete sahip olduğumuzu ben yakinen biliyorum. Ama biz, demin de söylediğim gibi böyle çok dalgalanmadan, kimseyi rahatsız etmeden haklarımızın verilmesini istiyoruz ve hükümetimizin Alevi-Bektaşi toplumuna birkaç adım yaklaşmasını gönülden arzu ediyoruz. Yıllardır Alevi Bektaşi toplumunun birliğinin, inançsal birlikten geçebileceğini her platformda dillendirdik. Serçeşme, Sacayak ve daha önce çıkardığımız Kervan dergilerinde, televizyon ve radyo konuşmalarında bu fikrimizi hep söyledik, sizin görüşlerinizi dillendirdik. Bugün Alevi Bektaşi toplumunun birliğinin nasıl sağlanabileceğini bir daha tekrarlayabilir misiniz? İşin Alevi-Bektaşi toplumunun tarihinden gelen bir yapısı var. Bu yapı nedir? Hacı Bektaş Dergâhı etrafındaki örgütlenmelerdir dede ocakları; onlar Hacı Bektaş Dergâhına bağlı ve talipler de dede ocaklarına bağlı. Bunun dışında bugün bölge müdürlüğü diyebileceğimiz o günün değimiyle “kazan kaynatan ocaklar” var. Onların da Hacı Bektaş Dergâhı’nın onlara verdiği bir takım yetkileri var. Yani onların da bir takım icazet verme, dede görevlendirme yetkileri var. Tabii bu yine Hacı Bektaş Dergâhı’nın izniyle oluyor. Böyle bir örgütlenme var tarihimizde. 9
SACAYAK
Sayı 10
Bugün bu çok, çok zayıflamış durumda. Yani var, ama hâlâ zayıf durumda. Pek çok dede ocağı Hacı Bektaş Dergâhını tanımıyor, farklı gözle görüyor. Tabii bu yanlış. Tarihe tekrar dönecek olursak bu birlikle çok büyük bir adım atılmış olur. Tarihe tekrar baktığımızda şu gerçeği de görürüz: Bu parçalanma, yani Alevi-Bektaşi toplumunun üç ana kola ayrılması Osmanlı siyaset uygulamasının bir sonucudur. Bu gerçekleri gördüğümüzde el ele tutmamamız için hiçbir neden yok. El ele tuttuğumuzda da tabii o zamanki şartlara göre yapılan şeylerin bire bir aynısının bugün yapılması gibi bir düşüncem yok. Yönetim kurulu şeklinde, bütün dede ocaklarının bir araya gelip el ele vermesi ve bir yönetim kurulu, bir üst kurum oluşturması şeklinde demokratik bir örgütlenmeye gidilebilir. Tabii bu bir araya gelip konuşmakla, tartışmakla olur, ama Hacı Bektaş Dergâhının Serçeşme olarak tanınması ve onun etrafında örgütlenilmesi benim düşünceme göre tek kurtuluş yoludur. Bununla ilgili çeşitli söylentilerle karşılaştık. “Çelebiler bu konuda kıskanç davranıyorlar. Aslında Hacı Bektaş’ta birliği savunmalarının nedenleri kendi aile geleneklerini öne çıkarmak istemeleridir.” gibi bir takım söylemler var. Oysa biz yıllardır sizin söylemlerinizi şöyle okuduk: Bütün sanatçılar, aydınlar, dedeler, babalar hepsi gelsin burada bir kurul oluşturulsun; bu kurula biz manevi önderlik yapalım. Biz yanlış mı anladık? Yok, kesinlikle doğru anladınız. Manevi önderlik, tabii bu tarihten gelen bir şey! Yoksa bizim egoistçe ailemizi öne çıkarmak gibi herhangi bir düşüncemiz kesinlikle yok. Zaten bizi seven toplumun gözünde biz en öndeyiz, bu bir gerçek. Fakat biz böyle egoistçe bir davranış içinde olamayız. Alevi-Bektaşi yolunun birliği söz konusu olduğu zaman biz her türlü fedakârlığa hazırız. Yani ne olursa olsun kol kola, el ele tutmaya hazırız. Bunun için de Çelebi ailesi olarak, Ulusoy ailesi olarak bunu apaçık söylüyorum. Biz, her türlü birlikte hizmet ederiz, her ne görev verilirse, toplum her ne görevi verirse onu yaparız. Burada herhangi bir kıskanma söz konusu olamaz. Bunu, 2010 yılında Alevi Bektaşi kamuoyuna açık bir çağrı olarak tekrar iletmiş oluyoruz biz de. Ben teşekkür ediyorum. 10
Çelebi ailesi olarak, Ulusoy ailesi olarak biz, bunu apaçık söylüyorum, her türlü birlikte hizmet ederiz, her ne görev verilirse, toplum her ne görevi verirse onu yaparız.
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK Mezopotamya Birinci İnanç Çalıştayı Sonuç Bildirgesi
İktidara Bulaşmayan, İktidarla Buluşmayan, İktidarlaşmayan İnançlar Demokrasi, Özgürlük ve Barışın Güvencesidir Demokratik Toplum Kongresi Mezopotamya İnanç Platform Girişimi 6 -7 Şubat 2010
D
EMOKRATİK TOPLUM KONGRESİ tarafından hazırlanan Mezopotamya İnanç Çalıştayı 6–7 Şubat tarihlerinde Mardin’de gerçekleştirildi. Alevi, Sünni, Ezidi, Asurî-Suryani, Ermeni, Rum, Arap, Mıhellemi gibi farklı inanç ve kültür temsilcilerinin bir araya geldiği çalıştayda inançların ancak mensupları tarafından tanımlanması gerektiği vurgusu yapılarak, devlet ve diğer inançlar eliyle tanımlama çabalarının kabul edilemez olduğu, dile getirildi. Çalıştay bileşenleri aşağıdaki değerlendirmelerde ortaklaşma Devlet ya da sağladı:
toplumun diğer kesimleri Mezopotamya ve Anadolu tarihi bir gerçeklik olarak bu güne kadar farklı inançların ortaya çıktığı, geliştiği ve yaşadığı bir tarafından coğrafya olmuştur. Çalıştayın yapıldığı Mardin şehri de bu açıuğradığı dan örnek bir anlam ifade etmektedir. Devlet ya da toplumun dibaskı, ğer kesimleri tarafından uğradığı baskı, dışlama, inkâr ve aydışlama, inkar ve rımcı uygulamalara rağmen varlığını devam ettiren inançlara ayrımcı yönelik, geçmişte yaşanan acıların tekrarlanmaması için yeni uygulamalara bir toplum sözleşmesi ve hukuk inşasına ihtiyaç vardır. rağmen Türkiye’deki devlet merkezli tek tipleştirici laiklik anlayışı dinvarlığını toplum ve devlet arasında ilişkilerin yeniden sağlıklı bir zemine devam ettiren kavuşturulmasının önündeki en büyük engeldir. İnsanlığın orinançlara tak özlemleri olan adalet, özgürlük ve barış gibi değerleri savuyönelik, geçmişte nuyor olmalarına rağmen din ve inançların iktidar araçları hayaşanan acıların line getirilerek yüz yıllar boyunca savaş ve çatışmaların derintekrarlanmaması leşmesine hizmet etmiş olması sorunun siyasal boyutunu ortaiçin ya koymaktadır. Bu açıdan çalıştay bileşenleri siyaset kurumuyeni bir toplum na yönelik çağrı ve beklentisini net biçimde tanımlamaktadır. sözleşmesi ve hukuk inşasına Toplumdaki farklı inanca dayalı aidiyetlerin, ırkçı ve iktidar merkezli çatışma politikaları eliyle birbirine düşman hale gelihtiyaç vardır.
11
SACAYAK
Sayı 10
mesi sağlanmış, önyargı ve korkular körüklenmiştir. Bu anlamda bütün inanç gruplarının kendisi ve tarihi ile yüzleşmesi, yaşananların hepimizin ortak acısı olduğunu görerek birlikte özgür yaşam koşullarının ortaya çıkarılması için vazgeçilemez öneme sahiptir. 12 Eylül 1980 darbesi ile pekiştirilmek istenen “Türk-İslam Sentezli” yaklaşım ile dini hayatı kontrol çabaları, zorunlu din dersleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile kurumsallaştırılmıştır. Ortadoğu’da kadim din ve inançların birlikte yaşamasının çoğulculuk olarak görülmesi gerekirken tek tipleştirici, asimilasyoncu politikalarda ısrar edilmesine bütün inanç grupları birlikte karşı çıkmalıdır.
12 Eylül 1980 darbesi ile pekiştirilmek istenen “Türk-İslam Sentezli” yaklaşım ile dinî hayatı kontrol çabaları, zorunlu din dersleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile kurumsallaştırılmıştır.
Bu anlamda çalıştayda ortaya çıkan buluşmanın kalıcı kılınması ihtiyacı görülmektedir. Bunun içinde Çalıştayımız, kendisini Mezopotamya İnanç Platformu Girişimi olarak devam ettirecektir. Farklı inanç mensuplarının, bir arada yaşama yönelik umutlarının artırılması için atması gereken adımlar bulunmaktadır. Yıkılmaya yüz tutan inanç merkezlerinin birlikte onarılması, yaşayan inançların birbirlerini tanıması için eğitsel ve kültürel çalışmaların yapılması, inançların kutsal günlerinin birlikte kutlanması bu yönde anlamlı adımlar olacaktır. Yine dilimize yerleşen farklı din, inanç ve kültürlere yönelik ayrımcı ve aşağılayıcı yaklaşımların ayıklanması için ortak bir literatür çalışması başlatılmalıdır. Mardin’de bulunan Artuklu Üniversitesinin adının Mezopotamya Üniversitesi olarak değiştirilmesi gibi, ortak tarih ve kültürel mirasa vurgu yapılması için küçük ama değerli bir katkı sunacaktır. Bu çalıştayımızın talebidir. Çan ve ezan sesinin birlikteliği ortak gelecek için kaygı değil güven artırıcı bir girişim olacaktır. Cem evlerinin varlığı yasal güvenceye kavuşturulmalıdır. Ale- Laik devlet vilere yönelik yok sayma politikaları acilen terk edilmelidir. kavramı ile çelişen Diyanet İşleri Başkanlığı gibi yapılar lağvedilmelidir. İnanç sahası devletin müdahalesinden Bu bağlamda laik devlet kavramı ile çelişen Diyanet İşleri Baş- arındırılarak kanlığı gibi yapılar lağvedilmelidir. İnanç sahası devletin müda- özerkleşhalesinden arındırılarak özerkleştirilmelidir. tirilmelidir.
Türkiye’de laikliğin çarpık bir anlayışla uygulandığına dikkat çeken çalıştayımız, bu uygulamaların Alevilik, Şafilik, Başörtüsü gibi meselelerde ciddi hak ihlallerine neden olduğunun altını çizmiştir. Yine bu yaklaşımlardan kaynaklı Türkiye’de yaşayan farklı inançlar, inançsızlar ve kurumların da baskı altında olduğuna vurgu yapmıştır.
12
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
Çalıştay Başlarken: Günlük gazetesinden Ayhan Bilgen, Asrın Hukuk Bürosu’ndan Avukat Ömer Güneş, BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, Sacayak’tan Engin Urcan, Özgür Demokratik Alevi Hareketi’nden Ergin Doğru.
Mezopotamya İnanç Çalıştayı’na Sacayak adına katılan Engin Urcan’ın konuşmasından
Laik-Demokratik Cumhuriyet İstiyoruz AKP’nin Uyduruk Anayasa Değişiklerinin Ardına Takılmayız
D
Laikliği savunan her canın aklında çıkarmaması gereken şey, aynı nefeste demokrasiyi de savunmak zorunda olduğudur.
EĞERLİ CANLAR, bunca değerli katılımcı arasında bize de söz verdiğiniz için teşekkür ederim. Hızlı konuşup üç dakikaya çok şey sıkıştırmak zorundayım, kusuruma bakılmaya. İki gündür laiklik ve dinlerin birlikte yaşama düsturları üzerine çeşitli sunumlar ve konuşmalar dinledik. Bu konuşmalardan benim çıkardığım iki nokta oldu. Bu iki nokta aynı zamanda bizim düsturlarımız da diyebilirim. Konuşmalardan benim çıkardığım birinci nokta şudur: Dinlerin kendi umdelerinden modern toplumda bir arada yaşamanın düsturları çıkmaz. Zaten modern toplum bu nedenle laiklik denen ilkeyi, düsturu keşif yahut icat etmiştir. Dinlerin hepsi özünde, “Benim dediğimden başka doğru yoktur” dediği için modern toplumda, “Bugün eski dinlerin doğrusundan başka bir doğru vardır; o nedenle eski dinlerin bugünkü devletten uzaklaştırılması zorunludur” demek olan laiklik anlayışı öne çıkmıştır. Konuşmalardan benim çıkardığım ikinci nokta, laikliğin sosyolojik, hukuki, idari tariflerinin yapılması ya da laikliği özgürlük, insan hakları, eşitlik gibi kavramlarla birleştiren türlü-çeşitli tamlamaranın yapılması bir konunun üstünün örtülmesine izin vermemelidir. Kavram kargaşaları içinde gizlenemeyecek gerçek şudur: Demokrasi dışında laiklik ya da laiklik dışında demokrasi varolamaz. O nedenle laikliği savunan her canın aklından çıkarmaması gereken şey, aynı nefeste demokrasiyi de savunmak zorunda olduğudur. 13
SACAYAK
Sayı 10
Burada Alevi-Bektaşi kuruluşları adına sunum yapan canlar Diyanet İşleri Başkanlığı ve devlet eliyle zorla Resmi Sünni Müslümanlık eğitimi verilmesine karşı istemlerimizi dile getirdi. Diğer konuşmacılar da benzer istemleri dile getirdiler. Laikliğin savunusu açısından bu istemler pek yerinde, ama bunlar demokrasi için istemlerimizle birlikte savunulmazsa ne olacak? Örneğin, merkezi atama ile görev başına gelen bir bürokrasiye dayalı devlet durduğu sürece bu istemler gerçekleşir gibi görünüyor mu size? Bu soruya benim yanıtım, “Hayır, bu olanaklı değildir” olacaktır. Bugünkü askeri-sivil bürokrasinin vesayetine dayanan merkezi devletle bunların hiç biri gerçekleşemez. Bu nedenle laiklik isteyenler, tüm yönetimin meclisler eliyle yerinden yürütülmesini; tüm yöneticilerin seçimle göreve gelmesini; seçilmiş yöneticilerin yetkin bir işçiden daha fazla maaş almamasını; seçilmiş yöneticilerin onları seçenler tarafından istedikleri anda geri çağrılabilmesini de savunmalıdır. Laiklik isteyenler adaletin de demokratikleştirilmesini savunmalıdır, yani hakim ve savcıların da seçimle gelmesini; mahkemelerin yerinde görülmesini; jüri sistemiyle halkın adalete katılmasını da savunmalıdırlar. Laiklik ve demokrasi için bu ve daha bir dizi istemler bir bütündür. Bunların kısmî uygulaması olmaz. Bu nedenle laiklikten yana olmak demek, demokrasiden yana olmak demektir; bugünkü devletin kökten değişmesini istemek demektir. Bugünkü devlet yıkılıp gitmeli, yerine yenisi kurulmalı demektir. Değerli canlar, Bugünkü devletle yönetememe durumu giderek belirginleşmektedir. Bu nedenle bugünkü iktidarın önünde devlette reform yapmak zorunluluğu durmaktadır. Giderek artan ölçüde herkesin gözüne battığı gibi artık bir Anayasa değişikliği gereklidir. Bugünkü iktidar, ipin ucunu kaçırmadan bazı reformları yapıp bu zorlamanın basıncını azaltmak istiyor. Bugünkü laik ve demokratik olmayan devleti, orasından burasından yamayıp, aklayıppaklayıp yeniden önümüze sürmek istiyor. Bir senedir sürdürülen ve sündürülen Alevi çalıştayı bunun hazırlığıdır. Hükümetin bir ileri-iki geri adım attığı diğer açılımlar da aynı hazırlığın parçasıdır. Bunların hepsi, çapsız reformlar ve sınırları henüz belirsiz bir anayasa değişikliği paketi için AKP’nin geniş toplumsal muhalefeti kendi ardında sıraya dizme çabasıdır. Daha önce konuşan bir can, “Tuzaklara düşmemeliyiz” demişti. Evet, laiklik yanlıları bu tuzağa düşmemelidir. Tutumuz açık ve net olmalıdır: Biz sadece laik ve demokratik bir cumhuriyete evet deriz. Anayasa değişikliğini de sadece bu bakışla değerlendiririz. Saygılar sunarım. 14
Dinlerin kendi umdelerinden modern toplumda bir arada yaşamanın düsturları çıkmaz. Zaten modern toplum bu nedenle laiklik denen ilkeyi, düsturu keşif yahut icat etmiştir.
Laiklikten yana olmak demek, demokrasiden yana olmak demektir; bugünkü devletin kökten değişmesini istemek demektir. Bugünkü devlet yıkılıp gitmeli, yerine yenisi kurulmalı demektir.
Ocak-Şubat 2010
Yer darlığı nedeniyle bir bölümünü yayınladığımız bu yazının tümünü ÖDAH internet sitesinde bulabilirsiniz: www.demalevi.com
ÖDAH olarak savunduğumuz laiklik anlayışının hiçbir yerinde devlet yoktur. Demokratik devlet, inançsız olmak zorundadır. Bu anlamda devlet, din ve inanç alanından tamamen çekilmelidir.
SACAYAK
Ergin Doğru’nun Özgür Demokratik Alevi Hareketi adına Mezopotamya Birinci İnanç Çalıştayı’na Sunduğu Türkiye’de Laiklik Aldatmacası Konulu Bildiriden
Nasıl Bir Laiklik Anlayışı
T
ÜRKİYE’NİN, Anayasa’da belirtilmesine rağmen laik bir ülke olmadığını söylüyoruz, ama nasıl bir laiklik anlayışı noktasını ise pek tartışmıyoruz. [...] ÖDAH olarak savunduğumuz laiklik anlayışının hiç bir yerinde devlet yoktur. Demokratik devlet, inançsız olmak zorundadır. Bu anlamda devlet, din ve inanç alanından tamamen çekilmelidir. Bu noktada devlete düşen görev, inançlar arasındaki eşitsizliklerin giderilmesi, inancın yürütülmesi ve yaşatılması noktasında sağlam bir hukuki güvenceleri oluşturmak olmalıdır. Devletin inancı olmadığı gibi kimseye ayrımcılık yapma ve taraf olma gibi bir durumu da olmamalıdır. Camiyi, kiliseyi ve havrayı ibadethane olarak kabul ederken, cemevlerini ibadethane olarak kabul etmemek ayırımcılıktır. Bu kabul edilemez bir durumdur. Bir inanç mensubu “benim ibadethanem burasıdır” diyorsa bu kabul edilmelidir. Devlet inanç konusunda ayırımcılık yapmamalıdır. Laikliğe aykırı en temel kurum olarak bugün karşımıza Diyanet çıkmaktadır. Diyanet kurumu hukuksuzluğun ve eşitsizliğin temel adıdır ve devlet adına görev yapmaktadır. Bu diğer inançlar açısından olduğu kadar, demokratik değerler açısından da kabul edilemez bir durumdur. Aleviler başta olmak üzere diğer inanç gruplarına mensup insanlardan toplanan vergilerle kendi resmi inancının propagandasını yapmak, demokratik olmadığı gibi ahlâki bir davranış da değildir. Laiklikle hiçbir alakası olmayan bu kurum kaldırılmalıdır. Her inanç grubu kendi içerisinde koordinasyon sağlayacak üst örgütler oluşturabilmelidir. İnanç grupları yarattıkları örgütlükler üzerinden kendi ihtiyaçlarını karşılarlar. Devletin tarafsız kaldığı bir yerde her inanç grubu ihtiyacı oranında kendi özgür iradesi ile örgütlenmelidir. Aleviler cemevi açmak istiyorsa, örgütlerini toplar ve açarlar. Cemevi için farklı bir inancın rızası ve katkısının alınması (bunun isteği dışında, bir nevi zorlama ile yapılması) doğru değildir. Yine laikliğin Türkiye’de çözüm bekleyen en temel açmazı, okullarda zorunlu din dersleri uygulamasıdır. Demokrasinin ve laikliğin gerçek anlamda ifadesini bulabilmesi için zorunlu din dersi uygulamasına son verilmelidir. İnsanlar, kendi inançlarını öğrenme, öğretme ve uygulamaya yönelik hizmetleri kendi inanç kurumlarından almalıdırlar. Eğitim kurumlarında her inanca eşit ve isteğe dayalı seçmeli din bilgisi (dersi değil) konmalıdır. Din bilgisi, bütün dinler arası hoşgörüyü, sevgiyi ve barışı geliştirecek bilimsel anlamda bir müfredatla hazırlanmalıdır. Osmanlı döneminde bile benzerine rastlanmayan bir şekilde Alevi köylerine cami yapılması uygulamasına son verilmelidir. 15
SACAYAK
Sayı 10
İnanç sahipleri, yoğun olarak yaşadıkları yerlere göre kendi ibadethanelerini kendileri yapmalıdırlar. Sadece Alevilere değil, Ezidilerin, Süryanilerin veya Yahudilerin yoğun yaşadığı yerleşim yerlerine bir dayatma sonucu olarak cami yapılmamalıdır. Türkiye’deki uygulamalar, mevcut inançlara yaklaşım ve inançsal kurumsallaşmalar göz önüne alındığında, tereddütsüz varılacak sonuç Türkiye’nin laik olmadığı tespitidir. İnançların özgür ve eşit yaşamasının yegane koşulu, devlet yapısının laikleştirilmesinden geçmektedir. Bunun için yapılması gereken, başta inanç grupları olmak üzere, toplumun bir bütün olarak laikliği savunması ve özümsemesi gerekmektedir. Türkiye’de laikliği kurumsallaştırmanın ve toplumsal bir kültür haline getirmenin zorunluluğu bu kadar açıkken, bunun nasıl sağlanacağı sorusunu herkes kendine sormalı ve bu konuda çalışma yapmalıdır. ÖDAH olarak laikliğin kurumsallaşmasının Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin gelişimiyle ilişkili olduğunu düşünüyoruz. Laiklik, demokrasi ve özgürlüklerden ayrı ve bağımsız olarak ele alınmamalıdır. Demokratik değerlerin, toplumsal bir kültür biçiminde kurumsallaşması sorunlarımızı azaltacaktır. Özgür Demokratik Alevi Hareketi olarak, inançsal örgüt ve kurumların laiklik ile demokrasi arasındaki ilişkiyi yeterince açığa çıkaramadığını ya da gereğini yerine getirmediklerini düşünüyoruz. Bu yüzden de egemen zihniyet, inanç üzerinden politikalarını rahat bir şekilde sürdürmektedir. Bu anlamda kimi kurumlar sisteme yedeklenmekte veya hakim zihniyetin istediği gibi at oynatmasının önüne geçememektedirler. Bir dönem “din elden gidiyor” propagandası ile Aleviler ve diğer farklı inanç grupları hedef haline getirilmekte, buradan sonuç alındığında hemen akabinde “şeriat geliyor” propagandası ile İslami kesim hedef haline getirilmektedir. Bu yazgı değişmez bir şekilde devam ettirilirken, bugüne kadar Türkiye’de yaşayan inanç grupları buna dur diyememişlerdir. Çünkü bu inanç grupları arasında oluşturulan kaygılar ve önyargılar, sorunun tartışılmasını engellemiştir. Sistemin, inanç ve laiklik ikilemini nasıl bir koza çevirdiği gerçekliğinde yola çıkarak, her inanç grubu soruna bütünlüklü bakmalı diğer inanç gruplarıyla empatik bir ilişkilenmeyi sağlamalıdır. İnanç özgürlüğü ve laikliğin, demokratik mücadele ile kazanılacağı gerçeğinden yola çıkarak, her kurum demokratik mücadelenin bir aktörü olmak zorundadır. Türkiye’de yaşanan laisizmin, gerçek anlamda laikliğe dönüştürmek, toplumsal bir kültür ve değere dönüştürmek zorunluluktur. Mezopotamya’da dünyayı etkileyen inanç ve uygarlıkların eski ihtişamlı günlerine kavuşturmak için iktidar merkezli düşünmekten vazgeçerek, inancın doğru temelde işlev görmesi gerekmektedir. Bu coğrafyanın bunu sağlayacak birikim ve insan malzemesine sahip olduğunu unutmadan, günümüzün ihtiyaçları temelinde yeniden örgütlemek gereklidir. Bu örgütlülüğün adı ve zemini ise laik demokratik hukuk devletidir. 16
İnançların özgür ve eşit yaşamasının yegane koşulu, devlet yapısnın laikleştirilmesidir. Laikliğin kurumsallaşması Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin gelişimiyle ilişkilidir. Laiklik, demokrasi ve özgürlüklerden ayrı ve bağımsız olarak ele alınmamalıdır.
Her inanç grubu soruna bütünlüklü bakmalı, diğer inanç gruplarıyla empatik bir ilişkilenmeyi sağlamalıdır. İnanç özgürlüğü ve laikliğin, demokratik mücadele ile kazanılacağı gerçeğinden yola çıkarak, her kurum demokratik mücadelenin bir aktörü olmak zorundadır.
SACAYAK
Ocak-Şubat 2010
İslam’ın Özü Olmak ya da Devlet Karşıtlığı Haşim Kutlu – 18 Ocak 2010
B
“Zerrin Kalem” ketebeli 33,5 x 23,5 cm boyutunda hat levha. Ortada kırmızı mürekkeple çifte “Ya Ali”, lam-ye harfleri Zülfikar’a benzetilmiş. Ayınların karnında Hasan ve Hüseyin yazılı. Altın yıldızla çizili on iki dilimli Bektaşi Tacı. Sağında Allah, solunda Muhammed, altında “Allah lafza-i celal” yazılı, onun altında Teslim Taşı. 1897 tarihinde H. Recep tarafından yazılmış.
İR YAS VE ŞÜKRAN anlamına gelen Aşura Günleri nedeniyle, Strasbourg’taydım. Alevi Kültür Merkezi’nin davetlisi olarak, bir hafta kadar Alevi canlarla birlikte meydan açtık. Bu vesileyle birçok bakımdan görüş alışverişinde bulunduk. Yol-Erkan-Meydan bağlamında birçok konuya değinme olanağı buldum kendi adıma ve bildiklerimi canlarla paylaştım. Sözü edilmekten dikkatle kaçınılsa da, çoğunlukla ev ziyaretlerimde de devam eden söyleşilerimizde, izleme olanağı bulduğum üzere İslamiyet’le Aleviliğin bağlantısı, İslam’ın “özü” olmak iddiasının kaynağı gibi konulara, sürekli girilip çıkıldı. Karşılıklı halleşmelerimiz boyunca bu ve benzeri birçok konuya, kimileyin derinlemesine kimileyin şöyle bir girip çıktık. Pek alışık olunmadığı açık olan anlatımım ve ortaya koymaya çalıştığım düşünceler, epeyce şaşırtıcı olarak görülse de, gerek ortaya çıkan düşüncelerin içtenliği ve gerekse inandırıcılığının genel kabul gördüğü, her vesileyle belirtildi. Karşılıklı rızalığımız için halleşmemizin bu yönünün yeterli ve saygı değer olduğunu belirtmeliyim. Bu makalede de bu söyleşilerimizden, şu “özü olmak” konusuna bir başka açıdan kısaca değinmek istiyorum. İlgi duyan canlar için yararlı olacağı kanısındayım. *** Alevilik kendi başına bir dindir, din ise toplumsal yapılanmada üst yapıyı ifade edendir. Din, üç asırdır klasize edildiği gibi bir iman ve itikat konusu değildir. Her dinin iman etmeyi gerektiren bölümü vardır, ama din, iman ve itikattan ibaret değildir. Bir bütün olarak, siyasal alanı, yani üst yapıyı ifade eder. Örneğin egemen dinler diye tanımlanan dinler, bir başka deyişle kapitalizm öncesi dinler (bölgemizdeki), şemsiyesinde Allah’ın olduğu, Allah Devletleri’nin kendisiydiler. Kapitalizmle birlikte, Allah’ın yerini “Kutsal Ulus” aldı. “Allah Devleti” de yerini “Ulus Devlete” bıraktı. İslamiyet, tek ve tekel olan Allah’ın dini olarak tek tanrılı dinlerin en evrime uğramış olanıdır. Doruğudur. Tek ve tekel Allah kutsallığı şahsında oluşturulan ise tek ve tekel merkeze bağlı kutsal devlettir. Olabildiğince merkezileşmiş devlet yani. Feodal tekel de diyebiliriz buna ve Allah, zaten bunun metafizik ifadesinden başka bir şey değildir: Mülkün ve hükümranlığın devleti. Tabii ki hem erkek cinsi hem de sınıf egemenliğinin devleti. Bu anlayış çerçevesinde Alevilik, mülk ve hükümranlık dünyasının/kutsallığının zıddı olarak ortaklığın ve Hakk’ın (Rıza Maka17
SACAYAK mı) toplumu olarak kendini ifade eder. Bütün kutsallıkları, dünyalıdır ve öte dünyalılığı reddedendir. Dünya Ana’nın, doğurduklarının tümünü, ihtiyaçlarına göre rızıklandırdığını, bu bağlamda da cümlenin bu Yol’a bağlı olarak, ihtiyacına göre yaşamaları gerektiğini ifade eder. Başına her ne gelmişse, şöyle inandığı buna inanmadığı için değil, tam da böyle yaşadığı için gelmiştir. İslam’ın Allah’ı, ortak kabul etmez; bu bağlamda onun dünyasal temsilcisi halife ve devleti de ortak kabul etmez. Mülk onundur, istediğine lütfeder istediğine etmez. Oysa Alevilik, “benim mülküm” değil, “ortaklık” diyor; hükümranlık değil, rızalık diyor. Bu bağlamda olacak ki, hükümranlık makamının metafizik temsilcisini, yani Allah’ı, “Takdir Hükümeti”; kendi rızalık makamını ise “Hak ve Hakikat” olarak tanımlıyor. Hükümranlık anlamında makam ya da kariyer yoktur Alevi Meydanında bu yüzden. Hizmet ve Rızalık vardır. Dolayısıyla Aleviliğin yaşadığı bir yerde, tek ve tekel olarak hükmetmek mümkün olmaz! Olursa da, ancak, Aleviliği bastırarak, yok ederek olur. İşte orada, hükmetmek için kan dökmek kaçınılmazdır hükmetmek isteyene. Peki, gelişmenin seyri başka türlü olamaz mıydı? Elbette olurdu ama evrimin gelişme seyri bir kez, tarihin belirli bir uğrak noktasında sapmaya uğramış ve gelişme bu zemine oturmuştur. Gelişmenin seyri yeniden ve daha modern bir zeminde tekrar yörüngesine, “İnsanlık Yörüngesi”ne oturuncaya dek de bu kavga devam edecektir, ama bu da ayrı bir konu olarak durmaktadır önümüzde. *** Anlatmaya çalıştığım özellikler bir kere kavrandı mı, “Alevilik İslam’ın içinde mi dışında mı” gibi sorular, anlamını yitirir. Buna karşın şu kadarını belirtmek de yerinde olur. 18
Sayı 10
Bizim coğrafyamızda bir tekmil tarihsel devrimlere, Peygamberler öncülük etmiştir. İster Semitik İbrahimî dinler olsun, ister Aryenik Zerdüştî dinler olsun, çıkışları itibariyle tekmil kutsallıklarını, kadim ortaklık zemininden alırlar ve ortaklık olarak yola çıkarlar. Ne ki her çıkış kendisini koşullayan egemenlik sistemine kavuştuğu andan itibaren, işin doğası gereği ortaklık değerlerinden koparlar, o değerlerle zıtlaşırlar. Konunun doğası gereği gelişmenin seyri böyle olmakla birlikte, her peygamber çıkışı yeni bir dine; her yeni din, toplumsal bir değişim ve dönüşüme denk gelir. Bu işleyiş, “Kandaş Ortaklık” toplumundan Yol Kardeşliği’ne geçişte de, yani Doğa Dinleri evriminde de aynen görülür. Alevilik, İslam’ın çıkışına bu bağlamda sahiplenir. O değerleri, kendisinin değerleri olarak görür. Devletleşmiş İslam’ı ise reddeder. Belki, doğru anlamıyla İslam’ın “özü olma” söylemini bu temelde ifade ederek doğrulayabiliriz. Yolun Bilgeleri, Pirleri, ne yaptıklarını ve ne söylediklerini bilerek hareket etmişlerdir. Birçok nedenle örnek olarak verdiğim, Buyruk olarak adlandırılan risalelerde dillendirilen, Peygamber’in, miraçtan dönerken, “Kırkların Cemi’ne Gidişi” öyküsünü, bugün artık her Alevi, burada tekrarlamama yer bırakmayacak ölçüde bilmektedir. Bu öykünün bizzat kendisi bile, İslam’ın çevrelediği koşullar altında, Alevi toplumunun, İslam’ın çıkış ideallerine sahiplenerek kendisini yeniden ürettiğinin somut ifadesinden başka bir şey değildir. Buna karşın, bugün, bu söylemi dillendirenler, bu bağlamda değil, hem asimilasyon etkisiyle, hem korku etkisiyle ve hem de soyu koruma etkisiyle bunu ifade etmektedirler ki, bu da ayrı bir konu olarak ele alınmalıdır diye düşünmekteyim.
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
Gençlere Söz ve Karar Hakkı İstediğimiz için Bize Kızanlar Kızacaklarına Gençlere Kulak Versinler.
Genç Aleviler Konuşuyor - Bölüm I Ahmet Koçak
A
levi-Bektaşi toplumu son günlerde açılımlar, çalıştaylar ve partileşme çalışmaları gibi siyasal konularla ülke gündeminde sıkça yer almaya başladılar. Bugüne kadar bu konularda ve örgüt içi pratiklerde toplum adına hep büyükler konuştu. Toplumun geleceği genç nesil, çalışmalarda aktif yer almasına karşın bu kurumlar içerisinde bu konularda söz sahibi olamadılar. Çünkü önlerindeki ağabeyleri her şeyi onlardan daha iyi biliyorlardı. Onların görevi; yat-kalk, getir-götürdü. Oysa yöneticilerimiz söz gençliğe geldi mi “gençlik geleceğimizdir” sözcüklerini dillerinden düşürmezler. Gerçekten böyle düşünen, “gençlik geleceğimizdir, geleceğimize yatırım yapalım” diyenler azınlıktadır. Biz o azınlıktanız. Toplum adına aydınları konuşur, toplum bir türlü dinlenilmez. Cemaatler adına din adamları konuşur, cemaat bir türlü dinlenilmez. Küçükler adına büyükler konuşur, küçükler bir türlü dinlenilmez. Biz, bunu tersine çevirelim dedik: Küçükler adına küçükler konuşsun, büyükler konuşmasın. Bir de büyükler küçükleri dinlesin diyerek gençlerle söyleştik. Küçükler dediğimiz genç insanların dünyasında neler var? Gençler ne yapmak istiyorlar da yapamıyorlar? Gençlerin kurumlar içerisinde yaşadıkları sıkıntıları nelerdir? Beklentileri nelerdir? Neler yapmak istiyorlar ve yapamıyorlar? Bu konularda fikrim, düşüncem var diyen gençlerimizi dinledik. Gençliğin söz hakkını dillendirdiğimiz, onlara konuşması için Gençler fırsat verdiğimiz için “büyük yöneticilerimiz” söyleşiyi okuduklane yapmak rında bize kızacaklar, biliyorum. Kızsınlar. Ama lütfen ön yargıdan istiyorlar da uzaklaşarak gençlere kulak versinler. yapamıyorlar? Gençlerin Söyleşinin Hikâyesi kurumlar içerisinde “Alevi gençliği ne düşünüyor?” sorusundan yola çıkarak radyoda yaşadıkları söyleşi olarak ve dergimizde yazı olarak yayınlamayı düşündüğüsıkıntılar müz bu projeyi Alevi-Bektaşi Gençlik Platformu’ndan (AGEP) Atilnelerdir? la Taş cana ilettik. Atilla can da gençlerle söyleşiyi belirlediğimiz taBeklentileri rihte Erikli Baba Dergâhı’nda yapabileceğimizi söyledi. Biz de o tanelerdir? rihte Erikli Baba’ya gittik. Söyleşiye katılacak gençler de kısa bir Bu konularda süre içinde oraya geldiler. Gençlerle dergâhın cemevi bölümüne geçerek söyleşiyi yapmaya fikrim, düşüncem başladık. O sırada dergâhın görevli dedesi içeri girerek burada topvar diyen lantı yapamayacağımızı bize bildirdi. Hepimiz şaşkınlık içinde degençlerimizi denin ne demek istediğini anlamaya çalıştık. Dedeye “toplantı yapdinledik. madığımızı, dergi ve radyo için söyleşi yaptığımızı” söylememize
19
SACAYAK
Sayı 10
rağmen, “Haberimiz yok!” diyerek ısrarla bizim orayı terk etmemizi söyledi. Bunun üzerine orada bulunan, daha önceden Erikli Baba Dergâhı gençlik komisyonunda çalışmış bir arkadaşımızla bazı gençler dedeyle tartışmaya başladılar. Gençlerin “Dergâh senin mi?” diye sitem etmeleri üzerine Binali dedenin “Benim dergâhım!” diye yanıtlaması dikkat çekiciydi. Ortada bir sorun vardı, ama sorunun kaynağı belli değildi. Sandık ki Erikli Baba Dergâhı, kendileriyle iletişim kuran genç arkadaşa yeterince bilgi vermemiş ya da genç arkadaş yönetime bilgi vermemiş. Ama anladık ki orada bulunan yönetici ve dede ile Erikli Baba adına toplantıya katılan gençler arasında bir sorun varmış. Bu nedenle yöneticiler ve dede orada toplanmamızdan rahatsız olmuş. Olayın fazla büyümemesi için Erikli Baba Derneği’nin başkanı Metin Tarhan canı telefonla arayarak izin istedim. Başkanın hoşgörülü davranması ve dedenin bize bu konuda yardımcı olabileceğini söylemesine rağmen, ortamın gerginleşmesi üzerine bir tatsızlık çıkmasın diye dergâhı terk etmek zorunda kaldık. Söyleşiyi yapmak için gençlerle birlikte Bağcılar Cemevine gittik. Bu olayda kimin haklı, kimin haksız olduğu hiç önemli değil. Hep övünerek söyleriz, “Mihman Ali’dir” diye. Mihmana kapıyı gösterenler bu yolun yolcusu olabilir mi? Bu yolu sürdürebilir mi? Kısa Bir Değerlendirme Söyleşi sonunda gençlerin önemle vurguladıklarını gördüğüm nokta, “Aleviliği yaşayamıyoruz; Alevi kurumlarından kültür, inanç, vb., gibi hizmet alamıyoruz” oldu. Söyleşide farklı görüşler olgunluk içerisinde dillendirildi. Gençlerin konuşma ve tartışma üslubu beklediğimin çok daha üstünde olgunluktaydı. Özlediğimiz, görmek istediğimiz gençlikti bu gençler. Birbirine karşı saygılı, düşüncesini söylerken üslubunu kesinlikle kabalaştırmayan gençler. Onların bu tutum ve üslubunun bütün dernek yöneticilerine örnek olması gerektiğini düşünüyorum. Söyleşi bitene kadar gençleri yönlendirmemek için olabildiğince yorum yapmamaya çalıştım. Söyleşi bittikten sonra birkaç konu hakkında gençlere görüşlerimi aktarmayı uygun gördüm. Onlara söylediklerimi aşağıda aktarıyorum.
20
Hep öğünerek söyleriz, “Mihman Ali’dir” diye. Mihmana kapıyı gösterenler bu yolun yolcusu olabilir mi? Bu yolu sürdürebilir mi?
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK Söyleşinin Ardından Gençlere Söylediklerim
Solda, Marks’ın, “Din halkın afyonudur” sözleri çok tekrar edilir, ama o cümlenin öncesindesonrasında Marks ne demiş pek bilinmez. Solcularımız, Marks’ın o cümlesinin öncesinde ve sonrasında söylediklerinin tümünü öğrenmek zahmetine katlanmamıştır. Marks, aynı zamanda, “Din, toplumları binlerce yıldır bugüne kadar taşıyan muazzam bir güçtür” diyor. O zaman bizim bu muazzam gücü anlamamız lazım.
On İki İmamları bilmek belki günlük yaşamamıza bir şey katmıyor. Ama hayatımızda neye katkıda bulunacağını öğrenmek açısından bir örnek vereyim: Bundan üç ya da dört yıl önce İngiltere’de bir vatandaş oturum için başvuruda bulunuyor. Başvuruda bulunurken mahkemeye verdiği dilekçesine yazdığı cümle aynen şu: “Ben Aleviyim, Alevi olduğum için Türkiye’de eziliyorum, dolayısıyla burada oturum hakkı istiyorum.” Yüz yüze görüşmeye çağırıyorlar bu vatandaşı; görüşme sonucunda ya oturum alacak ya alamayacak. Sorgucu, “Bana On İki İmamların ismini sayar mısın?” diyor. Bırak on ikiyi, ilk üçün ismini saysa, Ali, Hasan, Hüseyin dese, oturum alacak. Şunu anlatmak istiyorum: Hiçbir bilgi gereksiz değildir. İkincisi, bir din, inanç kendi öznelliği içerisinde yaşamak zorundadır. Kendi öznelliğini korumak zorundadır. Bir Batılı, laik bir toplum içinde yaşayıp, geleneklerini, inançlarını, kültürünü öğrenebiliyorsa; Türkiye’de yaşayan bütün insanlar da kendi inançlarını, geleneklerini, öğrenebilmeli, yaşayabilmelidir. Türkiye’de yıllardır tartıştığımız önemli konulardan biri, solculuk ile inancın bir türlü bir arada oturamaması. Genel, klasik yaklaşımda, “Sol eşittir ateizm.” Solda, Marks’ın bir cümlesi, “din halkın afyonudur” demesi çok tekrar edilir, ama o cümlenin öncesinde-sonrasında Marks ne demiş pek bilinmez. Bizim solcularımız, Marks’ın o cümlesinin öncesindeki ve sonrasında paragraflarda söylediklerinin tümünü öğrenmek zahmetine katlanmamıştır. Marks, aynı zamanda, “Din, toplumları binlerce yıldır bugüne kadar taşıyan muazzam bir güçtür” diyor. O zaman bizim bu muazzam gücü anlamamız lazım. Türkiye’de Aleviler, Sünniler ve diğer dinlerdeki insanlar bugün inancına sarılıyorsa, inancının peşine gidiyorlarsa demek ki din yeryüzünde bir görevi hâlâ yapabilecek durumdadır. Zamanı gelmiş ideolojiler ve düşünceler ölür denir ya, demek dinlerin henüz zamanı gelmemiş. Hâlâ zamanı var. O anlamıyla, dinleri eleştirirken yaklaşımımız çok daha objektif olmak zorunda. Üçüncüsü, bugün solcuların derdi dinler mi ya da Aleviliği tarif etmek mi? Pir Sultan’ı tarif etmek mi? “Devrimci” olan Pir Sultan benim Pir Sultan’ımdır; “Dede” olan Pir Sultan benim Pir Sultan’ım değildir! “Kılıçlı Ali” Arap Ali’dir; “Kılıçsız Ali” benim Ali’mdir! Bunları sorgulamak, kendisini toplumun önünde gören aydınların görevi değildir. Buralarda hata yapıldığı için konuşmamız gereken şeyleri konuşmuyoruz; bize dayatılan gündemleri tartışıyoruz. Sizleri üç saattir dinledim. Üç saat içerisinde gerçekten önemli şeyler söylediniz, önemli katkılarda bulundunuz. Ama Aleviliğin siyasallaşması, örgütlenmesi ve demokratikleşmesi konusunda doğru düzgün bir fikir ortaya koyamadık. Alevilik bir inançtır arkadaşlar. İnançlar kendi kurumlarıyla örgütlenir. Bu ne Bağıcılar Cemevi Derneği’nin ne Erikli Baba Derneği’nin haddi değildir. Alevilik bir inançsa ve onun inanç kuru-
21
SACAYAK
Sayı 10
mu mürşit, pir, rehber, dede ilişkisi ise Alevilik bu ilişki çerçevesinde örgütlenebilir. Bu ilişkiyi örgütleyecek bizler değiliz; onun kendi mekanizması, yaşayan bir mekanizması var. O mekanizma yapacak bunu. Biz, ancak bunu sesli söyleyebiliriz, yazılı aktarabiliriz. Hiçbir sosyalist vatandaş kendisini dede yerine koyamaz. Dededen daha akıllı olabilir, daha çok şeyi biliyor olabilir, ama o posta oturup o hizmetleri yürütemez. Bazı arkadaşlar bir eleştiride bulundular. O an yanıt vermek istemedim. “On İki Hizmetin bazıları kaldırılsın” diye bir görüş geldi. Kaldırılsın dedikleri hizmetlerin gerçek manasını biliyor mu bu arkadaşlar? Bu arkadaşlar bilerek mi o hizmetler kaldırılsın diyor? Süpürge hizmetinin kaldırılmasını talep etmek, gerçekten o süpürge hizmetinin cem içerisinde ne anlam ifade ettiğini bilmemekten kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Gerçek anlamı kavranmış olsa kaldırılması talep edilmez. On iki hizmetin her birinin ayrı ayrı anlamı vardır. Onların anlamlarını düzgün ifade edemezsek, postta oturan dede de düzgün ifade edemezse tabii ki gençler bunu kavrayamaz ve bu tür sorgulamada bulunur. Arkadaşlarımızın rükûnun, yani secdeye eğilmenin kaldırılmasını niye talep ettiklerini biliyorum. Oysa, “Cemde kadın-erkek yoktur, can vardır” demiyor muyuz? Ceme giren kişi can olduğunun farkında olursa orada kimseye cinsiyet gözüyle bakamaz, kimse de ona öyle bakamaz. İsterse benim karşımda üryan olsun, benim gözüm onu görmez. Bu felsefeyi, bu inancı, inanç diyorum ve altını özellikle çiziyorum, bu inancı bütünlüğüyle, ilkeleriyle doğru düzgün tanımamaktan kaynaklanan bir cehaletle karşı karşıyayız. İki türlü açmaz var: Bir değindiğim sol cehalet. İkincisi ve daha tehlikelisi sağ cehalet. Sağ cehalet, CEM Vakfı gibi kurumların yaklaşımında kendini gösteriyor, ama sadece o çevre ile sınırlı değil. “Alevilik İslam içidir, İslam dışıdır” tartışmasını bahane ederek kendisini haklı göstermeye çalışan bir zihniyet var. Nasıl haklı göstermeye çalışıyor? Ceme giren bacıların başını zorla bağlatıyor; kadın ve erkeği cemde ayrı oturtuyor. Birileri kalkıyor, “Alevi yolu” diye yazıyor. 1400 yıldır Alevi yolu zaten var. Bin dört yüz yıldar bu yolu süren mürşitler, pirler, dedeler hiçbir zaman kadınlar şöyle oturacak, erkekler böyle oturacak diye bir tarifte bulunmamışlar. Öyle olsaydı, “cem, canların cem olduğu yer” demezler başka bir şey derlerdi. Demek ki bugün iki cehaletle de mücadele etmemiz gerekiyor. Birincisi sol cehalet, tekrar altını çiziyorum. Solun Alevilere, Alevi toplumuna yaklaşımı. İkincisi sağ cehalet, Aleviliği bağnazlaştıran, götürüp mevcut resmi devlet İslamı’na, Sünniliğe entegre etmeye çalışan bağnaz zihniyet. Gençliğin bunlardan kurtulması için çok çalışması, çok okuması, çok dinlemesi gerekiyor. Ama kimi dinleyeceğini bilmek gerek: Aleviliği, yol ehlinden, dedesinden, mürşidinden, pirinden öğrenmesi gerekiyor. 22
Alevilik bir inançtır. İnançlar kendi kurumlarıyla örgütlenir. Alevilik bir inançsa ve onun inanç kurumu mürşit, pir, rehber, dede ilişkisi ise Alevilik bu ilişki çerçevesinde örgütlenebilir. Bu ilişkiyi örgütleyecek onun kendi yaşayan bir mekanizması var.
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
Alevi Gençlerin Söylediklerinden Bölümler Alevi gençlerinin kurumlar içerisindeki yaşadıkları sıkıntılar nelerdir? Kurumlardan beklentileri nelerdir? Kurumlar içinde neler yapmak istiyorlar da yapamıyorlar? Öncelikle bunu konuşalım
Ali Kartal Altmış yaşındaki bir yöneticinin on beş yaşındaki bir gencin derdini anlayacağına inanmıyorum. O nedenle gençlik yönetimlerde yer almalı.
2003 YILINDAN BERİ Erikli Baba cemevinde bulunuyorum. Bir dönem orada gençlik komisyonu başkanlığı da yaptım. Alevi gençlerinin bağlı bulundukları kurumlarla ilgili birden çok problemi mevcut. Dernek yönetiminin gençlere karşı yeterince ilgili olmamasından, gençlerin önünü açmayışlarına kadar birçok problem sıralanabilir. Yönetimlerin şöyle bir anlayışı var: Biz bu kurumu kurduk, buraya getirdik; bu düzeni böyle bu şekilde devam ettirelim. Gençlik gelsin, semah dönsün, saz çalsın, türkü-deyiş söylesin, çayımızı getirsin götürsün, yemeğe yardım etsin, orayı kaldırsın indirsin, ama memleket sorunlarıyla ya da dernek sorunlarıyla ilgili eleştirel bir tutum içerisinde olmasın. Bu onları rahatsız ediyor. Altmış yaşındaki bir yöneticinin on beş yaşındaki bir gencin derdini anlayacağına ben inanmıyorum. Gençliğin derdinden genç anlar doğal olarak. O nedenle gençlik yönetimlerde yer almalı, kendini ifade edebilmeli. Bunun için muhalif olmaya da gerek yok. Toplumsal sistemin Alevilere biçtiği bir kıyafet var. Bize zorla giydirilmeye çalışılıyor. Biz onu atmaya çalışırken bir taş da kendi yöneticilerimizden geliyor. Yönetimler kesinlikle gençlerin önünü açmalı, gençleri daha özgür bırakmalı. Onlar düşünmeli, araştırmalı, eleştirmeli. Araştırdığından, eleştirdiğinden bir sonuç çıkartmalı, bunu ortaya sunmalı.
Gani Kılıç ON BEŞ YILDIR Şahkulu Sultan Vakfı Gençlik Komisyonunda çalışıyorum. AGEP’te de çalışmalarıma devam ediyorum. Yönetimde 23
SACAYAK
Sayı 10
hep aynı insanlar. Biri gidiyor biri geliyor hiç fark yok. Gençler düşünülmüyor. Gençler, cemevinde yemek dağıtıp, saz öğrenip, semah dönüp gitsin! Yemekhaneye girsinler, çay dağıtsınlar. Yöneticilerin gençlere bakış açısı bu ne yazık ki. Bütün kurumlarda da aynı. İstanbul’da kaç tane Alevi kurumu varsa bakın, doğru dürüst bir gençlik çalışması yoktur. Karacaahmet’te biliyorum yıllardır gençlik komisyonu kuruluyor, hop kaldırılıveriyor! Gelen yönetici bakıyor, gidiş işine gelmiyor, “Haydi, seni feshettim, güle güle!” Bazı yöneticilerin Alevilikle alakası yok. Aleviliği bilmiyorlar. Onlara gidip bir şey sorarsan, “Bunu Dede bilir, sen Dedeye git” diyor. Bir yönetici, sorulara belirli bir düzeyde yanıt verebilmeli. Ama yöneticiler ne yazık ki buna hazır değil. Gençler bu yanlışları görüyor, üzerine gidiyor. Üzerine gittiğimizde de anında feshediyorlar, çünkü sizin hiçbir hakkınız yok. Vakıf halka açılmalı. Benim bildiğim yedi kurucu, otuz dört mütevelli var. Bu yedi kişi istese vakfa kilit vurabilecek yetkide. Çünkü tüzük böyle hazırlanmış. Bu tüzüğü de buradaki arkadaşlar da bilir. Bana göre burası Alevilerin ortak malı olmalı, yani yönetimi demokratikleşmeli diye düşünüyorum ilk başta. Buradan başlanmalı. Biz bunun mücadelesini veriyoruz kaç senedir. Gençlere de kendilerine bir şey söylendiği zaman orayı terk etmemeliler. Biz bunu çok yaşadık. Bizi kaç sefer feshettiler, biz hiçbir zaman gitmedik. Bahçede toplantılarımızı yaptık. Oraya da karışacak halleri yok. Gençlerin de yanlışları var. Bir yönetim geliyor, kendi gençliğini getiriyor; o gidiyor başka yönetim geliyor, haydi o da kendi gençliğini getiriyor. Yani yönetimlere bağlı bir gençlik kesimi de var ne yazık ki. Biz hiçbir yönetimin adamı olmadık, doğruların adamı olduk, dergâh adamı olduk. Doğruysa yanında; yanlışsa karşısında olduk. Onun için on dört, on beş senedir bizi buradan gönderemedi.
Bazı yöneticiler Aleviliği bilmiyor. Gidip bir şey sorarsan, “Bunu Dede bilir, sen Dedeye git” diyor. Bir yönetici, sorulara belirli bir düzeyde yanıt verebilmeli. Ama yöneticiler buna hazır değil.
Ayhan Arslan AGEP Avrupa Yakası Genel Sekreteriyim, aynı zamanda yirmi seneye yakın Bağcılar Cemevi, Bağcılar HBVD Genel Merkezinin gençlik komisyonundan gelme üyesiyim. Derler ya iğneyi başkasına batırıyorsanız çuvaldızı kendinize batırın. Kendimizi de bir konuda eleştirmemiz lazım. Ailelerimizde Aleviliğin temel hoşgörüsü nedeniyle, herkes kendi yolunu kendi çizsin, kendi düşüncesine sahip olsun tutumu vardır. Ben sevdirmeyeyim, “sevecekse Ya Hüseyin, sen kendini sevdir ya da kendileri seni sevsin.” Bizim ailelerimizin bu hoşgörüsünün sağladığı rahatlıkla geliyoruz, fakat şu an otuz kişiyiz burada, ama Alevilikle ilgili ne ka24
Hiçbir zaman gençliğe söz söyleme imkânı verilmeyişinin nedeni şudur: Gençlik yaşanan terslikleri benimsemez, olayları irdeler ve eleştirir.
Ocak-Şubat 2010
Bazı yöneticiler Aleviliği bilmiyor. Gidip bir şey sorarsan, “Bunu Dede bilir, sen Dedeye git” diyor. Bir yönetici, sorulara belirli bir düzeyde yanıt verebilmeli. Ama yöneticiler buna hazır değil.
SACAYAK
dar bilgiye sahibiz? Tabii yanlışlar var, ama biz ne kadar bilgiye sahibiz? Alevilik nereden geldi, nereye gidiyor? Bize bıraksalar Aleviliği nereye götüreceğiz? Ama bizim daha Aleviliğin gerçekten ne olduğundan haberimiz yok. Hiçbir zaman gençliğe söz söyleme imkânı verilmez. Verilmeyiş nedeni şudur: Gençlik yaşanan terslikleri benimsemez, olayları irdeler ve eleştirir. En basiti geçen sene basılan dernek takvimlerinin üzerinde beş vakit namaz saatleri, imsakiyeler vardı. Gençler buna itiraz etti. Hatta konuyu sadece dernek yöneticileriyle değil, diğer kurumların yöneticileriyle de tartıştılar. Onların yanıtı, “Niye bunu karıştırıyorsunuz?” oldu. Geçen sene MHP’li Mehmet Gül vefat etmişti, CEM Vakfı gençlik sitesinde, “Acı kaybımız, Mehmet Gül vefat etmiştir. Çok üzüntülüyüz. Allah’tan kendisine rahmet, sevenlere başsağlığı diliyoruz.” diye ilanlar, duyurlar yapıldı. Bu kişi, çıkıp televizyonda, “Elime silahı aldım, köşe köşe Alevi arıyordum; Alevi genci aradım vurmak için.” diye demeç verebilen ve yedi Alevi gencinin ölümünden sorumlu tutulan bir kişi. Bir televizyon programında karşısına birkaç tane Alevi genci konulmuş; onların sorularıyla karşılaşınca söyleşi yapana, “Beni itle kopukla muhatap etmeyin” diyebilmiş bir kişi. Bir Alevi düşmanı olduğunu duyuran bir kişi CEM Vakfı bünyesindeki gençlik tarafından bu şekilde el üstünde tutulabiliyor. Biz gençlik adına buna müdahale ediyoruz. Sorunu Bağcılar Cemevi yöneticilerine götürdük. “Buna karşı bir açıklama yapmanız gerekmiyor mu? Âçıklamayı biz yapmayalım siz yapın.” dedik. Yönetim de, “Orası CEM Vakfı’dır, onlarla hasımız, aynı masaya oturmayız, konuşamayız.” dedi, yan çizdi. Ama iki ay sonra bir konser düzenlendi, CEM Vakfı Başkanı İzzettin Doğan geldiğinde ayağa kalkıp, ayakta alkışladılar, “Başkanım hoş geldin” dediler. Biz de bu yaptığınız yanlıştır dedik. Bize yanıtları, siz muhalefetsiniz, zaten hiçbir şeyi beğenmezsiniz, vb., oldu.
Atilla Münüklü Alevi gençleri olarak çok uyanık olmalıyız. Bizim gençlerimiz bir şekilde kandırılıyor. Görüyoruz, ülkücü yapıyorlar gençlerimizi. Türklüğü aşılıyorlar.
ERİKLİ BABA dernek üyesiyim. Gençler tabii ki yolu dedelerimizden öğreneceğiz, bundan şüphemiz yok. Onlara tabii ki büyük saygımız var. Ama ne yazık ki gençlerle yönetim ayrı birer cumhuriyet gibi. Tabii gençler hizmet için buradalar. Tabii ki yolun birinci kuralı hizmettir. Buna saygımız var, Hacı Bektaş’ın himmeti için hizmetimizi yapıyoruz. Bize öğretilen Alevilik semah, saz, secde... Bunları yapıyoruz, ama bir de Aleviliğin tasavvuf yanı var. Biz tasavvufta çok geri kalıyoruz, tasavvufu öğrenemiyoruz. Gel cemevine, ibadetini yap, secde kıl, rükû et... O zaman bizim Sünnilerden farkımız kalmıyor ki. Sünni de aynısını yapıyor. Camiye gidiyor, namazını kılıyor, dönüp geliyor. Biz Aleviliği yaşamak için öğrenmek istiyoruz. 25
SACAYAK
Sayı 10
Biz Alevi gençleri olarak çok uyanık olmalıyız. Bizim gençlerimiz bir şekilde kandırılıyor. Görüyoruz, ülkücü yapıyorlar gençlerimizi. Türklüğü aşılıyorlar. Demin bir arkadaşım rahmetli Mehmet Gül, “elimde silah Alevi arıyordum” dediğini anlattı. Hâlbuki o adam, Alevi aramıyordu, komünist arıyordu vurmak için. Komünizmin faturası bize kesildi.
Ali Kartal GENÇLERİN yönetimlerde söz sahibi olamamalarının en büyük nedeni yönetimin gençlere karşı despotluğu. Yönetim iktidarının kaybolmasını istemiyor. Bu da Aleviliğin sonraki kuşaklara aktarılmasında da aslında bir sorun yaratıyor. Bugün şunu görüyorum: On beş yıl, yirmi yıl sonra Aleviliğin yaşayacağı sorunların temeli bugünden atılıyor, çünkü Alevi gençliği susturulmak isteniyor. Aslında bunu sadece dernek yönetimleriyle bağdaştırmak da doğru değil. Aslında bu dayatma 12 Eylül darbesinin içimizdeki devamıdır. Biz burada gençleri tartışıyoruz, ama aslında kadınlar da büyük ölçüde yönetimin dışında tutuluyor. Mevcut yönetimlerin demokratik olmadıkları çok açık. Demokratik bir yönetimde kadınlar da, gençler de yerini bulur. Bir genç, bir kurumda kendisini özgürce ifade edemiyorsa o kurumda demokrasiden söz etmek büyük bir palavradır. Ve bugün de olan budur. Yöneticilere sorduğunuz zaman biz gençlerin her zaman arkasındayız, biz gençleri destekliyoruz, gençler bizim geleceğimizdir gibi palavraları dinliyorsunuz. Aslında yöneticiler kendi anlayışlarına uygun tektip bir gençlik yaratmaya çalışıyorlar. Nasıl Kürtler, Kürtlüğünden vazgeçerse bu ülkede cumhurbaşkanı ya da başbakan olabiliyorsa bir Alevi genci de sorgulayıcı, eleştirel, muhalif anlayışından vazgeçerse yönetime girebilir. Bunda bir sorun yok. Ama bir şey yapamadıktan sonra, gençliğin önünü açamadıktan sonra, bir fikir beyan edemedikten sonra, bir duruş sergiyelemedikten sonra bir Alevi gencinin yönetimde olmasının da bir anlamı yok. Bugün cemevlerinin çoğalması aslında Aleviliğin gelişmesine yol açmıyor. Bunlar bir anlamda Aleviliği ve Alevileri bir havuzda toplama, bir potada eritme, tektipleştirme çalışmasıdır. Gençler buna karşı kendi öz örgütlülüğünü yaratmak zorundadır. Alevi gençliği kendi örgütlülüğünü yarattığı zaman bu gibi oluşumlara, bu gibi davranışlara kesinlikle tavır koyacak ve karşı çıkacaktır. Bütün arkadaşlarım şu konuda hemfikir: Hiçbir kurumda gençlik çalışması yapılamıyor. Gençlik örgütlenmesi, komisyonu kuru-
26
On beş yıl, yirmi yıl sonra Aleviliğin yaşayacığı sorunların temeli bugünden atılıyor, çünkü Alevi gençliği susturulmak isteniyor.
Nasıl Kürtler, Kürtlüğünden vazgeçerse bu ülkede cumhurbaşkanı ya da başbakan olabiliyorsa bir Alevi genci de sorgulaycı, eleştirel, muhalif anlayışından vazgeçerse yönetime girebilir.
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
lamıyor; sonra lağvediliyor. Biri geliyor, “Ben beğenmedim, gençlik komisyonunu iptal ediyorum!” diyor. Böyle anti-demokratik bir şey olabilir mi? Olabilir! Alevi toplumunda olabilir maalesef! Madem kurumlarda biz bu işi yapamıyoruz o zaman biz bu örgütlenmenin yeni yollarını aramalıyız. Bu da gençliğin kendisine bir örgütlülük yaratmasından geçmektedir. Bunu yaptığımız ölçüde dernekler ve yönetimleri gençleri ciddiye alacaktır.
Zehra Yıldız Erkekler, “bayanlar eziliyor” diyor, ama yapanlar zaten kendileri. Başta kendilerini düzeltmeleri, ondan sonra konuşmaları lazım.
ŞAHKULU gençliğindeyim sekiz senedir. Bayanlar, çekiniyorlar. Bir toplumda, mesela burada beş altı tane erkek olsa bir bayan gelip giremiyor yanlarına. Yani cinsiyet ayrımcılığı Aleviler arasında da var. Mesela cemlerde kadın erkek ayrı oturtuluyor, başları kapatılıyor, etek giydirilmiyor. Sofra duasında avuç açtırılıyor. Yemek sırasında erkekler ayrı, bayanlar ayrı. Eşitlik olması lazım. Tamam, erkekler, “bayanlar eziliyor” diyor, ama onu yapanlar zaten kendileri. Yani başta kendilerini düzeltmeleri lazım, ondan sonra konuşmaları lazım. Baş örttürülmemesi lazım. Oturup gençlerle konuşulması lazım. Hep beraber toplanıp, bir ortam yaratılması lazım. Bu yok, erkekler toplanıyor, nereye? Kahveye, türkü bara! Toplanıp konuşulmuyor.
Rahime Karahan BENİM CEMDE en çok dikkatimi çeken şey gençlerin katılmaması. Yaşlılardan çok gençlerin olması daha bir güzel. Bunu göremeyince kahroluyorum. Neden gençlerimiz yok cemde? Her geldiğimde yaşlılarla karşılaşıyorum. Elimizden geldiği kadar gençleri ceme katılmaya yönlendirmeliyiz.
Ali Kartal Kurumların yönetimlerinde kadın kotası uygulanmalı. Aynı zamanda gençlik kotası da uygulanmalı .
BENİM ÖNERİM şu: Kadınların yönetime katılmaya teşvik edilmesi için kurumların yönetimlerinde kadın kotası uygulanmalı. Onları kadın olmalarından dolayı ikinci sınıf muameleye tabi tutmak yerine onları yönetime katmak üzere destek anlamında kadın kotası uygulanmalı. Aynı zamanda gençlik kotası da uygulanmalı. Ama kota konulması fikrinin yönetimlerin işine gelmeyeceği kanısındayım. Bu demokratikleşmenin ancak kadınların, gençlerin örgütlenip yönetimlerin karşısına güçlü çıkmasıyla sağlanabileceği kanısındayım.
Ayhan Arslan BEN DE dernekteki demokrasiden bahsedeyim. Dernekte o kadar geniş, o kadar özgün bir demokrasi var ki, parası olan istediği kadar kişiyi getirip üye yapabilir, yönetime ve çalışmalara müdahale edebilir, burada söz sahibi olabilir. 27
SACAYAK
Sayı 10
Bağcılar HBVD Genel Merkezinde bin altı yüz üye var. Şubelerin de üyelerin yüzde otuzu oranında delege hakkı var. Son genel kurulda iki bin üç yüz kişi oy sahibiydi. Şubeler bir yana, merkezin bin altı yüz üyesi seçim günü var, ama normal günlerde iki-üç yüz kişi bile yok. Birçok dernekte böyle işliyor bu demokrasi! Biri kalkıp çevresinden elli, yüz üye yapıyor. Aidatlarını kendi cebiden ödüyor, bütün masraflarını da kendi karşılıyor. Seçim günü, “İşte size zarf, bu listeye oy verin!” diyor. Derneklerde demokrasi işleyişi bu; Bağcılar özelinde demokrasi işleyişi bu! Biz yönetime gelince bu üyeliklerin bir kısmını düşürdük. Gerçekten derneğe sahip çıkacak kişiler üye olsun dedik. Naylon üye gelmesin, aidatını başkasının ödeyeceği, sadece seçime gelip oy kullanacak üye olmasın dedik. Dernek çalışmalarından, dernek işleyişinden haberi olmayan, ama derneğin yöneticilerini belirleme yetkisi olan üyeler olmasın dedik. İki sene sonra tekrar seçime gidildiğinde üye cetvelinde üç yüz yetmiş yedi üye vardı. Ama, dernekte her Perşembe günü 1.500 kişi bulunuyordu. O üyeler gerçekten her hafta buraya gelen insanlardı. Biz peşlerinde koşmadık, gelip kendi rızasıyla üye oldular. Aralarında elli iki tane genç vardı. Ama sonra ne oldu? “Demokrasi” diyoruz ya, yönetimi değiştirmek için bir gecede üç yüz üye yaptılar. Gelip bunu açıkça söylediler. Niye diye sorduk? Şu şahsa karşı, onu buradan göndermek, yönetimi almak için dediler. Böyle yapa yapa üye sayısı 1600’e geldi. Derneklerde demokrasi böyle. Kimin ne kadar çok üyesi varsa, kimin cebinde ne kadar çok parası varsa, derneğe yönetici olabiliyor, dernekte söz sahibi olabiliyor. En kötüsü de Alevi halkının sözcüsü olmaya soyunabiliyor.
Biri kalkıp çevresinden elli, yüz üye yapıyor. Aidatlarını kendi cebiden ödüyor, masraflarını da karşılıyor. Seçim günü, “İşte size zarf, bu listeye oy verin!” diyor. Derneklerde demokrasi işleyişi bu!
Ali Kartal BU BİR YOZLAŞMADIR, çürümedir. Bu çürüme, bugün Alevi toplumunu sarmıştır. Yönetim işi, iktidarı almak için birini haberi bile olmadan üye yapıp, aidatını vermeye kadar götürmüş. Bu bir çirkinliktir. Böyle bir ortamda zaten demokrasiden söz edilemez. Bu, bize yutturulmaya çalışılan göstermelik demokrasidir. Seçim yapılıyor, sen de üye ol… Şimdi bize şunu söylüyorlar: Gelin, siz de adamınızı getirip üye yapın, siz de yönetime girin. Bu demokrasi anlayışı sakattır. Bu sakat anlayış, bize siyasilerden miras kalmıştır. İddia ediyorum, bize dedelerimizin babalarımızın oy verdiği CHP’den miras kalmıştır.
Ayhan Arslan BURADAKİ yöneticilerden birinin bize söylediği bir cümleyi aktarayım, siz derneklerdeki demokrasiyi kendiniz ona göre çözün. Söylediği şey şuydu; “Beni halk seçti; ben halkın oylarıyla buraya geldim; mühür bende”. Sonrası aynen kelimesi kelimesine şuydu: “Mühür kimdeyse padişah odur!” 28
Bu sakat demokrasi anlayışı bize siyasilerden miras kalmıştır. İddia ediyorum, dedelerimizin babalarımızın oy verdiği CHP’den miras kalmıştır.
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
Alevi Bektaşi Demokratik Örgütlerinin Kongre Dönemi Başladı
Parti Kurma Girişimiyle Elini Kolunu Bağlayan “Demokratik” Alevi Hareketi Esen Uslu
D
Genel kurulu, delege oyunlarıyla önceden kaderi belirlenmiş seçimler ve bir iki süslü, ama içi kof söyleve indirgeyecekler. Genel kurulun, demokratik örgüt yaşamındaki rolünü ortadan kaldıracak, tabana söz ve karar hakkı bırakmayacaklar.
EMOKRATİK Alevi-Bektaşi örgütlerinin kongre dönemi geldi. Özellikle son yılı siyasi parti kurma çabası ile heba eden Pir Sultan Abdal Kültür Derneği ve Alevi Bektaşi Federasyonu yine merkez genel kurullarını düzgün bir ön hazırlık çalışması yapmadan karşılayacak. Belli ki görevdeki yönetim kurulları bu durumdan memnun. Genel kurulu, delege oyunlarıyla önceden kaderi belirlenmiş seçimler ve bir iki süslü, ama içi kof söyleve indirgeyecekler. Genel kurulun, demokratik örgüt yaşamındaki rolünü ortadan kaldıracak, tabana söz ve karar hakkı bırakmayacaklar. Bu üst yöneticilerin ve onları destekleyen çevrelerin anlamadıkları şey, böyle genel kurullarla aslında örgütlerin iç işleyişinde demokrasiyi öldürmekte olduklarıdır. Ancak örgütün iç işleyişinde demokrasinin öldürülmesi, o örgütlerin içinin boşalması, demokratik özünü yitirmesi demektir. İç işleyişte demokrasinin öldürülmesi, şubelerin birer “lider” etrafında örgütlü dar çevrelere ya da bir “siyasi örgüt” yapısının dar çerçevesine indirgenmesi demektir. Bu durum, örgüt şubelerini kısa yoldan Alevi-Bektaşi düşünce ve davranışının dışına düşürür. Bu sayımızda Alevi-Bektaşi gençlerin yaka silktikleri örneklerle anlattığı, örgütlerinin yönetici kişilere bağımlı gidişi ayan-beyan ortadadır. Böyle kişiye bağlı dar çevrelerin, Alevi-Bektaşilerin eşit haklar, demokrasi ve laiklik için mücadelesini örgütlemeyi başarması olanaklı değildir. Bir derneğin, kişilere ya da bir siyasi örgüte bağlı çalışması, en geniş katılımlı, en kapsayıcı ve üyelerini ilerletici demokratik çalışma tarzının yerine; örgütün çevresinin daraltan, tabanda ayrışmayı, bazı üyelerin dışlanmasını ve üyelerin en geri yönlerini öne çıkartılmasını içeren bir çalışma tarzının geçmesi. Örgüt içinde dengeli, anlayışlı ve yapıcı bir çalışma tarzının yerine; dengesiz, karşısındakini dinlemez ve çatışmacı bir çalışma tarzının geçmesi demektir. Alevilere Yakışmayan Bir Çalışma Tarzı Geçtiğimiz günlerde bu çalışma tarzının örgüt yaşamında giderek ağır bastığını gösteren kötü bir örnek yaşandı. Ankara’da direnen Tekel işçilerini ziyaretten dönen İstanbul PSAKD Şubelerinin otobüsünde, şoförle yöneticiler arasında çakın bir anlaşmazlık, kavgaya dönüştü. Olaya sonradan müdahale eden polis, gözaltına aldığı PSAKD üye ve yöneticilerini acımasızca dövdü. Polisin bu saldırısı tabii ki her ilerici, demokrat namuslu insan tarafından lanetlendi. Polisin gözaltına aldığı herhangi bir kişiyi dövmeye hakkı yok29
SACAYAK
Sayı 10
tur; gözaltına alırken orantısız güç kullanmak ve gözaltına aldıktan sonra dayak suçtur, işkencedir. Ne var ki PSAKD genel merkezi, kendi üye ve yöneticilerine yapılan bu açık saldırı ve işkenceye karşın suçlu polislerin mahkemeye çıkarılması için sesini yükseltmedi. Beklenenin aksine, hukuki mücadele yolunu sonuna kadar izlemeyi, gerekirse konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürmeyi hedeflemedi. Hukuki mücadele yanında bu saldırıya karşı bir siyasi kampanya başlatmadı. Olayı geçiştirir gibi görünen bu yaklaşım ilk başta anlaşılır gibi değildir. Ancak üst yönetim aslında böylece, olayın birinci aşamasında İstanbul şube yöneticilerinin yanlışlarının; dengesiz, anlayışsız ve çatışmacı tutumlarının üstünü örtmeye çabalamaktadır. Hataları örtme ya da yok sayma, özünü meydanda dar’a çekmeyi fazilet bilen Alevi-Bektaşi düşüncesiyle, davranışıyla örtüşmemektedir. Kongreler, dengesiz, anlayışsız ve çatışmacı tutumlardan kaynaklanan hataların dernek içinde konuşulup giderileceği organlardır. Örgüt içi tartışma bastırılırsa, demokrasi boğulursa bu hatalar giderilemez, aksine giderek büyür. Bu olayda da görüldüğü gibi giderek biriken hatalar da örgüt çalışmasının ve Alevilerin hakkını aramanın önüne engel olur; örgütün gelişmesinin önünü kapatır. Birgün Söyleşileri ABF ve PSAKD’nin bir Alevi partisi, bir sol parti ya da bir sosyal demokrat parti kurma yolunda bir yıldır açıktan yürüttüğü çalışmalar örgütleri tam bir çıkmaza soktu. Bölünme, karşılıklı açıklamalar ve örgütsel tasfiylerle gizlenemez hale geldi. ABF ve PSAKD yöneticileri bu çıkmazın nedeni olarak kendilerini eleştirenleri göstermeye çabalıyor. Kendilerini haklı göstermek, eleştirenleri haksız göstermek için yaptıkları açıklamalarda acaip mantık zıplamaları yapıyorlar. Birgün gazetesinde yapılan dizi söyleşi bunun örnekleriyle dolu. Bu konuda bir daha yazmak istemiyordum. Bu yöneticilere örgütleri bırakıp gidin, daha fazla zarar vermeyin, diyerek son sözümü söylemiştim. ABF’nin parti kurma girişimine kurban edilmesini başından beri eleştiren biri olarak Birgün söyleşilerindeki mantık zıplamalarını ele alıp, yanlışını göstermek zorunlu oldu. Parti kuracak canlar, her Alevinin siyasi çalışma yapma hakkı vardır diye söze başlıyor. Fevzi Gümüş, “Alevi örgüt yöneticilerine siyaset yasağı yok” diyor. Kazım Genç, siyaset boşluğunun dolduracak bir parti kurmak, “Alevi örgütlerinin değil, Alevi örgütlerinin yöneticilerinin sorumluluğunda olan bir görevdir” diyor. Ali Balkız, “Alevilerin talepleri siyasi taleplerdir”; Necdet Saraç, “Alevilik sorunu siyasal bir sorun olduğu için, Aleviler kesin siyasetin göbeğinde” olmalı diyor. Bu sözler bir gölge boksudur. Size yöneltilen eleştiri, bireyler olarak buna hakkınız yok demiyor ki. Size yöneltilen eleştiri, bir yılı aşkın bir süredir ABF üst yönetiminin tüm çalışmasını ve ör30
Hataları örtme ya da yok sayma, özünü meydanda dar’a çekmeyi fazilet bilen Alevi-Bektaşi düşüncesiyle, davranışıyla örtüşmez.
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
gütün kaynaklarını bir parti kurmaya yönlendirilmesinin yanlış olduğudur. Sizlere yöneltilen eleştiri, demokratik Alevi örgütlerinin siyasetle uğraşması değildir. Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını istemek, laiklik istemek ve demokrasi istemek tabii ki siyasettir. Sizlere bunlar için mücadelede en geniş Alevi çevreleri sokakta birleştirin diyoruz. Meclise girmeyi hedefleyen siyasi partinize örgütü alet etmeyin; Alevileri “oy davarı” gibi görmeyin diyoruz. Değerli üst yöneticiler, her türlü siyasi hakkınız var, amenna. Hatta Meclis’e girip kendinizi rezil etme hakkınız dahi var. Belli ki geçtiğimiz dönemde bu hakkı kullanan Arif Sağ’dan Ali Rıza Gülçiçek’e kadar nice Alevi ünlü kişisinin başına gelenler size ders olmadı. Ame sizden başka herkes, ünlü kişilerin milletvekilli seçilmelerinin, Alevilerin demokratik istemlerinin gerçekleşmesine zerre kadar fayda sağlamadığını biliyor. Eleştirileri Çarpıtmayın
Sizi eleştirenleri, başka siyasi çevrelere bağlı olmakla suçluyorsunuz. Demokratik Alevi hareketinin böyle siyasi çizgilerle bölünmüş olduğunu ilk defa mı duydunuz? Sizin ABF’deki göreviniz, bu bölünmüşlüklere rağmen, demokratik Alevi-Bektaşi hareketini ortak hedefler çevresinde birleştirmek ve birlikte mücadeleye çekmek, sokağa çıkartmak değil miydi?
Size yöneltilen eleştiri, bir yılı aşkın bir süredir tüm örgüt çalışmalarını bir yana bırakıp, örgütün bütün olanaklarını bu iş için seferber etmenizdir. İstanbul’da büyük bir miting düzenlerken ayrılan “sıfır bütçe”, ama siyasi parti kurmaya yönelik 23 toplantı yapacak bütçe bulunuyor. Yirmi üç tane ceme katılmış yönetici yok, ama o il senin bu il benim parti kurma toplantısına katılmak için dolaşan yönetici bol. İki satırlık bir bildiri, bir bülten, bir gazete çıkartmak, internet sitelerini düzgün çalıştırmak için kaynak yok, ama binlercesi bedava dağıtılan parti kitapçığı için kaynak bulunuyor. Size yöneltilen eleştiri, siyasi parti kurmak demek, demokratik Alevi hareketini bir daha bölmek demektir gerçeğini görmezden gelmenizdir. Bugün geldiğiniz yerde başarınız, baştan beri CHP’ye alternatif olacak bir parti kurmanıza karşı olan Alevi Kültür Dernekleri’ni Alevi kamuoyu önünde “haklı görünür” konuma yükseltmeniz oldu. İkinci başarınız, İstanbul’daki demokratik Alevi hareketinin önemli örgütlerinden biri olan Hubyar yönetiminin ABF merkezindeki temsilcisini, siyasi görüşünüze karşı olduğu için görevden almaya girişerek, demokratlıkla ilginiz kalmadığını göstermeniz oldu. Başarınız, ABF adına siyasi bir parti kurarsanız, o siyasi partiye kendinizle birlikte bir avuç insandan başka kimseyi götüremeyeceğinizi dosta düşmana göstermeniz oldu. Sizi eleştirenleri, başka siyasi çevrelere bağlı olmakla suçluyorsunuz; diğer sol örgütleri, CHP’yi, hatta Sarıgül hareketini bu eleştirinin arkasında olmakla suçluyorsunuz. Demokratik Alevi hareketinin böyle siyasi çizgilerle bölünmüş olduğunu ilk defa mı duydunuz? Sizin, her demokratik Alevi örgütünde, özellikle de ABF’deki göreviniz, bu bölünmüşlüklere rağmen, demokratik Alevi-Bektaşi hareketini ortak hedefler çevresinde birleştirmek ve birlikte mücadeleye çekmek, sokağa çıkartmak değil miydi? Siz yeni bir siya31
SACAYAK
Sayı 10
si örgütle bu bölünmelerde yeni bir taraf olarak, merkezi örgütlerin hedefleri birleştirici-mücadeleyi ortaklaştırıcı görevini yerine getirme olanağını ortadan kaldırdınız. Yolun düsturu içinde “Diline...” varsa söz ağızdan çıkmadan iki kere düşünmek zorundaydınız. Size söylenmeyeni söylenmiş gibi göstermenin ve kendi söylediklerini öyle dememiştim ki diye tevil etmenin yolda yeri var mıdır? Olmayanı varmış gibi gösterme siyasi hokkabazlığı Türkiye’nin “seçimli” Meclis siyasetinde, bezirgan siyasi parti siyasetinde belki işe yarar, ama Alevilere faydası yoktur. Asker-sivil bürokrasinin vesayetinin bütün ağırlığıyla toplumun ve siyasetin üzerine çöktüğü, demokrasiyi boğduğu ülkemizde seçimli Meclis siyasetinin içinde debelenmenin kime ne faydası var? Kuracağınız partinin “gücü” seçim öncesi pazarlıkla Meclis’e bir kaç milletvekili sokmaya belki yeter. Bununla Alevilerin kaderini değiştireceğinize, demokratik siyasi dönüşümlerin önünü açacağınıza Alevi-Bektaşileri inandıracağınızı mı sandınız? Alevilerle Kürtlerin Arasına Duvar Örmek Ağzınıza doladığınız, “Alevilerin hakkını savunan hiçbir siyasi parti yok” yaklaşımı, ülkenin siyasi yelpazesinin durumunu anlatmıyor. Tersine, bu yakıştırmanız önyargıyla gözlerinizi gerçeklere kapattığınızı gösteriyor. Ali Balkız söyleşide, “Israrla ‘Çağımızda, bir dine, mezhebe, inanca, kökene, aidiyete, bölgeye dayalı bir partinin reel anlamda bir gerçekliği yoktur ve olamaz.’ dememize karşın” Alevi partisi kuruyorlar diyenlerden şikayet ediyor. Gözden kaçırdığı gerçek, bu sözlerinin Kürt özgürlük hareketini dışlamak anlamına geldiğidir. Evet, Kürt özgürlük hareketini milliyetçi ve başka önyargılarla dışarıda tutarsanız, Alevi-Bektaşilerin demokratik taleplerine sahip çıkabilecek ve ortak mücadele edilebilecek gerçek bir güç göremezsiniz. Bu yaklaşımın ruhuna sinmiş gerici sosyal-demokrat ruh bakın Balkız’a neler dedirtiyor: “Biz ne diyoruz? Laiklik ve demokrasi… Bunun kimin savunduğu çok önemli değil… Ama eğer bir parantez açarsak, bunu bir Alevi anne-babadan doğmuş olan, ilerici demokrat Alevilerden daha iyi yapacak da kimse yoktur.” Bu sözler, sözde demokrat, özde “cumhuriyet aydını” Alevilerin zihinlerinin derinliklerine yerleşmiş milliyetçi, ırkçı ve ayrımcı görüşlerin; Alevileri doğuştan “üstün” bir toplum görmenin; içine kapalı köy toplumundan bugünkü zihinlere artakalmış tortuların en kötü örneklerinden biridir. Yetmiş iki milleti bir bilen yolun felsefesiyle de taban tabana zıttır. Bu anlayış ağır bastığı müddetçe kendinize demokrat, solcu, sosyal-demokrat gibi sıfatlar yakıştırmanızın faydası yoktur. Başta Kürt özgürlük hareketi olmak üzere tüm demokratların sizi güvenilmez milliyetçi-ayrımcılar olarak görmesine şaşmamanız gerekir. Mantık oyunları, söz söyleme kurnazlıkları bu gerçeği örtmez. 32
“Bir Alevi anne-babadan doğmuş olan, ilerici demokrat Aleviler...” Bu sözler, sözde demokrat, özde “cumhuriyet aydını” Alevilerin zihinlerinin derinliklerine yerleşmiş milliyetçi, ırkçı ve ayrımcı görüşlerin; Alevileri doğuştan “üstün” bir toplum görmenin; içine kapalı köy toplumundan bugünkü zihinlere artakalmış tortuların en kötü örneklerinden biridir.
SACAYAK
Ocak-Şubat 2010
Nasîrüddin Tûsî - Bölüm I
Nasîrüddin Tûsî’nin Kısa Yaşam Öyküsü İsmail Kaygusuz
N
ASÎRÜDDİN Ebu Cafer Muhammed bin Muhammed el Tûsî, Horasan’ın Tûs kasabasında, 11 Cuma 597/18 Şubat 1201 tarihinde doğdu. Ailesi Sâva bölgesinden Cehrud kökenliydi. Babası din bilimlerinde tanınmış bir bilgindi ve Onikimamcı Şii’ydi. Genç Nasîrüddin, Kur’an, Hadis ve Edebiyat eğitimini babasından aldı; Din Usulü ve Fıkhı’na onun yanında başladı ve Hadis bilgisinde derinleşti. Fizik, metafizik ve mantık bilgisi aldı ve sonunda matematiğe giriş yaptı. İlk gençlik döneminde eğitim alanları ve bilginleriyle tanınmış olan Horasan’ın başkenti, yüksek bilimlerin kenti ve ozanlarınyazarların koruyuculuğunu yapanların ocağı Nişabur’a geldi. İbn Sina felsefesini Ferideddin Dâmâd Nişaburî’den öğrendi. Kutbeddin Mısrî’den eğitim gördü ve Şii Fıkhı’na şekil vermiş olan Salim b. Badran Mısrî’nin elinden eğitim “İcazetname”sini aldı. Bu arada matematikte de mükemmelleşti. 1227 yılına doğru Nasir Tûsî, Nizari İsmaililere katıldı. Bu inanç değişiminin çok büyük önemi vardır. Bunu, sadece dışsal koşullarla açıklamak olanaksızdır. Horasan sürekli savaşlarla yüz yüzeydi; İsmaili kaleleri, bir bilgin yaşamı sürdürmek isteyenlere barış ve güvence veriyordu, ama bu, inanç değişimini açıklamaya yeterli değildir. Kuhistan İsmaililerinin başdaisi (muhteşemi) Nasir Abdurrahman b.Abi Mansur (ö.1257) Tûsî’nin şöhretini öğrenince onu davet etti ve hem bilgin koruyuculuğu, hem de inanç bağıyla onu kendine bağlamayı bildi.1 Tûsî, can güvenliğini için Nişabur’dan en geç 1221 Mart’ında ayrılmış olmalı. 10 Nisan 1221 günü Moğolların eline geçen Nişabur şehrinin sonu Merv’den daha acıklı oldu. Şehir zaptedilince 400 sanatkâr hariç bütün halk katledildi. Şehir tamamıyla tahrip edilerek çift sürüldü. Nasîrüddin Tûsî ve Bâtınîlik Aile memleketi Sava ve tahsil görmekte olduğu Nişabur Mogollar tarafından 1920-21’de tahrip edilmişti. Öyleyse Tûsî altı yıl boyunca neredeydi? Büyük olasılıkla en az üç yıl boyunca ailesiyle birlikte sürüklenen bir göçmen durumundaydı. Olasıdır ki aile Kuhistan’a sığınmıştı. Cengiz Han ve oğulları İran’ın doğu bölgelerini ele geçirmiş33
SACAYAK
Sayı 10
ti, fakat Kuhistan İsmailileri, başlangıç döneminde bundan etkilenmedi. Bu nazik dönemde, Horasanlı çok sayıda ulema dâhil, sayısı gittikçe artan Sünni-Şii Müslüman göçmenler, Kuhistan eyaleti İsmaili kasabalarında sağlam sığınaklar buldular. İsmaililer bu kaçar-göçer dalgalarını hoş karşıladı ve kendi kaynaklarıyla onlara yardımcı oldular.. Farhad Daftary, Moğolların Horasanı istila ettikleri yıllar ve Horasan’ın batı sınırını oluşturan Kuhistan bölgesindeki Nizari kalelerinin durumu hakkında şu bilgileri veriyor: “III. Alaaddin Muhammed’ün (1221–1255) ilk yıllarıydı. Sünni ulema dâhil, Moğolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı göçmenler gelerek Kuhistan bölgesindeki Nizari İsmaili kalelerine sığındılar. Mogollar istilalarının başlangıcından itibaren, Alamut Nizari İsmaili devletinin, diğer küçük prensliklerden daha güçlü olduklarını deneyerek anlamışlardı. Ayrıca Nizari İsmaili önderleriyle Moğollar arasında bir andlaşma yapıldığı anlaşılıyor; çünkü III. Celaleddin Hasan (1210–1221) Mogolların batıya hareketinin başlangıcında, Talikan’da bulunan Cengiz Han’a barış istemiyle gizli bir elçi heyeti gönderdiği biliniyor. Kuhistan Nizari İsmailileri, Moğol istilasından etkilenmedi. Güçlerini, gelişim ve özgür yönetimlerini sürdürdüler. Aralarına katılmış olan sığınmacılarla her şeylerini paylaştılar. Doğrusu, Kuhistan Nizarilerinin bilgin önderi Şehabeddin mültecilere öylee iyi ve cömert davrandı ki bu, Nizari Kuhistan bölgesinden Alamut’a şikâyet edildi; hazinenin kaynakları üzerinde olumsuz etkilenmelerden yakınılıdı.2 Alamut’tan onun yerine atanmış olan yeni muhteşem Şemseddin de mültecilerde eşit derecede saygı ve hayranlık uyandırdı.”3 Bize göre, Nişabur’un yakılıp yıkılmasının ardından genç Muhammed bin İbrahim Sanî (Hacı Bektaş) ve ailesi gibi, Tûsî de Kuhistan İsmaili kalelerine sığınmış ve Şemseddin Muhammed’den de yakın ilgi görmüştür. Bu Kuhistan muhteşem’i, Mevlana’nın Tebriz Güneşi’nden (Şemseddin Tebrizi) başkası değildi.4 Nizari kalesine sığınan Tûsî, bir yandan El Hicra’daki medresesinde felsefe ve matematik dersleri verirken, kendisi da bâtınîliği öğreniyordu. Özellikle büyük bilge ve başdai Hasan Sabbah’tan (ö.1124) beri bâtınîlik dailer aracılığıyla gizlice Abbasi İmparatorluğunun büyük kentlerinde yaşayan aristokrat aileler arasına kadar girip tartışılır olmuş ve yandaşlar kazanmıştı. O ayrıca, eserlerini okuduğu ve çocukluğundan beri, ailesi içinde hep adı geçen, hayran olduğu ve kendisine örnek aldığı, babasının dayısı ve öğretmeni, bir zamanların bâtınî daisi Şehristanî’den etkilenmişti.5 Bizce Nasîrüddin Tûsî’yi, 1227 yılında yerine atanan yeni muhteşem başdai Nasîrüddin Abdurrahman Ebu’l-Feth b. Abu Mansûr’a 34
SACAYAK
Ocak-Şubat 2010
Şemseddin Muhammed’in kendisi tanıştırıp, korumasına teslim etmiştir. Böylelikle Tûsî 1227 yılı içinde, Kuhistan İsmaili valisi Nasîrüddin Abdu Rahman bin Abu Mansur’un hizmetine girmiş oldu. Kain ve Kuhistan’daki diğer kalelerde uzun kalışları süresince, Nasîrüddin Tûsî, korumalıği altındaki İsmaili vali ile dostluk sağladı. Oradan Alamut’a gittiği, İmam’la tanıştırılma onuruna erdiği 1235 yılında, ahlâk üzerine yapıtını ona adadı. Bazı Şii yazarların, Tûsî’nin Alamut’a gidişini, sözde onun Bağdad Abbasi halifesini övdüğü için vali tarafından tutuklanıp Alamut’a gönderildiği ve orada İsmaili inancına girmeye zorlandığı iddiasının tutulur yanı yoktur. Baskı yapan ve sürgüne gönderen kişiyi ahlâk örneği olarak alıp, onun adını kullanarak böylesi bir önemli eseri nasıl yazmış olabilir? Tûsî’nin, bir Kuhistan kalesi olan Şahdiz’de 120 yıl önce kurulmuş Abdul Melik b. Ataş medresesinde İsmaililiği öğrenmiş ve bu inancın propagandasını yapacak hiyerarşik rütbeyi kazanması amacıyla Alamut’a gönderilmiştir. Orada da İmam III. Alâaddin Muhamed’in (ö.1256) sevgisi ve dostluğunu kazanan dailerinden olmuştur. Nasîrüddin Tûsî, Şiilikten İsmaili Bâtıni inancına geçişi Kuhistan’ta koruması altında bulunduğu baş dai Abdurrahman b. Mansur’un eğitimi, yetiştirmesi ve aracılığıyla başlamış; Zamanın İmamı’na kavuşmux ve kabul görmüştür. “Doğu’nun aklı” unvanıyla tanınan ilk büyük İsmaili daisi, İranlı bilge ve ozan Nasîrüddin Husrev (ö.1082) ile Alamut Nizari Devleti’nin kurucusu başdai, büyük bilge ve devlet adamı Hasan Sabbah (ö.1124) da Zamanın İmamı’na kavuşma ayrıcalığı çerçevesinde aynı aşamalardan geçmişlerdir. Tûsî, İsmaili inancına girişi ve bu inanç yolunun kuralları ve aşamalarını Seyr ü Sülûk yapıtında anlatmıştır. Tûsî
bu eserde, aklı mükemmelliğe götüren, yönlendiren yanılmaz bir İmam’ı izleme gereksinimini nasıl gerçekleştirdiğinin öyküsünü anlatır. Tûsî’nin “Revdat üt-teslim” (Teslimiyetin Bahçesi) ve diğer kısa risaleleri de İsmaili damgası taşır. Seyyid Hüseyin Nasr kitabında6, “Bazılarının yanlışlıkla ya da kasıtlı olarak ilkelerden tamamıyla yoksun saydıkları(!) Nasîrüddin’in deha evreni, İsmaililerin hizmetindeyken, onların öğretilerini tam anlamıyla öğrenmiş ve hatta İsmaili inancının en açık bir biçimde sergilemesini içeren birkaç yapıt yazmış olmasıyla kanıtlanabilir. Bu yapıtlar arasında özellikle ‘Rawdat alTaslim’ İslam’ın bu önemli kolunun temel öğretilerinin yalın ve sade bir açıklaması olarak özellikle dikkate değer” diye yazmaktadır. NOTLAR: 1
2
3 4
5
6
Nasiriddin Tûsî, Çev: Christian Jambet, Rawdat al Taslim, La Convocation d’Alamut, Edit. Verdier, UNESCO, Paris,1996, s.7-8. Bize göre, onun yerine atama yapılmasının ana nedeni, eli bol davranması değil, başka bir görev için çağrılmasıydı.. Farhad Daftary, The İsmailis, their history and doctrines, London, 1990, s.204, 216. Geniş bilgi için bkz.: İ. Kaygusuz, Anadolu Bilgileri, Su Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13-63; 64-115. Yaşamının çoğunu doğum yeri olan Horasan’da geçirmiş. Selçuklu Sultanı Sancar’la yakınlık kurup onun sarayında büyük ilgi görmüş işarî din bilgini Şehristani’nin kafası tüm din ve felsefelere açıktı. Onun yaşamının bir döneminde Nizari davasına hizmet ettiği ve İsmaililiğe döndüğü söylenir. Tûsî, yapıtlarında, ona, “dai’ler dai’si” diye hitap etmektedir. (Farhad Daftary, The İsmailis, their history and doctrines, s.368. Science and Civilization in Islam, Mass., 1968, s. 322.
35
SACAYAK
Sayı 10
Türkolog irène Mélikoff
Hak Divanına Dizildi, Pir Defterine Yazıldı Lütfi Kaleli
E
SAT KORKMAZ’la Hasan Harmancı, yazar Yaşar Kemal’den Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’a, gazeteci yazar Fikret Otyam’dan Hikmet Bila ve Miyase İlknur’a, Prof. Dr. İlber Ortaylı’dan Prof. Dr. Fuat Bozkurt’a, Atilla Özkırımlı’dan Server Tanilli’ye dek uzanan 36 değerli kişiye ulaşıp, Türkolog Prof. Dr. Irene Melikoff hakkında görüşlerini alarak “Uyur İdik Uyardı–Irene Melikoff ” adlı bir anı kitabı hazırladı. Demos Yayınevi, 381 sayfadan oluşan bu kitabı Kasım 2009 tarihinde okuyucuya sundu. Bu kitapta benim de bir yazıma yer vermişler. Emeği geçenlere saygılarımı sunuyorum. Bu değerli kitaptan yaptığım alıntılara göre Irene Melikoff; bir petrol kralı olan Aleksandr adlı Azeri bir Türk baba ile balerin sanatçısı olan Rus kökenli bir anneden 7 Kasım 1917 günü dünyaya geliyor. Ne var ki o günlerde Rusya’da 25 Ekim ve 7 Kasım 1917 arasında yapılan “Ekim Devrimi” ile Bolşeviklerin iktidara gelmesinden hemen sonra ailesinin konumu tehlikeye düştüğü için babası, petrol kuyularını bir İngiliz firmasına satar, Bakü’den ayrılıp Fransa’ya kaçarak Paris’e yerleşirler. Babanın zenginliği gitmiştir, ama çalışarak ailenin geçimini sağlar. Irene Melikoff da, okul yaşamına başlar. Liseyi Paris’te bitirir. Daha 14 yaşında iken babasının kütüphanesinde bulunan Hafız Divanı’nı, Ömer Hayyam’ı ve Sadi Şirazi’yi okuyarak kültürünü genişletmeye çalışır. Aile içinde Rusça ve eve gelen Azeri dostlarla Azeri Türkçesi konuşulmasından dolayı kendisi de bu dilleri konuşur. Okulda Fransızcayı, kendisine bakan İngiliz mürebbiyesinden de İngilizceyi öğrenen Irene Melikoff, böylece çok dilli ve çok kültürlü olarak yetişir. Sorbon’da üniversite eğitimine başlar. Paris’te Doğu Dilleri Okulu’nda Türkçe ve Farsça bölümünü bitirir ve Türkoloji’ye yönelir. Burada aralarında Dr. Adnan Adıvar ve Ömer Lütfi Berkan gibi Türk hocalar da bulunmaktadır. Türkiye Türkçesini de bunlardan öğrenir. (…) 1940 yılında Adnan Adıvar eşiyle beraber Türkiye’ye dönünce yerine Türkçe okutmanı olarak genç Faruk Sayar’ı bırakır. Irene Melikoff, ilk evliliğini 1940 yılında Faruk Sayar ile yapar. Türkiye’ye gelip İzmir’deki Amerikan Kız Koleji’nde görev alır. Ankara, İstanbul, Mersin’de de bulunur. Bu arada Prof. Dr. Fuat Köprülü, Abdülbaki Gölpınarlı, İsmet Zeki Eyüboğlu, Faik Reşit Unat, Salih Zeki Aktay ve Fikret Otyam gibi daha birçok değerli aydınlarla tanışır, onların bilgilerinden yararlanır. Böylece bilimsel çalışmalarının ilk yıllarını Türk edebiyatını incelemeye ayırır. Yarım kalan eğitimini tamamlamak için 1948 yılında tekrar Fransa’ya döner. Elde ettiği belge ve bilgileri burada yazılı kültüre taşır. İlk kitabı “Destân-ı Umar Paşa” adıyla 1954’te yayınlanır. “Melik Danişmend Menkıbesi” ise 1957’de kendisine “Edebiyat Doktoru” unvanını kazandı36
Yer darlığı nedeniyle Lütfi Kaleli’nin İrene Melikof’un anısına hazırladığı bu uzun yazısının ancak küçük bir bölümünü kısaltarak yayınlıyabiliyoruz.
Uyur İdik Uyardı İrène Mélikof Yayına Hazırlayan Esat Korkmaz ISBN 975-9944-387-24-8 13,5 x 21 boyutunda 382 sayfa
Demos Yayınları Tel: 0216.613 12 11
SACAYAK
Ocak-Şubat 2010
rır ve 1960’ta kitaplaştırılır. Kahramanlık menkıbelerine sevgiyle yaklaşır. Eba Müslüm üzerine doktora çalışması 1962 yılında basılır. İmam Hüseyin’in katledildiği Kerbela faciasına ilgi duyar. Şair Salih Zeki Aktay’ın Hallac-ı Mansur oyununu Fransızcaya çevirir. 1968’de profesörlük payesine ulaşır, Strasbourg Üniversitesi Türk Dili ve Farsça Araştırmaları Enstitüsü Müdürlüğü’ne atanır. “Turcica” adlı bir araştırma dergisini çıkartmaya başlar. Azerbaycan’da, Balkanlarda, İran’da, Irak’ta, Suriye’de dolaşarak tarihi kaynaklara ulaşıp daha kapsamlı yeni araştırmalara yönelir. Salih Zeki Aktay aracılığıyla tekrar Türkiye’ye gelip Anadolu Aleviliğini inceler. Irene Melikoff, halk ozanı Feyzullah Çınar’ı ilk tanımasında, onun, Ozan Derviş Ali’ye ait olan şiirindeki Hz. Ali’nin tanrısallığını simgeleyen sözlerini türküleştirmesiyle çarpıldığını söylüyor: “Yeri, göğü, arşı, kürsü yaratan Ben Ali’den başka Tanrı görmedim Yaratıp kulunun kısmetin veren Ben Ali’den başka Tanrı görmedim. Cennet-i âlânın altındır taşı Her ne görür isen hikmettir işi Yüz yirmi dört bin nebiler başı Ben Ali’den başka Tanrı görmedim. Ali gibi er gelmedi cihana Ona da buldular türlü bahane Yedi kez uğradım ulu divana Ben Ali’den başka Tanrı görmedim. Derviş Ali’m bu ikrara belidir Dilim söyler, ama kendim delidir Allah bir Muhammet, Tanrı Ali’dir Ben Ali’den başka Tanrı görmedim.”
Irene Melikoff, araştırmalarında ulaştığı yeni bilgilerle Alevi-Bektaşileri daha iyi tanıyor. Asılması pahasına zalime karşı başını dik tutan Pir Sultan’ın şu şiirinden çok etkileniyor: “Uyur idik uyardılar Diriye saydılar bizi Koyun olduk ses eyledik Sürüye saydılar bizi.
Halimizi hal eyledik Yolumuzu yol eyledik Her çiçekten bal eyledik Arıya saydılar bizi. Hak divanına dizildik Pir defterine yazıldık Bal olup şerbet ezildik Doluya saydılar bizi. Pir Sultan’ım Haydar şunda Çok keramet var insanda O cihanda, bu cihanda Ali’ye saydılar bizi.”
Bu şiirden sonra uyuyan halkı uyandırmaya çalışan Anadolu erenlerine saygısı daha da artıyor ve “Uyur İdik Uyardılar” adlı kitabını yazıyor. . Ben de bu kitabıyla Irene Melikoff’u tanıdım. Daha sonraki yıllarda bazı etkinliklerde beraber olarak kendisini yakından tanıma mutluluğuna erdim. “Bende, ‘İnsanlar üniversite okumuş mu, okumamış mı?’ diye bir şartlanmışlık vardı. Çok uzun sürdü bu. Ne var ki Alevi Bektaşileri tanıdım, duvar orada yıkıldı. Anladım ki insanlar üniversite bitirmeseler de akıllı, zeki, iyi niyetli olabilir. Ben Alevileri tanıdıktan sonra bunu öğrendim.” Alevi-Bektaşilerle kaynaşan Melikoff, din, dil, ırk ve cinsiyet ayırmadan 72 millete bir göz ile bakan Hacı Bektaş Veli adına verilen “Dostluk ve Barış Ödülü”nü`aldı. 16 Ağustos 1999’da ödülünü alırken şöyle dedi: “Ömrümün o kadar uzun süresini birlikte geçirdiğim Hacı Bektaş Veli’yle birbirimize alıştığımızı söyleyebilirim... ” Irene Melikoff, 9 Ocak 2009’da Hakk’a yürüdü. Paris yakınında aile mezarlığında toprağa verildi. Türkolog anamız Irene Melikoff’u da, Anadolu’nun bilge önderlerinden biri olarak saymak gerektiğine tüm içtenliğimle inanıyor ve nur içinde yatması dileklerimle anısı önünde saygıyla eğiliyorum. 37
SACAYAK
Sayı 10
Bölüm - I
Din Nedir Birinci bölümünü yayınladığımız bu yazının tümünü okumak için lütfen internet sitesine bakınız: <www.koxuz.org>
Demir Küçükaydın, 7 Ocak 2010, Perşembe ON YILLARDA yazdığım yazıların ardındaki önerme, yani din, bir inanç, bir ideoloji, bir “üstyapı kurumu” değildir; tümüyle üstyapıdır, üstyapının kendisidir, üstyapının somut biçimidir önermesi, hem artık insanlar Marksizm’i bilmedikleri, hem de kendileri bizzat modern toplumun dininden oldukları için anlaşılmaz olarak kalıyor. Dolayısıyla bu önermenin, bugüne kadar bütün bildiklerimizi alt-üst eden ve onlara gerçek sosyolojik anlamlarını veren özü de kavranamıyor. Bu yazıda kolay anlaşılır biçimde bu önermenin önemini, anlamını ve alt üst edici sonuçlarını açıklamayı deneyelim. *** Önce Din hakkındaki en kaba yanlışlardan başlayalım. Birçok kimse dini sadece İslam’la veya Allah inancıyla sınırlı bir olgu gibi anlıyor. Özellikle Allah inancı ile din arasında zorunlu bir ilişki olduğu sanılıyor. Din’in Allah ile ilgisi yoktur. Dinlerin çoğu, bir tek Allah kavrayışına, hatta bir yaratıcı kavrayışına sahip değildir. Örneğin, Taoculuk, Budizm, Konfüçyüsçülük de birer dindirler, hem de birer uygarlık dinidirler. Ama bir yaratıcı veya Allah tasavvuru onlarda yoktur. Keza uygarlık dinlerinin birçokları da, eski birinci ve ikinci kuşak uygarlıkları dinleri (yani tunca dayanan subtropikal ırmak boyu uygarlıkları ve demirin keşfi sonrası uygarlıkları gibi) veya onların yaşayan temsilcisi Hinduizm, onlarca ve yüzlerce tanrıya dayanırlar. Özetle din ile yaratıcı tanrı veya tek tanrıcılık arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Din kavramını bu anlamda kullanmak yanlıştır Ama bu sonuç, şöyle bir soruyu da ortaya çıkarır: Niçin bazı topluluklarda Tanrı inancı gerekmemiştir, niçin bazılarında tek tanrı inancı olmuştur ve niçin bazılarında onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce tanrı vardır? Bir din teorisi bunları da iç tutarlılığı olan bir kavram sistemiyle açıklamalıdır. (Bizim din teorimiz bunu son derece iç tutarlılığı olan bir Marksist kavramlar sistemiyle tutarlı olarak açıklamaktadır.) Ama din sadece uygarlıklarda yoktur, dünyadaki ve tarihteki bütün uygarlığa geçmemiş toplumların da dinleri vardır. Bu dinlere Totemcilik, Animizm, Şamanizm gibi isimler verilmektedir. Ne isim verilirse verilsin, bir totemin soyundan gelindiği inancı; bilgiyi derleyen ve aktaran, bir şaman veya büyücü; her şeyin ruhu olduğuna dair bir kabul bütün bu komün dinlerinde evrensel olarak görülmektedir.
S
38
Din hakkındaki en kaba yanlışlardan başlayalım. Birçok kimse dini sadece İslam’la veya Allah inancıyla sınırlı bir olgu gibi anlıyor. Dinin Allah ile ilgisi yoktur. Dinlerin çoğu, bir tek Allah kavrayışına, hatta bir yaratıcı kavrayışına sahip değildir.
SACAYAK
Ocak-Şubat 2010
Bugünkü toplum dini, bir akıl-dışılık, bir inanç olarak görmektedir. Ama bu açıklama, tüm tarihi ve toplumları akıl-dışı, kavranılmaz kılar. O zaman tarihte hiçbir şey açıklanamaz olur. Dini, akıl-dışı kabul etmenin varacağı nokta, tarihi ve toplumu, hatta o akıl dışı görmeyi bile aklî olarak açıklamanın mümkün olmadığı olur.
Yani ister uygarlaşmış, ister uygarlığa geçmemiş olsun, dünya tarihinde dinsiz bir toplum yoktur. O halde şu soru ortaya çıkmaktadır: Hangi üretim biçiminde olursa olsun tüm toplumlarda bulunan ve ortak olan bu din denen şey nedir? Ve bu din denen şey öylesine önemli bir şeydir ki, her şey dinseldir. Dinsel olmayan hiçbir şey yoktur. Şişman Venüs veya hayvan heykelciklerinden, herhangi bir tarihi kalıntıda görülebilecek bütün yapılara ve nesnelere kadar her şey dinseldir. Böylesine önemli ve tayin edici olan bu din denen şey hakkında teorilere bakılınca, tıpkı bugün dünyayı kaplamış uluslar ve ulusçuluk teorileri ilişkisinde olduğu gibi korkunç bir teorik yoksulluk görülmektedir. *** Bugünkü toplum dini, bir akıl dışılık, bir inanç olarak görmektedir. Böyle bir bakışla, şu soruyu açıklamanın olanağı yoktur: Niçin tarihteki komün veya uygar bütün toplumlar böylesine inanç denen, akıl dışı bir şey denen din için emek üretkenliğinin çok sınırlı olduğu binlerce yıl boyunca neredeyse tüm toplumsal hâsılayı feda etmekte ve tüm hayatlarını ona tabi kılmaktadırlar? Niçin böyle akıl dışı veya inanç denen şey için, örneğin, tonlarca taş nakledilerek, işlenerek akropoller, piramitler, vb., yapılmaktadır? Dini akıl dışı olarak, bir inanç olarak tanımlayan bugünkü yaygın görüş, burada kendi içine kapalı bir çelik çember oluşturur: Din akıl dışıdır, eski toplumlar da bilimi bilmedikleri için böyle akıl dışı davranarak emek üretkenliğinin geriliğine rağmen bütün emek ve zamanlarını hatta hayatlarını dine adamış ve ona göre düzenlemişlerdir. Ama bu açıklama, tüm tarihi ve toplumları akıl dışı, kavranılmaz kılar. O zaman tarihte hiçbir şey açıklanamaz olur. Dini akıl dışı kabul etmenin varacağı nokta, tarihi ve toplumu, hatta o akıl dışı görmeyi bile akli olarak açıklamanın mümkün olmadığı olur. Dini ve eski toplumları akıl dışılıkla açıklama şu soruyla karşılaşır: Eğer bugünkü toplum akla dayanıyorsa ve bu nedenle din yoksa niçin bugünkü toplum akla dayanmaktadır da diğer toplumlar akla dayanmamışlardır? O insanlar bugünkü insanlardan daha mı aptal ya da korkaktılar? En azından yüz bin yıldır, yani Homo Sapiens’in ortaya çıkışından beri, insan türünün fiziksel ve ruhsal yetilerinin farklı olmadığını bütün veriler gösterdiğine göre ne gibi temel farklılık vardır ki bugün insanlar aklî davranmaktadırlar? Dini, akıl dışı gören, gücü yaygınlığından gelen öğretinin buna verebileceği bir cevap da yoktur. Şu soru ortada durmaya devam eder: Niçin tarihte görülmüş bütün toplumlarda din vardır ve toplumsal yaşamın temelini oluşturmaktadır da bugünkü toplumda böyle bir görünüm yoktur? Bu açıklama, aslında açıklama bile değildir ve farklı kavramları sanki sosyolojik kavramlarmış gibi kullanır. Dini bilimin kar39
SACAYAK şısında inanç olarak ya da politik olanın karşısında özele ilişkin olarak tanımlamak, dinin ne olduğunu sosyolojik olarak açıklamak anlamına gelmez. Çünkü bilim karşısında inanç olarak din kavramı sosyolojik bir kavram değil; felsefi ve epistemolojik bir kavramdır. Benzer şekilde politik karşısında özele ilişkin, politik olmayan anlamında inanç kavramı da hukuki bir kavramdır, sosyolojik değil. Yani, hangi anlamda olursa olsun inanç diye bir sosyolojik kategori yoktur. Bu kavramlar, sosyolojik olarak dinin ne olduğunu bize açıklamazlar. Böylece tarihin ve toplumun en önemli olgusu olan; bütün toplumlarda var olan ve çok farklı biçimlerde görülen din denen şeyin ne olduğu sorusunun cevabı olarak koca bir boşluk olarak ortada durmaya devam eder. *** Dinin ne olduğu söz konusu olduğunda durum Marksizm için de farklı değildir. Marksistlerin programatik olarak dini, hukuki bir kavram olarak inanç anlamında ele aldıkları çok açıktır. Çünkü devletin dine karışmaması ve onun bütünüyle insanların özel sorunu olması, yani gerçek bir demokratizm ve laiklik, son duruşmada, dini özele, politik olmayana ilişkin olarak tanımlamaktan başka bir şey değildir ve bu bize sosyolojik olarak dinin ne olduğunu açıklamaz. Programatik olarak Marksizm’in din konusundaki durumu böylesine içler acısıdır. Bunun haricinde dini bir siyasal parti olarak açıklama (Örneğin Engels’in Almanya’da Köylü Savaşları) veya Marks’ın meşhur kalpsiz dünyanın kalbi, protesto ve acıları dindiren afyon tanımları da dinin ne olduğunu açıklamazlar. Bu kavramlar elbette din olarak görülen kimi fenomenleri sosyolojik olarak tanımlama girişimleridir, ama dinin ne olduğunu tanımlamazlar. Bunlar özünde, onun modern veya sınıflı toplamlardaki farklı işlevlerini açıklama denemeleridir. 40
Sayı 10
Evet, din bir siyasi parti işlevi görür, ama bu, onun sınıflı toplumlardaki görünümlerinden biridir. Siyasal partiler özünde farklı sınıfların eğilimlerini yansıtırlar. Hâlbuki din, sınıfsız toplumlarda da vardır. O toplumlarda sınıf olmadığına göre niye din vardır sorusu ortada durur. Kaldı ki, dinin siyasi parti işlevi esas olarak din içinde tarikatlar biçiminde ortaya çıkar. Yani partiler (tarikatlar) dinlerin içindeki alt bölünmelerdir. Bu partiler (tarikatlar) için dinler, içinde hareket ettikleri ve mücadele ettikleri ortamlardır. Bu “ortamların”, yani dinin ne olduğu sorusu cevapsız olarak ortada durmaya devam eder. Marks’ın din için, “Kalpsiz dünyanın kalbi”, “protesto”, “acı” ve “afyon” (acının ilacı) tanımları da dinin değil, onun belli toplumlardaki işlevlerinin bir açıklamasıdır. Evet, din sınıflı toplumlarda ve meta üretiminin egemen olduğu toplumlarda, yabancılaşma ve sınıfsal baskının ortaya çıkardığı kalpsiz dünyanın kalbi işlevini görür, ama bir zamanlar dünyada ne sınıflı toplumlar, ne de meta üretiminin yaygınlaşmasının yarattığı bir kalpsizlik vardı. Ama bütün bunlar olmamasına rağmen din vardı. Yani bu tanım, sınıflı veya modern toplumlarındaki kimi dinsel denen görüngüleri konu etmektedirler. Dinin, acı ve protesto ve afyon gibi görünümleri de sınıflı veya modern toplumla ilgili sorunlarla ilgilidir. Yani Marks’ın dine ilişkin söyledikleri de dinin ne olduğunu açıklamaz. Daha ziyade, modern toplumda ve sınıflı toplumlarda dinin kimi işlevlerini konu ederler. Böylece tüm toplumlarda var olan ve modern toplumda yokmuş gibi görünen bir görüngü olarak dinin ne olduğu sorusu cevapsız ve koca bir boşluk olarak ortada kalmaya devam eder. (Devam edecek)
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK Besim Canın Makalesinin Birinci Bölümü
Bir Rapor Çerçevesinden Almanya’da Yaşayan Aleviler Besim Can Zırh Doktora Öğrencisi, Antropoloji Bölümü, UCL besimcan@gmail.com
Giriş: Uluslararası Raporlar ve Aleviler
A
Raporun İngilizce çevirisinin kapağı
LEVİLİĞİN inançsal ve kültürel devamlılığının müstakil bir kimlik olarak tanınmasıyla mümkün olacağı tezinden hareketle yola çıkan Alevi Hareketi1 için uluslararası zeminde bilinir olmak amaçlarını gerçekleştirmek açısından önemli bir araç ola gelmiştir. Almanya Federasyonu’nun çalışmalarıyla Türkiye’nin “Alevi Sorunu” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşınmış ve bu çalışmalara koşut olarak Aleviler, 1998 yılından bu yana hem Avrupa Birliği hem de Amerikan Kongresi’nin Türkiye ile ilgili hazırladığı raporlarda temel talepleri ekseninde yer bulabilmiştir. Kuşkusuz Alevilerin anavatanlarında açılımların gündemine gelmesinde uluslararası raporlardaki temsiliyetlerinin önemli bir payı vardır. Almanya’da cemaatlerin vereceği inanç derslerinin kamu okullarında okutulmasına ilişkin tartışmaların başladığı iki binli yılların başında ise Alevilik farklı bir gündem haline geldi. Federasyon’nun bu dersleri vermeye yetkili bir kurum olup olmadığına ilişkin başlayan süreç, iki ayrı bilirkişi raporuyla 2004 yılında Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) lehine sonuçlandı.2 Bu raporlarda Alevilik Sünni İslam’la olan farklılıklarına işaretle ayrı müfredat gerektiren bir inanç, AABF ise bu dersleri vermeye yetkili bir inanç kurumu olarak tariflenmişti. Bu raporlarla birlikte bugün Alevilik Almanya’da 140 yerel derneğin çatısını oluşturan AABF tarafından temsil edilen müstakil bir inanç olarak tanınmaktadır. Bir inanç-kültür olarak kök aldığı topraklarda hukuki ve tüzel konumu belirsiz olan Aleviliğin göç ettiği bir ülkede İslam içinde müstesna bir kimlikle tanınmış olması elbette ki hem Aleviler hem de Türkiye açısından önemli bir durumdur.3 Almanya’da Müslüman Yaşamı ve “Müslüman Göçmen” olarak Aleviler: Federal Almanya Göç ve Mülteciler Ofisi’nin 2009 yılında yayınladığı “Almanya’da Müslüman Yaşamı” (Muslimisches Leben in Deutschland) başlıklı rapor bu konularda birçok açıdan ilklere işaret edi41
SACAYAK
Sayı 10
yor.4 Raporun temelini oluşturan araştırma 49 ülkeden 6,004 kişiyi doğrudan, aynı hanede yaşıyor olmaları üzerinden ise 17,000 kişiyi dolaylı olarak kapsıyor. İlk defa bu kapsamda hazırlanan bir rapor Alman İslam Konferansı (AIK) (Deutsche Islam Konferenz) adına yayınlanıyor. Almanya’da yaşayan Müslümanlar ile Alman devleti arasındaki diyaloğun ulusal çerçevesini oluşturmak ve eş güdümü sağlamak üzere 27 Eylül 2006 tarihinde Berlin’de kurulan kurum böylece ciddi bir işlevsellik kazanmış oluyor. Diğer bir deyiş ile Almanlar Müslüman göçmenlere ilişkin kendi açılımlarını bu rapor ile somutlaştırmış oluyor. Almanya’da yaşayan Müslümanları kapsayan raporda Alevilerin kendi başına bir inanç grubu olarak ele alınması ve AABF’nin bu toplumun temsilcisi olarak kabul ediliyor olması ise bir diğer önemli ilk. Bu yazının amacı Alman resmi kurumlarınca hazırlanan bu rapor çerçevesinden Alevilerin Almanya’da kazanmış oldukları konuma bakmak olacaktır. Aleviler ilk defa bu ölçekli bir raporun aynasında kendilerine bakma şansına sahipler. Bugüne değin Alevi hareketinin sezgisel olarak dile getirdiği bazı iddialar raporla birlikte doğrulanmış oldu. Fakat diğer yandan raporda Aleviler açısından dikkatlice bakılması gereken bazı noktalar da mevcut. Almanya’da Müslümanlar Rapor Almanya’da yaşayan “Müslüman” toplumun çeşitli ve önemli farklılıklar barından karma bir toplum olduğuna işaret ederek başlıyor. “Müslüman” kategorisi Almanya’da yaşayan sayıları 3,8 ila 4,3 milyon arasında değiştiği tahmin edilen ve 46 ülkeden gelen göçmen kökenli toplumların tümü kapsayacak bir biçimde kullanılıyor. Almanya’da genel Müslüman nüfusun %63’üne tekabül eden 2,5 ile 2,7 milyon kişinin ise Türkiyeli olduğu belirtiliyor. Rapor ayrıca “belirtilen ülkelerden gelen göçmenlerin azımsanmayacak bir oranı Müslüman değildir” diyerek “Müslüman” kategorisi içindeki gizil “dini azınlıklar”a (dass religiöse Minderheiten) işaret ederken genel Müslüman kategorisinin bileşenlerini tanımlamak için ise Sünni, Alevi ve Şii gibi alt-kimliklerden faydalanıyor. Bu kategoriler Rapor’da “mezhepsel grup” (en. denominational group / de. konfessionelle Gruppe) tanımlanıyor (2009: 13). Almanya’da yaşayan Müslüman toplulukların demografik dağılımı şu şekilde belirtiliyor: Sünniler (die Sunniten): %74,1, Aleviler (die Aleviten): %12,7, Şiiler (die Schiiten): %7,1 (s. 128, s. 92-93). Almanya’da Yaşayan Müslümanların Örgütlenmeye ilişkin Tutumları Rapora göre Almanya’da yaşayan Müslümanların sadece %20’si dini bir dernek ya da cemaate üyedir. Mezhepler bazında ise Sünnilerin %22’sine karşın Alevi ve Şiilerin sadece %10’u kendilerine 42
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
yakın buldukları bir kurumda örgütlenmiş bulunuyor. Ahmediler ve Ebadiler gibi daha küçük ölçekli mezheplere baktığımızda ise bu oran %29’a çıkıyor (s. 14). Rapor haklı olarak bilinilirlik (bir kurumu tanıyor olmak) ile temsiliyet (o kurumu kendini temsil eder kabul etmek) arasında bir ayrım yapıyor (s. 16-17). Bilinilirlik açısından baktığımızda, Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) %44 gibi bir yüzdeyle Müslüman toplumlar arasında en çok bilinen kurum olarak karşımıza çıkıyor. Türkiyeli göçmenler özelinde ise bu oran %59’a yükseliyor. DİTİB’i takiben ikinci sırada %25’lik bir yüzde ile İslam Kültür Merkezleri Birliği ve Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu geliyor. Rapor kapsamında görüşülen ve genel Müslüman kategorisi içinde değerlendirilen katılımcıların sadece %16’sı DİTİB’in kendilerini temsil eden bir kurum olduğunu belirtilirken bu oran Türkiyeli göçmenler özelinde %23’e yükseliyor. Yine genel Müslüman kategorisi açısından baktığımızda ise AABF %19’lük bir oranla ilk sıraya oturuyor. Diğer bir deyişle, Almanya’da yaşayan genel Müslüman kategorisi açısından düşündüğümüzde AABF Almanya’da Müslüman toplumlar nazarında en yüksek temsiliyet gücüne sahip olan kurum olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’li göçmenler özelinde ise bu temsiliyet gücü ikinci sırada yer alır. Diğer yandan, AABF genel Müslüman kategorisi içinde %26,8’lık bilinilirlilik oranıyla ikinci sırada yer alırken Aleviler arasında ise %76 gibi bir yüzde ile kendi mezhebi içinde bilinilirliği en yüksek kurum olarak karşımıza çıkıyor (s. 165-166). Katılımcılar arasında dini örgütlenmelere etkin katılım konusunda Diğer Müslümanlar %23,0 gibi bir oranda birinci sıraya yerleşirken Sünniler %13,3, Şiiler %11,5 ve Aleviler ise %6,9 gibi bir oranda müspet cevap vermişlerdir (s. 164). Bahsi geçen kurumların Almanya’da yaşayan Müslüman toplumlar arasında algılanan temsiliyet durumuna baktığımızda AABF’nin bilinilirlilik konusunda sahip olduğu önemi koruyamadığını görüyoruz. AABF’nin temsiliyet gücü en yüksek olan kurum olmasına karşın Alevilerin en düşük örgütlenme düzeyine sahip olmaları Alevilerin Almanya’daki diğer Müslüman gruplara göre örgütlenmeye daha geç başlamış olması ve Alevilerin geldiği anavatandaki çatışma ortamına işaret edilerek açıklanıyor (s. 161). Bu veriler ışığında baktığımızda AABF’nin Almanya’da yaşayan Aleviler arasında sahip olduğu yüksek bilinilirlik ve temsiliyet gücünün örgütlenmeye tahvil edilemediği görülmektedir. İsmail Kaplan küçük yerleşim birimlerindeki Alevi Kültür Merkezleri’ne üyelik oranının %80’i bulduğuna fakat Berlin ve Hamburg gibi Alevi nüfusunun yoğun olarak yaşadığı büyük kentlerde bu oranın %10’u geçemediğini belirtmektedir (2009: 135). Benim de kişisel gözlemlerim bu doğrultuda. Söz gelimi, Berlin’de yaşayan bir Alevi yerel AKM’nin sağladığı servislerden faydalanıyor, düzenlenen etkinliklerin birçoğuna katılıyor olmasına rağmen kuruma üye olma gereği duymayabiliyor. 43
SACAYAK
Sayı 10
Dinsellikle İlgili Tutumlar “Dinsellik” (en. Religiousness/de. Religiöses Verhalten) gibi bir kavramın katılımcılar tarafından nasıl algılandığı ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber görülmektedir ki Aleviler kendilerini Sünnilerden çok daha belirgin bir şekilde daha az “dinsel” olarak tanımlamaktadır.
Sünni Alevi
Hiç bir dinsellik atfetmeyen
Özellikle dinsellik atfetmeyen
Büsbütün dinsellik atfeden
2,1 10,8
7,5 11,1
48,3 53,7
Aşırı derecede dinsellik atfeden 42,1 24,1
Dualar, bayramlar ve oruç gibi özel dini uygulamaların (en. Private religious practice/de. Private religiöse Praxis) ölçüldüğü kısımda bahsi geçen uygulamalara ilişkin Aleviler açısından özel bir hassasiyet gösterilirken, kimi biliminsanlarının çalışmaları ışığında Alevi dinselliğinin İslam’ın beş şartı çerçevesinde değerlendirilemeyeceği açık bir şekilde ifade ediliyor (s. 138). Bu fark özelikle “prayer” (namaz ya da dua olarak anlaşılabilir) uygulamasında açığa çıkıyor. Sünnilerin %11,4’ü bu uygulamayı “Hiç” gerçekleştirmediklerini, %41,5’i ise “Her gün” gerçekleştirdiğini belirtirken Aleviler ise %42,3 “Hiç” ve %14,2 “Her gün” olarak tam tersi bir tutum açıklıyor (s. 140). İslami beslenme kurallarına karşı tutum ise yıllardır güncelliğini koruyan bir meseledir. Kimi araştırmacılar Alevilerin Sünnilere göre daha rahat bir tutum sahibi olduğunu ifade ediyorlardı. Rapor’a baktığımızda bu iddianın doğrulandığını görüyoruz. Sünniler %91,2, Diğer Müslümanlar %80,0, Şiiler %60,2 gibi yüksek oranlarda bu kurallara uyduklarını belirtirken Alevilerde ise bu oran %49,4 olarak beliriyor (s. 147). Oruç konusunda Sünniler %20,1 “Hayır”, %9,5’i “Kısmen” ve %70,3 “Evet” olarak görüş belirtirken, Alevilerde bu oranlar %24,3 “Hayır”, %54,5 “Kısmen” ve %21,2 “Evet” olarak karşımıza çıkıyor. Rapor, Alevilerin, oruç uygulamasını “İmam Hüseyin’in Kerbelâ’daki şehitliğini” anmak üzere diğer Müslümanlardan farklı bir zamanda ve farklı bir biçimde gerçekleştirdiğini belirtiyor (s. 149). Fakat bilindiği üzere Ramazan ayında oruç tutar görünmek takiye stratejisinin hem Türkiye hem de Avrupa’daki en yaygın biçimlerinden biridir. Dolayısıyla, araştırmanın bu kısmındaki verilerin ne derece sağlıklı toplanabildiği en azından benim için bir soru işaretidir. Din Derslerine İlişkin Tutum Görüşülen Müslümanların %76’sı Almanya’nın çeşitli eyaletlerinde 2000’li yılların başından bu yana uygulanmakta olan bu dersleri desteklerini belirtirken mezhepler bazında aynı soruya verilen ce44
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
vaplara baktığımızda Sünnilerin %84’ü, Şiilerin %71’i ve Alevilerin ise %54’ü bu dersleri desteklediklerini belirtmiştir (s. 179). Federasyon açısından oldukça önemli bir çalışma alanı ve örgütsel bir başarı olarak sunulan inanç derslerine Alevilerin diğer Müslüman gruplardan çok daha düşük bir oranda destek vermesini önemli bir ayrıntı olarak ele almak gerekiyor. Berlin’de alan araştırmamı yürüttüğüm dönemde velilerin derslere sahip çıkması ve derslerin örgütlenmesi konusundaki ciddi güçlükleri ilk elden gözleme şansım oldu. Berlin bu uygulamanın başladığı ilk kent olmasına karşın sıkıntıların devam ediyor olması elbetteki yanlızca Berlin’deki yerel örgütlenmenin bir sorunu olarak düşünülemez. Söz gelimi, görüştüğüm bir veli derslere ilişkin tutumunu şu sözlerle ifade etmişti: “orada hangi Aleviliği öğretecekler ben bilmiyorum, bilmeden de çocuğumu o derslere göndermem.” Dolayısıyla, bu sorunu Aleviliğin müstakil bir inanç-kültür olarak tanınmasıyla ilgili yaşanan tartışmaların bir uzantısı olarak görmek gerekiyor. (Devamı gelecek sayıda)
NOTLAR: 1 Alan araştırmamı yaptığım süre içerisinde “Alevi Hareketi” tanımlamama itiraz eden kişiler oldu. İtirazlarındaki temel eksen “eğer Sünni Hareketi demiyorsak Alevi Hareketi de dememeliyiz” çerçevesine oturuyordu. Bu itirazı dile getiren kişiler içinde bulundukları kurumları “dergâh” olarak tanımlıyor ve siyasi bir kaygı gütmeden sadece inançlarını yaşatmak istediklerini söylüyorlardı. Öncelikle benzeri bir minvalde “Sünni Hareketi” diyoruz aslında. “Siyasal İslam” kavramı jargonumuzda tam da benzeri bir işleve sahip. Diğer yandan, ben bu yazı içerisinde “Alevi Hareketi” kavramıyla 1980’lerin sonuna doğru ortaya çıkan, Aleviliğin inançsal ve kültürel devamlılığının müstakil bir kimlik olarak tanınmasıyla mümkün olacağı saptamasından yola çıkarak sosyal ve siyasal bir mücadele başlatan oluşumların tümünü kast ediyorum. Aleviliği salt inanç olarak yaşamak için bir araya gelen ve siyasal hiç bir talep dillendirmeyen yerel ve yalıtılmış toplulukları bu tanımın dışında tutarım. 2 Prof. Dr. Ursula Spuler-Stegemann, (2003), Ist die Alevitische Gemeinde Deutchland e.V. eine Religionsgemeinschaft?; Prof. Dr. iur. Stefan Muckel, (2004), Ist die Alevitische Gemeinde Deutchland e.V. eine Religionsgemeinschaft? (Almanya Alevi Toplumu/Cemaati [AABF] bir inanç topluluğu mudur?) (Kaplan 2009: 147). 3 Bu süreci başından bu yana içinden yaşayan İsmail Kaplan’ın son kitabı “Alevice: İnancımız ve Direncimiz” (2009) bu konuya ilişkin birçok önemli detayı ayrıntılı bir şekilde ele alıyor. 4 Bkz: <http://www.bamf.de/nn_434132/SharedDocs/Anlagen/EN/ Migration/Publikationen/Forschung/Forschungsberichte/fb6-mus limisches-leben.html>. Bu yazının daha geniş bir versiyonu Almanya Federasyonu’nun yayın organı olan Alevilerin Sesi dergisine de gönderilmiştir.
45
SACAYAK
Sayı 10
Ahlâk Nedim Kanoğlu HLÂK sözcüğünün tanımı “İnsanın doğuştan getirdiği veya sonradan kazandığı birtakım davranış şekilleri, huylar, manevi seviyesini belirleyen tutum ve tavırlar” olarak sözlükteki yerini almaktadır. Bir başka anlamında ise “bir toplum içinde insanların uymak zorunda oldukları davranış kuralları” denmiştir. Görüldüğü üzere yapılan açıklamalarda, insanı belli kalıpsal davranış biçimi içine çekme olarak algılanabilecek bir itki vardır. Aslında ahlâkın kökü vicdandır. Sokrates, Aziz Augustinus, Montaigne gibi düşünürlerin de belirttiği gibi ahlâk, kendi kendisiyle baş başa kalan vicdandan kopamaz. Her vicdan, ahlâkla ilgilidir. İnsanın kendisini var eden bu ışığa, bir düşünce sınavından geçmeden ulaşması mümkün değildir. Jean-Jacques Rousseau, vicdanın iyi ve kötü karşısında şaşmaz bir yargıç olduğunu savunmuştur. Aslında iyi ve kötü anlayışının ülke ve çağlara göre değiştiğini kabul etmemek mümkün değildir. Ancak temel benzerlikler ayrıcalıklardan daha ağır basar. Sürekli açıklananın aksine ahlâki davranış biçimleriyle hareket edebilmek için; empoze edilen tarzda değil düşünsel ve akılcı bir şekilde doğru, dürüst ve adil olabilmek gerekir. Bu adaletin sağlanabilmesinin koşulu, ahlâka evrensel bir boyutla bakabilmek ve bu biçimiyle onu tüm hayata yayarak davranabilmektir. Bu açıklamanın nedenleri üzerinde durduğumuzda karşımıza birkaç değişik tablo çıkar. Eğer ahlâka dini boyutuyla anlam yükleyip o türden bir prensip ile yaşanırsa, topluluklararası dini farklılıkların yaratacağı kaos kaçınılmazdır. Ayrı dinden iki insanın aynı olaya göstereceği ahlâki tepkilerin aynı olması beklenemeyeceği gibi bir anlaşmaya varmaları da düşük ihtimaldir. Kültürlerarası ahlâki anlayışların farklılığı her alanda kabul görebilir bir nitelik taşısa da özde çok önemli ve gerekli değerleri değişik şekillerde kabullenme durumu insanlığın karşısına bir sıkıntı olarak çıkacaktır. Dünya üzerinde yaşayan her insanın farklı bir tavrı, ahlâki bakış açısı, inancı ve daha pek çok ayrışan hali olabi-
A
Tekel’den atılan işçi
kardeşlerimizin değerli direnişini küçük bir örnek olarak alsak da onlar, başlı başına bir kahramanlık destanı yazdılar aslında. 46
Ocak-Şubat 2010
SACAYAK
lir. Ancak her insan; barınma, yeme içme, sosyal güvenlik sevgi ve saygı görme gibi olmazsa olmaz ihtiyaçlarda ortak paydada buluşur. Bu anlayıştan yola çıkarak evrensel ahlâk anlayışını içselleştiren insanoğlu, yaşanan sorunlarla mücadele ederken de aynı dili konuşur ve çözüm yollarında buluşur. Kapitalizmin bitmek tükenmek bilmeyen oyunlarını anlayabilmek ve planlanan tuzaklarına düşmemek için evrensel bakış açısını geliştirmek gerekir. Ezilen, emeği sömürülen halkların ahlâk, din, dil, düşünce, kültür ve eğitim anlayışları ne olursa olsun aynı pencereden bakmaya başlamaları halinde emperyalist güçleri alt etmek ve emeğin eşit biçimde karşılık aldığı bir dünya düzenini oluşturmak ütopya değil realite olacaktır. Ahlâka, erdemlere ve etiğe giydirilen değerlerin geçici değil kalıcı olabilmesi ve durum nasıl gelişirse gelişsin her olay karşısında doğru ve adil davranabilmenin koşulları arasında örgütlü bir dünya düzenini oluşturmak vardır. Bu, olmazsa olmaz bir geçerliliktir. Her zaman yineliyoruz ki; kalabalıklardan çıkan ses güçlü çıkar. Güçlü sesi tüm dünya duyar. Sistemin böldüğü, parçaladığı ve ayrışan değerlerle birbirine düşürmeye çalıştığı biz insanların örgütlenmesi ve insani kıymetlerle yoğrulup, o tarzda davranması kapitalizmin hiç hoşuna gitmeyecektir. Bugün Tekel işçilerinin direnişini örnek verirsek, emeği sömürüldüğü için bir araya gelen bütün işçilerin aynı inanç ve ideolojik değerlere ya da aynı eğitim, kültür ve anlayışa sahip olduklarını düşünmek imkânsızdır. Ancak yaşadıkları güçlük, onları gönül birliği içine sokmuş ve aynı pencereden bakmayı zorunlu hale getirmiştir. Emekleri hiçe sayılarak özlük hakları ellerinden alınırken farklılıklarına rağmen o durumda yapmaları gerekeni yapmakta ve direnişin en güzel örneğini verebilmektedirler. Sevgili işçi kardeşlerimizin değerli direnişini küçük bir örnek olarak alsak da onlar, başlı başına bir kahramanlık destanı yazdılar aslında… Ahlâk, bir dini inanca, bir kültürel eğitime ya da herhangi kişisel bir bakış açısına göre yaşanabilecek bir olgu olmamalıdır. Dinler belirleyici olursa; farklılıklar söz konusu olduğunda uzlaşmazlık da kaçınılmazdır. Ahlâkın yukarıda anlattığımız şekilde, evrensel değerlerle işlenmesi, anlaşılması, özümsenmesi gerekir. Sokrates, “fazilet, akıl ve ölçü ile birlikte ele alınmıştır” der. Ahlâkın belirleyicisi de akıl olmalıdır.
SACAYAK Derginize Abone Olun
Türkiye TL 40 – Avrupa Birliği € 50 – İngiltere £ 40 Abone olmak için abone bedelini postaneya yatırın: Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd. Şti. Posta Çeki Hesabı (No 1629127) Ayrıntılı posta adresinizi, cep telefonunuzu ve e-postanızı okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte bize fakslayın: +90.(0)212.519 56 35
47
SACAYAK
Sayı 10, Ocak-Şubat 2010
adım nesimi’ydi curam üç telliydi beni yakanlara dağıt küllerimi ağıt yakanlara dağıt güllerimi çimen’dim ıslandım göverdim türküler yana yana döndüm sağolsun gönüller yana yana söndüm sağolsun veliler
YAŞAR MİRAÇ
nesimi’nin türküsü artık gidiyorum bekleme beni bu uzak gurbetten dönemem geri bu yangın gurbetten dönemem geri ılgıt ılgıt kağıt o şiirleri çocuklara dağıt bayram günleri yiğitlere dağıt bayram günleri tan yeli esende ışık gerneşende çiçekler açanda sazdan dinle beni erikler açanda sözden dinle beni
pirim pir sultan’ım veysel’im işe bak sivas’ın içinde kapkara madımak sivas’ın içinde aklara madımak yıldız ellerinden su şehir’lerinden aydınlıklar aksın ışıl ışıl ırmak esenlikler aksın gürün gürün ırmak zara zara uçan sunalar turnalar tek umduğum dilek karanlıklar kalksın beklediğim dilek karanlıklar kalksın sivas’ın üstünden sivas’ın içinden yana yana canım budur beklediğim yana yana benim budur tek dileğim 20 Eylül 2008 Kuzguncuk