sacayak
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
BU SAYIDA: Hünkâr Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri Veliyettin Ulusoy - Düşmanının da Bir İnsan Olduğunu Unutma İsmail Kaygusuz - Ehl-i Beyt’ten Gayri Damen mi Vardır Ahmet Koçak - Tarihten Gelen Kültürel Farklılı Kavga Nedin Olmamalı Aynur Haşhaş - Sadece Anma Gününü Protestodur Kot Kumlama İşçileri Kot Kumlama İşçileri Hükümeti Göreve Çağırıyor Dayanışma Gecesini Düzenleyen Yasemin Göksu ve Mehmet Demir ile Söyleştik: Canımızı Dişimize Taktık, Uğraşıyoruz Kürt Açılımı Haşim Kutlu - Çözüm Her Zamankinden Daha Yakın Demir Küçükaydın - Yeni Süreci Anlamak ve Yol Bulmak ABF’de Siyasi Parti Tartışmaları Dosyası Esen Uslu - Aydının Şaşkınını Düşkününü Dedele, Âşıklar, Sadıklar Yol’a Getirir ABF’nin Siyasi Parti Hazırlığı “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz” adlı belgenin Tam Mentin Tüm Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın - Koordinasyon Veysel Kaymak - Aşık Veysel’e Takke Giydirildi
Dünyadaki Bütün Kâmil İnsanlar “Düşmanın” da İnsan Olduğunu Anlatmaya Çalışıyor. ISSN 1308-7967
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sok. No: 24, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı türü: Yerel - Süreli
Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €
5
Ağustos 2009 / Sayı:
SACAYAK
Sayı 5
SARKİS ÇERKEZYAN 1916 – 2009
SARKİS USTA, Ermeni techirinin çocuğudur. 1916 yılında ailece sürgüne gönderildikleri Halep yakınlarındaki bir köyde, bir deve ahırında doğmuştur ve bütün hayatı boyunca inadına yaşamıştır. Ailesi Birinci Dünya Savaşının yenilgisinden sonra sürgünden dönmüş, sonra “Yunan Harbi” yıllarının koşullarında yeniden sürgünler ve baskılar yaşamıştır. Çok sevdiği okulu terk etmek zorunda kalmış, marangoz olarak çalışmaya başlamıştır. Ermenilere uygulanan bütün ayrımcılıklarla karşılaşmış ve direnmiştir. Kendi deyimiyle bu baskılar karşısında “Aklı eren Ermeni ya milliyetçi olur ya da komünist!” Sarkiz Usta da yasa dışı olduğu yıllarda Türkiye Komünist Partisi içinde çalışmıştır. 1955 yılında 6-7 Eylül saldırısının içinde kalmış, soğukkanlılığı ile canını kurtarmıştır. 1960 yıllarda Türkiye İşçi Partisi içinde çalışmış, Eminönü İlçe Sekreterliği yapmıştır. Genclere, ülkemizin acılı tarihini ve sosyalizmin bilimini öğrenmelerinde yadımcı olmuştur. TKP’nin yasak Atılım dergisini atölyösinin altındaki sarnıçta gizlice basmıştır. Eşi Ağavni Ana ile birlikte çok yetimin ve göçmenin yardımına koşmuştur. Özcesi, örnek alınacak insan gibi bir insandı. 2
ARAM TİGRAN 1934 – 2009
ARAM TİGRAN, Kürtçe, Ermenice ve Arapça dillerinin ve müziğinin ustası Ermeni bir sanatçıydı. Geçtiğimiz günlerde Yunanistan’ın başkenti Atina’da beyin kanaması geçirdi ve tedavi gördüğü hastanede 8 Ağustos’ta hayatını kaybetti. Aram Tigran, Batman’ın Sason İlçesi Bianda Köyü’nde 1934 yılında dünyaya geldi. Bu yıllarda ailesi, Suriye’nin Kamışlı kentine göç etti. Dokuz yaşında müzikle ilgilenmeye başladı. Ut çalmaya başlayan Aram Tigran, yirmi yaşındayken Kürtçe, Ermenice ve Arapça şarkıları ustaca söylemeye başlamıştı. Aram Tigran, on iki Kürtçe albüm yaptı, yüzden fazla Kürtçe ve Ermenice şarkının söz ve müziğine imza attı. Bugüne kadar Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Arapça, Yunanca, Zazaca ve Türkçe şarkılardan derlediği 435 şarkıyı seslendirdi. Erivan radyosunun Kürtçe yayınlarında çalınan müzikleri nedeniyle Türkiye’de ünlendi. Son yıllarda Türkiye’ye gelmesine ve konserler vermesine izin verildi. Geçen yıl Diyarbakır’da verdiği bir konser sırasında bir rahatsızlık geçirmişti. Halkların kardeşliğine büyük önem veren Aram Tigran tüm yaşamı boyunca insanlığa önem verdi. Aram Tigran, vasiyeti üzerine Diyarbakır’da toprağa verilecek.
Ağustos 2009
SACAYAK
46. Ulusal, 20. Uluslararası Pir Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy
Düşmanının da Bir İnsan Olduğunu Unutma
D
Toplumların vahşetten arınma çabaları, şiddeti hayatın içinden çıkarma uğraşları, öldürmeyi yüceltecek değil de kınanacak bir eylem olarak görme eğilimleri toplumlar arasındaki “gelişmişlik” farkını yaratır.
oğaya bakarsanız birbirini öldüren hayvanlar görürsünüz. Tarihe bakarsanız birbirini öldüren insanlar görürsünüz. Daha yaradılışlarında bu iki farklı canlı türü, cinayeti ve vahşeti kendi ortak kaderleri olarak getirmişlerdir dünyaya. Aralarındaki fark sadece, hayvanlar yaşamak için, insanlar çıkar ve hırs için öldürürler. Hayvanlar kendi cinslerini değil, insanlar kendi cinslerini büyük bir vahşet ve işkenceyle öldürürler ve bundan da sapıkça bir zevk alırlar. Binlerce hatta milyonlarca yıldan beri bu cinayetlerini sürdürürler. Hayvanlar hiç değişmemiştir, binlerce yıl önce ne yapıyorlarsa bugün de onu yaparlar. Doğanın hayat çemberini çevirirler ve bu aynı zamanda doğaya bir hizmettir. İnsanlar ise bir yandan doğayı kullanarak doğaya bir şeyler kattığını zannederler, bir yandan da bu vahşetten arınmaya uğraşırlar. Ve doğayı kirletirler; bu kir içinde kendi sonlarını hazırladıklarının farkına varmalarına rağmen inatla ve aptalca işlerine devam ederler. Hiçbir toplum vahşetten tümüyle arınmamıştır. Belki az da olsa tarihte anaerkil toplumları bunun dışında tutabiliriz. Ama toplumların vahşetten arınma çabaları, şiddeti hayatın içinden çıkarma uğraşları, öldürmeyi yüceltecek değil de kınanacak bir eylem olarak görme eğilimleri toplumlar arasındaki “gelişmişlik” farkını yaratır. 3
SACAYAK
Sayı 5
Gelişmişliğin ölçüsünü belirleyen o toplumların zenginlikleri değil onların vahşete yaklaşım biçimleridir. Savaşlar, cinayetler, suikastlar insan ruhundaki şiddetin en kanlı ve en keskin biçimde ortaya çıktığı noktalardır. Toplumları, bu konulardaki tavırlarıyla ölçebilirsininiz. İsterseniz İslam tarihine bir göz atalım. Halifeler hata yapmaz… Gelin şimdi Bostanzade Yahya Efendi’nin I. Ahmet döneminde yazdığı “Tarih-i Saf, Tuhfet’ül Ahab” kitabından, on birinci Emevi halifesi II. Velid’in portresini okuyalım. (Günümüz Türkçesine aktaran Necdet Sakaoğlu) “Cesur ve şair ruhlu olmakla birlikte çok zina eder, durmaksızın sövüp sayardı. Babasının yatağına girmiş, ondan çocuk doğurmuş kadınlarla yatar, bu kadınlardan olma kızlarla cinsi temasta bulunurdu. ‘Niçin böyle yapıyorsun? Kâfirlerden, ateşe tapanlardan mısın?’ Diyenlere şu Arapça beyitle cevap verirdi:
Gelişmişliğin ölçüsünü belirleyen o toplumların zenginlikleri değil onların vahşete yaklaşım biçimleridir. Savaşlar, cinayetler, suikastlar insan ruhundaki şiddetin en kanlı ve en keskin biçimde ortaya çıktığı noktalardır. Toplumları,
bu konulardaki ‘Nefsini dizginleyen tasa içinde ölür; tavırlarıyla Cesur bir kişi ise ölümden lezzet alır!’ ölçebilirsininiz. Lanetlenmiş adam bir gün sarhoş ve cünüpken koynundaki odalığa, ‘Eskiden beri imamlığı halifeler ifa eder. Ben bu görevi sana yaptıracağım’ diyerek halifelik elbiselerini ona giydirdi. Kılığını değiştirdi ve camiye gönderdi. Bir cenabete cemaatın imamlığını yaptırdı. Allah’ı inkâr eden melunlardandı. Geberince oğlu Yezit halife oldu. Yıl 743.”
Tarihteki İslam halifelerinin biyografilerini çok iyi incelemek gerekir. Onları merak etmedikçe de İslam’la siyaset arasındaki ilişkilerin derinliğini göremezsiniz. Müslümanlığın siyasetçilerin elinde nasıl yozlaştırılmış ve gerçeğinden ve aslından uzaklaştırılmış olduğunun farkına varamazsınız. Örneğin, bizim Kanuni Sultan Süleyman’ın halifeliği Müslümanlığa uygun bir halifelik miydi? İki oğlunu, altı torununu, iki de yeğenini boğdurttu. Hem de oğlu Şehzade Mustafa’dan olma torununu henüz anne kucağında bir süt bebeğiyken. Öteki oğlu Şehzade Beyazıt’tan olma en küçük torunu Osman da üç yaşındayken… Müslümanlık Müslümanlıktır, ama siyaset de siyasettir. Ariflik, bunları ayırmak ve değerlerini birbirine karıştırmadan vermektir. Tarihteki İslam siyasetçilerini doğru dürüst merak etmeden, sadece inanç sahibi olmak, siyasal bilince de sahip olmaya yetmez… Yetseydi İslam ülkeleri bu kadar geride kalmazdı… Burada gerçek tek ve yalnız… Tabii işimize gelirse… Şura, 23: İnsanlıktan istediği tek şey: Ehlibeytine sevgi ve dostluktur. Karşılığı, torunu Hz. Hüseyin ve tarafının hunharca 4
Ağustos 2009
SACAYAK
Kerbelâ’da katli ve insanlığın aczi çıkar karşısında insanlığın hiçleşmesi… Bununla bitmiyor insanın vahşeti… Bütün organları tek tek doğranarak idam edilen aşk ve sonsuzluk eri Hallac (Ölümü 921) karanlık benliklerin taş yağmuruna gülerek karşılık veriyordu… Çünkü gerçekle gerçek olmanın keyfini sürüyordu… O sırada, fırlatılan bir gül vücuduna değdi ve bunun üzerine bir feryat kopardı Hallac… Dostu Şibli’nin attığı bir güldü bu… Yobaz karanlığın cellâtları sordular: “Onca taşa ses çıkarmayan sen, böylesi bir gül değince neden bağırdın?” Cevap, Hallac kadar ölümsüzdür: “Taşlar, düşmandan geliyordu. Gül, dosttan geldi. O yüzden acısını duydum. Ve feryat ettim.” Dost, var oluşun içinizi doldurduğu kutsal sızınızı paylaşan, bu sızının paydasını düşüren, aziz varlıktır. O zaman şu soruyla karşılaşıyoruz: Düşmanımızın bir insan olduğunu kavradığımız anda, içimizdeki vahşetle dövüşen bir başka benliğimiz, belki de gerçek insan yanımız baş kaldırıyor. Savaş ve cinayet anlamsızlaşıyor. Zaten bu yüzden dünyadaki bütün politikacılarla askerler, “Düşmanın” da insan olduğunun söylenmesini istemiyor. Zaten bu yüzden dünyadaki bütün kâmil insanlar “Düşmanın” da insan olduğunu anlatmaya çalışıyor.
“İnsanlık tarihinin insan kanıyla yazıldığı bir gerçek. Bir insan kendi hemcinslerini nasıl öldürebilir?” İşte burada, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin “Düşmanının bir insan olduğunu unutma!” sözü O’nun yüceliğinin bir seslenişidir. Çünkü vahşet ancak “düşmanın” insan olduğunu unutmakla ortaya çıkabiliyor. “Düşmanın” da insan olduğunu, bir annesi, bir babası; sevdiği bir çocuğu, kaygıları, korkuları, aşkları olduğunu fark ettiğimizde artık ona düşman olamıyoruz. Onu rahatlıkla öldüremiyoruz. Düşmanımızın bir insan olduğunu kavradığımız anda, içimizdeki vahşetle dövüşen bir başka benliğimiz, belki de gerçek insan yanımız baş kaldırıyor. Savaş ve cinayet anlamsızlaşıyor. Zaten bu yüzden dünyadaki bütün politikacılarla askerler, “Düşmanın” da insan olduğunun söylenmesini istemiyor. Zaten bu yüzden dünyadaki bütün kâmil insanlar “Düşmanın” da insan olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bir toplumda, “Düşmanın da insan” olduğunu kavrayanların sayısı ne kadar artarsa o toplumun gelişmişliği de o kadar artıyor. O zaman tarihindeki savaşlarla, cinayetlerle övünmüyorsun. Tarihteki bütün savaşların ve cinayetlerin kurbanlarının “insanlar” olduğunu, onların da sana benzediklerini, senin gibi acı çektiklerini, senin gibi korktuklarını, senin gibi cesur olduklarını, senin gibi sevdiklerini fark ediyorsun. Bunu fark ettiğinde bir “düşmanı” öldürmek, kendini öldürmek gibi oluyor. Kendi benzerini öldürmek. Onların da insan olduğunu kavrarsak, düşmanlığımızı sürdüremeyiz; onlara kinlenemeyiz. 5
SACAYAK
Sayı 5
Kendimizi dünyanın diğer insanlarından ayıramayız. Onlardan daha akıllı, daha cesur, daha kahraman, daha yiğit, daha haklı olduğumuza inanamayız. “Önce onlar bizim düşman değil insan olduğumuzu kavrasınlar” diyerek kendi gelişmişliğimizin önüne başkalarının “düşmanlığını” bir engel olarak koyamayız. İçimizdeki vahşeti daha fazla besleyemeyiz. O zaman yeni cinayetler işlenemez. Suikastlar düzenlenemez. Sivaslar, Maraşlar, Çorumlar, Kerbelâlar ve insanlığın utanç abideleri tekrarlanmaz… Her türlü duygudan arınarak, Alevi-Bektaşi yolunda “Gönül gözü” dediğimiz gerçeği içinize sindirerek olaylara bakarsanız bu gerçeği anlarsınız. İşte o zaman ölen herkes için üzülecek; İşte o zaman içinizdeki gerçek insanla karşılaşacaksınız. Aynı, pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin dediği gibi:
Kendimizi dünyanın diğer insanlarından ayıramayız. Onlardan daha akıllı, daha cesur, daha kahraman, daha yiğit, daha haklı olduğumuza inanamayız.
“Düşmanının da bir insan olduğunu unutma”… 30 Temmuz 2009
Serçeşme Hacı Bektaş Dergâhı
Ehli-beyt’ten Gayri Damen mi Vardır İsmail Kaygusuz
H
acı Bektaş Veli’nin kurduğu Dergâh, Sünniliğin medreseleri karşısında, günün bilimlerinin ışığı altında ve çağını aşarak, Bâtıni-Alevi öğretisinin kurallarının öğretilip uygulandığı Halk Üniversitesi konumu kazanmıştı. Bu Eğitim ve öğretiminde Anadolu’da çoğunluğu oluşturan Türkmen halkların dilini, öz Türkçeyi kullanmıştır. Kuşkusuzdur ki, başta Bereket Hacı ve çevresi olmak üzere, 1240 yılı Malya yenilgisinden sonra yapılan Babai kırımından kurtulmuş bulunan Baba İlyas halifelerinin ve Bacıyani Rum örgütünün büyük katkıları vardı. Ama asıl Hacı Bektaş’ı kucaklayıp bağrına basan Sulucakarahöyük’te yerleşmiş Çepni Türkmen topluluğunun el ve gönül birliğini, bu yerleşim biriminde yeni toplumsal yapılanmanın oluşmasında en ön sıraya almak gerektir. Velâyetname’de olsun, Baba İlyas Menakıbnamesi’nde olsun Hacı Bektaş Veli ile ilişkisi olan (Hünkâri, Çepni, Hacı Bereket, İbrahim Hacı gibi) topluluklar ve kurucularının adları geçtiği halde, bazılarının iddia ettiği sözde onun mensup olduğu “Bektaş ya da Bektaşlu” topluluğundan neden tek söz edilmiyor? Edilmezdi, çünkü sadece bir isim benzerliğinin ötesinde bir ilgisi yok. Bektaş, Bektaşlu-Bektaşlı, Bektaşoğulları adlarıyla anılan bu topluluk Riş6
Dergâh’ın kuruluşunda Babai kırımından kurtulmuş bulunan Baba İlyas halifelerinin ve Bacıyani Rum örgütünün büyük katkıları vardı. Ama asıl Hacı Bektaş’ı kucaklayıp bağrına basan Suluca karahöyük’te yerleşmiş Çepni Türkmen topluluğunun el ve gönül birliğinin rolü vardır.
Ağustos 2009
Hacı Bektaş Veli “bir olalım” diyerek, Seyyid Ocakları örgütlenmelerini birleştirerek merkezileştirip, dağınıklığı ve bireyselliği geri plana çektirince “diri olmayı”, canlı ve sağlıklı kalmayı gerçekleştirmiş. Öbür yandan tarımda, zanaatta ortaklaşa üretime/ bölüşüme, sosyal dayanışmaya ağırlık kazandırarak “iri olmayı”, ekonomisini güçlendirmeyi sağlamıştır.
SACAYAK
van Ekrad Taifesi’ne bağlıdır, yani bir Kürt topluluğudur.1 Olasılıkla Rişvan Kürd aşiretinden bir kişinin, bir önderin adını taşıdığı için topluluk bu adlarla anılıyordu. Dağılmışlık İçindeki Anadolu’nun Toparlanması Adı geçen Türkmen topluluklarının geniş emeksel katkılarıyla Sulucakarahöyük’te yapılan üretime dönük çalışmalar, bölgenin koşullarına uygun yeni uygulamalar Dergâh’ın ekonomik düzeyini yükseltirken, inançsal, eğitimsel ve kültürel etkinlikleri de o derece artırıyordu. Hacı Bektaş Veli, batıni dai’si olarak bağlı bulunduğu Alamut İmamı’nın Hüccet’i Şemseddin Muhammed ile 1243’te Anadolu’ya gelişine kadar da gizli ilişki içindeydi. Velayetame’de farklı biçimde de anlatılmış olsa, zaten Mevlana’ya gitmeden önce Hacı Bektaş’la buluştuğu bilinmektedir. 2 Yedinci İmam Musa Kazım’ın soyundan Seyyid İbrahim-i Sani oğlu Seyyid Muhammed Bektaş’ın, Sulucakarahöyük’te kurduğu Hacı Bektaş Veli Seyyid Ocağı en fazla 20 yıl içerisinde Hünkâr Dergâhı’na, sözcük anlamıyla “Ulu Padişah Kapısı”na dönüştü. Alevi-Bektaşi inançsal birliğinin merkezi oldu. Velâyetname’ye göre bu dönem içinde 360 halife ve 36 000 derviş yetişmiş. Bunlar siyasal dağılmışlık içindeki Anadolu’nun çok sayıda beylik topraklarına yayılarak yerleşerek çerağ uyandırıp cemlerini-cemaatlarını yönetmektedirler. Çok daha önceden gelmiş Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde yaşamakta olan Seyyid Ocakları’nın pirleri de Hünkâr Hacı Bektaş’ı büyük Mürşid ve Serçeşme olarak tanıyıp, Hünkâr Dergâhı’na bağlanmışlardı. Hünkâr Hacı Bektaş Veli “bir olalım” diyerek, inançsal, toplumsal birliğin yanısıra; ezici çoğunluktaki Türkmen boy ve oymaklarını yönlendiren inançsal önderleri yetiştiren Seyyid Ocakları örgütlenmelerini de birleştirerek merkezileştirip, dağınıklığı ve bireyselliği geri plana çektirince “diri olmayı”, canlı ve sağlıklı kalmayı gerçekleştirmiş. Öbür yandan yerleştiği bölgede tarımda, zanaatta ortaklaşa üretime/bölüşüme, sosyal dayanışma ve ticarete ağırlık kazandırarak üçüncü ilkesi “iri olmayı”, yani ekonomisini güçlendirerek büyümeyi de sağlamıştır. Öyle ki, Hakka yürümesinin ardından onun adına bin koyun, yüz sığır kesilip halka şölen veriliyor. Yedinci ve kırkıncı gününde ise o ana kadar beslenen konuklara helva dağıtılıyor. Bunlar gösteriyor ki Dergâh aynı anda 25-30 bin kişiye yemek verecek, doyuracak durumdadır. 1 Bkz. Cevdet Türkay, Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatlar, İstanbul, 1979, s. 239-40. 2 Hacı Bektaş ve Şemsi Tebrizi ilişkileri konusunda geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, “Şemseddin Muhammed Tebrizi (1183/4-1247/8) Şems’in Tarihsel, İnançsal ve Siyasal Sorunsalının Çözümü Üzerine Bir Deneme”, Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İstanbul, 2005, 1. Bölüm.
7
SACAYAK
Sayı 5
Bağımsızlık Siyaseti Hünkâr Hacı Bektaş siyasetini, döneminin öznel ve nesnel koşulları içerisinde, Mogol istilasıyla yıkılan yokolan kurumların restorasyonunda birlik sağlama üzerinde denedi. Baba Bektaş, geldiği Babai ihtilalci geleneğini, varolan koşullar içinde uygulamaya gitmemiştir, yani bu kendisine bağlı geniş Alevi Türkmen halk kitlesini bir iç isyana yöneltmedi. Çünkü önce dış düşman tehlikesinden kurtulmak gerekiyordu. Kısacası, istilacılardan memleketin kurtarılmasını öne almak amacı güdülmüştür. Bu nedenle bağımsızlık siyaset güden Selçuklu prensi II. İzzeddin Keykavus’u, Moğol korumalığındaki işbirlikçi yönetime kentleri köyleri yakıp yıkan, ezeli düşman Moğollara karşı savaşmaya yönlendirerek onun yanında yer aldılar. Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin ölümünün ardından Bacıyan-i Rum kadınlar örgütlemesinin (eski) başkanı ve eşi Kadıncık Ana adıyla tanınan Kutlu Melek’in (Fatma Nuriye) bir süre posta oturarak Hünkâr Dergâhı’nı yönettiği bilinir. Yine Âşık Paşa’dan gelen bilgilere ve Abdal Musa Velayetnamesi’ne göre Kadıncık Ana emaneti, yani Dergâh yönetimini Abdal Musa Sultan’a devrettiğini biliyoruz. Abdal Musa’nın kendisine ardıl olarak Seyid Ali Sultan’ı (1310?1402/12) gösterdiği üzerinde kanıtlar vardır. Kızıl Deli Sultan ile torunu, yani Mürsel Bali oğlu Balım Sultan (Ö. 1518) farklı konumlarda tarih sahnesinde yerlerini aldılar. Özellikle 1525 Baba Zünnun, 1527-8 Kalender Şah (Çelebi) Osmanlı zulmüne karşı, Kızılbaş başkaldırı hareketleri Dergâh çevresinde oluşan siyasal birlikten kaynaklanmıştı. Osmanlı yönetimi hem bunlardan hem de önceki yıllarda kurulmuş olan Kızılbaş Safevilerle ilişkilerden dolayı Dergâhı kapattı. Hacı Bektaş soyundan gelen Seyyid ailelerin önderleri öldürüldü, kalanları dağıtıldı. Anadolu’daki nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan geniş bir kitlenin bulunduğu kutsal yerin kapatılmış olmasının daha büyük başkaldırılara neden olacağı endişesiyle, Osmanlı üç yüzyıl önce yaşamış olan Hacı Bektaş Veli’yi mücerred/evlenmemiş gösterip, çocuksuz olduğuna ferman buyurarak(!), 1551’de Paşa unvanlı Sersem Ali Baba’yı (Ö. 1559) Dergâh’ın başına atadı ve kendisine bağlı yeni bir Bektaşi kolu (Babagan) yarattı. Dergâh Hacı Bektaş evlatlarının elinden alındı. Ama çok değil 20 yıl sonra Osmanlının bu Hünkâr Dergâhı’na elkoymasına karşı çok geniş bir protesto hareketi görüyoruz. Şah İsmail adıyla ortaya çıkan bir Alevi halk önderi, 50 bin kişinin başında Hacı Bektaş Dergâhı’nı ziyaret ederek, kurbanlar kesip kazan kaynatarak toplu Hac tapınması ve büyük Görgü Cemi gerçekleştirmiştir. Bizce, Lala Mustafa Paşa tarafından 1578’de ezilmiş Düzmece Şah İsmail hareketinin asıl bu bağlamda özel bir önemi vardır. Sürgün edilen, dağıtılan ya da kaçma durumunda kalmış olan Hacı Bektaş Veli evlatları Bağdad, Kerbela ve Necef’te Hacı Bektaş Tekke’leri kurdular. Buralarda 17. yüzyılın başlarında Dede Garkın 8
1525 Baba Zünnun, 1527-8 Kalender Şah (Çelebi) Kızılbaş başkaldırıları Dergâh çevresinde oluşan siyasal birlikten kaynaklanmıştı. Osmanlı yönetimi bunlardan dolayı Dergâhı kapattı. Hacı Bektaş soyundan gelen ailelerin önderleri öldürüldü, kalanları dağıtıldı.
Ağustos 2009
Osmanlı Hacı Bektaş Dergâhı’nı arazileriyle birlikte, ayrıcalıklı vakıf tımarı biçiminde kurumlaştırıp, denetimi altına aldı Yaratılan ılımlı (Babağan) Bektaşiliğe sokuşturulmuş Şeriat ögelerini kabula zorlanan Hacı Bektaş Seyyid Ocağı, soyun yaşaması yokolmaması adına “takiye”ye sığınarak 1826’ya kadar geldi
SACAYAK
ve Şah İbrahim seyyid ocaklarına mensup Dede’lere “icazetnameler” verdikleri ve mektuplar yazdıklarını görüyoruz. Aynı yüzyılın sonlarında Osmanlı yönetimi, Hacı Bektaş Dergâhı’nı bağı-bahçesi, köyleri ve arazileriyle birlikte, aileden birinin başkanlığında bir çeşit ayrıcalıklı vakıf tımarı biçiminde kurumlaştırıp, tümüyle denetimi altına aldı. Bu kere ikili Dergâh postnişinliği sürdürürken fermanlarda Çelebi ailesinden olanlar da “El Şeyh.... evlad-ı Hacı Bektaş-i Veli” sıfatıyla tanınıp Hacı Bektaş soyundan geldiklerini onaylanmış oluyordu. Artık Osmanlı çıkarları gereği, daha önce uydurduğu Hacı Bektaş Veli’nin çocuksuzluğu siyasetinden vazgeçmiş görünüyor. Yaratılan ılımlı (Babağan) Bektaşiliğe sokuşturulmuş Şeriat ögelerini kabule zorlanarak, yolu sürdürmeye yetkin dedelere verdikleri “İcazetname”lere “günde beş vakit namaz ve Ramazan’da teravih kıldırma” koşulları bile koydurulmuştu. Hacı Bektaş Seyyid Ocağı, soyun yaşaması yokolmaması adına “takiye”ye sığınarak 1826 yılına kadar bu ikilem içinde Hünkâr Dergâh’ının önderliğini sürdürmeye çalıştı. Bununla birlikte izleyen yaklaşık yüz elli yıl içinde, Hünkâr Dergâhı’nda birlik tamamıyla bozulmuştur; hem Osmanlı’nın teşvik ve yardımlarıyla, hem de bu dönemdeki İran Safevi Şah’larının ikiyüzlü siyasetiyle Seyyid Ocakları teker teker Dergâh’tan kopmaya ve bağımsız hareket etmeye başladılar, yol ve erkânlar denetimsiz kaldı. Osmanlı yönetimi, Nakıb-ül Eşraflık kurumunun Kerbela ve Necef kolları bol keseden Evlad-ı Resul şecereleri, Seyyidlik beratları dağıtması ve yenilemesini kolaylaştırdı. Seyyidlere tanınan ufak-tefek ayrıcalıklar Ocaklara bağlı aileleri cezbediyor ve bir yandan da şecere yeniletene talip içine öncelikle gitme, Cem-cemaat yapma hakkı doğduğu için rekabet ve rüşvet alıp yürümüştür. Bu bölünme ve ayrılmalar daha kendi zamanında başlamış olmalı ki, Safevi soylu olmasına rağmen Hünkâr Dergâhı’na bağlı ve Pir Sultan Abdal’ın talibi büyük Kızılbaş ozanı Dede Kul Himmet (Ö. 17. yüzyılın ilk yarısı) bir nefesinde şöyle söylemektedir: Bektaş-i Veli’nin yolun bilmeyen Gündüzü karanlık gece sayılır (...) Evladı Mürsel’dir, tutmazsa damen Anlardan ıraktır din ile iman Her kim Ali evlada ederse güman Yüz bin emek çekse hiçe sayılır Kul Himmet’im bu manaya erenler Zamanının İmamını bulanlar Hazret-i Hünkâr’ı mürşit bilenlen Bir niyazı yüz bin hacca sayılır
Osmanlı yönetimi korkunç baskı-zulüm ve düşmanca siyasetiyle birliği parçalama ve Seyyid Ocaklarını birbirine düşürmekle de yetinmedi. 1826’da yeniçeri kırımıyla bilinen tüm Alevi-Bektaşi tekkelerini, Dergâhlarını kapattı. 9
SACAYAK
Sayı 5
Bu büyük kırımın arkasından Hacı Bektaş Veli Dergâh’ı yine Hacı Bektaş evlatlarının elinden alınıp, Nakşibendî’lere verilerek asıl hedef olan Sünnileştirmeye gidilmiş. İdamla yargılanan son postnişin Seyyid Hamdullah Çelebi (1767-1836) Amasya’ya sürgün edilmiştir. O yaşamının son yıllarını sürgünde geçirirken, Alevi-Bektaşi toplumu olaya seyirci kalmamış dönemin koşullarına uygun biçimde davranarak, Anadolu’nun her köşesinden, bağlı bulundukları Dergâh Postnişini Mürşid’lerinin sürgün cezasının kaldırılıp, yeniden postuna-makamına oturtulmasını; Hacı Bektaş Dergâhı’nı Hacı Bektaş Veli evlatlarına geri verilmesini talep eden ve her biri yüzlerce imzalı mektuplar göndermişlerdir Padişah’a. Bu eylem, olay gerçekleşinceye dek sürmüştür. Buna karşı Hacı Bektaş evlatlarını eleştiren ve Dergâh’ı yadsıyan Ocak Dede’lerinden bu duruma sevinenler, bu eylemlere yardımcı olmayanlar da bulunuyor olmalıydı ki, kendisi Hasireti mahlasıyla yazdığı aşağıdaki nefesinde kırgınlığı ve kızgınlığını ilenerek çıkarmaktadır sanki: Hünkâr Hacı Bektaş nesl-i Ali’den İkrar almayanda iman mı vardır (...) Lanet olsun batıl yola gidene Münafık ilmine amel edene Hünkâr evladını inkâr edene Mahşer kapısında Rıdvan mı vardır (...) Hasireti’m ikrar iman Ali’ye Sırr-ı settar Hacı Bektaş Veli’ye Ona şek getiren Mervan kulu’ya Ehlibeyt’ten gayri damen mi vardır
Hâlâ umudumu koruyarak yazıyı şöyle bağlamak istiyorum: Türkiye nüfusunun üçte birini oluşturan Alevi-Bektaşi inanç toplumunun birliğinin (inançsal temelde) sağlanması dernekler ve vakıflar, diğer kitlesel örgütler aracılığıyla olmayacağı artık iyice anlaşılmış durumdadır. Bu birliğin, Hacı Bektaş Veli Dergâhının çevresinde toplanarak sağlanması kaçınılmazdır. Ulu Hünkâr Dergâhı’na toplum olarak sahip çıkıp, oranın tarihsel işlevine kavuşturulması gerekir. Ancak bu inançsal hiyerarşik yapının (Dede-Baba, Pir, Mürşid) –simgesel de olsa– işletilmesi, Alevi-Bektaşi topluluklarının yaşadığı bölge ve ülkelerden gelecek olan seyyid ocakları temsilcileri dedeler ve babalar arasından bir Dergâh Yüksek Kurulu’nun seçilmesiyle gerçekleşebilir. Bu kurulun Dergâh Postnişinin başkanlığında çağdaş demokrasi kuralları çerçevesinde çalışması sağlanmalıdır. Dede yetiştirilmesi, erkânlarımızın günümüz koşulları çerçevesinde yürütülmesi, bunları yürütecek Dedelere icazetname verilmesi ve hatta Hacı Bektaş Ocağından postnişin seçilmesinden ve de inanç toplumu olarak sorunlarımızın-müşküllerimizin çözülmesinden bu kurul sorumlu olmalıdır. 10
Alevi-Bektaşi inanç toplumunun birliğinin sağlanmasının dernekler, vakıflar ve diğer kitlesel örgütler aracılığıyla olmayacağı artık iyice anlaşılmış durumdadır. Bu birliğin, Hacı Bektaş Veli Dergâhının çevresinde toplanarak sağlanması kaçınılmazdır.
Ağustos 2009
SACAYAK
46. Ulusal, 20. Uluslararası Pir Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri
Tarihten Gelen Kültürel Farklılık Kavga Nedeni Olmamalı Ahmet Koçak
P
İR HACI BEKTAŞ VELİ Anma Töreni her zaman olduğu gibi bu yıl da 16–18 Ağustos tarihleri arasında yapılacak. Pir Hacı Bektaş Veli, tertiplenen çeşitli etkinliklerle anılacak. Pir Hacı Bektaş Veli adına düzenlenen Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri toplumun “birliğine” hizmet edeceğine ne yazık ki, ayrılıklara yol açmaktadır. Etkinliklerin düzenlenmesinde kendini tek yetkili gören belediye ile demokratik Alevi örgütleri arasında beş yıldır süren anlaşmazlık halen devam etmektedir. Alevi demokratik derneklerinin üst örgütü ABF, anma törenini düzenleyen komitenin hazırladığı programa etkili olamayınca ayrı bir program hazırladı. Alternatif olma görüntüsü vermemek için ABF programını 15 Ağustos’a yapacağını duyurdu. Her yıl resmi açılış yapılmadan önce başka bir etkinlik yapmayan belediye ise bu yıl 15 Ağustos’u da programlamış. Bakalım bu çekiştirme neye fayda sağlayacak? Alevilerin kendi aralarındaki sorunları bununla sınırlı değil. Mevcut demokratik dernekler aralarındaki sorunlar da bir hayli fazla! Aleviler Kendi Eliyle Tuzağa Düşüyor Alevi-Bektaşi toplumu günümüze kadar ciddi sorunlar yaşamış; davasına inandığı için asılmış, kesilmiş, toplu kıyımlara uğramış yine de inancından ödün vermemiş. Oysa günümüzde öyle mi? Bugün Alevi-Bektaşiler geçmişten çok daha tehlikeli durumla karşı karşıyadır. Evet, bugün yaşanan durum kapitalist dünyanın Alevilere attığı bir kazıktır. Bir anlamda kaçınılmaz bir durumdur. Aleviliği dağıtmaya yönelik bu basınç karşısında bugün Aleviler, davasına inanan ve inanmayanlar olarak ayrışmayı yaşamaktadır. Devlet ve hükümet de Alevilerin bu ayrışmasının derinleşmesi için sistemli bir çalışma yürütmektedir. Açılımlarla, çalıştaylarla, dedelere maaşla Alevilerin direncini kırmaya çalışmaktadır. Ve Aleviler de ne yazık ki, bu tuzağa kendi elleriyle düşmek üzeredirler.
Bugün yaşanan durum kapitalist dünyanın Alevilere attığı bir kazıktır. Bir anlamda kaçınılmaz bir durumdur. Aleviliği dağıtmaya yönelik bu basınç karşısında bugün Aleviler, Hacıbektaş’ın Alevi-Bektaşilerce Önemi davasına inanan ve inanmayanlar Hacıbektaş, Alevi-Bektaşi toplumu için önemli bir mekândır. Bu olarak ayrışmayı mekânda bu yolun kurucusu, Mürşidi, Piri ebedi ikametgâhındadır. yaşamaktadır. Alevi-Bektaşi toplumu her yıl buraya gelerek Pirinin, Mürşidinin
11
SACAYAK
Sayı 5
manevi huzurunda bulunmanın hazzını yaşarlar. Bunun yanında Alevi-Bektaşilerin önemli bir kesiminin gönülden bağlı olduğu Mürşit Ocağı’nın Postnişini de bu mekânda konuklarına mihmandarlık yapmaktadır. Yine bu mekânda bulunan Mürşit Ocağı bütün Çelebilerin evleri anma törenlerinin yapıldığı tarihlerde taliplerle dolar taşar. Bu mekânlarda gönüller aklanır, sevgi yumağı olur birlenir. Kin, kibir, garez, benlik lanetlenir. Bu mekânda olan her şey aşk içindir. İnananlar için böyledir. İnanmış Gibi Görünenler İnanlar için böyledir, ama inanmış gibi görünüp inanmayanlara ne demeli? Alevi demokratik derneklerinde mücadele eden bu tür kişilerle yıllardır düşünsel kavgamız vardır. Bu arkadaşlara inançlara saygılı olunması gerektiğini, inançlarla oynanmaması gerektiğini, kimin nasıl inanacağının tarifinin yapılmaması gerektiğini, inancın ucuz siyasi oyunlara alet edilmemesi gerektiğini her fırsatta anlatmaya çalıştık. Anlaşılan yıllardır beyhude konuşmuşuz. Birlik Partisi ve Barış Partisi’nin enkazları hafızalarda tazeliğini korurken bu arkadaşların yine “parti kuracağı” gelmiş! Siyasete müdahale diyince akılarına parti kurmaktan başka bir şey gelmiyor. Parti kurmadan siyasete müdahale olmaz mı? Demokrasi mücadelesi verilmez mi? Ayrıca inanca dayalı bir parti kurmak demokrasiyle çelişmez mi? Günümüzün Temel Görevi: Herkese Demokrasi Tüm bu soruların yanıtı, Alevi toplumunun geleceğini derinden ilgilendirmektedir. Türkiye’de kimlik ve inanç sorununu sadece Aleviler yaşamamaktadır. Etnik ve inançsal açıdan birçok kesim benzer sorunlar yaşamaktadır. Etnik ya da inançsal ayrımcılığa uğrayan her kesim, sorunlarının çözümlerinin parti kurmaktan geçeceğini düşünür ve uygulamaya geçerse neler olur düşünebiliyor musunuz? Ben düşünmek bile istemem. Günümüzün temel görevi; herkese demokrasi talebini yükseltmektir. Devasa bütçeli Diyanet İşleri Başkanlığı’nın olduğu, devletin olanaklarının tek bir inanca akıtıldığı bir ülkede laiklikten ve demokrasiden söz edilemez. Laikliğin olmadığı bir ülkede dinler arası, inançlar arası barış da olmaz. Bunun için Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması ve laikliği savunmak demokratik örgütlerin en temel istemi olmalıdır. Devlet dine müdahale ettiği sürece daha çok Çorum, Sivas, Maraş katliamı benzeri olaylar yaşarız. Devlet dine müdahale ettiği sürece daha çok Alevi-Sünni, Türk-Kürt-Laz-Çerkez-Ermeni emekçinin birbirini boğazladığına şahit oluruz. Tarihten gelen kültürel farklılık kavga nedeni olmamalı. Süre giden bu durumun değişmesi, ülkenin laik ve demokratik bir düze12
Birlik Partisi ve Barış Partisi’nin enkazları hafızalarda tazeliğini korurken bu arkadaşların yine “parti kuracağı” gelmiş! Siyasete müdahale deyince akılarına parti kurmaktan başka bir şey gelmiyor. Parti kurmadan siyasete müdahale olmaz mı? Demokrasi mücadelesi verilmez mi?
Ağustos 2009
SACAYAK
ne kavuşması için Alevi-Bektaşiler başta olmak üzere tüm demokrasi güçleri birlikte ortak taleplerle mücadele etmelidir. Tüm ezilenlerin, emekçilerin ve ayrımcılığa uğrayan halkların bundan başka çıkar yolu yoktur. Çünkü sermaye ve onun devleti, sürüden ayrılanı kapmak için aç kurt gibi ağzını açmış bekliyor.
Sadece Anma Gününü Protestodur Aynur Haşhaş
Tüm ezilenlerin, emekçilerin ve ayrımcılığa uğrayan hakların ortak taleplerle birlikte mücadele etmekten başka çıkar yolu yoktur. Çünkü sermaye ve onun devleti, sürüden ayrılanı kapmak için aç kurt gibi ağzını açmış bekliyor.
Sevgili güzel insanlar, Hayatı güzelleştiren, olgunlaştıran; doğanın dengesini bozmadan uyumlu yapısının içinde var olmaktır… Doğa o kadar mükemmeldir ki her şey ince ayrıntılarına kadar düşünülüp yaratılmıştır ve insan; kesinlikle doğanın en güzel parçalarından biridir. İnsan doğaya ihanet etmeye başladığında kendinde parçalanmalar, eksilmeler, körlükler başlar… Dolayısıyla “insan” denen kutsal varlık doğayı korumalı ki kendini de korusun. Çünkü “doğa” kendisine ihanet eden parçasını uzunca bir süre hoşgörür fakat en son noktada bağışlamaz… Dengesinin bozulmasına izin vermez ve “insan” olmanın farkındalığını yaşayan “kâmil insanlarla” yolculuğuna devam eder. Yapılan ya da yaşanılan her şey kendi özüne uygunluk sağlandığında güzeldir ve akılla gönül mükemmel ahengini tamamlar. Söylemem o ki; ben her sene olduğu gibi bu sene de davet edilmeme rağmen Hacı Bektaş Veli Hünkârımı anma “şenliğine” (günü) –niye şenlik deniyorsa anlamıyorum– gitmeyeceğim. Dolayısıyla gitmeme nedenimi değerli güzel insanlarla paylaşmak istiyorum. Anma günü özüne uygun olmalıdır. Yola hizmet eden dedeler, babalar, ana bacılar, ozanlar âşıklar, yazarlar, araştırmacılar ve sanatçılar toplumla buluşturulmalıdır. Programın içeriği bilgi ve maneviyatla bütünleşmiş olmalıdır. Şimdi anma programlarının içi boş. Sadece konserler yapılıyor. Şarkıcı türkücüler davet ediliyor, uzun havalar eşliğinde solistler geçidi… Sanatçısı, düşünürü, felsefecisi yetersiz toplumun ne kadar güçlü olursa olsun inanca dayalı yolu gerilemeye mahkûmdur. Bu programlar toplumu ilerletmek şöyle dursun, daha da geriletiyor. 1986’dan beri Serçeşme’ye gidiyorum… İlk dönemlerde araştırmacı; sonra da nefes, deyiş icra etmek için yorumcu kimliğimle gittim. Bu yıl ise gördüğüm aksaklıklar düzelene kadar gitmeme kararı aldım. Bu kararım sadece anma gününü kapsayan küçük bir protestodur. Çünkü diğer günlerde Serçeşme’ye gidiyorum, gideceğim de… Gelin bu yanlışı hep beraber düzeltelim… Hünkâr Hacı Bektaş Veli bir düşünür, dünya insanı olan bir inanç önderidir. “Dünya’nın bütün insanları dostlarımızdır” sözü ile de bunu en güzel şekilde ifade etmiştir. “Dünyada konakladıkları zamanı insanlığı aydınlatmaya adayan insan-ı kâmillere bin selam.” 13
SACAYAK
Sayı 5
Erol Zavar, A. Samet Çelik ve Güler Zere dahil
Tüm Hasta Tutsaklar Serbest Bırakılsın Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu Erol Zavar, A. Samet Çelik ve Güler Zere dahil tüm hasta tutsaklara özgürlük talebimiz için Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu olarak 1 Ağustos, Cumartesi Günü Taksim’de basın açıklaması gerçekleştirdik. Erol Zavar 2001 yılbaşında gözaltına alındı ve yaklaşık 8,5 yıldır müebbet hükümlüsü bir devrimci tutsak olarak F Tipi tecritte tutuluyor. Erol Zavar’ın hastalığı ilk olarak 1999 yılında Ankara Etlik SSK hastanesinde “mesane kanseri” olarak saptanıyor. Bugüne kadar 20’ye yakın ameliyat olup kendisinden 50’nin üzerinde kanserli ur alınmıştır. Her üç ayda bir yapılması gereken sistoskopik inceleme ise “yaptırılma imkânı bulunmuyor” bahanesi ile cezaevinde yapılmıyor ve elimizde onca rapor olmasına rağmen böyle bir tetkiki gerektiren bir durumun olmadığı iddia ediliyor. Aslında ceza yasalarında bu tür durumlar için gerekli madde mevcut. Geçtiğimiz aylarda da bu yasanın uygulanabildiğini birlikte gördük. Erbakan’ın ev hapsi; hasta ve yaşlı olduğu için affedildi, Ergenekon tutuklusu İbrahim Şahin serbest bırakıldı, mesane kanseri olan Mustafa Varlık tahliye edildi. Bunlara bizim bir itirazımız yoktur, insan yaşamının evrensel değerlerle korunması gerektiğini savunuyoruz. İtirazımız uygulamadaki çifte standarda, yetkiyi elinde tutan kurumların açık taraflığınadır. Hasta; muhalif, solcu ve devrimci ise ölüme terk edilmektedir. Bizler beş yılı aşkın süredir Erol Zavar’a Yaşama Hakkı Koordinasyonu olarak sayısız eylem ve etkinlik gerçekleştirdik. Erol şahsında cezaevlerinde yaşanan haksız uygulamaya dikkat çekmeye çalıştık ve çalışıyoruz. Devlet yetkililerinin uyguladıkları çifte standarda son verip hasta tutsakların tedavilerinin uygun koşullarda yapılabilmesini, tahliye edilmesini istiyoruz. Birlikte güçlü bir kamuoyu ve dayanışma yaratalım. Tüm hasta tutsaklar serbest bırakılsın!!!! 14
SACAYAK
Ağustos 2009
Kot Kumlama İşçileri Hükümeti Göreve Çağırıyor T.C. Başbakanlık Makamına; Türkiye, tekstil sektöründe ölümcül “silikozis” hastalığı görülen ilk ülke. Kot, yüksek basınçla kum püskürtülerek ağartılıyor. Bu işte çalışan işçiler, soludukları toz yüzünden silikozis hastalığına yakalanıyor. Sağlık Bakanlığı, önemli bir adım atarak tekstil sektöründe kot kumlamayı yasakladı. Ancak sorunun köklü çözümü için bunun gibi pek çok adım daha atılması gerekiyor. Silikozis hastalarının sosyal güvenceleri yok. Çünkü büyük markalar da dâhil, kot beyazlatma işi taşeron şirketler eliyle yapılıyor ve onlar da kot kumlama işçilerini sigortasız olarak çalıştırıyor. Silikozis hastası arkadaşlarımız “vaktiyle kot kumlama sektöründe çalışmış olduklarını” kanıtlayabilmek için mahkeme kapılarında ömür tüketiyor. “Kayıt dışı” çalışan taşeron şirketleri bulmaları, o şirketlerin kot kumlama işi yaptığını kanıtlamaları, en sonunda da mahkemeleri, orada çalıştıklarına ikna etmeleri gerekiyor. Yani devlet, zamanında yap(a)madığını; ölümle pençeleşen, hasta, yoksul, güçsüz insanların yapmasını bekliyor. Bu bize hiç adil gelmiyor. İşçilerin ömürlerinden bile uzun sürecek mahke-
me süreçleri sonunda adaleti bulacağımıza inanmıyoruz. Geç kalınmış olmakla birlikte, yapılması gerekenler çok basittir: 1. Sağlık Bakanlığı, kot kumlama işinde çalışmış herkesin, göğüs hastalıkları hastanelerine ulaşması için ülke çapında bir kampanya başlatmalıdır. 2. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, (sigortası olup olmadığına bakmaksızın) tüm silikozis hastalarının hastalıkları oranında sosyal güvenlik haklarından yararlanmalarını sağlamalıdır. 3. Adalet Bakanlığı, haklarını arayan silikozis hastalarını mahkeme giderlerinden muaf tutmak üzere acilen bir genelge çıkarmalıdır. 4. Hükümet, denetim görevini yapmayan kamu görevlilerinin soruşturulmasına engel olmamalı, yargılanmalarını engellememelidir. 5. Silikanın havada solunabilecek şekilde serbest kullanımı, yalnızca kot kumlama işinde değil, tüm sektörlerde yasaklanmalıdır. Biz aşağıda imzası olanlar; kot kumlama işçilerinin mücadelesini yakından izliyor destekliyor ve hükümeti gerekli yasal ve idari düzenlemeleri yapmaya çağırıyoruz.
15
SACAYAK
Sayı 5
Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi olarak sesimizin duyulması ve hükümetin konuyla ilgili gerekli düzenlemeleri yapması için bir imza kampanyası başlattık, sizlerin de desteğini bekliyoruz. Değerli arkadaşlar, Aşağıdaki konu son derece acil ve hayati bir konudur. Ben, 2007 Haziran ayında kurulan ve silikozis hastası kot kumlama işçilerinin sağlık ve hukuki sorunlarını takip eden bu komitenin üyesiyim. Sizlerden bu konuda duyarlılık, destek ve imza bekliyorum. Dileyen arkadaşlar, Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi resmi internet sayfasına girerek daha fazla bilgi alabilirler. Lütfen aynı sitede bulunan imza kampanyası bölümüne tıklayarak imza veriniz. Sizin için yalnızca bir dakika sürecek bu eylem, şu anda tedavisi ol-
mayan bu hastalığın pençesinde ölümü bekleyen binlerce genç (yaklaşık 5000 işçi) insan için tahmin edemeyeceğiniz kadar önemli ve kıymetlidir. Komitenin çalışmalarına katılmak isteyen dostlar, internet üzerinden benimle kişisel olarak irtibat kurabilirler. Çok değerli katkılarınız için şimdiden teşekkürler ediyorum. Yasemin Göksu NOT: İmza için aşağıda link verilmiştir: www.kotiscileri.org www.kotiscileri.org/index.php?id=112
Bir İmza da Sen At Ahmet Koçak
K
AMUOYUNDA silikozis hastalığı olarak bilinen kot taşlama işçilerinin sorunlarını dergimizin ikinci sayısında irdelemiştik. Bu sorun hâlâ gündemde durmakta ve ne yazık ki, yetkililer gerekli çalışmaları yapmamaktadırlar. Komite yetkililere sesini duyurmak için bir imza kampanyası başlattı. Sanatçı Yasemin Göksu’nun konu ile ilgili duyuru yazısı ve imza atmak için gereken internet köprüsü yukarıdadır. İbretlik Bir Olay “Koyun can derdinde kasap et derdinde” atasözünün “cuk” diye oturduğu bir olayı yaşayanların ağzından aktarıyoruz. Sanatçı Yasemin Göksu ve gazeteci Mehmet Demir ile yaptığımız söyleşi de okuyacağınız ibretlik bu olayı yaratanları teşhir etmekten kendi açımdan hiçbir sakınca görmüyorum, fakat Yasemin’e verdiğim sözden dolayı bu kurumun adını yazmayacağım. Onlar, yüzlerine çaldıkları bir kara leke ile daha vicdanlarında baş başa kalsınlar. Aşk olsun “insana muhabbet duyanlara”. 16
Ağustos 2009
SACAYAK
Silikozis Hastaları ile Dayanışma Gecesi’ni Organize Eden Yasemin Göksu ve Mehmet Demir ile Söyleştik
Canımızı Dişimize Taktık Uğraşıyoruz Silikozis hastaları için bir dayanışma gecesi düzenlediniz. Bu geceyi organize ederken neler yaptınız? Geceyi düzenlemekteki amacınız neydi? Mehmet Demir: 11 Mart 2009’da yapılan gecenin % 98 ortaya çıkmasının sebebi Yasemin Göksu. O gece oraya gelen Mor ve Ötesi benim arkadaşlarım. Onun dışında Arif Sağ, Cahit Berkay, İclal Aydın, Şebnem Sönmez ve Elveda Rumeli oyuncuları, Mahir İpek, Kardeş Türküler... hepsi Yasemin’in çabalarıyla oraya gelen gruplar. Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM) samimiyetle sahip çıktı meseleye. Biletix’in hiçbir müşteriye yapmadığı ayrıcalığı bize yapması yine BKM sayesinde oldu. Beklentimizin çok üstünde bir etkinlik oldu. Sadece ses sistemine para ödedik, Çetin Soysal’ın katkısıyla, onun da yarısını ödedik. Şu anda tam hatırlamıyorum, ama 20 bin lira civarında para topladık. O para Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi tarafından, kot kumlama işçilerinin mahkeme masrafları ve çok acil sağlık giderleri için kullanıldı. Bu hesap açık, isteyen herkes denetleyebilir. O parayı asla “şu arkadaşımızın ihtiyacı var” tarzı isteklere harcamıyoruz. Bu paranın yüz katı olsa zaten bu tür isteklere yetmez. Kısaca bu para sadece mücadele sürecine harcanıyor. Çünkü ancak hukuksal mücadeleyle bir yere ulaşabileceğiz. Yasemin Göksu: Devletten beklentilerimiz arasında hukuksal harcamalardan muaf tutulmamız da var. Ama henüz böyle bir karar çıkmadı. Mehmet Demir: Yayınladığımız metinde taleplerimiz çok net. Şöyle: Sağlık Bakanlığı tekstil sektöründe kot kumlamayı yasakladı. Tüm sektörlerde yasaklanması gereken bu kumlama sistemi, Sağlık Bakanlığının alanı değildir. Bu, Çalışma Bakanlığının görevidir. Ve bir şeyi yasakladığınız zaman mutlak suretle takibinin yapılması ve yazılı bir hukuk metnine dönüşmesi lazım. Yani yasaksa bunun ceza yaptırımının ortaya konulması ve takibini yapacak yetkili-sorumlu kişilerinin belirtilmesi gerekir. Yoksa yasak sadece bir laf olarak kalır. İkincisi, bizim hukuksal mücadelemizi sürdürdüğümüz arkadaşlarımızın mahkemeye her gidişi para. Mağduriyetimiz karşısında bir tazminat davası açmak istiyoruz. Bunun için tazminat bedelinin belli bir oranını yatırmak zorundayız. Parası pulu olmadığı için kâğıt toplayan bizlere gecikmiş adaleti sağlamak bile bir adaletsizliğe dönüyor o zaman. “Paran yoksa hakkını arayamazsın!”a geliyor. “Adli müzaheret” denilen bir sistem var: Bazı davaların, mahkeme masraflarından 17
SACAYAK
Sayı 5
muaf tutulması mümkün! Adalet Bakanlığının bu sistemi işletmesini istiyoruz. Çalışma Bakanlığı ve yerel yönetimlerde bu soruna sebep olmuş, bu soruna göz yummuş, görevlerini savsaklamış kişiler hakkında dava açmak istiyoruz. Bunun önünde de gene hukuksal-bürokratik engeller var. Bu yargılamaların önündeki engellerin kaldırılmasını istiyoruz. Bu süreçte yaşadığınız ibretlik bir durum var. O süreci Yasemin’le birlikte yaşamışsınız anlatır mısınız? Mehmet Demir: Bu geceyi yaparken önemli olan konuyu kamuoyuna olabildiğince tekrar hatırlatmak; bilgisi olmayanları haberdar etmek, gelir elde etmek ve o salonun dolmasını sağlamaktı. İnsanlar, konsere gelemeyeceklerse bile bu amaç için bilet almaları gerekirdi. Dost-kardeş radyolarda ve televizyonlarda yayınlanmak üzere Açık Radyo’nun katkılarıyla bir reklam tanıtımı hazırladık. Onu çeşitli radyolara verdik ve program aralarında anons aralarında sürekli dönmesini talep ettik. Bu radyolar hemen kabul ettiler ve yanı sıra da bu işle ilgili bizimle röportajlar yaptılar, yayınladılar. Bir tanesi hariç! O arkadaşların ilginç bir talebi oldu. Son dönemlerde bu tür olaylarda “sponsorluk” moda oldu, biliyorsunuz. “Bu işe yayın sponsoru olmak isteriz” dediler. Biz de çok sevindik tabiî ki. Fakat bir ön koşul sürdüler ki şaşırdık: Başka radyoları işin içinde görmek istemiyorlarmış! Peki, “Bize ne sağlayacaksınız? Siz ne talep ediyorsunuz?” diye sorduk. Konserlerden sonra da bir kez konserin değerlendirilmesi için program yaparız filan gibi dediler…
Bir radyonun yöneticilerinin ilginç bir talebi oldu. “Bu işe yayın sponsoru olmak isteriz” dediler. Biz de çok sevindik tabiî. Fakat bir ön koşul sürdüler ki şaşırdık: Başka radyoları Yasemin Göksu: Ben delirdim bunun üzerine. Dehşete düştüm ve işin içinde görmek açtım ağzımı, yumdum gözümü. İkimizin de hayal kırıklığına uğistemiyorlarmış!
18
Ağustos 2009
SACAYAK
ramamız doğal. Mehmet özellikle, yayıncı bir insan, muhabir, yıllardır televizyonda çalışmış. İkimiz de bu işin ahlak sınırları dâhilinde olmadığını söyledik. Bu istemin, tam “sistem gereği” bir şey olduğunu söyledik. Bunu söyleyince biraz utandılar da o tanıtımları yayınladılar. Biz kendi ilkelerimizden, beklentilerimizden geri adım atmadık. Onları sponsor yapmadık. Ama gene de haklarını yemeyelim. Bütün bu tartışmanın üzerine, “Tanıtımınızı yayınlamayız” demediler. Yayınladılar. Ama kendi adıma, yıllarca oraya gitmiş, yayınlarına çıkmış bir insan olarak, büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Eğer yayınlamasaydılar çok kötü olurdu. Yasemin, Mehmet’in de dediği gibi sen bir ürün pazarlamıyorsun. Sen toplumsal bir meseleyi irdeliyorsun. Yasemin Göksu: İrdeliyoruz, artı biz artık canımızı dişimize taktık bununla uğraşıyoruz. “Bu meseleyi ne kadar çok medyada yayınlatabilirsek o kadar iyi. Hep beraber el ele verelim; basın açıklamaları yapalım, duyuralım gibi” konuşmaları gerekirken, “Tek biz olalım” diyorlar. Denecek söz kalmıyor. Yasemin Göksu: Yön Radyo çalışanları, müdürü, sahibi, ortakları biz de basın sponsoru olalım dediler ve karşılığında hiç bir şey beklemediler. “Kesinlikle böyle bir şey düşünmeyin, her şekilde tanıtırız, geceye de bilet alarak geleceğiz” dediler. Bize davetiye verin bile demediler. Birçok radyo böyle dedi. Mehmet Demir: Biz iki kişi daha fazla duysun diye kendimizi paralıyoruz. Bu ise “Ben duyayım, başka insanlar duymasın” demektir. İşin içindeki bir hayat değilki, beş bine yakın insan ölümü bekliyor. Ailelerini de kattığınız zaman 25-30 bin insanı yaşamsal düzeyde, ölüm-kalım düzeyinde ilgilendiren bir şey. Parasız kaldığı için kâğıt toplayan bir arkadaşımızın geçenlerde ciğerleri patladı. Bir başka arkadaşımız, ailesini tek kendisi geçindirdiği ve çocuğunu okutacak durumu olmadığı için çocuğunu okuldan almış. Yasemin Göksu: İlkokul dörde giden bir kız çocuğu... Mehmet Demir: Aileyi geçindiriyor. Böyle şeyler yaşanırken bunu içine “sponsor” lafını katmak bile ne kadar tiksindirici. Yasemin Göksu: Bundan benim o kadar canım acıdı ki, oranın eski müdürünü sen de tanırsın, Ayşe Acar. Ayşe’yi aradım, dedim ki, “Ayşe biliyor musun? Böyle böyle oldu. Bunu sana anlatıyorum, şu anda canım acıyor. Bunu paylaşmak istedim.” Dondu kaldı kız. “Ne diyorsun Yasemin yahu?” dedi. Dondu kaldı. Evet, vahim bir durum!
19
SACAYAK
Sayı 5
Çözüm Her Zamankinden Daha Yakın Haşim Kutlu
G
erek son günlerdeki gelişmeler gerekse bu gelişmelerin önümüzdeki günlerde ortaya çıkaracağı sonuçlar, öyle anlaşılıyor ki, sadece Kürt Özgürlük Hareketi bakımından değil, özellikle demokrasi dinamiklerinin başında yer alması gereken Demokratik Alevi Hareketi başta olmak üzere tekmil demokrasi ve özgürlük dinamikleri açısından da son derece yakıcı geçecek. Kuşkusuz, sürece başından beri hazırlıklı olanlar, süreci çözüm doğrultusunda sıkıştırmakta ve aşmakta da zorlanmayacaklar. Tabii ki hazırlıklı olmayanı ise ne zaman ne de zemin beklemeyecektir. Cumhuriyetin başından beri temel bir demokrasi dinamiği olan Alevilerin, örgütlü bir güç olarak yeniden tarih sahnesinde yerini aldığı 1990’lı yılların başından beri kaderinin Kürt Ulusal Hareketiyle sıkı sıkıya bağlı olduğunu, bu perspektifi doğru kavraması ve bundan zerre kadar gözünü almaması gerektiğini sürekli olarak yazageldim. Özellikle karanlık savaşın Alevi örgütlenmesine dönük yürüttüğü politika ve uygulamaların bir sonucu olarak karşıma çıkan, Alevi hareketinden dışlanma, olmuyorsa ilişkisiz kılma gibi bir dizi probleme karşın, pratik olarak da bunun gerçekleşmesi, yaşama durması için çaba sarf ettim. Sivas Katliamının protesto edileceği 2 Temmuzu önceleyen günlerde de yazdım. Bu protestonun, yan yana olması gerekenlerle birlikte olmasının beklentimin esasını oluşturduğunu belirtim. Alevi Hareketi, Kürt Özgürlük Hareketi, Emek Hareketi, Kadın Hareketi ve diğer demokrasi dinamikleri o gün ülkenin her yanında birlikte haykırdılar. Demokratik Alevi Hareketinin yöneticilerinden, her zaman olduğundan daha doyurucu ve umut verici açıklamalar geldi. Doğrusu, demokrasi ve özgürlükler adına daha çok umutlandım. Kürt Özgürlük Hareketinin günlerdir ısrarla “Kürt sorununda demokratik çözüm” için karşılıklı olarak silahların susturulması ve çözüm için Kürt Halkının örgütlü güçleriyle diyalog kurulması yönündeki istemleri sonuç vermeye başladı. Birçok nedenle sıkışan, asker vesayetindeki devletin zirvelerinde konu bir biçimde görüşülmeye başladı. Seksen yıllık inkâr ve imha siyaseti üzerine bina kurmuş keyfilik ve indilik, sınırlarının sonuna dayanmış durumda. Kuşkusuz, bütün inkârdan gelinenlerin, özgürlükçü, eşitlikçi bir anayasal düzendeki yerlerini alabilmelerine dönük inşanın yaşam bulması hiçte kolay değildir. Devlet ve hükümet olarak böyle bir 20
Seksen yıllık inkâr ve imha siyaseti üzerine bina kurmuş keyfilik ve indilik, sınırlarının sonuna dayanmış durumda
Ağustos 2009
Alevilerin sorunu, kendileri isterse kırk parça gibi gözüksün, teolojik değil, demokratiktir. Yani demokratik haklar ve özgürlükler sorunudur. Sorunun esasını gözlerden kaçırmanın yolu ise onu teolojik alanda tartışmaya sokmaktır.
SACAYAK
sürece girildi demek istemiyorum. Amacı ve içeriği netleşmese de artık sorunun görüşüldüğü anlaşılıyor. Aslında, böylesi alt üst edici toplumsal sorunların kendini dayattığı süreçler, böyle bir politikayı sürdürebilecek bir siyasal kadroyu, bir siyasal inisiyatifi zorunlu kılar. Bugünkü açmaz burada. İnkâr ve imha zemininde kurulmuş tekçi Türkiye Cumhuriyeti’nin aynı kadroları, dahası, son otuz yıldır süre gelen kirli savaşın temel aktörleri, şimdi bu zeminin değişmesinde, barışçı ve demokratik çözümünde de devrededirler! İstedikleri için değil. Öncelikle Kürt Ulusal dinamiği başta olmak üzere iç demokrasi dinamikleri tarafından sıkıştırıldığı için devrededirler. Dış koşullar ve yine bu bağlamda Ortadoğu ve ülkemizi kuşatan global sorunlar böylesi bir sonu zorladığı için devrededirler. Söz konusu kadronun, aynı konularda birçok kez kendini ortaya koyduğu gibi, bu kez de sorunu en ucuz yoldan ve kendi çözümsüz zeminlerinde çözmeye kalkışması olasılığı yüksektir. Ne ki çözüm isteyen karşıt faktörler de bu gibi olasılıklara karşı artık donanımlıdır… *** AKP hükümeti, tıpkı Kürt sorununda bugüne dek gösterdiği, Kürt özgürlük mücadelesinin temel iradelerini dışlayan, onlarsız sözde çözüyor gözükmesi örneğini, Alevi sorununda da sergilemiştir. Ne zaman kendisini sıkışmış görürse bu iki konuyu gündeme taşımıştır. Ne zaman kendisine yönelik bir tehditle karşılaşsa, duruma ve önem derecesine uygun olarak Kürt ya da Alevi sorunun üstüne binmeye ve tehditleri bertaraf etme hesabı içinde olmuştur. Bunlar artık herkesin bildiği konulardır. Sözde Çözümleri Elinin Tersiyle İt Geldiğimiz aşamada ise bütün bu gidip gelmeler, pragmatik ahlakın ortalığı kirlettiği şu aşamada varabileceği sona kadar varmıştır. Kürt Özgürlük hareketinin üst üste geliştirdiği demokratik hamleler sonucunda yarattığı basınç nasıl hükümetin bir süredir Cumhurbaşkanlığı katlarından başlayan çözüm reflekslerini göstermesine sebep olmuşsa, Demokratik Alevi Hareketi de komplekslerinden arınmalı ve benzer şekilde devreye girmelidir. Bir yandan baskıyı artıracak demokratik eylemliliği artırırken, öte yandan hem genel olarak demokrasi sorunlarının çözümüne, hem de Alevi sorunun çözümüne ilişkin programlarını tartışmalı, tartıştırmalıdır. Açıkça söylemem gerekiyor, şu “Alevi Çalıştayı” adı verilen sözde çözüm çalışmasını da elinin tersiyle itmelidir. “Çalıştay” denen çalışmanın daha ikinci toplantısında, Perşembe’nin değil Cuma’nın gelişinin nasıl olacağı anlaşıldı bana göre. Alevilerin sözcüleri dışlandığı gibi son derece edepsizce, adeta konu esasından saptırılmak, başka noktalara çekilmek istenircesine, hakaretamiz ithamlar (Mümtazer Türköne örneği) ortalığı kapladı. 21
SACAYAK
Sayı 5
Toplantının üçüncüsü ise Ağustos ayında düşünülüyormuş ve bu toplantıya da İlahiyatçılar çağrılacakmış. Ne özerkliğine ne de özelliğine öteden beri tahammül edemeyen devletin, Aleviliği de Alevileri de devletleştirme isteğinin yabancısı olduğumuzu sanmıyorum. Hele de bu aşamada. Gerçekten çözüm isteyen iradenin her şeyden önce, bu sevdasından vazgeçmesi gerekiyor. Bunun içinde öyle gösterişli, bilmem kaç aşamalı “Alevi Çalıştayı” gibi formatlara hiç gerek olmamaktadır. Çözümde samimiyet, özlü bir özeleştiriyle birleşecek, mevcut Alevi örgütleriyle ve gerçek makam sahibi dini-moral önderlikleriyle görüşmek, başlangıç için yeterlidir. Teoloji Sorunu Değil, Demokrasi Sorunu Hiç olmayacak iş ise Alevilerin sorununu sanki teolojik bir sorunmuş gibi görme ve gösterme çabasıdır. Alevilerin sorunu, kendileri isterse kırk parça gibi gözüksün, teolojik değil, demokratiktir. Yani demokratik haklar ve özgürlükler sorunudur. Sorunun esasını gözlerden kaçırmanın yolu ise onu teolojik alanda tartışmaya sokmaktır. “Devlet Toplumu” Sünniliğin ilahiyatı ile ilahiyat bürokratlarıyla ya da uzmanlarıyla Aleviliğin ve Alevi sorunsalının ne ilişkisi olabilir? Devletin hiç bir şekilde karışmaması gereken bir konuya el atmak, Cumhuriyetin başından beri laik ve demokratik olmamasının handikabıdır ve vazgeçmediği bir konudur. Zaten İslam’ın başından beri “Devlet Toplumu” olarak varolagelen Sünniliği de aynı bağlamda ele aldı ve müdahale etti. Onun bu geleneksel özelliğinden yararlanarak daha geri bir zeminde cumhuriyet kılıklı devletin Sünni’si haline getirdi, ama Alevilerin bir kısmını istismar yoluyla Cumhuriyetçileştirerek devletleştirse de genelini yapamadı. Ama başından beri bu sevdasın da vazgeçmedi. Bu nedenle de ne demokratikleşti ne de laikleşti. Alevilerin, bu nedenle, bu tarz yürütülecek sözde çözüm platformlarını ellerinin tersiyle itmeleri gerekmektedir. Kendi örgütlü güçlerinin bizzat taraf olarak katıldığı, gerçek bir çözümü ve diyalogu zorlamalıdırlar. Zorlayan demokrasi güçleriyle örneğin başat bir şekilde demokratik çözümü zorlayan Kürt özgürlük hareketiyle her zaman olduğundan daha güçlü yan yana olmalıdırlar. Örgüt yönetimlerinden şu veya bu şekilde gelebilecek savsaklamalara aldırış etmeksizin, bizzat Kürt Özgürlük Hareketi de Alevi hareketiyle daha güçlü dayanışma içine girme çabasını sarf etmelidir. Alevilerin, örgütlü güçleriyle birlikte güncelin yakıcı baskılanması altında yapmaları gereken bir şey daha var. Şöyle var: Cumhuriyetin anayasal düzeninin, başından beri sorunların temel kaynağı olan, “değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez” hükümlerinin azgın bekçisi CHP ve onun açığa düşmüş vicdanı MHP gibi partilerden de yüzlerini çevirmelidirler. Kendini kandırmanın sonu yok, ama sorunların kendini kandırmaya artık tahammülü yok. 22
Demokratik Alevi Hareketi komplekslerden arınmalı ve bir yandan demokratik eylemliliği artırırken, öte yandan hem genel olarak demokrasi sorunlarının çözümüne, hem de Alevi sorunun çözümüne ilişkin programlarını tartışmalı, tartıştırmalıdır.
Ağustos 2009
SACAYAK
Yeni Süreci Anlamak ve Yol Bulmak İçin “Ariadne İplikleri” Demir Küçükaydın Bu yazı, bir bölümü çıkartılarak kısaltılmıştır. Metnin tümünü okumak için <www.koxuz.org> internet sitesine bakınız lütfen.
D
Elbette ortada daha çok uzun bir yol var. Ancak koşullarda bir nitelik değişikliği de var. Olayların gelişimi bir anda hızlanabilir. Yirmi günlerin yirmi yılda yaşandığı yıllar yaşandı, şimdi birden bire yirmi yılların yirmi günde geçildiği günler de gelebilir. Eskilerin deyişiyle “ok yaydan çıkmış” bulunuyor. Şu andan itibaren her şey değişmiş bulunuyor.
emokrasi için mücadele yeni bir döneme giriyor. Gelişmeler öyle hızlı ki, daha beş altı ay önce en cesur hayal gücünün tahayyül bile edemeyeceği olaylar yaşıyoruz. Örneğin dün akşam, televizyonda Ahmet Türk ile saatler süren canlı yayın yapıldı ve bir gazeteci dil sürçmesiyle olsa da “Sayın Öcalan” dedi ve derdest ya da linç edilmedi. Kürt Özgürlük Hareketi’nin ardında bir Diyen Biyen Fu veya bir Tet Saldırısı[1] gibi göz alıcı askeri başarılar yok belki, ama Zap’ta zaplama ve seçim başarıları var. Bunlar olmasaydı bu günkü “açılım”lar olmazdı. Elbette ortada daha çok uzun bir yol var. Ancak koşullarda bir nitelik değişikliği de var. Olayların gelişimi bir anda hızlanabilir. Yirmi günlerin yirmi yılda yaşandığı yıllar yaşandı, şimdi birden bire yirmi yılların yirmi günde geçildiği günler de gelebilir. Eskilerin deyişiyle “ok yaydan çıkmış” bulunuyor. Şu andan itibaren her şey değişmiş bulunuyor. Bu yeni koşullarda yolu yitirmemek için ne yapmak gerekir, hangi “kerteriz noktaları”nı gözden yitir memek gerekir? Bu konuya kafa yoralım biraz. Hazır reçeteler değil, yöntemdir konumuz. Politik mücadele labirent gibidir. Yolu yitirmemek için, “Ariadne İplikleri” gerekir.[2] Ya da bir bina yapmaya da benzetilebilir bir politikayı uygulamak. Bir bina yaparken nasıl önce “duvarcı sicimleri” (Almanların deyişiyle: “Leitfaden”) gerilirse öylesine “Duvarcı Sicimleri” germeye ihtiyaç var. Burjuva devrimleri ve ulusal devletler çağının savaşlarından hareketle savaş teorisinin kavramsal temellerini ortaya koyan Carl von Clausewitz “Savaş Üzerine” adlı klasikleşmiş eserinde, savaşı, “karşı tarafa istekleri kabul ettirmek için şiddet uygulamak” olarak tanımlar. Bu önerme çoğu kez yanlış anlaşılmakta, “karşı tarafa istekleri kabul ettirmenin” tek yolunun “şiddet uygulama” olduğu sonucu çıkarılmaktadır. Şiddet uygulama, sadece yollardan biridir ve aslında uzun vadede en az başarı vadeden biçimdir. Egemen sınıflar bile sadece şiddetle istekleri kabul ettiremeyeceklerini denemeleriyle bildiklerinden, her zaman, şiddeti temsil eden celladın yanına bir de gönüllü kabulü sağlayan bir rahip koymuşlardır. 23
SACAYAK
Sayı 5
Clausewitz, bu önermesini politik düzlemde, daha bilinen şekliyle şöyle de ifade eder: “Savaş, politikanın şiddet araçlarıyla devamıdır.” Yani savaş aslında sadece bir araçtır. Araçlar ve amaçlar ilişkisi (buna strateji ve taktik ilişkisi de denebilir) statik değildir, belli koşullarda o amaca hizmet eden araçlar, bir süre sonra o amaca ulaşmanın engelleri haline gelebilirler. Araçlar ve amaçlar (yani politika) ilişkisinin statik olmadığı, her aracın hızla kendi zıddına dönüşüp verili amaca (politikaya) hizmet etmeyebileceği önermesi ışığında, savaşın zıddı kabul edilen barış da, “politikanın şiddete ilişkin olmayan araçlarla devamı” olarak tanımlanabilir. O halde, savaş kavramı, sadece şiddetle bağlantı içinde değil, çok daha genel anlamda, hedefe ulaşmak için tüm çabalar, yani mücadele anlamında ele alındığında, barış da savaşın bir biçimi olarak ortaya çıkar. Yani savaş da barış da, strateji içinde taktik olarak, birer araçtırlar, birer taktiktirler, birer yoldurlar. (Bu yollar, ayrı ayrı, birbirini izler tarzda veya aynı anda paralel olarak ve kombine biçimlerde kullanılabilirler. Bunlardan hangisinin verili amaca hizmet ettiği, bütünüyle, verili koşullar ve güçlere dair doğru bir kavrayışa dayanabilir. Bu kavrayış ise her zaman ölçülebilir değildir ve birçok psikolojik unsuru da içinde barındırır. Bu nedenle, Marks, Engels, Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibi bütün büyük devrimciler de (birçok burjuva düşünürü gibi) politika gibi savaşı da bir bilimden ziyade bir sanat olarak tanımlarlar. Çünkü burada psikolojinin, sezişin, cesaretin, korkunun da bir payı vardır.) O halde, barışı da “politikanın başka araçlarla devamı” olarak tanımlamak mümkündür, tıpkı savaş gibi. Ve savaş kavramını çok daha genel anlamda, mücadele olarak alırsak, barış savaşın bir bi- Türk ve Kürt çiminden başka bir şey de değildir. Çünkü barış da “karşı tarafa liberallerin hepsi, kendi isteklerini kabul ettirmenin” bir yoludur. Hükümetin *** “Kürt Açılımı” ve “barış” diye tartışmalar sürerken ve genel bir iyimserlik havası yayılırken, bu eski ama her zaman taze önermeleri hatırlatarak söze girelim dedik. Bu hatırlatmayı yaptık, çünkü unutulan bir şey var, şimdi artık savaşın karşı tarafa istekleri kabul ettirmenin bir aracı olarak işlev görmediği, hatta giderek kendi zıttına döndüğü görüldüğünden, Türk devleti ve egemen sınıfları, Kürt özgürlük hareketine karşı mücadelesini (yani genel anlamda savaşını) barış biçimi veya bayrağı altında yürütmeye başlamış bulunuyor. “Barış”, savaşın bugünkü biçimidir. Tabii burada şunu da unutmamak gerekiyor: Henüz barışın da kendisi yok, sözü var. Ama barışın sadece sözü değil kendisi olsa bile, bu bir politika değişikliği anlamına gelmemekte, Kürt özgürlük hareketine karşı 24
ve devletin Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye amacının değişmediği, sadece kullandığı yolları değiştirmeye başladığı gerçeğini unuttukları için Kürt Özgürlük hareketini tasfiyeye yönelik bu yeni taktiğin basit piyonlarına dönüşeceklerdir
Ağustos 2009
Savaş kavramı, sadece şiddetle bağlantı içinde değil, çok daha genel anlamda, hedefe ulaşmak için tüm çabalar, yani mücadele anlamında ele alındığında, barış da savaşın bir biçimi olarak ortaya çıkar.
SACAYAK
mücadelenin barış bayrağı altında götürülmesi anlamına gelmektedir. Yani bir taktik değişikliğidir, hedefler değişmemiştir: Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye hedefi aynen durmaktadır. Gerek Zap’taki gibi askeri harekâtlar, gerek seçimler, Kürt Özgürlük Hareketini tasfiyede başarısızlıkla ve onun yeni mevziler kazanmasıyla sonuçlanınca, yani savaş aracının tasfiye amacına hizmet etmediği görülünce, şimdi araçlar ve yollar değiştirilmektedir, ama amaç değişmiş değildir. Bunu tahlillerde bir an için bile akıldan çıkarmamak gerekiyor. Bunu akıldan çıkaran bir anda karşı tarafın yedeği durumuna düşebilir. Ve pek yakında bu görülecektir: Türk liberalleri ve Kürt liberallerinin hepsi, tam da bu alfabetik gerçeği; yani Hükümetin (Burjuvazi veya AKP) ve devletin (Askeri Bürokratik Oligarşi) Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye amaçlarının değişmediği, sadece bu tasfiye için kullandığı yolları değiştirmeye başladığı gerçeğini unuttukları için Kürt Özgürlük hareketini tasfiyeye yönelik bu yeni taktiğin basit piyonlarına dönüşeceklerdir. Ve bu yeni “Kürt Açılımı” denen taktik de esas olarak tam da bunu sağlamaya yöneliktir: Türk ve Kürt liberallerini, Kürt Özgürlük hareketi karşısında yedek veya hayırhah durumdan çıkarmak; Kürt Özgürlük Hareketini tecrit etmek ve yalnızlaştırmak. *** Şu çok sık karıştırılmaktadır. Hedefin değişmesi ve yeniden tanımlanması, dolayısıyla da düşmanın tanımlanması ile hedefe ulaşmak için izlenen yolun ve araçların değişmesi çok farklı nitelikte değişikliklerdir. Kürt Özgürlük Hareketi tasfiye edilecek ve etkisizleştirilecek bir güç olarak tanımlandığı sürece, Türkiye’de her hangi bir ciddi demokratikleşmeden söz edilmez. Bugün bütün “Kürt Açılımı” destekçileri Kürt Özgürlük Hareketi’ni devreden çıkarılması, etkisizleştirilmesi gereken bir güç olarak görmektedirler. Dolayısıyla “Kürt Açılımı”nın bir demokratikleşme ile sonuçlanacağını düşünmek, temelsiz hayaller peşinde koşmak ve dolayısıyla da büyük hayal kırıklıklarına düşmeye önceden programlanmak demektir. Serbestleşme ile demokratikleşme karıştırılmamalıdır. Türkiye gibi ülkelerde tüm kanunlar ve anti demokratik yapı aynı kalmasına rağmen, bir takım uygulamaların değişmesi, her an geri alınabilecek bir “serbestleşme”den başka bir şey değildir. Bu serbestleşmeyi ancak liberaller demokratikleşme olarak görürler. Serbestleşme ve demokratikleşmenin bu farkı unutulmadığında, “Kürt Açılımı”nın bir demokratikleşme anlamına gelemeyeceği açıktır. Ama bu “Serbestleşme” ilk kez Kürt Özgürlük Hareketinin görüşlerini ve programını Türkiye halkına duyurabilmek için olağanüstü elverişli koşullar sunmaktadır. Bu yeni durum olağanüstü elverişli koşullar yaratmaktadır, ama aynı şekilde yeni tehlikeler de ortaya çıkmaktadır. 25
SACAYAK
Sayı 5
Kürt Özgürlük hareketi şimdiye kadar başarıyla sürdürdüğü tüm mücadele tarzını baştan aşağı değiştirmek zorundadır. Bu yeni aşamaya uygun yeni örgüt ve mücadele biçimleri gerekmektedir. Eski biçimlere takılıp kalmak, zaferi avucunun içinden kaçırmak anlamına gelecektir. *** Hedeflerdeki değişim ile o hedeflere ulaşmak için izlenecek yollardaki değişim çok farklıdır. Hedeflerdeki değişim iki türlü ortaya çıkabilir: ya o hedefi tanımlayan toplumsal gücün yapısında bir değişikliğin yansıması olarak ortaya çıkar ya da farklı bir toplumsal gücün iktidarı almasıyla ortaya çıkar. Yani, güç şu veya bu şekilde değişmeden hedef değişmez. İkinci tür değişiklik, yani yollar ve araçlardaki bir değişiklik, hedeflerde ve o hedefleri belirleyen toplumsal güçte bir değişiklik anlamına gelmez. Bu farkı iyi görmek gerekir. Yoksa yanlış düşman tanımları yapılır yanlış strateji ve taktikler izlenir ve yanlış hayaller yayılır. Sonra gelen hayal kırıklıkları da o hayaller ölçüsünde büyük olur. *** Hükümetin “Kürt Açılımı” Kürt Burjuvazisine, yani Barzani ve Talabani’ye dayanarak, Kürt Pleblerini, yani Kürt Özgürlük Hareketini tasfiyeye yöneliktir. Bu gerici bir milliyetçilik çerçevesinde, hiç bir demokratikleşme sonucu doğurmayacak bir açılımdır. Bu biçimiyle açılım, Türk Şehir Orta Sınıfları ve Aleviler açısından politik İslamın güçlenmesi ve kendi hareket alanlarının daralması olarak algılanacak ve bir direnç oluşacaktır. Bunun için Kürt Özgürlük Hareketi bu kesimleri kazanmalıdır. Bu ise gerçekten demokratik bir milliyetçiliğin (Yani ulusun Türklükle tanımlanmasına son verilmesi) ve laikliğin savunusu ile mümkün olabilir. Ve ancak böyle bir çizgiyle, işçiler AKP, yani İslamcı Burjuvazinin yedeği olmaktan çıkarılıp bir demokratik bir programa kazanılabilir. Bu güçler aynı demokrasi cephesinde buluştuğu takdirde bunun önünde hiç bir şey duramaz ve ilkinden 210 yıl sonra ikinci bir “Fransız Devrimi” yapılabilir. 6 Ağustos 2009, Perşembe NOTLAR: [1] Diyen Biyen Fu: Vietnam ordusunun 1954 yılında Fransız ordusunu yendiği ve barış anlaşması yapmaya zorladığı zafer. Tet Saldırısı: 1969 yılbaşında Vietnam ordusunun yaptığı, çok kayıp vermesine karşın Amerikalıların savaşma azmini kırdığı savaş. [2] Ariadne İpliği: Mite göre Girit’te bir mağarada yaşayan Minator adlı canavara her yıl gençler kurban edilemektedir. Kurban seçilenlerden biri olan Theseus canavarı öldürmek ister. Ona âşık olan Ariadne, labirentte yolunu kaybetmeden geri dönmesi için bir top kırmızı yün iplik verir.
26
Bu biçimiyle açılım, Orta Sınıflar ve Aleviler açısından politik İslamın güçlenmesi olarak algılanacak ve bir direnç oluşacaktır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu kesimleri kazanması için gerçekten demokratik bir milliyetçiliğin (Yani ulusun Türklükle tanımlanmasına son verilmesi) ve laikliğin savunusu ile mümkün olabilir.
Ağustos 2009
SACAYAK Alevi Partisi Olmadı, “Alternatif Sol Hareket” Verelim
Aydının Şaşkınını, Düşkününü Dedeler, Âşıklar, Sadıklar Yol’a Getirir Esen Uslu
A
levi Bektaşi Federasyonu’nun üst yönetimi, uzun bir süredir ağzında eveleyip-gevelediği, “siyasi parti” kurma fikrinin nihayet açıkça ortaya koydu. ABF’nin üst yöneticileri, çeşitli siyasi eğilim, grup ve çevrelerle görüşüp, sol bir parti kurma konusunda kendi önerilerini içeren “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz” başlıklı bir belge sundu. ABF’nin internet sitesine de bir açıklama koydu. 2007 yılından beri yayınlanmayan bültenin yeni sayısıymış gibi sunulan 23 Temmuz tarihli bu açıklamada, bir siyasi taslak hazırlandığını ve bu taslağın ilk olarak 15 Ağustos’ta Hacıbektaş’ta tartışılacağı bir toplantı yapılacağı duyuruldu. Bu taslağı bir hafta içinde basıp dağıtma sözü veren açıklamaya karşın bugüne dek yayınlanmadı. Bu metni, “Demokrasi için Birlik Hareketi” grubuna da verince biz de öğrendik. Açıklamada, alan herkese duyursun demişler. Bu taslağı ibret-i âlem için yayınlıyoruz.Metni bu yazının ardında. ABF’ye Eleştirimden Rahatsız Olanlara Yanıt
ABF üst yönetimi bu davranışları ile demokrasiden nasibini almamış dar bir çevre olduğunu ortaya koydu. Aynı zamanda ABF’yi kendi çiftlikleri gibi gördüklerini, kendi üyelerini bile ciddiye almadıklarını gösterdi. Demokratik Alevi-Bektaşi hareketine gönül vermiş Alevileri ise güdülecek bir sürü gibi gördüklerini ortaya koydu.
Önce bu gelişmenin bence ne anlama geldiğini söyleyeyim: ABF üst yönetimi bu davranışları ile demokrasiden nasibini almamış dar bir çevre olduğunu ortaya koydu. Aynı zamanda ABF’yi kendi çiftlikleri gibi gördüklerini, kendi üyelerini bile ciddiye almadıklarını gösterdi. Demokratik Alevi-Bektaşi hareketine gönül vermiş Alevileri ise güdülecek bir sürü gibi gördüklerini ortaya koydu. Bu noktada son yazımlarımda ABF yönetimine yönelttiğim eleştirilere tepki gösteren dostlara bir yanıt vermek gerekiyor. Okurlar hatırlar, Sacayak’ın önceki sayılarında ABF üst yönetimini iyi yönetilmiyoruz diye eleştirimiştim. Demokratik çalışma için işe yönetim kurulundan başlanması gerektiğini söylemiştim. Sevdiğimiz bir dost, Adana’dan Rıza Aydın can, benim ABF’ye yönelttiğim bu eleştirilere üzülmüş. Telefon açıp, “Yahu, bundan başka konuşacak, eleştirecek şey mi yok gündemde?” demiş. Aslında Rıza can üzülmekte haklıdır. Bugün, demokrat, ilerici Alevi -Bektaşilerin konuşması, tartışması gereken çok şey var. Ve demokratik bir dernek de zaten benim anlattığım gibi çalışmalıdır. Ama Rıza can sorunu özünü atlıyor: Önümüzdeki sorunu aşmak için nereden başlayacağız? Evet, çok tartışmamız gerek. Bu tartışmanın zeminini, platformunu hazırlamak, tartışmanın gündemini belirlemek, tartışmayı kolaylaştırmak, tartışmanın yoldan çıkmasını önleyici önlemleri almak görevi kime düşer? Bu tartışmanın zemini, platformu, yönlendiricisi olması gereken örgüt, ABF’dir.
27
SACAYAK
Sayı 5
Peki, bir buçuk yıldır yönetimde olan bugünkü ABF üst yönetim demokratik bir tartışmayı örgütlemek için adım atmış mıdır? Hayır! Bu üst yönetim göreve geleli bir buçuk yıl oldu, hala bir yayın politikası oluşmadı. İnternet sitesi hala yerden kalkmış değil. Bilgilendirmeye, eğitime yönelik toplantı, konferans yok. Üst yöneticiler ceme bile katılmıyor. ABF’nin her üyenin, fikri olan her Alevinin söz söyleyebileceği demokratik tartışma ortamını yaratması zorunludur. Demokratik Tartışma Bir Alevi Örgütü İçin Yaşamsaldır ABF, iç örgütlenmesinde her şeyin rıza ile yapılmasını felsefesinin temeli sayan bu toplumun, en azından hayallerinde yaşattığı cem erkânını, kadın-erkek, genç-yaşlı, talip-dede ayırmadan eşit söz söyleme hakkına dayalı cem kurallarını unutabilir mi? ABF, cemi yürütecek dedenin bile cem erenlerinden rızalık almadan posta oturmadığını unutabilir mi? ABF, eleştiri-özeleşti ve toplumsal yaptırım demek olan görülme-sorulma ile işleyen cemin toplumsal denetim kurallarını yok sayabilir mi? Bunları uygulamaya koymadığı sürece ABF üst yönetimi elinde ABF adına layık bir Alevi örgütü olma niteliğini bir türlü kazanamıyor. Aynı nedenle ABF bir türlü demokratik bir dernek olma niteliğini de kazanamıyor. Devrimci örgütlerin çarpık “demir disiplin-kömür disiplin” anlayışı, “örgütün iç işine karışılmaz” yasakçılığı ve hırsları yeteneklerinden önde giden bireylerin saçmalamaya varan dayatmalarıyla birleşerek Alevi Bektaşi demokratik örgütlerinin iç işleyişinde olması gereken demokrasiyi iğdiş ediyor. Evet, ABF’nin üst yönetimine, yahu yönetim kurulu toplantınızı düzgün-düzenli yapın demek bize de zül geliyor, ama ne yazık ki bu doğru ve söylenmesi zorunlu bir eleştiridir. ABF Üst Yönetimin Hataları Üst Üste Birikiyor. ABF’nin üst yönetimi bir buçuk yıldır görevde, ama hala örgüt içi demokrasinin en güçlü silah olduğunu kavrayamadı. Evet, ABF içinde gerici-milliyetçi-ırkçı-faşist-cuntacı-kemalist-CHP’li eğilimler üst yönetime meydan okuyor. Ancak bu meydan okumaya verilecek yanıt, ABF üst yönetimini sol bir klik gibi dar ve içine kapalı biçimlerde örgütlemekte, çözümleri anti demokratik tüzük ve delege oyunlarında aramakta değildir. Tam tersine, bu saldırıyı göğüslemenin tek yolu vardır: Örgüt içi demokrasiyi alabildiğince geliştirmek! ABF’ye saldıranlar cumhuriyet aydınının halkı küçük gören ve tartışmayı boğan geleneğinden gelenlerdir. Onlar, Alevi-Bektaşiliğin Cem geleneğinin canlanmasından, örgüt içi demokrasiden ve fikirlerin tartışmadın ölümden korkar gibi korkar. Onların yanlışlarını sergilemenin, Alevi-Bektaşi toplumu içinde tecrit etmenin, gücünü kırmanın tek yolu en geniş katılımlı örgütsel çalışmaları demokratik tartışma, fikir oluşturma ve yayın çabasıyla desteklemektir. 28
ABF, her şeyin rıza ile yapılmasını felsefesinin temeli sayan bu toplumun cem erkânını, kadın-erkek, genç-yaşlı, talip-dede ayırmadan eşit söz söyleme hakkına dayalı cem kurallarını unutabilir mi? ABF, cemi yürütecek dedenin bile cem erenlerinden rızalık almadan posta oturmadığını unutabilir mi? ABF, eleştiri-özeleşti ve toplumsal yaptırım demek olan görülme-sorulma ile işleyen cemin toplumsal denetim kurallarını yok sayabilir mi?
Ağustos 2009
Tartışma olmayınca yanılgı kaçınılmaz. ABF üst yönetimi, açıkça tartışmadan Hükümetin Alevi Çalıştayı’na balıklama atladı. Fena halde yanıldı.
Şimdi de Alevilerin 9 Kasımda sokağa güçlü çıkmasının yarattığı dalgayı bir siyasi parti kurma amacına kurban etmeye hazırlanıyorlar Bunda da yanıldıklarını hızla görecekler.
SACAYAK
Ama ne görüyoruz? Demokrasi, tartışma, fikir oluşturma denince ABF üst yönetiminin eli ayağı tutuluyor. Örgüt içi demokrasi işletmemek için çabalamayı marifet sayıyor. ABF daha geçen ay onca zahmete girip bir tüzük genel kurulu topladı. Neye yarar? Siyasi bezirganlığa, yani üyelerin söz ve karar hakkını önceden ellerinden almak anlamına gelen delege oyunları düzenleyerek sonraki genel kurulda seçimleri kazanmaya yarar. ABF üst yönetimi, siyaset bezirgânlığına dalınca, Alevi-Bektaşilerin tartışacağı bu kadar konu varken, topladığı genel kurulda “sözü ayağa düşürmedi”. Ama tartışma olmayınca yanılgı kaçınılmaz. ABF üst yönetimi, açıkça tartışmadan Hükümetin Alevi Çalıştayı’na balıklama atladı. Fena halde yanıldı. Ardından yandan çark ederek hatalarını geri devşirmeye çalıştı. Gene yanıldı. AKP’nin vur-kaç siyaseti iyi zamanlama ve yandaş medya aracılığıyla insanların kafasında istediği etkiyi yarattı bile. ABF üst yöneticileri, geçen seçimlerde yönetim kurulunda aksine karar alınmasına rağmen, bu kararı çiğneyerek kaderini CHP’den milletvekili olmaya bağladı. Yanıldı. 2008 yılı 2 Temmuz yürüyüşünün ve 9 Kasım eyleminin başarısı gözlerini kamaştırdı. ABF üst yönetimi keramet kendilerinden menkul, ne zaman çağırırlarsa insanlar sokağa çıkar sandılar. Yanıldıklarını, bu yılkı 2 Temmuz yürüyüşleri gösterdi. Şimdi de Alevilerin 9 Kasımda sokağa güçlü çıkmasının yarattığı dalgayı bir siyasi parti kurma amacına kurban etmeye hazırlanıyorlar. Bunun için çevreyi kırıp dökme pahasına ellerinden gelen her şeyi yapmaktalar. Bunda da yanıldıklarını hızla görecekler. ABF’nin Siyaseti, Alevileri “Partileştirip” Bölmek Olamaz ABF’nin üst yönetimi, ABF’nin siyasi işlevini bir türlü net ve doğru kavrayamamaktır. ABF’nin temel siyasi işlevi, tüm Alevi-Bektaşi toplumumun laik-demokratik istemlerinin sözcüsü olmaktır. Bu sözcülüğü ile toplumda laik-demokratik istemleri olan tüm kesimlerle birlikte mücadele etmenin yollarını döşemektir. Bu işlev, son derece siyasi bir işlevdir. Bu derneklere üye tüm demokrat Alevi-Bektaşilerin beklentisidir. ABF’nin Alevi-Bektaşileri, laiklik-demokrasi diye özetlenebilecek iki temel istem temelinde birleştirmesini istiyorlar. Bu istemlerini, ülkede ve dünya laiklik ve demokratik cumhuriyet istemini yükselten tüm toplum kesimlerinin örgütleriyle eşgüdüm içinde savunmasıdır. Bu toplumda, hiçbir siyasi parti, “laikliğe ve demokrasiye karşı değildir.” Faşistinden şeriatçısına kadar tüm siyasi örgütler laikdemokratik olduklarını haykırmaktadır. Bırakalım yeminli AleviBektaşi düşmanı siyasetleri bir yana, Alevi-Bektaşilerin istemlerine yakın görünen “sol” cenah örgütler de laiklik-demokrasi yanlısıdır. Ama bu siyasi örgütlere, “Sizce laiklik, demokrasi nedir? Bunlara nasıl ulaşılır?” diye sordun mu, verilen yanıtlar farklılıkları ortaya koyar. Bu farklılıklar siyasi parti olmanın doğasından kaynak29
SACAYAK
Sayı 5
lanır. Her siyasi örgüt farklı bir şey savunduğu için ayrı bir siyasi örgüttür. Yani, siyasi parti böler, ayrım çizgilerini çizer. Bu nedenle ABF’nin parti kurması, kendisinden beklenen işleve son derece ters sonuç verir. En geniş Alevi-Bektaşi kesimleri birleştirmenin aracı olması gereken örgüt, bölücü olur. Zorunlu olarak ayrım çizgilerini çizer, derleyici, toparlayıcı olma olanağını yitirir. ABF’nin Uğraşacağı Siyaset, Alevileri Bir Partinin Kuyruğuna Takmak Olamaz ABF, Alevi-Bektaşi toplumunun bölünmüşlüğü ortamında bir siyasi örgütün yan kuruluşu gibi hareket etmeye başlarsa, birleştirici, toparlayıcı olma olanağını yitirir. Bu olanağı yitirdi mi demokrasi ve laiklik kavgasında ciddiye alınır bir güç haline gelemez. ABF üst yönetiminin “kötü” gördüğü siyasi çizgileri örgütten dışlayıp, örgütü “iyi” bir siyasi çizginin yan kuruluşu haline getirmesi, belki bazı canlara, devrimci bir siyasi çaba gibi görünebilir. Ama bu yolda atılan her adım ABF’nin mezarını kazmaktır. Türkiye sol hareketleri 70’li yıllar boyunca bu yanlışın örnekleriyle doludur. Siyasi örgütlerin, demokratik kitle örgütlerini, sendikaları “ele geçirme” kavgasının tek sonucu olmuştur: Yükselen faşizm karşısında yığın örgütlerini işlevlerini yerine getiremez, içi boşalmış, güçten düşmüş bir kabuk haline getirmek! Aynı hataları demokratik Alevi örgütlerine taşımak en azından sorumsuzluktur. ABF üst yönetiminden beklenen, Alevi-Bektaşi demokratik örgütlerinin siyasi zorlamalarla bölünüp, parçalanmasına karşı çıkmasıdır. Ama bunu yapması gerekenler, örgütü siyasi maceralara basamak yapmaya yönelmektedir. Bazıları da devrimci çalışma adına eleştirmesi, önlemeye çalışması gereken bu gidişi, “belki dağınıklıkta bize de bir ekmek çıkar” beklentisi ile görmezden gelmekte, hatta teşvik etmektedir. ABF’nin üst yönetiminden beklenen, örgüt içinde AleviBektaşilere layık en gelişkin demokrasi ile Alevi-Bektaşilerin ortak laik-demokratik istemlerin belirlenmesini sağlamasıdır. Laikdemokratik cumluriyet isteminin en geniş Alevi çevrelerce benimsenmesine çalışmaktır. Laik-demokratik istemler temelinde AleviBektaşilerin geniş birliğini kurmaya, korumaya çabalamaktır. Bunu yapabilmek için, birbiriyle ahenkli çalışan bir takım olarak, demokratik çalışma ruhunun ve işleyişinin en alt örgütlere kadar tüm ülkede örgüt içi yaşamda uygulanmasını sağlamaktır. Hükümetin, devletin ve egemen sınıfların düzende reform yapma niyetini belli ettiği ortamda önümüze atılacak hak kırıntılarıyla yetinmeyeceğimizi, gerçek laiklik, gerçek demokrasi istediğimizi sürekli olarak yığın eylemleriyle, sokakta göstermektir. Kendi taleplerimizi, hükümetin “yumuşatıcısı”nın önünde değil kendi aramızda tartışarak belirlemektir. Kafa karıştırıcı, saptırıcı taleplerin iç yüzünü sergileyip, doğru taleplere net ve kolay anlaşılır şekilde sahip çıkmaktır. 30
Her siyasi örgüt farklı bir şey savunduğu için ayrı bir siyasi örgüttür. Yani, siyasi parti böler, ayrım çizgilerini çizer. Bu nedenle ABF’nin parti kurması, kendisinden beklenen işleve son derece ters sonuç verir. En geniş Alevi-Bektaşi kesimleri birleştirmenin aracı olması gereken örgüt, bölücü olur. Zorunlu olarak ayrım çizgilerini çizer, derleyici, toparlayıcı olma olanağını yitirir.
SACAYAK
Ağustos 2009
Âşıkların, sadıkların ABF üst yönetimine değil, Yol’a âşık, Dergâh’a sadık olduğunu unuttular. Hiç beklemedikleri bir tepki gördüler. Buna kızıp gücenmesinler. Kendilerini yoklasınlar.
Bunları başarmak için ABF üst yönetimi, Aleviliğin can damarı olan Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın desteğini almak zorundadır. Yol’un âşıklarının, sadıklarının ABF’nin bu çabasının çevresinde bir destek halkası, güç kaynağı oluşturmasını sağlamak zorundadır. Eleştirinin Kimden Geldiği Değil, Ne Dediği Önemlidir ABF üst yönetiminin siyasi parti kurma, örgütü bir siyasi partinin yan kolu gibi kullanma çabası gözleri karartınca en temel güç kaynakları ile karşı karşıya geldiler. Kimseye haber vermeden, danışmadan girdikleri yolda, herkesin kendilerini desteklemeye mecbur olduğu gibi dar kafalı bir hesap yaptılar. Ağustos’un 15’inde Hacıbektaş’ta yapacakları resmi törene “alter natif eylemi”, siyasi parti tartışmaları için kullanacaklarını kimseye duyurmadan örgütlemeye başladılar. Âşıkların, sadıkların ABF üst yönetimine değil, Yol’a âşık, Dergâh’a sadık olduğunu unuttular. Hiç beklemedikleri bir tepki gördüler. Buna kızıp gücenmesinler. “Kamiller özünü yoklar” diyor âşık. Kendilerini yoklasınlar. Hatalarını görsünler, düzeltsinlenler. Kendilerine denilenin özü şudur: Dar bir çevre içinde gizlikapaklı hazırlanmış-pişirilmiş şeyleri insanların önüne atmak, ciddi bir konuda demokratik tartışmayı örgütlemek demek değildir.
ABF’nin Alevilere Duyurmadan Çeşitli Siyasi Partilere Tartışmak Üzere Sunduğu Belgeyi Aynen Yayınlıyoruz:
NASIL BİR TÜRKİYE İSTİYORUZ? (Tartışma Taslağı) Biz Aleviler Yaşamda Bilim, Kimlikte Eşit, İnançta Özgür, Emekte Hak, İşsize İş Yoksula Aş, Çoklukta Birlik Olmak için Size Geliyoruz!
Biz Aleviler Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz! Başka bir TÜRKİYE için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR! DÜNYADA YOKSULLUK VE EŞİTSİZLİK ARTIYOR! Kapitalizmin krizi; bütün dünyada; yoksulluk ile zenginlik arasındaki makası giderek açıyor. Dünyadaki yoksul nüfusu giderek büyütüyor. Küresel bütünlük içindeki sermaye; adalet, eşitlik, özgürlük gibi evrensel kavramların yerine; adaletsizliği, eşitsizliği, yoksulluğu ve tutsaklığı yerleştiriyor. 1980’lerin sonunda ‘Reel Sosyalizmin’ çökmesiyle, yalnızlaşan ve rakipsiz kalan kapitalist sistem; ‘SOSYAL DEVLET’İ tümüyle ortadan kaldırıyor. Kamu mülkiyetini özelleştirmesinin yanı sıra, eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçları karşılayan kurumları ve hiz31
SACAYAK metleri de özelleştiriyor. Dini, imanı, milliyeti olmayan sermaye; ülkeler ve bölgeler düzeyinde, milliyetçiliği, ırkçılığı ve dini gericiliği örgütlüyor. Bölgesel ve ülkesel düzeyde; kimlikler, kültürler, inançlar ve etnik yapılar arasında ayrımcılığı, terörü ve savaşı körüklüyor. ‘Komünizm tehlikesi’ iddiası ile yıllarca yürütülen ‘soğuk savaş’, ABD eliyle ‘etnik ve dini savaşlar’ olarak devam ediliyor. ‘Siyasal terör’ uluslararası sermaye tarafından besleniyor. Doğa ve çevre sürekli tahrip edilerek, ekolojik denge alt üst ediliyor. Doğanın tahribi, insanlığı tehdit edecek boyutlara yükseliyor. TÜRKİYE GİDEREK YOKSULLAŞIYOR! Dünyadaki bu gelişmeler; Türkiye’ye daha da ağırlaşmış bir şekilde yansıyor. Küresel kriz, etkisini her alanda açıkça gösteriyor. İşsizlik oranı sürekli yükseliyor, her açıklanan işsizlik sayısı bir öncekini aşıyor. Açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısı bugün ülke nüfusunun dörtte üçünü oluşturuyor. Kamu malları ‘yok pahasına’ satılıp özelleştiriliyor. Hayatın her alanına, özelleştirme giriyor. Belediyelerde doğal gaz gibi, su gibi temel hizmetler bile özelleştiriliyor. Karayolları satılıyor. Rüşvet ve yolsuzluk her yerde olağan hale getiriliyor. Yeni bir talan düzeni kuruluyor. TÜRKİYE GİDEREK MUHAFAZAKÂRLAŞTIRILIYOR! Siyasal ve ekonomik açıdan ülke hızla siyasal İslam’ın kontrolüne giriyor. ‘Yeşil Sermaye’ denilen yeni bir zenginler sınıfı yaratılıyor. Bu sınıf ülke ekonomisindeki ağırlığını sürekli arttırıyor. Devlet eliyle büyütülen muhafazakârlık, ülkenin siyasal ve kültürel dokusunu hızla değiştiriyor. Devlet destekli ‘Mahalle Baskısı’ 32
Sayı 5
kendine benzemeyen ‘öteki’nin yaşam alanını sürekli daraltıyor. TÜRKİYE GİDEREK IRKÇILAŞIYOR! Tek kimlikli ve tek kültürlü anlayış dayatılıyor. Irkçılık ve milliyetçilik sanki olağan bir durummuş gibi sunularak, farklı olanı ‘linç etme kültürü’ yaygınlaştırılmaya, meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Komşu ülkeler ve toplumun kimi kesimleri üzerinden ırkçı dalga körükleniyor. TÜRKİYE GİDEREK ADALETTEN UZAKLAŞIYOR! Yasama, yürütme ve yargı arasındaki ‘güçler ayrılığı’ ilkesi; tek parti yönetiminin yarattığı siyasal, psikolojik ve hegemonik atmosfer ve bunun ile bütünleşen kadrolaşma ile hızla ortadan kaldırılıyor. Adaletsizlik aleni ve olağan bir hale dönüşüyor. Faili meçhul binlerce cinayet ısrarla karanlıkta tutuluyor. 12 Eylül darbeci generallerinin yargılanmaması için Anayasa’nın geçici 15. maddesi kaldırılmıyor. Bütün değişikliklere rağmen, mevcut Anayasa; 12 Eylül rejiminin ruhunu ve kurumlarını içinde barındırıyor. Seçim ve siyasi partiler yasası ile temsilde adalet engelleniyor. On binlerce insanın ölümüne ve trilyonlarca liraya mal olan Kürt Meselesi’nin demokratik çözümü ısrarla engelleniyor. ‘İşkenceye sıfır tolerans’ açıklamalarına rağmen, siyasi irade işkencecileri koruyor, işkencede insanlar öldürülmeye devam ediliyor. TÜRKİYE GİDEREK GERİCİLEŞİYOR! Alevilerin inanç özgürlüğü, laiklik ve demokrasi kapsamındaki sorunları yok sayılmaya devam ediliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ka-
Ağustos 2009
rarına rağmen, milyonlarca çocuk ilk ve orta öğretim öğrencisi Anayasa kapsamında ‘Zorunlu Din Dersi’ almaya devam ediyor. Farklı inançların talepleri dikkate alınmıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı 100 bin kişilik imamlar ordusu ile 6-7 bakanlık bütçesinden daha büyük bir bütçeyi tek yanlı olarak kullanmaya devam ediyor. Devlet, kendi ‘Sünni’ anlayışını hem farklı inanç mensuplarına hem de Sünni inanca mensup yurttaşlarına dayatmaya devam ediyor. Kültürel hayat giderek kısırlaştırılıyor. Eğitimde evrim teorisi yerine yaratılış teorisi öne çıkartılıyor. Merkezi iktidar yerel iktidarları vesayet rejimi ile kontrol altına alıyor. YAKINMAYA DEVAM MI EDECEĞİZ, DEĞİŞİM Mİ İSTEYECEĞİZ? Gerek dünyada, gerekse de Türkiye’de bu vb. sorunları daha da sıralamak mümkün. Sokaktaki herkesin, hayatın içindeki herkesin artık bire bir yaşadığı bu sorunları sürekli tekrarlayarak yakınmaya devam etmek, sonu gelmeyen analizler yapmak yerine, bu sorunları çözmek için kendi alternatiflerimizi oluşturmak, değişimi istemek gerekiyor. Bunun için değişimin gücüne inanmak, Türkiye’nin gücüne inanmak gerekiyor. Çünkü bütün bu yaşananlar bir alın yazısından değil, çözüm için ciddi bir alternatif yaratılamamasından kaynaklanıyor. TÜRKİYE ZENGİN BİR ÜLKEDİR! Yukarıdaki sorunlar için alternatif yarattığımızda, bütün olumsuzluklara rağmen Türkiye’de her alanda müthiş bir dinamizmin olduğunu hep beraber göreceğiz. Dinamik bir ülke olan Türkiye’nin kötü yönetilmesinde; alternatif yaratamayan, iktidarı hedeflemeyen bizlerin
SACAYAK de suçu vardır. Çünkü Türkiye, hem siyasal, hem de ekonomik açıdan oldukça zengin bir ülkedir. Anadolu tam anlamıyla bir uygarlıklar beşiğidir/kavşağıdır. Sayılamayacak kadar kavim, sayılamayacak kadar kültür ve inanç bu topraklarda serpilip gelişmiş, birbirini etkilemiştir. Çok kültürlü, çok kimlikli, çok inançlı, çok dilli, çok etnisiteli bir ülke olan Türkiye’nin ‘tek kültürün, tek kimliğin, tek inancın, tek dilin, tek etnisitenin’ dayatıldığı bir ülke olması doğrudan siyasal iktidarlarla ilgilidir. Coğrafik olarak üç tarafı denizlerle çevrili zengin bir ülke olan Türkiye’nin turizm ve balıkçılıkta en alt sıralarda yer alması da siyasal iktidarların beceriksiz ve vizyonsuz politikalarının sonucudur. Ülkemizin sahip olduğu doğal güzelliklerin, ortadan kaldırılması, kıyılarımızın yağmalanması ve betonlaşması, göllerimizin kirlenmesi ve kuruması, canlı türlerinin yok olması ‘Türkiye’ye çağ atlatacağız’ diyen siyasi iktidarların göz yummalarının sonucudur. Geniş tarım alanlarına sahip ülkemizin buğday ithal eder konuma gelmesi, hayvancılıkta gerilerde kalması da doğrudan siyasi iktidarlarla ilgilidir. Türkiye bugün hayvan sayısı bakımından dünyada önemli bir yere sahip olmasına rağmen, hayvansal ürünlerin üretiminde oldukça alt sıralardadır. Toprak altında yaklaşık 50 milyar ton civarında, 49 ayrı cins ve özellikte maden bulunmaktadır. Türkiye, maden kaynakları açısından çok zengin bir ülkedir. Dünyada ticareti yapılan 90 çeşit madenden 77’si Türkiye’de bulunuyor. Türkiye’nin, bunları verimli kullanmaması nedeniyle ‘yoksul ülke’ statüsünde bulunması da siyasi iktidarların suçudur. Doğadan, enerjiye, tarımdan hayvancılığa, turizmden balıkçılığa, kültürden inanca son derece zengin olan ülkemizin 33
SACAYAK
Sayı 5
ceğini göstermek için Türkiye’ye SOL gereklidir! 12 Eylül 1980 darbesinde Türkiye’de, Kasım 1989 sonrasında dünyada SOL yenilmiş olabilir. Kimi SOLcular, SOL değerlerini yitirmiş, halka olan güvenlerini kaybetmiş, umutsuzluğa kapılmış kendi kabuğuna çekilmiş olabilirler! Hayal bile kuramıyor olabilirler! Bu insanidir ve de anlaşılabilir! Ama SOL yok olmaz! Kendi külünden yeniden doğar, kendi kütüğünden yeniden filizlenir. Ta ki TÜRKİYE SAĞCI, sömürü, baskı, zulüm ve sınıflar ortadan MUHAFAZAKÂR İKTİDARLARkalkıncaya dek… DAN KURTULMALIDIR! Şimdi yeniden başlamalı. Ama yalnızca Adaletsizlik karşısında adaletin, çifte yeniden başlamalı! standart karşısında eşitliğin, esaret karKöklerimizin Ahmet Yesevi’ye, Hallac-ı şısında özgürlüğün, tekçi ve dayatmacı Mansur’a, Mevlana’ya, Hacı Bektaş yaklaşımlar karşısında çoğulculuğun Veli’ye, Nesimi’ye, Şeyh Edep Ali’ye, öne çıkarılabilmesi için, Türkiye’de sağ- Dadaloğlu’na, Şeyh Bedreddin’e, Ahmecı ve muhafazakâr siyasi iktidarın sona de Xani’ye, Pir Sultan’a, Karacaoğlan’a, erdirilmesi bir zorunluluktur. Yunus Emre’ye, Mustafa Kemal’e, Sağcı ve muhafazakar iktidarlar son Nazım Hikmet’e, Sebahattin Ali’ye, bulmalıdır, Çünkü, 1950’lerden bu yana Dr.Hikmet Kıvılcımlı’ya, Hasan Ali ülkemiz bu tür anlayışlar tarafından Yücel’e, Hasan Hüseyin Korkmazgil’e, yönetilmiştir ve bugünkü sorunların asıl Cigerxun’e, Deniz Gezmiş’e, Mahir kaynağı sağcı, muhafazakar siyasi iktiÇayan’a, İbrahim Kaypakkaya’ya, Behidarlardır. Bu iktidarlar, varlıklı sınıfının ce Boran’a, Mehmet Ali Aybar’a, Kemal çıkarlarına hizmeti öncelikli politika Türkler’e, Aşık Veysel’e, Erdal Eren’e, saydıklarından ülke bugün uçurumun Yılmaz Güney’e, Uğur Mumcu’ya, kenarındadır. Musa Anter’e, Sivas’taki 33 cana, MahTürkiye, Menderes’ten, Demirel’e, zuni Şerif’e, Hrant Dink’e dayandığını Evren’den, Özal’a, Yılmaz’dan Çiller’e, unutmadan... Erbakan’dan Erdoğan’a hep birbirinin Evet, bunlar için, küllerimizden yeakrabası olan anlayışlar tarafından yöneniden doğmak ve Türkiye’de ilk kez tilmiştir. 1974’lü yıllardaki CHP, kısmen iktidara gelmek için SOL gerek! de 1987’lerdeki SHP, SOLun temel de- 12 Eylül hukukunun yarattığı ğerlerine, yani adalet, eşitlik, özgürlük Anayasa’nın ve en önemlisi onun ve demokrasiye atıfta bulunarak ciddi ruhunun ortadan kaldırılabilmesi ve bir yükseliş yakalamalarına rağmen tek demokratik, laik bir Türkiye’nin önübaşlarına iktidar olamamışlardır. nün açılabilmesi için Türkiye’ye SOL TÜRKİYE’YE SOL GEREK! gerek! Seçim sisteminin, siyasi partiler ve Türkiye’yi sağcı, muhafazakâr iktidarsendikalar yasasının değiştirilebilmesi lardan kurtarmak ve demokratikleştireiçin Türkiye’ye SOL gerek! bilmek için başka bir iktidarın olabile‘yoksul’ olmaktan çıkartılmasının yolu, öncelikle ‘zengin bir Türkiye’ için değişimin şart olduğuna inanmaktan geçiyor. On yılların getirdiği ruh hali, iddiaların, ideallerin kaybı ve umutsuzluk, değişime olan inancı ciddi erozyona uğratmış olsa da, değişimin mümkün olabileceği, BAŞKA BİR TÜRKİYE’nin yaratılabileceği 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri ile görülmüştür. Sol bir iktidar için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR!
34
Ağustos 2009
Yasama, yürütme ve yargı arasında güçler ayrılığının ve yargı bağımsızlığının uygulanabilir olduğunu göstermek, başı sıkışanın yasal olmayan mecralar yerine yasalara sığındığı, yargıcının vereceği kararın hukuki olacağını, emniyet güçlerine de güvenilebileceğini göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Anayasa’nın geçici 15. Maddesinin kaldırılabileceğini ve darbeci generallerin de yargılanabileceğini göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Bugüne kadar işlenmiş bütün siyasi cinayetlerin ve katliamların ‘faili meçhul cinayet’ olmaktan çıkartılarak ‘faili belli’ olmasının mümkün olduğunu göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! ‘Baba beni okula gönder’ kampanyalarına ihtiyaç duymadan eğitime öncelik vermek için Türkiye’ye SOL gerek! ‘Deniz Feneri’ başta olmak üzere yüzlerce yolsuzluk dosyasının nasıl deşifre edilebileceğinin ve yolsuzluk yapan bütün kurum ve kişilerin nasıl cezalandırılabileceğini görmek için Türkiye’ye SOL gerek! Türkiye sınırları içinde yaşayan Kürtlerin temsilcileri parlamentoda iken, onlarla tokalaşmayıp, çözüm için onlarla oturup konuşma yerine, ‘çözümü dışarıda aramamak’ için Türkiye’ye SOL gerek! Türkiye’de farklı kimliklerin, kültürlerin ve inançların olduğunu kabul etmenin, ayrışmayı değil, daha sağlıklı ve eşit koşullarda yan yana yaşamayı sağlayacağını göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! İşçilerin, emekçilerin taleplerine çözüm bulabilmek, halktan yana bir ekonomik program için Türkiye’ye SOL gerek! Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında yaşanan tahribatları gider-
SACAYAK mek, bu alanlarda halktan yana alternatif politikalar üretmek, yoksulluğu ortadan kaldırmak için Türkiye’ye SOL gerek! Yazarların, müzisyenlerin, sanatçıların özgür br ortamda daha neler üretebileceklerinin göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Diyanet işleri Başkanlığı, Kuran Kursları, Zorunlu Din Dersleri gibi resmi politikalarla toplumun dokusunu değiştiren, siyasal İslam lehine toplumu muhafazakârlaştıran ve farklılıkları ortadan kaldıran politikaları değiştirebilmek için Türkiye’ye SOL gerek! Kendisine benzemeyeni, kendisi gibi inanmayanı, kendisi gibi kültürel özellikleri olmayanı dışlayarak, çoğunluk avantajını da kullanarak baskı altına alarak kültürel, inançsal ve etnik alanlarda tek tipliği yaratan politikalara karşı ırkçılığın ve ayrımcılığın cezalandırılabilir olduğunu göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Eğitim, sağlık ve enerji gibi alanlarında özelleştirme yapılmadan da kamu yararına adım atılacağını göstermek, madenlerin, limanların ve tarımın Türkiye için yararlı kullanılabileceğini göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! NATO’ya karşı sahte çıkışlar yerine, kurtulmanın mümkün olduğunu göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Üniversitelerin kurumsal olarak özerk, eğitim olarak özgür olabileceğini gösterebilmek için Türkiye’ye SOL gerek! Diyanete ve savunmaya milyar dolar ayrılmadığında dinin elden gitmediğini, ülkenin işgal edilmediğini, tersine buralara ayrılan devasa bütçelerin eğitimde kullanılarak, eğitim seferberliği ile Türkiye’nin uluslararası standartlarda başarı hanesinin nasıl yükselebileceğini göstermek için 35
SACAYAK Türkiye’ye SOL gerek! Kürt, Alevi, Ermeni, MGK, Ordu, Diyanet, Devlet, YÖK, Kıbrıs, AB gibi konularda bugüne kadarki statükocu anlayışların değişmesi için yapılan tartışmaların, ülkeyi bölmeyeceğinin, ülkenin dış mihraklara peşkeş çekilmeyeceğinin görülebilmesi için Türkiye’ye SOL gerek! Farklı inançlara, örneğin Alevilere eşit yurttaşlık hakkı tanımanın, Alevilere yönelik ayrımcı ve önyargılı yaklaşımları ortadan kaldırmanın ayrılığı değil, birliği geliştirdiğini görmek için Türkiye’ye SOL gerek! Cemevlerini aynen, Cami, Kilise, Havra, Sinagog, Mescit gibi bir inanç merkezi olarak kabul edilmesinin, sorun yaratıcı değil, sorun çözücü olduğunu göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Maraş, Çorum, Madımak ve Gazi katliamları gibi Türkiye’nin ayıbı olan katliamları teşhir etmenin, bu tür katliamlar bir kez daha olmasın diye müzeler açmanın, belgeseller yapmanın, broşürler çıkarmanın ayrılıkları ve düşmanlıkları körüklemek yerine toplumda utanma duygusunu artırarak, toplumsal vicdanı yeniden ayakları üzerine oturtabilmek için Türkiye’ye SOL gerek! Cemaate ihtiyaç hissetmeden okuyabilen ve yeteneğiyle iş bulabilen, kariyer yapabilen, sorgulayan ama aynı zamanda da uygulayabilen bir gençliğin olduğunu göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Dayanışmanın, yardımlaşmanın, imecenin önemli toplumsal değerler olduğunu yeniden göstermek ve üstelik bunlar uygulandığında hayatın daha da anlamlı olabileceğini göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Sporun bütün dallarından cemaatlerin eli çekildiğinde; sporcunun sadece çevik, çabuk ve ahlaklı olanı sevildi36
Sayı 5
ğinde uluslararası platformlarda hangi başarıların elde edilebileceğini göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Sadece çocuk doğuran, okula öğrenci gönderen konumundan kurtarıp, evde de üretebilen, anne ve ülke ekonomisine katkı veren ev kadınları da olabileceğini göstermek için Türkiye’ye SOL gerek! Çünkü bizim istediğimiz SOL... Eşitlikçi ve özgürlükçüdür. Adaleti ve demokrasiyi savunur. İnsanı, bütün politikaların merkezine koyar. Sosyal hukuk devletinden yanadır. İnsan haklarına dayalı, ülke zenginliklerinin eşit dağıtımını savunur. İmtiyazları reddeder, emeğin haklarını öne çıkarır. Emeğin uluslararası dayanışmasını şiar edinir. Sendikal hakları savunur. Emeği ve emeğin iktidarını kutsal kabul eder. Ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının özelleştirilmesini reddeder. Özel ve bireysel olan yerine kamusal, toplumsal olanı öne çıkarır. Küreselleşme ve neo liberal politikaları reddeder. Eğitimde ve sağlıkta özelleştirmeyi reddeder, eğitimi ve sağlıkta kamu güvencesiyle ücretsiz hizmeti savunur. Yoksulluğun kader olmadığını, işsizliğin hak olmadığını, insanca yaşamayı savunur. Asimilasyonu değil, bütünleşmeyi amaçlar. Çok kültürlülüğü, çok kimlikliliği, çok inançlılığı, çok dilliliği savunur. Her türlü ayrımcılığın cezalandırılmasını ister. Irk, din, dil, ulus, cinsiyet ayrımını reddeder. Herkesin kendi kimliğini açıkça açıklamasını, kendi kültürünü ve inancını açıkça yaşamasını, geliştirmesini savunur. Yerel yönetimlerde katılımcılığı ve paylaşımcılığı teşvik eder. Sendikaların, odaların, sivil toplum örgütlenme-
Ağustos 2009
lerinin, akademik çevrelerin yönetimlerde söz ve karar sahibi olmalarını savunur. Emperyalizme ve yayılmacılığa karşıdır. Bütün halkları kardeş görür. Türkiye’nin mevcut koşulları içinde bu açılımları SOL dışında hiç bir güç yapamaz. Yukarıda bu saydıklarımızı ancak kitlesel SOL bir siyasal parti yapabilir. Evet, Türkiye’ye SOL, SOL’u da iktidara taşıyacak GÜÇ gerek! Sorumluluk sahibi herkesin bu bilinci öne çıkarması gerekir. Halkların kardeşliği, sosyal adalet, sosyal güvence, gelir dağılımında adalet, topyekûn kalkınma, yaşanabilir bir çevre, barış içinde bir arada yaşama, farklı olana saygılı olma, kimsenin dilinden, dininden, inancından, kültüründen, renginden, cinsiyetinden, yaşam tarzından felsefi ve ideolojik düşünce tercihinden dolayı kınanmadığı, ayrımcılığa tabi tutulmadığı; ekonomik, kültürel, politik, birikimlerimizin, toplumlar, bireyler arasında hakça dağıtıldığı, dağıtılabildiği BİR ÜLKE yaratmak BİZİM ELLERİMİZDEDİR! Bunun mümkün olduğuna inanlar artık bir adım öne çıkmalıdır. Bu ancak bilinçli bir tercihle olabilir. ‘SOL bitmiştir, SOL birleşemez ve iktidara gelemez’ diyenlerin hepsi mevcut sistemin devamından yanadır! ‘SOL bitmiştir, SOL birleşemez ve iktidara gelemez’ diyenlere inat bunu başarabiliriz! Kendimize ve geçmişimize duyduğumuz saygıdan dolayı bunu başarabilir, BAŞKA BİR TÜRKİYE’nin olabileceğini gösterebiliriz! SOL birleşebilir ve iktidara gelebilir! DEĞİŞİME İNANMALIYIZ! Değişime inanlar, kendilerine güvenenlerdir! Değişime inanlar korkularını yenenler-
SACAYAK dir! Değişime inanlar hayal kurabilenlerdir! Değişimi başarabiliriz! Dünyamızın; nüfus, inanç, maden, tarım, ticaret, savunma-saldırı, ulaşımiletişim, kültürel çeşitlilik, kıtalararası komşuluk, coğrafyası ve özellikleri nedeniyle son derece zengin bir parçasında yaşıyoruz. Ülkemiz önemli. İnsanlarımız daha da önemli. Onlar; Türk, Kürt, Çerkez, Gürcü, Arap, Rum, Ermeni, Süryani, Sünni, Alevi, Şâfi... Hangi kökenden ve inançtan olursa olsun nazarımızda hepsi bir ve eşit Türkiyeli. İnsan… Kederde, kıvançta bir ve eşit... Birlikte gülen… Birlikte hüzünlenen bir toplum… Hangisinin başı ağrırsa, öbürüne de sirayet eden bir bağ. Ülkeyi birlikte kurtaranlar, birlikte korumaya ve yaşatmaya da muktedirler. Bunu başarabiliriz… Aklımız, fikrimiz, birikimimiz, öngörümüz, özgüvenimiz, sağduyumuz, SOL duyumuz, en önemlisi, ülkemiz ve insanımıza olan AŞK’ımız bunu başarabileceğimizi söylüyor. Kişi, aile, grup çıkarlarından arındırılmış, asıl amaçları haksızlık, yolsuzluk, hırsızlık olan ‘Siyasi’, ‘Siyasetçi’ sıfatları ile örtünen, örtmeye çalışmış olanlardan arınmış bir duruş… Bunu başarabiliriz… Yeni bir dil, yeni bir heyecan, yeni bir enerji, yeni bir yol ile bunu başarabiliriz. İşçilerin, memurların, işsizlerin, aydınların, sanatçıların, kadınların, öğrencilerin, üreticilerin, esnafın, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Lazların, Çerkezlerin, Alevilerin, Sünnilerin, inançsızların, laiklerin aklı, fikri, mücadele deneyimleri buna yeter. Bunu başarabiliriz… 37
SACAYAK Bunu başaracak olan bizler, nasıl bir Türkiye istiyoruz? Laik ve demokratik bir Türkiye için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR! NASIL BİR TÜRKİYE İSTİYORUZ? İnsanlar arasında dil, din, etnik köken gibi ayrıcalıkların ortadan kalktığı, herkesin çok kültürlü bir yapı içinde kendisini özgürce ifade ettiği, düşünce ve inanç özgürlüklerinin önünde hiç bir engelin olmadığı, cinsiyet ayrımcılığının yapılmadığı, şiddetin cezalandırıldığı, toplumun üzerinde asker, polis ve bürokrat baskısının kalktığı, emeğin saygın ve adaletli ücretlendirildiği, memurların geçim sıkıntısından dolayı, ikinci bir iş aramadığı, rüşvet almadığı, sağlığın ve eğitimin adil ve ücretsiz olduğu, ekonomik karar alma ve planlama süreçlerinin sendikalarla birlikte planlandığı, halkın her alanda söz sahibi olduğu, insanın merkeze alındığı laik, demokratik özgür bir Türkiye istiyoruz! Böyle bir Türkiye’de; kültürler, kimlikler ve inançlar temelinde çatışma değil, eşit koşullarda, özgürce ve kardeşçe bir arada yaşam öne çıkar. Böyle bir Türkiye’de; milliyetçilik, ırkçılık ve inkâr temeline dayanan politikalar, farklı olanı, kendisi gibi olmayanı zorla kendisine benzetme çabaları hayat bulmaz. Böyle bir Türkiye’de; kültürel ve inançsal farklılıklar bir arada, yan yana yaşayabilir, demokrasinin ahengi içinde kendisini koruyabilir, gelişebilir. Anadolu geçmişte olduğu gibi bu günde; eşitlikçi, özgürlükçü, çok etnisiteli, çok kültürlü, çok kimlikli, çok dilli ve çok inançlı bir toplumsal projenin vatanı olabilir. Böyle bir Türkiye, aynı zamanda Türkiye’nin bölünmezliğinin de garantisi olur. Böyle bir Türkiye’de; 38
Sayı 5
DEVLET YENİDEN YAPILANDIRILMALIDIR! Devlet mevcut yapısıyla, gelişimin önünde engeldir. Mevcut devlet yapısı, bir kaç iktidar odağı üzerine şekillendiği gibi, karanlıkta kalan yanlarıyla da demokratikleşmenin önünü tıkamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yeniden yapılanması kaçınılmazdır. Mevcut Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ile yeni bir yapılanma mümkün değildir. Devlet, yeni, sivil demokratik ve çağdaş bir anayasa ile yeniden yapılandırılmalı, yasama, yürütme ve yargı arasındaki ‘güçler ayrılığı’ ilkesi doğrultusunda yeniden şekillendirilmelidir. Hantal, bürokratik, aşırı merkezi yapı değiştirilmeli ve şeffaf bir hale dönüştürülmelidir. Yerel yönetimler güçlendirilmeli. Merkezi otoritede bulunan yetkiler yerellere devredilmelidir. Âdem-i Merkeziyetçilik en uç noktası ile uygulanmalıdır. TÜRKİYE LAİK OLMALIDIR! Türkiye mevcut Anayasa ile ‘demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’ olarak tanımlansa da, gerçekte laik bir devlet değildir. Yaklaşık 100 bin kişilik imam kadrosuyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın merkezi teşkilat içinde varlığını sürdürmesi, din derslerinin zorunlu olması Türkiye’nin laik olmadığının en önemli göstergesidir. Türkiye, farklı inançların ve kültürlerin, örf ve geleneklerin olduğu bir ülkedir. Devlet Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din dersi uygulaması ile inançlar karşısında tarafsız ve eşitlikçi değildir. Devletin inançlar karşısında tarafsız ve eşit mesafede olabilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır. Çünkü; Laik bir devlette devletin dini yoktur. Devletin siyasal, toplumsal, hukuksal düzeni dinden soyutlanmış olduğu için bütün dinlere eşit uzaklıkta durur. Kamusal alanda bütün inançları
Ağustos 2009
‘yok sayar’. Ve devleti, onun kurumlarını, Anayasasını, yasalarını düzenlerken ve daha da önemlisi pratik günlük uygulamalarda dini ve dince önemsenen değerleri referans olarak almaz. İnançlar karşısında; ‘kör, sağır, dilsiz’dir. Her birey istediğine inanmak ya da inanmamakta serbesttir. İnananlar ibadetlerini serbestçe yapabildiği gibi, inanç özgürlüğü kapsamında, herkes inancını seçme ya da değiştirme özgürlüğüne de sahiptir. Devlet, bu anlamıyla bütün yurttaşlarını ayrım gözetmeden her türlü dinsel baskıdan da korumalıdır. Laikliği uygulayan devlet, belirli bir inanca ayrıcalık tanımayı reddederek tüm yurttaşların eşitliği ilkesine saygı gösterir, bunu güvence altına alır. Hiçbir inanca özel ayrıcalık tanımaz. Bu yaklaşıma uygun olarak laik, demokratik bir Türkiye’de; Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din dersi eğitimi kaldırılmalı, eğitimin bütün alanlarında laik ve bilimsel eğitim hâkim kılınmalıdır. TÜRKİYE DEMOKRATİK HUKUK DEVLETİ OLMALIDIR! Hem yasalar önünde hem de gerçek yaşamda; demokratik hukuk devletinin en önemli kriteri, etnik, dinsel, dilsel, cinsel ayırım olmadan bütün yurttaşların eşit muamele görmeleridir. Bundan dolayı öncelikle temsili sisteme geçilmeli, toplum yasaklardan ve eşitsizliklerden arındırılmalı, işleyişe demokratik bir içerik kazandırılmalıdır. Yürütmenin yasamayı belirleme yetkisi elinden alınmalı, yasama, yürütme ve yargı ‘kuvvetler ayrılığı’ yaklaşımıyla temelden birbirinden ayrılmalıdır. Çünkü, yurttaşları keyfi uygulamalardan korumanın, çifte standartlara son vermenin, hakça, adaletli bir düzenin yaratılmasının yolu demokratik hukuk devleti olmaktan geçer. Hukuk devleti, cezacı ve yasakçı anlayışlardan uzaktır,
SACAYAK esas olarak bireyin devlet ve öteki bireylere karşı özgürlüğünü teminat altına almalıdır. Demokratik hukuk devletinde, çoğunluğa rağmen ‘azınlıklar’ inançlarını, düşüncelerini, siyasi eğilimlerini ve anlayışlarını özgürce tartışabilmeli, farklılıklarını savunabilmelidir. Çünkü demokrasi, yalnızca çoğunluğun değil, ‘çoğulculuk’’ ilkesinin hâkim olduğu, insanların bu farklılıklara rağmen güven içinde yaşayabildikleri bir değerler ve kültürler birikimi ve birliğidir. Bu çerçevede, demokratik bir hukuk devletinde; Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal statüsüne son verilmelidir. Özel Harp Dairesi, JİTEM gibi istihbarat kurumları kapatılmalı, MİT mevcut hali ile değiştirilmeli, sadece istihbarat teşkilatı olarak yeniden yapılandırılmalıdır. Siyasi partiler, dernekler ve sendikalar yasası; seçme, seçilme, toplantı ve gösteri yürüyüşü, örgütlenme, basın ve yayınla ilgili bütün yasalar yeniden özgülükçü temelde düzenlenmelidir. Askerlik hizmetleri yeniden düzenlenmeli, savunma merkezli yapılandırılmalıdır. Askerlik süresi 6 ay ile sınırlandırılmalıdır. Zamanla tamamen kaldırılmalıdır. Profesyonel orduya geçilmelidir. Silâhaltına alınmak istenmeyenlerin ‘vicdani red hakkı’ güvenceye alınmalıdır. Polis teşkilatı yeniden yapılandırılmalı, vatandaşları dosyalama, fişleme uygulamalarına son verilmeli, ‘siyasi kovuşturma’ kapsamında var olan arşiv kayıtlar hiçbir ayrıma gidilmeden yok edilmelidir. İşkence ve kötü muamelenin insanlık suçu olduğu kabul edilmeli, bu suçları işleyenlerin ağır cezalara çarptırılmaları için yasalarda değişiklik yapılmalıdır. Bütün faili meçhul cinayetleri, araştırıp 39
SACAYAK ortaya çıkarmak için, hükümet, sivil toplum örgütleri ve ilgili kişi ve kuruluşlardan ortak bir kurul oluşturulmalı, katliam, işkence, yargısız infaz, gözaltında ölüm ve kayıp iddiaları bu kurulca araştırıldıktan sonra sanık olarak tespit edilenler siyasi kariyerlerine, geçmişlerine ve yaşlarına bakılmaksızın yargılanmalıdırlar. Yargıçlar ve savcılar, yürütmeye bağımlı olmaktan kurtarılmalı, askeri mahkemeler yalnızca disiplin suçu işlemiş askerleri yargılamak için açık tutulmalı, bunun dışındaki bütün yargılamalar sivil mahkemelerde yapılmalıdır. DEVLET, SOSYAL DEVLETE DÖNÜŞTÜRÜLMELİDİR! Sosyal Devlet; emekten yana olmalı, emeği korumalı, emeği adaletli olarak ücretlendirmelidir. Ekonomik karar alma ve planlama süreçlerinde sendikalarla birlikte planlama yapmalı, işçiler ve emekçiler yönetimde rol oynamalı ve karar sahibi olmalıdır. Kalkınma ve sosyal adalet birbiriyle paralel olmalı, tüketici korunmalı, doğal kaynaklarının yok edilmesi engellemelidir. Üretim arttırılmalı, gelir dağılımı sosyal adaletle dengelenmeli, vergi sitemi çalışan ve kamu yararına işletilmelidir. Sosyal Devlet; ekonomiye kamu lehine sürekli müdahale etmeli, ilgili bakanlıkla birlikte, işçi ve işveren örgütlerinin, esnaf ve sanatkâr kuruluşlarının, meslek odalarının, tarım odalarının, çevreci örgütlerin temsilcilerinden oluşan bir kurul kurulmalıdır. Bu kurul ile hem ulusal ekonomik strateji çizilmeli, hem de ekonomide kamunun ağırlığı sürekli hale getirilmelidir. Eğitim, sağlık, enerji, ulaşım, su, doğal gaz gibi sektörlerde özelleştirmeye izin verilmemelidir. Sosyal Devlet’te; tarım, hayvancılık ve kırsal yerleşim alanları yeni idari, ekonomik, toplumsal ve fiziksel kurumlarla 40
Sayı 5
geliştirilmeli, her alanda yeni anlayışa göre kooperatifler kurulmalıdır. KOBİ’ler sürekli desteklenmelidir. Ekonomik canlılığın merkezi haline getirilmelidir. Üretimin en önemli girdisi olan enerji, ülkemizde yeniden yapılandırılmalı, Türkiye için çok verimli alanlar olan rüzgâr ve güneş enerjisine özel önem verilmelidir. Toplu taşımacılık ve raylı sistem öne çıkartılmalı, hızlı trenler yaygınlaştırılmalıdır. Türkiye; TÜRKİYERAY şantiyesine çevrilmelidir. Laik ve demokratik bir Türkiye’de; Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalı, ordu savunma ihtiyacına göre yeniden yapılandırılmalıdır. Bu iki kurumdan elde edilecek devasa bütçe; işsizlik ve yoksullukla mücadeleye harcanmalıdır. Bu yol ile istihdam alanları artırılmalıdır. Sosyal Devlet’te; işsizlerin ve yoksulların tümü gerekli yasal koşullar çerçevesinde ‘sosyal yardım’ almalı, temel ihtiyaçları ücretsiz karşılanmalıdır. İşsizlik güvencesi yaygınlaştırılmalıdır. Sosyal Devlet’te; engelliler, özel yaklaşımlarla, hayatın her alanında korunmalı, sosyal devletin koruması altında hayata karışımları eşitlenmelidir. Çağdaş bir anayasa için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR! ANAYASA İNSAN MERKEZLİ OLMALIDIR! Anayasalar birer toplumsal sözleşmedir. Bireyi, devlete karşı koruyan, kişilerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan metinlerdir. Yeni ve çağdaş bir anayasa, insan haklarının; doğuştan, evrensel, bütünsel, bölünmez olduğundan hareketle; insan haklarına ve temel özgürlüklere dayanmalıdır. İnsanı merkeze almalıdır. İnsan onuru, eşitlik, özgürlük, barış ve dayanışma Anayasada temel değerler olmalıdır. Hukukun üstünlüğü ve demokrasi bu değerleri yaşatacak
SACAYAK
Ağustos 2009
sistemin temel yapıları olmalıdır. Yeni Anayasa, Türkiye toplumunun çoğulcu yapısı dikkate alınarak ‘çok kültürlü, çok kimlikli, çok inançlı, çok dilli’ bir yaklaşımla kurgulanmalıdır. Yeni demokratik çağdaş anayasada; Milli Güvenlik Kurulu, Diyanet İşleri Başkanlığı, Özel Harp Dairesi gibi kuruluşlar olmamalı, savaş ve doğal afet dışında olağanüstü hal ve sıkıyönetim uygulamalarına kesinlikle yer vermemelidir. Hukukun üstünlüğü, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkeleri uyarınca yargı da yeniden yapılandırılmalıdır. Yargıçların üzerindeki siyasi vesayet kaldırılmalıdır. Seçim ve siyasi partiler yasası ulusalüstü normlar da dikkate alınarak demokratikleştirilmelidir. Üniversiteler, idari, mali ve bilimsel yönlerden özerk kuruluşlar olmalıdır. Düşünce, din, vicdan özgürlüğü önündeki engeller ile fikri, kültürel ve sanatsal yaratıcılığın önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır. Düşünce ve ifade özgürlüğü; şiddet unsuru dışında sınırlandırılmamalıdır. Çalışanların grevli, toplu sözleşmeli sendika hakkı anayasa ile güvence altına alınmalı, temel hak ve özgürlüklerden olmayan lokavt, yasal hak olmaktan çıkarılmalı, iş yaşamı ve çalışma barışına uygun sınırlamalar dahilinde yeniden düzenlenmelidir. Kamu hizmeti, kamu sağlığı, kamu yararı, sosyal güvenlik, sosyal adalet gibi kavramlar, sosyal devlet kavramı çerçevesinde anayasada yer alacaktır. Yeni anayasanın hazırlanmasında, hükümetin ve kamunun ilgili organları dışında, üniversiteler, barolar, meslek odaları, sendikalar ve sivil toplum örgütlerinin katılımı sağlanmalı, anayasa olabildiğince bütün toplum kesimlerinin üzerinde anlaşabileceği ortak bir uzlaşma metni olmalıdır.
Eşit haklar için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR! ALEVİLER EŞİT YURTTAŞ OLMALIDIR! Yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan Aleviler yok sayılıyor. Ciddi ayrımcılığa uğruyorlar. Çocukları başta olmak üzere, Alevi toplumunun tümü ve Alevilik asimile edilmeye çalışılıyor. Alevi köylerine zorla yaptırılan camiler, kamu ve özel kuruluşlarda yapılan psikolojik baskılar, günde beş vakit yüksek sesle dinlettirilen ezan, Ramazan ayı öncesi ve sırasında yapılan büyük propaganda bombardımanı, yardımcı ders kitapları başta olmak üzere, iftiralar üzerine kurulu aşağılamalar asimilasyon ve sindirme faaliyetleri eksiksiz uygulamaya devam ediliyor. Bu ülkenin tartışmasız bir biçimde, Sünnileri, Hıristiyanları, Ortodoksları, Süryanileri gibi ‘asli unsuru’ olan Aleviler, yasalar önünde de eşit değiller. İnanç merkezleri olan Cemevi, bir Cami, Mescit, Kilise ya da Sinagog gibi inanç merkezi olarak kabul edilmiyor. Alevilerin de vergileriyle finanse edilen Diyanet İşleri Başkanlığı yalnızca Sünnilere hizmet veriyor. Laiklik tarifi yalnızca kitaplarda kalıyor. Alevi inancı ile ilgili yapılması gerekenler artık üzerinde tartışılmayacak kadar açıktır: Laik ve Demokratik bir Türkiye’de; Alevi kimliği resmen tanınmalıdır. Cemevlerine “ibadet yeri” statüsü verilmelidir. AİHM’nin de ‘bir insan hakları ihlali olarak karara bağladığı’ zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. Laiklik ilkesinin ihlali olan, gericiliği ve siyasal İslam’ı besleyen Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalıdır. Alevi köylerine cami yaptırma politikaları derhal durdurulmalı, bu güne kadar yapılan camiler bir kararname 41
SACAYAK ile Cemevine çevrilmeli ve bu köylerdeki imamlar geri çağrılmalıdır. Madımak oteli müze olmalıdır. Ders kitapları, sözlükler, ansiklopediler ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca önerilen yardımcı kitaplardaki, Aleviliği aşağılayan; tanımlamalar çıkarılmalıdır. Basın ve yayın organları, dinsel hoşgörüsüzlüğü kışkırtan haber ve yayınları engellemek için, öz denetim mekanizmalarını işletmeli, ayrımcılığı yasaklayan yasalar başta medya için geçerli hale getirilmelidir. Hacı Bektaş Dergâhı müze statüsünden çıkartılmalı, Alevilerin kutsal mekânlarının yönetim ve bakımı Alevi Örgütlerine bırakılmalıdır. Medyada ‘ötekiler’ yaratarak ve egemen dinin sosyal baskı mekanizmalarını üreterek, farklı olanlarını kendisini tanıtmasını kamu hizmeti adına engelleyen tek yanlı yayınlara son verilmelidir. Türkiye’de yaşayan dinsel azınlıkların antlaşmalardan kaynaklanan hakları teslim edilmelidir. Azınlık statüsü dahi tanınmayan; Ezidilerin, Asurîlerin, Süryanilerin inançlarını yaşamaları önündeki engeller kaldırılmalıdır. KÜRT SORUNU BARIŞÇIL ÇÖZÜLMELİDİR! Türkiye’nin önemli bir gerçeği olan Kürt sorunu; yıllardır çözülemediği için kan ve gözyaşı akmaya devam etmektedir. Kürtler, ülkemizin bir gerçeğidir. Bu gerçeklik; sosyal, kültürel ve kimliksel olarak reddedilemeyecek düzeydedir. Kürtler, yaşadıkları topraklarda göçmen ya da göçebe değillerdir. Kürt sorununun artık yalnızca bir ‘asayiş’ sorunu olmadığı ve yalnızca askeri tedbirlerle çözülemeyeceği görülmelidir. Kürt sorunu Türkiye’nin sorunudur. Türkiye Halkı, bu sorunu çözebilecek akla, vicdana, adalet ve eşitlik duygusu42
Sayı 5
na sahiptirler. Kürt mesesinin temelinde bir ‘kimlik talebi’ olduğu kabul edilmeli, Kürtlere kültürel hakları, dil ve eğitim hakları tereddütsüz sağlanmalıdır. Bölgede, köy koruculuğu sistemi ve özel örgütlenmeler dağıtılmalı, köylerinden göçe zorlananlara maddi altyapı oluşturulmalı, yurtlarına geri dönüş olanağı sağlanmalıdır. Bölgeye ciddi ekonomik yatırımlar doğrudan devlet eliyle yapılmalıdır. Bölgesel kalkınma politikalarıyla Güney ve Doğu Anadolu bölgesinin geri kalmışlığının ortadan kaldırılması ve iktisadi seviyesinin Türkiye ortalamasının üzerine çıkarılması sağlanmalıdır. Doğu’da, Güneydoğu Anadolu’da gerçek anlamda bir toprak reformu yapılmalıdır. GAP projesi tüm yönleri ile tamamlanmalı, bölge insanının kalkınmasına sunulmalıdır. Mayınlardan temizlenen arazi, topraksız bölge halkına dağıtılmalıdır. Feodal artıklar olan ağalık, şeyhlik kurumları tasfiye edilmelidir. ‘Töre’ denilen ilkel zihniyet mahkûm edilmeli, bireyler özgürleştirilmelidir. Kürt mesesinin çözümü; sosyal, siyasal, kültürel, dilsel, ekonomik ve yönetsel politikaların eşzamanlı olarak uygulanması ve ortaklaştırılmasından geçmektedir. Bu politikanın ilk adımı ateşkes, ikinci adımı ayrımcılığa ve aşağılamaya dayalı uygulamalara son verilmeli, üçüncü adımı koşulsuz genel af çıkarılmalı, dördüncü adım ise farklılıkların zenginlik olarak kabul edildiği çağdaş bir anayasanın hazırlanmasıdır. Bu nedenle, Kürt sorununun çözümü için, siyasi iktidar ile DTP başta olmak üzere, bütün siyasi partilerin, sendikaların, sivil toplum kuruluşlarının, akademisyenlerin ve sanatçıların katılacağı ortak bir ‘Kürt Sorunu Çözüm Komisyon’u oluşturulmalıdır. Kürt sorununda barışçıl ve demokratik bir
Ağustos 2009
çözüm için öncelikle özgür bir tartışma ortamı yaratılmalı ve ardından da çözüm mutabakatı sağlanmalıdır. AZINLIKLARIN HAKLARI TESLİM EDİLMELİDİR! Anadolu’da başlatılan ve başarıya ulaşan Kurtuluş Savaşı sonucunda imzalanan Lozan Antlaşması ile genç Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Genç cumhuriyetin kuruluşunda tüm yurttaşların eşit emekleri bulunuyor. Türkiye’de birden fazla etnik ve dinsel grup (Kürtler, Araplar, Çerkezler, Lazlar, Boşnaklar, Süryaniler, Keldaniler, Asuriler, Ermeniler, Rumlar, Tatarlar, Gürcüler, Çeçenler, Abazalar, Adıgeyler, Pomaklar, Arnavutlar, Museviler, Romanlar (Çingeneler), Aleviler, Nusayriler, Yezidiler ve Dürziler) yaşıyor. Bu çerçevede; Türkiye, İkiz Sözleşmeler olarak kabul edilen ve birinci kuşak hakları düzenleyen BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi (MSHS) ile, ikinci kuşak hakları düzenleyen Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne (ESKHS) koyduğu çekinceleri kaldırmalıdır. Türkiye, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin “eğitim hakkı”nı düzenleyen 13. maddesindeki ebeveynlerin çocuklarına devlet okulları dışında okul seçme hakkı ile inançlarına uygun dini ve ahlaki eğitim verme hakkının kapsamının sınırlandırmasına ilişkin çekinceleri kaldırmalıdır. Türkiye, Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin “azınlıkların hakları”nı düzenleyen 27. maddesindeki “etnik ve dinsel azınlıklarla dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde bu azınlıklardan olan kişilerin, gruplarındaki öteki üyelerle birlikte topluluk olarak kendi kültürlerinden yararlanmak, kendi dinlerini açıklama ve
SACAYAK uygulamak ya da kendi dillerini kullanmak hakları yadsınamaz” hükmüne koyduğu çekinceyi kaldırmalıdır. Türkiye, BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin; 17. 29. ve 30. maddelerine koyduğu çekinceleri kaldırmalıdır. Lozan Antlaşması, sadece gayrimüslimleri azınlık olarak kabul ediyor. Rum, Ermeni, Musevi ayırımı yapmıyor. Gayrimüslim olan Süryaniler ve Yezidilerde Lozan Antlaşması kapsamında azınlık kabul edilmeli ve azınlık haklarından yararlandırılmalıdır. Süryanilere resmi statü verilmeli, kendi dillerinde (Süryanice) manastırlarda (Midyat’ta bulunan Mor Gabriyel, Mor Hobel ve Mor Abrohom Manastırları) dini eğitim yapmalarına izin verilmelidir. Bugün sayıları 50.000 olarak tahmin edilen Ermeniler, sayıları 25.000 olarak tahmin edilen Museviler ve sayıları 5.000 olarak tahmin edilen Rumların sahip oldukları azınlık kurumlarına tüzelkişilik tanınmalıdır. Gayrimüslimlerin mülkiyet edinmeleri önündeki yasal engeller kaldırılmalıdır. Gayrimüslim dinsel toplulukların din adamlarını eğitme hakkı tanınmalıdır. 1971’den bu yana kapalı olan Rum Ortodoks Ruhban Okulu (Heybeliada) açılmalıdır. Türk olmayan din adamlarının Süryani veya Keldani kiliseleri gibi belirli kiliselerde çalışmaları önündeki yasal engeller kaldırılmalıdır. Ekümenik Patrik dinsel unvanının kullanmasına izin verilmelidir. Antik çağın inancına sahip Yezidilerin Laleş’te bulunan tapınaklarına yapacakları hac ziyaretleri önündeki engeller kaldırılmalıdır. İnançlarını yaşatmaları için uygun ortam sağlanmalıdır. Çingenelerin sistemden dışlanmaları43
SACAYAK na son verilmelidir. Devlet ve toplum üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmelidir. Toplumsal entegrasyon sağlanmalıdır. Çingenelerin, Türkiye’ye göçmen olarak girmelerini yasaklayan mevzuat yürürlükten kaldırılmalıdır. Çingenelerin, uygun ikametgâh, eğitim, sağlık ve istihdama ulaşmalarında karşılaştıkları güçlükler ortadan kaldırılmalıdır. Türkiye, Avrupa Konseyi belgelerinden Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı ile Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’yi imzalamalıdır. DEZAVANTAJLI GRUPLAR TANINMALIDIR! Irksal, dinsel, dilsel, kültürsel, kimliksel, cinsel; tüm bu kimliklerinden dolayı horlanan, ayrımcılığa tabi tutulan, dışlanan dezavantajlı guruplar tanınmalı, toplumun ayrılmaz parçaları oldukları kabul edilmeli, eşit yurttaş olmalarından kaynaklanan tüm hakları teslim edilmelidir. Devlet Yurttaşları Arasındaki Ayrımcı Uygulamalara San Vermelidir! Bilimsel bir eğitim için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR! EĞİTİM BİLİMSEL VE ÖZGÜR OLMALIDIR! Türkiye’de eğitim hak ettiği noktaya taşımak, ancak köklü değişikliklerle olanaklı olabilir. Bu nedenle eğitim sisteminde yapısal değişiklikler gereklidir. Okul öncesi eğitimden başlayarak eğitim yatırımlarına, ders kitaplarının hazırlanmasından eğitim yöneticilerinin belirlenmesine; sınıf mevcutlarından eğitimin bilimsel, demokratik, laik yönünün geliştirilmesine; derslik, okul, öğretmen açıklarından eğitimin genel bütçe içindeki payına kadar, eğitimin hemen her kademesinde köklü bir değişime gereksinim vardır. 44
Sayı 5
Bu çerçevede; Laik ve demokratik Türkiye’de, eğitimin temel amacı, kendine güvenli, kendi yetenek ve becerilerinin farkına varan, kendini ve içinde yaşadığı toplumu tüm yönleriyle tanıyan, bilgi çağının gereklerini yerine getirebilecek donanıma, düşünme, algılama ve üretme becerisine sahip insan yetiştirmektir. Bunun yolu da hurafeler yerine bilimsel olmaktan geçer. Eğitim, aynı zamanda, sevgi, dayanışma ve hayatı sevme üzerine olacağı için, ilköğretimden başlayarak üniversite sonrasına kadar sınav odaklı ve ezbere dayalı eğitim, eğitim kalitesini de düşürdüğü için, sonu gelemeyen sınav maratonu ortadan kaldırılmalıdır. Eğitimde herkese fırsat eşitliği verilmeli, özelleştirilen bütün okullar yeniden kamusallaştırılmalıdır. Bütün ders kitapları ırkçı, saldırgan, şiddet içeren, bir başka kültürü ya da inancı aşağılayan bilgi, belge ve yaklaşımlardan arındırılmalı ve yeniden yazılmalıdır. Yüksek öğretim, yeniden yapılandırılmalı, 12 Eylül ürünü olan YÖK kaldırılmalı, üniversiteler özerk, özgür ve demokratik olmalıdır. Yüksek öğrenim, demokratik ve katılımcı olmalı, üniversitenin yönetiminde en küçük akademik birimlerden başlayarak üyelerin, öğrencilerin katılımıyla oluşan kurullarca yönetilmesi sağlanmalıdır. Demokratik süreçlerin işletilmesinde, kamu çıkarı ve liyakat ilkeleri belirleyici olmalıdır. Akademik yükseltme ve diğer değerlendirme ölçütleri fen, sağlık, sosyal ve güzel sanatlar alanlarının özgünlükleri göz önünde tutularak hazırlanmalıdır. Üniversite yönetimi, bulunduğu her ortamda üniversite çalışanlarının özlük haklarının ve ücretlerinin iyileştirmesini savunmalıdır.
Ağustos 2009
Yabancı dil eğitimi kurumsallaştırılmalı, oluşturulan dil laboratuarlarında uzmanların denetiminde öğrencinin ve talep eden bütün çalışanların yabancı dil öğrenmesi sağlanmalı ve dil kursları ücretsiz olmalıdır. Sağlıklı bir toplumsal gelişmenin sanatsal üretimin ve duyarlılığın çoğaltılmasıyla mümkün olabileceği bilincinden hareketle üniversitelerimizde düşünsel ve sanatsal araştırmaların artırılmasına önem verilmelidir. Diğer yandan üniversiteler öğrenci odaklı olmalı, bütün öğrencilerin aktif katılımının sağlanacağı ‘Üniversite Öğrenci Kongresi’ örgütlenmesi oluşturulmalıdır. Herkese ücretsiz sağlık hakkı için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR! SAĞLIK HİZMETLERİ TAMAMEN ÜCRETSİZ OLMALIDIR! Laik ve demokratik bir Türkiye’de, herkes için eşit, ulaşılabilir, nitelikli, ücretsiz sağlık hizmeti temel ilke alınarak sağlıktaki eşitsizlikler kademeli olarak giderilmeli ve toplumun sağlık düzeyinin yükseltilmesi sağlanmalıdır. Sağlıktaki eşitsizliklerin giderilmesi ve toplumun sağlık düzeyinin düzeltilmesi sadece sağlık hizmetleri alanında yapılacak düzenlemelerle gerçekleştirilemeyeceği için, sağlığı doğrudan ve dolaylı etkileyen ekonomik, sosyal ve siyasal ilişkilerde dezavantajlı toplumsal sınıflar lehine köklü değişiklikler yapılmalı ve böylece sağlıkta eşitlik ve toplumsal gelişme mümkün hale getirilmelidir. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’na (Dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği) en az yüzde 10’luk bütçe payı ayrılmalı, hizmet sunumu ile finansman tek elde toplanmalıdır. Birinci basamak sağlık hizmetleri özendirilmeli, bölgesel dağılım ve ihtiyaçlar göz önüne alınmalı, sağlık ocağı sayısı ve sağlık evi sayısı arttırılmalıdır. Kamu hastanelerinin yapımı ve do-
SACAYAK nanımı (sayı ve bölgesel eşitsizlikleri azaltacak, ihtiyacı karşılayacak ve sevk zinciri içerisinde çalışacak) bir düzenleme ile artırılmalıdır. Hekimlere tam süre çalışma getirilmeli, çalışma koşullarının düzeltildiği, emeğin ücret olarak karşılığının alındığı, grevli toplu sözleşmeli koşullarda, gerek halka sunulan hizmetin niteliğinin yükseltilmesinde, gerekse de hekimlik pratiğindeki etik kirlenmenin önlenmesinde önemli bir çözüm olarak görüldüğü için tam süre uygulamasına geçilmelidir. Hekimlerin ülke düzeyinde dağılımındaki dengesizlikler azaltılmalı, bölgesel farklılıklar gözetilmeli, hekimlere sağlıklı çalışma ortamları hazırlanmalı, özendirici teşvik edici bir istihdam politikası izlenmelidir. Ülke ihtiyacına uygun bir eğitimle hemşire ve diğer sağlık çalışanlarının sayısı ve nitelikleri artırılmalı, dağılımdaki eşitsizlik düzeltilmelidir. Tedavi edici değil, koruyucu sağlık sistemi esas alınmalıdır. Cinsiyete dayalı ayrımcılığı kaldırmak için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR! KADINA EŞİT HAK VE FIRSAT SAĞLANMALIDIR! Laik, demokratik bir Türkiye, kadınların her alanda eşit haklara ulaşmasını sağlanmalıdır. Bunun öncelikli yolu, demokratikleştirilecek anayasa ve yasalarda kadınlara karşı cinsiyetçi ve ayrımcı, yer yer aşağılayıcı ifadelerin çıkartılmasıyla başlanmalıdır. Hukukta ‘kadınlara karşı suç’ kavramı oluşturulmalı, cinsiyetçi ayrımlar, bekâret kontrolü, taciz gibi uygulamalar cinsel şiddet kapsamında görülmelidir. Kadınların eşit haklara kavuşması ve kâğıt üzerindeki haklarını kullanması ancak, her alanda kadına eşit hak tanınması ile mümkündür. Kadınların eşit 45
SACAYAK
Sayı 5
hak ekseninde konumunun güçlendirilmesi, kota uygulaması başta olmak üzere, pozitif ayrımcılıkla sağlanmalıdır. Belediyeler, kadınların yönetiminde, kadınlara yardım sağlayan danışma merkezleri ve sığınma evleri kurulmalı, kreşler ve çamaşırhaneler çoğaltılmalıdır. Gençleri geleceğe taşımak için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR! GENÇLERE FIRSAT EŞİTLİĞİ SAĞLANMALIDIR! Geleceğimizi emanet ettiğimiz gençliğimizin; Eğitim, bilgiye erişim, kültürel, sportif gelişime ulaşmaları önündeki engeller kaldırılmalıdır. Eğimde fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Örgün ve yaygın eğitim ile bilgi çağına uygun gelişimleri sağlanmalıdır. İlköğretimden başlayarak yabancı dil öğrenmeleri teşvik edilmeli, bunun için uygun koşullar sağlanmalıdır. Her alanda pozitif ayrımcılık yapılmalıdır. GENÇLER AKTİF SİYASAL YAŞAMDA YERLERİNİ ALMALIDIR! Laik ve demokratik bir Türkiye, gençlerin, siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşama aktif katılımlarını engelleyen anayasal ve yasal bütün engeller ortadan kaldırılmalıdır. Onların siyasetle ilgilenmelerini engelleyen bütün yasaklar da kaldırılmalı, gençlerin lisede ve üniversite öğrenci örgütlerine, siyasal partilere
rahatça üye olmaları sağlanmalıdır. Gençlere siyasetin yolu açılmayıdır. Meslek eğitimine özel önem verilmeli, mesleksiz genç kalmamalıdır. Gençlerin boş zamanlarını değerlendirebilmeleri için merkezi ve yerel düzeyde her türlü eğitsel, sportif ve kültürel yatırım yapılmalıdır. Barış ve refahı paylaşmak için ŞİMDİ DEĞİŞİM ZAMANIDIR! DIŞ İLİŞKİLERDE TEMEL KRİTER BARIŞ OLMALI! Demokratik bir Türkiye’de dış ilişkiler yeniden düzenlenmeli, barışçıl yaklaşımlar temel kriter olmalıdır. Kıbrıs sorunu başta olmak üzere, bütün dış sorunlarımız barışçıl ve gönüllülük temelinde çözülmelidir. Yunanistan, Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve Rusya başta olmak üzere, bütün komşu ülkelerle eşit ve bağımsız ilişkiler kurulmalı, düşmanlık ve savaş kışkırtıcılığına hiç bir düzeyde izin verilmemeli, Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayan Türkiye’nin, zengin kültürel deneyimi bütün dünya ile paylaşılmalı. Türkiye’nin, daha sosyal ve daha demokratik bir Avrupa talebi çerçevesinde Avrupa Birliği’ne girmesi sağlanmalı, daha sosyal, daha demokratik bir Avrupa ve Türkiye hedefi için, ulusal ve uluslar arası düzeyde dayanışmalar gösterilmeli, Birleşmiş Milletler örgütünün yeniden yapılanması için yeni projeler geliştirilmelidir. Ankara, Temmuz 2009
SACAYAK Derginize Abone Olun
Türkiye TL 40 – Avrupa Birliği € 50 – İngiltere £ 40 Abone olmak için abone bedelini postaneya yatırın: Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd. Şti. Posta Çeki Hesabı (No 1629127) Ayrıntılı posta adresinizi, cep telefonunuzu ve e-postanızı okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte bize fakslayın: +90.(0)212.519 56 35
46
Ağustos 2009
SACAYAK Âşık Veysel’e Takke Giydirildi
Bir Başarı Öyküsü ve Bir İşaret Fişeği Veysel Kaymak
Ş
arkışla’da 18–19 Temmuz 2009 tarihinde düzenlenen, “Âşık Veysel Kültürel Etkinliklerinde”, onların isimlendirmesiyle “sözde”, “Uluslararası Âşıklar Bayramında”, Şarkışla’da Âşık Veysel Parkı’nda, yeni dikilen Takkeli Âşık Veysel heykelini görünce şaşırmıştık. Tören saygı duruşu, İstiklal Marşı’nın okunması ile başlamıştı. Kaymakamın kısa bir konuşması oldu. Bu kültürle ilgili, ilgisiz bir iki de halk ozanı katılmıştı etkinliklere. Bir de Irak’lı ozan çağrılmıştı. Hani uluslararası bir etkinlikti ya! Aslında etkinliğe fazla bir katılım da yoktu. Çok çok yüzeli iki yüz kişi katılmıştı. Orada bulunan, Âşık Veysel dostları olarak aramızda, heykelle ilgili bir hoşnutsuzluk vardı. Bunu tepkiye dönüştürecek, kendi aramızda bir çalışma da aklımıza gelmedi. Ama şaşkınlığımız devam etti. Aynı gün köye döndüğümüzde bir kaç arkadaşla oturup konuyu değerlendirmeye çalıştık. Âşık Veysel’in takkeli heykelinin kaldırılması konusunda tepkiye kendi köyümüzden ve çevre köylerden başlamalıydık. Âşık Veysel’in ailesinden, durumu anlayan özellikle de bunun bilincinde olan torunları bu işin içinde olmalıydı. Köydeki etkinliğe de fazla bir katılım yoktu. Yaklaşık beş yüz kişi katılmıştı. Programının içeriğini tahmin ettikleri için de köyden ve çevreden birçok insan da katılmamıştı. Bütün bu ve benzer olumsuzlukları aşmak için de Ankara’da bulunan iki dönem başkanlığını yaptığım; (l992-l994, l996-1998) Âşık Veysel Kültür Derneğini, yeniden yapılandırmak, her yönüyle; (üye sayısı, üye yapısı, mali olarak, vb.) güçlendirmek gerekiyordu. Ankara’ya döndüğümde, bu hassas konuyu, Âşık Veysel Kültür Derneği eski başkanı olarak, köylüsü ve Âşık Veysel dostu olarak en azından internete taşımalıydım. Durumu anlatan kısa bir yazı kaleme aldım. Şarkışla’da ki etkinlik sırasında, takkeli heykel resmini çekmesini istediğim, Dünya gazetesinden, fotoğraf sanatçısı Gürsel Gökçe’nin çektiği resimle birlikte yazıyı, Alevi Haber Ajansı’na gönderdim. Alevi Haber Ajansı’nın sorumlusu; sevgili Recai Özdemir, her zaman olduğu gibi büyük bir duyarlılıkla haberi ve resimleri yayımladı sitede. İşte kızılca kıyamet de bundan sonra koptu; öncelikle haberin, Gazeteport’da yer almasıyla birçok internet sitesi, yazılı ve görsel medya büyük bir ilgiyle duyarlılıkla yer verdi konuya. 47
SACAYAK
Sayı 5, Ağustos 2009
Veysel’in kafasına geçirilen takke düştü, AKP’nin “keli” göründü:
Alevileri Sünni Yapmaya Kararlılar!
Veysel Kaymak
Takkeli Bir Heykelini Yapmışlar
(Baştarafı iç sayfada)
Alevi Bektaşi Federasyonu başta olmak üzere, bazı Alevi Bektaşi dernek ve vakıfları da yaptıkları açıklamalarla karşı çıktı; Âşık Veysel’e, değerlerimize yapılan bu haksızlığa… Konu aynı zamanda; DSP İstanbul Milletvekili Hüseyin Mert tarafından; bir soru önergesiyle Meclis’e de taşındı. Bu gün itibariyle aynı şekilde tartışmalar da sürüyor… Gerek Şarkışla Belediye Başkanlığınca, gerekse Kültür Bakanlığınca yapılan açıklamalara bakılırsa; Şarkışla’da Âşık Veysel Parkı’ndaki takkeli, Âşık Veysel heykeli kaldırılacak. Yerine Âşık Veysel’i, Âşık Veysel düşünce ve felsefesini ifade eden yeni bir heykel konacak. Bu yapılanlar, aynı zamanda bir başarı öyküsüdür de… Sağcı iktidarların yaptıkları asimilasyona, ülkeye verdikleri tahrifata, Arap kültürüne kul köle etme düşüncesine karşı çıkılıp, başarılı olunabileceğine de bir işarettir. İstenilirse gericiliğe dur denebileceğini gösteren bir işaret fişeğidir… 31 Temmuz 2009
Veysel’in ilçesi Şarıkışla’da Takkeli bir heykelini yapmışlar Veysel sağcı imiş, dinciymiş güya Takkeli bir heykelini yapmışlar Kaymakamı, Belediye Başkanı Boş bulmuş olacak ki meydanı Süsleyip, püsleyip bunca yalanı Takkeli bir heykelini yapmışlar Veysel’in sembolü fötr bir şapkadır Piposudur, sek içtiği rakıdır Çağdaşlıktır, hem bilimsel akıldır Takkeli bir heykelini yapmışlar Veysel düşüncede, şiirlerdedir Şekilde değildir, gönüllerdedir Ararsan bulursun resimlerdedir Takkeli bir heykelini yapmışlar Veysel’in Tanrısı kara topraktır Bütün bir evrendir, hem Enel Hak’tır Bunu anlamayan ham bir ervahtır Takkeli bir heykelini yapmışlar Veysel’den Veysel’in gönlüne yol var Veysel bir deryadır değildir dindar O’nun bağlandığı Hazreti Hünkâr Takkeli bir heykelini yapmışlar. 1 Ağustos 2009