sacayak
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
BU SAYIDA: Veliyettin Ulusoy - Bugünkü Durum ve Siyasallaşma - 2006 yılından günümüze uyarılar Esen Uslu - Aleviler ve Demokrasi 8 Kasım’ Ayrımcılığa Karşı Eşit Yurttaşlık Hakkı İçin Alevi Mitingi Ahmet Koçak - Kimsenin İştahı Kabarmasın Mitinge Katılan Sanatçı, Aydın, Sendikacı ve Milletvekilleriyle Söyleşiler Örgüt Yöneticilerinin Konuşmalarından Bölümler İréne Mélikoff’un Ölümünün Birinci Yılı Prof. Martin van Bruinessen - I. Melikoff’un “Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe” Kitabı Üzerine Bir Değerlendirme - Çeviren: Mustafa Kızıltepe David Durak Arslan - Mutluluk Sizi Çağırıyor... Mevlüd Oruç - Ğadir Hum Bayramı Günü Tatil Olmalıdır İsmail Kaygusuz- Şemseddin Tebrizi Kimdir - Bölüm I Munzur Dosyası Ergin Doğru - Munzur’a Sözümüz Olsun Remzi Aydın - Sahipsiz Çığlıklar (Munzur’dan Yükselen Ağıt) Celal Arslan - İzzettin Hocaya Açık Mektup - 2 Demir Küçükaydın - Alevilerden Çocuksu Beklentiler Nedim Kanoğlu - Sadaka Değil Sendika - 2
ISSN 1308-7967
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans B.D.O. Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı 102, Eminönü - İstanbul Tel/Faks:+90.(0)212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sok. No: 24, Nurtepe, Kağıthane, İstanbul - Tel: 0212.321 23 00 Baskı Türü: Yerel - Süreli
Aylık Dergi / Fiyatı: 3 TL / £ / €
8
Kasım 2009 / Sayı:
SACAYAK
Sayı 8
Erik Stinus
Zekeriya Gökpınar
ERİK STİNUS, Danimarkalı şair, yazar, çevirmen, komünist, barış savaşçısı candı. Dünyanın neresinden olursa olsun faşizmin, baskının, zorbalığın karşısında dikilmekten çekinmeyen bir insan-ı kâmildi. Nazım Hikmet’i Dancaya çeviren Erik Stinus, 1980 faşist darbesinden sonra Danimarka’da kurulan siyasi tutuklularla dayanışma ve Türkiye’de demokratik hakları savunma komitelerinde aktif yer almıştı. 1951 Berlin Dünya Gençlik Festivali’nde Nazım Hikmet ile tanışmıştı. Temel eğitimden sonra denizci olarak çalıştı, Burma, Pakistan, Hindistan, Sri Lanka’da bulundu. Sonra ülkesine döndü ve öğretmenlik eğitimi aldı. Bombay Üniversitesi öğretim görevlisi Sara Mathai ile evlendi. İlk kitabı Sınırdaki Ülke 1958’de yayınlandı. 1963’te faşist rejimlerle yönetilen İspanya ve Portekiz üzerine Sırtımızda Güneş adlı kitabı yayınlandı. Üç yıl Tanzanya’da gönüllü çalıştı. Gökyüzünün Altındaki Toprak adlı kitabı 1979 Eleştirmenler Ödülünü aldı. Türkçeye çevrilmiş üç şiir kitabı da olan Erik Stinus’a Nazım Hikmet Vakfı da Nisan 2009’da ödül vermişti.
ZEKERİYA GÖKPINAR Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Gaziantep Şubesinin kurucu başkanıydı. Derneğin adı Alevi Kültür Dernekleri olarak değiştikten sonra da Gaziantep Şubesi’nin Başkanlığını yaptı. İller Bankası eski Gaziantep Bölge Müdürü olan Zekeriya Gökpınar’ın kendisini tanıma şerefine erişmiş AleviBektaşi canlar arasında lakabı, çalışkanlığından dolayı “Atom Karınca” ve direngenliğinden dolayı “Beton Çivisi” idi. Bunca yıl ara vermeden kendini tümüyle vererek yürüttüğü çalışmalara bir tatil yapmak için bir kaç gün ara verip gittiği Nevşehir Kozaklı Kaplıcaları’nda Hakk’a yürüdü. Zekeriya Baba, 16 yıl boyunca başkanlığını yürüttüğü AKD Gaziantep Şubesi’nin cemevi binasının inşaatı için olağanüstü bir çaba sarfetmişti. Cenazesi, her yerinde elinden, beyninden, canından izler taşıyan Cemevi’nden, her Alevi-Bektaşi için örnek olacak şekilde kaldırıldı. AleviBektaşi erkânına uygun olarak halka niyazı, rızalık, samahlar, deyişler, duvazimamlar, tevhidler ve devriyeler ile sırlandı.
(1934 – 2009)
2
(1930 – 2009)
Kasım 2009
SACAYAK Son Günlerde Yoğun Biçimde Tartışılan Alevilerin Siyasi Parti Kurma Sorunu Üzerine Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Ulusoy’un 2006 Yılında Yaptığı Bir Konuşmadan Güncel Bölümleri Bir Kez Daha Sunuyoruz
Bu konuşma geçtiğimiz günlerde Hakk’a yürüyen Zekariya Gökpınar canımızın başkanlığını yaptığı HBVKTD Gaziantep Şubesi’nin 3 Aralık 2006 tarihinde Serçeşme dergisi yararına düzenlediği konserde yapılmıştı ve ilk kez Serçeşme dergisinde yayınlanmıştı.
Bugünkü Durum ve Siyasallaşma
S
ON GÜNLERDE Alevi-Bektaşi örgütleri temsilcileri siyasi arenaya inme konusunda düşüncelerini belirtiyorlar. Türkiye’de yaşayan Alevi-Bektaşi toplumu varlığını kanıtlama ve haklarını elde etme kavgası yüz yıllardır hep olmuştur; zamanımıza kadar da hep süregelmiştir. Kavga yalnızca Anadolu’da yaşayan Alevilerle sınırlı kalmamıştır. İslâmiyet’in doğuşundan itibaren, özellikle de Hz. Peygamberin vefatından sonra, önce Anadolu’nun dışında başlamış, yüz yıllar boyu da türlü evrelerden geçmiştir. Osmanlı padişahlarından Yavuz Selim’in İslâm Halifeliği’ni eline geçirmesinden sonra, Alevilerin varlıklarını koruma ve var olduklarını, bir takım haklarının bulunduğunu kanıtlama kavgası Anadolu’da başlamıştır. Ne var ki tüm bu çabalar, çoğu kez beklenilen ya da istenilen sonuçlara ulaşmamıştır. Hz. Ali’nin şahadeti ile kurulan Emevi saltanatı ve bu saltanatın yıkılması ile kurulan Abbasi yönetimi boyunca, Alevi kesim daima takip altında, daima baskı içinde tutulmuştur. Osmanlı döneminde de durum bundan pek farklı olmamıştır. Aynı zamanda bir İslâm Halifesi olan Osmanlı padişahları, özellikle, Şii inanca sahip İran devleti ile her zaman hasım durumda olmuşlardır. Bu sebeple de Anadolu Alevilerine daima şiddet ve baskı uygulanmıştır. Bu şiddet ve baskı ise haklı olarak zaman zaman karşı tepkilerin doğmasına sebep olmuştur. Çok partili demokratik devlet yönetimlerinin bulunmadığı dönemlerde, şiddet ve baskılara karşı ortaya çıkan tepkiler, ancak halk ayaklanması biçiminde gerçekleştiriliyordu. Emevilere karşı Hz. Hüseyin’in direnişi, Osmanlı Padişahı Kanuni Süleyman’a karşı Kalender Çelebi’nin ayaklanması, Pir Sultan’ın, Şah Kulu’nun yaptığı hareketler ve benzerleri bu karşı tepkilerin hep birer sonucudurlar. Çok partili demokratik devlet yönetimlerinde inanç, düşünce ve amaç mücadeleleri, siyasal partiler aracılığıyla ya da türlü adlar altında kurulmuş dernekler, vakıflar ve sendikalar gibi yasal örgütler kanalı ile yapılmaktadır. Hangi türden olursa olsun, şiddet ve baskılara karşı gösterilen tepkilerin başarıları, ancak ve ancak çok iyi bir planlamaya, çok sağlam bir biçimde kurulmuş altyapıya, gerçekçi ölçülerle varlığı 3
SACAYAK
Sayı 8
saptanmış temel dayanaklara, yani potansiyel destek gücün varlığına ve güvenilirliğine bağlıdır. Tarih iyi incelenirse, Hz. Hüseyin’in, Kalender Çelebi’nin, hak aramak, hakkını korumak ve hakkını almak ya da inançları, düşünceleri sebebiyle maruz kaldığı şiddeti ve baskıyı kaldırmak üzere başlatılmış tüm ayaklanmaların genellikle başarısızlığa uğramış olmalarının temelinde hep şu gerçeklerin yattığı görülür: Başlangıçta iyi bir planlama yapmamış olmak; Gerekli altyapıyı önceden yeterince hazırlayamamak; Potansiyel destek gücü gerçekçi ölçüler içinde saptayamamak. Hz. Hüseyin, Kalender Çelebi ve diğerleri özellikte potansiyel destek gücün güvenilirliğini önceden gerçekçi bir biçimde saptayamamış olduklarından, savaş anında ihanete ve kalleşliğe uğramışlar, sonuç olarak da yalnız kalarak yenilgiden kurtulamamışlardır. Altmışlı yıllarda kurulan Birlik Partisi’nin kısa bir süre içinde dağılıp yok olması da biraz önce saydığımız bu üç temel şartın parti kurulurken yerine getirilmeden, alelacele partileşmek hevesinin ve aceleciliğinin sonucundan başka bir şey değildir. Diğer dedikodular bence ikinci, üçüncü planda kalır. […] Günümüzün Alevi-Bektaşi kamuoyunda şimdi yeni bir arayışın gün ışığına çıkmış bulunduğu görülüyor. Mademki yurt çapında 15-20 milyon, hatta belki daha fazla sayıda bir Alevi-Bektaşi toplumu mevcuttur; bu, milletvekili ve yerel yönetim seçimlerinde hatırı sayılır bir oy potansiyelidir; o halde kendi varlığımızı ve kendi gücümüzü kanıtlamamız gerekmez mi? Bunun zamanı gelmedi mi? Hele de Atatürk’ün kurmuş bulunduğu demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti, aşırı dinci akımların iktidara yürüyüşlerinin tehdidi altında iken! Hele de Atatürk’ün demokratik ve laik cumhuriyetinin özüne, ruhuna en saygılı, en çok sahip çıkan çevrelerin başında Alevi-Bektaşi toplumu varken! Şimdi tartışılan şudur: Alevi-Bektaşi toplumu artık partileşerek, siyasal partiler arasında yerini alsın mı? Ya da programını, ilkelerini, yönünü, kendi ilkelerine en yakın bulduğu bir siyasal partiyi destekleyerek, o partinin çeşitli kademelerinde görevler üstlenmek suretiyle, Alevi-Bektaşi toplumunun beklentilerini bu yoldan mı gerçekleştirmeyi denesin? Bir başka seçenek ise dernekler ve vakıflar kanalı ile güçlü bir biçimde örgütlenmeye devam edip, en kısa sürede federatif bir çatı altında toparlanarak, bir tür baskı gurubu oluşturmaktır. Bu kısmen gerçekleşmiş, ancak henüz birlik sağlanamamıştır. Acaba diye düşünüyorum, bu yollar ile iktidar partilerine, Alevi-Bektaşi toplumunun yurt çapında etkili bir güce sahip bulunduğu; iyi bir oy potansiyeli olduğu gösterilerek, bugüne dek kaybolan, verilmeye yanaşılmayan birçok haklar daha kolaylıkla elde edilebilir mi? Bugün için en önemli mesele, bu seçeneklerden hangisinin en verimli olarak gerçekleştirilebilir olduğudur. Hangisi ele alınırsa alınsın; asla aceleye getirilmeden çok ayrıntılı, çok gerçekçi, he4
Günümüzün Alevi-Bektaşi kamuoyunda şimdi yeni bir arayışın gün ışığına çıkmış bulunduğu görülüyor. Mademki yurt çapında 15-20 milyon, hatta belki daha fazla sayıda bir AleviBektaşi toplumu mevcuttur; bu, milletvekili ve yerel yönetim seçimlerinde hatırı sayılır bir oy potansiyelidir; o halde kendi varlığımızı ve kendi gücümüzü kanıtlamamız gerekmez mi?
Kasım 2009
SACAYAK
yecanlı davranışa yer vermeden konunun araştırılması, fizibilitesinin [gerçekleştirilebilirlik araştırmasının-Serçeşme] çok iyi yapılması ve gerçekçilikten asla ayrılmaması gerekir diye düşünüyorum. Şimdi de bu seçenekleri kısaca ele alıp, üzerlerinde biraz akıl yürütelim. Önce parti konusundan başlayalım. Bu konuyu ele alırken Birlik Partisi örneğini her zaman göz önünde tutmanın yararı vardır. Şu anda yurdumuzdaki gerçek durum şudur: Köyler, kasabalar boşalıyor, Ankara, İstanbul, İzmir ve benzeri büyük şehirler doluyor. Yurt çapındaki Alevi-Bektaşi nüfusunda büyük kaymalar olmuştur. Bir partinin ayakta kalıp, varlık gösterebilmesi için yurt çapında desteğe ihtiyacı vardır. Göçlerle dağılan Alevi-Bektaşi toplumuna ait oylar acaba kurulacak bir partiyi ayakta tutmaya yetecek mi? Birlik Partisi’nin katıldığı seçimlerde çıkartmış bulunduğu milletvekili sayısı, hatırlanacağı üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir grup kurulmasına bile kâfi gelmemişti. Ayrıca bir siyasal partinin politika alanında varlık gösterebilmesi ve seçmenlerine güven verebilmesi için büyük maddi olanaklara da sahip bulunması gerekir. Sağ partiler bunu başarmıştır. Acaba, şeriatçı kesim gibi Alevi-Bektaşi toplumu da özveriyle, heyecanla aynı desteği kendi partisine verebilecek midir? Gerçekleri orta yere dökmekte büyük yarar var. Ne yazık ki, bugün derneklere üye bulunan pek çok kişi, dernek aidatını bile bin türlü naz ile ya kısmen ödemekte ya da hiç ödememektedir. […] Partiler elbette derneklerle ölçülmeyecek kadar çok maddi desteğe ihtiyaç duyar. Diğer taraftan, bu partiyi Alevi-Bektaşi kesim dışında kaç kişi destekler ve benimser? Bir başka önemli husus da şudur: Bugün aramızda Alevi-Bektaşiliği türlü türlü yorumlayan, karşı düşüncede olanları kıyasıya eleştiren gruplar da vardır. Bu görüşleri, bu yorumları asgari müştereklerde buluşturmadan bir parti kurulduğunda, hiziplerin oluşması, bu hiziplerin karşılıklı mücadeleleri sonunda da partinin parçalanıp bölünmesi nasıl önlenecektir? Diğer önemli bir konu da böyle bir partinin kurulması, inandığımız ve savunduğumuz laiklik ilkelerine ters düşmez mi? Bugün Sünni demokrat kesimin, özellikle aydınların Alevi-Bektaşilere sempatiyle baktığı, düşüncelerimizi desteklediği bir gerçektir. Böyle bir parti kurulduğunda aynı desteği bu kesimden alabilecek miyiz? İşte tüm bu kuşkularla, kurulacak bir partinin çok ayrıntılı, çok titiz ön çalışmalardan sonra düşünülmesi gerekeceğine inanıyorum. Alevi-Bektaşi kuruluşlarının ve inanç gruplarının asgari müşterekte birleşerek birbirlerini kucaklamaları, tek bir çatı altında organize olmaları ve baskı grubu oluşturmaları ilk bakışta en çıkar yol olarak görünüyor. […]
Böyle bir partinin kurulması, inandığımız ve savunduğumuz laiklik ilkelerine ters düşmez mi? Bugün Sünni demokrat kesimin, özellikle aydınların Alevi-Bektaşilere sempatiyle baktığı, düşüncelerimizi desteklediği bir gerçektir. Böyle bir parti kurulduğunda Şunu özellikle söyleyeyim: Ben, inanç işleriyle uğraşan dedeaynı desteği bu kesimden lerin siyasete girmesine çok karşıyım. Ve özellikle ben de siyasete alabilecek miyiz? girmeyeceğim. Öyle bir niyetim yok. Anlamam da o işten.
5
SACAYAK
Sayı 8
Ayrımcılığa Karşı Eşit Haklar Mitingi, Dersim Tartışması ve “Sol” Siyasi Parti Kurma Kuru Gürültüsü İçinde Güme Gidenler
Aleviler ve Demokrasi Esen Uslu
D
EMOKRATİK Alevi-Bektaşi dernekleri üst yönetimi geçen yıl yapılan mitingin başarısını siyasi çıkarları için kullanmaya kalkıştı. Önce aksine karar aldıkları halde CHP ile yerel seçimlerde yer kapmak için pazarlığa giriştiler. Bir kez daha reddedildiler. ABF’nin adını çamura buladıkları bu utanç verici durumdan Alevi partisi girişimini yeniden gündeme getirerek çıkabileceklerini sandılar. Hacı Bektaş Veli Kültür Dernekleri’nin seçimlere katılmadığı topal bir genel kurulda seçilmişlerdi. Bir daha seçilme şansları olmadığını gördüler. Olağanüstü genel kurulu ile tüzüğü değiştirip genel kurulda yapılacak seçimlerde tabanının söz ve karar sahibi olmasını önlemeye giriştiler. Açılım Tuzağına Düştükten Sonra Siyasi Geviş Getirme Geçen yılki mitingden sonra laiklik ve demokrasi hedefinde ilerlemek; yükselmiş kararlılığı eylemlerle pekiştirmek görevi dururken aylarca adım atmadılar. AKP hükümetinin önlerine attığı, çiğne çiğne bozulmaz türden “açılım” lastik kemiğini dişlemeyi tercih ettiler. Gözleri kariyerlerinden ve siyasi niyetlerinden başka bir şey görmediği için önlerinde açılan tuzağı görmediler. Kendilerini uyaranları da dinlemediler. Boş bir özgüvenle hazırlıksız gittikleri “açılım” toplantısında, Diyanet’in kaldırılması istemi yerine Diyanet Avrupa’daki Kilise Vergisi toplayan kurumlar gibi olsun gibi komik, ama hazin bir öneride bulunmaktan utanmadılar. Devletlûların davetine icabet etmek gözlerini kamaştırdığı için düşüverdikleri “açılım” tuzağının etkisinden kurtulmak için “radikal” görünmek gerek diyerek bağımsız milletvekili Ufuk Uras’ın sosyal-demokrat eskileri, sendikacılıkla unvanından başka ilişkisi kalmamış sendikacılar ve sol grupların kılıç artıklarıyla kurmaya çalıştığı Özgürlükçü Sol Hareket ile oynaşmaya başladılar. “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz” ya da Alevi Partisine “Sol” Makyajı İlk adım “Nasıl Bir Türkiye İstiyoruz” broşürü oldu. Buradaki görüşleri Türkiye çapında yapacakları toplantılarla tartışacaklarını açıkladılar. Hacıbektaş’ta yaptıkları ilk toplantıyla dertlerinin tartışmak değil, “gövde gösterisi” yapmak olduğunu gösterdiler. Sonra yaptıkları toplantılarda kürsüye “büyükbaş konuşmacı” çıkartıp tartışmaya fırsat vermemek kurnazlığı gösterdiler. Kimse onların, rahmetli Aziz Nesin’in ünlü hikâyesindeki “Seyyar Köfteciler Talimatnamesi” benzeri program taslağını ciddiye bile almadı. Günümüzün bilgi toplumunda ve yoğun siyasi or6
Günümüzün bilgi toplumunda ve yoğun siyasi ortamda “genel geçer sol lafazanlık” hiç kimsenin ayıp yerlerini örten incir yaprağı görevi görmeye yetmiyor. CHP’yi beğenmediğini iddia ederek ortaya çıkan, ama sosyaldemokrat ile “sol” kırması görüşleri harmanlayan bir siyasi program ortaya koyanlara, “Aslı varken çakmasını niye destekleyelim?” dediler.
Kasım 2009
“Bir milyonluk” miting yapma sözlerine karşın ciddi ön hazırlık olmayınca, kalabalığa bakıp, “geçen seneyi aştık” ya da “iki yüz elli bin kişiyi aştık” gibi kof lafazanlıklar, İstanbul’daki Alevi-Bektaşi potansiyelini ve demokrasi güçlerinin tüm potansiyelini birlikte sokağa çıkarmaktaki başarısızlığı gizlemeye yetmiyor.
SACAYAK
tamda “genel geçer sol lafazanlık” hiç kimsenin ayıp yerlerini örten incir yaprağı görevi görmeye yetmiyor. Alevi-Bektaşiler “kral çıplak” diyecek kadar bilgili, görgülü ve deneyimli. CHP’yi beğenmediğini iddia ederek ortaya çıkan, ama sosyal-demokrat ile “sol” kırması görüşleri harmanlayan bir siyasi program ortaya koyanlara, “Aslı varken çakmasını niye destekleyelim?” dediler. Ayrımcılığa Karşı Eşit Haklar Mitingi Hazırlıklarındaki Zaaf ABF üst yönetimi ilk kez İstanbul’da bir Alevi mitingi düzenlemeye karar verdi. Yapılacak mitingin başarılı olmasını arzulayan herkes, yoğun bir ön hazırlık çalışması yapılması ve tüm demokrasi güçlerini mitinge katmaya yönelik uygun adımların bir an önce atılması gerektiği uyarısında bulundu. Ancak ABF üst yönetimi, bu yönde bir niyeti olmadığını ve her hangi bir adım atmayacağını 1 Eylül Dünya Barış Günü eylemi ile gösterdi. Mitingin hazırlık sürecinin en az mitingin kendisi kadar önemli olduğunu anlamadılar. Hazırlık sürecinde İstanbul’da yaşayan tüm Alevi-Bektaşilere ve tüm demokrasi güçlerinin tabanına seslenmek; onlara Alevilerin istemlerinin demokrasi mücadelesi içindeki yerini bir kez daha açıklamak; bu istemlerin onların mücadelesiyle bağını göstermek çabasına gerek duymadılar. Mücadelede kardeşleşme ve ortaklaşma çabası olmayınca 1 Eylül’de aynı meydanı dolduran Kürt özgürlük hareketinin Alevi mitingine göstermelik katılması şaşırtıcı olmadı. “Bir milyonluk” miting yapma sözlerine karşın ciddi ön hazırlık olmayınca, kalabalığa bakıp, “geçen seneyi aştık” ya da “iki yüz elli bin kişiyi aştık” gibi kof lafazanlıklar, İstanbul’daki Alevi-Bektaşi potansiyelini ve demokrasi güçlerinin tüm potansiyelini birlikte sokağa çıkarmaktaki başarısızlığı gizlemeye yetmiyor. Miting öncesinde, “mitingi sıfır bütçeyle yapacağız” dediler. Bu, yapılacak hazırlıkları yerel örgütlerin keyfine bıraktık; merkezi yönlendirmeyi ortaya koyacak ortak pankart, flama, afiş, bildiri gibi bir hazırlık yapmayacağız demekti. Aynen de böyle oldu. Mitingde ABF’nin savunduğunu söylediği istemleri dile getiren tek bir pankart, flaması ya da görsel hazırlık yoktu. Mumla arasanız Halkevleri’nin küçük el pankartları dışında “Diyanet İşleri Başkanlığı Kaldırılsın!” sloganını dile getiren bir pankart bulamazdınız. Hazırlanan uzun sloganlar listesi, Alevi-Bektaşilerin demokratik taleplerini sloganları boğuntuya getirmek, herkesi istediği sloganı atmaya teşvik etmek demekti, yani mitingde söz birliği kurmaya yönelik bir çaba yoktu. Söz birliğinin olmayışı kürsüden yapılan konuşmalarda da kendini açıkça gösterdi. “Şecaat Arz Ederken Merdî CHP’li Dersim Katliamın Över” Bu ortamda AKP’nin hızlanan “Kürt Açılımı” trafiği, adı sosyaldemokrat, ruhu milliyetçi-ırkçı-Kemalist-faşist kırması CHP’nin “Alevi dostu” maskesinin düşmesine neden oldu. CHP sözcüsü 7
SACAYAK
Sayı 8
Onur Öymen, AKP’nin “Kürt Açılımı”nın tartışıldığı Meclis toplantısında günümüzdeki “Kürt Sorunu”nun çözümü için eski Dersim Katliamının usullerini öneren bir konuşma yaptı. Zazalar, Kürtler, Kızılbaşlar, Aleviler Dersim Katliamına sahip çıkan CHP yönetimine anında tepki göstermeye, açıklamalar yapmaya, protesto eylemleri düzenlemeye başladı. Bir tek kuruluş onların arasında beklenen yerini almadı: ABF üst yönetimi! Gazetecilerin ısrarlı sorularına Ali Balkız’ın yanıtı, “Bu konuyu kendi aramızda görüşüyoruz” uydurmacası ile geçiştirme çabası oldu. Uydurmaca diyorum, çünkü Hubyar’dan Ali Kenanoğlu, bu iddiayı anında yanıtladı, aramızda bir görüşme olmadı, tartışma da yok dedi. Bu önemli olay karşısında ABF merkezinin tepkisi neden “inek refleksi” hızında geldi? Herkesin sokaklara döküldüğü, hatta bazı ABF üst yöneticilerinin, örneğin Ali Kenanoğlu’nun, yapılan eylemlerin göbeğinde yer aldığı üç gün boyunca ABF başkanının Onur Öymen’e ve CHP’ye eleştiren iki kelime bile söyleyememesinin nedeni nedir? Hem de CHP’yi beğenmedikleri için “sol” bir siyasi parti kurmaya girişmişken neden bu tereddüt? Yoksa bu canların CHP’den hâlâ bazı beklentileri mi var? Örneğin, bir erken seçim söz konusu olur da kuracakları parti seçimlere girmezse bir kez daha CHP’den milletvekili olma pazarlığına girmeyi mi umuyorlar? Yoksa daha kötüsü mü söz konusu? Kızılbaş Dersimlilerin Zaza ya da Kürt olmaları mı onların dillerini bağladı? ABF üst yönetiminin bir buçuk yıllık çalışması Kürt sorununa yaban durdukları, görünümü bozmamak için genel demokrasi ve barış sözleri ettikleri, ama Kürt özgürlük hareketini yanlarına yanaştırmamak için çabaladıkları bellidir. Kuracaklarını söyledikleri “sol” siyasi partinin de tutumunun aynı olacağı şimdiden bellidir. Olmayanı Varmış Gibi Gösterme Siyasi Hokkabazlıktır Mitinge katılan Alevilerin oylarını kendi ceplerinde gibi göstermeye, tüm Alevilerin onlarla birlikte bir Alevi partisini ya da Özgürlükçü Sol Partiyi/Hareketi destekleyeceği hayalini yaymaya çalışmaktalar. Ancak bir avuç insan dışında kimseyi inandırabildiklerini sanmıyoruz. Siyasi hokkabazlık, yani olmayan desteği varmış gibi gösterme oyunu hızla kaçınılmaz sona varır: Hüsran! ABF üst yönetimi Alevi-Bektaşi halkın çıkarlarının değil, kendi siyasi kariyerlerinin, milletvekili olma sevdalarının ve yeni bir siyasi parti kurma hayallerinin peşindedir. ABF üst yönetimi bu yaklaşıma Alevi-Bektaşi halktan destek bulamamıştır. Bulamaz da, çünkü siyasi bezirgânlık, ülke çapında halkın desteğini alacak ilkeli ve kapsamlı demokratik siyasetle bir arada duramaz. Siyasi bezirgânlığa soyunanlar kapsamlı demokrasi ve laiklik istemlerini dile getiremez. Seçilmek için ortada duralım, ne şiş yansın ne kebab siyaseti izleyelim, hükümetle, devletle iyi geçinelim, hem de demokrasi istiyormuş gibi görünelim demenin olanağı yoktur. Ya düzeni tamir etmeye sevdalı bir siyasi demagog olursunuz ya 8
Mitinge katılan Alevilerin oylarını kendi ceplerinde gibi göstermeye, tüm Alevilerin onlarla birlikte Alevi partisini ya da ÖSP/H’yi destekleyeceği hayalini yaymaya çalışmaktalar. Ancak bir avuç insan dışında kimseyi inandıramazlar. Siyasi hokkabazlık, yani olmayan desteği varmış gibi gösterme oyunu hızla kaçınılmaz sona varır: Hüsran!
Kasım 2009
SACAYAK
da Alevi-Bektaşilerin kendi öz akidelerinden çıkardıkları kapsamlı ve radikal demokrasi ve laiklik programını savunursunuz. Alevilerin Laiklik Demokrasi Programı
Siyasi hokkabazlık ve bezirgânlıkla oy avcılığına girişen sözde “solcu” kişi ve hareketlerin hepsi aynı kaderi paylaşmıştır. Oy avcılığı için sığındıkları partilerin programlarını savunan zavallı birer mahlûkata dönüşmüşlerdir. ABF yönetimi de aynı yola girmiştir. O nedenle onlara söylenecek tek söz kaldı: Daha fazla zarar vermeden gidin!
Örneğin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını savunmadan, bunun zorunlu sonucu olan yeni bir anayasa için mücadeleyi başa koymadan laikliği savunamazsınız. Örneğin, Alevi çocuklara zorla resmi Sünni İslam öğretilmesin diye değil, devlet eğitiminin içinde din dersinin yeri yoktur diye zorunlu din derslerinin tümüyle kaldırılmasını savunmazsanız laikliği savunamazsınız. Bu da yeni bir anayasa demektir. Örneğin, seçilmemiş yönetici olmaz; atamalı merkezi devlet bürokrasisi ile seçimli yerel yönetim ayrımı kalkmalı demezseniz, yeni bir devlet örgütlenmesi getiren bir anayasa istemezseniz demokrasiyi savunamazsınız. Devletle ilgili tüm demokratik talepler, bugünkü devletin kökten değişmesi demektir. Yani bugün varolan biçimiyle devlete karşı çıkmadan demokrat ve laik olamazsınız. Örneğin, tüm devlet halkın dolaysız katılımıyla oluşan meclisler eliyle, yerinden özyönetimle yönetilmelidir demezseniz, ulusaldinsel ayrımları tanımayan bir vatandaşlığı öne çıkartmazsanız laikliği ya da demokrasiyi savunamazsınız. Örneğin, hâkim ve savcıların halk tarafından seçilmesini, halkın jüri sistemi ile yargının işleyişine katılmasını savunmazsanız, hukuk devletini savunamazsınız. Örneğin, tüm çalışanların grevli toplu sözleşmeli sendika hakkını savunmazsanız; ayrıcalıklı ve dokunulmazlık zırhına sahip memur statüsünün kaldırılmasını, tüm kamu işlerinin sendikal hakkı olan işçiler eliyle yürütülmesini savunmazsanız demokrasiyi savunamazsınız. Örneğin, tüm seçilmiş yöneticilerin hesap vermesini güvence altına alan seçmenlerin geri çağrılma hakkını savunmazsanız; bal tutanın parmağını yalamasına meydan vermemek üzere tüm kamu yöneticilerinin vasıflı bir işçiden fazla maaş almamasını savunmazsanız demokrasiyi savunamazsınız. Bunları uzatmak mümkün, ama resmi devlet dini ve mezhebi olan laiklik; askeri-sivil bürokrasi vesayeti altında sözde demokrasi ezberini tekrarlayarak laiklik ve demokrasi kavgası veremezsiniz. Bugüne kadar siyasi hokkabazlık ve bezirgânlıkla oy avcılığına girişen sözde “solcu” kişi ve hareketlerin hepsi aynı kaderi paylaşmıştır. Her biri oy avcılığı için sığındıkları çapsız siyasi partilerin programlarını savunan zavallı birer mahlûkata dönüşmüşlerdir. ABF yönetimi de aynı yola girmiştir. Bu yolda ilerledikçe çaresizce kendisini dar bir çevre haline dönüştürmüştür ve içine düştüğü durumdan bir çıkış yolu da bulamamaktadır. Bu yolda sonuna kadar gitmeye, kendilerini rezil etmeye ve ABF’nin prestijini ayaklar altında çiğnemeye kararlı görünüyorlar. O nedenle onlara söylenecek tek söz kaldı: Daha fazla zarar vermeden gidin! 9
SACAYAK
Sayı 8
8 Kasım 2009 Ayrımcılığa Karşı Eşit Yurttaşlık Hakkı Mitingi
Kimsenin İştahı Kabarmasın Ahmet Koçak
A
LEVİ-BEKTAŞİ toplumu ABF öncülüğünde ikinci büyük hak talebi etkinliğini 8 Kasım’da Kadıköy’de gerçekleştirdi. “Ayrımcılığa karşı eşit yurttaşlık” konulu miting, bir yıl önce 9 Kasım’da Ankara’da yapılan etkinliğin devamı oldu. Alevi-Bektaşi toplumu taleplerini ABF ve diğer demokratik kuruluşlar öncülüğünde çeşitli yollarla yıllardır dillendirmektedir. Ama gelin görün ki bu sese Devletlûlar bir türlü kulak vermemektedirler. Açılımlar yapıp, çalıştaylar zinciri düzenleyen hükümet, Alevi-Bektaşi kamuoyunu oyalamaktan öteye gitmemektedir. Bu nedenle Alevi-Bektaşi toplumunun bu yıl sokağa çıkarak başarılı bir etkinlikle taleplerini haykırmış olması önemlidir. 8 Kasım günü yürüyüş, komitenin duyurduğu üç toplanma yerinden başladı. Ayrılık Çeşme’de toplanan kolda PSAKD ve köy derneklerinin yanı sıra çeşitli demokratik örgütler ve bazı sol gruplar yer aldı. Haydarpaşa kolunda PSAKD şubeleri ile bazı siyasi partiler vardı. İstanbul dışından gelen derneklerin otobüsleri Kurbağalıdere yanındaki eski Salı Pazarı’na park edildi ve burada toplanan gruplar davul zurna eşliğinde halaylar çekerek yürüyüş saatini beklediler. Saat on bir civarında pankartlarını açıp sloganlarla Altıyol’dan Kadıköy rıhtımındaki miting alanına geldiler. Rıhtım’da kurulan platformun çevresinde toplananların gösterisi yaklaşık saat birde başladı. Sonbaharda Bir Bahar Günü Hava yazdan kalma açık, güneşli ve sıcaktı. Doğa sanki Alevilere “sizinleyim” mesajı veriyordu. Doğa dostu Aleviliğe, doğadan güzel bir dayanışma oldu: Güneşin bahar sıcaklığında içini ısıttığı insanlar Kadıköy’de muhteşem bir cem etti. 10
Kasım 2009
SACAYAK
Gösterinin başında Sivas’ta katledilen canların yoklaması yapıldı. Sivas kırımında kaybedilen canların isimleri tek tek okundu. Katılımcılar her ismin okunmasının ardından “Burada!” diyerek Madımak Otelinde yakılan canlara “beden” oldular. Maraş, Çorum, Sivas, Ümraniye ve Gazi’de katledilenlerin anısına yapılan saygı duruşunun ardından konuşmalara geçildi. Sağlık sorunları nedeniyle mitinge katılamayan Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Ulusoy’un mesajı okundu. Ardından Hubyar Sultan AKD Semah Ekibi, Hubyar Semahını döndü. Mitingde Alevi Kültür Derneği Genel Başkanı Tekin Özdil, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş ve Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Genel Sekreteri Servet Demir konuştuktan sonra günün son konuşmasını ABF Genel Başkanı Ali Balkız yaptı. Sanatçılar Emre Saltık, Sabahat Akkiraz, Ferhat Tunç, Şevval Sam, Suavi ve Edip Akbayram türkü ve deyişleri ile mitinge coşku kattılar. Göze Çarpan Pankartlar ve Sloganlar Kadın, genç, yaşlı binlerce kişi başlarına bağladıkları bantlara sloganlarını yazmıştı. Çok sayıda kadın yöresel kıyafetleriyle katılırken, ellerde Pir Sultan Abdal, Hz. Ali, Hacı Bektaş Veli tasvirleri ile Atatürk fotoğrafları taşındı. CHP, DSP, DTP, EMEP, ÖDP, SHP, TKP, Yeşiller ve Özgürlükçü Sol Hareket Girişimi’nin yanında eski Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy’un Gönderdiği Mesaj
A
levi Bektaşi Federasyonu Sayın Genel Başkanı ve mitinge katılan kurum temsilcileri, tüm değerli canlar. 8 Kasım Mitinginde sağlık nedenlerimden dolayı aranızda olamamanın üzüntüsünü yaşıyorum. Bütün gönlüm ve varlığımla sizlerin yanındayım. Alevi Bektaşi inancı tüm çağlara uyan, dili, ırkı, inancı ne olursa olsun insanları geleceğe hazırlayan, yeryüzünde insan eksik olmadıkça hiçbir zaman sonu gelmeyecek öğretiyi içinde barındırır. Bu gerçeği görmeyenler de bizlere farklı elbiseler giydirmek isterler. İşte bu tarihi yürüyüş, onlara en güzel cevap olacaktır. Şahsınızda katılan tüm canları kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Aşk ile Veliyettin Ulusoy Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini 11
SACAYAK
Sayı 8
ve yeni milletvekilleri, sanatçılar, aydınlar, sendikacılar, Avrupa ve Türkiye’deki sivil toplum kuruluş temsilcileri katıldı. Mitingde ilginç diyaloglar da yaşandı. Bunlardan biri Beşiktaş “Çarşı” taraftar grubunun sunucu Kemal Bülbül ile diyalogu oldu. Bülbül’ün kürsüden, “Çarşı da Muaviye’ye Karşı” demesi coşkuyla karşılandı. Küçükçekmece İşçi Platformu, “Bozuk düzende sağlam çark olmaz. Mezhepsel ve inançsal ayrımcılığa son!” pankartıyla, işten atılan Cesur Çuval işçileri de, “Ücret haktır gasp edilemez. Aynı çuvaldaydık, ayrıldık!” pankartıyla mitinge katıldı ve yoğun ilgiyle karşılandı. Mitingde, “Kültürel soykırım insanlık suçudur”; “Demokratik cumhuriyette eşit yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz”; “Diyanete değil, eğitime bütçe”; “Yaşasın halkların kardeşliği”; “Laik devlet Sivas’ta neden yoktunuz”; “Sivas’ın, Maraş’ın katili sermaye devleti”; “Devletin Alevisi olmayacağız” pankart ve dövizler açıldı. Ayrıca “Kahrolsun ücretli kölelik düzeni”, “Kahrolsun sendika ağaları” “Hasta tutsaklar serbest bırakılsın”, “Devrimci tutsaklar onurumuzdur” gibi sloganlar atıldı. Miting Öncesi Kurumlar Arası Sürtüşmeler 6 Kasım tarihli Birgün gazetesinde Zeynep Kuray “Alevi Mitingine Destekler Büyüyor” haberinde şöyle yazdı: “Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Başkanı Turgut Öker, ‘Alevi hareketinin gelişmesi için kitlesel mitinglerin önemine her zaman vurgu yapan kurumumuz, 8 Kasım Mitingi çerçevesinde dillendirilen bütün talepleri yürekten destekliyor. Miting için ‘eşit katılım’ ve ‘ortak kararlar alma’ şartları sağlanmadığı ve ‘birlikte hareket etme’ ikrarına rağmen AABK’nin işin dışında tutulması nedeniyle mitinge doğrudan katılamamaktayız.” Alevi-Bektaşi toplumunun önemli demokratik iki kurumundan birisinin sözcüsünün bu sözleri söylemesi Alevi örgütlülüğünün önemli bir zaafını da gözler önüne sermektedir. Bu zaafı geçen yıl yapılan mitingde de görmüştük.
12
Kasım 2009
SACAYAK
Bu zaaf, Alevi örgütlerinin kendi aralarındaki sürtüşmeleridir. Sayın Öker’in birlikte hareket edememe konusunda söylediklerinin yanında söylemedikleri ya da söyleyemedikleri şeyler asıl birlikteliği zaafa uğratmaktadır. Nedir söyleyemedikleri? ABF’nin son üç dönem kongrelerinde yaşananlar, liste savaşları, karşılıklı suçlamalar… Yani Demokratik Alevi-Bektaşi örgütleri içinde iktidar olma kavgası. Her iki tarafın da dar örgütsel çıkarı, kişisel egoları demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin genel çıkarlarının önüne koyması bugünkü yaşanan sıkıntıların temel kaynağıdır. Bu konudaki görüşlerimizi daha önceden söylemiştik. Bu tarz kongrelerin ve tartışmaların Alevi toplumuna fayda getirmeyeceğini, daha çok bölünmeye hizmet edeceğini yazmıştık. Bunlar “Örgütün iç meselesidir, niye yazıyorsunuz” diyerek o günlerde bize kızanlar, ne demek istediğimizi şimdi anlıyorlardır umarım. Kimsenin İştahı Kabarmasın ABF’nin düzenlediği miting örgütlenme ve organizasyon açısından geneliyle başarılı olmuştur. Ufak tefek aksaklıklar olması da doğaldır. Eylemin başarısının temel nedeni, ABF’nin Alevi-Bektaşi toplumunun can alıcı ortak sorunlarını ve istemlerini öne çıkartmasıdır. Bunlar toplumun tümünü kapsayan, siyasi farklılıkları öne çıkarmayan istemler olduğu için bütün toplum mitinge destek verdi. Geçen yılki ve bu yılki mitingleri böyle okuyanların yanında tersinden okuyanlar da oldu. Onlar, geçen yılki mitingin ardından Alevilerin siyasallaşmasının, parti kurmasının gerekliliğini seslendirmeye ve projelendirmeye girişmişti. Bir yıldır da düşe kalka bu yönde çaba sarfetmeye devam ediyorlar. Ne yazık ki miting alanlarına akın eden Alevilerin ve Alevi dostlarının verdiği mesajı hâlâ düzgün okuyamamaktalar. Bu mitingin ardından da aynı çevrelerde, Alevilerin mitinge gösterdiği desteği, kendi kafalarındaki bir siyasi partiye akıtma iştahları yeniden kabarıyor. Gelecek sayımızda bu konuda son gelişmeleri de kapsayan daha geniş bir yazı yazacağımı belirterek, aşk-ı niyazlarımı sunuyorum.
13
SACAYAK
Sayı 8
Mitinge Katılan Sanatçı, Aydın, Sendikacı ve Milletvekilleriyle Söyleştik Şah Kulu Sultan Dergâhı Başkanı Mehmet Çamur Miting hakkındaki düşünceleriniz? Hepimiz bir olmalıyız. Taleplerimizi ortaklaşa dile getirmeliyiz. Burada ayrım gayrım yapmamalıyız. Ortak paydalarda, asgari müştereklerde mutlaka buluşmamız lazım. Bu olayı kalkıp kişisel bazda şu veya bu şekilde küçümsemeye çalışmamalıyız. Elimizden gelen tüm katkıları da yapmalıyız. Ve umarım ki başarılı olur. Geçen sene de aynı şeyler söylendi. Bir sene içinde hiçbir şey olmadı ki Aleviler yeniden alanlara geldi. Bunu nasıl değerlendiriyorsun? Kimse bir mitingle iki mitingle vermez Ahmetçiğim. Eylemlerin sürekliliği şarttır. Hak talep ederken eylemler sürekli, kitlesel, kucaklayıcı olmalı; bu şekilde sonuç elde edersin. Sen nerede gördün bir mitingle hak elde edildiğini? Açılımlar var çalıştaylar var. Ancak onu alanlarda toplu talep etmekle olur bu. Bir olur, beş olur, on miting yaparsın… Ama sürekli, taleplerinin arkasında bulunmak zorundasın. Gittikçe artmalı, talepler daha gür sesle bağırılmalı, duymayanlar varsa duyurmalıyız.
Bağımsız Milletvekili Ufuk Uras Mitingle ilgili görüşlerinizi ve duygularınızı alabilir miyim? Çok görkemli bir kalabalık! Sanıyorum Ankara’daki katılımı aştık. Bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Alevilerin talepleri demokrasi talebidir. Kendileri için bir şey istemiyorlar. Bu ülkede gerçek bir laiklik, gerçek bir demokra14
si olsun; Diyanet kaldırılsın; zorunlu din dersleri kalksın; Madımak müze olsun, cemevleri ibadethane olsun ve yurttaş merkezli bir anayasa değişikliği olsun. Bunların gerçekleşmesiyle Türkiye’ye bir ışık katacak, o yüzden herkesin bu sese kulak vermesi gerekiyor. Geçen seneden beri açılımlar, çalıştaylar devam etti, ama herhangi bir adım atılmadı. Bugün taleplerin yeniden dillendirilmesiyle ilgili ne söyleyeceksiniz? Doğrusu Alevi hareketinin özneleri belli, AKP’ye endekslenmiş bir şekilde Alevi hareketinin sorunlarının çözümü söz konusu olamaz. Kendi örgütlenmeleri var. O sese kulak vermek lazım. Yoksa bu muhalefeti terbiye ederek, ehlileştirerek, içini boşaltarak bu kesimin talepleri gerçekleşmez. Türkiye’nin en külyutmaz yurttaşları Alevi yurttaşlarıdır. O yüzden hakiki, samimi adım atılmadığı taktirde Türkiye zaman kaybediyor. Yani 2007 seçiminden beri hiçbir reform, hiçbir anayasa değişikliği yapılmadı. Bari 2011 genel seçiminden önce sol bir adım atılsın ki siyaset konumu da inandırıcılığını yitirmesin. Durum bu.
KESK Genel Başkanı Sami Evren Miting ile ilgili görüşlerinizi, duygularınızı alabilir miyim? Mitingin adı çok güzel; “Ayrımcılığa karşı eşit yurttaşlık hakkı!” Bu Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından önemlidir. Alevilerin geçen yıl 9 Kasım’da yapmış olduğu mitingi tekrar etme ihtiyaçlarının ortaya çıkması siyasi iktidarın duyarsızlığından kaynaklanmakta. Siyasi iktidar duyarlı davranmış olsaydı belki bugün ikinci bir miting yapmaya gerek kalmayacaktı. Ama toplum-
Kasım 2009
sal mücadeleler demokratik tepkileri sokağa dökmekten geçmektedir. Tepkinizi sokağa dökmezseniz; mitinge, eylemliliğe dönüştürmezseniz değişim ve dönüşümü sağlayamazsınız. Siyasi iktidarlar size hiçbir şeyi lütfetmezler. O nedenle Aleviler bugün ikinci kez tarih yazmaktadırlar. Bu sadece Aleviler için değil Türkiye’nin demokratikleşmesi için de önemli bir tarihtir. Alevi açılımı ve Kürt meselesi dedikleri aslında demokratik tepkilerin açığa çıkmasıdır. Bundan sonra bu tepkileri daha genişleterek devam ettirmek gerekiyor.
Sanatçı Ferhat Tunç Miting hakkında ne söyleyeceksin? Ankara mitinginden sonra İstanbul’da gerçekleşen bu mitingi, uzun süreden beri dillendirdiğimiz daraltılmış acil taleplerimizin ötesinde anlam taşıyor. Demokratik açılım diyoruz, ama demokrasinin en temel dinamiği burada, demokratik açılım bu. Bugün burada demokratik bir toplumda birlikte yaşama mesajını veriyoruz. Aleviler kendi değerlerini savunmak, kendi geleceklerini kurmak isteyen, tarihimize ve geleceğimize karşı sorumluluk taşıyan bir kitle. Bu mesaj doğru algılanmalı. Sorun sadece AKP ile hesaplaşmak değil, sorun cumhuriyet sorunudur, devlet sorunudur. Cumhuriyet tarihini gerçek anlamda vatandaşlar olarak yaşamış bir toplum değiliz. Cumhuriyetin onurlu vatandaşları olarak yaşamak istiyorsak, Türkiye’nin laik demokratik cumhuriyet olması gerekir. Türkiye’yi yönetenler tarihle yüzleşmelidir. İmha, inkâr anlayışının Kürtlere ve Alevilere yöneldiğini unutmamak lazım. Türkiye’nin geleceği, devletin yok saydığı, inkâr ettiği, katliamlardan geçirdiği kesimlerin birlikte olmasıyla açılabilir. Demokratik Türkiye’nin yolu budur.
SACAYAK
Sanatçı Aynur Haşhaş Miting hakkında ne düşünüyorsun? Miting, mükemmel, taleplerin altına imzamı atarım. Kızılbaşlar en güzel şeyleri hak ediyorlar. Çünkü onlar hem mücadele verdiler, hem de yandılar, öldürüldüler. Gerçekten hak ediyorlar. Bugünkü bütün talepler doğru. Kızılbaş kelimesine tekrar kavuşmak da çok keyif verici benim adıma. İnsanlık adına yürüyen bütün dostlarla birlikte yürümek bir sanatçının görevidir. Bu toplumdan çıkmış bir sanatçı olarak burada olmak benim için gurur verici. Hükümet ile ilgili neler söylersin? Alevi açılımları bana göre doğru değil. Aleviler kendileri nasıl istiyorsa öyle yaşar; bu devletin düzenlemesi gereken bir şey değil. Dolayısıyla açılıma son verilmelidir. Açılımlara çağrılan sanatçılar da çizerler de katılmamalıdır. Alevilere bu saatten sonra öğretilecek şey yoktur. Onlar bin yıllık bir gelenekten geliyorlar. Aleviler demokrasi, özgürlük istiyor. Haklılar, çünkü kendi inanç felsefelerinde var bu. İnsan olmanın birinci şartı yemek yemek ise bir de özgür olmaktır. Özgür olmadığı sürece insan, insan olamaz zaten. Köleden insan olmaz. Köle insanım diyemez. O yaşayan bir mahlûktur. Ama özgür olmak birey olmayı, insan olmayı getirir.
Sanatçı Emre Saltık Hükümet cephesinde neler oldu? Alevilerin isteklerini sağır sultan duydu ama hükümetin duyduğunu, ciddiye aldığını düşünmüyorum. Çalıştayların içinin boş olduğunu düşünüyorum. Yüz yıllardır Anadolu’da kendi kültürü, inancını yaşayan, yani bir elbisesi olan bu topluma zorla dikilen elbise uymaz. 15
SACAYAK Aleviler bu ülkede kendi varlığını örgütlü yapısı ile hissettirmeye başladı. Ama bu kadar çok olan Alevilerin sesi niye bu kadar az çıkıyor? Farklılıklarımızın yan yana gelmemize engel olmadığını, ortak paydalarımız olduğunu düşünüyorum. Alevilerin ortak paydası eşit yurttaşlık haklarıdır. Zorunlu din derslerinin kaldırılması ve Alevi köylerinde camilerin yapılmamasıdır. Laik bir ülkede DİB’nin yeri yoktur. Laik bir ülkede Diyanet sorunu sadece Alevilerin sorunu değildir. Bu Türkiye’de yaşayan her vatandaşın, kendini vicdani olarak sorgulayan herkesin sorunudur. Aleviler bin yıllık süreçte bu coğrafyada, biraz da ‘ülkenin delisi’ olarak seçilmiştir. Biz köyün delisi olmak istemiyoruz. Biz kendi haklarımızı ve başkalarının da insani haklarını savunuyoruz. Onları da yanımızda görmek istiyoruz. .
Eski ABF Genel Başkanı Turan Eser Mitingle ilgili düşüncelerini alalım. Son dönemde Alevi açılımının ne olduğu belli değil. Kamuoyuyla paylaşmadan, Alevi toplumunun doğrudan temsilcisi olan kurumlarla, örgütlerle ilişki kurmadan Aleviler konusunda hükümetin açıklamaları oldu. Hükümet, teolojik zemine geçti: “Önce sana ben bir tanım getireceğim, sen bunu kabul edersen seni devlet içinde homojenleştireceğim.” Strateji bu! İkincisi bu görüşmelerde demokratik müzakere hakkı verilmedi. “Talepleriniz nedir?” türünden gayri ciddi bir soru sorulması çalıştayı anlamsız kıldı. İşin kültürel, inançsal, teolojik kısmı hükümeti hiç ilgilendirmez. O benim muhatabım değildir. Benim muhatabım talibimdir, mürşidimdir, dedemdir, babamdır, postnişinimdir. Hükümetin çalıştay yapmaya gerek olmadan yapabilecekleri vardı. AİHM ve 8. Danıştay’ın kararını uygulayabilir; 16
Sayı 8
Madımak otelinin müze olması için bir adım atabilirdi. Alevi köylerine cami yapılmasının durdurulmasıyla ilgili bir kararnameye bile gerek yok, valiliklere bir talimat bile yeterdi. Cemevlerinin statüsü için Bakanlar Kurulunun cami, kilise, sinagog, yanına cemevini eklese iş biter. Bunlar için çalıştaya falan gerek yok. Türkiye’de din-devlet ilişkisini laiklik ekseninde kapsamlı olarak tanımlayacak bir çalıştaya ihtiyaç var. Bu çalıştaya bütün inanç grupları katılmalı. Din-devlet ilişkilerinin Türkiye’yi siyasal alanı, ekonomik alanı, kamu kurumsal hizmetleri gerçek anlamda laikleştirecek bir çalıştaya ihtiyaç var. Geçen seneden beri Hükümet kanadında yapay girişimlerin dışında bir şey yok, değil mi? Hem 9 Kasım, hem 8 Kasım mitingi Türkiye kamuoyuna ve dünya demokratik kamuoyuna “Ey aktörler, ey siyaset bakın, hâlâ Alevilerin sorunu çözülmedi. AKP bu konuda samimiyse koysun elini taşın altına; hukukun, demokrasinin evrensel ilkeleri çerçevesinde, temel hak ve özgürlükler ekseninde, gerçek laikliğin ilkeleri ekseninde bu işi çözsün. Bu talepler bellidir.” Alevi hareketi hükümetin bu konuda samimi olmadığını gördüğü için bu mitingler yapılıyor. Bu mitinglerin diğer önemi şurada: Türkiye’de ister kültürel kimlik eksenli mücadeleden yana olanlar olsun, ister sınıf eksenli mücadeleden yana olanlar olsun bütün bu Türkiye’nin demokrasi güçlerinin Türkiye’de demokratikleştirme mücadelesinde buluşabileceği yeni mücadele zeminleri yaratma açısından da önemli olduğunu düşünüyorum. O açıdan da ben bu Alevi hak arayışının Türkiye’deki toplumun genel insan hakları hak arayışıyla buluştuğu sürece daha da başarılı olacağını düşünüyorum. Söyleşiler: Ahmet Koçak
SACAYAK
Kasım 2009
Örgüt Yöneticilerinin Konuşmalarından Bölümler AKD Genel Başkanı Tekin Özdil
Ş
ARKILARIMIZ, türkülerimiz, marşlarımız ne söylerse söylesin, Ey İstanbul, sen bize layık değilsin! […] Haramzade konaklarında, bilgisayar ekranlarında, televizyonlarda ölen gencecik Türk ve Kürt delikanlılarını görmeyen; sözüm ona onları anlamak adına kadınları, Kürtleri ve Alevileri aşağılayan, kadın deyince seks köleliğinden başka bir şeyi layık görmeyen bu hastalıklı zihniyet, Eyy İstanbul, […] Sulukule’den kovulan Romanlar, Çingeneler, ne kadar uygarlaştırılmaya muhtaç barbarlarsa biz Aleviler de o kadar barbarız! Cihangir’de bir dünya kurmaya çalışanların bedenlerinde patlayan coplar, hortumlar, biz Alevilerin de sırtında patlıyor. […] Dün, tanklarıyla, toplarıyla gelmişlerdi. Dersimliler inanç merkezlerinden, sığındıkları mağaralardan sürülüp topla, tüfekle, arpa ekilir gibi, ülkenin her yanına ekildiler. Yetmedi; köyler yakıldı, boşaltıldı. Yetmedi bugün barajlarıyla geliyorlar! Dersimli Alevilere bir kere daha yol gözüküyor! Arkalarında kutsal Munzur’u zincire vurulmuş halde bırakarak, Seyyit’lerin pala bıyıklarına düşen gözyaşlarıyla, bir kez daha, gidin deniyor! […] Öyle ki bazılarımızın mezarları bile yok. Ama mezarsız ölülerle dolu o topraklarımıza… bugün uçakları, helikopterleri, polisleri ve yandaşlarıyla gelip cemevlerimizi ziyaret ediyorlar. […] Bu meydanda! Hep birlikte haykırıyoruz: Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz! […] Hayırlarınız, hayrolsun. Hak Muhammed Ali yardımcınız, Hızır yoldaşınız olsun.
PSAKD Genel Başkanı Fevzi Gümüş
P
İR SULTAN’ın yarenleri, Pir Sultan’ın dostları, Pir Sultan’ın canları, hepinizi Banazlı Koca Haydar’ın inancı, bilinci ve direnci ile saygıyla, sevgiyle, muhabbetle selamlıyorum. Hoş geldiniz. Sefalar getirdiniz. [...] Başta Tuzla işçileri olmak üzere tüm işçileri, memurları, çiftçileri, doğanın dengesini bozan hidroelektrik santrallere karşı onurlu bir mücadele veren Rizelileri, Artvinlileri, Dersimlileri saygıyla selamlıyorum. Neo-liberal politikaların köleleştirdiği, yoksullaştırdığı emekçileri, özgür ve demokratik üniversite isteyen öğrencileri, kadınları, F Tipi cezaevlerinde insanlık onuru için direnenleri selamlıyorum. [...] Şu meydandaki güzelliğe bakın. Kürtler ve Türkler bir arada… Aleviler ve Sünniler de bir arada… Türkiye’nin güzelliği bu meydanda! Bu meydan Türkiye... [...] Sevgili Dostlar; bizler ne istiyoruz? Bu meydanı dolduran canlar ne istiyor? Aleviler ne istiyor? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını istiyorlar. […] Devlet, inançlara eşit mesafede dursun istiyoruz. Ama o Diyanet İşleri Başkanlığı, strateji belgelerinde zorunlu din dersinin kaldırılmasını isteyen biz Alevileri, bizleri, canları kendisine tehdit olarak görüyormuş. Laik bir ülkede DİB olmaz diyoruz. O yüzden varsın DİB bizleri tehdit olarak görsün. Biz tehdit olmaya devam edeceğiz. […] Sevgili dostlar, Aleviler, Milli Güvenlik Kurulu’nun hazırladığı siyaset belgelerinde, kırmızı noktalı haritalarda da vardı. Ama bizler o haritaları, siyaset belgelerini nasıl ki tarihin çöplüğüne attıysak, DİB’nin, o strateji belgelerini de tarihin çöplüğüne atacağız. Değerli Canlar; bizler, Alevi köyleri ve mahallerine cami yapılmasına, Alevi çocuklarının asimilasyonuna hizmet eden zorunlu din derslerine de karşıyız. 17
SACAYAK
Sayı 8
AABK Genel Sekreteri Servet Demir
ABF Genel Başkanı Ali Balkız
D
DEMİŞTİK ki; Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın, Zorunlu Din Dersleri kaldırılsın, Cemevlerimiz yasal statüye kavuşsun, Alevi köylerine cami yapma politikalarından vazgeçilsin, Madımak müze olsun Başta Hacı Bektaş Dergâhı olmak üzere, elimizden alınmış olan değerlerimiz biz gerçek sahiplerine iade edilsin. [...] Birçoğunuz İstanbul’da yaşıyorsunuz. Hemen yakınımızda Şahkulu var, Karacaahmet var, Erikli Baba var. Bunlar Osmanlı döneminden, atalarımızdan kalma dergâhlarımız ve mekânlarımız. Buradaki dernek ve vakıflarımız kirada oturuyorlar. [...] Hangi caminin cemaati oraya kira ile girip çıkıyor? Hangi caminin cemaati Hacıbektaş’ta olduğu gibi içeriye girerken bilet alarak giriyor? Bu ne biçim dünya, bu ne biçim hak, bu ne biçim hukuksuzluk? [...] Anlattık bunları. Yetmedi, mahkemelere gittik. AİHM’ye kadar gittik, oradan kararı alıp Sayın Başbakan’ın kapısına astık. [...] Anladık ki hükümet mahkeme kararlarını uygulamayacak. Oysaki biliyoruz mahkeme kararlarını uygulamamak gibi bir seçeneği olamaz. [...] Mahkeme kararını uygulamamak anayasal bir suçtur. Hem de laikliğe karşı mücadelenin odağı olmak gibi bir suçtur. Suç işliyorlar. Onları dâr’a çekeceğiz. Dâr’a çekeceğiz ve soracağız. En büyük dâr da sandıktır. [...] Dünyada her şey çok değişti. Türkiye çok değişti, AKP değiştirilir, devlet değiştirilir, yurttaşlarını kucaklamalıdır, yurttaşlarıyla barışmalıdır, Kürtlerle barışmalıdır, Alevilerle barışmalıdır, işçilerle barışmalıdır, ülkemizde barış olmalıdır. Çünkü biz barışın diliyle konuşuyoruz. Çünkü biz yurtta sulh, cihanda sulh sözcüğünün ne anlama geldiğini biliyoruz. Saygılar sunuyorum. ,
EĞERLİ CANLAR, sizler gibi bizler de heyecanlıyız. Davamızın insanlık davası olduğunu biliyoruz. Avrupa’da yaşayan bir milyona yakın Alevi canlarımız yollarımızın, pirlerimizin, ecdatlarımızın söylediği gibi birliğimizi kurduk, güçlerimizi bir araya getirdik. Türkiye’nin çağdaşlaşması, demokratikleşmesi, Kürt halkının kendi özgür hakkını elde edebilmesi için Alevi toplumumuzun özgürce yaşayabileceği bir ortamın sağlanması için yanınızdayız, kol kolayız, musahibiz sizlerle. Türkiye’yi karanlığa götüren AKP iktidarına, şeriatçı güçlere, faşizme karşı omuz omuza, yanınızdayız. Avrupa’nın bütün ülkelerindeki canlarımız bizleri izlemektedir. Bu gururlu mücadelenin heyecanı Avrupa’daki hareketi güçlendirecektir. Konfederasyon olarak, bir milyona yakın yaşayan insanlarımızı oradaki mücadelesiyle Avrupa’da Alevilik bilinmez iken bilinir oldu, tanınır oldu. Türkiye’de AKP ve bu zihniyeti taşıyan güçler bizim varlığımızı halen inkâra soyunuyorlar. Bu mücadeleye karşı birliğimizi güçlendirmek zorundayız. AKP iktidarı ve onun siyasi temsilcilerinin ve Türkiye’deki derin devlet Avrupa’daki Alevi hareketini, buradaki canlardan koparmak operasyonu içerisindedir. Buna karşı dur diyecek miyiz? Beraber olacak mıyız? Biz sizinleyiz, siz bizimlesiniz. Bu başarılı mücadelenizde hepinize başarılar diliyorum ve Türkiye’nin özgürleşmesi için, laikleşmesi için; postalların değil, şeriatın değil, demokrasinin, laikliğin, güzelliğin, sevdanın sesinin yükseldiği bir ülke olsun istiyoruz. Kurumum adına bütün canları saygıyla, sevgiyle selamlıyor, Alevi toplumumuzun bu kaliteli, güzel heyecanlı mücadelesine destek veren tüm demokrasi güçlerine huzurlarınızda teşekkür ediyorum, medyamıza teşekkür ediyorum. Sağ olun var olun. 18
SACAYAK
Kasım 2009
Ölümünün birinci yıldönümünde Prof. Irène Mélikoff’un Alevilik araştırmalarına yaptığı bilimsel katkının nesnel değerlendirmesine hizmet etmesi amacıyla, Prof. Martin van Bruinessen’in onun önemli bir kitabı üzerine yazdığı değerlendirmenin çevirisini sunuyoruz:
I. Mélikoff’un “Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe” Kitabı Üzerine Bir Değerlendirme Prof. van Bruinessen, Hollanda’nın Utrecht Üniversitesi, Arap, Fars, Türk Dilleri ve Kültürü Bölümünde öğretim üyesidir ve Modern Dünyada İslam Araştırmaları Enstitüsü’nün (ISIM) Başkanlığını yürütmektedir. 1994 yılından beri Türkçe ve Kürtçe araştırmaları dersleri vermektedir.
Prof. Martin van Bruinessen, Utrecht Üniversitesi Irène Mélikoff, Hadji Bektach: un mythe et ses avatars. Genèse et évolution du soufisme populaire en Turquie [Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe. Türkiye’de Halk Sufizminin Doğuşu ve Gelişimi]. Leiden, Brill, 1998. [Islamic History and Civilization, Studies and Texts, volume 20]. xxvi + 317 sayfa, bibliografya, indeks. ISBN 90 04 10954 4.
A
levilik ve Bektaşilik üzerine akademik araştırmalar uzun bir süredir Türkolojinin biraz ezoterik bir dalı olarak görülmekteyken, son yirmi yıl içinde artan bir hız kazandı. Bu hızlanma, Alevilerin uzun süredir izledikleri dikkati üzerlerine çekmeme siyasetini terk edip toplumsal yaşamda birdenbire yeni bir önem kazanmasına ve Aleviliğin Türkiye’de ve Avrupa’da göçmenlikte çarpıcı bir atılım göstermesine paralel olarak ilerledi. Bu alandaki araştırmalarda önemli dönüm noktaları olarak aşağıdakileri sayabiliriz: Süreyya Farukî’nin Osmanlı Anadolusunda Bektaşi tarikatının toplumsal ve ekonomik temelleri üzerine çalışması (Der BektaschiOrden in Anatolien [Anadolu’da Bektaşi Tarikatı], WZKMS 2,[*] Viyana, 1981; Ahmet Yaşar Ocak’ın menâkıbnâme ve diğer ilgili metinler üzerine dilbilim çalışmaları; Altan Gökalp’in Têtes rouges et bouches noires [Kızılbaşlar ve Kara Ağızlılar] (Paris, 1980) ve Krisztina Kehl-Bodrogi’nin Die Kizilbaş-Aleviten [Kızılbaş Aleviler] (Berlin, 1988) gibi Aleviliği antropolojik açıdan ele alan çalışmalar; sonuçları Bektachiyya [Bektaşilik] (editörler: A. Popovic ve G. Veinstein, İstanbul, 1995) ile Syncretistic religious communities in the Near East [Yakın Doğu’da Bağdaştırmacı (Senkretik) Dini Topluluklar] (editörler: K. Kehl-Bodrogi ve diğerleri, Leiden, 1997) adlı derle-
BU YAZI, 1999 yılında Turcica dergisinin 31. sayısında (sayfa: 549–553) yayınlanmıştır. Irène Mélikoff’un kurucusu olduğu Turcica, Paris Toplum Bilim Araştırmaları Yüksek Okulu, Türkçe Konuşulan Dünya Tarihi Merkezi tarafından yayınlanan bir dergiydi. Prof. van Bruinessen bir araştırma iznine çıkmak üzere Hollanda’dan ayrılmadan kısa süre önce eline ulaştırabildiğimiz çeviri met-
nine ancak kısaca bir göz atma olanağı buldu. Yayınlanması için izin verdiğini belirtirken dilin akıcılığı açısından çeviriyi bir kez daha gözden geçirmemizi istedi. Gözden geçmiş bu çeviri metninin bile bir dil uzmanı olan Prof. van Bruinessen’in alışılmış yüksek standarlarında olmamasının sorumluluğunu tümüyle üstlenir, kendisine yayın izni verdiği için teşekkür ederiz.
19
SACAYAK
Sayı 8 Prof. Irène Mélikoff 1917 - 2008
melerin yayınlanması olan Bektaşi tarikatı üzerine 1986 Strasbourg Konferansı ve Alevilik üzerine 1995 Berlin Konferansı. 1980’li yılların sonu aynı zamanda Aleviliğin ve Alevi kimliğinin ne olduğunu yeniden tanımlamaya çabalayan Alevi aydınlarının, Alevi okuyuculara seslendikleri çok sayıdaki yayının başlangıcı oldu. (Bu yeni Alevi yazını Karin Vorhoff, Zwischen Glaube, Nation und neuer Gemeinschaft: Alevitische Identität in der Türkei der Gegenwart [İnanç, Ulus ve Yeni Toplum Arasında: Bugünün Türkiye’sinde Alevi Kimliği], Berlin, 1995 adlı yapıtında incelemiştir.) Bu Alevi yayın dalgası, bolca icat edilmiş gelenek ve siyasal içerikli tartışmaların yanı sıra Bektaşilerin manevi liderlerinin yetkin çalışmaları ile eskiden gizli tutulan yerel inanç ve uygulamalara ilişkin çok miktarda bilginin de yayınlanmasına neden oldu. Alevilerin ve Bektaşilerin tarihi, yazını, inanç sistemi, ayinleri ve toplumsal yaşamıyla ilgili çok sayıda yeni ve çoğu kez son derece ayrıntılı bilgi kullanılabilir hale gelmişti, ancak son zamanlara kadar bunlar, tüm bu malzemenin sistemli bir eleştirel değerlendirmesini yapan ve sentezini sunan genel incelemelerle tamamlanmamıştı. John Kingsley Birge’ün ünlü yapıtının (The Bektashi order of dervishes [Dervişlerin Bektaşi Tarikatı], Londra ve Hartford, 1937) artık bir halefe gereksinimi var. Bu yapıt her zaman temel başvuru kaynağı olarak kalacak, ancak artık açıkça eskidi ve coğrafi kapsamı da sınırlı. Ele aldığımız yapıt bu konu üzerinde yeni standart kaynak kitap olabilir gibi görünüyor. Gerçekten çok az insan böyle bir senteze girişmek için İrene Mélikoff’tan daha iyi konumda olabilir: O, Alevi-Bektaşi mirasına büyük bir olasılıkla tüm batılı araştırmacılardan daha fazla ilgi duymuş ve kendini vermiştir. Konu üzerinde yakın zamanlarda yapılan araştırmaların çoğu onun yeni ufuklar açan makalelerinden esinlendiler (Bu makalelerin en önemlileri Sur les traces du soufisme turc [Türk Sufiliğinin İzinde], İstanbul, 1992, 20
Alevilerin ve Bektaşilerin tarihi, yazını, inanç sistemi, ayinleri ve toplumsal yaşamıyla ilgili çok sayıda yeni ve çoğu kez son derece ayrıntılı bilgi kullanılabilir hale gelmişti, ancak son zamanlara kadar bunlar, tüm bu malzemenin sistemli bir eleştirel değerlendirmesini yapan ve sentezini sunan genel incelemelerle tamamlanmamıştı. Ele aldığımız yapıt bu konu üzerinde yeni standart kaynak kitap olabilir gibi görünüyor.
Kasım 2009
Genç bir Kürt Alevi Madam Mélikoff’a neden çalışmalarında hiç Kürtlerden söz etmediğini sorunca ondan çarpıcı bir yanıt alır: “Hakkında konuşmadığım birçok olgu var. Örneğin, aranızda gizli Ermenilerin olduğundan söz etmem.” Bu söz okuyucunun, daha başka hangi konulardan hiç sözetmemeye karar verdiğini merak etmesine neden oluyor.
SACAYAK
adlı yapıtında toplanmıştır). Alevi aydınları arasında olduğu gibi akademik çevrelerde de büyük saygınlık duyulan Profesör Mélikoff, bu kitapla her iki ortamda da otoritesini ortaya koydu. Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe çok geniş kapsamlı konuları ele alıyor: Eski Türk dininin (“Şamanizm”) islamlaşma süreci, Anadolu Türkmenleri, efsanevi ve tarihsel bir kişilik olarak Hacı Bektaş, “Bektaşi bağdaştırmacılığına (senkretizmine)” katılan birbirinden farklı (heterojen) öğeler, Bektaşi tarikatının tarihi, Alevi-Bektaşi inançları ve törenleri, Bektaşi yazını ve günümüzde Aleviliğin yeniden uyanışı. Kitap hem Alevi-Bektaşi çalışmalarının en son vardığı konumunu gözden geçirmeyi hem de Profesör Mélikoff’un kişisel ilişkileriyle bilimsel kariyerinin bir dökümü olmayı amaçlıyor. Kitabın kapsadığı geniş konuyu ve yazarının ikili amacını gözönüne tutarsak, belki de kitabın dengeli olmadığını ve bazı bölümlerin diğerlerine oranla daha tatmin edici olduğunu söylemek şaşırtıcı olmaz. Mélikoff en iyi performansını, kitaba adını veren bölümde ve inançlar ile adetlerle ilgili bölümde gösteriyor. O bölümlerde günümüzdeki bilgimizin durumunun usta bir sunumunu yapıyor. Öte yandan bazı başka bölümlerde ise Alevilikle kendisinin doğrudan ilgisi ve bazen yanlı, bazen de savunulamaz görüşlere bağlılığı nedeniyle kendini kaptırıp gitmiş gibi görünüyor. Hemen belirtmeliyim ki kitabın çeşitli yerlerinde bu görüşlere karşı çıkan deneyimlere ve tartışmalara değiniyor ve bunlardan ne kadar etkilendiğini de gizlemiyor. Genç bir Kürt Alevi, Madam Mélikoff’a neden çalışmalarında hiç Kürtlerden söz etmediğini sorunca ondan çarpıcı bir yanıt alır: “Hakkında konuşmadığım birçok olgu var. Örneğin, aranızda gizli Ermenilerin olduğundan söz etmem.” Bu söz okuyucunun, kendisinin daha başka hangi konulardan hiç sözetmemeye karar verdiğini merak etmesine neden oluyor. Bu arada belirtelim ki kitapta hem Kürtlerden hem de Alevilerden bahsediliyor, ancak Mélikoff, Kürtlerin günümüzdeki Aleviliğin oluşumundaki önemini çok düşük düzeyde görüyor. Eski çalışmalarının sonuçları üzerinde bir düzeltme yaparak önemli sayıdaki Orta ve Doğu Anadolu Alevisinin Kürtçe konuştuğunu (Kırmançi ya da Zazaki) ve Alevilik ile Yezidi ve (Kürtlerin içinden doğmuş olan) Ehl-i Hak dinleri arasında şaşırtıcı benzerlikler bulunduğunu kabul ediyor, ne var ki bu gerçeklerden çok rahatsızlık duyduğu da açık. Onun duyduğu bu rahatsızlık, Kürt milliyetçiliğinin, Kürtçe konuşan Alevilerin (hatta onlara bazı Türkçe konuşan Aleviler de eklenebilir) en azından bir kısmı için giderek belirginleşen çekim gücü nedeniyle daha da artıyor. Aleviliği kendi istediği biçime sokma yolundaki çeşitli çabalar içinde Kürt milliyetçilerinin çabalarını Alevi toplumu için büyük bir tehlike olarak görüyor. Yakın zamanda Türkiye’de ve Avrupa’daki göçmen Aleviliğin 21
SACAYAK
Sayı 8
yeniden dirilişinin sonuçlarından biri de Alevi kimliği üzerine yürütülen canlı ve son derece siyasal içerikli tartışma oldu. Marksistlerin ve Kemalistlerin yanında Türk ve Kürt milliyetçileri, Sünni ve Şii İslamcılar da Aleviliği sahiplendiler ve ona kendi tanımlarını dayatmaya yeltendiler. Profesör Mélikoff bazı çevrelerin bugünlerde Aleviliği, On İki İmamcı (isna aşariye) Şiiliğin içinde eritmeye çabalamasını Kürt milliyetçiliğinden daha büyük bir tehlike olarak gördüğü için Bektaşiliğin/Aleviliğin oluşumunda Şii ve İran öğelerinin rollerinin önemini azaltmaktadır. Ona göre Hurufilik ve Kızılbaş hareketi damgasını vurmadan önce Şii bir etkilenmeden söz edilemez. Kendisi, Kızılbaş hareketinin Türk-Moğol özelliğine daha fazla ağırlık vermektedir. Sünnilerin, Alevileri kendi istedikleri biçime sokma çabalarına gelince, Mélikoff bu konuyla ilgili olarak kısaca bazı Sünni çevrelerin “gerçek Aleviliğin” Şeriata saygılı olduğunu, dolayısıyla bugünkü Alevilerin özgün Alevilikten saptıklarını kanıtlamaya çabaladığından sözediyor. Buna karşın bu savın sık sık başvurduğu, Hacı Bektaş’a atfedilen ortodoks metin, Makâlât, üzerine uzun bir tartışma yürütüyor. Ve hepsi esas olarak Hacı Bektaş’ın Kalenderi bir derviş olmasına indirgenebilir bir dizi nedenden dolayı bu belgeyi onun yazmış olamayacağına karar veriyor. Buna karşın bu metnin Türkçe düzyazı ve şiir biçimindeki çeşitli biçimlerini erken (14–15. yüzyıl) Bektaşi ortamı ile ilişkilendiren geleneksel söyleme karşı çıkmıyor. Ayrıca din kurallarına karşı olduğu öne sürülen çevrelerde şeriat yönelimli sufi düşüncelerin varlığının sonuçları üzerine de bir tartışma yürütmüyor. Profesör Mélikoff’un sempatisi ve akademik ilgi alanı esas olarak geniş Bektaşi/Alevi yelpaze içinde en az islamlaşmış olan yana yöneliyor. Alevi ve Bektaşi toplulukların Sünni İslamın önemli bir kısmını benimsemiş olan kesimleri onun inceleme alanının dışında kalıyor. Alevileri kendi istedikleri biçime sokma çabaları içinde Profesör Mélikoff’un yermediği (belki de o şekilde görmediği) tek yaklaşım, Aleviliğin neredeyse her yönüyle Orta Asya Türk kaynaklı olduğunu öne süren Türk milliyetçisi çabadır. Vilayetname ve diğer menakıbnameler gibi erken döneme ait Türkçe metinlerde doğal olarak Türklerle ilgi dini unsurların bulunması beklenir, ancak o açıdan bile bu metinlerde ortodoks Müslüman olmayan herşeyin mutlaka Orta Asya Türk kaynaklı olması gerektiği varsayılamaz. Mélikoff’un “şamanist” olduğunu iddia ettiği (ve dolayısıyla Türk olduğunu ima ettiği) unsurlar arasında görülmez varlıklara inanmak, kutsal dağlar, sihirli uçuş ve insanların kuşlara ya da diğer hayvanlara dönüşümü var. Bunların eski Türk dininde var olduğu konusunda kuşku yok, ancak bunlar asla sadece bu dine özgü değildir ve büyük bir olasılıkla daha Türkler gelmeden once bu yörede vardılar. Mélikoff bu metinlerde, “şamanist” ayinleri “çok eski Türklerin ve Moğolların icra ettikleri biçimde” okuyor ve AleviBektaşiin ayin dansı olan sema[h]ın bu şamanist ayinlerin bir par22
Alevileri kendi istedikleri biçime sokma çabaları içinde Profesör Mélikoff’un yermediği (belki de o şekilde görmediği) tek yaklaşım, Aleviliğin neredeyse her yönüyle Orta Asya Türk kaynaklı olduğunu öne süren Türk milliyetçisi çabadır.
Kasım 2009
Yezidilik, Ehl-i Hak ve Alevilik (özellikle Dersim Aleviliği) arasındaki çarpıcı benzerlik, henüz tatmin edici biçimde yanıtlanamamış olan birçok soruyu gündeme getiriyor, fakat bu dinlerle ilgili son zamanlarda yapılan çalışmalar AleviliğinBektaşiliğin içindeki Kürt (ya da en azından İran) unsurunun uzun zamandır sanılagelenden daha önemli olduğunu gösteriyor. Profesör Mélikoff bunu kabul etmekte zorlanıyor.
SACAYAK
çası olarak ortaya çıktığını öne sürüyor. Şamanların da dans ettikleri (ancak farklı bir biçimde) gerçeğinin dışında, sema[h]ın Orta Asya kaynaklı olduğunu gösteren herhangi bir kanıttan benim bilgim yok (Mélikoff da hiçbir kanıt göstermiyor). Bektaşilerin ve Alevilerin temel dini ayini olan ayin-i cem’in güzel ve ayrıntılı bir sunumunu yapan Mélikoff, erkek ve kadınlar beraber katıldığı ve alkollü bir içki paylaşıldığı için onu geleneksel Türk “toy”una benzetiyor. Daha önceki nesilden araştırmacılar bu ayinin Hıristiyan kökenli olduğuna inanıyorlardı. Hz. İsa’nın Son Yemeği yerine model olarak “toy”u geçirmek siyasal bir tercihtir, fakat Bektaşiliği daha iyi anlamaya yönelik bir adım olmaktan çok uzaktır. Profesör Mélikoff, Bektaşilikte Hıristiyan unsurlar bulmayı arzulayan Hasluck, Birge, Kissling ve Vryonis gibi araştırmacılar ile kendisi arasına çok belirgin bir meseafe koyuyor.[**] (İnsan, onun Bektaşiliğin esas olarak Türklere özgü olduğunu vurgularken, akademik alanda olduğu gibi siyasal alanda da Türklerin yabancı egemenliğine karşı kendi haklarını savunmasına duyduğu sempatiyi yansıttığını hissediyor.) Böyle Hıristiyan unsurlarının varlığını yansımıyor, ancak onların sadece yüzeysel olduğunu beyan ediyor. Öte yandan, kitabın başka bir yerinde Alevi ve Ehl-i Hak inançları ve uygulamaları arasındaki benzerlikleri açıklamaya çabalarken yine Hıristiyan köken üzerine kendi varsayımına başvuruyor. V. Ivanof’un üzerinde derin düşünmeden yapmış olduğu bir öneriyi ele alarak, “Ehl-i Haklarda ve Alevilerde izleri görülen çeşitli heterodoks [sapkın] doktrinleri ortaya çıkaran” Poliken (Pavlikyan) sapkınlığının bu benzerliklerin olası kökeni olduğuna işaret ediyor. Ne var ki bu Ermeni tarikatıyla ilgili sınırlı bilgimiz, yöredeki günümüzün bağdaştırmacı tarikatlarının inançlarıyla kolayca bir bağ kurulmasına izin vermiyor. İrani dilleri konuşan halkın dinsel inançlarının içindeki İranlı unsurları açıklamak için neden ortak bir Ermeni köken öne sürmek gerektiğinin akla uygun bir açıklamasını göremiyorum. (Bu, Aleviliğin içinde Ermeni unsurunu yadsımak anlamına gelmiyor. Sık yaşanan din değiştirmeler nedeniyle bile olsa yörede yaşayan değişik etnik grupların popüler dinlerinin her halükarda pek çok ortak yanı vardır.) Yezidilik, Ehl-i Hak ve Alevilik (Özellikle Dersim Aleviliği) arasındaki çarpıcı benzerlik, henüz tatmin edici biçimde yanıtlanamamış olan birçok soruyu gündeme getiriyor, fakat bu dinlerle ilgili son zamanlarda yapılan çalışmalar Aleviliğin-Bektaşiliğin içindeki Kürt (ya da en azından İran) unsurunun uzun zamandır sanılagelenden daha önemli olduğunu gösteriyor. Profesör Mélikoff bunu kabul etmekte zorlanıyor. Ona göre Kürtler, Sünnilerin içinde en fanatik olanlarıdır ve Alevilerle Yezidilerin ezeli düşmanlarıdır. Bu nedenle, Alevileri onların toplumlarını hedef alan 23
SACAYAK
Sayı 8
Kürt propagandası tehdidine karşı uyarıyor. Kendisinin, aralarında bazı Türkçe konuşanlar da olmak üzere birçok geleneksel Anadolu Alevi topluluğunun “Türk” sözcüğünü kendileri için değil, kendi dışlarındaki Sünniler için kullandığının farkında olmadığı görülüyor. Bu gözlemden, Aleviliğin esas olarak Türk olmadığı sonucuna ne ölçüde varılabilirse, özünde Kürt olmadığını düşünmeye de o ölçüde neden vardır. Günümüzdeki Kürt milliyetçileri, Mélikoff’un öne sürdüğü gibi, Kürtçe konuşan Alevilerin Kürt olduğunu ilk öne sürenler değildi. (1960’ların ilk Kürt milliyetçilerinin çoğu aslında Aleviydi). Osmanlı belgeleri Kürtçe konuşan Alevi aşiretlerini genel olarak Ekrâd ya da Türkmen Ekrâdı olarak anıyordu. Son zamanlardaki yapılan bir buluş özellikle çarpıcıdır. Profesör Mélikoff, Irène Beldiceanu-Steinherr’in ilk Bektaşilerin, görünüşe gore Çepniler ile Bektaşlu adlı grubun karışımından oluşan bir aşiret topluluğundan oluştuğunu bu- Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe lan çalışmasına değiniyor. Bazı Osmanlı belgeleri- İrene Melikoff, Çev.: T. Alptekin ISBN: 978-975-7720-51-8 ne göre ikinci grup, göçebe bir Türkmen Ekrâdı idi 14 x 20 cm boyutunda 443 sayfa (Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşivi Belgeleri’ne İstanbul, Haziran 1999 Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret Cumhuriyet Kitapları 0212.343 72 74 ve Cemaatlar, İstanbul 1979, s. 239). İlk grupla ilkitap.cumhuriyeti.com gili olarak, Altan Gökalp, üzerinde çalıştığı Çepniler arasında Kürtçe konuşan bir kesimin olduğunu buldu! (Kendisi bundan bana bir kez sözetti, ancak kitabında buna değinmiyor.) Pek tabii ki benim niyetim Aleviliğin ortaya çıkışının Türk kö- Günümüzdeki kenli olduğu tezinin yerine Kürt kökenli olduğu iddiasını geçir- Kürt milliyetçileri, mek değil. Aleviliğin ortaya çıkışı ve gelişmesi, Anadolu’nun etnik Mélikoff’un ve kültürel karmaşıklığını ve dinlerinin uzun tarihini dikkate al- öne sürdüğü gibi, Kürtçe konuşan madan anlaşılamaz. Bektaşi tarikatının kökenlerine dönersek, ProAlevilerin fesör Mélikoff’un, Ahmet Karamustafa’nın 13. ile 16. yüzyıllar ara- Kürt olduğunu sındaki sapkın derviş grupları üzerine son zamanlarda yapmış oldu- ilk öne sürenler ğu önemli çalışmadan söz etmemesi üzücüdür. (God’s unruly friends değildi. [Tanrı’nın Boyun Eğmez Dostları], Salt Lake City, 1994; ve özellikle (1960’ların “Kalenders, Abdals, Hayderis: the formation of the Bektaşiye in the ilk Kürt sixteenth century [Kalenediriler, Abdallar ve Haydariler: On Altın- milliyetçilerinin cı Yüzyılda Bektaşiyenin Kuruluşu]”, bakınız: H. Inalcik ve C. Ka- çoğu aslında fadar, Suleyman the Second and his time [İkinci Süleyman ve Onun Aleviydi). Çağı], İstanbul, 1993) Bu çalışma, konuyla son derecede ilgilidir ve Osmanlı belgeleri Mélikoff’un algıladığından çok daha güçlü bir İran etkisi bulunduğu- Kürtçe konuşan Alevi aşiretlerini nu ve bu dönemde dervişler arasında İslamiyet bilgisinin daha derin genel olarak olduğunu öne sürmektedir. Ekrâd ya da Mélikoff’un kitabının son bölümü, yakın zamanlardaki gelişme- Türkmân Ekrâdı lerle ilgilidir ve ağırlıklı olarak tek bir bilgili Alevi kaynakla yaptığı olarak anıyordu. 24
SACAYAK
Kasım 2009
Olasıdır ki bu çalışma alanı artık tek bir bilim insanını hâkim olamayacağı ölçüde genişledi ve çeşitlendi. Buna karşın kitap, bu alanda önde gelen bir bilim insanının kırk yılı aşkın meslek sürecindeki araştırmalarından edindiği derin anlayışı ve vardığı sonuçları sunuyor.
söyleşilere dayanmaktadır. Önemli gelişmelere yer verildiği için bu anlatım yeterlidir, ancak Alevilerin benimsemiş oldukları farklı tutmalara karşı pek adil davranmamaktadır ve ayrı gelişmeleri açıklama ya da onları siyasal bir çerçeve içine oturtma çabası yoktur. Güncel gelişmelerin daha derin bir incelenmesiyle ilgilenen okurlar, Karin Vorhoff’un (yukarda anılan) kitabına ve Krisztina Kehl-Bodrogi’nin son zamanlardaki çalışmalarına (örneğin Orient 34, 1993 ve Sociologus 28, 1998) başvurmalıdır. Özetleyecek olursak, Hacı Bektaş: Efsaneden Gerçeğe, umulanın aksine, en son Alevi-Bektaşi çalışmalarının bütününün gözden geçirilmesini sunmuyor. Önemli bir bölümü kısmen Profesör Mélikoff’un daha önce yaptığı katkılardan esinlenmiş olan son dönem çalışmaların çoğu bu çalışmada ele alınmıyor. (Bibliyografya bölümünde bazı yeni yayınlar listelenmiş, ancak ve Türkiyeli Alevi yazarların son zamanlardaki birçok önemli çalışması gibi onlar da kitapta değerlendirilmeden kalmış.) Olasıdır ki bu çalışma alanı artık tek bir bilim insanını hâkim olamayacağı ölçüde genişledi ve çeşitlendi. Buna karşın kitap, bu alanda önde gelen bir bilim insanının kırk yılı aşkın meslek sürecindeki araştırmalarından edindiği derin anlayışı ve vardığı sonuçları sunuyor. Bu çalışma, uzun zamandan beri batı dillerinde bu konuda yazılmış ilk önemli çalışmadır ve daha uzun bir süre boyunca Birge, Hasluck ve diğer bir kaç yazarın eserleriyle birlikte temel başvuru kaynağı olarak kalacaktır. Sacayak için çeviren: Mustafa Kızıltepe, Eylül 2009 SACAYAK’IN NOTLARI: [*]
WZKMS2 - Wiener Zeitschrift für die Kunde des Morgenlandes [Yakın Doğu ile İlgilenenler için Viyana Dergisi] Viyana Üniversitesi, Dil ve Kültür Bilimleri Fakültesi, Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nün süreli yayınıdır. Süreyya Farukî’nin çalışması 1981 yılında özel cilt iki olarak yayınlanmıştır.
[**]
Türkologlar: Frederick William Hasluck (1878–1920) Sultanların Yönetiminde Hıristiyanlık ve İslam, 1926; John Kingsley Birge (1888– 1952) Dervişlerin Bektaşi Tarikatı (1937); Hans-Joachim Kissling (1912–1985) ve Prof. Speros Vryonis Jr. (1928) Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles, Orta Çağ Helenliğinin Anadolu’da Çöküşü ve Onbirinci Yüzyıldan Onbeşinci Yüzyıla kadar İslamlaşma Süreci (1972).
Feyzullah Çınar (1937 - 24 Ekim 1983) 1968 yılında katıldığı Hacı Bektaş’ı anma toplantısında karşılaştığı Irène Mélikoff tarafından Fransa’ya davet edildi. Çeşitli ülkelerde Alevilik üzerine konferans verdi, müzük ve kültür örnekleri sundu. 1971 yılında Radyo France’ın konuğu olarak Paris’te Alevi-Bektaşi deyişlerinden oluşan bir uzunçalar doldurdu. 25
SACAYAK
Sayı 8
Mutluluk Sizi Çağırıyor… David Durak Arslan Mutluluk sizi çağırıyor… Siz ise hepiniz mutluluğu arıyorsunuz… Kiminiz, bazen sesinden o’nu tanıyorsunuz ve umut ile, heyecan ile, azim ile o’na doğru yürüyor ve mutlu oluyorsunuz. Kiminiz çoğu zaman o’nu duyamıyorsunuz. Duyuyorsunuz belki o sesi tanıyamıyorsunuz ya da anlayamıyorsunuz. Oysa mutlu olmayı özlüyor, soruyor ve bulmak için çabalıyorsunuz her an ve her yerde. Kiminiz mutlu olmak için bir başkasını mutsuz ediyorsunuz istemeden. Kiminiz bir başkasını mutlu etmek uğruna kendiniz mutsuz oluyorsunuz isteyerek. Hâlbuki mutluluk herkese yetecek kadar bereketli… Mutlu olmak hakkınız. Nefes almak kadar, su içmek ve gökyüzüne bakmak kadar bir haktır hepinize mutluluk. Mutluluk sizi çağırıyor… O’nu duyamayıp, yerini ve yönünü bulamadıkça, o’nu hep arar, arar ve güzelim ömrünüzü mutluluğu bulamamakla tüketirsiniz. Kiminiz mutluluğun parada, pulda olduğunu sanırsınız, parayapula sahip oldukça ondan uzaklaşırsınız. Kiminiz mutluluğun şanda-şöhrette olduğunu zannedersiniz, şana-şöhrete sahip oldukça olanı da kaybedersiniz. Kiminiz mutluluğun güçte-iktidarda olduğunu zannedersiniz, zafer üstüne zafer elde eder, sonunda alt ettiğiniz şeyin kendi mutluluğunuz olduğunu fark edersiniz. Kiminiz mutluluğun sahip olmak istediğiniz bilgide-görüntüde olduğuna inanır, sahip olduklarınızın bile yaralanmasını sağlarsınız. Kiminiz mutluluğun çok sevdiğiniz birinde olduğunu düşünür, “beni mutlu et” diye ağır bir sorumluluk yükleyip, hem o’nu hem kendinizi yok edersiniz. Oysa mutluluk sizi çağırıyor… Bıkmadan, usanmadan, yerinden hiç kımıldamadan sizi bekliyor mutluluk. Sizi mutsuz eden her ne var ise hayatınızda, siz mutluluğun sesine yöneldiğiniz anda birer birer yok olacaklar. Sizin mutluluğa attığınız her adımla yok olacak olan kötülüklerin gölgelediği güzellikler filizlenecek, bağınızda, bahçenizde, güller açacak, bülbüller ötecek, nice dostlar gelip geçecek mutluluğa giden bu yoldan. Mutluluk sizi çağırıyor… Boşuna, sağa-sola, öne-arkaya, aşağıya-yukarıya bakınmayın. O’nu duyumsamak için, algılamanızı yeniden ayarlayın. 26
Patırtısıgürültüsütelaşesi-tellalısihirbazı-hilekârı bol, cav-cavlı ortamlara hapsolmayın, başkalarının dünyasında mutluluk aramayın. Zaten siz kendiniz bir dünyasınız. Önce içinizdeki dünyanızla bütünleşin… Özgürleşin…
SACAYAK
Kasım 2009
Patırtısı-gürültüsü-telaşesi-tellalı-sihirbazı-hilekârı bol, cavcavlı ortamlara hapsolmayın, başkalarının dünyasında mutluluk aramayın. Zaten siz kendiniz bir dünyasınız. Önce içinizdeki dünyanızla bütünleşin… Özgürleşin… Kendi derinliğinizde koyulaşan, zengin, samimi, sade ve sessiz sohbete kulak verin, dinleyin. Mutluluk sizi çağırıyor… Daha fazla bekletmeyin. Strasbourg, 22 Ağustos 2009 8 Kasım Kadıköy Mitingi Üzerine…
Canlar… David Durak Arslan Bahar geldi memlekete, Dört mevsimi kışa çevrilmiş, doğduğumuz topraklara, Bir tek günlük bahar geldi! Bugün 8 Kasım 2009, Yer İstanbul-Kadıköy. Yağmur taneleri gibi buluştuk, aktık dört koldan Kadıköy meydanına. Gözlerimizdeki ışığı birleştirdik, Ay oldu, Güneş oldu. Alnımızdaki teri karıştırdık, Irmak oldu, Sel oldu. Soluduğumuz nefesi buluşturduk, Rüzgâr oldu, Yel oldu. Yüreğimizi, sevgimizi kaynaştırdık, Toprak oldu, Yer oldu. Üşümesin diye Canlar… Memlekete bahar geldi... Anadolu’nun solmayan Algülleri, Hz. Hüseyin’in bükülmeyen Kızılbaşları, Hallacı Mansur’un, Mevlana’nın, Yunus’un, Bedreddin’in, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin, Pir Sultan Abdal’ın izinden yürüyenler,
Çekildi sinsice kınına karanlık, kanlı, kirli ve hilekâr ‘el’ Hoş geldin dedi, kendine dua eder gibi göğe açılan emeğin tanrısı yüz binlerce yaratıcı el’ler. Yerdeki karınca, gökteki kuş, denizdeki balık tattı bir günlük baharı. Bu sırra, bu keramete inanmayana “gelme gelme” Bu meydanda bir Can olup bütünleşene “dönme dönme” dedi Pirler. Cemâl Cemâle yedi tepeli şehirde, Cem oldu geçmiş ile gelecek. Dört mevsimi kışa çevrilmiş memleketimize. Bahar geldi Canlar, yine gelecek.
Üşümesin diye Canlar…
Bundan böyle, kıştan sonra, yaz’dan önce vaktinde gelecek.
Çıkageldi bahar.
Biz baharız, bahar biziz kime ne. 27
SACAYAK
Sayı 8
Ğadir Hum Bayramı Günü Tatil Olmalıdır Mevlüd Oruç Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu Üyesi
Ç
İÇEK BAHÇESİ misali etnik ve inanç mozaiğinden yansıyan renk armonisi ülkemizin zenginliğidir. Etnik, inanç veya yöresel bayramlar bu zenginliğin meyveleridir. Fakat maalesef hâlâ yiyenin ülkemiz cennetinden kovulduğu; yasak, saklanması gereken bir özür, suç gibi bayramlarımızı yaşamak zorunda kalıyoruz. Kör olma da gör beni dediğimiz bayramlarımızdan birisi de Arap Alevilerinin en büyük inanç bayramı olan Ğadir Hum Bayramı’dır. İnanç özgürlüğünün güvence altında olması ihtiyacını en çok hissettiğimiz günlerden birisi de Ğadir Hum Bayramı günüdür. Çağdaşlık, uygarlık, gelişmişlik ölçülerinden birisi de demokrasinin temel taşlarından olan inanç özgürlüğünün ne düzeyde yaşanabildiğidir. Tek din, tek mezhebe endeksli politikaların laiklik olarak tanıtılması ve hâlâ yürütülüyor olması ülkemize özgü ucube bir vaka olarak tarihe geçebilir. Farklı inanç ve etnik yapıları görmeme, yok sayma, tanımama ısrarı, bizleri bayramlarımızda da sıkıntıya sokmaktadır. Bir yandan inancımıza karşı görevlerimiz, diğer yandan kamuya ait görevlerimiz arasında sıkışıyoruz. Yaklaşık 1,5 milyon nüfusa sahip olan Türkiyeli Arap Alevilerin yarısı Antakya ve ilçelerinde yaşıyor. Ğadir Hum Bayramımız bu yıl Miladi 4 Aralık 2009 (Şemsi, 21 Teşrin Ahir 1389; Kameri, 18 Zilhicce 1430) Cuma günü kutlanacaktır. Arap Alevi inancına göre, Ğadir Hum Bayramı günü çalışmak veya herhangi bir iş yapmak haramdır. Antakya yöresinde Arap Alevi inancına dayanan bir bayram olmasına rağmen her yıl Kurban Bayramı’ndan bir hafta sonra kutlanan Ğadir Bayramı günü hangi inançtan olursa olsun, ötekine saygı gereği bütün vatandaşlar tatil yapar. Esnaf işyerini açmaz, işçi, işveren, köylü, çiftçi, vs. iş, çalışma yaşamı durur. Fakat Ğadir Bayramı günü okul ve diğer resmi dairelerin açık olması nedeniyle, vatandaş inancını ve bayramını yaşamakta sıkıntı ile karşılaşıyor. Vatandaş kendisi için en kutsal ve en büyük bayramda inancının gereğini yerine getirme veya çocuğunu okula yollama, zorunlu resmi işini yerine getirme, vb., arasında kalıyor. Antakya, Samandağ, vb., yerlerde halk bayramlaşırken, okul ve diğer devlet dairelerinin normal mesailerine devam etmeleri gerçekliğe aykırı olduğu gibi, vatandaşı da sorunlu bir durumla başbaşa bırakıyor. Ğadir Bayramı gününde büyüklerimizle, küçüklerimizle, ibadetimizle, kurbanlık, ziyaret, Hıdır, dua, namaz ve Hrisimiz’le (yöresel yemek) sadece bayramlaşmak istiyoruz. Demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından olan laiklik ve inanç 28
Tek din, tek mezhebe endeksli politikaların laiklik olarak tanıtılması ve hâlâ yürütülüyor olması ülkemize özgü ucube bir vaka olarak tarihe geçebilir. Farklı inanç ve etnik yapıları görmeme, yok sayma, tanımama ısrarı, bizleri bayramlarımızda da sıkıntıya sokmaktadır.
Kasım 2009
Antakya ve Samandağ’da 4 Aralık’ta kutlanacak olan Ğadir Hum Bayramının tatil ilan edilesi için Hatay Valiliği bahçesinde açıklama yapmak isteyen Alevilere izin verilmedi. Dışarıda İnşaat Mühendisi Fethullah Çiftçi tarafından yapılan açıklamadan sonra aşağıdaki dilekçe imzaya açıldı.
SACAYAK
özgürlüğünün, inançlar arasında var olan saygı, sevgi ve hoşgörünün gereği olarak Ğadir Bayramı gününün idari tatil yapılmasını talep ediyoruz. Valilik ve kaymakamlıkların inisiyatifinde olan idari tatil uygulamasının bu yıl ve her yıl Antakya, Samandağ ve talebi olan diğer yerlerde Ğadir Bayramı günü için uygulanmasının ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Hatay Valiliği, il genel meclisi, Samandağ ve İskenderun Kaymakamlıkları sağlık gibi zorunlu hizmetler hariç tatil ilan etmelidir. Antakya, Samandağ, İskenderun Belediyelerini temizlik, itfaiye, vb., zorunlu hizmetler hariç resmi tatil kararı almaya davet ediyoruz. Ğadir Bayramı gününün Antakya, Samandağ ve talep eden diğer yerler için idari tatil uygulaması talebimizin, Hatay Valiliği’ne, Samandağ Kaymakamlığı’na ve TC Başbakanlığı’na bu talebimizle ilgili ilettiğimiz dilekçelerimizin olumlu değerlendirilmesini, çok doğal ve insani ihtiyacımızın bu yıl karşılanmasını bekliyoruz.
Valilik Makamına, Hatay Konu: Ğadir Bayramı’nın İdari Tatil İlan Edilmesi Talebim Hk. İlimizde yoğun olarak yaşayan Alevilerin en büyük bayramı Ğadir Hum Bayramı’dır. Dolayısıyla bugün iş ve çalışma yaşamı durmaktadır. Kurban Bayramı’ndan bir hafta sonrasına rastlayan bu gün Alevi inancına sahip vatandaşlarımızın yanı sıra değişik inanca sahip vatandaşlar da inançlar arası saygının gereği olarak aynı şekilde o gün çalışma yaşamına katılmamaktadır.
Fakat Ğadir Hum Bayramı günü okulların ve bütün resmi dairelerin normal mesailerine devam etmeleri nedeni ile vatandaş inancını ve bayramını yaşarken sıkıntı ile karşılaşmaktadır. Vatandaşların inancını herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmadan yerine getirebilmeleri için bu yıl 4 Aralık 2009 Cuma gününe rastlayan Ğadir Hum bayramında idari tatil uygulamasının yapılması büyük önem taşımaktadır. 4 Aralık 2009 Cuma günü ilimizde idari tatil uygulaması için gereğinin yapılmasını saygılarımla arz ederim. 29
SACAYAK
Sayı 8
Şemseddin Muhammed Tebrizi’nin Gerçek Kimliği, Mevlâna İlişkisi ve Ölümü Üzerine Yeni Tezler – Bölüm 1
Şemseddin Tebrizi Kimdir? İsmail Kaygusuz Şemseddin Tebrizi (1183/4–1247/8) bir bâtıni İsmailidir. Ancak sıradan bir İsmaili değil; bir İsmaili İmamının oğlu ve Huccet (zamanın İmamının tanığı, vekili) makamında bulunan bir sufi, mutasavvıf düşünür ve bir dava adamıdır. Aynı zamanda onu, yaşamının değişik dönemlerinde yönetici, siyaset adamı, askeri komutan, öğretmen ve diplomat olarak görmekteyiz. Bektaşi Menakıbname’lerinde Şemseddin Tebrizi XV. yüzyıl sonlarında yazılmış olan Hacı Bektaş Veli Velâyetname’si ve Ahi Evren Menakıbname’sindeki Şems-i Tebriz’e ilişkin bilgilerin çok büyük bölümünün Mevlevi kaynaklardan, değişikliklere uğratılarak alındığı anlaşılıyor. Ahi Evren Menakıbnâmesi’nin Şemsi Tebrizi’ye ilişkin bölümde Molla Hünkâr Mevlâna’nın kendisinden bir Dede istediği ve Hacı Bektaş Veli’nin bu isteğe karşı davranışı şöyle anlatılmakta: “Dönüp etrafına nazar eyleyüp, ‘Kangınız gidersüz?’ deyü nutuk buyurdılar. Cümlesi sükûta vardı. Şems-i Tebrizi yerinden durup, ‘Erenler Şahı, ben giderim’ dedi Hazreti Hünkâr’ın mübarek nutkından öyle bir çıktı ki, ‘Benlik ile meydane geldün; baş ile git, başsız gel’ dedi. Derhal Şemsi Tebrizi, Hazreti Hünkâr’ın elini öpüp yola revan oldu...” Bize göre “Şemseddin’i Mevlâna’ya gönderen Hacı Bektaş’tır” varsayımı doğru olamaz. Ayrıca Velâyetname’de belirtildiği üzere Şems-i Tebrizi, Hacı Bektaş’ın üç yüz altmış halifesinden biri de değildir; tam tersine Hacı Bektaş Veli, kendisinden en az otuz yaş büyük ve İsmaili baş Dai’si, yani bir Huccet olan Şems-i Tebrizi’ye bağlıdır. (Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İst. 2005, s. 13-63/64-115) Mevlevi Kaynaklarında Şemsi Tebrizi Gölpınarlı’nın, Eflâki’den ve Şemseddin’in Makalat’ından derlediği bilgileri özetle şöyle verebiliriz: Şemseddin Muhammed, Erzurum’da bir süre öğretmenlik yapmış; zira Makalat’ında bir öğrenciye üç ay içinde Kuran okumayı öğretmiş olduğu yazılıdır. Eflâki de Şems ile ilgili pek çok bilgiyi bu Makalat’tan almış bulunmaktadır. Şems, nereye giderse orada kervansaraylara konmaktadır. Bu kervansaraylarda, bir Kalenderi dervişi gibi kalır, fakat tekkelere ve medreselere uğramazdı. Niye tekkeye gitmediğini soranlara: “Tekke pişip olgunlaşmak, yetişip gelişmek kaydında olanlar için yapılmıştır. Ben onlardan değilim.” O zaman medreseye neden gelmediği sorulduğunda ise, “tartışmalara girişecek adam değilim ben. Her 30
Bu yazı, Alevi Enstitüsü, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı ve Alevi Kültür Dernekleri’nin Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin katkılarıyla Ankara’da düzenlediği Uluslararası Hacı Bektaş Veli Sempozyumu’nun 20 Ekim’de yapılan oturumunda sunulmuştur. Yazının ikinci ve son bölümünü gelecek sayımızda okuyabilirsiniz.
Kasım 2009
SACAYAK
sözün zahiri anlamını versem, bu benim işim değil, yapmam. Kendi dilimce tartışmalara girişsem, yani hâl diliyle konuşsam, bâtıni yorumlara (tevil) girsem, anlamaz gülerler, kâfir derler” diyordu Şemseddin. Şems, 1244 yılının Ekim ayının 23. günü Konya’da Mevlâna ile buluşmuş. Gölpınarlı’nın yaptığı hesaba göre, “bu ilk gelişinde Konya’da 15 ay yirmi beş gün oturmuştur ki gidişi 1246 Şubat’ının 15. gününe rastlamaktadır.”1 İran’ı, Horasan ve Azerbaycan’ı ezip geçmiş olan Moğollar, önlerinden kaçan Harezmîlerin peşinden Doğu Anadolu’ya girmişlerdi. Adı geçen bölgelerde sadece Alamut Nizarileri (İsmaililer), çeşitli anlaşma ve savunma yöntemleriyle Moğolların kıyımlarından şimdilik kurtulmuş durumdaydılar. İşte böyle bir zamanda Nizari İsmailileri eski Kuhistan valisi/muhtaşim (1224–1226) Şemseddin Muhammed, Alamut tarafından büyük davetçi (Dai al-Duat, huccet) olarak Rum’da (Anadolu’da) görevlendirilmiştir. Kısacası Şemseddin Tebrizi ve Mevlâna buluşması olarak İslam mistisizmi (tasavvuf) tarihine geçen olay, olağan İsmaili Dava (misyonerlik) siyasetinden başkası değildi. Şemsi Tebrizi’yi Gerçek Kimliği ile Tanımayı Deneyelim... Şemseddin Tebrizi hakkında ne yazık ki, onun gerçek kimliğini açıklayan çok sağlıklı bilgiler bulunmamaktadır. Ancak yaşamından sadece birkaç yıllık kesiti anlatan bazı ayrıntılar var ki, onu gerçek kökeninden koparmıştır. Bunu yapan, Şafii-İşari ve Şii görüşlerin egemen olduğu Makalat’ın Tebriz nüshaları ve eski Mevlevi kaynakları olduğu kadar, bu kaynakları eleştirel gözle incelemeden aynısıyla kullanan günümüz çağdaş araştırmacıların yapıtlarıdır. Bu arada bazı İsmaili yazarların, Post-Alamut (Alamut sonrası) İmamı Şemseddin Muhammed (1257–1310) ile karıştırarak, Şems-i Tebrizi’nin İmam Alaaddin Muhammed III’ün torunu olduğu iddiası da kesinlikle doğru değildir; Şems onun büyük üvey kardeşidir. Alaaddin Muhammed III 1221’de, Alamut’un başına geçirildiğinde on yaşında bulunuyordu. Bizce, son Alamut İmamı Rükneddin Hurşah’ın (1255–1257) oğlu ve ilk post-Alamut İmamının Şemseddin Muhammed (1257–1310) adını taşıması da İmam ailesindeki ilk Şemseddin Muhammed’in varlığının anısına olmalıdır; tıpkı Hasan’lar, Alaaddin’ler gibi. Abdülbaki Gölpınarlı, İsmaili’lere hiç de iyi gözle bakmayan Ata Melik Cuveyni’den kaynaklanarak, “Celaleddin Nev Müsülman’ın Alaaddin’den başka oğlu yoktur” diye kestirip atmıştır.2 Gölpınarlı, Şems’in “Makalat”ının, onun sağlığında başlayarak bizzat Mevlâna’nın oğlu Veled Çelebi’nin kaleme almış olduğunu düşünmektedir ki, bu doğru olabilir. Ne var ki, üstadın yararlandığı Makalat nüshalarında çok farklı bilgiler bulunmakta; birinde yazılı olanlar diğerinde yoktur veya değişik biçimlerde anlatılmıştır. Demek ki, Mevlevi müstensihler makamına ve anlayışına göre işine gelmeyenleri, özellikle bâtıni düşüncelerini ılımlılaştırarak ya da Mevlevi görüş açısından yorumlayarak Şems’i değerlendirmişlerdir. Ne yazık ki Gölpınarlı da, onlar gibi hareket edip Şemseddin’in 31
SACAYAK düşünce ve inancının çözümlemesini yapmaktadır: “Şemsi Tebrizi, Eflâki’ye göre Melikdad oğlu Ali’nin oğludur, Sipehsalar ise, onun gittiği yerlerde kervansaraylara konduğunu, Kalenderi veya tacir elbisesiyle gezdiğini ve riyazatla (sufi çilesi) vakit geçirirdi” diyor. Arkasından, “sadece Tezkire-i Devletşah’da, Şems’in bir İsmaili prensi olduğu kayıtlıdır. Devletşah’a göre Şemseddin Muhammed Tebrizi, Celaleddin Nev-Müsülman’ın (1210–1221) oğludur ve gizlice Tebriz’de okumuş”3 olduğunu belirtmesine karşın bunu hiç önemsemiyor. Oysa Devletşah, “oğlunu gizlice öğrenim için Tebriz’e gönderen Celaleddin Hasan III’ün, atalarının bütün sapkın kitaplarını yakmış olduğunu” da belirtmiştir. Bu demektir ki, Celaleddin Hasan bâtıni Alamut İsmaililiği inancı dışında oğlunu eğitmek ve kendisinin benimsediği Sünni şeriatının gerektirdiği bilgileri kazanmasını istiyordu. Gerçekten de Şemseddin’in geleneksel/ortodoks din bilimlerinde çok iyi yetişmiş olduğunu her fırsatta Devletşah vurgulamaktadır. O, Sipehsalar, Eflâki ve Cami’den farklı olarak verdiği bu bilgiler dışında Şems’in yeniyetmelik döneminden de kesitler sunmaktadır. Devletşah şöyle yazıyor: “Şems çok güzel bir çocuktu ve o kadar güzeldi ki, onu gören bir erkek bile hemen âşık olabilirdi. Bu yüzden sarayın, erkeklerin değil kadınların bulunduğu yerde kalıyordu. Haremde kadınların arasında yaşarken çok iyi nakış yapmasını öğrenmişti ve kendisine ‘Altın Nakışçı’ diyorlardı.”4 1487 yılında “Tazkirat al-Şuara/Ozanların Yaşam Öyküleri” yapıtını tamamlamış olan Devletşah, 1476–77 yılları arasında Abdurrahman Cami’nin yazdığı “Nafakat al-Uns/Dostlukların Rayihaları” adlı yapıt dışında, gezileri boyunca rastladığı adlarını vermediği, kendilerini gizleyen gezginci İsmaili dervişlerin Şems hakkındaki sözlü anlatımların32
Sayı 8
dan yararlanmıştır. Ayrıca Nurullah Şustari (ö. 1610) ise “Majalis al-Mominin” (vol. 6, s. 291) kitabında “Şems, bir İsmaili İmamının oğludur (da’iyani Ismailiyya budand)” deyip, Devletşah’taki diğer söylentiyi de arkasına eklemiştir. Makalat’ta (s. 740) babasına ilişkin şu ayrıntı geçmektedir: “Babam beni hiç anlamadı. Kendi kentimde bir yabancıydım, babam da bana yabancıydı. Kalbim ondan uzaktı. Onun hep beni ezdiğini düşünürdüm. Benimle nazikçe konuşsa bile, beni dövüp evden kovacağını sanıyordum. Babamla aynı kumaştan urba giymiyorduk.”5 Şems’in Makalat’ta hakkında konuştuğu, aralarında büyük yabancılık ve çelişkilerin olduğunu söylediği babasının Alamut İmamı Celaleddin Hasan III (1210–1221) olmaması için hiç bir neden yoktur. Bizce Şems, kesinlikle babasının ve ailesinin kim olduğunu herkesten saklamıştı. Onun bir bâtıni İsmaili baş Dai’si olduğunu belki sadece Mevlâna biliyordu.
NOTLAR 1 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, İstanbul, 1985, s.67. 2 Cihan-guşa, C. III, s. 249’dan aktaran A. Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, s. 50. 3 Tezkire-i Devletşah, Nefahat çevirisi, İst. 1289, s. 195’ten aktaran A. Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, s. 49–50. 4 Dawlatshah, Tazkirat al-Shu’ara, s. 216’dan aktaran Franklin D. Lewis, RUMİ, Past and Present, East and West; The Life, Teachings and Poetry of Jalal al-Din Rumi, OneworldOxford, 2000, s. 265-6: “Bazı modern eşcinsel yazarlar ve çevirmenler Devletşah’ın bu pasajlarından, Şems ile Celaleddin Rumi arasında bu tür bir ilişki olduğunu çıkarmaktadırlar. Oysa Devletşah onların ilişkilerinin fiziksel olduğunu kesinlikle belirtmez. Kaldı ki, Şemseddin’in kendisi Makalat’ında Evhadeddin Kirmani’yi genç erkeklerle ilişkisinden dolayı kınamaktadır.” 5 Agy, s.138, 140.
Kasım 2009
SACAYAK
Munzur’a Sözümüz Olsun Ergin Doğru
D
ERSİM üzerinde oynanan oyunlar bitip tükenmek bilmiyor, maalesef. Direnişi, baş eğmezliği ve muhalif kimliği ile her zaman egemenlerin kendileri için bela olarak gördükleri Dersim, bir kez daha kahrın hedefinde ve ceberutların yok etme politikalarından kurtulamıyor. Tarih boyunca uğradığı fiziki ve kültürel katliamlara bugün bir yenisi daha eklenmek isteniyor; Dersimi Dersim yapan en temel özelliklerinden olan asi ve hırçın coğrafyasının tahribi, kirli ve tehlikeli bir eşikte duruyor. Ağıtların ve acıların diyarı olarak anılması kimsenin tuhafına gitmeyen bu coğrafyada artık ağıt yakma sırası Munzur’da! Kendi yatağında hırçınca çağlayan Munzur’un akışına set çekiliyor, barajlarla hırçınlığı ve görkemi dinginleştirilmeye çalışılıyor. 1938, yani yarım bırakılan katliam, coğrafyamızın yaşanmaz hale getirilmesiyle tamamlanmak isteniyor. 38, Dersimliler açısından “kızıl bir katliamdı,” ardından “beyaz katliam” olarak dillendirdiğimiz asimilasyon ve kültür katliamı uygulandı. Şimdi ise dayatılan ölü toprak ve akacak yatak bulamayan, zincirlenmiş bir ırmaktan başka hiçbir şey değil. Uzunçayır Barajı ile başlayan süreç ikinci bir 38’dir. Hatta 38’in yarım kalan boyutunun tamamlanmasıdır, desek yanlış olmaz. Dün Munzur Vadisi’nde annelerimizi, atalarımızı, çocuklarımızı katlettiler, bugün ise atalarımızın, kanlarıyla kan kırmızıya boyadıkları suyumuzu, ağaçlarımızı, börtü böceğimizi, yani bize hayat veren ne varsa yok olsun istiyorlar. Tüm bu yaşananlara Dersimlilerin boyun eğmesi düşünülemez elbette ve onlar en doğal hakları olan direniş hakkını kullanacaktır. Dersimliler baraj fikrinin ortaya çıktığı günden bu yana onu engellemek için çaba gösteriyorlardı; ama malesef Uzunçayır Barajı’nın yapımını engelleyemediler. Sırada 24 baraj daha var. İşte bu noktada Dersimliler oynanan oyunu daha derinden hissettiler. Uzunçayır baraj göletinin sular altında bı33
SACAYAK
Sayı 8
raktığı yerleri gözleriyle gören her Dersimli, yüreğinin derinliklerinden gelen sızıyı hissetti. Bu sızı; kimliğimize, kültürümüze, doğamıza, inancımıza karşı yapılan saldırılar karşısında bugüne kadar yaşadığımız yetersizliklerin sızısıydı. İşin vahametini sular tutulunca anladık. Bu yüzden 10 Ekim’de yapılacak miting önemliydi, yeni bir çıkışın yeni bir direnişin ateşleyici gücü olabilecekti. Tüm Dersimliler nefesini tutmuş, mitingi bekliyordu. Dışarıdaki Dersimliler ve dostlarının yüreği ise Munzur’da atıyordu. Dillendirilmese de kimi kaygılar taşınmıyor değildi; ama çaresi yoktu ya yeniden bir kıvılcım çakılacaktı ya da Munzur’un ölümüne izin verilecekti. Miting sabahı herkes inançlı, kararlı; fakat bir o kadar da öfkeliydi. Şehir yavaş yavaş boşalıyordu, herkes Munzur’a akıyordu. Gün Munzur’la ete kemiğe bürünme günüydü. Yaşlılarımız, çocuklarımız, kadınlarımız en diri olanlarımızdı. Yürüyüş başladığında insanlar öfkelerini haykırıyor, zulüm politikalarına karşı bir kez daha baş kaldırıyordu. Binler, on binler olup tek yürek sabahın seherini selamlıyordu. 7 Km’lik yola çıkıldığında uzun bir yürüyüşün kıvılcımı çakılmıştı. Munzur’a ikrar verenler, Dersim’in onurunu kollamışlardı yine. O kutsal suların kenarından geçerken öfke ile beraber hüzün de oturuyordu yüreklerimize. Su durgunlaşmıştı, Dersimli gibi asi ve öfkeli akmıyordu. Ona kelepçe vurulmuştu. Bu manzara karşısında yaşlılarımız, yüzlerini Munzur’a çevirip ağlıyorlardı. Gizli gözyaşları, yıllara meydan okuyan yüzlerindeki sert çizgilerden aşağı süzülürken kızgın ateşe dökülen su gibiydi. Bu su, yüreğin derinlerindeki ateşi söndürmüyor, tersine daha fazla harlıyordu. Munzur Baba’nın gözyaşıydı bu, yüreğimizin derinliklerinde hissettiğimiz. Ağlıyorduk; ama inanıyorduk, boyun eğmeyecektik. Sularımıza vurulan zincirlerin halkalarını birer birer söküp atacaktık. Munzur’un harika çocukları yeniden yola çıkıyordu. Artık yeni bir yolun başındayız. Dersimli 10 Ekim’de kendine yakışanı yaptı, topyekûn ayağa kalkarak bu katliama izin vermeyeceğini gösterdi. Bu, bir başlangıç! Durmadan, yılmadan devam etmek zorundayız. 10 Ekim mitinginin, Munzur’a ikrar veren, yüreğinde hisseden, ondan bir tas su içmek isteyen herkese yüklediği görevler var. Öncelikli görev, Dersimde, öncülük iddiasında olan tüm güçleredir. Siyasetçisinden demokratik kitle örgütlerine, sendikalarından kendini Dersimli hisseden herkese verilen mesaj, barajlar konusunda birlik istemidir. Dersimde birlik yaratılmıştır, faydalı da olmuştur, halk bu birliği onaylamıştır. Bu anlamda başta siyasiler olmak üzere herkes, halkın verdiği bu mesajı almalıdır. Barajlar bu halkın hassasiyetidir. Bu konuda siyasal çıkar yerine halkın hassasiyetine göre davranmak gerekiyor. 10 Ekim mitingi, bu anlamda iyi bir deneyimdi. Dersimdeki belediyelerimiz, siyasilerimiz, sendika, DKÖ’ler, aydın ve sanatçılarımız bu sınavı geçtiler. Artık ateşin yakıldığı noktadan onu büyütmek gerekiyor, bu başlangıcın ardında barajlara karşı mücadeleyi süreklileştirecek bir 34
SACAYAK
Kasım 2009
program ve planlama yapmak önem kazanıyor. Sürekliliği sağlanacak olan bir halk hareketi, barajları önleyecek en önemli güçtür. Evet, Munzur S.O.S. veriyor! Dersimliler Hızır gibi yetişmeli Munzur’un yaşam çığlığına. Bilmeliyiz ki Munzur’un yaşam çığlıkları bizim tarihimizi, inancımızı, dilimizi, kültürümüzü kucaklamanın adıdır. Munzur’a ikrar verenler ona sahip çıkmak zorundadır ve şimdi tam da bunun zamanıdır.
Sahipsiz Çığlıklar (Munzurdan Yükselen Ağıt) Remzi Aydın
A
SLINDA bu başlık benim yeni çıkacak romanımın ismi, yine de kullanmakta sakınca görmedim. Dersim’de gerçekleştirilecek mitingin hazırlıklarına Deniz Umut, yani oğlum ve ben neredeyse bir haftadır hazırlanıyorduk. Birlikte bir uçurtma yaptık, özgürce uçsun ve yeryüzündeki Munzur’un akışının simgesel olarak sesi olsun istedik. Tabii uçurtma için uygun koşullar olmalı, Kızılbaş inancındaki Tanrı’nın eli ve nefesi olan Wa (rüzgârın) bizimle olması gerekiyordu, o gün de bizimle olamadı. Sabahın ilk ışıkları ile yola çıktık, güneşin turuncu rengi yaprakları kıskanacak kadar sönüktü. Munzur’da yabani kavak ağaçlarının kızıl rengi ve turuncu rengi hasbıhale tutuşmuş, Xarçik
Çayı’nın üstündeki aksiyle sevişiyordu adeta. Tünellerden geçerken Tanrı’nın sessiz tecellisi olan yalçın kayaları inceledik, kayaların üzerinde üç tane de yaban keçisi görmek bize ödül oldu. Saat on gibi Dersim girişinde idik. Bursa ve İstanbul’dan eyleme gelen duyarlı ve güzel insanlarla karşılaştık. Davul ve zurna eşliğinde halay çekerek kutsuyorlardı eylemlerini. Her bir insan; kendi toprağını adakgah olarak görmüş, kayıtsız şartsız boynunu uzatıvermiş adak taşına. Saat on bir gibi Kışla Meydanı’ndaydık, oraya gidip Budela Şe Wûşen’e selam vermemek olmazdı. Ben de öyle yaptım ve oğluma uzun uzun Şe Wûşen’i anlattım. Hatta övünerek; 35
SACAYAK “Bir Budela’nın heykelini dikebilen tek toplumun çocuğusun sen” dedim. Oğlum o gün benden iki şeyi ödünç aldı, bandanamı ve eylem yürekliliğimi. İlk sloganını attı; “Munzur’a uzanan eller kırılsın” Büyük oğlum Ali Rıza bu dönemi ilkokul dörtteyken atlatmıştı ve şimdi ikisi de benim onurum, onurlu dik duruşum, mücadeleci yüreğim oldu. Bence yirmi binin üzerinde olan insan seli, bir tek şey için haykırdı: “Dünyanın neresinde olursa olsun, doğayı katledenlere lanet olsun”. Yaklaşık iki buçuk saatlik yürüyüş boyunca, sloganlar atıldı, halaylar çekildi, şarkılar söylendi. Böylesine duyarlı bir halk kitlesinin içinde olmak beni daha da zenginleştirdi, yüceltti ve onurlandırdı. Dersim halkı neredeydi, ne kadarı katıldı, tam olarak bilemiyorum. Ama Sivas Katliamını anma yürüyüşünde hissettiğim şeyi orada da hissettim: İnsanlar perdelerinin arkasında ya da balkonlardan sessizce o muhteşem insan selini izledi. Bu mitingi hazırlayan insanları kutlamam gerekiyor. Özellikle gruplaşmayı engellemeleri muhteşemdi. Fakat yine de bazı aksaklıkları dile getiremeden geçemeyeceğim: Yol güzergahını hazırlayan arkadaşlar, yanlarına babalarını, çocuklarını ve eşlerini alarak bu yolu bir kez yürüdüler mi? Yani eylemciler ile bir empati kurabildiler mi? Gerçekten çok uzun ve yorucu bir güzergahtı ve eylemciler eylem yerine geldiğinde zaten enerjilerini bitirmiştiler. Yine bu komisyondaki arkadaşlardan hiç biri şunu düşünemedi mi: Rakım farklılığı insan üzerinde nasıl bir etki yapar ve vücuttaki olumsuzlukları nelerdir? Her şeyden önce İstanbul ve Bursa’dan gelen insanların litrelerce su içip baş ağrısı çekmekten kurtulmaları gerekirdi. Munzur Su, birkaç kilometre ötedeydi 36
Sayı 8
ve Belediye otuz bin şişe su alsaydı ve dağıtsaydı maliyeti sanırım 6-7 bin lirayı geçmezdi. Kaldı ki bu insanlar Meymane Xızır Bî (Hızır’ın misafirleriydiler). Festivalde kulların misafirine ve siyasi ajitasyon yapan insanlara gösterilen saygının çok fazlasını hak etti bu insanlar. Çünkü herhangi bir çıkar için değil, sizin topraklarınızdaki olumsuzluğu haykırmak için oradaydılar. Doğaya yapılan katliama baraj olabilmek için oradaydılar. On sekiz saat geliş on sekiz saat gidiş olmak üzere otuz altı saatlik yolu göze alarak oradaydılar. Onlar dik ve onurlu duruşun temsilcileriydi. Barajlar ve sürgün; bu ilk kez karşılaşılan bir problem değil. Defalarca sürgün hayatı yedi atalarımız, ama ölmedik. Bizi asıl öldürecek olan şey, sürgün yememiz, göçebe olmamız değil. Doğum anından itibaren hep göçebe olmadık mı? Sevdalanırken başkasının yüreğine, gözlerinin içine göçmedik mi? Topraklarımızdan zorla çıkarılmadık mı? Bizi asıl yok edecek olan şey, dilimizden ve Rae Xêk (Kendi yolumuzdan) yolundan ayrılmamız olduğunu ne zaman kavrayacağız? Ne zaman doğa ile aramızdaki kavl birlikteliğine ihanet ettiğimizde yok olacağımızı kavrayacağız. Dilini unutan bir toplum zaten ölmüştür. Hele de dünyanın en zengin felsefesini yok sayan, Arapçalaştıran ve farklı milliyetlerin arasına sıkıştıran kişilerdir bizi öldüren. Sürekli kullandığım bir cümleyi tekrarlamadan geçemeyeceğim: “İçindeki fırtınayı tanımayanlar, kokmuş bir nefesin ardından koşmak zorundadır.” Daha önce birkaç yerde konuşulan bir konuyu tekrar dile getirmeliyim, en kısa sürede, Kızılbaşlık ve Kırmancıki dilini gençlere aktarabileceğimiz Köy Enstitülerine benzer bir yapı oluşturmak zorundayız. İşte bunu gerçekleştirirsek, doğa katliamının önünde baraj gibi
Kasım 2009
SACAYAK
durabilecek nesiller yetiştirebileceğiz. Yoksa perdelerin arkasından sinsice izleyen ve sadaka kültürü ile yetişen, kendini tanımayan, kokmuş nefesler peşinden koşan nesillerle beraber zaten yok olacağız. Çünkü çocuklar sizin evlatlarınız değil, sizi geleceğe taşıyacak olan atalarınızdır, unuttunuz mu? Yaşlılarımızın eğilip çocuklarımızın elinden öptüğünü ne çabuk unuttuk, altında yatan nedeni ne çabuk unuttuk. Toprağa, güneşe, suya ve havaya kutsal diyen, yeryüzündeki her maddenin tanrının bir don’u olduğunu “dun be dun” kültürünü nasıl da kaybettik. Soruyorum size, “Xewt e mâl, Gere Çarseme, der ber secde yeno, Qale gaqani, dest pa xo ame,” size ne anımsatıyor? Eğer bunun
cevabını bilemiyorsanız kendinizi bir kez daha sorgulayın, gerçekten ne kadar yaşıyorsunuz? Sonuç olarak, Dersim’den ayrıldığımda biraz hüzün, biraz mutluluk yaşadım. Dağlara tırmandım ve fotoğraflar çektim. Günün kızıllığını yapraklardan izledim. Ve dedim ki ey Tanrı, iyi ki kendine âşık olup gizini kaldırmışsın ve hava, su, toprak, ateş gibi dört evlat bağışlamışsın bize. Ve biz senin parçansak, sendensek, “En’el Hak” demek de hakkımızdır. Munzurlar’a kutsal saydığım tüm inançlar adına bir kez daha âşık oldum; yabani aluçlar topladım kazağımın eteğine, çocuk gibiydim yanımdaki çocukla tek vücut olarak.
Bir Göz de Sen Ol
ri ile buluşan göstericiler burada bir basın açıklaması yaptı. Etkinlik sanatçı Ayça Damgacı’nın okuduğu basın açıklamasının ardın sanatçıların konuşma ve gösterileriyle devam etti. Türkiye’de çocuk haklarının ihlalleri bitmiyor. Terörle Mücadele Kanunu’nun kabul edildiği 1991’den beri on binin üzerinde çocuk, yetişkin gibi cezaevine kondu, ‘terörist’ muamelesi gördü. Son üç yılda TMK’nın uygulandığı çocuk sayısı üç bini aştı.
Güneydoğu’da 1989-2009 yılları arasında öldürülen 342 çocuğun katlinin sorumlularının bulunması için İstanbul, Beyoğlu’nda bir eylem yapıldı. Öldürülen her çocuğun adı yazılı beyaz önlükler giyen göstericiler Tünel’de toplandıktan sonra Galatasaray’a kadar yürüdü. Galatasaray’da kayıp evlatlarının bulunması ve sorumluların cezalandırılmasını isteyen Cumartesi Annele-
37
SACAYAK İzzettin Hoca’ya Açık Mektup - 2
Alevi Kurumları ve Gerçekler Celal Arslan CEM Vakfı ve bünyesinde bulunan Alevi İslam Din Hizmetleri’nde yaşananların iç yüzünü sergileyen bu yazı CEM Vakfına iletilmiştir. Burada yazının son bölümünü, imla düzeltmeleri dışında olduğu gibi yayınlıyoruz.
H
OCAM, lütfen Ali Rıza Uğurlu ve çevresindeki, o maaşlı beslemelerin kurum içi çalışmalarını bir gözden geçiriniz ve bakınız, hangi ciddi çalışmaların altında imzaları var… Her Perşembe Cem TV’de içini boşaltıp özünden ve ruhundan ayırarak şova çevirip, sundukları Cem ibadetini toplum ibretle izliyor. Sayın Hocam; aldanma, onlara inanmayın, önünüze koydukları içi boş raporlara. Senden saklanan, intikal ettirilmemiş birçok gerçek var; bu uygulamalardan rahatsız olan büyük bir halk kitlesi var, lütfen bu halkın şikâyetlerini dikkate alın… CEM Vakfı’na gönül vermiş binlerce insan bugün Vakfın kapısından içeri girmiyor. İsimlerini yazdırıp üye olan yüzlerce dededen kaç kişi bugün vakfa uğruyor? Bu tespitlerim boşa değil. Hocam, durum ortada, CEM Vakfı’nın eski hareketli günlerinden bugün eser kalmadı. Vakıftan kaldırılan cenazeler dışında, günde üç beş kişi kapıdan içeri girmiyor. Lütfen çalışanlara bir sorun. Söylediğim acı, ama bir gerçek. Kurumları arasında bir birlik oluşacaksa, sırf bu malum kişilerin yüzünden Aleviler arasında olması gereken birlik oluşturulamayacaktır. Çünkü kurum içinde yer alan çoğu dedelerin 38
Sayı 8
niteliklerini CEM Vakfı’nın dışındaki kurum yöneticileri çok iyi tanıyorlar ve biliyorlar. […] Sizlere bir önerim var. Bu aynı zamanda, halkın çoğunluğunun da talebidir. Sayın hocam; kurumlar arasında öncülük edin. Eğer gerçek anlamda bir birliktelik istiyorsanız, Alevi birliği diye bir derdiniz var ise, gelin bütün Vakıfları, Dernekleri, kurumları, Ocak temsilcilerini, Bektaşi Babalarını, Ulu Pirin huzurunda bir araya getirmeye çalışın. Sayın Hocam, Hacı Bektaş Veli Dergâhı tüm dünyadaki Alevilerin Bektaşilerin Serçeşme’sidir. Akan suların kaynağıdır, başıdır… Hiçbir Alevinin, hiçbir Bektaşi Babasının itiraz edemeyeceği Hacı Bektaş merkezli bir yapılanmanın gerçekleşmesi için çaba sarf et… Suyu tersine akıtmaya çalışmayın… Bu eşyanın tabiatına aykırıdır: Hiçbir Dernek, Vakıf, Federasyon gibi örgütlenme asla kendilerini Hacı Bektaş Veli Dergâhı yerine koyamaz ve koymamalıdır. Hiçbir Dede; yaşadığı döneme ışık olmuş Ocak kurucusunu, Hacı Bektaş Veli’nin yerine koyamaz. Kendisini de koymamalıdır. Eğer koymaya kalkar ise senin ocağından, benim ocağım daha üstündür derse o CEM Vakfı’na gönül vermiş binlerce insan bugün Vakfın kapısından içeri girmiyor. İsimlerini yazdırıp üye olan yüzlerce dededen kaç kişi bugün vakfa uğruyor? Hocam, durum ortada, CEM Vakfı’nın eski hareketli günlerinden bugün eser kalmadı. Vakıftan kaldırılan cenazeler dışında, günde üç-beş kişi kapıdan içeri girmiyor. Söylediğim acı, ama gerçek.
Kasım 2009
Sayın Hocam, Hacı Bektaş Veli Dergâhı tüm dünyadaki Alevilerin Bektaşilerin Serçeşme’sidir. Akan suların kaynağıdır, başıdır…
zaman iş amacından sapar. Eri erden üstün görmek gibi kamuoyunda zaman zaman yanlış algılanır. Alevilerin-Bektaşilerin bir temsil sorunu yoktur. Alevileri ve Bektaşileri bugüne kadar temsil eden kurum, tüm tarihsel zorluklara karşın Hacı Bektaş Veli Dergâhı’dır: Bugün de Alevileri ve Bektaşileri temsil edecek yer orasıdır. Dedeler-Babalar “El Ele, El Hakk’a” ilkesinden hareketle gelin Pir’in huzurunda bir araya gelelim. “Senin Ocağın-Benim Ocağım” demeden Yol’a sahip çıkalım. Gelin bir bilim kurulu oluşturalım. Tarihçileri, akademisyenleri, yazarları, çağıralım, ortak bir platformda birlikte konuşalım. Sorunlarımıza birlikte çözüm arayalım. Bizlere yön verecek sağlıklı bir yapı oluşturmak için komisyonlar kuralım; bize en uygun hizmet verecek lideri birlikte seçelim; dedeler kurulunu birlikte oluşturalım ve bizlere tepeden bakan yetkililerin karşısına büyük bir itibarla çıkalım. Biliyorum: Bu birliğe karşı çıkanlar çok olacaktır. En çok da Alevilerin sırtından nemalanan bazı kurum temsilcilerinin karşı çıktığı gibi. [...] Bay Ali Rıza, suç sende değil, seni o kurumun başına getirende. Biz de bir laf vardır, “Adamı padişah yapmışlar, önce babasını asmış!” Sen kendini ne sanıyorsun? Niçin kendini, dev aynasında görüyorsun? Bizim felsefemizin özü türap olmaktır, insan olmaktır.
SACAYAK Sayın Hocam, bu adamı Alevi toplumunun başına siz bela ettiniz. Bu adam sizin iyi niyetinizi istismar ediyor. Lütfen bunu kabul edin. Bu kişi şahsınıza sunduğu bir takım çalışma raporlarıyla sizleri uyutabilir, ama artık boş söylemlerle Alevileri uyutamaz. Her gün tepkiler biraz daha çoğalıyor. Ali Rıza Bey, takke düştü kel göründü. Sayın Namık Kemal Zeybek Beyefendinin, “bilim adamı insan-ı kâmil” şişirmeleri de seni bir yere götürmeyecek. Sayın Zeybek senin gerçek yüzünü bilmeyebilir. Oysaki toplum senin ne karakterde bir insan olduğunu çok iyi biliyor. CEM Vakfı çökerse, ilk kaçacaklardan biri sensin gemiyi terk eden fare misali. Bay Ali Rıza Uğurlu, cem evlerinde uygulamaya çalıştığın cemler Anadolu’nun neresinde yapılıyor söyler misin? Uygulamaya mecbur ettiğin, cem ibadetinde olmayan, kadın-erkek ayrımı, gereksiz yere elleri dizlere vurarak şov havasına soktuğun cem ibadetleri nerede yapılıyor? Bir zamanların Aczmendi tarikatçıları gibi halkımızı korkutan ruhsuz tek tip Cem dayatmasını da bıraksan artık diyorum… Arada Hiçbir Alevinin, hiçbir Bektaşi Babasının itiraz edemeyeceği Hacı Bektaş merkezli bir yapılanmanın gerçekleşmesi için çaba sarf et… Alevilerin-Bektaşilerin bir temsil sorunu yoktur. Alevileri ve Bektaşileri bugüne kadar temsil eden kurum, tüm tarihsel zorluklara karşın Hacı Bektaş Veli Dergâhı’dır. Bugün de Alevileri ve Bektaşileri temsil edecek yer orasıdır. Dedeler-Babalar “El Ele El Hakk’a” ilkesinden hareketle gelin Pir’in huzurunda bir araya gelelim.
39
SACAYAK bir böbürlenerek, ben yaptım oldu anlayışından vazgeç. Karşında yirmi beş milyonun üzerinde bir topluluk var. Aleviler ve Bektaşi toplumu, özünden koparılmış bu tür şekle dayalı dayatmalardan artık rahatsız. Gelen şikâyetlerden bunu anlamıyor musunuz? Halktan gelen bu tür şikâyetlerin, Sayın Hocamızın kulağına kadar gittiğine eminim. Dâr Komisyonu Kurum içi dar komisyonu kuruyorsun, bizim bildiğimiz Dâr meydan evinde kurulur, Hakk’ın önünde halkın huzurunda sorgu yapılır, Dâr’a kalkan cana kendini savunma hakkı tanınır. Gerçeği de budur. Gıyaben göstermelik dar’a çekme nerede görülmüştür? Bu konudaki görüşümüz şu: Önce sizin dar’a çekilmeniz gerekir ve önce bu halka sizin hesap vermeniz gerekir… Bay Ali Rıza, sen Dede filan değilsin. Hıdır Abdal Ocağı’ndan olduğunu söylüyorsun. Hıdır Abdal Ocağı’nın işlevi Alevi erkânnamesinde açık ve net olarak belirtilmiştir: O ocağa dedelik hizmeti verilmemiş, orası düşkünler ocağı olarak bilinir. Bu gerçeği hatırlatandan sonra sizden bir açıklama daha bekliyorum. Dede olduğunu söylüyorsun, ben de soruyorum: Senin pirin kim? Mürşidin kim? Müsahibin var mı? Varsa kim? Önce bu sorulara bir açıklama getir, ondan sonra o posta otur, oturabiliyorsan, bir zamanların bakkal efendisi. Kafana Göre Tek Tip Cem Kitapçığını Hazırlarken Sen Kimlere Sordun Yazarlara mı, tarihçilere mi, sosyologlara mı, antropologlara mı, yoksa bilgiyle donanmış akademisyenlere mi sordun? Sen kimlere sordun? Ocak dedelerinin Bektaşi babalarının fikrini aldın mı? Söyler misin kimlerin onayını aldın? Alevi ve Bektaşi inanç dünyasında 40
Sayı 8
Ali Rıza Uğurlu, cem evlerinde uygulamaya çalıştığın cemler Anadolu’nun neresinde yapılıyor? Cem ibadetinde olmayan, kadın-erkek ayrımı, elleri dizlere vurarak şov havasına soktuğun cem ibadetleri nerede yapılıyor? Aczmendi tarikatçıları gibi halkımızı korkutan ruhsuz tek tip Cem dayatmasını bırak artık… Alevi ve Bektaşi toplumu, özünden koparılmış bu tür şekle dayalı dayatmalardan artık rahatsız.
oldukça önemli olan bu konuyla ilgili, kimlerin görüşünü aldın? Herhangi bir taban çalışması veya bir bölgede bir yerde alan çalışması yaptın mı? Tabanın fikrini aldın mı? Ocakzade dedeleri, Bektaşi babaları, akademisyen bilim adamlarını yazarlarımızı, toplayıp istişare yaptın mı? Bir de ulu orta konuşuyorsun, “Diyanet Aleviliği bana sorsun” diye ahkâm kesiyorsun. Sen kimsin? Alevi dünyasında yüzlerce akademisyen tarihçi ve yazar var. Bir o kadar da konuya vakıf Dede-Baba var, onlara sormayacaklar da sana mı soracaklar? Ali Rıza Uğurlu, sen, bin yıldır aşkla, şevkle, sürdürülen yolumuzu, Erkân’ımızı kafana göre değiştirerek, özünden ayırarak içine bir takım Arap-Emevi İslam anlayışına uygun ilahiler, dualar ilave ederek Alevi ve Bektaşi toplumunu nereye mal etmeye çalışıyorsun? Sen kimsin, kime hizmet ediyorsun? Sen kim oluyorsun?
Kasım 2009
Senin bilgin ve birikimin inancımızı şekillendirmeye, özünden kopararak içini boşaltmaya yeter mi? Kısacası, Aleviliğe yön vermek Ali Rıza Uğurlu’nun ne hakkı ne de haddi; bunu böylece bilsin. Dede yetiştirdiğini söylüyorsun! Hangi enstitüden, hangi fakülteden mezun oluyor bu yetiştirdiğin dedeler? Allah aşkına senin bilgin ve becerin bu çocukların yetişmesine yeter mi? Adama sorarlar: Hangi ocakta, hangi Alevi köyünde, hangi cem evinde yetiştirdiğin dedeler hizmet yürütüyor, lütfen söyler misin? Alevi köylerinde, bırakın cem yürütmeyi, cenazeler bile ortada kalmış durumda… […] Gerçek Ocak Dedeler, gerçek Alevi toplumunu örgütleyen, eğiten, aydınlatan bir yapılanmanın dışında, toplumsal işlevleri ile denetçi konumdadır. Dedelik mekanizması kendi içinde de zincirleme bir düzenek, hiyerarşik bir yapı şeklindedir. Her Seyit, hem dede hem taliptir. Bir Seyitin dedelik yapabilmesi için kendi dedesine görülmesi gerekmektedir. Dedelere Tarihi Bir Hatırlatma Hacı Bektaş Veli’den, Ahmet Cemalettin Çelebi’ye dek tüm Alevi-BektaşiKızılbaş topluluklarının Serçeşmesi, “Velayet Makamı” Hacı Bektaş Dergâhı olmuştur… Bütün Seyit Ocakları, bu makamı yol örgütlülüğü piramidinin tepe noktası saymışlardır. Bu nedenle, bu hiyerarşik yapının sağlıklı yürüyebilmesi için bu makama gelen zatlar seçimle ve ocaklarının onayı ile gelmişlerdir. Bu makama gelen şahıslar, sadece yaşadıkları süre içinde bu hizmeti yürütürler… Kendilerinden sonra gelen evlatları için değildir… Bu makamlarda bulunan: Velayet, Mürşid-i Kamil, Mürşit, Pir, Rehber olan seyitler, ocakzade olmalarının yanında,
SACAYAK
Hacı Bektaş Veli’den, Ahmet Cemalettin Çelebi’ye dek tüm Alevi-Bektaşi-Kızılbaş topluluklarının Serçeşmesi, “Velayet Makamı” Hacı Bektaş Dergâhı olmuştur… Seyit Ocakları, bu makamı yol örgütlülüğü piramidinin tepe noktası saymışlardır. Bu makama gelen zatlar ocakzade olmalarının yanında, “Bilgili-Erdemli-İnsan-ı Kamil olma” şartıyla seçilir…
“Bilgili-Erdemli-İnsan-ı Kamil olma” şartlarıyla birlikte oluşturulan kurullarca seçilirler… Son yüz yıldan buyana kurallar ve ilkeler açısından bir seçim ya da bir denetim olmamıştır… Seyit Ocakları adap ve erkânına göre işlemez durumda tutanın elinde kalmış, Babadan oğula geçen krallık, ağalık, derebeylik gibi cahil insanların elinde kalmıştır. Günümüzde bu insanlar Dedeliği geçim kaynağı görerek istismar etmektedirler. Bazıları da servetlerini çoğaltmak için ifrata varan uygulamalar yapmaktadır. Bu tip ilişkileri Alevilik adına hareket ettiklerini söyleyen birçok örgütlü yapılarda da görmekteyiz. Dede Ocakları tarihi geleneksel erkânına ve ilkelerine göre işlemez durumdadır… Bu duruma dur demenin zamanı gelmiş de geçmektedir. Seyit soylu olsa da her önüne gelen dede, mürşid, pir, rehber olamaz… Bugün birçok Alevi kurumlarında uydurma belgelerle dedelik yapan sahtekârlar çoğalmıştır. [...] Bunların amaçları Alevileri bir yerlere pazarlamaktır… Nitekim bu kişilerin bir takım karanlık kişilerle ilişkileri ayyuka çıkmıştır: Devlet bu tip insanlara örtülü ödenekten ya da başka fasıl ve fonlardan para vermemelidir. […] Sayın Hocam, Saygılarımla. [...] 10 Haziran 2009, Avcılar, İstanbul 41
SACAYAK
Sayı 8
Bu yazı, Koxuz internet sitesinden kısaltılarak alınmıştır. Yazının tamamını okumak için lütfen internet sitesine bakınız: <www.koxuz.org>
Alevilerden Çocuksu Beklentiler Demir Küçükaydın
O
NUR ÖYMEN’in sözlerinden ve gelen tepkilerden sonra birçok kişinin de tekrarladığı şöyle bir değerlendirme görülüyor: “Bu yaptığından dolayı Onur Öymen’e teşekkür etmeli. Bizim kırk yıldır yapamadığımızı yaptı. Aleviler böylece CHP’nin ne olduğunu anlarlar.”
Buradan da Alevilerin artık CHP destekçiliğinden vazgeçeceğini, CHP’ye kerhen de olsa destek veren kesimin küçüleceğini; böylece Askeri Bürokratik Oligarşi ve onun partisinin hareket alanının daralacağını bekliyorlar. Bu çıkarsama ve beklentilere bağlı olarak da bütün çabalarını, Öymen örneğinden hareketle CHP’nin nasıl bir parti olduğu konusunda yoğunlaştırıp, Alevilere, “bakın hâlâ da CHP’nin özünü göremez ve onu desteklemeye devam ederseniz, sonra başınıza geleceklerin ve Türkiye’deki demokratikleşmenin başarısız kalmasının suçlusu siz olursunuz” diyorlar veya dedikleri özünde buraya varıyor. İnternetteki sol, liberal ve hatta bir sürü sosyalist sitede ve de sanki “sağduyu”nun son sözüymüş gibi görünen bu tavır ve beklentiler hem sosyolojik olarak hem de politik olarak yanlıştır. Bu tavır, partiler ve onları destekleyen kesimlerin ilişkisini sosyolojik olarak son derece basit, mekanik ve çocuksu değerlendirmekle kalmaz, politik olarak da Alevileri bizzat bu tavırlarıyla CHP’ye mahkûm ederler. Nasıl ve niçin? Bunu açıklamayı deneyelim. [...] Alevilerin tavırları olgular ve çıkarsamalara ilişkin argümanlarla değiştirilemez. Aklî argümanların sınıfların veya toplumsal güçlerin tavrını değiştireceği, burjuva rasyonalizminin bir ifadesidir. [...] Bütün bürokratik yapılarına, ihanet çizgilerine rağmen [CHP gibi] örgütler işe yarar bir silahtırlar ve gereğinde savunma için kullanılabilirler. Radikal sol örgütler, küçük gruplar, birer küçük çakı gibidirler. Hele örgütsüzlük, silahsızlıkla eşittir. Ama büyük partiler, sendikalar, her şeye rağmen köpekler saldırdığında belki onları yok etmezler, ama uzak tutmaya yarayan kocaman ve kalın sopalar gibidirler. O kalın sopaların yerine koyacak iyi bir kılıç veya tabanca veya daha etkili bir silah olmadıkça, sopayı atıp küçük çakılarla veya en küçük bir savunma silahından yoksun olarak ortada “Tığ-ü teber, Şah-ı Merdan” kalmak istemez büyük toplumsal gruplar. Aslında sezişleri ve içgüdüleriyle, kendilerini rasyonel davranmaya ikna için rasyonel argümanlar getirenlerden çok daha rasyonel davranırlar. 42
Bütün bürokratik yapılarına, ihanet çizgilerine rağmen [CHP gibi] örgütler işe yarar bir silahtırlar ve gereğinde savunma için kullanılabilirler. Radikal sol örgütler, küçük gruplar, birer küçük çakı gibidirler. Hele örgütsüzlük, silahsızlıkla eşittir. Büyük partiler, sendikalar, her şeye rağmen köpekler saldırdığında onları uzak tutmaya yarayan sopalar gibidirler.
Kasım 2009
Bütün çabalarını, Öymen örneğinden hareketle CHP’nin nasıl bir parti olduğu konusunda yoğunlaştırıp, Alevilere, “Bakın, CHP’nin özünü göremez ve onu desteklemeye devam ederseniz, başınıza geleceklerin ve demokratikleşmenin başarısız kalmasının suçlusu siz olursunuz” diyorlar.
SACAYAK
Aslında bu davranışın başka bir biçimi bizzat kadınlarda da görülür. Her gün milyarlarca kadın bizzat erkekler tarafından ezilmektedir. Bütün kadınlar nasıl ezildiklerini bilirler aslında; içgüdüsel olarak ve kişisel düzeyde bu ezilmeye karşı cinsler arası savaş gibi görünen bir savaş da yürütürler. Ve bu savaşta tek tek kadınlar olarak isyan ettikleri takdirde ezileceklerini iyi bilip sezdiklerinden, bizzat kendilerini ezen erkek cinsinden birini kendilerine koruyucu yaparlar. (Ya da sosyal olarak bir kadın olmaktan çıkarlar, bir yaşlı, bir anne, bir rahibe, vb., olurlar.) Ancak yine kendisini ezen bir erkeğin koruyuculuğu altında toplumda tamamen silahsız ve savunmasız olmaktan kurtulurlar. [...] Ezilenler, kendilerine karşı kullanılan silahları, tıpkı Uzak Doğu’nun karşı tarafın gücünü ona karşı kullanmaya dayanan sporları gibi (ki bu sporların kaynağında da ezilenlerin direnişi vardır.) düşmanlarına karşı çok etkili olmasa da kullanmaya çalışırlar. Benzer bir örnek politik İslam’dan verilebilir. Başörtüsü, erkek egemenliğinin bir sembolü, bir aracıyken, kadınlar onu evden çıkıp modern hayata girmenin, sokağa çıkmanın, çalışmanın ve böylece ekonomik bağımsızlığı kazanmanın ev zindanından çıkışın bir aracı, bir kurşun geçirmez hamaylısı yaparlar. Ezilenlerin binlerce yıldan beri gelişmiş sezgileri ve eğilimleriyle yürüttükleri bu mücadeleleri, ancak burjuva rasyonalizminin veya pozitivizmin yol açtığı hafıza kaybına uğramış Kemalistler, Stalinistler, Sosyal Demokratlar anlayamazlar. *** Özetle, Alevilerin bu Onur Öymen ve Dersim skandalından sonra olsun CHP’den uzaklaşmalarını beklemek sosyolojik olarak olguların mekanik bir değerlendirmesine dayanan yanlış bir beklenti veya öngörüdür. Ama böyle bir beklentiye yönelik olarak gerçeği açıklama ve ayrılmaya ikna çabalarına girmek ve bunu politik eylemin merkezine almak, politik olarak daha büyük bir yanlıştır. Bu olay vesilesiyle sol, aslında liberallerden ve liberal soldan farklı, radikal demokrat bir politika uygulamak istiyorduysa, bütün oklarını AKP’nin Kürt açılımını, [...] DTP gibi bir laik ve demokrat bir örgütü tecrit etmeye yönelik olarak, ne laik ne de demokrat olmayan Barzani’ye dayandırmasına; argümanlarını İslam kardeşliğinden getirmesine; “Kürt Açılımı”nın yanı sıra gerçek bir laiklik açılımı yapmamasına; hatta aksine verili durumu, ‘istemem yan cebime koy’ diyerek ebedileştirmesine ve böylece Alevileri CHP’ye ve Askeri Bürokratik Oligarşinin kerhen de olsa destekçiliğine mahkûm etmesine yöneltmeliydi. Ancak böyle davranan radikal demokrat bir duruş ya da akım ya da hareket uzun vadede Alevlileri ve şehir orta sınıflarını da demokratik saflara çekebilirdi ve AKP’ye soldan baskı yapıp bir yan ürün olarak “açılımın” daha ileri bir ortalamaya gidişine yol açabilirdi. 43
SACAYAK
Sayı 8
Ama tam da böyle davranılmadığı için yani aslında bütün oklar “Niye hâlâ CHP’yi destekliyorsunuz” diye Alevilere yöneltildiği için sonuç beklenenin tam da tersi olacaktır. Aleviler CHP’yi terk etmemekle kalmayacak CHP içinde de dünden daha boynu bükük ve ezik kalacaklardır. Çünkü CHP’nin yerine koyabilecekleri başka bir silahları yoktur politik Sünni İslam’ın gücü karşısında. Bu gidişin sembolik ifadesi şimdiden Kılıçdaroğlu’nun akıbetinde görülüyor. Başlangıçta biraz da çevrenin zorlamasıyla, “gereğini yapmak” gibi her anlama gelecek bir kavramla Öymen’i istifaya çağırmıştı. Ama Öymen istifa etmeyip aksine Baykal’ın desteğini alınca, Kılıçdaroğlu’nun istifa etmesi gerekirdi. Ama edemezdi ve edemeyecektir. İstifa etse de bitecekti gerçi, ama şimdi istifa etmeden bitmiştir. Ayrılamazdı, çünkü yerine koyacağı, aynı işlevi görebilecek bir alternatifi yoktur. Aslında Deniz Baykal kendisine ilerde rakip olacağı düşünülen veya böyle bir beklenti içinde olunan bir potansiyel muhalifinden de kurtulup kendi pozisyonunu güçlendirmiş olarak çıkmıştır bu durumdan. Özetle, bu fırtına sonucunda Alevilerin değil, Baykal’ın konumu güçlenecektir ve güçlenmektedir. Ama Alevilere değil; Alevileri CHP’ye mahkûm eden, AKP’nin demokratik olmayan karakterine vurgu yapan; onun demokrat olmadığını, Askeri Bürokratik oligarşiye karşı tutarlı bir mücadele yürütmediğini ve onu böylece güçlendirdiğini söyleyen ve vuruş yönünü buraya yapan bir radikal demokrat muhalefet olsaydı; örneğin DTP, böyle bir vuruş yönü izleseydi, kısa vadede olmasa bile, uzun vadede Aleviler onu etkili bir silah olarak görebilirlerdi ve Kürtlerin ve Alevilerin demokratik özlemlerini aynı potaya akıtacak bir kanal açılabilirdi. [...] AKP, Alevilerin baskı altında olduklarını görmek istemeyerek; demokrasiyi, çoğunluğun azınlığa tabî olması olarak anlayarak ve gerici bürokrasinin yaptıklarını “istemem, yan cebime koy” anlayışıyla Alevileri korkutmakta ve CHP’ye mahkûm etmektedir. Politik İslam, liberaller ve liberal solcular, AKP’nin demokratik olmayan karakterine vurgu yapacak yerde Alevileri CHP’den kopmaya çağırmakla yetindikleri takdirde varacakları yer Alevileri suçlu görmek [...] olacaktır: Hâlâ CHP’yi desteklediğinize göre suçlu sizsiniz ve şikâyet etmeyiniz. Böylece suçlu Alevileri oraya süren ve demokratik olmayan AKP’nin politikaları değil; Aleviler ilan edilecektir. *** Görüldüğü gibi, Alevileri, “Haydi artık niye hâlâ CHP’desiniz” diye eleştiren kampanyalar, bütün iyi niyetlerine rağmen demokrasi güçlerini dağıtacak ve bizzat AKP’nin geri adım atmasının yolunu açacaktır. Kime niyet kime kısmet? 19 Kasım 2009, Perşembe 44
Alevileri CHP’ye mahkûm eden, AKP’nin demokratik olmayan karakterine vurgu yapan; onun demokrat olmadığını, askeri bürokratik oligarşiye karşı tutarlı mücadele yürütmediğini ve onu böylece güçlendirdiğini söyleyen bir radikal demokrat muhalefet olsaydı uzun vadede Aleviler onu etkili bir silah olarak görebilirlerdi.
Kasım 2009
SACAYAK Dizi Yazı – 2
Sadaka Değil, Sendika Nedim Kanoğlu
12
EYLÜL 1980 darbesinden sonra Türkiye’de siyasi iktidarı devirip “emir komuta zinciri” altında ülke yönetimini devralan askeri cuntanın ilk icraatı; her türlü siyasi faaliyetin her kademede durdurulması, parlamentonun ve hükümetin feshedilmesi oldu. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve üye sendikaların faaliyetleri durduruldu; yöneticileri “güvence altına”(!) alındı. Grev çadırları söküldü. Grevler yasaklandı. Demokratik kitle örgütleri kapatıldı. Kısa süre sonra tüm işyeri sendika temsilcileri gözaltına alındı. DİSK’in taşınır ve taşınmaz varlıklarına el konuldu. DİSK üyesi sendikaların yönetimine kayyımlar atandı ve DİSK yöneticileri tutuklandı. Sendikacılık tarihinde silinmeyecek izler bırakan DİSK; 12 yıl aradan sonra 1992 yılında yeniden faaliyete geçebilmiştir. 1980 sonrasında toplumsal dokunun bütünü üzerinde yürütülen bu faşist uygulamaların nedenleri ve sonuçlarıyla ilgili ilginç yaklaşımlar olduğunu söyleyebiliriz. 1980’lerle birlikte özerk kurumların yürütmeye bağlı hale getirilmesinin, siyasal partilerin kapatılmasının, sendikaların mal varlıklarına el konulmasının ve derneklerin cılızlaştırılmasının altında 24 Ocak 1980 kararları ile dillendirilen serbest piyasa ekonomisi politikalarının gerçekleştirilme girişimi vardır. Siyasal iktidarın, ekonomik ve sosyal politikalarına direnç gösterebilecek nitelikteki unsurlar etkisiz hale getirilmiştir. Bu süreçte sendikalar, odalar, dernekler, üniversiteler, siyasal partilerin gençlik ve kadın kolları gibi örgütlenmeler yasaklamalardan payını
almıştır. Siyasal katılımın kısıtlandığı, sendikacılığa darbe vurulduğu bu apolitizasyon süreci sonunda siyasal hareket sadece belli dönemlerde oy verme eylemine indirgenmiştir. Siyaset arenasındaki bu boşluk, dinsel temelli cemaatsel örgütlenmelerle doldurulmaya çalışılmış ve halkın sağduyusu görmezlikten gelinmiştir. Toplumun önemli bir kesimi, sınıfsal veya ideolojik kimlik kodlarını bir kenara bırakarak etnik veya dinsel kimlik kodlarıyla siyasette yer almaya başlamışlardır. Bu halde faşist darbeden sonra toplumun getirildiği noktayı anlamamak ve bundan ders almamak anlaşılır gibi değildir. İnsanların siyasete merkezde biriken ranttan pay almak için girdiklerini de belirtirsek, bu fotoğraftaki suretleri tamamlamış oluruz. Dar çıkar ilişkilerine dayalı olan siyasi anlayış, toplumsal yozlaşmayı hızlandırmıştır. Toplumun diğer emekçi ve sistemin muhalif kesimleri gibi kamu emekçileri de ekonomik, siyasal ve sosyal hak kayıplarına uğratılmış; zora, şiddete ve sindirmeye dayalı baskı altında örgütsüzleştirme politikalarıyla mücadele etmek zorunda bırakılmışlardır. 1982 Anayasası’nın 90. maddesinin kamu emekçilerine sendikal örgütlenme hakkı tanındığı yönünde yapılan yorumlar
45
SACAYAK
Sayı 8
ve açılımlar kamu emekçilerinde yankısını bulmuş, sendikal örgütlenme çalışmalarının yönlendirilmesine katkı sağlamıştır. 1980 sonlarında kamu emekçileri, bir yandan kurdukları derneklerle sendikal örgütlenme faaliyetlerini yürütürken diğer yandan da eylem ve güç birlikteliği oluşturarak kendi ekonomik ve siyasal haklarına sahip çıkma sürecine girmişlerdir. Kamu emekçileri 1987 yılından sonra mesleki örgütlenmelerde sendikalaşmayı tartışmaya başlamış ve Sendika Yürütme Komisyonları oluşturmuşlardır. İlk olarak 28 Mayıs 1990 yılında eğitim emekçileri Eğitim-İş’i kurdu. Ardından Eğitim-Sen ve Tüm BelSen’den başlayarak çok sayıda sendika kitlesel başvurularla kurulmaya başlandı. Hak kayıplarını telafi amacıyla alanlara çıkan işçilerin 89 Bahar Eylemleri olarak bilinen eylemlilikleri bu süreci hızlandıran
temel etkenlerden biridir. 1990–91 yılları sendikaları kurma ve yaşatma yılları olarak da anılabilir. Kurulan sendikaların tümü hakkında kapatma davaları açılmış, yöneticiler geçici sürelerle görevden uzaklaştırılmış ve sendikalar mühürlenmeye başlanmıştır. Devletin bu yoğun baskısı sonucu bile hakların ancak örgütlü mücadele ile alınabileceği inancını taşıyan emekçiler geri adım atmamışlardır. Hukuk alanında girişimler sürdürürlerken fiili ve meşru temelde mücadeleye devam etmekten vazgeçmeyen kamu emekçileri günümüzdeki haklı örgütlülüğümüzün de alt yapısını oluşturmuşlardır. 26 Ocak 1991 tarihinde 12 Eylül sonrasının ilk mitingi “ Kamu Çalışanları Sendikal Haklar Mitingi” adıyla İstanbul’da düzenlendi. 20 Şubat 1991 tarihinde İçişleri Bakanlığı tarafından Valiliklere gönderilen bir yazıda çeşitli gerekçeler ileri sürülerek, kamu emekçilerinin sendika kurma
25 Kasım Kamu Emekçileri Uyarı Grevi Kamu emekçileri ülkenin çeşitli yerlerinde 25 Kasım günü bir günlük grev, yürüyüşler ve mitingler yaptı. Kamu çalışanları sendikalarına “Toplu Sözleşme Hakkı” istendi. Mitingde konuşan KESK Genel Başkanı Sami Evren şöyle dedi: “Sermaye kesimleriyle, küresel şirketlerle, IMF’yle, Dünya Bankası’yla
dost olmayı başaran bu iktidarlar, kendi yurttaşlarıyla, işçilerle, kamu emekçileriyle, köylülerle, Alevilerle, Kürtlerle dost olmayı başaramamışlardır. Kendi yurttaşlarının kalbini kazanamayan iktidarlar, tarihin karanlığına gömülmeye mahkûmdur. Dünküler nasıl gömüldüyse tarihe, bugünküler de gömülecektir.”
46
SACAYAK
Kasım 2009
girişimlerinin “yürürlükteki mevzuata aykırı” olduğu bildirildi. Bu genelge ile baskılar ve kurulan sendikalara yönelik kapatma girişimleri daha da arttı. Kurulan sendikaların kapatılması istemiyle davalar açılsa da tüm davalar, sendikaların lehine sonuçlandı. 15 Temmuz 1992’de “Hak Direnişi” olarak gerçekleştirilen ilk iş bırakma eylemi, kamuoyu, medya ve siyasi partilerden büyük destek gördü. 21 Aralık 1992 tarihinde bir eylem daha gerçekleştirildi; çeşitli illerde kitlesel basın açıklamaları yapılırken Ankara’da 20 bin kamu çalışanı Zafer Meydanı’nda toplanarak sloganlarla Başbakanlığa yürüdü. Sendika yöneticilerinin oluşturduğu bir heyet, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ile görüşerek sendikal faaliyetlerinden dolayı uğradıkları baskıları anlatan bir dosyayı İnönü’ye verdiler. Olaysız bir şekilde sonuçlanan eylem, medya ve kamuoyunda olumlu tepkiler aldı. 25 Mayıs 1994 tarihinde 22 sendika başkanı Ankara Güven Park’ta üç gün sürmesi planlanan açlık grevine başlamış ve Ankara’ya gelen kamu çalışanlarıyla birlikte Başbakanlığa yürüyüş planlanmıştı. 28 Mayıs gecesi 22 sendika başkanı ve 54 kamu çalışanını gözaltına alan polis eylemi engelleyemedi. Kamu emekçileri, Anayasa’nın 90. maddesi gereğince kabul edilen uluslararası sözleşmeler (İLO) çerçevesinde örgütlenme, toplu sözleşme yapma ve grev haklarını elde etmişlerdir.
Ancak bugün yalnızca örgütlenme önündeki engeller aşılmıştır. “Savaşsız ve sömürüsüz bir dünya amacıyla ülkede ve dünyada savaşa karşı kalıcı barışın yaratılmasında katkıda bulunmak; her türlü baskıcı yönetime karşı demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile yerleşmesini sağlamak; faşist hareketlere karşı demokrasi, emperyalizme karşı bağımsızlık, baskılara karşı özgürlük, ırkçılığa ve şovenizme karşı halkların kardeşliği için mücadele etmeyi” ilke edinen sendikalarımızın gücü bizleriz. Kamu emekçileri ile işçi sendikaları örgütlenmelere kucak açarak güç birliği sağlamak ve bu doğrultuda haklara sahip çıkarak bambaşka bir dünyayı yaratmanın ne derece gerçekleşebileceğini bu yolla gösterebileceğimizi anlatmak üzere bilgilerimizi tazeledik ve paylaşmak istedik. Sınıfsız, sömürüsüz eşit bir coğrafyayı yaratabilmenin yollarından biri olan sendikacılığı incelemeye devam edeceğiz.
SACAYAK Derginize Abone Olun
Türkiye TL 40 – Avrupa Birliği € 50 – İngiltere £ 40 Abone olmak için abone bedelini postaneya yatırın: Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd. Şti. Posta Çeki Hesabı (No 1629127) Ayrıntılı posta adresinizi, cep telefonunuzu ve e-postanızı okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte bize fakslayın: +90.(0)212.519 56 35
47
BİLİN BAKALIM KİM KONUŞUYOR? Kaç seçim öncesidir böyle oluyor: Aleviler yine savruluyor. Üstelik bir önceki, daha önceki seçim dönemlerinde yaşanmış olanlardan dersler çıkarmadan, aynı şeyler yeniden yeniden yineleniyor. Yalpalama savrulmaya dönüşüyor. Alevi kurumlar sarsılıyor, onulmaz yaralar açılıyor. İç kanama oksijen çadırını işaret ediyor. Yine deneylerden biliyoruz ki; seçim fırtınası geçince, hava sakinleşecek, sular durulacak, taşlar yerine oturacak, yaralar sarılacak. Ama izleri de kalacak. Birlik Partisi, Barış Partisi deneylerini, en sağdan en sola siyasi parti kapılarını aşındırma olgularını, örtülü ödenek hikâyelerini de anımsadığımızda; “Bu neden böyle?” sorusunu sormadan edemiyoruz. Gerçekten de bu neden böyle? Aleviler neden siyaseti beceremezler? Neden birbirlerine düşerler? Neden burjuva politikacılarının elinde oyuncak olurlar? Neden kendilerine büyük misyonlar, vizyonlar vehmederler? Neden siyaset alanında kuralları, kurumları, gelenekleri, mirasları yoktur? Çünkü köylüler. “Köylü” sıfatını küçümseyici bir anlamda kullanmıyorum. Köyde doğmuş olan, köyde yaşamakta olan anlamında kullanmıyorum, bir zihniyet, bir anlayış, algılayış, hayata bakış anlamında kullanıyorum. Ve böyle tanımladığımda da; hem kaderci, teslimiyetçi, tanrıcı, gelenekçi, hem de çıkarcı, kurnaz, günübirlikçi bir değerler sisteminden söz ediyorum. [...] Alevilik olgusu doğduğundan beri siyasidir. Selçuklu’dan bu yana, devlete hep itiraz etmiştir, hep hak talep etmiştir, hep özgürlük istemiştir, hep isyan etmiştir. Hep katledilmiştir. Taleplerinden yine de vazgeçmemiştir. Bugün de demokrasi istiyorlar, başka bir şey değil. Dedelik, ozanlık kurumları, dergâhlar, ocaklar hep bunun için varolmuşlardır. Her ozanımızın dizesinde, her dedemizin duasında siyaset vardır. Kaldı ki; yaşamın hangi alanı vardır ki; siyasetten yalıtılmış olsun.
Sayı 8, Kasım 2009
Bugün; yurtiçinde-yurtdışında bunca dernek, şube, genel merkez, federasyon, konfederasyon niye var ki? Yaptıkları etkinlikler, toplantılar, bildiriler, yürüyüşler, sloganlar, görüşmeler, mahkemeler, duruşmalar ne adınadır? Yazdıkları kitaplar, çıkardıkları dergiler, kurdukları radyolar, televizyonlar ne adınadır? Var olduklarını, bir kimlik taşıdıklarını, bir hak öznesi olduklarını göstermek ve kabul ettirmek için değil midir? Kamuoyu oluşturmak, haklı olduklarına dair herkesi inandırmak, destek almak, devleti, meclisi, hükümeti ikna etmek, zorlamak, böylece özledikleri demokratik koşullara ulaşmak adına değil midir? Bundan âlâ siyaset hangisidir? Yok eğer kastedilen, her seçim döneminde olduğu gibi; parti parti dolaşmak; milletvekilliği pazarlığı yapmak ise; o işin adı siyasete müdahale değil, siyasetten nemalanmadır. Bu ise toplumsal değil, kişisel bir meseledir. Bu kurnazlığı ise siyasi partiler de Aleviler de deneyleriyle bilirler. Evet, her seçim döneminde; siyasi duyarlılık üst düzeye tırmanır. [...] Bu duyarlı dönem; herkes için olduğu denli Aleviler için de önemli bir fırsattır. Bu fırsatı akıllıca değerlendirmenin yolu, TV’lerimizden yayınlayacağımız kitlesel gösterilerin ekran fotoğraflarını siyasilerin gözüne sokma, şantaj yapma kurnazlığından geçmez. Köylülük dediğim şey işte tam da buna tekabül eder. [...] Günübirlikçilik adına yarınlar karartılır. Siyasi duyarlılıkların en üst düzeye yükseldiği bu seçim dönemlerinde, Alevilere düşen görev; sorunlarını ve haklılıklarını insan hakları, eşitlik, sosyal adalet, hukukun üstünlüğü ve demokrasi bağlamında her düzeyde ve platformda tartışılır kılmaktır. Bu da ancak örgütler eliyle olur. Örgüt dediğimiz şey tabeladan ibaret değilse tabii. [...] Günümüzde Genel Başkanı olduğu ABF eliyle kuracağı partinin bir Alevi Partisi olmayacağını söyleyen Ali Balkız’ın, üç yıl önce 2006 Kasım ABF Kongresi sonrasında yazdığı “Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor” başlıklı yazıdan
SACAYAK