Sercesme Dergisi, Sayi 30, Haziran 2007

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Ali Baba Dergâhı Koruma ve Yaşatma Derneği Katkısıyla Hazırlanan Özel Ek

Alevi-Bektaşi Ulularını Tanıyalım: ALİ BABA

ALEVİLİKTE DÜŞÜNCEYİ AŞAN İNANÇ OLAMAZ

Bu Sayida Ahmet Koçak PSAKD Sultanbeyli Şubesi Yalnız Bırakılmıştır Sadegül Çavu’la Söyletk

Fkret Otyam Şinasi Koç Dedeyi Anarken... Esat Korkmaz Mahşerin Üç Atlısı - II: Ulusçuluk Pr Vel Ne Müdahale Ama Muharrem Ercan Dede Laik Cumhuriyeti Savunamayanlar Aleviliği Savunamazlar İsmal Kaygusuz Karşıt Düşünce Topluluklarına Karşı Kullanılan Baskı Yöntemleri - Bölüm I Alev-Bektai Kültür Ensttüsü’nün Açilii Enstitü Başkanı Gülizar Cengiz ile Söyleştik Myase İlknur Hıdrellez Dertl Dvan Âşık’ın Sözü, Kuran’ın Özü Kaml Ateoulları Araba Devrilmeden Önce - Bölüm II Ham Kutlu Henüz Son Sözü Söylemedik Dönüüm Sürecnde Alevlk- Bektalk Uluslararası Konferans Robert Langer Yurtdışı Alevilik Gelişmeleri İlhan Cem Erseven Alevi Cephesinde Neler Oluyor - Bölüm I Yalçın Yusufolu Bayburtlu Zihni Hasan Harmanci Diliniz Solmasın - Bölüm I Lütf Kalel Seyyid Nesimi Levent Ümt Arslan Cemevleri, Laiklik ve Demokrasi Murat Kantekn Seçimler ve Alevi Kökenli Adaylar

Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

Fyati: Ytl  /   /   Hazran  Sayi:

30

İnsan, eylemiyle “doğaya, doğada olmayanı, yani kendinde olanı ekleyerek” tarihine “yol verir” ve kendini gerçekleştirme olanağını bulur. Demek ki insanın kendini anlaması-algılaması, yine “yazgısını kendisinin çizdiği” kendi tarihinden bağımsız olamaz.

Evcil Olmanın Tadını Çıkaran Sözde Aleviler Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

D

üşünmenin ve yapmanın bir sonu yoktur. “Son” demek, amaçlanan şeye ulaşmak anlamını taşır: Herkes amaçladığına ulaşırsa –ki böyle bir son olmadığı için insan kendini aldatır– hem “anlam” hem de “anlamsızlık” üretilmiş olur. Her iki durumda da “dünya çekilmez”dir. Öyleyse kendimizi “bir şeyin sonunun ya da her şeyin sonunun bir anlamı” olduğu yanılsamasından “kurtarmamız” gerekir: “Ölümle dünyaya anlam kazandırma karasevdasından hemen vazgeçmeliyiz.” Simgesel evrende “gezinerek” ya da “simgesel dünyayı üretken biçimde kullanarak”, ölümün “tersine dönüşümünü” sağlamalıyız. Bunun için kullanacağımız araç ölümün “kendisi” olacaktır; yani, “daha üstün bir ölüm” ile ölümü “tersine çevirmek”. Bâtıni açıdan düşünürsek “gerçek” dediğimiz elimizle dokunduğumuz ya da duyu organlarımızla hissettiğimiz şey, “gerçeği örten” bir şeydir: “Hakikati, örten hakikattir”. Yine bâtınilikte “inanç kuralları-kimlikleri/ilkeleri” düşünülerek üretileceğine/keşfedileceğine göre “düşünceni aşan” bir inancın olamaz; tersinden söylersek inancın, “düşüncenin nesnel sınırlarını aşma yeteneği/olanağı” yoktur. Ortodoks dinlerde “bilinmeyen ya da bilinemeyecek” olan şey inançtır; bâtınilikte ise “bilinen ya da bilinebilecek” şey inançtır. Bu nedenle bâtınilikte “kendini bilmek” eylemini yaşamak dışarıdan bakıldığında “daha az inanılacak şey bulma çabası” olarak görülür. “İçkin tersine çevirme” yatkınlığı insanı, karşıtlardan “olumsuzluk veren ya da acı veren-sıkıntı yaratan” yanıyla “akraba” yapar: Bu “akrabalık ayartıcı”dır; kişiyi “inanma değil, düşünme yönünde” ayartır. Devriye kapsamında “düşünme” denilen şey, döngüsel tersine dönüşüm zemininde “meydan okuma - karşı meydan okuma” çabasından başka bir şey değildir. Burada akıldan çıkarılmaması gereken bir “incelik” gizlidir: Çevrimde “sanalın özelliklerini tartışırken, gerçeğin ulamlarını değil, tam tersine gerçeği tartışırken sanalın ulamlarını kullanabilirsin”. “Çağdaş budalalık” anonim etiketle hepimize “yapışmış” durumda: “Budalalık yapmak” akıllı davranmanın yerine geçti. “Diyalektik düşünme” anlamında “tersine dönüşüm” yeteneğinin “körelmesi” ile bugün “egemen” Alevilik, “toplumsal ilişkilerin içinde ancak bu ilişkileri taşımaya kayıtsız, evcil olmanın tadını çıkaran” ihanet kimliklerinin eline düştü. Yaşamın dışına düşen, kendini “avutmak” için “ahlaka-erdeme sarılan” bu ihanet kimliklerinden öğreneceğimiz hiçbir şey yok. “Siyasal enerjilerini yitirmiş” bu ihanet kimlikleriyle ancak “iyi” ya da “gerçeği” örten “iyi” ya da “gerçek” diriltilebilir. Bu sözde Alevi “elitler” ile “bilme” temelli “beş para etmez çağdaş kimlikler” el ele vermiş, “modern görünümlü gerici” düşünceler üretiyor. Yaşıyorlarsa “yüksek çözünürlüklü bir öğretmen” Hakk’a yürüdülerse “badem gözlü bir yiğit” olarak anılacak olan bu çağdaş “büyücüler”, geçmişte kendilerinin de içinde yer aldıkları “kavganın” ürettiği onuru “toplumsal bir krediye dönüştürmek” sevdasındalar. Bâtıniler bu toprakta “belletilen ya da ezberimiz durumunda bulunan” başkaldırı türlerinden bambaşka bir başkaldırıyı yaşama geçirdiler. Neydi bu başkaldırı: Tanrı’yı öldürmek, yerine başka bir Tanrı dikmek. Peki, var olan Tanrı’yı nasıl öldüreceksin ve yerine yeni Tanrı’yı nasıl dikeceksin: “Birikmiş emek” onu yaratandan uzaklaştıkça ve “sahibini boğmaya” yeltendikçe “toplumsal bilinç yabancılaşır”; din ya da dinsel kimlikler durumuna dönüşür. Başat inanç kimliği metafizik Tanrı, “tersine dönüşümle” toplumsal iş sürecine ya da birikmiş emeğe yapıştırılabilirse “sahte” olana tanı konabilir. Metafizik Tanrı’nın niteli(Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME

Bir Güzel Canı Şinasi Koç Dedeyi Anarken...

(Baştarafı 1. Sayfada)

Evcil Olmanın Tadını Çıkaran Sözde Aleviler ği ile çalışanların “canlı” ve “birikmiş emeği” arasında bir “özdeşlik” olup olmadığı aranır. Bulunmadığı anlaşılınca Metafizik Tanrı “iptal edilir” ve yerine “canlı” ve “birikmiş emek” tanrı olarak “atanır”. Sokrates öncesi felsefenin gündeminde “doğa” vardı: Sokrates ve öğrencileri ile birlikte felsefenin gündemine insanın sorunlarıinsanın toplumsal yaşamda karşılaştığı dertler girdi. Platon ile birilikte ise felsefenin gündemi “âdil toplum” tartışmalarına açıldı. Bir Doğu kamulculuğu olan bâtınilikte “aydınlanma” bu nedenle “doğaya, insana ve insanın bilme yetisine” yöneldi. “Doğanın aklı ve insanın aklı” üzerinde yapılanarak “âdil toplum” tartışmaları kapsamında, ezilenleri esenliğe çıkartacak sınıfların-özel mülkiyetin ve devletin olmadığı “kâmil toplum” tasarımını geliştirdi. Yol doğumunda “baba” pir-mürşit-rehber, yani öğretmendir: “Ana” ise taliptir-derviştir, yani öğrencidir. Gebe kalan organ, “gönüldür”. Gönülde büyüyen çocuğu adı “sözdür ya da harftir”. Söz ya da harf “ağızdan doğar”; demek ki ağız, bir “doğum organıdır”. Doğum gerçekleşir gerçekleşmez, söz ya da harf “eyleme” geçer: “Ses” olur. İşte bunu gerçekleştirebilirsek “içimizi dışımıza taşımış”, vahyin bâtıni anlamını yaşamın “yaşama güçlerine” dönüştürmüş oluruz. Öyleyse hızlı davranalım: “Kuluçkaya yatalım, gönlümüzdeki beni biz yapalım ve herkesi-her şeyi kucaklayalım”. Yalnızca “canlı emeği değil, ölü emeği de dirilten”, damladaki “anlamla” evreni açıklayan, canın “yoldaşları”, yani “iç ve dış hizmetlileri” olarak algılanan duygularımızla yaşamı sarıp sarmalayan; beyinleri “çalışmaya”, ruhları hissetmeye çağıran, birer “dai” olmanın zamanı geldi de geçti bile.

Fikret Otyam

S

ABAH Gazetesinde Barış Erdoğan imzalı “Aleviler ve Diaspora” başlıklı yazı dizisini izliyorum. 7 Haziran 2007 tarihli yazının ana başlığı şöyleydi: “İnanç Anadolu’da Siyaset Avrupa’da” İkinci başlığı da alıyorum: “Avrupa ve Türkiye alevileri arasında bir çekişme yaşanıyor. Avrupa’daki aleviler Türkiye’dekileri pasif olmakla eleştiriyor. Türkiyeli aleviler ise avrupa’dakileri siyaseti kontrol altına alma ve darbeyle suçluyor. Yaşamları farklı olan iki grubun gündemleri de farklı.” Yazdım daha önce, 1926 Aksaray doğumluyum hani ulu Hasandağı’nın eteğindeki Aksaray’da. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u alanda taa Aksaray’dan aileler getirtmiş İstanbul’daki Aksaray böyle çıkmış ortaya 1453’den hemen sonra. Kuyucu Murat’ın kılıcından kurtulan Aleviler can havliyle Hasandağı’na gelip sığınmışlar; aşılan yola bir bakar mısınız? İşte onların ahfadının birisinden altı yedi yaşlarında yağ alırken, Müezzin İbrahim amca kolumdan çekip bigüzel azarlamıştı.Azarlamaların arasında belliğime silinmemek üzere kazınmış sözcükler: “Bunlar Kızılbaş!..”, “Bunların kestikleri yenmez!”, “Mekruhtur!” Neydi bu sözcükler, nereden bilsin bacak kadar çocuk? Taktım kafama, zamanla öğrendim sanıyorum kimi şeyleri, ama öğrenmenin sonu mu olur, olmaz, yaş sekseni aştı, biliyorum öğreneceğim daha daha neler var, hemen ekleyeyim lafımı: “Ömür biter öğrenmek bitmez..”

“Sen Gel Evliyalığı…”

H

ESAT KORKMAZ Yorumlu

İmam Cafer Buyruğu Üçüncü Basım, Haziran 2007 ISBN 975-8612-43-7 13,5 x 19,5 cm boyutunda 418 sayfa Anahtar Kitaplar Tel: 0212.526 89 17 2

ASANDAĞI’mızda bir evliya yaşar imiş, adı mı adı Hasanbaba. Aksaray’da da bir başka evliya var imiş Külhancıbaba, sabah er kişilerin öğleden sonra da hatun kişilerin yıkanıp yunduğu hamamın külhanına bakar, boş zamanlarda da hamamın önündeki tezgahında yemeni neyim tamir eder imiş. Bu iki evliya ya da ermişler diyelim, birbirlerinin hünerlerini merak ederlermiş ve Hasanbaba Ağustos sıcağında dağdaki karlardan alıp bir çıkma sarmış, değneğinin ucuna bağlayıp inmiş Aksaray’a. Oradan getirilmiş çok kar yedim: Samana beleyip çuvallara doldururlar getirirlerdi “Vilayete”, 1933’den sonra da siyasal nedenlerle tenzil-i rütbeye uğratılan “Aksaray İlçesine!” Karcı amcalar maşrapaya kar doldurur, üzerine de gül şerbeti dökerler idi “karlambaç” olurdu. Hasanbaba Külhancıbaba’nın yakınına gelip oturmuş, değneğini de oraya dikivermiş. Bakın şu yaradanın “lütfu”na, Ağustos sıcağında çıkındaki kar bitürlü erimez imiş! Külhancıbaba kalkmış, külhandaki ateşleri elleriyle küremiş bakın şu yaradanın kollamasına, elleri bitürlü yanmaz imiş yığınla ateşten! Öğleden sonradır, sıra hatun kişilerdedir ve bir aralık hamamın kapısı açılır, bir de ne görsün Hasanbaba, anadan üryan bir sürü avrat! Ne geçti kafasından, ne oldu biliyor da yaz-

mıyorsam namerdim, Zülfükâr’ın keskin yanı boynuma gele; çıkındaki karlar ossaat şıpır şıpır erimeye başlamış! Bunu gören Külhancıbaba, Hasanbaba’ya bakmış, bakın ne demiş: “Ya Hasanbaba, dağ başında evliyalık kolay, sen gel şehirde yap, şehirde göster evliyalığını!” Nasip oldu da çok gidip gördüm yurtdışındaki Alevi canları, söyleştik, Ali lokması yedik, demlendik, semahlar döndüler, deyişler, nefesler söylediler, evleri evlerimiz oldu o canların da evleri bizim burada ki evimiz, ne keremdir bu bilmez misiniz? Dedim ya birileri yazıvermiş eski kafakağıdıma “Dini: İslam. Mezhebi: Hanefi” diye! Neyleyim! Öğünmek kafamdan geçmez, raflar dolusu ödüller var koca odada, bilmeyenler bilsin diye yazıyorum bir tanesi de “Hacı Bektaş Veli Üçüncü Barış ve Dostluk Ödülü, 1969.” Onbeşe yakını da çeşitli Alevi dernek ve kuruluşlarından. Avrupa’daki Alevi canlar da etlerine tırnak ettiler bu canı, yıllardır yıllardır böyle oldu son birkaç yıl ırak edildik.. Geçen yıl Filiz Otyam’la açtığımız fotoğraf sergisi nedeniyle Erlangen’deyken yakınındaki Nürnberg’deki Alevi canların çağrılısı olarak güzelim cem ve kültür evinde konuşmacı mihman olmak hariç... Kimse alınıp darılmasın, Alevilik Avrupa’da kolay! Burada olanlara en yakından tanığım ve tanıklığımın belgesidir yazma olanağı tanınan ol nedenle yazdığım ve acımdır bir Alevi’nin Cem Vakfı’na geçip nefesini kestiği Nefes Dergisi ve elinizde tuttuğunuz şu dergi Serçeşme...

Şinasi Koç Dede

B

ARIŞ ERDOĞAN’ın yazısına girişi bu canı çok duygulandırdı, o giriş şöyleydi:

“Almanya’daki Aleviler tatlı bir telaş içinde. Şinasi Koç adlı Dedenin yönetiminde tarihi bir Cem töreni içi son hazırlıklarını yapmaktadır. Cem töreninin yapılması için Hamburg’da kiralanan üniversite salonu hınca hınç doludur. Geniş salonun duvarlarına Türkiye’deki cemevlerinde olduğu gibi Türk bayrağı ve Atatürk resmi asılır. İşte o anda birdenbire kızılca kıyamet kopar. 12 Eylül sonrasında siyasi mülteci olarak Almanya’ya gitmiş bir grup, Türk bayrağı ve Atatürk resmini cem ayininin yapılacağı salona asanlarla tartışır. Bunun üzerine ayini yönetecek olan Şinasi Koç dede durumu protesto eder, salonu terk edip gider...”

A

“Anadolu Sevdası”

RTVİZYON kuruluşu “Renkahenk Türküler” adlı bir müzik albümü çıkardı, içinde türkülere uygun tablolarımla, Filiz Otyam’ın bir özgün dokumasının fotoğrafının yer aldığı harika bir çalışma. Türkçe ve İngilizce yaşam öykülerimiz ve türkülerin sözleri de öyle. Bu ciltli ve nefis baskılı albümde birbirinden güzel sesle birbirinden güzel türküler yanı sıra çok sevdiğim, çok saydığım bir dedenin Şinasi Koç dedenin de yaşam öyküsü ve 1960 yılında der-

Sayı 30


SERÇEÞME 28 Nisan 1990 tarihinde Hakk’a yürüyen Hasankaleli Âşık Şinasi Koç Dede

EYÜP CEYLAN (ŞAŞKIN EYÜP)

Vazgeçtik Bizler bir zaman doğanın dostuyduk Yıllarca ne argo, ne küfür duyduk Geldik şehre gürültüye uyduk Çiçekten, yapraktan, daldan vazgeçtik Bir zamanlar göçebe olduk, dolaştık Toros Dağından Ege’ye ulaştık İndik ovaya pisliğe bulaştık Kekikten, reyhandan, baldan vazgeçtik Artık türkü söylemiyor bülbüller Ocaklar dağıldı, savruldu küller Gözler boyadı naylon gönüller İnciden, yakuttan, lal’dan vazgeçtik

lediğim bir semahı var. Şinasi Koç dedeyi tanıtan yazımı da alıyorum bu yazıma: “Tastamam 45 yıl önce Hacıbektaşlı matbaacı, yayıncı Sefer Aytekin dostum telefon etti ‘Vaktin varsa teypini al gel.’ İçeri girince makineler sustu, yedi sekiz eli sazlı ile tanıştım. Âşık Şinasi Koç, Hüseyin Çırakman, Maraşlı Âşık Kul Ahmet aklıma kalanlar. Sefer dileğimi kırmadı, Hazreti Ali Divanı’ndan dilimize aktardığı şiiri okudu:

Soy Sop Cahil! Cahilliğin soy-sopla övünüşünden belli Bütün insanlar, bir anadan bir atadan değil mi? Gümüşten doğmuş bir insan gördün mü? Bakırdan doğmuş veya mülkünden Zenginliğinden doğmuş veya toprağından Bütün insanlar etten, sinirden değil mi? Kandan kemikten değil mi? Kandan, kemikten, sinirden, etten değil mi? Övünmek gerekse insana övünmek İnsan akılla övünmeli bilimle övünmeli Güzel huyla iyi yürekle övünmeli Cahil! Cahilliğin soy sopla övünüşünden belli! Üç saate yakın kayıt yaptım, Hasankaleli Âşık Şinasi Koç Dede, fötr şapkalı, kravatlı, yelekli, yeleğinde köstekli saati, siyah elbisesiyle bir başkaydı. İlk kez dinlediğim ‘Kırklar ve Turna Semahları’ tam deyimiyle ‘dellendirmişti’ bu canı halk türkülerine meraklı bir can olarak, sırası ve yeri Alevi-Bektaşi ozanlarından, saz ustalarından derlemelerim sanırım yüz otuz saati buluyor şimdileri. Oradakilerin çoğu işsizdi. Hüseyin Çırakman iş istemedi. Bir zaman sonra Şinasi Koş dedeye sordum ne iş yaptığını. Çankaya Köşkü’nde görevliymiş. Eski bir eğitmen, işine son vermişler işsizmiş. Ankara Belediye Başkanı ve Valisi Nuri Teoman Paşa’ya bir mektupla gönderdim iş için. Bir ay sonra gördüğümde işin olmadığını söyledi. Valinin uyanık odacısı dedenin dilekçesi yerine bir yakınının dilekçesini imzalatmış Valiye! İkinci kez bir mektupla yine gönderdim, özel kaleme de gelip gelmediğini sordum sık sık, gelmemiş. Beşbine yakın yapı emekçisi Rüzgarlı Sokak’ta toplanmış TBMM’ye yürüyüşe geçmiş, Hürriyet Ankara Temsilcisi Cüneyt Arcayürek telefon etti, ‘tam senlikti’ dedi, ‘hele bir adam vardı

Haziran 2007

elinde bayrak, polis hoparlörünü ona verdi, konuşma yaptı ve kalabalığı sakinleştirdi, müthiş biriydi.’ Foto muhabirimiz çektiği fotoğrafları masama koydu, ‘buraya bisikletle gelen amcayı görmeliydin ağabey. sonunda polis onu da gözaltına aldı’ dedi. Ulus Alanında Emniyet Müdür Yardımcısı Rüştü ağabey kalabalıkla uğraşıyordu, o telaş içinde ‘beni bir saat sonra ara’ dedi, aradım, anlattım durumu. Şinasi Koç dede yarım saat sonra geldi, ‘Yine Hızır gibi yetiştin erenler’ dedi, kızarık sağ yanağı dikkati çekiyordu ve sonunda Şinasi Koç dede işe girdi ve oradan emekli oldu. Üç kızım da O’nun deyişleri ve anlatılarıyla büyüdü. Keçiören’de aldığı evin bahçesine anı olarak diktiğim meyve ağaçlarının meyvelerini yedik. Ankara’ya sergi için her gidişimizde gelip gelmediğimizi ısrarla soran O’ydu; bir keresinde yoktu. Selvi Ana Sultana telefon ettim, sesi bir hoştu, ‘göçtü’ dedi. Bu insan-ı kâmil, durmadan okuyan, araştıran, yazan, iyilik, dostluk timsali Şinasi Koç dede, Almanya’dadır; mihman (konuk) olduğu evde elinde Cumhuriyet Gazetesi gözünde gözlük o canım, güzelim yüreği duruverir. 28 Nisan 1990 tarihinde Hakk’a yürümüştür, sevenlerini öksüz koyup. Bu güzel çalışmada, onun Kırklar Semahı’nın da olmasını diledi gönlüm. Selvi Ana ve iki oğlu hatırımı kırmayıp gerekli izni verdiler ve bu güzel albümü hazırlayan canlar da dileğimi kırmayıp kullandılar. Gerçeğe Hüü. Eyvallah…” Yazımın altında yapımcı kuruluşun şu notu var: “Sayın Fikret Otyam bir ‘Anadolu Sevdalısı’ sanatçı duyarlığıyla bu çalışma esnasında bizden sadece tek bir istekte bulunmuştur; bu iki parçanın ilk kez gün ışığına çıkarılarak yayınlanmasını. Biz de Usta’nın bu isteği karşısında duygulandık ve sevinerek bu talebi yerine getirmeye çalıştık.”

Olanları Anlatmıştı…

G

AZETEYE geldiğinde anlatmıştı, valiliğe giderken sokaktaki kalabalığı görmüş başıboş bir kalabalık, bayrağı kapıp düşmüş önlerine.. Hamburg’da da, bayraklar ve Atatürk fotoğrafları yerlerine asılmadan cemi yürütmemişti, anlatırken gözleri dolu doluydu. Bana da ışık tutan sevgili Şinasi Koç dedenin, yattığı yer de elbette ışıklıdır.

Zalimler zulmetti bazan süründük Kâh kendimiz, kâh başkası göründük Bizim olmayan renklere büründük Yeşilden, maviden, aldan vazgeçtik Beş yüz yıl yaylalarda semah tuttuk Lokmaları paylaştık, dertli avuttuk Ne yazık geçmişi tümden unuttuk Edepten erkândan yoldan vazgeçtik

YUSUF FIRAT

Diri Diri Yandık Canlar Sivas’ta İki Temmuz can evinden vurulduk Yakılıp yıkıldık bizler Sivas’ta Allah Ekber deyip ateş verdiler Tutuşup savrulduk bizler Sivas’ta Diri diri yandık Canlar Sivas’ta Ateş sardı Körpe beden sızladı Ağladı analar yürek dağladı Asker polis ite destek sağladı Güneşe gömüldük bizler Sivas’ta Diri diri yandık Canlar Sivas’ta Saldırdı yobazlar Pir Sultanlara Nesimi, Akarsu muhubelere Sönmez bu acımız kalmaz onlara Pir Sultanlar olduk bizler Sivas’ta Diri diri yandık Canlar Sivas’ta Acıları Kerbelâ’dan devraldık Yüzyıllar ezildik dâr’a çekildik Maraş, Çorum, Malatya’da yakıldık Semah olup döndük bizler Sivas’ta Diri diri yandık Canlar Sivas’ta Hasret’in Hasrete içimde sızı Yusuf Fırat yandı canım parçası Alsalar canımı unutmam sizi Gönüllere girdik bizler Sivas’ta Diri diri yandık canlar Sivas’ta 3 Haziran 2002

Esat Korkmaz’ı Salı geceleri saat 8 ile 9 arasında Dem TV’de Gönül Defteri programında izleyebilirsiniz. Türksat 1C Frekans: 10955 V SR: 5860 - FEC: 5/6

3


SERÇEÞME

CEHENNEME MAHKÛMİYETİMİZ KESİNLEŞMİŞ, MAHŞERİN ÜÇ ATLISI’NDAN HANGİSİNİN BİZİ ESENLİĞE ÇIKARTACAĞINI TARTIŞIYORUZ

Mahşerin Üç Atlısı: Milliyetçilik - Ulusçuluk - Yurtseverlik Bölüm II - Ulusçuluk Esat Korkmaz

G

ÜNÜMÜZ TÜRKİYE’SİNDE “milliyetçilikSorunumuz “değiştirme kültürü”nün bir parçası ulusçuluk-yurtseverlik” terimleri, kendilerine olmaksa eğer, bu soruları yanıtlayabiliriz: Tersi duUlusçuluk, ilişkin “genel” ve “özgül” bağlamlarından soyutlanarumda, “bilme kültürünün” bir insanıysak yanıtlamakrak ele alınıyor. Oysa bu terimlerin hem tarih içinde ta zorlanırız. Öncelikle belirtmek gerekir Atatürk’ün milliyetçiliğin anlamları vardır hem de Türk siyasal ve toplumsal “halkçılıktan” anladığı bir “demokrasi” değildi, statü zaman içinde bilincinde zaman zaman kazandığı “özel”, “özgül” ayrıcalıklarına düşmanlık zemininde yapılanan bir yıpranmasından ve anlamları oluşmuş durumdadır. Özünde günü-za“anti-monarşizm” idi. Bu nedenle Atatürk’ün kendikirlenmesinden manı geldiğinde her terim “anlam kayması”na uğrar: ne muhalefet edenlere pek de demokratik davrandıYanlış ve sakıncalı olan bunun “politik bir dürtü” ile ğı söylenemez. Bu algılamanın doğal sonucu olarak “çekinen” çevrelerin yapılması ve “gözlerden saklanması”dır. Atatürkçülüğün “özü”, resmi adamın her koşulda (Kemalist çevrelerin) Ulusçuluk terimi “bize” özgüdür: Batı siyasal ta“doğruluğu-haklılığı, tepeden buyurganlığı ve hoşürettiği rihinde ve literatüründe “ulusçuluk” diye özgül bir görüsüzlüğüdür”. Sıralanan algılamaları üreten şey, terim yoktur. Millet sözcüğü “ulus” diye Türkçeleş“ulus-devletin ideolojisi” olan “milliyetçiliktir”. Çün“yeni bir ideolojidir” tirilince milliyetçilik sözcüğü de “ulusçuluk” sözcükü milliyetçilik ideolojisi, körü körüne bir üstünlük ğüyle karşılandı. Dilsel türetme anlamında “masum” savı taşır; kendi milletinin başkalarından üstün oldugibi gözükse de “başka nedenleri” de vardır: Ulusçuluk, milliyetçiliğin ğunu ileri sürer; “adalete aykırı düşse” de ulusal çıkarların zor kullanazaman içinde yıpranmasından ve kirlenmesinden “çekinen” çevrelerin rak sağlanmasını öngörür. (Kemalist çevrelerin) ürettiği “yeni bir ideolojidir”. Milliyetçiliğin “sağ Ama diğer taraftan “ulusalcılık”, hem “terimsel” açıdan hem de “içebir ideoloji” olarak algılanması ve özellikle MHP gibi bir partiyle “özrik” açısından bizim üretimimiz alarak görülebilir. Tam da bu nedendeşliği” karşısında kendilerine “sol” bir nitelik kazandırmak isteyen Kele benim toprağımda “çok sağlam kökleri” olan ve her geçen gün daha malist çevreler, kendi milliyetçiliklerini “ulusçuluk” olarak tanımladılar da güçlenen “toplumsal bir harekettir”. Demokrasinin ve cumhuriyetin hepsi bu. “Karşıya geçip baktığımızda”, milliyetçiliğin MHP bağlamın“tehlikeye” girdiği koşullarda sokaklara dökülen insanların “ruh dündaki halinin ancak “popülist bir değer” olarak tedavülde kaldığını, buna yası” ile “ulusalcılığın içeriği” arasında bir özdeşlik vardır. Bu nedenle karşın ulusçuluğun, “çok ciddi” bir ideolojik kapasiteye sahip olduğunu ulusalcılığı ya da ulusal hareketi, “kurmaylığını emekli askerlerin yaptısöylemek yanlış olmayacaktır. Milliyetçiliğin “popülist dokusu”, onu ğı, derin devletin dümen suyunda, demokrasi ve sivillikle hiçbir ilişkisi giderek şiddete dayalı bir tür “lümpen” tarzın değer yargısı haline geolmayan, eylemleriyle suç işleyen dar bir kadro hareketi” olarak algıtirirken ulusçuluk, “net bir siyasal ideoloji” olarak sivrildi. Daha açık lamak da “yanlış ya da en azından eksiktir”. Ulusalcılığı ya da ulusal bir anlatımla “sol kemalizmin”, kendisini ifade etme olanaklarından biri hareketi “karalamak”, ondan sakınmak “toplumsal/ kültürel olanı” görolarak yaşama taşındı. memek anlamına gelir. Bu “körlük” kimi kez “pahalıya patlar”. Ulusçuluk bugün, “kolektif ideoloji” olarak biçimlendirilmek isteniVaroşlarda ya da Türkiye’nin şurasında burasında işlenen cinayetleri yor ve bu istek koşutunda büsbütün “siyasallaşıyor”. Geçmişteki millettartışıyoruz: Kimileri çıkıyor(solcular ya da soldan bakanlar) bu cinayetçiliğin “rolünü üstlenmenin eşiğindedir” diyebiliriz. Türkiye günümüzleri “illegal” olarak örgütlenmiş durumda bulunan “köktendinci çetelede seçilenler ağırlıklı “popülist-lümpen bir milliyetçilik” ile atananlar rin” yaptığını söylüyor. Kimileri de (sağcılar, sağdan bakanlar) bu cinaağırlıklı “bürokratik-ideolojik bir ulusçuluk” arasına sıkışıp kalmıştır. yetleri “derin devlet bağlantılı”, doğal olarak illegal, “milliyetçi” ya da Yurtseverlik ise “kendisine yer arıyor”. “ulusalcı” çetelerin yaptığını savlıyor. Sağcılar kendilerini “dinden”, sol“Gerçek Atatürkçüler” ile “sahte Atatürkçüler” arasındaki farkı cular kendilerini “ulusalcılıktan” sakınarak giriyor tartışmaya. Makale anlamakta hep “zorluk” çekmişimdir: Bu ayrımın “zorluk derecesi”, konusu “ulusalcılık” olduğu için öne alarak sormak istiyorum: “UlusalAtatürkçülük ile başımızın dertte olduğunu gösterir. Bunu söylemek cılık bu konuda tümüyle masum mu acaba?” Ulusalcı bir hareket içinde yüreğini gösteremeyenler Atatürkçülük ile bir sorunumuz yok, bizim sobulunanlar “içinde bulundukları” hareketi şöyle bir irdelesinler: “İyi nirunumuz “milliyetçilik” ile diyorlar. Çünkü Atatürkçülük “iyi”, milliyetyetli olmanın sınırları aşıldığında”, ulusal hareketin faşizme ve terörizme çilik “kötü” saptamasını yapıyorlar. Bakıyoruz Baykal’dan Yazıcıoğlu’na son derece elverişli bir “zemin” sağladığını göreceklerdir. Son dönemde milliyetçiliğin her türlüsünün “meşrulaştırıcısı” Atatürkçülük. O zaman büyük kentlerin varoşlarında ya da ülkenin kimi yörelerinde “milliyetçiAtatürkçülük Türk milliyetçiliğinin “temeli, verimli toprağı”. Sanırım lik ile ulusalcılık arasındaki ayrım” ortadan kalktı. Atatürkçülük ile “hesaplaşmadan” milliyetçilik ile hesaplaşamayacağız. Milliyetçilikle hesaplaşmadan “yan çizmek” için “iyi” olan Atatürkçülük yanında durmak ve “kötü” olan milliyetçilikten “sakınmak”, Atatürkçü olmanın zorunlu tamamlayıcısı anlamında “ulusalcı” olduğunu söylemek yeterli görünmeye başladı. Ulusalcılık benim toprağımda, “vatanını seven ve vatanı uğuruna her türlü insanlık dışı davranışı yapmaya hazır milliyetçi” ile “vatanını seven ve vatanı uğuruna her türlü insanlık dışı davranışı yapmaya hazır solcuyu” birbirinden ayırmak için benimsenmiş “oyun bir terim” bence. Çünkü var olduğu savlanan “ayrım” gerçekte yok: “Vatanını seven ve vatanı uğruna her türlü insanlık dışı davranışı seve seve yapan kişi” solcu değil, milliyetçi ya da faşisttir. Bu ayrım bir “gereksinmenin ürünüdür” muhakkak: Kemalistler kendilerini ilerici-demokrat ve solcu kabul etmelerine karşın özellikle son dönemlerde milliyetçilerle aynı biçimde düşünmeye ve aynı eylemleri yapmaya başladılar. Bu durumda, milliyetçilerle kendilerinin farklı Mahşerin Dört Atlısı olduklarını açıklamak “koşul” oldu. Ve “terimleme” oyununa başvurulbirçok dinde yer alan du: Milliyetçi değil, ilericiliğin-demokratlığın ve solculuğun kanıtı anlabir kavramdır ve çeşitli mında “ulusalcı” oluverdiler. sanat eserlerine kaynak Şu soruları kendimize sormak zamanı değil mi artık: Seçilmiş bir olmuştur. Atlılar sırasıyla hükümeti seçilmemiş bir general grubunun devirmesini desteklemek salgın Hastalık, Savaş, ilericilik midir? Seçilmiş bir hükümetin uygulamaları hakkında seçilAçlık ve Ölüm’ü simgeler. memiş generallerin iki de bir görüş bildirmelerini doğal karşılamak, Bu resim onbirinci özendirmek, yeri geldiğinde talep etmek halkçılık mıdır? Halkın seçtiği yüzyılda Hıristiyanlar hükümeti değil Genel Kurmay Başkanlığını ülkenin gerçek yöneticileri için yapılmış parşömen bir kitaptan alınmıştır. olarak görmek solculuk mudur?

4

Sayı 30


SERÇEÞME

ALMANYA, KOBLENZ ALEVİ KÜLTÜR MERKEZİ’NİN PİRİ VELİ UĞUR DEDE

Ne Müdahale Ama Pir Veli

B

AŞTA, “Sivil itaatsızlık” dediler, biz de umutlandık. Düzmece tahakküm zincirine itaat etmeyen eylemler ile baskı rejimini tanımayacak, en azından itiraz edecekler diye düşündük. Sevindik ve umutlandık. Nihayet insan olmadan dolayı insan haklarını, demokrat olmalarından dolayı anti-demokratik yöntemlere karşı vatandaşlık haklarını koruma adına bir şeyler olacak dedik. Sonra, “Demokratik bir Türkiye için siyasete müdahale edeceğiz” dediler. O da iyi dedik, tabii sivil itaatsızlığın bir parçası. Bir de baktık ki bel bağladığımız örgütler Ankara’da sanki birbirine karşıymış gibi ayrı ayrı toplantı, ayrı ayrı sonuç bildirisi. Sorun neymiş? Efendim: 1. Sen ve Ben 2. Mal ve Mülk çekişmesi 3. Cehalet hastalığının devamı İşte yolu kirleten üç yapışkan kene! Bu örgütlerin tepesindekiler, bu üç keneye karşı kurulmamış mıydı? Binlerce seneden beri hem içten, hem dıştaki katliam, zülüm, ihanet her ne yaptıysa insan bedenenine yapışan bu üç kene değil miydi? İnsan beynini devre dışı bırakan sen ve ben, mal ve mülk zehrini Aleviler de bilmiyorsa, bu örgütün tepesindekiler de bilmiyorsa, vay halimize! Bu mülk, kelle bir yana-gövde bir yana mücadelelerden ve de darağaçlarından bize kalan bir mülktür. Paylaşılmaz ki paylaşasın. Ne kadar çok bütünleşirsen mülk senin olur. “Sen-

liğe, benliğe lanet!” dersen bizim olur, Rıza Şehri’ne doğru yol alınır. Alevi TV’leri kuruldu! Kimse kimsenin kapısını açmıyor. Daha önce de yazmıştım. Devlet güdümlü olmadıkça bu param parçalık niye? Bir şokla uyanılmazsa bu konuda daha çok yazılar yazılacak. Biz gelelim şu meşhur müdahil konumuza. Toplantılarda birleşileceğine çıka çıka paramparça bir Alevilik çıktı. Özünü kaybetmiş, nereye dayanacağını bilmiyor, yalpalayarak konuşuyorlar. Konuşmacılar geleceğin umutlarını karartıyor. İkinci ayrı toplantı ise sol diye diye CHP’ye, DSP’ye yama olacak gibi görünüyor. Bir atasözü vardır: “Lafa bakılmaz, iştir kişinin aynası!” Şimdi yaslandıkları partilere bakın, Hak aşkına! Sol diye, demokrasi diye, laiklik diye, barış diye, kardeşlik diye bir dertleri var mı? Olmayan şeylerle övünerek, varmış gibi göstererek siyaset yapılır mı? Belki bazıları yapabilir, nihayetinde burjuva siyaseti yalan demektir. Ama sol adını kirletmeyin bari Sayın Aleviler. Solculuk, devrimcilik, darbecilerle ve şeriatçıların oyununa gelmek değildir. Olsa, olsa en hafif deyimle, kendi tarihini ıskalamak olur. Bu yaslandığınız partilerin geçmişine bakın! Anadolu’yu acıya, açlığa boğan bu partiler değil mi? Bunların yaslandığı Atatürk’ün ilkeleri ve inkılâpları değil mi? O ilkeleri dünyada savunan başka bir devlet, başka bir deli kaldı mı?

Yaslandıkları partilere bakın, Hak aşkına Demokrasi diye, laiklik diye, barış diye, kardeşlik diye dertleri var mı? Anadolu’yu acıya, açlığa boğan bu partiler değil mi?! Bugünkü hallerine bakın. Milliyetçi faşist partileri bile toz dumanda bırakarak sağlamış durumdalar. Daha fazla yazmayacağım, ama zaman sizleri halka gösterecektir. O zaman bu uyarıları çıra ile arayacaksınız. Dilerim bu fakirin bilmedikleri bazı şeyleri bilmiş olasınız. Tepede olduğunuza göre ileriyi daha iyi görmüş olasınız, yoksa çok yazık.

İKİ DEDE İKİ GÖRÜŞ - İKİ DEDE İKİ GÖRÜŞ - İKİ DEDE İKİ GÖRÜŞ - İKİ DEDE İKİ GÖRÜŞ - İKİ DEDE İKİ GÖRÜŞ

Laik Cumhuriyeti Savunamayanlar Aleviliği Savunamazlar Muharrem Ercan Dede, Karacaahmet Sultan Derneği Başkanı

Ü

LKEMİZİ son beş yıldır laik Cumhuriyet karşıtı dini esaslara dayalı bir devlet biçimini savunan AKP hükümeti yönet mektedir. AKP, 2002’de yapılan genel seçimlerde oy kullanan seçmenin % 34’ünün oyunu alarak parlamentoda %65 çoğunluk elde ederek hükümet oldu. AKP, son beş yıldır hemen hemen yaptığı bütün uygulamaları ile Atatürk karşıtlığını, Laik Cumhuriyet ve Demokrasi karşıtlığını her fırsatta gösterdi. TBMM’de oy çoğunluğuna dayanarak Laik Cumhuriyet karşıtı bir dizi düzenleme getirdi. Özelleştirme adı altında ülkemizin olmazsa olmaz denebilecek en temel kurumlarını yandaşları olan yerli ve yabancı sermayeye peşkeş çekti. Belediye ve Bakanlık kurumlarının kadrolarını kendi yandaşı tarikatların çiftliğine dönüştürdü. Özetle merkezi devlet ve mahalli yönetimlerin olanaklarını kullanarak kendini destekleyen tarikat erbabına olağanüstü ayrıcalıklar sağladı. Devlet yönetimi önemli ölçüde âdeta tarikatlara pay edildi. En son sıra Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelince Mustafa Kemal Atatürk’ün manevi makamı ve Laik Cumhuriyetin zirvesine de tarikatçı bir yandaşlarını atamak isteyince halkın sigortası attı. Türk halkı yediden yetmişe sokaklara, meydanlara döküldü. Bu çığlık; önce 14 Nisan 2007’de Tandoğan’da iki milyon insanı aşkın

Haziran 2007

Laik Cumhuriyete sahip çıkmadan Aleviliğe sahip çıkılamaz. Alevi toplumu bunu Kurtuluş Savaşı günlerinde olduğu gibi bugün de göstermiştir, gösterecektir. gür bir sesle duyuldu. Bunu 29 Nisan 2007’de İstanbul/Çağlayan’da 3,5 milyon insanın çağlayan misali akması izledi. Özellikle Atatürk gençliği ve Atatürkçü kadınlar şeriata geçit vermeyeceklerini dostun-düşmanın anlayabileceği netlikte haykırdı. Manisa, Marmaris ve Çanakkale’nin ardından bu kez Atatürkçü halk, Kuvayi-Milliye’nin evlatları, ulusalcı güçler İzmir-Alsancak’ta Albayrakları ile yeri göğü donattılar. İlk mitingleri görmek istemeyen bazı basın organları TV ve gazeteler dış basınla birlikte İzmir mitingine selam durdular. Çünkü Türk halkının kadın, erkek, yaşlı, genç her yaştan ve her düşünceden ayrım gözetmeksizin laik Cumhuriyete ve Atatürk devrimlerine sahip çıkmasını global dünya görmek zorunda kaldı. İzmir mitingi muhteşem oldu. Ne Ankara, Ankara olalı, ne İstanbul, İstanbul olalı ne de İzmir, İzmir olalı böyle kalabalık görmemişti.

Alevi toplumu da Laik Cumhuriyete sahip çıkan bu mitinglerde nöbetteydi. Laik Cumhuriyet Türk halkının tüm kesimleri gibi Alevi toplumu içinde; su, hava, ekmek kadar hayati öneme sahiptir. Laik Cumhuriyete sahip çıkmadan Aleviliğe sahip çıkılamaz. Alevi toplumu bunu Kurtuluş Savaşı günlerinde olduğu gibi bugün de göstermiştir, gösterecektir. Yaşasın Laik Cumhuriyet… İlk yayınlanışı: www.haberakademi.net

5


SERÇEÞME

TARİH BOYU KARŞIT DÜŞÜNCE VE İNANÇ TOPLULUKLARINA KARŞI KULLANILAN

Baskı Yöntemleri - Bölüm I

D

İN VE DİNSEL inançlar ilk ortaya çıktıklarında, içinden çıktığı toplumun dinine, inançlarına ve sosyo/politik düzenine karşı tümüyle aykırı ve devrimci niteliktedir. Öznel ve nesnel koşulların oluşturulup tam olgunlaştığında, yıktığı inanç ve düzenin yerine kendininkini koyar. Ancak toplum yönetimini eline aldığında, eski düzenin tüm kurumlarını ortadan kaldıramadığından tutunmak için kısa bir süre sonra çeşitli sosyal katmanlar ve sınıfların çıkar gruplarıyla uzlaşmaya girişir. Bu girişimlerin başlamasıyla eski aykırı ve devrimci gerçekliğini yitirip ortodokslaşma sürecine girmiştir.

Aykırı Dinsel İnancın Oluşumuna Kısa Bakış Hiç kuşkusuz, çeşitli biçimlerde uygulamaya sokulan her düşünce ve inancın, kendi karşıt gerçekliğini, aykırı gerçeğini yaratmış olması kaçınılmazdır. Bu diyalektik bir oluşumdur. Bu bağlamda İslam heterodoksizmi, yani egemen ortodoksizme karşıt olarak, din kurucusu Peygamberin yakınları Ali ve Ehlibeyt’in yüceltilmesiyle ortaya çıkıp, çeşitli dinsel ve felsefi inançlardan alınan ögelerle zenginleştirilip, İmam Ali’nin Tanrı mazharı olduğu ve tanrısal gücü özünde taşıdığı inanç ve söylemler çerçevesinde kendi aykırı batıni gerçek(lik)lerini yarattı. Yönetimler de çıkarlarına uygun biçimde dogmalaştırdıkları İslam adına, aykırı inançsal gerçeklere bağlı olanları dinsizlik kafirlikle suçlayıp kırımlardan geçirdiler. Hıristiyanlık da Roma paganizmine, yönetimlerin zulüm ve baskılarına karşı aykırı inanç ve toplumsal gerçeklikleriyle ortaya çıkmış; ama Roma imparatorluğunun bilim, felsefe ve siyasal erkinin yüksekliği ve güçlülüğü, onun devletin egemen dini olmasını yaklaşık 400 yıl geciktirmiştir. Tarih boyu Ortodoks İslam ile Ortodoks Hristiyanlık sürekli birbirlerine düşman, karşılıklı birbirlerinin inançlarını yadsıyan ve “dinsiz-kafirler” olarak niteleyen konumdaydılar. Buna karşılık heterodoks inançlar, daha çok kırsal halk yığınlarına özgü olduğundan ortak yanları çoktu. Öyle ki, Anadolu’da bir Alevi-Bektaşi dervişiyle, yoksul bir manastır keşişinin yaşam görüşünü ve biçimini birbirinden ayırmak güçtür. Onlar her zaman birbirleriyle dost olmuş ve birbirlerine yardımda bulunmuşlardır. İslam ve Hristiyan İmparatorluklarında – birbirlerine düşman oldukları halde– yönetimler, egemen (ortodoks) dinsel ve siyasal inançlarına farklı yaklaşan; aynı dini ve ondan doğan siyasetleri aykırı yorumlayan (heterodoks) topluluklara karşı onları yoketmek bağlamında aynı yöntemleri kullanmışlardır: 1) Baskı ve zulümle ezme; toplu kıyım, sürgün 2) Dinsel dogmaları geliştirip artırıcı kitaplar vaızlar için saray ulemasını kullanıp karşıt düşünce ve inancın etkilerini kırma, 3) Sadık tebayı görkemli sözde kutsal “şükür tapınaklarıyla” düşünme bağlamında uyutup, karşı düşünce ve inanç topluluklarına düşmanlığı diri tutmak. Konuyu geniş bir çerçevede incelemeye kalkışmayacak, sadece bazı örnekleri kısaca

6

İsmail Kaygusuz açıklamakla yetineceğiz. Bu örnekler Hristiyan dünyanın sapkınları olarak tanımlanan (heterodoks) Neo-Manikheist Paulikien ve Bogomillerlerle, İslam dünyasının sapkınları(!) Batıni inançlı Alevi topluluklara uygulanan bazı yöntemler olacak.

Kitleler Halinde Balkanlara Sürülen Paulikienler Paulikienler Mani inancının İkilemci görünümü altında, kendilerini gerçek Hıristiyanlar olarak adlandırır. Ortodokslar onları sapkın bir Hıristiyan mezhebi mensupları olarak kabul ederler. Arap yazar Masudi Paulikienlere “Bajlaki” diyor ve Paulikianizm’i “Mazdeizm ile Hıristiyanlık arasındaki bir ortayol mezhebi” olarak tanımlıyordu. Maniciler gibi onlar da tek Tanrı’ya, göklerin, öbür dünyanın efendisi ve yeryüzünün yaratıcısı olarak inanıyorlardı. Hıristiyanlığın Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan Kutsal Üçlü kavramını kabullenmiş, fakat onu Tek Tanrı Baba’nın görünüm alanına çıkışı olarak göstermişlerdir. Bozulmuş insanlığı kurtarmak için Tanrı İsa’yı göndermiştir. Bakire Meryem’in İsa’yı doğurması bir görünüşten ibaret idi; gerçek annesi Göksel Kudüs ya da Ruh-ül Kudüs’ten başkası değildi. Paulikienizm 6. yüzyıldan itibaren geniş bir biçimde Kuzey Suriye, Kilikia-Çukurova, Maraş, Kommagene (Adıyaman, Samsat), Malatya, Sivas Erzurum’a kadar yayıldı ve bazı Ermeni boylarının resmi dini oldu. Ermeni Paulikienler ordulara, kalelere sahip olmuşlar ve Bizans, Arap ve Armenia ilişkilerinde, özellikle 9. yüzyılda büyük rol oynamışlardı. Tefrike (Divriği) başkentli bir sınır devleti kurmuş olan Paulikienler 8. yüzyılın ortalarından 9. yüzyılın ortalarına kadar yüz yıl boyunca geniş kitleler halinde Balkanlara, özellikle Bulgaristan’a sürgün edildiler. Bu yüzyıl içinde birkaç Bizans İmparatoru bu sapkın inançlılara(!) karşı kırımcıl savaşlar yaptılar. Her sefer sonrası ve Tefrike alınıncaya kadar büyük çoğunluğu Ermeni olan yüzbinlerce Paulikienler yurtlarından sürüldüler. Ermenilerin ilk büyük sürgünü bu yüzyıl içinde yapılmıştır. 755 yılında Theophanes şöyle yazıyor: “İmparator Konstantinos Kopronymos, Théodosiopolis (Erzurum) ve Melitene’den (Malatya) çıkardığı Ermenileri ve Süryanileri Trakya’ya sürgün etmişti. İşte bunlar tarafından Trakya’da Paulikienlerin dinsel sapkınlığı yayılmıştır.” Kopronymos’un ardılı İmparator IV. Leon, 778 yılında Germanikia’dan (Bugünkü Maraş) Trakya’ya yeni göçmenler gönderdi. Konstantinopolis’de Paulikienler vardı. 813 yılında Krum, Trakya’yı talan ettiği ve Bizans başkentine doğru yöneldiği zaman, bu bölgenin Paulikienleri, Ortodoks rahipler sınıfına karşı ayaklanacak yeterli güç ve cesarete ulaşmışlardı. Çok daha sonra Ermeni kökenli Bizans İmpataroru İohannes Tzimiskés (969–976) bile, Fırat bölgelerindeki Paulikien halkları Plovdiv yöresine nakletti. Cedrenus, Antakya başpiskoposu Theodoros’un, Tzimikés’i ikna ettiğini yazmaktadır:

“Paulikienler, vahşi inançlarını halka bulaştırmışlardı. Onları Batı’da uzak bir eyaletin en dip köşesine sürgün etmek gerekiyordu. İmparator bunu yaptı, onları Plovdiv’e gönderdi.” İmparatorluğun Balkan memleketlerinde daha bir yüzyıl geçmeden, yerli Bulgarlar, aşağı sınıflardan Hıristiyan halkın, kölelerin-serflerin arasında Bogomilizm adını alarak yayılmış olan bu Hıristiyan heterodoksizminin ortaya attığı eşitlikçi, ortakçı insancıl düşünceler toplumsal karışıklara neden olmaya başlamıştı. İmparator Aleksius Komnenos’un kızı Anna Komnena, 12. yüzyılın başlarında eski Paulikien, yeni Bogomiller’in Bizans’ın başına bela olduklarını ağıza alınmayacak sözlerle anlatmaktadır. Sapkın inancın İstanbul’a kadar yayıldığı ve halk arasında geniş yandaş bulduğu, hatta kendilerine özgü sade kiliselerde Bogomil rahiplerin verdiği vaızların yaygınlaştığını öğreniyoruz. Öyle ki, yine Anna Komnena’nın anlattığına göre, İmparator babası Aleksius, Bogomillerin başı büyük rahib Basilus’u bir hile ile onların inancına girmek istediğine inandırarak sarayına çağırıp onuruna şölen verir. Arkasından 12 yardımcısıyla birlikte onu tutuklayıp, Hippodrom’da hazırlattığı, yalımları göklere ulaşan büyük ateşin içine atarak yaktırmıştır. Aynı durum Ortodoks İslam dünyasında sıkça uygulanmıştı Örneğin, 770/780 arasında gulat/sapkın inançlı tanımlanan Abu’l Hattab ve 70 kişilik yandaşı dönemin halifesinin buyruğuyla Küfe’de camiye sokularak yakılmış; 920 yılında, “Enelhak” diyen Hallac-ı Mansur 8 yıl zindanda yatırıldıktan sonra asılmış, arkasından bin parçaya bölünerek yakılıp külleri Dicle’ye savrulmuştur. Basilus ve arkadaşlarının yakıldığı tarihten tam 3 yüzyıl sonra farklı bir dinin, Osmanlı’nın ortodoks İslam anlayışı, onlarca Hurufi dervişini cayır cayır yakmaktan çekinmemiştir. Egemen dinsel inançlar adına, onları sapkınlıkla suçlayarak yandaşlarını katletmekle, ateşe atmakla heterodoks inançları ortadan kaldırabildiler mi? Hayır, tersine baskı ve zulüm, daha da gelişip yayılmasını sağlıyordu. Yönetimler, bunun farkında olduğu için onların düşünce ve inançlarına reddiyeler yazdırarak, ortodoks anlayışı günün ve devletin çıkarlarına göre dogmaları artırıp sertleştirerek ortodoks bilginleri kitaplar yazmaya zorluyorlardı. Örneğin aynı İmparator Aleksius, yakımın arkasından başkentte Bogomil avı başladığında bir yandan da, “aynı zamanda grammerci ve hatip olan Eutymos Zygabenos adlı bir keşişe bütün sapkın mezheplerin bir listesini çıkarmasını istedi diyor Anna Anna Komnena; Ona, bu sapkınlıkların her biri hakkında ayrı ayrı bilgi verip, Kutsal Azizlerin İncil metinleri kapsamı çerçevesinde yorumlayarak reddiye yazmasını buyurmuştu. Bu kitap büyük rahib Basilus’un vazettiği Bogomil sapkınlığını da içeriyordu. Çoğaltılan kitabın Dogmatica Panoplia (zırha bürünmüş ya da tam silahlı öğretiye dair) adını Aleksius koymuştu.” Bu kitabın yazılmasından 15–16 yıl kadar önce Abbasi başkentinde Halife Mustazhir (1075–1094), Abu Hamid Muhammed al-Gazali’ye (1058–1111), Hasan Sabbah’ın Alamut İsmaili Aleviliğinin inançsal ve felsefi

Sayı 30


SERÇEÞME Sultan Ahmet Camii, İstanbul

temeli olan Talimiye öğretisine, yani sapkınlık kabul edilen Batıni İsmaililiğe karşı reddiye yazdırmıştı. Çünkü Batınilik Hasan Sabbah’ın kitaplarıyla Bağdat’ta yayılmaya, Bogomilizm gibi büyük evlere, aydın çevreye girmeye başlamıştı. Gazali olayı şöyle anlatmaktadır: “Talimiye sapkınlığı ortaya çıkmıştı; herkes, nesnelerin (eşyanın) anlamını ya da ifade ettiği bilgiyi, gerçekliğin(hakikat) sorumluluğuna sahip yanılmaz/günahsız Zamanın İmamı’ndan öğrenmenin mümkün olduğunu ileri süren bu öğreti hakkında konuşuyordu. Zaten benim de onların kitaplarının içinde neler bulunduğu ve görüşleri hakkında inceleme yapmak aklımdaydı. Müminlerin efendisi Halife’den, onların dinsel sisteminin gerçekte ne olduğunu gösteren bir kitap yazarak onları reddetme buyruğunu alınca işe giriştim… Böylece onların görüşlerinin yalan olduğunu alMustazhiri kitabımda yazdım.” (The Faith and Practice of Al-Ghazali, Çev.: M. Watt, Oneworld Oxford Rpr., 2000, s. 45, 54) Görüldüğü gibi burada kitaba üstelik Halife kendi adını vermiştir. Bu benzerlikler rastlantı değildir; egemen yöneticiler, hangi dinden olurlarsa olsunlar kendi dinleri daha doğru olduğu için değil, sapkınlık adını taktıkları inançların yandaşlarını, saltanatlarına zarar vermelerinden korktukları için ezmişlerdir. (Daha geniş bilgi için Bkz.: İ. Kaygusuz, Müslümanlık ve Hıristiyanlığın İnanç Öğretilerinde Öteki Gerçekler, Su Yayınları, İstanbul, 2006)

17. ve 19. Yüzyıllardan Farklı İki Örnekleme Daha

1. 150 bin Kızılbaş Celali’nin Kırımı ve Sultan Ahmed Camisi Osmanlı İmparatorluğunda 16. yüzyılın başlarından 17. yüzyılın başlarına kadar geçen yüzyıl içerisinde, toplumsal hareketler ve başkaldırıların ideolojisi, şeriat temelli ortodoks din devletinin “rafizilik”, yani sapkın inanç olarak nitelediği Alevi-Kızılbaşlık’tır. Resmi tarihin “Celali Eşkıyaları” diye adlandırdıkları, Osmanlı yönetiminin baskı ve zulmüne karşı ölüm-kalım savaşı vermiş, direnmiş olanlar, başlarındaki önderleriyle birlikte bu inanç kitlesidir; ezilen, horlanan, “katli vacip” bilinen Alevi-Kızılbaş toplumudur. Bu toplumsal başkaldırıların (Celali İsyanlarının) son aşamaları Sultan I. Ahmet döneminde yaşanmıştır. 1604’de başlayıp 1609’a kadar süren ve Lübnan-Suriye’den Batı Anadolu’ya kadar tüm imparatorluğu saran bu hareketlerin başlıca önderleri Kalenderoğlu Piri Mehmet, Saracoğlu Ahmet, Cemşid ve Musli Çavuşlar, Tavil Halil Paşa ve sonuncusu Canboladoğlu Ali Paşa’dır. Bu hareketlerin seyri ve çok kanlı biçimde bastırılması genç Sultan I. Ahmet ile değil, doksanlık zalim Kuyucu Murat Paşa adıyla birlikte anılır. Büyük olasılıkla aslen Hırvat olan Kuyucu Murat Paşa, sırasıyla kethüda, sancakbeyi ve ardından Diyarbakır, Anadolu ve Rumeli Bey-

Haziran 2007

lerbeyliği yapmış ve nihayet 1606 yılında veziri azam olmuştur. Kuyucu Murat Paşa I.Ahmet saltanatı döneminde 9 Aralık 1606–5 Ağustos 1611 tarihleri arasında dört yıl yedi ay yirmi yedi gün sadrazamlık yapmış bir Osmanlı devlet adamıdır. Celali İsyanlarını bastırmada başvurduğu sert yöntemler ve çoluk çocuk, kadın demeden asileri, kafalarını kesip ya da diri diri kuyulara doldurarak gömmesi nedeniyle Kuyucu sıfatı ile tarihe geçmiştir. Çeşitli kaynaklara göre üç sene süren bu eşkıya temizleme hareketi sırasında, İmparatorluk halkından resmi tarihe göre 65 bin kişiyi katlettirmiştir; ancak belirtilen rakamlar 150000’e kadar varmaktadır.

Kuyucu Murat Murat Paşa’ya Dair Celali bahanesiyle yoksul Anadolu köylüsünün kitleler halinde katledilmesini Ermeni rahip Kemahlı Grigor, 1595–1640 yılları arasını kapsayan kronolojik yapıtında yer vermekte. Kuyucu Murat Paşa’yı övmekle birlikte, katledilen köylülerden şöyle söz etmektedir: “Görenlerin bize bizzat anlattıklarına göre Murat Paşa bütün konakladığı yerlerde önceden kuyular kazdırır ve bütün Celalileri, muzır adamları öldürüp bu kuyulara attırır, oraya indirilen birkaç adam da atılanları istif ederdi. Vakadan dört sene sonra kış mevsiminde oradan geçerken ev büyüklüğünde olan kuyuları görmüştük. Birkaç tanesi çökmüş olduğundan odun ve toprakla kapatılmıştı. İşte böylelikle ortadan kaldırılan melunlar duman gibi yok olarak Allah’ın şanından mahrum kaldılar...” Ayrıca kitapta Canbulatoğlu’yla olan karşılaşmasından sonra 26 bin kişinin başını kestirerek tepe yaptığı da geçmektedir: “O gün, gün batımına kadar ruus-u maktüa-ı a’dadan (kesilmiş düşman başlarından) defterlerle adetleri zaptedilen, yirmialtıbin kelle-i büride (kesik baş) işgah-ı serdar-ı Behram iktidara (Behram kudretli komutanın önüne) getürülüp otag-ı zernitak (altın kuşaklı otağın) önünde püşte-var (tepe halinde) yığıldı. Yirmi neferden fazla cellatlar, darb-ı rikabdan (ense vurmaktan) dinlenmeyip güruh güruh getirilen eşkiyaların kellelerini kat’ederlerdi” Tarihçi Naima, yapıtında Kuyucu Murat’ın çocuk öldürmesine tanık oluşunu şu şekilde anlatmaktadır:

“Bir gün pişgah-ı otakta (otağın üstünde) iskemle üzerinde oturup harfolunan (kazılan) bi’re (kuyuya) gelen adamları katlettirip doldurmağa meşgul idi. O sırada gördü, halk verasında (arkasında) bir atlı sipahi, bir sabiyi (çocuğu) kenduye redif edip (ardından getirerek) geçup gide. Paşa emreyledi varıp sabiyi at arkasından indirip huzuruna götürdüler. Oğlancığa: ‘Sen ne yerdensin? Celali arasına neden düştün?’, dedikte, sabi doğru söyleyip, ‘falan diyardanım, kıtlık sebebinden babam beni alıp bunlara katıldı. Boğazımız tokluğuna yanlarınca gezerdik’, dedi. ‘Baban ne idi?’, deyu sorıcak, ‘Şeştar (saz) çalardı ve anınla doyunurdu’. Vezir-i Azam Murad Paşa başını sallayarak acı acı güldü. ‘Hay, Celalileri şevke götürürdü’, deyup, çocuğun katline işaret etti. İşaret üzerine çocuğu cellatlara verdiler. Fakat cellatlar; ‘Bu sabi masumu nice öldürelim’, deyu çekilip her biri bir tarafa gidip göz yumdu. Murad Paşa emrinin neden geciktiğini sordukta, cellatların çocuğu merhamet edip istinkaf ettiklerini (vazgeçtiklerini) bildirdiklerinde, Paşa: ‘Yeniçerilerden birisi öldürsün’, deyü buyurdu. Yeniçeri dilaverlerine teklif olduklarından onlar dahi, sabiye bakıp; ‘Biz cellat mıyız? Cellatlar bile merhamet etti’ dediler. Vezir kendi iç oğlanlarına emretti ki sabiyi öldüreler. Anlar da ki huzurundan dağılıp kabul etmediklerinden oğlancık meydanda kalıp onu öldürecek adam bulunmadıkta, ihtiyar vezir arkasından kürkünü bırakıp ve kalkıp sabiyi kendi eliyle alıp, kuyunun kenarına getürüp başını vurup boğazını sıkıp helak ve kendi eliyle kuyuya inkaa etti (attı).” İsmail Hakkı Danişmend ise, onun hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır: “Anadolu Türkü’nün ebediyyen lanetle anacağı Kuyucu Murat ihtiyarlığından dolayı ‘Koca’ lâkabıyla da tanınan doksanlık bir zalimdi. Kuyucu yalnız asilerle taraftarlarını değil, onlara her nasılsa ekmek ve su vermiş zavallılardan başka civarlarda bulunan komşularını bile kılıçtan geçirtecek derecede kana ve bilhassa Türk kanına susamış bir canavardır.” (Vikipedi, özgür ansiklopedi)

Devamını gelecek sayımızda okuyabilirsiniz.

7


SERÇEÞME

Açılış töreninde Diyanet İşleri temsilcileri Mehmet Yıldırım ve Bekir Alboğa, Köln Başkonsolosu Asım Temizgil ve Alman konuklar bir arada

Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü’nün Açılışı Ahmet Koçak

A

LMANYA’DA faaliyetini sürdüren AleviBektaşi Kültür Enstitüsü yeni binasına taşındı. Bina Köln kenti yakınlarındaki Malberg beldesinin Bad Hönningen kasabasının yakınında yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş. Çok amaçlı tasarlanmış binanın giriş katında, oturma salonu, kafeterya, kütüphane ve toplantı salonu olarak düzenlenmiş. Üst katlarda ise meydan evi ve konuk mihman odaları bulunmakta. 5 Mayıs Cumartesi günü yapılan açılışa, Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu, Bad Hönningen Belediye Başkanı Karl Josef Hühner, Karacaahmet Sultan Dergâhı Başkanı Muharrem Ercan, Köln Başkonsolosu Asım Temizgil, DİTİB’ni temsilen Mehmet Yıldırım ve Bekir Alboğa, Gazi Üniversitesi öğretim üyeleri Belkıs Temren ve Alemdar Yalçın, Şakir Keçeli Baba, Şanal Sarıhan, Ali Kırca, Miyase İlknur ve konuklar katıldı. Açış konuşmasında Enstitüsü Başkanı Gülizar Cengiz şunları söyledi:

“…Bizleri, önceki kuşaklara bizlere aktardıkları birikimden dolayı çok şey borçluyuz. Ancak, borçluluğumuz sadece önceki kuşaklara mıdır? Bizden sonraki kuşaklara da borcumuz yok mu acaba? Yol büyüklerimizin bizlere aktarmış olduğu bu kültürü bizden sonraki kuşaklara aktarmak için yeterli çabayı göstermiş olduğumuz söylenebilir mi? Bu görevin omuzlarımızda olduğu gerçeğini unutmadan El ele, el Hakk’a felsefesiyle hareket ederek bir şeyler üretmenin zamanı sanırım çoktan geldi. İşte Alevi- Bektaşi Kültür Enstitüsünün var oluş hikâyesi de bu borcu ödeme çabamızın bir parçasını oluşturmaktadır. … Hümanist, adil, barışçı ve uygar değerleri 13. yüzyıldan bu yana aktarıp getirmiş olan Alevi Bektaşi kültürünü tanıtmak, yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak temel amacını taşıyan Enstitümüzün açılışına tekrar hoş geldiniz, güzellikler getirdiniz.”

Başkonsolos Asım Temizgil’in birlik-beraberlik mesajı verdiği açılışta Sebahat Akkiraz, Hasan Yükseler, Ozan Fedai ve Ali Mahzuni türkü ve deyişler söyledi. Hacıbektaş’tan getirilen bir karadut fidanı ve Antalya’nın Tekke köyünden getirilen bir elma fidesi de dergâh bahçesine dikildi. Aynı akşam cemevindeki ocak uyarıldı. Hacıbektaş’ta getirilen karakazan yerine kondu. Açılışa katılan dede ve babaları, temsili hizmet töreni yaptı. Pazar günü ise Hıdrellez kutlamaları yapıldı. Kutlamalarda yoğurt yedirme, ip çekme yarışmaları yapıldı ve davul zurna eşliğinde halay çekildi. Programa göre gazeteci Miyase İlknur da bir konuşma yapacaktı. Ancak mikrofona gelen İlknur, konuşup katılımcıları sıkmaktansa birlikte eğlenmenin daha doğru olduğunu söyledi. Miyase İlknur’un hazırlamış olduğu ve basına dağıttığı konuşma metnini kendisinin hoşgörüsüne sığınarak aşağıda yayınlıyoruz.

Enstitü Başkanı Gülizar Cengiz ile Söyleştik Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? 1958 Sivas Kangal’ın Eymir köyünde dünyaya geldim. Bütün çocukluğum Malatya’da geçti. 1978’de evlenerek Almanya’ya geldim. Almanya’daki Alevi hareketi içerisine nasıl girdiniz? Neler yaptınız? 1978’in on ikinci ayında, Haydar Kök aracılığıyla saygı duyduğum Mahmut Gülçiçek’lerin düzenlediği bir ceme katıldım. O gün bu gün karınca kararınca yola hizmet etmeye çalışıyoruz. Sonra Mahmut Gülçiçek ve Ali Duran Gülçiçek ile birlikte Bayan Melikoff’un Paris Üniversitesi’nde sergilemeyi çok arzuladığı bir cem düzenledik. O günler tabii koşullar çok farklıydı. Posta oturtacak dede bulamıyorduk. Mahmut Gülçiçek ve Ali Duran Gülçiçek’in gayretleriyle o günler de geride kaldı. 1988’e kadar cemler kendi içimizde yapıldı. Türkiye’den dedeler geldi. Bunlar daha çok birbirini iyi tanıyan aileler arasında olan cemlerdi. 1976’larda Yurtseverler Birliği’yle başlamış olan Alevi hareketinin devamlı olan birkaç derneğimiz vardı. O derneklerde çalışan İsmail

8

Elçioğlu, Sabit Yıldız, Derviş Tur gibi canlar aile toplantılarımızdan haberdardı. Burada da bir girişim yapalım diye düşündük, ancak bazı farklı bakışlardan dolayı dernek kurma gecikti. 1990’lı yılların başında dernekleştik. O zaman federasyon yedi ya da sekiz dernekten oluşuyordu. Biz bağımsız olarak çalışıyorduk. 1993 Sivas Katliamı’nın ardından çok hareketli bir dönem yaşandı ve o yıl Köln Alevi Kültür Merkezini kurduk. Köln Alevi Kültür Merkezi, Avrupa’da, özellikle Almanya’da ve Türkiye’de Alevi hareketine hizmet veriyordu. Bu nedenle Derviş Tur ve arkadaşları, “birlikte çalışalım, beraber neler yapabiliriz” dediler. Federasyonun 1993 yılındaki genel kurulunda, “biz yorulduk, devam ettiremiyoruz, gelin devralın” dediler. Federasyon merkezinin Köln’e taşınmasına kararı verildi. Yirmiden fazla derneğin üye olduğu Federasyonu Köln’e taşıdık. Genel Başkanlığı Ali Rıza Gülçiçek aldı. Bizler 1993 ile 1996 arası federasyonda karınca kadarınca hizmet etmeye çalıştık. Belirli bir deneyim birikiminden sonra 1996 yılında gördük ki klasik dernekçilik anlayışı bizim öğretimize denk düşmüyor. Çalışmanın bilimsel ayağını oturtmadığınız, entelektüel

ekibi oluşturmadığınız, toplumu aydınlatamadığınız sürece kentleşme koşullarında, özellikle Avrupa’da, öğretimizin gelecek kuşaklara aktarılmasının olanaklı olmadığı kanısına vardık. Bu nedenle Federasyon yönetiminden ayrılarak bu Enstitüyü kurduk. Kurucularımız Kasım Yeşilgül, Miyase İlk nur, Ali Rıza Gülçiçek, Vahap Aslan, Yücel Top, Kazım Kaya, İlker Polat, Mustafa Baklan ve Aziz Yüzer gibi Alevi hareketinde emekleri olan bir avuç gönüllü grubundan oluştu: Amacımız, fikirlerimiz hizmet anlayışımız ortaktı.

Sayı 30


SERÇEÞME Enstitü olarak şu ana kadar hangi çalışmaları yaptınız? İlk olarak amaçlarımızı dört dilde anlatan bir kitapçık bastık. 1997’de ilk kez uluslararası bir sempozyum yaptık. Bu daha sonra kitap olarak basıldı. Bunları sırası ile yayın sempozyumu, Ali Yaman’ın bibliyografi çalışması, Prof. Dr. Belkıs Temren’in Muharrem ayı ile ilgili bir çalışması, İbrahim Bahadır’ın Kadın Dervişler isimli eseri, Ali Haydar Avcı’nın Pir Sultan kitabının alan araştırması, Ali Duran Gülçiçek ile alan araştırması, Belkıs Temren’in Almanya’nın sekiz farklı ilinde yüz otuz denek üzerinde çok kapsamlı bir alan araştırması izledi. En büyük ağırlığı arşiv çalışmasına verdik. Ciddi bir arşiv oluşturduk. Gazi Üniversitesi’nin arşivini Şah Kulu Sultan Dergâhıyla birlikte kopyalatıp aldık. Arşivi henüz kullanıma açmadık. Önümüzdeki aylarda açacağız. Bilimsel çalışmalara ve dedelere açık olacak. Binanız açıldı, şimdi hedefiniz nedir? Kuruluş amacımız şöyleydi: Alevi-Bektaşi düşüncesini bilmek yetmiyor, onu uygulamak gerekiyor. İnancımız yaşadığımız koşullara göre şekillenmiş. Kente göçle geçmişle olan bağı kopuyor. Alevilik kentte günlük yaşama uygulanamaz hale geldi. Hazırlıksız yakalandık. Bektaşilik ise kent koşullarına uyumlu haldeydi. Birincisi, Enstitü olarak bilimsel çalışmalar hizmet verecek. Üniversite gençlerine eğitim programı başlattık: Felsefe ve Dinler Tarihi konulu eğitim, Belkıs Temren, Alemdar Yalçın ve Bonn Üniversitesinden Ufuk Öztürk yönetiminde. İnançla ilgili soruların yanıtı da Ali Naki Baba (Faysal İlhan) denetiminde aranıyor. Özgür Savaşçı ders programı hazırlıyor. İkincisi, bilimsel çalışmaların pratikte uygulanması. Derse gelen gençler bir dergâh disiplini içinde bahçe, mutfak, vb., çalışmalarında hizmet görüyorlar. Sofra adabına uyuluyor. Akşam Ozan Fedai’nin öncülüğünde muhabbet oluyor. Muhabbetlerde yol, edep, erkân bilen yaşlılar orta yaş ve gençler birlikte oluyor. Bu mekânda hem Haydar Ercan Dedebaba’ya bağlı Bektaşiliğin Babağan kolunun, Adni Halifebaba’nın agâh ettiği, icazetnamesinin asıldığı bir meydan evi var. Bu meydan evi sadece nasipli Bektaşilere (Babalığını Ali Naki Baba’nın, Dervişliğini Kutsi Derviş’in üstlendiği) on yedi nasipli canın, muhibin olduğu bir meydan evi var. Aynı zamanda Dedegan kolunun yedi dedesinin agâh ettiği, dedelerin gelip cemlerini yapabileceği cemevi yapıldı. Mustafa Düzgün, Muharrem Ercan, Mehmet Doğan, Miyase İlknur, Ali Rıza Karakoç, Bülent Aldede, Hasan Ali İşler cemevine konan Hacıbektaş’tan getirilen karakazanın konduğu ocak agâh edilirken hazır bulundular. Ocak agâh edilirken Dedegan kolundan bir dedebaba, iki halifebaba, üç baba, bir derviş ve mihmanlar hazır bulundular. Çelebi koluna da davet gönderdik, ama bir türlü iletişim sağlayamadık. [Almanya’dan döndükten sonra konuştuğumuz Veliyettin Efendi, Hacıbektaş dışında olduğu için Enstitü’nün davetiyesini geç gördüğünü, aynı tarihlerde programı yoğun olduğundan katılamadığını belirtti-AK] Dergâhta yapılan üretim tamamıyla kendimize ait. Bostan ekip biçmeden tutun, iç ve dış mekân çalışmalarına kadar hepsini kendimiz

Haziran 2007

Hıdrellez Miyase İlknur

R

UZ-I HIZIR olarak da adlandırılan Hıdrellez, aynı Nevruz Bayramı gibi Anadolu, Mezopotamya, Balkanlar ve Orta Asya’da farklı kültürlere mensup toplulukların kutladığı bir gündür. İslam coğrafyasına bakıldığında Hıdrellez gününün yoğunlukla Türkiye’de kutlandığı görülmektedir. Hıdrellez günü, Gregoryan takvimine göre 6 Mayıs, Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan gününe denk gelmektedir. Rumi takvime göre eskiden yıl ikiye ayrılmaktadır: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır. İlk çağlarda Mezopotamya, Anadolu, İran, Balkanlar ve bazı Doğu Akdeniz ülkelerinde tanrılar adına bahar ya da yazın gelmesi nedeniyle ayin ve törenlerin yapıldığı görülmektedir. Bu ayinlerden en eskilerinden birinin MÖ III. binin sonlarında Mezopotamya’da Ur şehrinde yapıldığını anlatan belgelere ulaşılmıştır. Söz konusu ayin kış mevsiminin sonunda Mezopotamya Ovası’nı sulayarak etrafını yeşilliğe boğan Fırat ve Dicle’nin canlandırıcı gücünü temsil eden Tommuz adına yapılıyordu. Dumuzi diye de bilinen bu tanrının adına baharın gelişiyle yeniden canlanışı ve etrafına bolluk, bereket saçışını kutlamak için törenler yapılıyordu. Tommuz kültünün İbraniler kanalıyla Suriye ve Mısır üzerinden eski Yunan’a ve Anadolu’ya geçtiği düşünülmektedir. 6 Mayıs Bahar Bayramı Hıristiyanlıktan önce de putperestlerin bayramı olarak kutlanırdı. Hıristiyanlık sonrasında bu geleneğin terk edilmesi yönünde uğraşılmışsa da öte putperest bayramlarını bırakan halk bahar bayramını kutlamayı sürdürmüştür. Sonuçta da Hıristiyanların resmi bayramı olarak tanınmıştır. Hıristiyanlarca bugüne ‘Saint George’, ‘Aya yapmaktayız. Kurbanlarımızı burada tığlıyoruz. Atölyemizde yün işleri yapılmaktadır. Keçe ve tığbentler orada üretiliyor. Bu mekân Cuma akşamından Pazar akşamına kadar açık. Üçüncüsü, burada yaşayan gençlerimize kendi kültürlerini, dillerini gelecek kuşaklara aktarmayı da hedefleyen etkinlikler yapıyoruz. Asıl amacımız aydın düşünebilen, kendi kültürel değerlerine sahip çıkan, ileriyi gören, bilinçli kâmil insan; bugünkü deyimiyle çağdaş, evrensel insan yetiştirmesine, deryada bir damla da olsa bir hizmet etmek. Ne kimseye alternatifiz, ne kimsenin yanındayız. Yol, erkânı her şeyin önünde tutan inancını ve kültürünü hem öğrenip hem öğretmeye çalışan bir okul olmaya adayız. Söyleşi sırasında Sayın Cengiz ilginç bir de hatırlatma yaptı: “Konuyla ilgili değil, ama küçük bir bilgi: Kültür Bakanlığı yakın zamanlarda 155 el yazmasını Hacıbektaş’tan alıp tamir amacıyla Konya’ya götürdü. Ve bunlar henüz geri gelmedi.”

Miyase İlknur Enstitü binasının açılışında halayda

Yorgi’ adı verilmiştir. Saint George ya da ‘Aya Yorgi’ sonradan aziz bir kişi olarak kabul görmüştür. Hızır’ın ilk oluşumunu Gılgamış Destanı’nda da bulmaktayız. Bu destan da Gılgamış, arkadaşı Engidu’nun ölümü üzerine büyük bir üzüntüye düşer. Ölümsüz olmak için yollara düşer ve ölümsüzlük sırrını bilen Uptanipiştum’u arar. Bu düşünce daha sonra Yahudi efsanesine de girmiştir. Yahudilikten de İslam’a aktarılan bu inanç, daha sonra doğuya doğru yayılıp gitmiştir. Halk arasında yaygınca anlatılan bir öyküye göre ise İskender de İdris ile birlikte ölümsüzlük suyunu arar ve bulurlar. İkisi de ab-ı hayattan içip ölümsüzlüğe kavuşurlar. İslam coğrafyasındaki bir başka halk söylencesine göre de Hızır, İlyas ve İskender (Kuran’da Zülkarneyn olarak geçen kişi) ab-ı hayatı aramaya çıkarlar. Bu sudan Hızır ile İlyas içer fakat İskender’e söylemezler. Kuran’da Tevrat’a dayalı olarak anlatılan Kehf Suresindeki Hızır öyküsü, İslam Kültürü içinde süslenerek ele alınır. Adı Kuran ve Tevrat’ta geçiyor dense de gerçekte Kuran-ı Kerim’de Hızır adına rastlanmaz. Kehf suresinde Musa Peygamberin, Tanrı’nın kendi katından bilgi bellettiği kulu arayıp bulması, sonra da bu kulun Musa’yı sınayışı anlatılır. Söz konusu bu kulun Hızır olduğu bazı hadislerde geçmektedir. Hızır, bazı İslam bilginlerine göre peygamber olup adı ‘Elyasa’dır. Bazı bilginler ise Hz. Hızır’ın veli olduğunu öne sürmektedir. Rivayete göre, Hızır ile İlyas, ab-ı hayatı içerek ölümsüzlüğe kavuşmuşlardır. Bu iki arkadaş, bazı inançlara göre ise kardeş, ab-ı hayatı içtikten sonra, Hızır karadakilerin, İlyas ise denizdekilerin yardımcısı olmuştur. Kaynağı ister Kuran’a ister Gılgamış Destanı’na ister İskendername’ye isterse Musevi kaynaklı efsanelere bağlansın Anadolu insanının zihninde Hızır, Hızır Nebi, Hızır-İlyas, Hıdrellez ve Hıdır gibi sözcüklerle ifade olunan bir Hızır kültü ve bu kült çevresinde oluşup ya(Devamı 10. Sayfada)

9


SERÇEÞME

SÜLEYMAN ZAMAN

(Baştarafı 9. Sayfada)

İnsan mıdır Dost? Duyunçtan kopup da insan yakanlar Yanan insanlara zevkle bakanlar Sevinip, oynayıp nara atanlar İnsanı yakanlar, insan mıdır dost? İnsan olanlarda vardır bir vicdan Canavarlar doymaz, içtiği kandan İnsan pişirdiler, hiç acımadan Duygusu olmayan, insan mıdır dost? İnsanlık paylaşmak, tümden yaşamı Nasıl taşıyayım ben bunca gamı İnsanı bozanla, sürem davamı İnsanlığı bozan, insan mıdır dost? İnsan olmak, sorgulamak dünyayı İnsan olmak yaşamaktır sevdayı İnsan olmak, bilmek, Güneşi Ay’ı Şüphe duymayanlar, insan mıdır dost? Tek tipli hayatı, bize dayatma Bilinen bir bezi, çul diye satma Us dışı olanı, imgeme katma İnsancı tartışan, insan mıdır dost? Şeriat aydınlık, kafaya sığmaz Rüzgarsız bulutlar, göklerde ağmaz Laiklik inanca, asla karışmaz Farklılığa kızan, insan mıdır dost? Aydın olmak tekte, tümü bulmaktır Arif olmak tümde, teke varmaktır Mürşitlik bütünü, hep kavramaktır Tekçil düşünenler, insan mıdır dost? Çağdaşlık doğmadan, uzaklaşmaktır Çağdaşlık, insana sevgi duymaktır Çağdaşlık, bağları, doğru kurmaktır Çağı yaşamayan, insan mıdır dost? Düşün Mansur neden Enel-Hak dedi Nesimi gerçeğe sayıyla vardı Bektaşi varlığı, Sudur’da gördü Araştırmayanlar, insan mıdır dost? İnsanda bir can var, nasıl yakarsın İnsanda vicdan var, nasıl atarsın İnsanda onur var, nasıl satarsın İnsan öldürenler, insan mıdır dost? Hallac’ı asan, Nesimi’yi yüzen Kimdir? Galileo’ya zehri içiren Kopernik’i giyotine götüren Bilme karşı gelen, insan mıdır dost? Kubilay’ın başını kimler kesti Pir Sultan’ı kimler, ne diye astı Çorum’da, Maraş’ta insanlık sustu İnsanı kesenler, insan mıdır dost? Aziz Nesin, dendi, canlar yakıldı Sevgi sunanlara, karşı çıkıldı Bunca senaryolar, nasıl yazıldı Sevgisiz olanlar, insan mıdır dost? Yıllardır oynanan, ülkede oyun Gelerek oyuna, olmayın koyun Olup-bitenleri sizlerde duyun Duyarsız olanlar, insan mıdır dost? Işık karanlığı, elbet yenecek Akıl doğmalara galip gelecek Zaman’ım gerçeği, hep söyleyecek Gerçeği saklayan, insan mıdır dost? 28 Haziran 2006

10

Hıdrellez şamaya devam eden bir gelenek mevcuttur. Hızır’ın adı, kimliği, ölümsüzlüğü, yaşadığı dönem ve zaman, veliliği ve nebiliği tartışma konusu olmakla birlikte, gerek Türkiye’de gerekse Türkiye dışındaki Türk dünyasında kabul gören inanç, onun “Tanrı’nın yeryüzünde dolaşan güçlü ve yardımsever elçisi” olduğudur. Hızır geleneği ve Hızır’la ilgili inançlar, Türkiye, Balkanlar, Türkistan, Kazakistan, Kırgızistan, Altaylar, Özbekistan, Azerbaycan ve Gagauz Türkleri arasında bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Belki, dini, sosyo-kültürel ve ekonomik nedenler sonucunda Hızır’ın mahiyeti, bununla ilgili inanma ve pratikler değişmiş olabilir. Ancak Hızır’la ilgili inançlar ve pratikler güçlü olarak yaşamaya devam etmektedir. Darda kalanın imdadına koşan Hızır’a Altay Türkleri ‘Kidir’, Kırgız ve Kazak Türkleri ‘Kizir’ adlarını kullanmaktadır. Hıdrellez adlandırması halk inancında ab-ı hayatı, yani ölümsüzlük suyunu içerek ebedileşen Hızır ile denizlerin piri olarak kabul edilen İlyas’ın 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gecenin sabahında, denizle kara arasında bir kıyıda buluşacakları düşüncesinden doğmuştur. Bir geçiş dönemi töreni niteliği taşıyan ve Hızır ile İlyas’ın buluştukları 6 Mayıs’ta güneş, Ülker burcuna girer, yıl yaz ve kış olarak ikiye ayrılır. Bu gece ve sabahında Hızır’ın yeryüzüne uğrayacağı, her yerin canlanıp yeşilleneceği, dokunduğu her şeyin ise bereket bulacağı düşüncesi hâkimdir.

Alevilikte Hızır Kültü Hızır Nebi, Anadolu Alevilerinde “Bozatlı Hızır” olarak bilinir. Bozatlı Hızır, eski Türk inançlarında “Boz atlı yol Tengrisi”nden başka biri değildir. Anadolu Alevilerinde “Hıdrellez” veya “Hızır Nebi” adıyla Şubat’ın ikinci haftasında (14–15 Şubat) bir tören düzenlenir. Alevilikte Hızır saygısı ve Hızır inancı diğer Müslüman kesimlerden daha fazladır. Bu saygı nedeniyledir ki, her yıl Hazır için üç gün oruç tutulur. Bu orucun başlama tarihi eski takvime göre Ocak ayının son günüdür. 30 Ocak’ta başlayan bu oruç, günümüz takviminde aradaki on iki günlük fark nedeniyle 13 Şubat’a sarkmaktadır. 13 Şubat’tan başlayarak üç gün boyunca süren oruç, bölgeden bölgeye birkaç günlük değişiklikler de tutulmaktadır. Bu üç günlük oruç süresince mürşitlerin taliplerle, yani dedelerin talipleriyle birlikte olması zorunludur. Alevilerin genel inanışına göre Hızır orucu, Nuh tarafından kurtarılan halkın Allah’a hamdüsenası için tutulur. Alevilerin büyük bir bağlılıkla tuttukları üç günlük Hızır orucu sonrasında kimi bölgelerde kurbanlar kesilir. Genel olarak da adına “Hızır Lokması” denilen yağlı çörekler pişirilip dağıtılır. Muharrem orucundan sonra gelen en önemli oruç olarak kabul edilen Hızır Orucu, Anadolu Alevilerinde hâlâ yaygın olarak sürdürülmektedir. Hızır, Alevi düşüncesinde az çok örtülü biçimde Hz. Ali ile örtüşür. Aleviler, mihman yani misafir “Ali”dir. O nedenle Alevi büyükleri gençlere “mihmanlarınızı Ali gibi karşılayıp Ali gibi uğurlayın” telkininde bulunurlar. Alevi inancında mihman aynı zaman da Hızır olarak görülür ve büyük saygı gösterilir. Mihma-

nın Ali ve Hızır olarak görülmesi Hz. Ali ile Hızır’ın özdeşleştirilmesinin bir göstergesidir. Bu durum Alevi-Bektaşi nefeslerine de yansımıştır. Pir Sultan Abdal’ın şu nefesinde de bu özdeşliği görüyoruz. “Binbir adı var bir adı Hızır Her nerede çağırsam orada hazır Ali padişahtır Muhammed vezir Bu fermanı yazan Ali değil mi”? Yine XVII. yüzyıl Bektaşi şairlerinden Fakir Edna’nın şu nefesini zikretmeden geçemeyeceğiz: Çok günah işledim senin katında Eriş Şah-ı Merdan sen imdad eyle Kul daralmayınca Hızır yetişmez Yetiş Hızır Nebi sen imdad eyle Yalvarması boynumuza farz oldu Edep erkân müminlere ar oldu Müminin secdesi hakka niyaz oldu Yetiş Hızır Nebi sen imdad eyle Kim kail der mahşere kalan davaya Şah Hasan’a ağu verdi Muaviye İmam Hüseyn mürüvvet eyle canıma Yetiş Hızır Nebi sen imdad eyle Musa Kazım ile salayı veren İmam Rıza ile mescide giren Taki Naki ile carıma yeten Yetiş Hızır Nebi sen imdad eyle Askerinin askerine katılan Kul olup Belh Buhara’da satılan Çöl Kûfe şehrinde nara atılan Yetiş Hızır Nebi sen imdad eyle Kırkların Cemi’ne beraber gelen Server Muhammed’in bacını alan Sancağını çekip zülfikar çalan Yetiş Hızır Nebi sen imdad eyle Fakir Edna’m derki bu sırra eren Üstadım Hatayi dar’ına duran Tamu’da yanar mı nurunu gören Yetiş Hızır Nebi sen imdad eyle Alevi-Bektaşi şairlerinin şiirlerinde de Hızır’ın Ali ile bir arada yardımı istenen doğaüstü bir güç olarak anıldığı görülmektedir. Bektaşi Meydanı’nda, on iki kutsal posttan birinin (Mihmandar postu) sahibi Hızır sayılır. Hızır, olgusunu, Alevilerin semahlarında da görmek mümkündür. Semah çeşitlerinden birinin adı “Ya Hızır” semahıdır. Bu semah Hızır’a çağrı, selam anlamındadır. Bu semah, daha çok Tokat, Sivas, Elazığ ve Malatya yöresinde dönülür. Figür olarak diğer semahlardan biraz farklıdır. Hızır kültü dualar ve atasözlerine de girmiştir. “Bozatlı Hızır yardımcın ola, Hızır elinden tuta” gibi dualar günlük yaşamda bugün de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. “Her vaktini hazır bil, her gördüğün Hızır bil” ya da “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez”, “Ustamın adı Hıdır, elimden gelen budur” gibi atasözleri de yine Hızır’ı vurgular. Mahsulün bol ve bereketli olduğu zamanlarda “Hızır uğramış” ya da “Hızır’ın eli değmiş” denildiği gibi, darda kalıp, zor bir durumdan kurtulunduğunda “Hızır gibi yetişti” denir. Darda kalanların, başı sıkışanların yardımına koşan, servet ve bereket dağıtan kutsal bir insandır Hızır. Sonuçta Hızır ölümsüzdür. Zaman zaman ortaya çıkar. Birdenbire görünür ve birden bire yok olur. Aynı anda bin bir donda ve birkaç yerde birden hazır ve nazır olur. Ancak bir kez görünür.

Sayı 30


SERÇEÞME

SERÇEŞMEDE YOL SÜREĞI

BUDAK ALİ (ALİ KAYKI)

Âşık’ın Sözü, Kuran’ın Özü

Ya Sen Dağ dağ yüklendim Omuzladım seni Amansız, apansız gelişlerinde bile. Bir kez olsun “yeter artık” duydun mu benden Bir de, “başkalarına git”...

Dertli Divani

Ürüyen İt İt ürür kervan yürür Cümlemizi Hak görür Sadık muhip olanlar Hak yolunda ser verir Ser veren payın alır Münafıklar dur olur Riya ile gelenler Azaba duçar olur Kırklar kurdu bu yolu Yol cümle erden ulu Şah Hüseyin aşkına Islah et azgın kulu Der, yemen peş yemeni Peş yemen der yemeni Merdud-u şekk-i murdar Varsın tan etsin meni Der Büryani En-el-Hak Hak âdemdedir mutlak Eğer inanmaz isen Gel kelamullaha bak

C

ANLI CANSIZ hiçbir varlığı hakir görmemek yolumuzun kuralıdır. Aslında her İnsanın olgunlaşması için de bu kural geçerlidir. İnsanların kendisinden farklı olanı olduğu gibi kabul edip; inancını, ibadet anlayışını ve yaşam felsefesini birbirine dayatmadan dostça birlikte yaşamayı ne kadar becermişse gerçek insanlığı da o kadardır. Büryani Baba’ya ait yukarıdaki deyişte aslında insanlığını kaybeden, yolcuyu yolundan eğlemeye çalışan zavallılardır. İt ürür, gerçek yolcu yoldan şaşmaz ve kervan yürür. Hak her şeyi görür ve bilir. Sadık ve muhip (seven) olanlar yola can-baş verir. Yani kervan, ikrarında duran Sadık–Muhip olanların tarihi süreç içersinde gerektiği zaman can-baş vermesiyle yürümüş bugüne gelmiş. “Serverenler payını alır, gönüllerde taht kurur. Münafıklar, gerçekte inanmayanlar erenlerden, güzel insanlardan uzak olur. İkiyüzlüler eni sonu çaresiz vicdan azabına gark olur. Kırkların kurduğu bu yol, cümle erden ve pirden uludur. Bu yola yakışmayanı Şah Hüseyin aşkına ıslah et, ya Şah!”

Varlığında kıvrandığım Ekvator’un sıcağı, Sahra’nın susuzluğu O azgınlığa bu uysallığım boşuna mı Boşuna mı bunca cefaya vefam... Kâinatın aynasıyım Madem ki ben bir insanım Hakk’ın varlık deryasıyım Madem ki ben bir insanım

Sen bilmezsin bunları Bilemezsin külünden var olmayı Yaraya tuz basmayı Yaratmayı bilemezsin sen...

İnsan hakta Hak insanda Arıyorsan bak insanda Hiç eksiklik yok insanda Madem ki ben bir insanım

Sen... İster Nemrut’un ateşi ol İstersen Büyük İskender İster ecüş becüş masalı İster insanların korkulu rüyası Bize ne keder.

Bunca temenni dilekler Vız gelir çarkı felekler Bana eğilsin melekler Madem ki ben bir insanım İncil’i yazabilirim Tevrat’ı dizebilirim Kuran’ı sezebilirim Madem ki ben bir insanım İlim bende kelam bende Nice nice âlem bende Yazar levh-i kalem bende Madem ki ben bir insanın Daimi’yim harap benim Ayaklara tûrap benim Aşk ehline şarap benim Madem ki ben bir insanım Alem-i sügra: Küçük evren, Alem-i Kübra: Büyük evren. İnsan, küçük evren Tanrı, büyük evrendir. Bir başka açıdan da, insan damla, Tanrı derya. Fenafillah: Varlık içersinde eriyip yok olmak. Vahdet-i vücut ise birlik, Hak ile birlik, bütünleşme anlamındadır. Yağmur damlasının deryaya düşüp ona karışması gibidir. Daimi baba bu ölümsüz deyişinde; Tanrı evrenin ta kendisidir, zira Tanrı canlı ve cansız varlıklara, kendini bahşeylemiş,

diyor Daimi baba.

“Gönülden dost olanlar Yemen’de olsa da peşimdedir, yanımdadır. Dost olmayanlar yanımda olsa da Yemen’dedir, uzaktadır. Gönlü ikilikte olup, nefsine kul olan murdarların yanımızda yeri yok. Onlar varsın meni kınasın.

“Temenniler, dilekler, bende kabul görür. Çark-ı felekler ne ki melekler bana eğilsin. Tanrı, ‘Âdeme secde ediniz’ diye meleklere buyurmadı mı? Madem ki ben insanım, İncil’i yazabilir, Tevrat’ı dizebilir, Kuran’ı sezebilirim” Aklı Kül: Bütün akıl sahibi, Hüsnü Mutlak: Tanrı’nın güzel cemali:

“Hak bendedir. En-el Hak Tanrı Âdemdedir. Ham ervahlar, inanmayanlar, ‘size sizden, şah damarınızdan daha yakınım.’ Tanrı’nın bu kelamını anlasın.” Erenlerin bu sözünü pekiştiren Daimi Baba neler söylemiş:

Haziran 2007

Sevene sevda olduk Sevdikçe sevilen... Ya sen...!? Hildesheim, 15 Mayıs 2007 Ozan Ali Kaykı’nın Babası

ALİ KAYKI

(1938 - 2007) Hakk’a Yürüdü Kederli ailesine başsağlığı dileriz Yattığı yer ışık olsun Serçeşme Çalışanları

“Madem ki insanım, o halde kâinatın aynası ve Hak’ın varlık deryasıyım. İnsan Hak’ta, Hak insandadır. Ne ararsan insandadır. Hak, ‘insanı mükemmel bir varlık olarak varettik’ demiş; bu yüzden hiç eksiklik yok insanda”

diyor, Büryani baba… Şah İmam Haydar:

Büryani Baba şöyle diyor:

Duygunun güneşiyle musahibiz biz Kabuklaşmış toprağın öpüştüğü damla Esen sam yeliyiz boranı sırıl sıklam eden Yâr deriz Gönlümüzde bin aah...

BESÉ ASLAN

Xema Çel Meqamî Kırk Makamlık Efkâr

“İlim ve Tanrı kelamı bendedir. Daha nice sırlar, âlemler ve levh-i kalem bendedir. Madem ki insanım, Daimi olarak hem harap, hem ayaklara türap, hem aşk ehline şarap olan benim.”

Elbistan yöresi Kürt Alevi müzik kültürünü geçmişten geleceği taşıyan dedelerin, dengbejlerin, stranbejlerin, kılambejlerin sesinden 16 örneği bir CD’de derleyen Besé Aslan’ın bu güzel çalışmasına, beş dilde güzel bir de kitapçık eşlik ediyor. Tüm canlara tavsiye ederiz.

Aşk-ı muhabbetlerimle…

Güvercin Müzik

Tel: 0212.513 00 64

11


SERÇEÞME

“BU GÖKKUBE ALTINDA KONUŞULMAYAN HİÇBİR ŞEY KALMAMALI”

Araba Devrilmeden Önce Bölüm II Kamil Ateşoğulları 14 Mayıs 2007 Avrupa’dan “insanlığın ortak değeri” olarak yalnızca bunları mı; Alevi inanç ve öğretisine, Edebe aykırı dili ve sözleri mi öğrendiniz?

Örgütlere Doğru Bilgi Verilmiyor Örgütlere doğru bilgi vermek, örgütsel terbiyenin ve sorumluluğun bir gereği olduğu kadar, inancımızın da bir gereğidir. Cemlerde dede, “Kov, gaybet etmeyin, yalan söylemeyin” der ki; bu Edeb’in bir gereğidir. Avrupa’dan Türkiye’ye gelen bazı örgüt yöneticileri abartılı bilgiler veriyorlar. Türkiye de yapılanları da Avrupa’ya aynı biçimde aktarıyorlar. Bunun en çarpıcı örneği de 10/11 Şubat 2007’de Ankara’da yapılacağı duyurulan ABF ile AABK’nun birlikte yaptıkları Danışma Kurulu toplantısıdır: Bu toplantıya Avrupa’dan dokuz ülke federasyonundan başkan ve temsilciler değil 5–6 kişi katılmıştır. Türkiye örgütlerinden de; çoğu ABF’na üye olmayan HBVAK Vakfı şube yöneticileri olmak üzere toplam 30–40 kişi gelmiş, geri kalanı Danışma Kurulu üyesi olmayanlar olmak üzere 60’a yakın kişi katılmıştır. Danışma Kurulu toplantısı iki gün değil, ancak bir gün yapılabilmiştir. Ankara dışındaki örgüt ve şubelerden gelenlerin söz almamaları üzerine daha çok Avrupa’dan gelenlerle ABF yöneticilerinin konuştukları bir toplantı olmuştur. ABF’na üye yedi örgütün katılmadığı ve katılmama nedenini de içeren yazılı bir açıklama, Danışma Kurulu Divan Başkanlığına iletilmiş ve gelenlere dağıtılmıştır. (Ek: 15, 2 sayfa) Bu konuyu güzel bir “mesel” ile bitiriyorum. Bir köye başka bir köyden gelin gelmiş. Köyün genç kızları ve gelinleri yeni gelini yalnız bırakmazlar ve her gün ziyaretine giderlermiş. O da her gelişlerinde konuklarına “Babamın şu kadar dönüm tarlası var, şu kadar sürüsü, şu kadar çobanı, adamı var” diye hava atarmış. Bir böyle, iki böyle sürmüş gitmiş. O köyün kızı olup o köyde gelin olan birisi bir gün dayanamamış ve “Keşke ben de bir başka köyde gelin olsaydım” demiş.

Partnerlik Nedir? (Alevi Öğretisindeki Tanımlanmasıyla Musahiplik, Yol Arkadaşlığı, Yoldaşlık) AABK ile ortak çalışmalar yapmak, etkinlikler düzenlemek ve ortak projeler geliştirmek kadar doğal bir durum olamaz. Ancak, bu tür çalışmalarda; karar alma süreçlerinde her şeye karar verip “ biz böyle düşündük, karar aldık, birlikte gerçekleştirelim” oldubittileriyle daha önce karşılaştığımız gibi dayatmalarla olmamalıdır. Daha önce; Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan ile görüşme,

12

Bu yazının birinci bölümünü 29. sayımızda okuyabilirsiniz. Kamil Ateşoğulları’nın yazısına ek olarak sunduğu belgelerin listesini sonda veriyoruz. Ancak bu belgeler çok uzun olduğu için özür dileyerek yayınlayamıyoruz. İstanbul’da gerçekleştirilen Bin Yılın Türküsü, 1. Alevi Konferansı tavır ve davranışları gibi. ABF’nda göreve geldikten sonra AABK’na Selahattin Özel imzalı 13 Kasım 2005 gün ve 205/41-2 sayılı bir yazı fakslayarak bundan sondaki ortak çalışmalarda uyulması gereken koşulları bildirdik. (Ek: 16, 2 sayfa) AABK’nca bu yazıda bildirilen ilkelere hiç uyulmadı, örgütün (ABF) bağımsızlığına saygı gösterilmedi: Ali Kenanoğlu hakkında yaptırım istenmesi, ABF üyesi ve derneklerin genel merkezleri dışlanarak şubelerle etkinlik yapılması, 18 Ekim 2006 CHP ile görüşme girişimi, 29 Ekim 2006 Adana’daki etkinlik gibi.

Siyaset ve Siyasete Müdahale Yayınladıkları bildirilerde önce Alevi’lerin “siyasete müdahalesi” ve Mersin’deki toplantı sonrası 14 Ocak 2007 tarihli yazıda (Aleviler doğrudan temsil edilmek istiyorlar) sözleri siyasi literatürde yeri olmayan kavramlardır. (Ek: 17, 3 sayfa) 15 Ağustos 2006’da Serçeşme’de gerçekleştirilen Dünya Alevileri Toplantısı Sonuç Bildirgesinde de (15 Ağustos 2006) yine “siyasete müdahale” deniyor. (Ek: 5) Örgütlerden ve çevreden gelen eleştirilerden sonra bu söylem yerine “Alevilerin siyasi alana katılım kararlılığı …” demeye başladılar. Bununla da yetinilmedi. Fethullah Gülen’in Aksiyon Dergisindeki bir söyleşinin başlığı şöyle: “Turgut Öker: Meclis’ de Alevi kontenjanı istiyoruz.” (Ek: 14) “Siyasete Müdahale” kavramında ki müdahale sözcüğünü hiçbir demokrat, ilerici ve solcu kullanmaz. Çünkü bu sözcük, bu kesimlere hep geçmişi ve kötülükleri, insanlık dışı şeyleri anımsatır. Alevi örgütleri yeri ve zamanı geldiğinde toplumsal değişim ve gelişme adına, sorunlara çözümler üretir ve bunu da örgütleriyle oluşturur/paylaşır ve kitlelere mal ederler. Siyasete değil, yaşama müdahale ederler. Tüm bunlar yapılıp, örgütlülük dağıtılacağına on aylık bir sürede ve bir bütünsellik içinde doğru olan yapılabilirdi. (Bölge toplantıları, sonra Ankara’da bir toplantı yaparak ABF’nun görüşü netleştirilip, daha sonra dışımızda ki Alevi örgütleriyle görüşmeler yaparak “ortak

paydalar” arama ve olabildiğince birlik sağlayarak oluşacak sinerji Alevilere taşınır ve bir bütünsellik sağlanabilirdi.) Bu süreç zahmetli ve yorucuydu. Böyle yapılacağına göstermelik/gösteriye dönüşen toplantılar yapılarak bir parti genel başkanının bir Alevi örgütü yöneticisine dediği gibi “pazarlık ve şantaj” yolları yeğlendi. Oysa Eylül 2006 da “Bölge Toplantıları” başlatılmış olsaydı, şimdiye kadar çalışmalar tamamlanmış, ABF siyaset konusunda kitlesiyle bir “Ortak Görüş” sağlamış olurdu. Bunca zaman boşa harcandı. Siyaset, üreterek toplumsal yapıyı değiştirmek ve geleceği kurma sanatıdır. Ciddi bir çalışma ister. Bazı örgüt yöneticilerinin akşamdan sabaha alacakları kararlarla olmaz. Eğer bir örgütlülük varsa, orada karar alma, oluşturma mekanizmalarının çalıştırılması gerekir. Siyaset oluşturmak, bir süreç olayıdır: Konu önce örgütsel yapı içinde tartışılır, görüşülür. Aşağıdan yukarıya doğru örülerek ortak görüş, ortak karar oluşturulur. Sonra ortak eyleme geçilir. Turan Eser’in “Yapacak daha çok işimiz var” başlıklı ve 2006 tarihli bir çalışmasının üçüncü sayfasında miting ve toplantı yerleri sayılıyor, ancak şubelerin haberi yok. (Ek: 18, 3 sayfa) Bu çalışma GYK’dan geçip karara dönüştükten sonra uygulansaydı, daha anlamlı olurdu. Aynı Turan Eser, Pir Sultan Dergisin 56. sayısının 64., 68. ve 69. sayfalarındaki (Mart 2004) yazdıklarını unutmuş ve yazdıkları ile çelişkili davranış içindedir. (Ek: 19, 3 sayfa) Ben onun bu günkü uygulamasıyla sahip çıkamadığı görüşlere aynen sahip çıkıyorum. Çünkü olay örgüte saygı ve ilkeliliktir. Aradan geçen iki yıllık zaman da ne oldu, ne değişti ki?

Siyaset Yapma Yolları Lobi çalışması yapmak. (Bir konuda karar alma sürecini etkilemek. AB için Brüksel’de temsilcilik açmak gibi) Bir siyasi parti ile pazarlık. (Milletvekilliği kontenjanı almak) Siyasi Parti kurmak. (Siyasete müdahale ve Alevi kontenjanı isteyenlerin büyük bir çoğunluğu Barış Partisi’nde yönetici ve milletvekili adayı idiler) Sol/demokrat partilerin birliği konusunda çalışmak, demokrasi ve emek güçleriyle bir araya gelerek, oluşacak yapıyı iktidara taşımak. Bizim tercihimiz bu noktada olup, ayrışma nedenlerinden birisi de budur. Bir yandan bir parti ile ilişki kurmak için denemedik yol bırakmıyorlar, çalmadık kapıları kalmıyor, bir yandan da şu anda o partide milletvekili olanlar için demediklerini bırakmıyorlar. Selahattin Özel, 26 Ağustos 2006 tarihli Evrensel gazetesinde ki bir söyleşisinde “Biz Alevi örgütlerini değil, Alevileri siyasallaştırmak istiyoruz. Toparlamak istiyoruz. Birisi Baykal’a çanta taşıyor, ‘ben Aleviyim’ diyor.”

Sayı 30


SERÇEÞME diye konuşuyor. Öbür taraftan da toplantılarda söylemedik söz bırakmadıkları parti genel başkanı ile görüşmek için her yolu deniyorlar. (Ek: 20, 3 sayfa) Bu sözlerin sahibinin 14 Mayıs 2007 günlü www.hurriyet.com adresinde İzmir’de yapılan Cumhuriyet Mitingi haberleri arasında “Baykal’ın önünde diz çöken Adaylar” arasında yer almasının değerlendirmesini kamuoyuna bırakıyoruz. Alevilerin Sesi dergisi sayı: 96, sayfa: 7’de Turgut Öker konuşmasında, bir gün önce tarihi Kırkpınar yağlı güreşlerini izlemeye giden CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a yüklendi. Turgut Öker: “Seçimler geldiğinde Alevilerin kapısını aşındıranlar, şunu artık kafalarına yazsınlar: Bu gün buraya değil de Kırkpınar’ı tercih edenler bundan böyle asla Alevi toplumundan gereken dayanışmayı göremeyeceklerdir. Çünkü bunlar bizim acımıza saygı duymuyorlar” dedi, yazılıdır. (Ek: 21) Alevilerin/Aleviliğin sorunlarının çözümü, Alevilerin tek başlarına çözecekleri bir sorun değildir. Demokrasi güçlerinin ortak çabası sonucu toplumun demokratikleşmesi ve bireyin özgürleşmesine bağlıdır. Bu da tekçi anlayış/ mentalite yerine çoğulculuğun, özgürlüğün ve eşitliğin gerçekleştiği bir toplumsal yapının kurulmasına bağlıdır. Gelişme sağlayan bir değişim ve dönüşüm için ortak bir programın oluşturulmasında Alevi hareketinin çok önemli bir rolü olabilir. Böyle düşünüleceğine, bir grup önce “siyasete müdahale etme” olarak siyaset yapmaya başladı. İkinci olarak “siyasal sürece müdahale” sonra “sürece müdahil olarak katılma” (zaten müdahil olma katılma demektir) ve “siyasi alana müdahale” demeye başladılar. Üçüncü aşama da “Alevilerin Doğrudan Temsili” dedikten sonra “Meclis’ de Alevi kontenjanı isteme” noktasına geldiler ki ta başından bu noktaya gelineceği saptamasını yapmıştık. (F. Gülen’e ait Aksiyon Dergisi Ek: 14) Bundan sonra ki istem ve söylemlerinin ne olacağını kamuoyu merakla beklemektedir, bekliyoruz.

Sonuç Olayları ve gelişmeleri elimden geldiğince yazdım ve elimdeki belgeleri ekledim. Konu ile ilgili olarak her türlü bilgi vermeye ve tartışmaya hazırım. İlkesiz, günü ve bazı kişileri kurtarmayı başarı sayan, bazı hesapları veremeyen, söyledikleri sözün ve imzalarının arkasında duramayan, gelecekle ilgili hiçbir proje ve öngörüsü olmayanlarla, ilkeli ve örgüte ve örgütün bağımsızlığına önem veren anlayışın sonuna kadar bir arada olamayacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Kimlerin “darbeci”, kimlerin “şer güçleri”, kimlerin “derin devletin ve genelkurmayın adamı” olduğunun örgütlerce anlaşılması yetmez, bunun hesabının da sorulması, hareketin geleceği açısından çok önemlidir. Olağanüstü kongrede yurtdışının gölgesinde; kişilikli, birikimli, bilgili ve deneyimli yöneticiler yerine, her şeye boyun eğecek ve ABF’nu kişilerin vesayetine sokmakta bir sakınca görmeyen ve ABF’nu, AABK’na bağlı bir alt örgüt/şube durumuna gelmesine göz yuman, hatta neler olduğunun bile farkında olmayan yöneticilerin gelmesi sağlanmıştır. Yurtdışının müdahalesi yalnız örgütlerle sınırlı kalmamış, kongre sürecinde Türkiye’ye

Haziran 2007

gelen bazı işadamları da kendi yöntemleriyle kongre çalışması yapmışlardır. Olanaklarını Alevi hareketinin daha olumlu bir yere gelmesi için kullansalardı en azından daha olumlu bir iş yapmış olurlardı. Daha önce Demokratik Barış Hareketi (DBH) ve Barış Partisi (BP) deneyleri yaşanmış olup; Alevi örgüt yöneticileri siyasal parti ilişkisinin örgütlere verdiği zarar unutulmamıştır. (Hem de bu kadro ile) Sonuç olarak; her istediklerini tartışmasız yerine getirecek bir yönetim istiyorlardı onu da başardılar.

EKLER: 1. Ahmet Koçak, “Alevi Bektaşi Federasyonu Merkezinde Deprem”, Serçeşme, Sayı 23 2. Fevzi Gümüş’ün istifa dilekçesi, 29 Mayıs 2006, Yayınlanmamış belge. 3. Tekin Özdil, ABF Eğitim ve Bilim Sekreteri, “Kurum Başkanlıklarına’ başlıklı Hacı Bektaş Etkinliklerine yönelik programı içeren yazı, 9 Ağustos 2006. 4. Selahattin Özel, ABF Genel Başkanı, “Kamuoyuna” başlıklı, Dünya Alevileri Toplantısı üzerine açıklama ve kurumlara çağrı yazısı 9 Ağustos 2006 5. ABF, AABF ve HBKD ortak açıklaması, “Dünya Alevileri Toplantısı Sonuç Bildirgesi” 15 Ağusos 2006 6. Taner Boyraz, “Turgut Öker: Her Yerde Gücümüz Oranında Temsil Edilmeliyiz! Alevilerin Sesi internet sitesi, 10 Ekim 2006 7. Av. Erdal Yıldırım, Adana Alevi Bektaşi Birliği, “Cumhuriyet ve Demokrasi Etkinliklerine Davet” yazısı, 9 Ekim 2006. 8. Adana Alevi Bektaşi Birliği’ni temsilen PSAKD Şb adın Mürşit Pur, HBVD Adana Şb. adına Erdal Yıldırım ve Turncelililer Derneği adına Kemanl Çelik imzalı Mutabakat Belgesi, 13 Ekim 2006 9 Turan Eser, ABF GYK üyesi, Başkan ve MYK’ya Olağanüstü Genel Kurul konusunda beş soru, 22 Kasım 2006 10. ZY Güven, sunuş yazısı ekinde Dr. M. Bilal Uçar’ın Bilirkişi Raporu, 30 Ekim 2006. 11. Fevzi Gümüş-Kelime Ata, “ABF Başkanlığına” başlıklı, derin devletin adamı suçlamaları üzerine yazı ve ekinde K. Ata’nın “Derin Devletle Yüzleşememek” başlıklı yazısı 12. Necdet Saraç, “ABF’de yeni dönem”, Birgün, 2 Aralık 2006. 13. Av. Kazım Genç, “‘Müsahip-Yoldaş’ İken, Nasıl Oldu da ‘Şer Cephesi’ Üyesi Olduk?”, PSAKD internet sitesi 14. İbrahim Doğan, “Parti Değil, Meclis’te Alevi Kontenjanı İstiyoruz”, Aksiyon, 12 Mart 2007 15. Yedi derneğin ABF Danışma Kurulu Divan Başkanlığına Başvurusu, 10 Şubat 2007. 16. Selehattin Özel, AABK Genel Başkanlığına 2. Olağan Genel Kurul sonuçlarını bildirir faks. 17 Alevilerin Sesi, “ABF ve AABK Mersinde Toplandı: Alevilerin Siyaette Temsili Doğrudan Olmaladır”, 14 Ocak 2007 18. Turan Eser, “Yapacak Daha Çok İşimiz Var”, 2006 19 Turan Eser, “Alevi Örgütlülüğü Sorunlar, Çözüm Onerileri”, Pir Sultan Abdal dergisi, Sayı 56, Ocak-Mart 2004, s 64-69 20. Emine Yazar, “ABF Genel Başkanı Selahattin Özel, ARka Bahçe Olmayacağız”, Evrensel, 26 Ağustos 2006. 21. “Madımak Müze Olsun” başlıklı yazı, Alevilerin Sesi, Sayı 96, Haziran 2006,

ALİ ULVİ ÖZTÜRK

2 Temmuz Hüzünlerimle göm beni oğul, Alıp götüreyim tüm oğullarını dünyanın Aksın ölü bedenimden toprağa. Acılarımla göm beni kızım, Alıp götüreyim tüm acıları Sancısız dönsün dünya. Başucumdaki taş Sivas karası Ayakucumdaki Maraş, Çorum, Gazi Karalarımla göm beni toprağına Islat gözün yaşınla mezar toprağımı Kansın Sivas yanığı bedenim Akarsu’larına Ağla akıt yüzyılları Özlem’i Hasret’i. Metin ol. Bu kaçıncı ölümüm Asım Sen koy toprağıma beni unutma Sen sulayacaksın yüreğimdeki Çimen’i Ağla semah dönen minik kuşa Güneş doğacak kirpiklerin arasına Güneş doğacak hesabını peşin ödediğim alın yazıma. Kin tutarım minik kuş Semah dönen seni vurana. Kin tutarım minik kuş Türkü diyen seni yakana

Yanıyorum yanıyoruz oğul Aydınlık olsun yurdumun Göğü, denizi, toprağı, insanı. Işısın yeşersin filiz versin, Fidanlar dikilsin serçe yavrularına yuva Yanıyorum, yanıyoruz kızım Bilim ve gerçek alnı açık uzansın Gökyüzüne, güneşe doğru. Galip gelsin insanlık galip gelsin yürek Kaderine karşı yabanın, mürtecinin. Cayır cayır yandı göğ ekinimiz, Harman vaktine yetişemeden. Bu yangın sevda yangını değil Bu yangın yürek yangını. Madımak’ta yansa da ateşler, Öyle bir ateş verdim ki dost ve düşman yüreklere Bir taraf intikam yeminlerinde Bir taraf hain gülse de Yeniden doğarız küllerimizde Olup çelik kanatlı kuşlar. Yeniden doğuyoruz yüzyıllardır Munzura akmıyor mu turnalar… Yeniden doğuyoruz işte karşımda Pir Sultanlar.

Yandık yanıyoruz. O günlerden bu günlere Kırklar kere kırklar olduk. Daha nice yüzyıllar şavkıyacak ışığımız Dolanacak Sivaslar’da Bizi ateşe verenler, Mesela düşünüzde göreceksiniz bizi Mansur’un kesik kolu Zülfikâr olup dolanacak başınızda. Aniden, apansız bir ateşin içinde bulacaksınız kendinizi. Hiç olmayan insan yanınızdan tutuşturacağız sizi Gözyaşlarımızda boğulmadıysanız hâlâ Yürek yangınlarımız yakacak sizi… Yürek yangınlarımız yakacak…

13


SERÇEÞME

Henüz Son Sözü Söylemedik Haşim Kutlu

L

AFI HİÇ DOLANDIRMADAN doğrudan konuya girmek istiyorum. Bu yazıyı, peş peşe bir kaç makale olarak, 25 Martta planlamıştım. Bunlardan ilkini yazmağa oturduğumda, AABF’den bir duyuru aldım. AABF yönetimi bu duyuruda kamuoyuna, seçimler dolayısıyla henüz destekledikleri bir siyasi adres belirlemediklerini, basında bu yönlü çıkan haberlerin asılsız olduğunu açıklıyordu. Dahası, aynı duyuruda, siyasi adreslerini 9 Haziranda açıklayacaklarını da belirtmekteydiler. Biz ise, aslında bu açıklamanın kendisinin doğru olmadığını, iki gün sonra toplanacak olan başkanlar kurulunda, muhtemel tepkileri törpüleme amaçlı olduğunu düşünmüştük. Öteden beri, en umutsuz durumlarda, eğer olumlu yönde gelişecek binde bir olasılıklı bir olanak sözkonusu ise, bunu bile değerlendirmeden geçmemek gerektiğine inanmış ve öyle de davranmaya özen göstermişimdir. Bu bağlamda, yazıyı erteleyerek AABF’nin 27 Mayıs pazar günü gerçekleştireceği AKM Başkanları toplantısının sonucu bekledim. Nihayet aynı günün akşamında, toplantının sonuç bildirgesini internet adreslerine postaladılar. Sonuç bildiriminde, iki gün önce, henüz siyasi adres belirlemedik, bağımsız aday adayı olanlar ise bizim seçimimizle değil, kendi kişisel kararları olarak, aday adayı oldular diyen aynı AABF yönetimi, “bütün güçleriyle bu aday adaylarını destekleyeceklerini” ilan ettiler. Tabi ki, “Aleviliğe hizmet etmiş, emekleri geçmiş” demeyi de ihmal etmeden. Uzunca bir süreden beri, bugünkü Alevi Hareketi’nin modern bir hareket olduğunu; otantik Alevilikle aynı kökten gelmenin dışında, kendilerine rağmen bir bağının bulunmadığını; bu bağlamda da güncel toplumsal dinamikler içerisinde de en önemli demokrasi dinamiklerinden birisi olduğunu, hatları karıştırmadan buna göre hareket etmesi, diğer toplum dinamiklerinin de Alevi hareketine bu zeminde yaklaşması gerektiğini hep dillendirmeğe çalıştım. Kendisini “inanç” olarak tanımlayan bir topluluk hareketinin, ne türde gelişmiş olursa olsun kapitalizm koşullarında, onun dini olan milliyetçiliğin ya da diğer bir ifade ile ulusçuluğun, yaşam koşullarının tümünü belirlediği bir sistem zemininde, belirttiğim çerçevenin dışında bir anlamı kalır mı? Bu şartlarla çevrimli politik bir alan da, kendini “inanç” olarak tanımlayan bir Alevi Hareketi, doğal olarak onun varlık nedeni olan, hukuksal olarak hak talep etmek üzere siyaset meydanına çıkıyor. Bu çıkışın kendisini olsun, tabi ki eğer kazanmak istiyorsa, Türkiye’nin şu an için içinde bulunduğu en temel problemlerden kopmadan, siyaset meydanında, siyasi/hukuksal bir talep olarak dillendirmesi gerekmiyor mu? Tabi ki gerekiyor, ama ne kendini ve varlık nedenini ele alış tarzı, ne bunun yürütülüş biçimi, ne de Türkiye’nin temel meseleleri ve bu meselelerin taraflarıyla ilgili tespit ve yaklaşımı, buna uygun bir tarz ve üslupta olmadı Alevi Hareketinin. Bu gidişle olacağı da yok. Sözümün daha açık anlaşılması bakamından bunun dahası var. Şöyle var: Eğer, sinene sararken adeta övünç duyduğun şu mahut Cumhuriyet; başından beri seni, diğer öteleyip ötekileştirdikleri gibi ötelemeyip, ötekileştirmeseydi, dahası, her tepesi attığında tepene demir yumruğunu indirmeseydi,

14

Korku dilleniyor. Ayrıntıda gizliydi. Sıracalı ve sinsiydi. Susuyordu Beklenmedik bir zamanda, belki de zayıflığını kollayarak senin, Çıkmaya hazırlanıyordu apansız ortalığa Vurmak için seni en onmaz yerinden!.. Daylemi, “Korku” açıktır ki, tıpkı ulusçuluğun ana ülkelerindeki “yol kardeşlerinin” uğradığı akıbete uğraman kaçınılmaz olur, bu gün esamen bile okunmazdı. Dilenildiği kadar, yol insanlarının uzakyakın hafızaları kaşınarak “Sünni-şeriatçı” hortlağıyla korkutulup durulsun; sorunun özü ve esası bu değil mi? Yenilgili tarih sürecinin Alevi insanına biçtiği kader, modern koşulların da yardımıyla belki tersyüz olur ve üzerindeki ölü toprağını silkeleyerek, hem kendisine hem de içinde bulunduğu toplum yapılanmasının, ırkçı, inkârcı, baskıcı, bitirici asalak yapısının parçalanmasına, böylece de zihinlere kurulan karakolların yıkılarak, özgür düşünebilme, düşündüğünü gerçekleyebilme olanağını ortaya çıkarırdı. Bu son hamlede, gelişmelerin seyri gösteriyor ki, olasılık olarak belirttiğimiz bu kader değişimi, bir kez daha gerçekleşmeyecek. Bu son yolculuk da, ona rehberlik edenlerin elinde ne yazık ki ölü doğacak. Nasıl mı? Biraz hafıza tazeleyerek, olanı biteni bir daha gözden geçirelim; nasıl sorusuna mutlaka bir yanıt buluruz herhalde. Çok uzağa gitmeğe gerek yok; en azından, 2006 da Hacıbektaş’da gerçekleştirilmiş olan “Birlik Cemi” ve arkasından giderek daha da bir yoğunlukla dillendirilen “Siyasete Müdahale” bağlamındaki, ‘Demokratik ve Laik Bir Türkiye İçin’ anlayış ve davranışlarını, hep belirttiğim anlam çerçevesinde değerlendirdim, karınca kararınca destekleyerek takip ettim. Söz konusu “Birlik Cemi”, otantik olanıyla bir bağı olmasa da, bu çerçevede, maddi bakımdan değil, ama manevi olarak temsili olan Mürşitlik Makamı’nın önünde gerçekleşmişti. Bu bir “ikrar” anlamını taşımıyordu ama en azından başını Yol’a bağlamışlar için “ikrar”a giden zemin olarak görülmesi gerekiyordu. Bu ne demektir? Bu demektir ki, Modern Alevi Hareketi, geçmişiyle doğru tarzda dirsek temasına geçti ve Yol’un otantik yapısında yer alan, en temel erkânlarından birisi olan, Pir önünde Yol’a “ikrar” verme zeminine girmiştir! Böylece, bundan sonraki hareket tarzını, erkâna uygun olarak, en azından, “Doğru Düşünme, Doğru Söyleme, Doğru ve Sağlam Yapma” gibi en temel ikrar zeminini takip ederek yürütecektir. Kaygı ve kuşkularıma karşın- ki bu kaygı ve kuşkularımı bizzat mürşitlik makamına da aktarmış durumdaydım- bir yandan Modern Alevi Hareketi’nin ana gövdesinin aldığı tutumu coşkuyla destekledim, diğer yandan kaygı ve kuşkularımın yerli-yersiz olup olmadığının sınanmasına çalıştım.

Emekli Paşazadenin, Alevi Hareketinin örgütlü yapısını etkinlikten dışlamasını, onlarla birlikte tepkiyle karşıladım. Aynı zeminde karşılıklı tepkilere, yapılan yollama ve suçlamalara anlam biçmeye özen gösterdim. Olayların akışına bir bakınız; takibeden günlerde aynı Paşazade, özellikle Pir Sultan Abdal Dernekleri Genel Merkezini öne çıkarıp; “Alevi.com sitesi ve Pir Sultan Abdal Derneği Genel Merkezi’nin sitesinde alternatif bir program düzenleneceğine ilişkin bilgiler yeralıyor. Bu sitelere girdiğinizde görürsünüz ki, dağdaki PKK’lılara ‘gerilla’ diye hitab ediyorlar... .Bunların DTB, SHP, ÖDP ve EMEP’le işbirliği yaptıklarını da yine sitelerdeki açıklamalardan görürsünüz.” yollu “Milli Siyaset Belgesi” zemininde, milli hassasiyetlerini dile getiren, Hünkâr’ı anma toplantısında sözünü ettiklerine karşı takındığı tavrın, nasıl da ülkenin bölünmez bütünlüğüne, âli menfaatlerine hizmet ettiğini açıklarken; Pir Sultan Abdal Dernekleri Genel Başkanı Kazım Genç, hem takınılan tavra hem yapılan açıklamalara sert tepki vererek, “demokrasiden nasibini almamış... Bizi paşa paşa yöneltmeğe kalkıyor” diyerek yanıt vermişti. Yine aynı bağlamda, ABF Genel Sekreteri Sayın Gümüş, Paşazadenin “kendisini Alevilerin temsilcisi gibi gördüğünü, Alevilerin temsilcilerine ise kürsülerde söz hakkı vermediğini” dillendirerek tepki verirken, bunlar kadar olmasa da aynı zeminde tutum alan AABF ve AABK başkanı Sayın Öker de aynı duruma tepkilerini açıklamıştı. Peki, ne oldu da, bu bir yıllık sürede bildiğimiz bilemediğimiz neler değişti de, modern Alevi hareketinin ana gövdesine hükmeden önderler, 2006 Hünkâr’ı Anma ve Kültürünü Yaşatma etkinliğinde, ortaya çıkan bu zeminden, adım adım rücu ettiler. Paşazade ile aynı Milli hassasiyet zemininde buluşarak, Milliyetçi Cephe mitinglerine, bir diğer adlandırma ile “Kışla Mihverli” mitinglere övgü dizmeye, hatta hızlarını alamayan kimi yöneticiler, 28 Nisan mitingiyle söz konusu mitinglere öncülük ettiklerine kadar vardırlar işi. Tabii burada asıl sorun miting değil. Asıl sorun, şu ünlü “Siyasete Müdahale” söylemine bağlı olarak, geliştirilen Seçim ve ittifaklar politikasında. Mitinglere yaklaşım ile son açıklamalar bağlamında, CHP çatısı altında aday gösterip milletvekili olmak isteği arasında müthiş bir illiyet olduğudur. “Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” örneğini hep aklımızda tuttuğumuzdan, bu bağlamda da, yenilgili bir tarihin mağdur çocukları olmaları nedeniyle Alevilerin ise, en unutkanlardan olduğunu bildiğimizden, daha eski hafızaları değil, şu bir yıllık sürecin olup bitenlerini anımsatmağa ve anlamağa çalışıyoruz burada. Olaylar öylesine iç içe, öylesine hızlı gelişiyor ki, gelişmelerin ucunu bile yakalamak mümkün olmuyor bazen. Eğer olayların ardından sürüklenme durumunda bırakılan ve kalabalık haline getirilen birisi değilseniz, bütün olan bitenleri yan yana getirip düşünmeyi biraz olsun yine de başarabilirsiniz herhalde. Tekrar bir geriye dönüş yaparak “2006 Hünkâr’ı Anma” etkinliğinden bu yana, aslında, o zamanlar birer rastlantı ve birbiriyle ilgisizmiş gibi duran kimi olayları, yeniden alt alta yazmaya ve anımsatmağa devam edelim. Nasıl bir fotoğrafla karşılaşacağız bir bakalım.

Sayı 30


SERÇEÞME

Hacıbektaş Belediye başkanı, sadece bir belediye başkanı değildi. O bir Paşazadeydi. Emekliydi, ama kamuoyunun son zamanlarda, daha da yakından takip etme olanağını bulduğu, “Emekli Paşalar Hareketi”nin de doğal bir üyesiydi. Sanırım Hacıbektaşlıların yanılgıları da bu noktada yatıyordu. Onu, emekli olmuş bir asker de olsa, sadece hemşerileri olarak görmüş ve seçmişlerdi! Teşbihte hata olmaz, eğer “2006 Hünkâr’ı Anma” etkinliğinde ortaya çıkan çelişki ve çatışkıları bir maça benzetirsek, Paşazadeler, 2006 etkinliğinde yaşanan bu maçın rövanşını bir biçimde alacaklardı ve aldılar da!.. Konumuzu teşkil eden güncel durum ve ortaya çıkan sonuç, bu bakımdan açıklanmamış anlamlarla yüklü. Dahası gelinen noktanın anlamını açık eden, açık etmese bile doğru tarzda yanıt bekleyen, daha bir dizi gelişme var orta yerde. Bir kaçını sıralamak bile yeterli olacaktır: Paşazade ile Alevi hareketi yönetimlerinin, yukarda aktarmağa çalıştığım karşılıklı tepki teatilerinin olduğu günlerin hemen arifesinde, Alevi hareketinin meydanına bir “Ajan” suçlamasıdır atılıverdi. Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı başkanı İzzettin Doğan tarafından boca edildi bu suçlama. Cümlesi bu suçlamanın üstüne atladılar. Hemen dışlamak ve gereğini kendi iç zeminlerinde görmek yerine, suçlamaya taraf ve karşı taraf oluşturdular. Derken, ardından hiç de hakkı olmadığı halde, o tarihlerde, henüz yeni yapılmış olan ABF Genel Kurul sonuçlarına, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu ve AABK genel başkanı sıfatıyla Sayın Öker –ki mahut “Ajan” suçlamasının da tarafıdır– Avrupa’dan giderek müdahale etti. Müdahale ile birlikte yönetim değişikliği oldu. Tamı tamına tarihleri denk gelmeyebilir ama aynı süreçte Sayın Öker, Türkiye’den Avrupa’ya dönerken gümrükte tutuklandı! Sonra serbest bırakıldı, ama gövde gösterisiyle havaalanından karşılandı! Bütün bunlar acaba bir rastlantı mıydı? Bunların gerçekleştiği tarihlerde de kulağımıza gelen bir dizi fısıltılar vardı, ama o günler, bütün bu ayrıntıları bir kenara yazmakla birlikte, 2006 “Birlik Cemi”nden aldığımız moralle üstünde durmadık. Şimdi sürprizle karşılaşmış değiliz. Bunlar ve saymadığımız bunlar gibi daha birçok örnek, Kızılbaş Meydanı’ında anlam kazanmış durumda.

larını, kendi aday adayları olarak açıklamış durumdalar ve “kişisel tercih” gibi bir gerekçe de ortadan kalkmış durumdadır. ABF’nin söz konusu işlemi yürütüş ve sonuçlandırış tarzının da bundan farklı olacağını düşünmek, şimdilik oldukça safdillilik olur. Burada cevabı henüz ortada kalmış bir nokta var. O da, yine aynı bildirilerde işaret edilen 9 Haziran tarihidir. Aslında gizli kalmış bir yanı bulunmayan “Siyasete Müdahale” politikasının yürütücüleri, 9 Haziran tarihini niçin belirtme gereksinimi duymuşlardır? Söz konusu aday adayları, CHP’den aday adayı olmuş, sıraya girmişlerdir zaten. Bu bağlamda, “siyasi adres” de verilmiştir. Ama şu 9 Haziran ne demeye işaret ediliyor acaba? Açık değil mi? Modern Alevi Hareketi’nin önderleri, “milli hassasiyetler” zemininden gerekli derslerini almış, Kışla zemininde saf tutmuşlardır. En geniş “sol–sosyal demokrat birlikteliği” ölçüsü olmayan, varmış gibi görünen zeminini de son derece küçük hesaplarla ve korkularla terketmiş olan Alevi Hareketi önderleri, bize kalırsa yine aynı küçük hesaplara bağlı olarak, 9 Haziran’a tarih düşmektedirler. Çünkü, aynı tarihte milletvekili aday adayları netleştirilip ilan edilecektir! Olay budur ve bu kadar sıradandır. Bu saptamaya bir itirazları mı var, o halde, soruyu başka türlü soralım: “En geniş sol-sosyal demokrat birleşim” dediniz, bunun için gereken bütün çalışmayı yapacağınızı açıkladınız. Söz gelimi, ÖDP, EMEP, SDP, DTP’ye gittiniz mi? Dahası, şimdi kalkıp Demokratik Toplum Partisi desem, hemen, “Kürtçülük yapıyor” diye öteleyeceksiniz; bunu demiyorum ve başka örnek veriyorum: Güzeldir, çirkindir, seversiniz veya sevmezsiniz, bu memlekette en azından altmış yıldır bedel ödeyen, can veren ve vermekte olan devrimci, sol–sosyalist hareketler var. Hangisiyle, ne düzeyde konuştunuz? Konuştuysanız, bunlardan ne yanıt aldınız? Biz bilmiyoruz, sizlerin söylemesi gerekiyor. Ama bu doğrultuda bir tek kelime açıklanmış değil. Kapısına dayandığınız CHP sizinle görüşmeyi dahi kabul etmedi, dahası, “temsilcisiyiz” diye pazarlık masasına yatırdığınız Alevilerin gücünü, kaale bile almadığını açıkladı aynı CHP. Ama sözgelimi aynı CHP, 80 öncesi MHP’nin beyin takımından Yaşar Okuyan’ı

***

Korku… Sanki, yanıbaşınızda hep zuladadır. Bir tekmil puştlar da pek sever zulada kalmayı Puştlar içindir zulalar. Korku bir puşttur Bir zayıflığın bir de cahilliğin Sinsi sevişmesinden doğan Korku puşttur, pek sever zulayı bu yüzden...”

Ö

ĞRENDİK Kİ, AABF’nin 25 Mayıs tarihi itibariyle yayınladığı ve

“bizim şu ana kadar belirleyip ilan ettiğimiz bir siyasi adres yoktur, bunu 9 Haziran’da açıklayacağız, aday adayı olanlar ise kendi kişisel girişimleri sonucudur, bizim belirlediğimiz bir aday adayı bulunmamaktadır” yollu bildirinin bir benzerini de, Genel Merkezi Türkiye’de bulunan Alevi-Bektaşi Federasyonu başkanlığı yayımlamıştır. Oysa bu açıklamanın hiç bir kıymeti olmadığını, 27 Mayıs Pazar günü Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun Başkanlar kurulu toplantısı sonucunda yayınlanan bildiriden anlamış bulunmaktayız. “Bütün gücümüzle destekleyeceğiz” diye belirttikleri aynı aday aday-

Haziran 2007

Daylemi, “Korku”

törenlerle CHP’ye davet etti. Yarın seçim meydanlarında, bizler adına –şayet kabul görürseaday olacaklarla kol kola yürüyecek ve “Diyaneti kaldıracağız”, “Zorunlu din derslerini kaldıracağız”, en önemli talep,“Madımağı müze yapacağız” diye nutuk atacaklar öyle mi?!.. Kör kin örneği, kör şeriat karşıtlığı, meğer sen nelere kadir mişsin!... Böylesi bir gücü temsil ettiğini söyleyen Modern Alevi Hareketi yönetimleri, öncüleri, önderleri, acaba neden kendi güçlerine güvenip, eğer bütün uğraşlarına karşın arzu ettikleri “sol-sosyal demokrat” birliğini sağlayamamışlarsa, sözünü ettikleri güce güvenip “bağımsız” adaylarla seçime girmeyi terci etmediler? Gerçek anlamda gücüne güvenen, bu seçimleri “demokrasi ve özgürlükler” yararına değerlendirmeyi esas alanlar, bu yolu tercih ettiler. Selam olsun aşk ile aşk düzenlere; ne demişti koca ozan, “Koyun kurd ile gezerdi; Fikir başka başka olmasa”!... Modern Alevi hareketinin internet sitelerinde adeta övünçle duyurusu yapılan Milli Hassasiyet Mitinglerinde, AKP karşıtlığının yanında iki başat slogana işaret etmekteler gazeteler: Kızılelmacı müttefikler, CHP ve MHP’nin müttefik taraftarlarının sloganıdır bu; “Sağcıysan MHP’ye, Solcuysan CHP’ye” çağrısıdır bu. Anlaşılan odur ki, çoktandır adım adım milli siyaset zeminine kayan Alevi Hareketi, tabii ki “sol tercihli” olarak bu çağrıya uymuştur. Bildiklerimiz bir yana öğreniyoruz ki, Timur Ulusoy MHP’den aday adayıdır. Üstelik de talibe küfür etmekten daha beter, ‘Ey Türk titre ve kendine dön” demek üzere, Dersim’den MHP adayıdır. Ne farkeder, umudumuza tirit bizimkiler de CHP’den aday adayıdırlar! Aradaki fark, Timur Ulusoy kabul görmüş, izzet ve ikramla talip üstüne yollanırken, bizimkiler henüz CHP eşiğinde beklemektedirler!.. Sözümüz kimileri için incitici gelebilir, kimileri için “ne kadar da itici” görülebilir. Kendimizce gerçekleri dillendiriyoruz. “Gerçeğe Hü” diyenlerin meydanından hiç ayrılmadık. Gerçeğin acı ve itici olmadığını söyleyen sadece alacalardır. Doğrudur, söyledik ama bitirmedik, tekrar soralım; Modern Alevi Hareketi olarak dillendirmeğe çalıştığımız, bize göre açığa düşmüş anlayış ve yaklaşımlarının dışında, bir politikaları, stratejileri ya da taktikleri var da, biz mi bilmiyoruz? Neden CHP?.. Tabii ki, bütün bu söylediklerimiz, kazalı belalı da olsa, bu seçimin gerçekleşmesi durumunda geçerli olacaktır. Savaş tamtamlarının her geçen gün, yeni oldubittilerle, bombalamalarla, siyasi cinayetlerle tırmandırıldığı bir zeminde, hiç gerçekleşmeme olasılığı hiç de sıradan bir olasılık değildir. Bütün boyutlarını açık ve çıplak olarak gördüğümüz Alevi hareketinin “siyasete müdahale”sinden ise, Yol Evladının bu yönden bir beklentisi hiç olmamalıdır. Çünkü Modern Alevi hareketi, “Gör Meydanı”nı çoktan terketmiştir. Tabii ki bunlar son sözlerimiz değildir. Tabii ki sözümüz henüz bitmedi. Yazmağa devam edeceğiz. Bir sonraki makalede, “Siyasete Müdahale” programının talepleri üzerinde duracağım. O talepler üzerinde duracak ve halleşeceğim meydanımızda. Aşk ile!..

15


SERÇEÞME

27 MAYIS’TA İNÖNÜ STADYUMUNDA YAPILAN ETKİNLİKTE

Sultanbeyli PSAKD Şubesi Yalnız Bırakılmıştır Ahmet Koçak

P

SAKD SULTANBEYLİ ŞUBESİ tarafından organize edilen “Bir Tuğla da Siz Koyun” etkinliği 27 Mayıs Pazar günü Beşiktaş İnönü Stadyumunda gerçekleştirildi. Etkinlik daha başlamadan sorunlar başladı. Bu sorunların nedenlerini Şube başkanı ile yaptığımız söyleşide okuyacaksınız. Asıl önemlisi; günlerdir emek verilen böylesi büyük organizasyona nasıl olurda bu denli duyarsız olunur, bunu anlamak. Doğrusu bunu anlamakta bir hayli zorlandığımı belirtmeden geçemeyeceğim. Daha birkaç ay önce bir gazetenin anketine kızıp bizi bu kadar az göstermek ayıp değil mi? Haksızlık değil mi? diyenlere şimdi sormak lazım. Kırk bin kişilik İnönü Stadyumunu boş bırakmak ayıp değil mi? Haksızlık değil mi? Eğer “değil” ise kimseye kızmaya hakkımız yoktur. “İstanbul da dört buçuk milyon Alevi var” diye çıkıp TV kanallarında savurmakla olmuyor. “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz”. 27 Mayıs’ta İnönü Stadyumu bizim “ayinemiz” oldu. Haksızlığın karşısında duran, inançsal ve kültürel değerlerine sahip çıkanlar oradaydı.

Sultanbeyli PSAKD Şubesi yapılan bu etkinlikte yalnız bırakılmıştır. Şeriata ve çivisi çıkmış bu düzene karşı beş yıldır mücadele veren bu kurumu yalnız bırakmak, her ne bahaneyle olursa olsun, bunların değirmenine su taşımıştır. Bazı Alevi örgüt yöneticileri ve medya kurumları benliğine yenilmişlerdir. Hünkârın “bir olalım, iri olalım, diri olalım” düsturuna kulaklarını tıkamışlardır. Ne yazık ki, “tüccar Alevilik” anlayışına teslim olmuşlardır. Tarihsel yenilgilerden ders almadığımız hâlâ ortada ayan beyan durmaktadır. Hz Hüseyin ve Kalender Çelebi’nin yaşamı bize hiç bir şey öğretmemiş. Bir an önce silkelenip kendimize dönmemiz gerekir. Aksi takdirde bu tutum ve davranışımızı değiştirmez isek, bundan sonra da yenilgiler kaçınılmaz olacaktır. Söylenecek daha çok sözümüz var ama “kol kırılır yen içinde” deyip sözü Sadegül Çavuş’a bırakıyorum.

PSAKD Sultanbeyli Şube Başkanı Sadegül Çavuş ile Söyleştik Sultanbeyli’deki durumu biliyorlardı. Hatta bu konuda önerleri de olmuştu. Böyle bir şey yaparsanız destek oluruz önerisini birçok insan yaptı. En son yemekli bir gece yapmıştık ve insanlar salona sığmamışlardı. Etkinlik çok güzel geçmişti. Bu başarılı etkinlikten gelen gelirle morgumuzu yapabildik. İki katlı morg bitti. Düzenleyeceğimiz büyük bir etkinlikle de cemevini yapar bitiririz düşüncesi ile yola çıktık. Şimdiye kadar hiç başarısız olmadık. Beş yıldır başladığımız her şeyi başarıyla sonuçlandırdık. Tabii etkinlik gününe kadar… Ama etkinlik öncesinde sıkıntılar başlamıştı. Örneğin kendi örgütünüz desteğini çekti. Başka ne sıkıntılar oldu? Bu etkinliğin amacı neydi? Etkinlik öncesindeki süreci, neler yaşadığınızı anlatır mısın? En son 25 Ocak 2007’de bizim duruşmamız vardı. Beş yıl hapis cezası ile yargılanıyorduk; Cemevinin yıkımı, kaçak inşaat yapma, imar kirliliğine neden olma gerekçesiyle. Bu davayı kazandıktan sonra artık hiçbir davamız kalmadı. Kurtulduk ve her şey bitti dedik. Bir etkinlik organize edelim ve bu etkinlikten gelen gelirle cemevimizi yapalım düşüncesi oluştu. Ciddi bir çalışmaya girdik. Dört ay boyunca etkinliği gerçekleştirmek için gece gündüz uğraştık. Cemevlerinde toplantı yaptık, kurum başkanlarıyla görüştük. Herkes sözler verdi. Sultanbeyli’ye gelen insanların üye oldukları kurumların başkanları, yöneticileri, siyasiler, milletvekilleri hepsi bize sözler verdi. Biz de o insanların vermiş oldukları sözlere dayanarak, bu emeği verdik vardı. Bundan olumlu bir sonuç alacağımıza inandık. Sultanbeyli cemevinin elli sekiz davası oldu. Elli yedi davayı kazanmış, yurt içinde ve dışında bir kamuoyu yaratmıştınız. Bu kamuoyu desteğine güvenerek mi bu etkinliği düzenlediniz? Artık dört beş tane televizyon kanalımız var. Televizyonların desteği ve medyanın, basın ciddi yer vermesiyle bir kamuoyu oluştu. Sultanbeyli’yi bilmeyen Alevi kalmamış gibiydi. Köylerden tutun da Avrupa’daki insanlar

16

Öncelikle İstanbul’daki tüm şubelerimizle bir eşgüdüm toplantısı yaptık. Önce, “bu etkinliği merkezi düzeyde yapalım; elde edilecek geliri şubelerimize pay edelim; her şube sattığı bilet oranında pay alsın” dediler. “Hayır, biz bu etkinliği cemevini yapmak, cemevini bitirmek için yapıyoruz. Geliri paylaştığımızda bu etkinliği yapmamızın amacı kaybolur” dedik. Daha sonra, “Kadıköy şube ile ortak olunsun” dediler. Buna da “hayır” dedik. Sonra dediler ki şube başına pay kalsın. Biletler on lira idi, on iki buçuk lira yaptık. İki buçuk lirası da şubelere kalsın dedik. “Genel merkezin elli iki milyar borcu var, bunu ödeyin” dediler. “Tamam” dedik. Böyle bir kararla çalışmalarımıza başladık. Sanatçılarımızla konuştuk; afişler hazırlandı; her şey tamam. Sonra etkinliğe iki hafta kala Pendik’te yapılan bir toplantıda şöyle bir karar alınmış: “Sultanbeyli bu etkinliği tek başına yapıyor bu etkinliğe destek vermiyoruz. ” Bu karara rağmen inancın sarsılmadı mı? Bu kararla örgüt desteği arkamdan çekiliyor, başarısız olabilirim düşüncesi aklından geçmedi mi? Yok, aklımdan geçmedi. Ben insanlara, Alevi-Bektaşi halka güvenirim. Bu etkinliğin başarıyla gerçekleşeceğine inanıncım tamdı. Belediyelere gittik, destek istedik. Bize söz veren işadamlarına, milletvekillerine gittik. Hiçbiri sözünde durmadı. En son CHP İl’e git-

tik, otobüs temini için yardım istedik. Muhittin Tığlı otobüs temin edilmesinde yardımcı olabileceğini söyledi. Son hafta içinde çarşamba günü bir kez daha gittik. CHP il sekreteri ve bir kişi daha vardı. “Etkinliğe üç dört gün kaldı. Otobüs işi ne oldu? Biran önce cemevlerine göndermeyi düzenleyelim, kalkış yerlerini tespit edelim”. dedik. Kendisi bize “Size otobüs veremiyoruz” dedi. Şaşırdık tabii. “Nasıl veremiyorsunuz? Elli tane otobüs ayarlayacağınıza söz verdiniz. Biz de size güvenerek böyle bir çalışmanın içine girdik. Şimdi siz bizi yüz üstü bıraktınız” dedik. Tabii moralimiz bozuldu. Sonra sitemli bir şekilde, “Katkılarınızdan dolayı teşekkür ederiz” deyip, kalktık. Asansör bekliyoruz, içerden ses geliyor: Yüksek sesle, “Ya bıktık bunlardan; bunların şeriatçılardan, Ahmet Hoca Tarikatından ne farkları var? Şu gericilerden bir yakamızı kurtarsaydık,” gibi şeyler söyleniyordu. Bunları duyunca ben şok oldum. İçeri girdim, “Biz daha buradayız, arkamızdan konuşmayın” dedim. “Nasıl böyle konuşursunuz? Nasıl bize ‘gerici’, ‘tarikatçı’ dersiniz? Siz kimsiniz? Bizim hakkımızda böyle konuşamazsınız. Konuşmanıza dikkat edin. Biz buraya bir kurum olarak geldik. Siz bizi ciddiye almadınız. Biz kendi adımıza bir şey istemiyoruz. Biz cemevi için bir şey istedik ve siz de söz verdiniz” dedim. Yerinden kalktı, el kol hareketleriyle “çıkın, gidin, terk edin burayı” dedi. Başkan bizimle konuşurken ağzında piposu, masaya yayılmış, bıyık altından pis pis gülüyordu. İktidar havasına girmişler, belli ki Aleviler umurlarında değil. “Çıkın, terk edin burayı!” diye bağırdılar. “Bizi kimse kovamaz buradan” dedik. Ondan sonra yanımdaki arkadaşın üzerine yürüdü o adam. Bunlar sağa sola emretmeye alışmış patronlar, ağalar. Oradakilere emir veriyor. Bizim üzerimize yürüdüler. İtişme, çekiştirme falan. Böyle karşılıklı şeyler oldu. Neredeyse dövecekler. Araya girenler olmasa yumruklar havada uçuşacaktı. Yanımdaki arkadaş Ali Rıza Gülçiçek ile görüştü. Ali Rıza Gülçiçek, Mehmet Sevigen, Yılmaz Ateş beni aradılar. Özür dilediler. “İl

Sayı 30


SERÇEÞME başkanlığına gelin, sizi barıştıralım, bu olay büyümesin” dediler. Biz de “Bu adamlar gelsinler Sultanbeyli’ye, bizden, buradaki Alevi halkından özür dilesinler, o zaman barışır mıyız barışmaz mıyız düşünürüz.” dedik. Gelmediler. Biz de bunları teşhir edeceğimizi söyledik. Etkinlik gününe kadar tabi bunu yapmadılar gelip bizden özür dahi dilemediler. Onun adına milletvekilleri özür diledi, ama biz o adamın özür dilemesini istedik ya da o adamın o partiden atılması gerektiğini söyledik. Öyle bir şey de yapmadılar. CHP etkinliği desteklemedi ve bu tarz tatsız bir olayla karşılaştınız. Üstelik başka bölgelerde CHP’ye bilet götüren arkadaşlarımız, dedelerimiz bile tepkiyle karşılandı. Örneğin Esenlerde bir dedemiz CHP ilçe binasından aynı şekilde kovuludu. Biletle almadıkları gibi benzed sözler sarf ettiler ona da. Etkinlik ses tesisatının parası ödenemediği için geç başladı. Semah ekibinin sahaya çıkması engellendi. Bu nedenle eleştiriler geldi. Bunların iç yüzünü anlatır mısın?

Beklenen katılım olmayınca moral bozukluğu mu oldu? Önce, “Hâlâ hava sıcak, öğlen saatleri insanlar gelir” diye bekledik. Kurumlarımızdan otobüsler geç kalktı. Hatta bizim reklâmımızda, “Saat on iki Beşiktaş İnönü Stadyumu; cemevlerinden otobüsler kalkacaktır” diye söylendiği için, bazıları otobüsler saat on ikide kalkacak diye anlamış. Biz de geç bile olsa yine insanlar gelecek diye bekledik. “Etkinlik iptal edilmiş”, “Etkinlik 10 Haziran’a ertelenmiş” yollu kampanyaların yürütüldüğünü, bir engelleme çalışması yapıldığını etkinlik bittikten sonra anladık. Nasıl ertelenmiş 10 Haziran’a? Bazılarına yapılacak etkinliğimizin iptal edildiği diğerlerine bizim etkinliğimizle aynı yerde, aynı saate yapılmak üzere 10 Haziran’a ertelendiği söylentileri yayılmış. Bu kişilere, kurumlara söylenmiş. Bazı cemevleri aldıkları biletleri iade etmeye başladı. Neden diye sorduğumuzda, “Etkinliğiniz iptal edilmiş” diyorlar. Kim söyledi diye sorduğumuzda, gelip bize söylediler diyorlar. Cumhuriyet gazetesine varana kadar gidip, “Etkinlik iptal edildi” ya da “10 Haziran’a ertelendi” demişler. Yani etkinlik sanki gizli ve büyük bir el tarafından engellendi. Hep dışanızı eleştirdiniz. Kendi içinize dönüp, şurada hata yaptık ya da şunu yapmasaydık dediğiniz oldu mu? Bir iç değerlendirme yaptınız mı? Etkinlikten sonra şubede istifalar başladı. Gelen eleştiriler nelere yönelikti? Eleştirilerin özü şuydu; Böyle büyük bir etkinliği niye yaptınız? Neyinize güvenerek yaptınız? Bu soruda haklılık var tabii. Bu işi kurumlarımıza, cemevlerimize, bize söz veren insanlara güvenerek yaptık. Bu işi birlikte yapıyorduk. Tek başımıza böyle bir etkinliği düzenlememişz çok zordu. Bu işbirliği ve desteğe güvenerek karar verdik. Bu insanların sözlerinde durmayacaklarını bilemezdik. Söz verenlerin karşı çalışma yapacaklarını aklımızın ucundan bile geçmedi. Biz söz verdiğimiz zaman sözünü yerine getiririz. Bundan sorumluyuz, çünkü biz bir Alevi kurumuyuz, böyle bir kurumun yöneticileri, önderleriyiz. Bunların sözünde durmayacağı aklımızın ucundan geçmedi yani.

Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Uluusoy etkinlikte konuşurken

İnsanarımıza güvenmiştik diyorsun. Hepsine güvenmiştik. Dededir, cemevi başkanıdır, bunlar yalan söylemez, sözlerinde durur demiştik. Bunlar da sözünde durmuyorsa, her şey bitmiş demektir. Daha ne diyeyim? Etkinliğin manevi zararı ölçülemeyecek kadar büyük. Peki, maddi zarar ne kadar? Yetmiş üç milyar zararımız oldu. Bunu ödemek için tekrar kapı kapı dolaşıp para toplayıp, ödemeyi düşünüyoruz. Bu yaşadığımız olaydan yılmadık. Bize bir ders oldu. Bu olaşdan çok ders çıkardık. Mutlaka bu durumumuza sevinenler de olmuştur, ama cemevi inşaatına yönelik etkinliğimizin başarısızlığına sevinenlerin birgün yüzünü kızartırız. Onu da söyleyeyim: Umudumuzu, AleviBektaşi halka, devrimci geclere güvenimizi ve kararlılığımızı yitirmedik. Benim ilkem, “Karanlığın en zifiri olduğu an aydınlık yakındır” sözüdür. Günümüzde olumsuzluklar üzerimize çöküyor, ama iyi şeylerin olacağına inanıyorum. Zifiri karanlığı yaşıyoruz diyorsun. Evet, zifiri karanlığı, ama aydınlığa az kaldı onu düşünüyorum. Çünkü tüm pislikleri temizleyip bir tarafa koymaya kararlıyız.

(Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu)

Etkinlikten bir gün önce, cumartesi günü borç alarak stadın parasını zar zor ödedik. Yoksa kapıları açmayacaklardı. Biletlerin parası geri dönmemişti. Biletleri cemevlerimiz, dergâhlarımız, herkes almıştı. Kurumları aradığımız zaman hiçbir problem yoktu. İyi bir çalışma yapılmıştı. İETT’den tut da metrolara varana kadar her yerde afişlerimiz vardı. Televizyonlarda reklâmlarımız vardı. Herkes biliyordu bu etkinliği. Kurumların temsilcileri geldiği zaman bilet paralarını getirir, yapılacak ödemeleri karşılarız diye düşündük. Ses düzeni parasını almadan sistemi çalıştırmadı. Yirmi milyar parayı temin edene kadar çok uğraştık. Gelen insanlardan toplayarak o parayı temin ettik, verdik. Hepsini karşılayamadık, on milyarı kaldı. Ses düzeni öyle açtı sesi. Semah ekibimiz semah dönecekti, ancak sadece kırk kişinin çimin üzerine çıkmasına izin verdiler. Ekibin geri kalanına izin vermediler. Çimler bozulur diye semah döndürmediler. Sonuçta izin verilmedi, ama yasağa rağmen ısrarla ekibimize “Çıkın, semah dönün” dedik. Ancak semah ekibinin hocaları, öğrencilerine bir şey olur korkusuyla çıkıp semah dönmediler. Ufak bir yasak karşısında geri durdular. Onlar isteselerdi, orada semah dönülürdü ve kimse de engelleyemezdi. O telaş içinde oradaki insanlara bir açıklama yapamadık. Etkinliğin neden geç başla-

dığını açıklayamadık. Çünkü bir sorun çözüldüğünde bir başka sorun çıkıyordu. Bir sürü sorunla boğuşurken, açıklama yapamadık.

Haziran 2007

17


SERÇEÞME

GARİP DEDE CEM KÜLTÜR MERKEZİ’NDE 13 MAYIS 2007 TARİHİNDE DÜZENLENEN

Dönüşüm Sürecinde Alevilik-Bektaşilik - Uluslararası Konferansı Ahmet Koçak

G

ARİP DEDE Cem Kültür Merkezi 13 Mayıs 2007 tarihinde “Dönüşüm Sürecinde Alevilik-Bektaşilik Uluslararası Konferansı” düzenledi.Konferans üç oturum halinde gerçekleşti. Prof. Dr. Alemdar Yalçın’ın başkanlık ettiği birinci oturuma konuşmacı olarak Hofstra Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Markus Dressler, Yaşama Dair Vakıf’tan Ulaş Tol, Bilkent Üniversitesi’nden Rıza Yıldırım katıldılar. Yrd. Doç. Dr. Markus Dressler konferansta “Aleviler ve Diyanet”, Ulaş Tol “Aleviler ve Ayrımcılık” ve Rıza Yıldırım “Alevilikte Sosyal Kurumların Dönüşümü” başlıklı sunumlarını yaptılar. İkinci oturuma Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Dr. Tuğba Tanyeri-Erdemir başkanlık etti. Bu oturumda Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Özgür Bal-Uzun, Dicle Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Taşğın, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Kamil Fırat konuşmacı olarak katıldılar.Özgür Bal-Uzun “Alevilikte Kadın”, Doç. Dr. Ahmet

Taşğın “Alevi Gençliği ve Sorunları” ve Kamil Fırat “Alevilik ve Siyaset” konulu konuşmalarını yaptılar. Üçüncü oturum Başkanlığını Yeditepe Üniversitesi Antrapoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Akile Gürsoy üstlendi. Abant İzzet Baysal Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Ali Yaman, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Aykan Erdemir, Heidelberg Üniversitesi’nden Dr. Robert Langer konuşmacı olarak katıldılar. Yrd. Doç. Dr. Ali Yaman, “Ulusal ve Uluslararası Boyutlarıyla Cemevleri Olgusu”, Yrd. Doç. Dr. Aykan Erdemir “Alevi Örgütlenmeleri” ve Dr. Robert Langer “Yurtdışı Alevilik Gelişmeleri” adlı sunumlarını yaptılar. Her oturum sonunda izleyiciler sorularıyla tartışmalara katıldılar. Ve oturum sonunda müzakereler yapıldı. Toplantı sonuç değerlendirmesiyle sona erdi.

DÖNÜŞÜM SÜRECİNDE ALEVİLİK-BEKTAŞİLİK - ULUSLARARASI KONFERANS’A YAPILAN SUNUM

Yurtdışı Alevilik Gelişmeleri Robert Langer, Heidelberg Üniversitesi, Almanya

H

EIDELBERG ÜNİVERSİTESİ’nde 2003 yılından beri yürütülen, Alevi ve diğer gayri-Sünni grupların ritüel pratiklerini konu alan bir araştırma projesinin üyesiyim. Kendim antropolog ve İslam bilimcisiyim. Heidelberg Üniversitesi’ndeki “Ritüel Dinamikleri” isimli araştırma merkezinin İslam bilimleri bölümü, Osmanlı ve Türkiye Tarihi Anabilim dalındaki projesinde çalışmaktayım. Hem Türkiye hem de Almanya’daki Aleviler arasında alan araştırması yürüttükten sonra şimdi projenin sonuçlarını gösteren bir kitap hazırlamaktayım. Bu kitap göç eden Alevilerin bir fenomen olarak yeniden ve yeni ortaya çıkan dinsel kültürünü değerlendirecektir. Ayrıca 2006 yılından beri İsviçre’nin başkenti Bern’de, Bern Üniversitesi’ndeki İslam ve Orta Doğu Bilimleri Enstitüsü’nün ders programı çerçevesinde Alevilik ve Alevileri konu alan “Yirminci Yüzyılda Alevilik” isimli bir ders vermekteyim. Bern Üniversite’sinde verdiğim dersler süresince derslerime İsviçreli Alevilerden de katılımcılar olduğu için aynı zamanda İsviçreli Alevilerin dini ve sosyal yaşamı hakkında bilgi de alabiliyordum.

18

Alevilerin Almanya’ya göçü, aslında yeni yurtlarındaki hayatlarına bütünüyle bakıldığında başarılı bir “hikâye” olarak anlatılabilir. Öyle ki Türkiye’den gelen Sünnilere nazaran Aleviler, sosyal entegrasyon ve yerli Almanlarla kurdukları ilişkiler bakımından daha yerleşik özellikler göstermektedirler. Özellikle ikinci ve üçüncü kuşaklar Türkiye’yi yalnız tatil yolculuklarıyla tanımaktadırlar ve çoğu Türkiye’ye kesin olarak dönmeyi düşünmemektedir. Genel olarak Almanya’daki Alevilerin örgütlenmesi ve siyasi yapılanmaları Türkiye’den farklı bir yapı arz etmektedir. Bu yapı kendi içerisinde bağımsız olmasına rağmen bazen Türkiye’deki siyasi hayattan da etkilenmektedir. Hatta Avrupa’daki Alevi örgütlenmesi Türkiye’de meydana gelen siyasi bazı gelişmelere tepki göstermektedir. Özellikle, iletişim araçlarının (televizyon, telefon, internet) ve hem hızlı hem de daha ucuz yolculuk olanaklarının etkisiyle günümüz Aleviliği neredeyse trans-nasyonal (ulus-ötesi, çok uluslu topluma geçmiş) bir özyapı göstermektedir.

Araştırma amacımız doğrultusunda aşağıdaki sorulara cevap arayacağız: Alevi dinsel ritüelleri kentlere ve Avrupa’ya nasıl taşındı; yeni çerçevede hangi dönüşümler (transformasyonlar) oluşturuldu; ve bu süreç içinde günümüzdeki haliyle daha fazla yerlileşmiş Alevilerin dini yaşamı bunlardan nasıl kendi kendine etkilenebilir? Bu bildiride, araştırmanın evreni Almanya’dır; örneklemi ise Almanya’da Wiesloch, Kassel, Filderstadt, Mannheim ve benzeri şehirlerden seçilmiştir. İstatistiklere göre Almanya’nın 82 milyon olan nüfusundan on beş milyonu göç eden aileler ve çocuklarından oluşmaktadır. Bunların arasında en büyük grup (yüzde on dört ya da iki milyondan fazlası) Türkiyelidir. Bunların yüzde yirmisi Alevi ise, Almanya’da dört yüz binden fazla Alevi yaşıyor demektir. Genellikle göçmenlerin yarısı geçmiş yıllarda Almanya vatandaşlıgını geçmiştir. Avrupa ülkelerindeki Alevi nüfus oranına bakıldığında Almanya’daki Alevi nüfusunun yüzdesi salt çoğunluk bakımından en büyük olanıdır. Örneğin Avrupa’nın daha küçük ülkelerinde (örneğin Danimarka, Holan-

Sayı 30


SERÇEÞME da, Avusturya, İsviçre) yaklaşık olarak yirmi ile kırk bin Alevi yaşamaktadır. Bu nedenle, yani Almanya’da Alevi nüfusunun öneminden dolayı Almanya Federal İçişleri Bakanlığı tarafından oluşturulan “İslam Konferası”na Almanya’nın en büyük Alevi örgütü olan AABF de davet edilmiş ve kabul edilmiştir. Avrupa’daki Alevilerin yaklaşık son kırk yıllık toplumsal tarihi kısaca anlatılamaz. 1960–1973 arasında Alevilerin çoğu Almanya’ya işçi olarak geldi. Ondan sonraki yıllarda gerçekleşen göçlerin çoğu işçi göçü nedeniyle parçalanmış ailelerin birleştirilmesi ya da evlenme sebebiyle oldu. Özellikle 1980 askeri darbesinden sonra siyasal sebeblerden sığınma talebinde bulunanların büyük bir kısmı Avrupa’ya geldi. Aynı zamanda Alevilik 1980’li yıllarda din bir kimlik boyutu olarak yeniden ortaya çıktı. Böylece Alevi kökenliler, kendi dinleriyle ilgilenmeye başladılar. Bugünkü uluslararası ya da ulus-ötesi (transnasyonal) olan Aleviliğe bakıldığında Avrupa’ya göç eden Alevilerin bu gelişmede rolü önemli bir yer tutar. David Shankland, Orta Anadolu’daki bir köyden Almanya’ya göç eden ve Almanya’da ikamet eden Alevilerine ilişkin yaptığı araştırma sonuçlarına göre; onların büyük bir kısmı Almanya’daki yaşamlarından memnundur ve özellikle Alman toplumu tarafından ilk kuşağa yapılan psikolojik baskıya rağmen (“yabancı düşmanlığı”) hem ilk, hem de ikinci ve üçüncü kuşaklar Alman toplumunda var olan olanaklara (örneğin maddi-ekonomik olanaklar, eğitim olanakları, sosyal hareketlilik, bireysel yaşamda daha özgür seçim olanakları gibi) büyük değer vermektedir. Bu nedenle onlar, Alman toplumuyla bütünleşmeye (adaptasyon, asimilasyon değil) razıdırlar. İlk kuşak, Türkiye’ye geri dönme umudu ya da planı yaptığı için uzun yıllar Türkiye’ye yatırım yaptı. Fakat Türkiye’ye kesin dönüş yapmakta hem istekli olmadılar hem de dönmediler. İlk kuşağın memleket özlemi yalnız öldüklerinde kendi köylerine defnedilmeleriyle giderilebilmektedir. Çoğu kendi isteklerine uygun olarak, ama bazen çocuklarının isteğine karşı olarak Türkiye’de defnedilirler. İlk kuşağın geri dönmemesindeki etmenlerden bir tanesi, Almanya’da doğmuş çocuklarını orada hem yalnız, yani kendi başlarına, bırakmamak hem de çocuklarının kesin dönüşünü istememeleridir. Çünkü kendileri anavatana döndükleri zaman çocukları gurbette kalacaklardır. Bu nedenle özellikle ikinci kuşak hem kendilerinin hem de çocuklarının yeni vatanlarına entegrasyonu istemektedirler. Okuma-yazma bilmeyen anne-babalar bazen Avrupa’da kendi yaşadıkları ülkenin dilini akıcı bir biçimde konuşamama halini sürekli hale geleceğini sandıkları için kendi çocuklarının da bu duruma düşmesini istemiyorlar. Onun için yeni vatanın toplumsal yapısına ve eğitim sistemine entegrasyona yüksek bir değer veriyorlar. Bundan dolayı da artık Türkiye’deki kültürlerine aynı önemi vermeleri olanaksızdır. Genellikle onlar din ya da Alevi kimliğine değer vermektedirler, çünkü bunları kökenleri için bir simge olarak yorumlamaktadırlar. Özellikle üçüncü kuşağın Türkçesi zayıf olduğu için Ayin-i Cem’in parçaları (örneğin sohbet, öğretim parçaları, hatta bazı deyişler) Almanca olarak yürütülür. Maalesef Avrupa’nın ekonomik durumu son yıllarda kötüleşti. Ayrıca üçüncü kuşak, eğitime ikinci kuşak gibi yüksek bir değer vermedi veya veremedi. Öyle ki bazılarının hem

Haziran 2007

Türkçesi hem de Almancası zayıftır. Hatta statü simgesi (cep telefonu, araba, giyim) almak için çabuk ve kolay para kazanmanın yollarını aramak gayesiyle okul ve meslek eğitimini yarıda bıraktılar ve vasıfsız işçi durumana düştüler. Doğrusu bütün bunların sonucunda da bazen yerli Almanlar gibi işsizlik ve hatta bununla beraber yoksulluk tehdidiyle karşı karşıya altında kalmaya başladılar. Aleviler, Türkiye kentlerinde olduğu gibi ya da Almanya’da bazı Sünnilerin oluşturduğu gettolarda olduğu gibi nüfusunun çoğunluğu Alevilerden oluşan mahallelerde oturmuyorlar. Tüm Almanya’nın büyük ve küçük kentlerinde dağınık olarak oturmaktalar. Özellikle Alman vatandaşlığının alınmasına bağlı olarak Almanya Alevi topluluğunun oldukça büyük bir kısmı kendi evlerini satın aldı ve böylece kesin yerleşmenin bir göstergesi olarak mesken sahibi olmaya başladı. Hatta bununla kalmayarak bazıları işadamı olarak oldukça başarılı oldular. Bunların yanında hem ilk hem de ikinci kuşağın, Almanya’ya göç eden ilk kuşağın geldiği köye karşı, güçlü bir duygusal bağlantısı vardır. Onun için Almanya’da da Türkiye’nin büyük kentlerinde olduğu gibi Alevi örgütlenmeleri yanında köy ya da yöreye ait dernekler de bulunur. Almanya Alevi derneklerinin çoğu özellikle 1993 Sivas katliamından sonra kurulmuştur. Daha önce hem “Yurtseverler Birliği” adı altında birden fazla derneğin bir araya gelmesi, hem de bazı işçi derneklerinin yer aldığı eski bir tarihin var olmasına karşın Almanya’daki Alevi örgütlenmesi büyük ölçüde 1990 yıllarında başladı. Aleviler arasında dernekleşmesine etki eden bir başka etmen de Almanlardaki “dernek geleneği”dir. Genellikle, Alevilerin çoğu günlük siyasetten uzak olan derneklerin sosyal ve dinsel faaliyetlerini cemaatlaşmak için kullanmak ister. Bu yüzden, geçmişte olduğu gibi günümüzde de etnografik bakımdan Federasyona bağlı olan bir dernekle, bağlı olmayan bir dernek arasındaki fark fazla büyük değildir. Ayrıca, Alevilerin çoğu –Almanların çoğu gibi– modern bir hayat yaşayarak kamusal bir din etkinliği göstermemektedirler. Sadece kendi evlerinde televizyon önünde ya da bazen yıllık büyük Alevi festivallarında Alevi bir kimliği oluşturmaktadırlar. Federal Almanya Eyaletleriyle Alevi örgütleri arasında oluşan ilişkilerini de (özellikle Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun resmi bir ‘din cemaati’ olarak Alman okullarında din dersleri verme isteğini) kısa bir şekilde incelemek istiyorum. Çünkü Aleviler kamusal alanda kendi kimliklerini göstermek zorunda kalıyorlar. Almanya’da kültür ve eğitim politikalarından genellikle Federal Eyaletler sorumludur. Okulda verilen din derslerine eyaletlerin eğitim bakanlıkları bakmaktadır. Almanya’da Diyanet İşleri Bakanlığı gibi bir devlet teşkilatı olmadığı için devlet olarak Almanya’nın birleşik bir din siyaseti de yoktur. Eyalet tarafından hukuki olarak Hıristiyanların işlerinin yürütülebilmesi için kilise ve devlet arasında var olan sözleşmede olduğu gibi diğer topluluklar için yine hukuki bir anlaşmanın yapılacağı resmi bir kurum söz konusu değildir. Benzer olarak karşı tarafın da resmen kabul ettiği gibi, örneğin Hıristiyan bir kilise gibi, örgütlenen bir din grubu, bazı eyaletlerde eğitim bakanlığının kontrol etmekte olduğu din dersini kendi gereksinimlerine göre verebilir. Alevi Federasyonu, Alman Federal sistemi içerisinde Alman kanunlarına göre örgüt olma

koşullarına sahip, yani uzun süredir varolamak ve varolacak olmak gibi, aynı zamanda yeterli üyeye sahip olmak gibi ve benzeri şartları yerine getirmiş olmak nedeniyle bazı eyaletlerde dini bir cemaat olarak kabul edilmiştir. Bu konuda Aleviler Sünnilerden daha ileri bir aşamaya ulaşmışlardır. Bu sene bir kaç ilkokulda Alevi din derslerine başlanmıştır. Bu bağlamda kimlik konusu, öğretmen (ve aynı zaman dede) eğitimi meseleleriyle yeniden gündeme geliyor. Genellikle Federasyon, “Alevilik, Sünni İslam’dan ayrı bir din” diyerek Almanya’nın farklı eyaletlerinde Alevi çocuklarına yönelik Alevilik din dersleri bakımından eğitim sorununun çözülmesine talep etmektedir. Fakat Alevilerin azımsanmayacak bir kısmı da Federasyonun “Aleviliği İslam dışı saymasına karşı olduklarını” belirtmektedirler. Böylece Federasyonun, üyelerine yönelik Alevilik din dersleri verilmesi için eyaletler nezdinde yaptığı girişimler, bütün Alevileri kapsamadığı izlenimine yol açmaktadır. Bu defa da Federasyon, bu uygulamaların kamuoyunda oluşturduğu kaygılara karşın, kendilerinin ritüel uygulamalarında Bektaşi Tarikatı örneğini esas aldıklarını söylemektedir. Çünkü Bektaşi Tarikatı’nda üyelerin seçimi, Kızılbaşların aksine, bireysel bir tercih ve kabulden ibarettir. Böylece kişinin tarikata kabul edilmesi için düzenlenen ikrar cemi, ilgili kişinin Bektaşi olmasını sağlamaktadır. Bu haliyle de Federasyon son uygulamalarıyla Bektaşi Tarikatı formuna yönelmektedir. Doğrusu bu son durum güncel bir meseledir ve hâlâ tartışılmaktadır. Ayin-i Ceme gelince, genellikle Almanya’da uygulamasını bilenler az. Onun için her cem töreni aslında bir öğretim cemidir. (Bazen özel evlerde muhabbet çerçevesinde kendi mürşitleriyle ayinleri yürütürler.) Dil probleminden yukarıda kısaca bahsetmiştim. Bunun yanında Avrupa’daki cem törenlerinde, Avrupa geleneklerinden gelen izler de bulunur. Dinler arası dialog alanında aktif olan bazı dedelerin Hıristiyan papazlarıyla ilişkileri yoğundur. Örneğin, iki dinli evlenme ritüellerini (Alevi–Hıristiyan) dua ve gülbenk söyleyerek yürütürler. Almanya’da kendilerinin bir mürşidi olmadan hizmet yürüten bu genç Alevi dedeleri, genel şekliyle dinsel ritüel yürütmesini öğrenirler. Böylece Hıristiyanlık ve başka kaynakların (örneğin Yoga) doğal olarak izleri Alevi dedelerin cemlerinde bulunur. Örneğin, dua söylemekte kullanılan melodilerde olduğu gibi. Böylece Ayin-i Cem yeni ve öncekilerden ayrı özel bir karakter almaktadır. Bazen ritüelin dönüşümü (transformasyonu) Almanya’daki geleneksel bayram takviminden esinlenilmiştir. Mesela 6 Aralık tarihinde kutlanan ‘Aziz Nikola’ (Noel Baba) bayramı aşırı dini bir bayram değildir. (Katoliklerde yalnız yüzlerce aziz bayramından yalnız biridir; Protestanlar ise resmi olarak kilisede bile kutlamazlar). Ama tatlı ve çeşitle küçük hediyeler verilmesinden dolayı çocuklar için çok önemli bir gündür. Onun için Almanya’da bir Alevi cemaat, “Aziz Nikola aslında Hazret-i Hızır’dır” diyerek bu günün arife akşamı bir “Aziz Nikola Cemi” yürüttü. Ritüelin yapısına göre Aziz Nikola hediyeleri, Cem’den önce dede tarafından cemaat üyelerine lokma gibi parça parça dağıtılmıştı. Belki, Aziz Nikola hediye paketlerinin cemin başında dağıtılması, Cem’in sonunda gerçek lokma dağıtılacağı içindir, çünkü Cem’in sonunda kurbandan pişirilmiş lokma da verilmişti.

19


SERÇEÞME

Alevi Cephesinde Neler Oluyor?

METİN DEMİRTAŞ

Bölüm: I(*)

BİZİ GÜLDÜRÜP, DÜŞÜNDÜRENLER

Katır Gibi Adamın biri durup dururken Basmış Erenlere tekmeyi. Baba Erenler dönüp bakmış ki, Çam yarması biri. “Çattık belaya” deyip, sineye çekmiş. Olayı görenlerden biri: “Baba, vermeliydin karşılığını” demiş. Erenlerin yanıtı bilgece ve incelikli: “Doğru dersin evlat, Ama ben katır gibi tepmesini Bilemem ki!..”

Nasrettin Hoca İle Softa Nasrettin Hoca ile Softa tartışmakta.. Nasrettin Hoca: “Her şey değişir zamanla” dedikçe, “Değişmezzz!..” der durur softa. Hoca somut örnekler sunup, bastırınca, Bizimki kurnaz, alaysı, “Haklısın Hoca Efendi” der, “Örneğin bir gün öleceksin, Mezarında otlar bitecek, Bu otları bir eşek yiyecek, Ben bakıp eşeğin döktüklerine Sana sesleneceğim: “Yahu Nasrettin ! Ne kadar değişmişsin!..” Hoca alır bu kez sözü: “Molla! Eğer bu dediğinin tersi olursa, Bu kez ben bakıp senin mezarında Otlayan eşeğin döktüğü boka Ben sana sesleneceğim: “Softa! Haklıymışsın, Hiç değişmemişsin!..”

Yetiş Ya Pirim! Safça bir köylü, Bir köyden bir köye geçerken, Saldırmış üstüne Köyün bütün köpekleri. Bağırmış can havliyle: “Yetiş ya pirim!” Der demez, Görünmüş akça bir köpek Hem de irice. Toz etmiş bütün köpekleri Kattığı gibi önüne. Köyüne dönüp geldiğinde öğrenmiş ki, Dede konuk gelmiş köyüne. Koşup sarılmış eteklerine. Ve anlatmış olanları böyle böyle.. Dede kızıp köpürmüş, Kendisinin köpeğe benzetilmesine. Bizimki ayrılırken huzurdan Söyleniyormuş kendi kendine: “Kurban olduğumun dedesi Duruyor hala üstünde Köpekleri kovarkenki öfkesi.”

20

A

İlhan Cem Erseven

levi cephesinde son günlerde öyle bir toz duman yükseliyor ki bu toz duman arasında kimin ne yaptığını anlamak, kimin dost kimin düşman olduğunu kestirmek zor. Alevilikle ilgili sitelere şöyle bir bakıyorum, kapışan kapışana, eleştiren eleştirene. Çoğu da belden aşağı vurmaya hevesliler. Eposta adresime gelen yazıları şöyle bir gözden geçiriyorum, ne kadar boş şeylerle uğraşıyorlar, bizim kendilerini Alevilik-Bektaşilik konusunda bilgili ve uzman gören dostlarımız. Sanırsınız en iyi kendileri biliyor bu konuları. Aslında yazdıkları ve tartıştıkları konular da cevizin kabuğunu doldurmayan eften püften şeyler… Sanırım bu kişilerin çoğu, Aleviliği geyik muhabbeti tadında tartışmaktan hoşlanan bilgi fukarası sığ insanlar. Alevilik diye yutturmaya çalıştıkları da aslında İran Şiiliğinin Anadolu versiyonu. Aleviliğin, Alevilerin sorunlarını bir yana bırakmışlar, İslam tarihinde olmuş bitmiş olayları (Gadirhum olayı, Muharrem orucu, Kerbela olayı, vb…) tartışıyorlar. Sanki Aleviliği yeniden keşfediyorlar da kendileriyle sanal yoldan sohbet edecek adam arıyorlar. Gerçekten enerjilerine yazık. Bu konuları internette tartışmak zaman kaybından başka bir şey değil, çünkü karşısındaki (yanıt veren ya da eksikliği tamamlayan) kişi de aynı biçimde bilgisayarın başına geçip ne kadar yanlış doğru bilgisi varsa döktürüyor. Bunun yerine tartıştıkları konuyla ilgili kitapları okusalar sanırım bilgi dağarcıkları daha da zenginleşir. Neyse, biz yine de kendileri bilir diyelim. Alevi cephesinde olaylar birbirini izledi. ABF kongresi, derin devletin adamı tartışması, Hubyar’ın markalaşması, Abant toplantısı, Alevi klasikleri, Alevi Meclisi ve Siyaset toplantıları, vb… İsterseniz bunlara kısaca değinelim.(*)

“Alevi Meclisi” ve “Alevilik ve Siyaset” Toplantıları 19–20 Mayıs tarihlerinde, Ankara’da AleviBektaşilere yönelik iki etkinlik yapıldı. Bunlardan biri, iki gün süren “Alevilik ve Siyaset” konulu sempozyum; diğeri ise “Alevi Meclisi” adıyla düzenlenen toplantı idi. Sempozyumu kimin, hangi örgütün düzenlediği belirsiz. PSAKD yönetimi, sempozyumu kendilerine mal ederken duyuru broşüründe derneğin adı hiç geçmemektedir, bunun yerine gerçekte belli ama geri planda kalan, ancak bir grup çağrıcı tarafından düzenlendiği izlenimi yaratılmıştır. Yani iki tane ev sahibi var, siz kendinizi hangisinde konuk görüyorsanız fark etmez. Ancak böyle davranmanın altında yatan asıl neden de bir türlü anlaşılamamaktadır. İlgililere sorulduğunda, kem küm etmekteler, ABF’den bağımsız, onlara alternatif bir etkinlik düzenlenmiyormuş gibi bir görüntü vermek için sözde böyle davranmışlar, tabi fındık reklamında olduğu gibi yersen!. Çağrıcılar listesine baktığımızda ise Alevilik ve Bektaşilikle hiç ilgisi olmayan, olsa da içki muhabbetlerinde ya da Alevi deyişleri dinleme düzeyinde bir bilgiye sahiptirler. Zaten, 48

çağırıcı ekipten tanıdığım 28 kişi yoktu, tanımadıklarımdan da 10 kişi çıksa gerçek çağırıcı da toplam 10 kişidir ki bu kadar hava atmaya gerek yok. Katılım ve düzen açısından güzeldi, gelen insanlara Alevilik ve siyaset anlamında bir şeyler verdiğine inanıyorum. Ama böyle bir etkinlik düzenlemenin altında ABF olağanüstü kongresinde seçimi kaybetmenin verdiği bir yenilgi psikolojisi yatmaktadır. Her ne kadar ABF’ye karşı olmadıkları, alternatif bir amaç taşımadıkları dillendirilse de seçimi kaybeden grubun kendini kanıtlama eyleminden başka bir şey değildir, yani arabesk anlamda “Yıkılmadım, ayaktayım, istersek biz de sizden daha iyi bir etkinlik, sempozyum yaparız”, demek istiyorlar. Ama bu yaklaşım hiç hoş değil, aksine gelecek için bence kaygı verici, hatta tamamen ayrışmaya götürecek türden bir eylem olarak görülüyor. Ne olursa olsun, seçimi kaybetmek, gemileri yakmak demek değildir. ABF içinde kalıp demokratik bir biçimde mücadele etmek gerekir diye düşünüyorum. “Aleviler Meclisi” toplantısı ise, Türkiye ABF ve Avrupa ABK tarafından ortaklaşa düzenlenmiştir. Böyle bir Meclis toplamanın gerekçesi olarak da yine kendi çağrı mektuplarında şöyle açıklanmaktadır: “Laik ve Demokratik Bir Türkiye İçin Güçlerimizi Birleştirelim” sloganı altında “Sol ve sosyal demokrat partiler bugün dağınık ve parçalı hareket ediyor. Geç olmadan bu partilerin bir araya gelmesini sağlamak ve Türkiye’nin sorunlarına çözüm sunan ve her türden gerici, ırkçı, siyasal İslamcı tehditlere karşı güçlü bir seçenek oluşturmasını sağlamak istiyoruz. Şimdi iç kavga değil, dayanışma zamanıdır.” denilmektedir. 20 Mayıs günü yapılan toplantıda Federasyon yöneticileri ve bazı dernek temsilcileri 22 Temmuz’da yapılacak olan milletvekilliği seçimine yönelik görüşlerini ve Alevilerin nasıl bir tavır almaları gerektiği yönünde görüşlerini belirttiler. Gelenlerin çoğunun beklentisi Alevi adayları kim olacak yönündeydi. Fakat toplantı sonrasında okunan sonuç bildirgesinde aday açıklamaktan öte, seçimlerde solda en güçlü partinin destek-

Ankara’da iki etkinlik yapıldı.

“Alevilik ve Siyaset” sempozyumu ile “Alevi Meclisi” Sempozyumu kim düzenledi belirsiz. PSAKD yönetimi, sempozyumu kendisine mal ederken duyuruda derneğin adı geçmiyor. Bir grup “çağrıcı” tarafından düzenlendiği izlenimi yaratılmış. Bunun nedeni sorulduğunda ilgililer kem küm etmekteler. ABF’den bağımsız, alternatif bir etkinlik düzenlenmiyor görüntüsü vermek için böyleymiş! Fındık reklamında olduğu gibi, “Yersen”!!

Sayı 30


SERÇEÞME

METİN DEMİRTAŞ

BİZİ GÜLDÜRÜP, DÜŞÜNDÜRENLER lenmesi ve sol güç birliğinin daha da genişletilmesi, kendi bölgelerinde varsa Alevi adaylarına destek olunması yönünde bir karar çıktı. Federasyon yöneticilerinden biri, kesinlikle bir kontenjan olayı olmadığını, böyle bir pazarlık yapılmadığını, duyumların spekülasyondan başka bir şey olmadığını, bu toplantının böyle bir amaç taşımadığını söyledi. Fakat toplantı bitiminden iki gün sonra Ankara’da bir yerel radyo haberlerinde Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’ndan Necdet Saraç, Necati Şahin, Hıdır Temel ile Ankara Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı başkanı Ercan Geçmez’in CHP’ye milletvekili aday adaylığı için başvurduklarını öğreniyoruz. Adaylardan Necdet Saraç, yapılan Alevi Meclisi toplantısında “Alevi temsilcilerinin siyasette temsil edilmesi yönünde karar aldıklarını”(1) söylemektedir. Oysa aynı gün aradığım bir Federasyon yetkilisi, toplantıda örgüt adına bir aday/adaylar belirlemediklerini, isteyen olursa bireysel başvuruda bulunabileceklerini, aday oldukları bölgede varsa Alevi örgütlerinden destek vermeleri isteneceği gibi bir karar çıktığını söyledi. Bu durumda şunları sormak gerekir: Yukarıda adı geçen isimler, Alevi örgütlerinin ortak adayları mıdır? Yani Türkiye ve Avrupa Alevi Federasyonlarının CHP’ye sunacakları adaylar mı? Değilse, Saraç’ın açıklamasından ne anlamalıyız? Eğer bireysel adaylarsa, neden başvurularını Alevi Meclisi toplantısından önce yapmadılar? Bu adayların seçimi neye göre yapılmıştır, ölçüt nedir? Gerçekten, TBMM’nde Alevileri temsil edecek bilgi donanımı ve beceri yeteneğine sahipler mi? Alevi felsefesinde “Ele, Bele, Dile Sahip olma” ilkesi vardır. Gerçekten bu isimler, bu özelliğe sahipler mi? Üzerlerinde şaibelilik yaratacak, yüz kızartıcı, Alevileri temsil etmelerine gölge düşürecek bir sabıkaları var mıdır? Gerçekten Federasyonlara bağlı üye örgütlerin bu isimler üzerinde onayları, yani rızalıkları var mıdır? Kamuoyunda bu adaylardan bazılarının akçalı işlerde iyi bir izlenim bırakmadıkları söylenmektedir. Bu durumlar dokunulmazlık zırhına bürünülerek örtbas edilmek mi isteniyor? Aday seçiminde neden örgüt içi isimler tercih edildi? Dışarıdan, örneğin Alevilik-Bektaşilik konusunda uzman, bilgili araştırmacı-yazarlardan bir Erdoğan Aydın, bir Esat Korkmaz neden düşünülmedi? Alevilerin yoğun olduğu bölgelerde gerçekte Alevileri temsil yeteneğine sahip adaylar yok muydu? Yerel örgütlerin bilgisine başvuruldu mu? Soruları çoğaltmak olası. Alevi Meclisi toplantısı, organizasyonun yetersizliği bir yana gelen insanlara verilmesi gereken mesajı tam olarak verememiştir. Sonunda açıkladıkları sonuç bildirgesiyle solun desteklenmesi ve sol güçbirliği yelpazesinin daha da geniş tutulması ve bunun için iyi niyet girişimlerinde bulunulması herkesin istediği ve beklediği bir karar olmasının ötesinde biraz da gelenleri kandırmaktan başka bir şey değildir. Her ne kadar yetkili ağızdan örgüt adına herhangi bir

Haziran 2007

aday gösterilmesi yönünde CHP ile bir pazarlık yapılmadığı, bu anlamda parti yetkilileri ile önceden bir görüşme yapılıp söz alınmadığı gibi özverili bir tavır gösterisinde bulunsalar da aday kişilerin, Meclis toplantısından sonra CHP’ye aday adaylığı için başvuruda bulunmaları, her ne kadar adına bireysel başvuru dense de Alevi kamuoyunu ikna edici ve inandırıcı gelmemektedir. Kapalı kapılar ardında bir pazarlık kokusu sezilmektedir. Sanırım bu da Alevilerin saf duygularını sömürmekten başka bir şey olamaz. Federasyon yöneticilerinin, Alevi kamuoyuna daha şeffaf ve dürüst olmaları gerektiğini düşünüyorum.

Nahoş Bir Olay Bu arada nahoş bir olayı da kısaca anlatmak istiyorum. Vakıfın arka alanında açılan kitap standında Esat Korkmaz’ın kitap satması, HBVAKV Genel Başkanı ve milletvekili aday adayı Sayın Ercan Geçmez tarafından engellenmek istendi. Tanığı olduğum olayda, büyük bir örgütün genel başkanının, Serçeşme’de kendilerini eleştiren yazıların yer almasına tahammülsüzlüğü doğrusu çeşitli platformlarda dile getirdiği Alevi öğretisi ve terbiyesine uymamaktadır. Geniş şube ağı olan bir örgütün başkanına ve milletvekili olma gibi siyasi bir göreve talip olan kişinin eleştirilere hoşgörüyle yaklaşması gerekmektedir. Eğer yanlış bir şey varsa, haksız bir eleştiri söz konusuysa o zaman karşı yazı yazıp eleştiriler tekzip edilebilirdi. Ama geçimini kitaplarıyla sağlayan ve Alevilik-Bektaşilik konusunda önemli bir isim olan araştırmacı-yazar birisine “Burada kitap satamazsın” diyerek tepki gösterilmesi şık bir davranış olmasa gerek. Sevmeyebilirsiniz, ama yine de o ortamda, insanların gözü önünde tartışmaya girmek, kovmaya çalışmak, adını taşıdığı Hacı Bektaş Veli’nin “İncinsen de incitme” sözünü anlamsızlaştırmış olur. Kendisinin de daha sonra böyle davrandığı için pişmanlık duyduğu yönündeki inancımı da belirtmek istiyorum. Umarım Ercan kardeşimiz benim kadar üzülmüş ve rahatsız olmuştur. Ne olursa olsun her ikisi de bizim gözde ve önemli değerlerimiz. Yukarıda başlıklar halinde anlattığım konularda görüldüğü gibi yaptığımız hatalar karşısında kendimizi iyi sorgulamak ve olaylardan ders çıkarmamız gerekir. İnsan-ı kâmil olmak çok zordur, ama çeyreği kadar olmaya çalışmak da bir erdemdir. Birbirimizle kavga etmenin kimseye yararı olmaz. Hele bu kişiler Alevi hareketinin önde gelen aktörleri ise. Bırakın kavgayı, didişmek bile lükstür.

NOTLAR: (*)

(1)

İlhan Cem Erseven’in yazısını “şimdiden geriye doğru” vermeyi uygun buldum. Yazıyı okuyarak ilişkilerimizi “geri dönüşümlü” duruma getirebiliriz diye düşündüm (Esat Korkmaz). Bkz: <www.aleviyol.com> sitesinde konuyla ilgili haber

Kürk Görgüsüzün biri Sırtına geçirdiği kürkle Kurum kurum kurulur dururmuş. Erenler bir gün dayanamamış tafrasına Çıkmış zıvanadan: “Çok kabarma be adam! Sırtındaki kürk ilk sahibini bile Kurtaramadı hayvanlıktan!”

Bu Fakir Giderse… Baba Erenler demirci. Aylardan Ramazan. Basmış öğle sıcağı, Yanıyor ortalık cayır cayır. Yanıyor Erenlerin ciğeri. Kapıdan bakınıp bir sağa, bir sola Dikmiş başına körüğün ardında duran testiyi. Yoldan geçen biri Görmüş Erenlerin yediği naneyi: “Bre adam, unutun mu Ramazan-ı Şerifi! Hiç gün ortası su içilir mi?.. Oruç gitti!” Erenler indirip testiyi demiş: “Git be Hoca Efendi! Ramazan-ı şerif gider gelir Ya bu fakir giderse Bir daha gelir mi?..”

Hoca Nedir Benim Ederim? Görgüsüz varsılın biri, Uluorta seslenmiş Hoca’ya: “Hoca Efendi söyle! Nedir benim ederim?” Hoca ne desin bu ahmağa, Şöyle süzmüş bir tepeden tırnağa, Demiş, “Bin akçe!” Görgüsüz öfkeli: “Sen ne diyorsun bre Hoca Efendi! Söylediğin fiyat Sade üstümdeki şu kürkün ederi!..” Hoca gayet olağan, “Doğru, demiş, Ben de zaten, Bir ona biçebildim değeri.”

Pişman Ederdim Bektaşi’ nin biri, Sinmiş bir caminin köşeciğine Demleniyor. Onu gören biri: “Tüü utanmaz herif” diye tükürmüş. Erenler bozmamış istifini. Göstererek önündeki şarap şişesini Söylenmiş: “Dua et önümdeki şu mübareğe Yoksa, pişman ederdim seni Camiye tükürdüğüne, tüküreceğine”

21


SERÇEÞME

DOĞUMUNUN İKİ YÜZ ONUNCU YILDÖNÜMÜNDE

Bayburtlu Zihni Yalçın Yusufoğlu <www.koxuz.org> internet sitesinden alınmıştır. 28 Nisan 2007 U YIL halk kültürümüzün sembol ozanmemize imkân bırakmıyor. O tarzda yazHangi bağda bulsam ben o maralı larından Bayburtlu Zihni’nin 210. doğum dığı bütün manzûmelerinde, nazirelerinde, Hangi yerde görsem çeşm-i gazali yıldönümü. tahmislerinde [beşlilerinde] klasik şiir tarAvcılardan kaçmış ceylân misâli Şairin asıl adı Mehmed Emin’di. Şiirlerinzının aslâ kabul edemeyeceği acemilikler Geçmiş dağdan dağa yoktur durağı de Zihni mahlâsını kullandığı için sonradan daima göze çarpar. Bazı kuvvetli bir ilham Lâleyi sünbülü gülü nâr olmuş adı memleketiyle anılır oldu ve günümüze ile yazılmış his ve hayâl itibariyle oldukça Zevk u şevk ehlini âh ü zâr almış Bayburtlu Zihni olarak ulaştı. Adı Dadaloğlu, orijinal parçalarında bile, lisan ve nazım Süleyman tahtını sanki mâr almış Erzurumlu Emrah, Seyrani ve Dertli’yle birsakatlıklarından kurtulamamıştır. Bununla Gama tebdil olmuş ülfetin çağı likte 19. yüzyılın en önde gelen bir kaç halk beraber, Zihni’nin aruz ile yazılmış bütün şairi arasındadır. şiirleri, muvaffakiyetsiz ve acemi birer takZihnî derd elinden her zaman ağlar Kendisi âşık geleneğinden gelmiş bir saz litten daha ileri geçemez... saz şairi olarak Vardım ki bağ ağlar bağban ağlar ozanı değildi. Değişik mektep ve medreselerde şöhret kazanan Zihni bunu hece vezniyle Sünbüller perişan güller kan ağlar okumuş, devlet memuriyetlerinde bulunmuşve âşık tarzında yazdığı sayıca az manzûŞeyda bülbül terk edeli bu bağı tur. Hem hece, hem de aruz vezniyle şiir yazmelere borçludur. ayağ: ayak, şikest: kırma, çeşm: göz, nâr: ateş, makla ve Divan Şairi olmayı istemekle birlikte, mâr: yılan, ülfet: görüşme, dostluk etme Şâirin Sergüzeştnâmesine ilave ettiği beş bu alanda başarılı olamamıştır, edebiyat tarihidestan daha vardır ki, bunlarınbirisi Akkâ mizde halk şairi olarak yer etmiştir. Zihni 1834’te Hicaz’a gider, dönüşte bir süre Harbi’ne, biri Hart Ovası’nda Rus’larla yaHiciv şiirleri ve destanları da bulunur, ama Mısır’da kalır, oradan İstanbul’a gelir, o sırada pılan bir harbe aiddir. Diğer üç destan taonu bugünlere değin ulaştıran ve karakteristik tahta çıkan II. Abdülmecid için bir cülûsiyye mamiyle mizahi bir mahiyette, bunlardan kılan sıla hasretini, sevgiliye duyduğu özlemi, yazar ve yeni Padişaha sunar. Derken, Akdağ ikisi Bayburt’lu Bayrakdar adlı gülünç insan kederini, hüznünü, bugün nostalji dedive Erzurum’da devlet görevlerinde bulunup, bir adamı tehzil [istihza] eden –ve içinde ğimiz şeyi, yani geçmişte kalmış düne, elden 1844’te İstanbul’a döner. Akkâ’ya giden Osmahalli lehçelerle bazı taklitler de buluuçmuş, yitip gitmiş ve bir daha geri gelmeyemanlı Donanmasında görev alır, orada Reşid nan– bir manzumedir. XVII.–XX. asır saz cek güzel zamanlar olarak anan şiirleridir. Paşa’nın divan kâtipliğini yaptıktan sonra gene şâirlerinin bu türlü tarihi yahut mizahi desElemi, kederi, hüznü işleyen ve dünya edeİstanbul’a geri gelir. 1847’de Hopa, arrasından tanlar yazdıklarını muhtelif misalleriyle biyatına mal olan bazı yazarlar veya yapıtlar karaağaç müdürlüğüne, nihayet Of Mal Mübildiğimiz için, Zihni’nin bu destanlarla o vardır. Ruhbilimciler o yapıtları kendi açılarındürlüğüne atanır. 1851’de önce Erzurum, sonan’aneyi tâkib etmiş olduğunu anlıyoruz. dan hangi terimlerle nitelendirirler bilemeyiz, ra Erzincan’da memuriyette bulunur. Bir süre Şarki Anadolu’nun bilhassa Erzurum ve ama onlar acı çeken insanın estetik düzlemBayburt’ta kaldıktan sonra 1855’te Trabzon’da Bayburt taraflarında halk arasında çok yadeki ifadesi olarak kabul edilirler. Örneğin, hizmet yapar, 1859’da memleketine dönerken yılmış olanbu destanlar, onun mizacındaki Alfred de Musset ünlü bir simgedir. Bizde de Holasa’da hastalanır ve ölür. hiciv ve tezhil kabiliyetini,tenkid temayüBayburtlu Zihni öyledir. Zihni’nin bu noktalünü pek iyi göstermektedir. Zihni’nin hece diki sembol olma özdeşliğini en iyi, en veciz Halk Şairi vezniyle âşık tarzında yazmış olduğu manşekilde (ve çaprazdan anarak, alegorik tarzda) zûumelerden şimdiye kadar pek az parçalar Nazım Hikmet ifade etmiştir. Şair “Türk KöyHalk ozanlarımız konusunda temel referans nineşredilebilmiştir. Acaba şairimizin âşık lüsü” adlı şiirinin girişinde halkını tarif ederteliği taşıyan çalışma doktorasız da olsa önemtarzında yazdığı manzumeler esasen az mıken şöyle der: li bir edebiyat ve Türk tarihçisi profesörü olan dır? Biz bu ihtimâli daha kuvvetli buluyo(DP kurucu liderlerinden ve dışişleri bakanlaTopraktan öğrenip ruz. Tam mânâsıyla bir dîvan şâiri olmak rından) Fuat Köprülü’nün “Türk Saz Şairleri” Kitapsız bilendir. isteyen Zihni, hece ile yazdığı sayıca paradlı antolojik nitelikli üç ciltlik eseridir (Milli Hoca Nasreddin gibi ağlayan çaları bile dîvanına almamakla bu temâKültür Yayınları, 1930–1940.) Köprülü BayBayburtlu Zihni gibi gülendir. yülünü açıktan açığa göstermiştir. Lisânı burtlu Zihni’yi şöyle tanıtıyor: Ferhad’dır. âşık tarzında şiirlerinde bile – meselâ, tıbkı “Oldukça tahsil gören ve muhtelif kültür Keremdir. Emrah’ta olduğu gibi oldukça ağır terkiblimerkezlerindeki edebi çevrelerde yaşayan, ve Keloğlandır dir; asıl halk edebiyatı unsurlarına ve halk ilim ve sanat adamlarıyle temas eden şaizevkine ekseriya yabancı kalmış, klasik rimiz, zamanına göre epeyce münevver, şiir an’anelerine daha sadaket gösteriştir. Yaşamı mâlûmatlı bir adamdı. Doğuştan kabiliyeEsasen onu, klasik şâir olmağa özenen bir Öğrenimine Bayburt’ta başladı, sonra Erzutine ve sanat istidadına eklenen bu bilgi ve saz şâirinden ziyade, arasıra âşık tarzında rum ve Trabzon medreselerinde okudu. 1815’te görgüsüşiirlerinde de görülüyor. Aruz ile yazan bir kalem şâiri yazmak daha doğruİstanbul’a gitti. Orada on yıl kadar kaldı, kâtıpkı klasik şairler gibi divan tanzim eden dur. Ancak hece vezniyle yazdığı mahdut tiplik hizmetlerinde bulundu. Bir süre için ÇaZihni, görülüyor ki, Osmanlı edebiyatının parçalar XIX. asır âşık edebiyatının bütün nakkale Muhafızı Vasıf Paşa’nın maiyetinde büyük üstadlarını çok iyi biliyor, onlara hususiyetlerini büyük bir muvaffakiyetle mektupçuluk yaptı. 1826’da Bayburt’a döndü, nazireler yazmağa cesaret ediyordu. Basma temsil ettiği cihetle XIX. asır saz şâirlerinama iki yıl sonraki savaşta Rus orduları Baydivanındaki kasideler, n’atlar, gazellerden den bahsederken ona lâyık olduğu mühim burt’u işgal edince kentten ayrıldı, Ruslar çebaşka Sergüzeştname-i Zihni ünvanlı –heyeri vermemek, edebiyat tarihi bakımından kildikten sonra döndü. Tanık olduğu yıkımı, nüz basılmamış– ünlü bir mesnevisi vardır doğru olamaz.” viraneye dönmüş yurdunu, neşeden, sevinçten ki, hayatı ve telakkiyeleri hakkında çok Fuat Köprülü’nün yazdıklarından çıkarauzaklaşmış, acıya gömülmüş toplum yaşamını, mühim mâlûmatı ihtiva etmektedir: Şair bu cağımız sonuç, bugüne değin yaşayan hemen değişmiş, yoksullaşmış insanları acı ve elemle mesnevisinde oğluna hayatını hikaye ederher şairin tersine, Zihni, yazdıklarının büyük anlattığı koşma tarzında dizeler ona Payitaht’ın ken orada adı geçen birtakım muasırlarına çoğunluğuyla ve o tarzıyla değil, tamamen edebiyat ve musiki çevrelerinde üne kavuştuaid hicviyeleri de kaydetmiştir. Bunlardan farklı tarzda yazdığı çok az şiiriyle karakteridu. Şiirin Şehnaz makamında yapılan bestesi başka “Hikaye-i Garibe” adlı tarihi mahize olmuştur. Kendin sonra gelen kuşaklar şairi Zihni’nin günümüzde de en tanınmış eseridir. yette –basılmamış– bir eseri daha vardır. hep öyle tanımışlardır. (Bestesi, güftesinden daha ünlüdür, sık sık radHayatı ve edebi temayülleri Zihni’yi, saz yo ve TV yayınlarında icra edilmektedir.) şâirlerinden ziyade divan şairlerine daha Şiirlerinden Örnekler Vardım ki yurdundan ayağ götürmüş yaklaştırır; fakat fitrî [doğuştan] istidadına Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı Bayburtlu Zihni’nin yukarıda betimlediğimiz rağmen bilgisizliği, nazım lisanına ve arûz Câmlar şikest olmuş meyler dökülmüş özelliğini yansıtan sıla ve aşk şiirleri kendileriteknikine kuvvetle sahib olmaması, ona haSakiler meclisten çekmiş ayağı ni daha iyi tanıtıyorlar. kiki mânâsiyle bir klasik şair sıfatı verebil-

B

22

Sayı 30


SERÇEÞME Yalçın Yusuoğlu

Bâd-ı sabâ selâm söyle o yâra Ya gelsin ya gidek o diyara biz Kâtip, arzıhâlim yaz ki canana Ayrılalı düştük ah ü zâra biz

Bülbül bir gül için çekerse zarı Halini arzeder yüz yüze bari Ya ben görmemişim o şuh didarı Bıraktı bu garip diyare söyle

Kâtip, arzıhâlim arşa dayandı Can gurbette hasret nârına yandı Herkes sevdiğinden doydu, usandı Neden kaldık böyle bahtı kara biz

Pervane perrini yaktıysa nare Ya ben yaktım vücudumu yekpare Zihniya Mansur’u çektiyse dare Ben esirim zülfü nigare söyle

Namem hem okusun hem yâr ağlasın Aşk oduna düşsün nâçar ağlasın Sînesini dövsün her bâr ağlasın Desin ki zulmettik Zihnî’zâra biz

sabâ: sabah rüzgârı, hezar: bin, perrin: kanatlar, nigâr: resim zülf-ü nigâr: yarin saçları

*** Bâd-ı sabâ selâm söyle o yâra Ya gelsin ya gidek o diyara biz Kâtip, arzıhâlim yaz ki canana Ayrılalı düştük ah ü zâra biz Kâtip, arzıhâlim arşa dayandı Can gurbette hasret nârına yandı Herkes sevdiğinden doydu, usandı Neden kaldık böyle bahtı kara biz Namem hem okusun hem yâr ağlasın Aşk oduna düşsün nâçar ağlasın Sînesini dövsün her bâr ağlasın Desin ki zulmettik Zihnî’zâra biz *** Seni bâğ-ı İrem’den mi kaçırmış Melek misin asumandan mı geliş Gittikçe şevketin şanın yücelmiş Bilmem tahtı Süleyman’dan mı geliş Hüsn ile bugün Yusuf-ı devransın Ne incisin ne mercansın ne cansın Korkarım fitneli âhır zamansın Mehdî misin Isfahandan mı geliş Güzel sevmek olmuş Zihnî’ye âdet Ne bağda ser çektin ey servi kamet Sormak ayıp olmasın a çeşmi âfet Mülk-i lâl-i Bedahşan’dan mı geliş asuman: gökler; hüsn ile Yusuf-ı devransın: güzelliğinle günümüzün Yusuf’sun, çeşm: göz, Lâl-i Bedahşan: Adı Lâl taşıyla anılan o zamanki bir kent, serv-i kamet: uzun boylu,

*** Yıkmış çadırların göz etmiş Leyla Vardım ki boş kalmış yar otağları Dağı mesken etmiş biçare Mecnun Akıtmış gözünden kan ırmakları Zeyd ile göndermiş Leyla’ya name Dedi iyi getirdim ağyarı kâma Akıbet yar oldun İbniselama Neyledin ettiğin o misakları Zihni’yim akıttım didem yaşların Yedi yıl bekledim bulak başların Dağıt bu derneği sav savaşların Bozuldu kabail ittifakları misak: yemin, dîde: göz, bulak: pınar, kabail: kabileler

Haziran 2007

ôd: ateş, bâr: yük, ağırlık

*** Uzun müddet haber yoktur sılamdan Her posta geldikçe gönlüm yerinir Haber yok evlad ü ayal, anamdan Can postanelere varır sürünür Kör olsun gurbetin kahrı bitmedi Gidemem vatana çilem yetmedi Gül de taksam bülbülümüz ötmedi Altın kafes olsa viran görünür Bahar geldi seyran için iline Herkes sevdiğini takmış koluna Zihniya gurbetin gider yoluna Hasretli sîneme hicran sarınır *** Katip sen yaz saba sen de kerem kıl Götür arzıhalim yare tez elden Naziktir efendim nezahetli bil Gönderelim o dildara tez elden Katip çok uzatma sarfı imlayı Hemen yaz derdime iste devayı Kerem et bekletme bad-ı sabayı Azmeylesin o diyara tez elden Hasretli dideme nem mi gönderir Hicran mı gönderir gam mı gönderir Kendi mi gelir merhem mi gönderir Zahm-ı dil-i Zihni’zara tez elden zahm: yara, dil: gönül, dildâr: gönül bağlanan, sevgili

*** Gene XIX. yüzyıl halk ozanlarından Dadaloğlu’nun benzer bir koşması vardır. Mensubu bulunduğu –Ayıntap Gâvur ve Ahır dağları ile Toroslar, Kozan, Erzin, Payas yörelerinde yaşayan– göçer Türkmen toplulukları merkezin 1865’te Fırka-ı İslâhiye (Islah Etme Tümeni) adıyla kurup yolladığı orduya uzunca bir süre direndikten sonra yenilirler [Osmanlı İslâhiye ilçesinin adını bu ordudan icad etmiştir.] Daha sonra Islahat Meclisi âzâsı Mehmed Emin Derviş Paşa’nın düzenlemeleriyle Anadolu’nun başka yörelerinde mecburi iskâna tâbi tutulurlar. Dadaloğlu bazı şiirlerinde aşiret yaşamının özelliklerini, göçebelikten kopuşun ve iskâna zorlanmanın toplumsal ve bireysel acılarını, iç çelişkilerini anlatır. Kendi töreleriyle yaşadıkları hayatı ve (Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın deyimiyle “ilkel komuna” özellikli “barbar toplumun”) eşitlikçi, âdil insan ilişkilerini özler, mensubu bulunduğu Avşar boyundan Uzun Yayla aşiretini hasretle anar. Devlete karşı savaşmış şair olduğu için şiirleri, türküleri eskiden pek bilinmeyen, (o zamanki merkezi yayın

kuruluşları olan devlet radyolarında türküleri çalınmayan) Dadaloğlu’nun iki deyişini (Konservatuarda hocayken Anadolu’dan binlerce otantik türkü devşirmiş, tel banda kaydetmiş olan) Ruhi Su 1960’lı yıllarda Türkiye’ye tanıttı. Bunlardan birisi –İskân Türküsü olarak da bilinen– “Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri”ydi, diğeri düne özlemini ve görkemli günlere hasretini dile getiren “Gine Tuttu Gavur Dağı Boranı” şiiriydi: Gine tuttu Gavur Dağı boranı Hançer vurup acarladın yaramı Sana derim Mıstık Paşa öreni İçindeki bunca beyler nic’oldu Çınar sana arka verip oturan Pöhrenk ile sularını getiren Yoksulların işlerini bitiren Samur kürklü koca beyler nic’oldu Tavlasında arap atı beslenir Konağında baz şahinler seslenir Duldasında nice yiğit yaslanır Boz-kır atlı yüce beyler nic’oldu Feneri de deli gönül feneri Atları da dolanıyor kenarı Sana derim Küçük Ali öreni Sana inip konan beyler nic’oldu Mıstık Paşa gitmiş odası yaslı Hatunları vardı hep turna sesli Toptop zülüflü de İstanbul fesli Usul boylu hatunların nic’oldu Saçı altın bağlı fesi sırmalı Lahuri şal giymiş gümüş düğmeli Gözleri kudretten siyah sürmeli Mor belikli güzellerin nic’oldu Sabahaca kandilleri yanardı Soytarılar fırıl fırıl dönerdi Ha deyince beşyüz atlı binerdi Sana inip konan beyler nic’oldu Derviş Paşa yaktı yıktı illeri Soldu yurdumuzun bütün gülleri Karalar geydik de attık alları Altınımız geçmez akça tunc’oldu Ağlayı ağlayı Dadal’ım söyler Vefasız dünyayı şu insan neyler Bin yiğidi bir kötüye kul eyler Şimden sonra yaşaması güc’oldu ören: harabe, pöhrenk, pohrenk: kiremit, kiremit hamurundan künk, baz: doğan, belik: saç örgüsü, dulda: kuytu, gölgelik yer

Ruhi Su’nun İmece Müzik’ten yayınlanmış Dadaloğlu ve Çevresi albümü için Ruhi Su Vakfına başvurabilirsiniz: <www.ruhisu.org.tr>

Saba gider isen bizim diyare Benim vasf-ı halim o yare söyle Lalenin bağrında bir ise yare Benimki erişti hezara söyle

23


SERÇEÞME

Diliniz Solmasın - Bölüm I Hasan Harmancı

Y

AŞAMIN İÇİNDEKİ olguların ve gölgelerin bazen bizim üzerimizde etkilerinin olmadığını düşünürüz. Son zamanlarda küresel ısınmadan bahsedildiği gibi örneğin. Ne kadar çok bilimsel gerekçe ile belirtilse de, çıkarı olan insanlar bir denge üzerinde olduğumuz bu dünyanın ya bir sonunun olmadığını düşünüyorlar veya küresel ısınma sorununu da kendi leyhlerine çevirebileceklerini sanıyorlar. Ancak öyle değil hiç de. Bazı şeylerin bizi nasıl etkilediğini anlayamayabiliriz. Aleviliğin bazı sorunları da öyledir. Algılama ihtiyacı bile duymayız. Bizi etkilemez diyerek yanından geçip gideriz. Özellikle son zamanlarda ‘farkına varanlar’ tarafından çığlığa dönüştürülen Aleviliğin asimilasyonu söylemi, o hepimizin ‘bir gün’ belki ilgilenirim dediğimiz noktayı çoktan geçmiş durumda. Bunun bir şikayet veya bir genel geçer laf olduğunu düşünmeyiniz. Aleviliğe baskın gelen nedenler yüzünden, birçok şeye direnen Alevilik artık direnç noktalarını kaybetmek üzeredir. Biz kentte Aleviliğin çözülmüş olabileceği üzerinde dururken, Cemevleri açarken, kentte yaşayan dedelerle çeşitli çalışmalar yaparken en güvendiğimiz ve saf, değişmez gördüğümüz geleneksel yanımız değişim içinde. Bizden olup da bizden olmayan konumunda. Alevi köylerine yaptığımız bir yeni yolculuk, Aleviliğin nasıl yok edilme/olma ile karşı karşıya olduğunu görmemiz açısından en ilginç ve en çatışmalı örneklerinden birini gözlerimizin içine içine batırıyor ‘çuvaldızı’. Aleviliğin üzerini örtmüş olan ve Aleviliğin eksikliklerini arttıran, tarihle güncellik arasındaki ‘bulanık sınır’ı biraz olsun aralayabilecek miyiz? Güzel bir Alevi beldesine misafir oluyoruz ben, Esat Korkmaz, Ali Aksüt, Bektaş (Bekir) Arslan ve Hamza Aksüt. Alevilerin bitmez tükenmez bir konukseverliğiydi bizi gideceğimiz yerlere taşıyan. Ankara’da Hüseyin Gazi Vakfı’nın düzenlediği “Anadolu Aleviliğinde Ocaklar ve Dedelik Kurumu” Sempozyumunda tanışıyoruz Dede Hüseyin Kahraman ve Ana Fadime Kahraman’la. Bizi beldeleri olan Kütahya, Gediz-Akçaalan’a davet ediyorlar. Güler yüzleri ve insancıllıkları yüzümüzün aynası oluyor. Kendimizi kentli zamanlara ait hissetmiyoruz. Kaç bin yılın toplamıyla yaşıyoruz anlamak için yolların kilometrelerine düşüyoruz. Alevilik adına aldıkları mirasın özünü değiştirmeden sürdürdüklerini söylüyorlardı bize, ısrarla. Öyle olmalı dedik. Sırları neydi, değişmeyen sırrımız neydi. Yollara düşerken biz, Denizli’den dostlarımızdan Meral Sarıgül ve eşi Rıza, Eyüp Ceylan ile eşi Safiye ve Ali Arslan Akçaalan da göreceğimiz Cem’e katılmak üzere yola çıkıyorlar. Daha büyük bir grup olarak Cem olacağız. Işık Ali Çakır’a bağlılar; “Işık Ali Çakır’ın demi devranı yürüsün”, “Bismişah”, “Cemaliniz açık olsun” dilekleri arasında karşılıyorlar bizi Hüseyin Dede ve Fadime Ana. İlk gün Akçalan Beldesinin çevresini dolaşıyoruz. Beldenin çevresinde 24 (internet kaynağına göre 39) yatır, sekiz türbe ve çok sayıda kutsal koru bulunuyor. Bunların başında Kara Donlu Can (Cihan diyorlar) Baba Türbesi geli-

24

yor. Doyuran Baba, Yaren Dede, Pir Mahmut, Meis Dede, Ali Baba, Doğru Gazi, Ballı Baba, Meryem Ana Koruluğu, Karaardıç Koruluğu… Hüseyin Dede ile söyleşiyoruz. Ocaklarını sormuyoruz. Ocakların işlevini soruyoruz; “Her ocak bir okuldur.” diye yanıtlıyor bizi. Ehl-i Beyt Yolu, Aleviliğin damarı. “Hallac-ı Mansur Dârı, Fazlı Dârı (Fazlullah Hurufi), Nesimi Dârı ve Hz. Hüseyin Dârı (Hz. Fatıma da diyorlar)” darları vardır bizde, Musahiplik ise yok. Ramazanda oruç tutuyoruz.” diyor ayrıca. Beldenin % 80’i Alevi, % 20’i Sünni, bunların da % 10’u dönme diyor. Belediye Başkanı AKP’li ve Sünni. Ana giriyor konuşmamızın arasına; “Cem’de içkiyi kaldırdık ama gönlümüzden çıkarmadık, kaldırmadık.” diyor bize. Tüm konuşmalarımızı not etmiyoruz. Bazı uygulamaları genel geçer uygulamalar. Dede söyledikçe biz dikkatimizi çeken noktaları notlarımız arasına ekliyoruz. Kurbana geliyor konu; “Kurban okunmadan önce, doğaya salarız. Bir kırgın, dargın varsa ya sırtını döner veya başka bir delil gösterir.” diyor. İkinci gün yapılan Kurban okunmasından sonra da bu gözlemimizi teyit ediyoruz. Kurbanla ilgili yorumlarla karşılaşıyoruz.

Kutsal Analar Semahı Akçaalan’da semahları sadece cem törenlerinde dönüyorlar. Üç semah öne çıkıyor burada; Analar semahı, Türkmen semahı ve Seyran semahı. Analar semahında göğüs üstüne beyaz bez bağlanıyor. Analar semahı çok kutsal olduğundan bağlama çalınmıyor. Çalınabilirmiş de. Eller göğsün üstünde birleştiriliyor. Ayrıca bir kemer de (eşarp) göğüs üstünde bağlı. Bu semahı önce analar, bacılar dönüyor. Sonra erkekler kalkıyor. Ayrı ayrı dönüyorlar tüm semahları. Analar semahı özel bir semah. Herkes kalkamıyor bu semaha öncelikle. Her bölgede karşılaşılan bir semah değil. Cem ritüelinin özel bir alanı gibi neredeyse. Sıra Analar Semahı’na gelince Gözcü Ana bacıyı, “Ana sultan semaha” diye uyarır. Ana ile beraber dört kişi olmak üzere bacılar da semaha kalkar; “Gül ağacı gül ağacı hakikate bağlı bu yolun ucu / Semaha kalksın ev sahibi bacı” sözleri ile Analar semahı başlar. Gözcü, Ana bacıdan başlayarak kemer bağlar. Bacılar niyazlaşır ve semah yürürler. Bunun peşine “endim eşiğine niyaz eyledim” duaz-ı imamı okunuyor. Bacılar niyaz edip yerlerine oturuyorlar. Analar Semahı’na geçmeden önce, herkes ayağa kalkıyor ve el ele tutuşarak Analar Semahı yönüne saf tutuyorlar. Semah sırasında tüm canlar ayakta kalmaya devam ediyor: Eller ve ayaklar mühürlü. Analar Semah’ı mersiye şeklinde okunuyor. Ancak bağlama veya başka bir müzik aleti çalınmıyor. Çok yavaş hareket edilen bir semah. Kemerbest bağlamanın dışında, bir de kuşak bağlanır. İkinci kez Ana başta durarak bu semahta niyaza durduğunda, bir eliyle de gözcünün değneğini tutuyor. Analar Semah’ı başlarken, analar birbirlerinin avuç içlerini öpüyor. Bitirirken de aynısını yapıyorlar. Kırklar Meclisi’nde peygamberin başından düşen fesinin parçası sayıyorlar göğüs üstüne bağlanan ikinci kuşağı. İlk kemer-

best ise Fatma Ana’nın kemerbestidir. Ana’nın evinde saklanırmış. Fadime Anaya, Analar Semahı’nın anlamını soruyoruz. Analar Semahı çok kutsaldır. Bu semaha Ana başlar. Analar masum, analar doğurgan. Fadime Anamız’ın Semahı’nı dönüyoruz. O’nun neslinden geliyoruz. Analar Semah’ını ev sahibi başta (dönen günahlarını döksün) döner. Dönemeyenlere günahlarını toplayıp duruyor deriz. Çocuğu olanlar döner. Seyran Semahı. Erkekler takke takıyor. Önceleri üç erkek bir ana beraber semah dönerlermiş. Şimdi erkekler ayrı kadınlar ayrı dönüyor.

Post Dedesi Seçiliyor Köyde beş dede var. Dede olmak başka, Cem yürütmek başka. Cem yürütebilmek için köylünün onayını, seçimli kararını almak gerek. Her Dede cem yürütemiyor Akçaalan’da. Babadan oğla dedelik geçmez. Talipler toplanıyorlar cem yürüten dedeyi yeterli bulmuyorlarsa veya sağlık sorunu varsa değiştiriyorlar. Bunun için bir seçim yapılıyor. Dede posta köylülerin ortak kararı ile oturabiliyor; “Talipler düşünürler, konuşurlar erbab kim ise dede o seçilir.” Hüseyin Dede’nin Dedelik yapmaya nasıl başladığını konuşuyoruz; “Çok hasta olan dedeyi değiştirmeye karar verdik.” Genç yaşında eşiyle birlikte Dedelik istememiş. Talipler istemiş, vermişler. “İkrardan önce ava giderdim, düğünde oynarım, kahvede oyun oynarım dedim. Bunları yasaklamayacaksanız kabul ederim. İkrar vermek için bu şartları sürdüm. Ancak artık bunları da yapamıyorum. Post izin vermiyor. Düğün evinde içki var, içtik. Taipler de içmek ister. Talipler yüzünden içmedim. Kahve oyunlarını bıraktım. İkrar vermemişlerse bazı şeyleri yapıp yapmamakta özgürdür. Hoşgörüyle karşılar Dede.” Dede seçilince, bu sefer de Zeynel Ulusoy’dan icazet almış Hüseyin Dede. Böylelikle posta oturmuş. Daha önce köylerine, beldelerine Lütfü Ulusoy, Cafer Ulusoy, Ali Rıza Ulusoy geliyormuş. Hüseyin Dede devam ediyor; “Hacı Bektaş’tan gelecek her türlü gönderi kabulümüzdür. Bizde posta oturan Dede önemlidir. Babam benim dedemdi ancak sağlık nedeniyle azledilip ben seçilince, babam çok sevindi ve bana niyaz ediyordu.” Haydar Kerrar veya Ali el Murteza yani Dem helâliyle içiliyorsa sorun olmaz. Aşk ile içiliyorsa. Eskiden şarap, şimdi üzüm suyu veya hoşaf içiyorlar. Fadime Ana katılıyor sözlerimize; “Köyde üzümden şarap yapılırdı. Bir bakraçla Cem’e getirilirdi.” Dört gedikte (dönemde) cem yapıyorlar; Güz Birliği; Güz Birliği Cem’i çevre yerleşimlerle birlikte yapılan bir Cem. Mitolojik bir özelliği var. Ocak kurucuları, Mürşitleri Işık Ali ve kardeşi Işık Çakır’ın oklarının düştüğü ve yerleştiklerine inanılan yer. Diğerleri ise Aşure, Nevruz ve 6 Mayıs’ta yapılan cemleri. Cemleri türbe ve yatırlarda da yapıyorlar. Daha çok Kara Donlu Can Baba’da ve bazen de diğer yatırlarda yapıyorlar.

Sayı 30


SERÇEÞME

Cem’de kim önce ikrar verirse posta en yakın o oturur. İkrar verme, yaşla ilgili değildir. Verdiğin yıl ‘yaşın’ olarak değerlendiriliyor. Bazı gelenekleri konuşuyoruz. Ölüm. Ölümü ‘ayrılma’ olarak görüyorlar. Başsağlığına ise; ‘eren etme’ denir. Dâr’dan indirme geleneği uygulanıyor. Dâr’dan indirme; (ölenin) öldüğü gün yapılması (herkes toplanmışsa) daha doğru. Ancak Işık Alililer üç gün sonra yapıyorlar. İkrar veren yoksa ailede dârdan indirme yapmıyorlar. Dâr’da dikilme; ‘hakkı varsa hakkının ödenmesi, borcu varsa borcunun ödenmesi, kefil olunması.’ biçiminde gerçekleşiyor. Dede dâr’ı anlatıyor; “Dar için 2–3 metre kumaş kullanıyorlar. Dâr’a gelinir, kumaş kolun altına alınır. Dâr gelen için çağrı yapılır. Kimin alacağı vs. varsa sorulur. Borcu sorulur. Kefil varsa bunlara ‘Allah eyvallah’ der. Borcuna kefil olan ödemezse düşkün olur. Ödenmeyen borcu biz kendi aramızda çözeriz”. Hakka yürüyen için; “Gitti yoldaşlarımız. Açılmaz bahçemizde gonca gülümüz” gibi nefes okuyorlar. “Post’a kadın oturabilir mi?” diye soruyoruz. Hüseyin Dede; “Olabilir, elbette” diyor. Bilgi kimde yüksekse o posta oturur. Kadın, erkek farketmez, posta oturabilir. Kırkların 17’si kadın olduğuna göre, posta da oturabilir, Cem de yürütebilir.” Post’a geçen; post ‘kutlaması’ yapıyor ve bu Cem’de 12 hizmet yürütülüyor. Adak kurbanında, İmam Hüseyin için kesilmediğinden Sakka Suyu dağıtılmıyor. Diğer on bir hizmet görülüyor. Alevilikte çok da karşılaşılmayan bir gelenek yürütülüyor; yağmur duası. Nikah tazeleme nikahı yapılıyor cem toplantısının dışında; kırgınlıklardan, şüphe ve güvensizlik doğanlarda, cem bitiş veya başlangıcında (her Perşembe) tazeliyorlar. Dedenin eşi (Ana) Hakk’a yürüyünce Dede dedeliğini devam ettiremiyor. Yeniden evlense de dedelik yapamıyor. Dedeliği düşüyor. Nefes okunurken biri dışarıdan gelirse, dâr’a geçip bekliyor. Şah beyti okunduktan sonra oturabilir ancak. Yoksa cezalandırılıyor. Talipler ceme şapkasız giremiyor. Dede ikrar kemerini (ikrar sırasında tığlanan kurbanın yününden yapılmış) daima yanında taşıyor, geceleri yastığının altına koyuyor. Bu kadar farklı uygulamanın ardından cenneti cehennemi sorulaştırıyoruz; “Çok yaşlı bir rehberimiz vardı kalbini göstererek cennet de, cehennem de burada derdi. ‘Kalbevinden bilgilerimi satamıyorum’ derdi. Geçip gitti. Çok bilgiliydi, yeterince yararlanamadım. Pek anlamazdık gençliğimizde.”

Biraz da Politika Köyde iki Ocak beş Dede (dördü rehber) var. Köyün nüfusu 5000 civarında. Köyde oturan (kalan) 950 civarında. Akçaalan 1958’den beri Belediyelik. Kendi deyişleri ile; “Anadan babadan Adalet Partili (AP)”ler. İki aday vardı. Biri CHP’li (Alevi), diğeri AKP’li (Sünni). Köyümüze yol yapılsın diye AKP’li olan seçildi. On encümenin yedisi Alevi. Bundan önceki

Haziran 2007

Belediye Başkanı MHP kökenli, ancak bağımsızmış. Tümü Alevi beldede AKP’den Belediye Başkanı. Yakınlarındaki Şıhlar Beldesinden bahsediyorlar. Önümüzdeki seçime geçiyoruz. Geçen seçimi konuşuyorlar kendi aralarında. Encümenlerden biri; “parti konuşmayacağız.”diyor. Yani politika konuşmayalım demek istiyor. Ancak politika başladığında bir kez durulur mu hiç. Bu belediye dönemi konuşuluyor. Belediye Başkanının köye yapacağı bağış gündeme geliyor. Encümenlerden biri; “vereceğini” söylüyor. Yardımlar seçimin gerekçesi oluyor. Akçaalanlıların bir de yol sorunu varmış. Bu nedenle AKP’ye oy vermişler. Gerçekten ilginç değil mi? Çok da kötü olmayan bir yolları var aslında. Beldenin geliri de iyi. Neden cami yaptırma derneğine yardım toplayacağınıza köyünüzün yollarına öncelik vermiyorsunuz veya maliyeti yirmi bin YTL’yi geçmez gibi parayı kendi aranızda toplayamıyor musunuz diye soruyoruz. Olabilirdi diyorlar. Ancak onların sorunlarının yolları olduğu noktası çok da inandırıcı gelmiyor bize. Politika konuşmak hayatın seyrini de konuşmak oluyor. Her söze karışmıyoruz. Kimsenin ağzından laf da almıyoruz. Gerek de olmadığını biliyoruz elbette. Ortak sorunlarımız. Ortak kanıksamalarımız, ‘hassasiyetlerimiz’ yeterince ortada. Köyde iki cami var; “Sabah, öğle namazında camilere yirmi Alevi, iki Sünni gider. Köyde Kuran Kursu da var” diyorlar. Camiler; (ikinci cami 1995) buradan bir hayırseverin yardımıyla yapılmış. Minaresini de yaptırmış. Cami yaptırma derneği kurmuşlar. Aleviler (çoğunlukla) yardım ederek, ya doğrudan çalışmış, ya da para vermiş. Gerçekten büyük camiler. Bir Cemevleri de var, köyün dışında. Daha çok cami olarak tasarlanmış. Cami kubbeli ve Post için belirlenen yer kıble yönü olarak seçilmiş. O bölüm özel olarak tasarlanmış. Hüseyin Dede’ye sormuştuk daha ilk Cemevini gördüğümüzde. O da cami planı olarak hazırlandığını, tepkiler artınca biraz değiştirildiğini söylüyor bize. Ve bu camiden bozma cemevi Kara Donlu Can Baba1’nın türbesinin yanına yapılıyor.

Sizce Aleviler Takiye mi Yapıyor? “Sabah, öğle namazında camilere yirmi Alevi, iki Sünni gider.” sözünü siz de dönüp dönüp okumuşsunuzdur eminim. Sünnilerin camiye gidip gitmemelerini tartışacak değiliz burada elbette. Ancak Alevilerin kendi içinde eleştirisini de barındıran bu cümlede yer aldığı gibi neden camiye gittiklerini çok yönlü sorulaştırmaya ve cevaplamaya ihtiyacımız bulunmaktadır. Bu yerleşim yerinde “Anadan babadan Adalet Partili” olunca insan nereye oy vereceği de belli oluyor elbette. AP’nin mirasını paylaşan partilerden biri de doğal olarak AKP. Bu bölgenin sorunu tarihsel bir birikimle tartışılmalı bu nedenle. Kuran kursunun bulunması ikinci soru. Bu kursa gidenlerin ve buna bağlı olarak namaz kılanların neredeyse tamamının Alevi olması ikinci nokta. Kadınların eğitiminin önünün büyük kentlerde kapanması ile bu kurslara daha çok rağbet ediyor olabilecekleri-

ni, Aleviliği Kuran Kursları verileriyle tasarlayabileceklerini unutmamak gerek. Üstüne üstlük Ramazan’da oruç tutmak gelenekleşmiş burada. Çok uzun yıllardan beridir Alevi gençlerin Kütahya ve yakın ilçelerde ‘Süleymancı yurtlar’da kalmaları ve bu kalmanın yarattığı olağan sonuçları görmek ise fazla tartışmayı gerektirmiyor. Bütün bunlara eklenmesi gereken ise katılacağımız Cem’i kamera ile çekmemiz noktasında ortaya çıkan önemli ve değişmez bir noktanın yarattığıdır. Bunun adı korku değil ancak. Bunun adı baskıyı hissetmektir. Bunun adı hala Aleviliğin adının yaşayan üzerinde ‘sır’ olarak sürmesidir. Akçaalan’a gelemeden önce orayla ilgili çekim yapacağımızı ve bu çekimi de bir TV’de yayınlamak istediğimizi belirttiğimiz için çekinip ceme katılmak istemeyenler olduğunu diğer köylülerin ve dedenin bize söylemesi oldu. Gerekçeleri size daha ilginç gelecek. Bu gerekçe Cem’e katılmayan çoğunluğun ortak gerekçesiydi, sesiydi; “Çocuklarımız Süleymancı yurtlarda kalıyor ve okullara gidiyorlar. Bu nedenle bizi görüp de çocuklarımıza zarar verebileceklerinden, yurtlardan ve okullardan atılabileceklerinden korkuyoruz. Cem’e katılmak istemiyoruz.” Bu duruma en çok kendileri üzülmüşlerdir eminim. Bunu söylemek o kadar kolay olmasa gerek. Bunun anlaşılması dede-talip, talip-talip ilişkisinde nereye konabileceği özel bir tartışma durumudur. Biz geziye katılanlar açısından ve siz okuyanlar açısından ve alan araştırması ve Alevi siyaseti yapanlar açısından nasıl bir anlamı var ayrı bir sorundur. Karşılıklı nasıl bir diyalog dünyası kuracağız. Siz bu köyde yaşasanız ve kiminiz İzmir’den, kiminiz Kütahya’dan Dedenizin çağırdığı bir ceme icabet etseydiniz yada edemeseydiniz gerekçeleriniz bu anlamda kabul edilebilir miydi. Şimdi siz katılmayan olduğunuzda ‘düşkün mü’ olurdunuz? Şimdi siz katıldınız ancak gözleriniz diğer katılamayan dostlarınızı sorunlarını ve durumlarını bilerek nasıl bir cem sürerdiniz. Hüseyin Dede’nin kendi çabalarıyla kestiği kurbandan yediğiniz lokmayı bir kutsallık içinden geçiyor olarak mı yorardınız. Yoksa Fadime Ana’nın gözlerine sürülen hüznü bir boy da kendi gözlerinizde mi du(o)yumsardınız. Kimliğinizin sorunlarını kişiliğinizde mi arardınız? Toplumsal bir direnişin Hasankeyf’de sular altına gömülen arkeolojik park alanları gibi göreni ve susanı mı kalırdınız? Konuşamadığınız dilinizin gün gün solmasına mazeret mi arardınız?

NOT: 1 Alevilik-Bektaşilik örgütlenmesi içerisinde kurumsal olarak çeşitli makamlar (post makamları) bulunmaktadır. Bu makamlar, hizmetler on iki posttan oluşur. Birinci post Hacı Bektaş Veli’nindir. Yedinci post olan türbedar posttu Kara Donlu Can Baba’nındır On birinci post olan ayakçı postu Abdal Musa’nındır. Bu makamlar kutsal özellikler taşır.

25


SERÇEÞME

Derisi Yüzülen

Seyyid Nesimi

Gerçi bugün Nesimi’yem Haşimi’yem, Kureşi’yem Bundan uludur ayetüm Ayet-ü şana sığmazam

Lütfi Kaleli

S

EYYİD İMADEDDİN (veya İmameddin) Nesimi’nin etnik kimliği konusunda değişik yorumlar vardır. Ama kendi şiirlerindeki beyanlara bakılırsa, onun bir Türk olduğu net biçimde görülmektedir. Örneğin şu dizeleri bu bakımdan önemlidir: “Gel ey dost gel, kamu müddeinin körlüğünü Sana asan kılayım bunca bu düşvar nedir? Türk evine gelesin, hem de Nesimi olasın Bir gün ola diyesin bu cüppe ve destâr nedir?”

Günümüz Türkçe açılımıyla şöyle diyor Nesimi: “Gel ey dost! Gel, o şeriatçıların göremediklerini sana kolay anlatayım. Bunca zorluk da nedir, kolaylaştırayım onları. Gel şu Türk’ün evine, gel yanıma Nesimi gibi ol. Günün birinde bu cüppe, bu sarık da neymiş diyerek kaldırıp atacaksın.” (İ. Kaygusuz; Alevilik İnanç, Kültür, Siyaset Tarihi ve Uluları.) Şu dizelerinde de kendisinin bir Türkmen olduğunu açıkça belirtmektedir Nesimi: “Arap nutku tutulmuştur dilinden Sana kim derlerse, sen ki Türkmensin.” Başka dizelerinde de Türk olduğunu vurgulamaktadır Nesimi: “Aynın hatasız ey büt-i Çin döktü kanımı Türk-ü Hıta’dır aslına varır, hatası yok.” Burada geçen ‘Hıta / Hata’ sözcüğü, Çin’in kuzeyinde bulunan ve akıncılıkta ün salmış olan bir Türk diyarıdır. Soyunun o Türk diyarından geldiğini söyleyen Nesimi, 1345’te o dönemin sanat ve düşünce adamlarının yoğun olarak bulunduğu Şamahı kentinde dünyaya geldi. Tasavvuf eğitimi aldı ve yazdığı şiirlerde düşüncelerini özgürce ifade etmesini bildi... Yaşadığı dönemin koşullarına göre her ne denli Arapça, Farsça sözcük ağırlıklı şiirler yazsa da, Türkçe sözcükler de kullandı ve yaşadığı yer gereği Azerbaycan Türkçesini yeğledi. Örneğin; “Menim özüm Türk’tür!” tümcesindeki “men” sözcüğünü “ben” anlamında kullandı. Olgunlaşınca din, dil, ırk, mezhep ve cinsiyet ayrımına karşı çıktı. Kendisini bir ırkın, bir soyun mensubu olmaktan sıyırdı, her soydan olabileceğini şöyle söyledi: “Gerçi bugün Nesimi’yem Haşimi’yem, Kureşi’yem Bundan uludur ayetüm Ayet-ü şana sığmazam...” Sevgiyi temel alan, dünya malına önem vermeyen Nesimi, 600 yıl öncesinden şöyle seslendi: “Çalap seni nice şirin dudaklı yaratmış Ki selsebil utanır leblerin zülalinden... Çalap Nesimi’ye çün eksik eylemez bir şal Ne ailesinden umar, ne kimsenin galinden...” Günümüz Türkçe açılımıyla şöyle diyor Nesimi:

26

“Tanrı seni ne denli tatlı dudaklı yaratmış olmalı ki, bir içimlik suyu andıran dudaklarından kendi değersizliğini anlayarak perişanca utanır... Değil mi ki Tanrı, Nesimi’ye (yaşarken kuşanacağı, ölünce tabutuna örtecekleri) bir şalı esirgemez; o da yaşamında artık hiç kimseden ne atlas umar, ne de şal bekler...” Türk inancında Tanrı “Çalap”, Cennet “Uçmak”, Cehennem “Tamu”, Leb “Dudak”tır... Nesimi, bu arada Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Hurufi Naimi ile tanıştı ve bir süre onun etkisinde kaldı, müridi oldu. Kimi söyleme göre damadı da oldu. Bu süreçte gördü ki, Kuran yazımı 28 harfi Arapçadan oluşurken, Hurufiliğe göre Farsça yazımı 32 harfle oluşturulmak isteniyordu. Buradaki amaç, İslam âleminde yaygınlaşan Arapça’nın yerine Farsça’yı koymaktı... Bu konuda Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk; “Tarih Boyunca Bektaşilik” adlı yapıtında şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Fazlullah, Hurufi doktrini kurarken mukaddes harfler listesi olarak Arap ve Fars alfabelerini alıyor. Ama o, Arap alfabesinden dört harf daha fazla olan Fars alfabesine seçkin bir yer vermektedir. Bu hususları değerlendiren araştırmacılar şu noktada ittifak etmiş bulunuyorlar: Hurufilik, İran’ın Araplığa karşı bir çıkışı, bir darbesi, nihayet tipik bir üstünlük iddiasıdır. Öyle bir iddia ki, Arap Muhammet yerine İranlı Fazl’ı ve Arapça Kuran yerine Farsça Câvidan (Câvidan nüshaları için bk. Gölpınarlı; ‘Bektaşilik-Hurufilik ve Fazlullah’ın Öldürülmesine Dönüştürülen Üç Tarih’, Şarkiyat mecmuası, sayı: V, yıl: 1963’den ayrı basım) ve Arap dili yerine Farsça’yı koyarak birincilere yüklenen değerlerin daha fazlasını ikincilere layık görmektedir...” Yüzyıllar geçti aradan, 1979’da İran Şahını devirip yönetime el koyan şeriatçı mollalar, Şii şeriatını ihraç etmeye başladılar. Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlaşan Türk Devletlerinde camileşerek örgütlendiler. 1990’lı yıllarda her On Muharrem Yası Matem günlerinde zincirlerle dövünerek Kerbela şehitlerini anmalarıyla Türkiye’de de gündeme geldiler. İran’ın Kum kentindeki propaganda merkezinin desteğinde Türkiye genelinde çok kısa sürede yaptırdıkları 300 dolayındaki Caferi Camisi ile etkin konuma geldiler. O kadar ki gerek Türkiye’de, gerekse dış ülkelerde açtığı yüzlerce okulda kravatlı şeriatçı yetiştiren Fethullah Gülen’le bile “Sünni Şii Şeriat nikâhlaşması” bağlamında kaynaşıp yarış eder oldular... Fazlullah Hurufi; öbür dünyaya ve kabir azabına inanmıyor, ölenin tekrar dirileceğini saçma buluyor, şeriat tapınım ve kurallarını ise gereksiz görüyordu. Bu bağlamda sözcüklere dayanan bir gizemcilik olarak kurduğu Hurufilikle İslam şeriatına cesaretle karşı çıkıyordu... ‘İsa Allah’ın oğlu’ diyen Hıristiyanlar gibi Hurufiler de, Fazlullah’ı ‘Allah’ın oğlu’ olarak kabul edip Hurufiliği yeni bir din sayıyorlardı. Bu nedenle Fazlullah Hurufi, sayılarla uğraşıp evrenin sırlarını çözmeye çalışan ve çözdüğü-

Lütfi Kaleli

ne inanmakla hurafelere dayalı bir din olgusunun varlığını ilan ettiği gerekçesiyle sapıklıkla suçlanıp yargılandı ve 1394 yılında Nahcivan yakınındaki Alıncak beldesinde idam edildi. Fazlullah’ın idam edilmesinden sonra Hurufilik kıskaca alınınca Hurufiler, ağırlıklı olarak Anadolu’ya dağıldılar. Bunlar arasında Seyyid Neslini de vardı. Nesimi burada yaşadığı yaklaşık on yıllık süreçte çok yer gezdi; Hz. Muhammed’in Ehli-Beyt’ini (Muhammet-AliFatima-Hasan-Hüseyin’den oluşan ev halkını) tanıyan ve soyu olan On İki İmam yolunu sürdüren erenlerle tanıştı, kaynaştı. On İki İmamlar için şiirler yazdı. Bunların bir bölümünde şunları söyledi: “Onlar kim bende-i Fazlı Huda Muhibbi hanedanı Mustafa’dır Hakikat kabesidir kıblegahım İmamlar başımız Ali Murtaza’dır... Hasan’dır ol safay-ı ehl-i cennet Hüseyin şahım şehid-i Kerbela’dır Dün ü gün söylerim kalsın ibadet Hüseyin oğlu Zeynel Abidin’dir... İmam Cafer-i Sadık, Rıza, Taki Ali Asker-i, Mehdi, Musa Rıza’dır Lanet oku eşek ve domuz hırsıza Onlar ki düşman-ı Ali abadır... Teberra kılmayınca yok tevella Teberrasız tevellalar hatadır Tevella kıl ey miskin Nesimi Tevalla kılmayanlara beladır...” (Teberra: Ehli-Beyt’i sevmemek. Tevella: Ehli-Beyt’i sevmek anlamındadır.) Bir Ehli-Beyt seveni olan Nesimi, harfleri değil ilahi aşkı esas aldı ve herhangi bir dinin ya da şeriatçı bir mezhebin buyruğunda yaşamak istemez oldu... O, bir şair duyarlığıyla bildiği gerçekleri özgürce ifade etmeyi yeğledi. Derin bilgisi ve içsel sezgisiyle din kitaplarının, özellikle Kuran’ın Bâtıni yönüyle ilgilendi ve mistisizme önem verdi. Bu nedenle de “EnelHak” (Tanrı Benim) dediği için şeriatçılar tarafından 922’de acımasız biçimde katledilen Hallacı Mansur’un “Vahdet-i Vücut” (Varlığın Birliği) yani (Tanrı-İnsan-Evren birlikteliği) felsefesini özümleyerek, onun gibi Tanrı ile bütünleşiverdi. “Bil-Bul-Ol” üçlemesinin insandaki sırrına erip huzur buldu ve bildi ki; insanın kaşı, kirpiği, zülüfleri Ümmül-Kitap’tır. Yani insanın yüzü yazılı kitap olan Kuran’dır. Tanrı’nın sureti kâmil/olgun insanda tecelli ettiğinden dolayı insan, Kıble’dir, Rahman’dır, Rahim’dir, Kelâmullah’tır.

Sayı 30


SERÇEÞME “Hem sedefim, hem inciyim, hem de sırat esenciyim Can ile hem cihan benim, dünya ile hem zaman benim Zerre benim, güneş benim, dört ile beş ve altı benim Sureti gör beyan ile çünkü ben bu beyana sığmazım. Burada görülen dört rakamındaki “hava, güneş, su ve toprak” varlığı, insanın ve evrenin yaratılışında önemli rol oynayan etmenlerdir. Bunların varlığını kendisinde toplayan Seyyid Nesimi, “Enel-Hak” felsefesini şu dizeleriyle en güzel biçimde yansıtmaktadır: “Bende sığar iki cihan Ben bu cihana sığmazım Gevher-i âlâ mekân benim Kevn-ü mekâna sığmazım Kevn-ü mekândır ayetim Zata gider hidayetim Sen bu nişan ile beni Bil ki nişana sığmazım Can ile hem cihan benim Dünya ile hem zaman benim Gör bu latifeyi ki ben Dünya zamana sığmazım...” Bu dizelerde Nesimi’nin, Yunus Emre’nin şu sözlerinden etkilendiğini görmekteyiz: “Evvel benim, ahır benim Canlara can olan benim Azıp yolda kalmışlara Hazır derman olan benim... Çark benim hükmümdedir Mülk benim elimdedir Her kanda ben oturmuşum Yakan benim, yanan benim... Yusuf ile çarka inen Teraziye altın vuran Kafesini basa duran Mısır’a ıssı Sultan benim...” Nesimi de aynı kulvarda koşmaktadır: “Gâh çıkmışım İsa gibi çark üstüne oturmuşum Gâh varmışım Yusuf gibi ol Mısır’a Sultan olmuşum...” “Cümle Haktır her kim mevcut imiş Hakk’a sacid, Hakk’a Hak nescud imiş Çün iki Âlemde bir mabud imiş Secdeden başın çeken merdud imiş…” *** “Her nereye kim baktın ise, onda sen Allah’ı gör Kancaru kim azm kılsan ‘seme vechullah’ı gör...” *** “Ey gönül Hak sendedir, Hak sendedir Söyle Hakk’ı kim Enel-Hak sendedir Hakk-ı mutlak zat-ı mutlak sendedir Musafın hattı muhakkak sendedir...” Çağımızın ünlü halk ozanı Âşık Daimi de Nesimi gibi sesleniyor cihana:

Tevrat’ı yazabilirim İncil’i düzebilirim Kuran’ı sezebilirim Madem ki ben bir insanım... Daimi’yim harap benim Ayaklarda turap benim Aşk ehline şarap benim Madem ki ben bir insanım...” Yine çağımız halk ozanlarından ünlü Âşık Feyzullah Çınar da şöyle diyor: “Yezit oğlu dinle beni Allah benim, ben Allah’ım Gönlümdedir onun yeri Allah benim, ben Allah’ım... Anlamadan bana kızma Ölmeden mezarım kazma Allah’ı bulmaya gezme Allah benim, ben Allah’ım... Secde yalnız Allah’adır Çünkü her şeye O kadir Feyzullah’ın ismi odur Allah benim, ben Allah’ım...” Tanrı varlığının görünüş alanına çıkışını “Enel-Hak” söylemiyle dillendiren Hallacı Mansur’u sadece Seyyid Nesimi değil, İslam mutasavvıflarından Ahmet Yesevi, Farabi, Gazali, İbni Sina, İbni Rüşt başta olmak üzere Muhiddin Arabi, Mirsi, Zununi Hakim, Senai, Mevlana Celalettin Rumi ve diğerleri de dillendirmişlerdir. Ne var ki bunlar, söylem tarzlarıyla şeriatçı kesimin tepkisini fazla almamışlardır. Bu görüş, MS 260’lı yıllarda “Trapos Öğretisi” olarak da bilinen “Yeni Eflatunculuk” felsefesinde; aklın, bedenin ve cevherin üstünde bir Tanrı varlığının olduğunu savunan ve buna “Yüce Başlangıç” diyen İskenderiyeli düşünür Pilatinos (230–270)’un düşüncelerinde de görülmektedir. Seyyid Nesimi, kendisine yönelik tepkilere aldırış etmez ve onlara şöyle yanıt verir: “Ben yitirdim ben ararım, yar benimdir kime ne Gâh giderim öz bağıma, gül dererim kime ne... Gâh giderim medreseye, ders okurum Hakk için Gâh giderim meyhaneye, dem çekerim kime ne... Softalar haram demişler, bu aşkın şarabına Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne... Ben melamet hırkasını kendim giydim yeğnime Âr-ü namus şişesini taşa çaldım kime ne... Sofular secde ederler, mescidin mihrabına Yâr eşiği secdegâhım, yüz sürerim kime ne... Gâh çıkarım gökyüzüne, hükmederim cihana Gâh inerim yeryüzüne, yâr severim kime ne...

Seyyid Nesimi Anadolu’da yaşadığı süreçte toplumun bir kesiminden büyük kabul gördü. Ne var ki, 1399 yılında Anadolu’ya gelen Timur, Osmanlı’ya bağlı bazı beylikleri kendisine bağlayınca, Padişah I. Bayezid ile 28 Temmuz 1402 günü Ankara’nın Çubuk ovasında kapıştı. Bu savaşta Yıldırım Bayezid yenilip tutsak düştü. Nesimi de aynı yıl Anadolu’yu terk edip Halep’e geçti... Ancak burada kendisini kötü bir talih bekliyordu. Şiirlerinden rahatsız olanlar onun ölümüne çoktan ferman çıkartmışlardı. Halep hükümdarının emriyle zindana atılan ve Mısır Sultanı El-Müeyyed’in buyruğu ile de derisi yüzülerek katledilen Nesimi, ibreti alem için tam yedi gün Halep caddelerinde gezdirildi... Seyyid Nesimi’nin doğum ve ölüm tarihlerinde ortak bir yıl yoktur. Kimi tarihçiler onun 1345’te, kimileri de 1369’da Şamahı’da doğduğunu; ölüm tarihinin ise 1402 veya 1417 ile 1418, ya da 1433 olduğunu söylüyorlar... 1345 doğum, 1433 ölüm tarihleri dikkate alınınca Nesimi’nin 88 yıl yaşadığı; 1369 doğum, 1402 ölüm tarihleri dikkate alınınca da 33 yıl yaşadığı görülmektedir... Nesimi’nin katledilişiyle ilgili bir söylence şöyledir: “Bir gün Halep kentinde genç bir Hurufi, Nesimi’nin şiirlerini yüksek sesle okuyormuş: “Ey gönül, Mansur Enel-Hak söyledi Hak idi, Hak dedi ve Hak söyledi.” Genci hemen hapse atmışlar. O, bu şiirleri kendisinin yazdığını söylemiş. Din ulemalarının fetvasıyla darağacında asılmaya mahkûm olmuş. Olaydan haberdar olan Nesimi, cezanın uygulanacağı alana gelip, o şiirlerin kendisine ait olduğunu ve onlar gibi daha yüzlerce şiirinin bulunduğunu söylemiş. Onun, Hurufiliğin mürşidi olduğunu anlayan ulemalar, hemen Nesimi’nin derisinin diri-diri yüzülmesine fetva vermişler. Ve ceza infaz edilmiş... Derisi yüzülürken kan kaybeden Nesimi’nin sarardığını gören ulemalar, alaycı bir ifadeyle; “Hani sen Hak idin. Neden benzin sarardı?” demişler. Nesimi de onlara şu yanıtı vermiş: “Ben edediyyet ufuklarından doğan bir aşk güneşiyim. Güneş batarken sararır elbet...” Bir başka söylenceye göre de, Nesimi’nin ölümüne fetva veren ulemadan biri şöyle demiş: “Bu zat öylesine melun birisidir ki, onun kanı nereye değse, orayı kesip atmak gerek…” İşe bakın ki, derisi yüzülen Nesimi’nin bedeninden fışkıran kanın bir damlası bu fetvacının parmağına değer. Yanında bulunanlar, hemen o parmağını kesmesini isterler. Arsız ulema şöyle der: “Ben bunu söz gelişi söyledim!..” Bunun üzerine al kanlar içinde kalan Nesimi, o ulemaya şöyle yanıt verir:

“Kâinatın aynasıyım Madem ki ben bir insanım Hakk’ın varlık deryasıyım Madem ki ben bir insanım...

Kelp softa böyle diyormuş, güzel sevmek pek günah Ben severim sevdiğimi, günah benim kime ne...”

“Zahidin bir parmağını kessen dönüp Hak’tan kaçar Gör bu gerçek aşığı, derisin soyarlar da ağlamaz...”

İnsan Hak’ta, Hak insanda Arıyorsan bak insanda Bir eksiklik yok insanda Madem ki ben bir insanım...

Abdulbaki Gölpınarlı, 1953’te “Ululi, Ruhi” üzerine yazdığı bir yazıda Nesimi’nin bu açık yürekliliğine değindiği için dönemin bağnazlarından tepki almıştı.

Yine bir söylenceye göre derisi yüzülen Sey yid Nesimi, hemen o an bedeninden ayrılan derisini alıp post gibi sırtına geçirerek

Haziran 2007

(Devamı 28. Sayfada)

27


SERÇEÞME (Baştarafı 27. Sayfada)

ALEVİLER CEMEVLERİNİN İBADETHANE OLARAK TANIMLANMASINA İZİN VERMEZ

Derisi Yüzülen Seyyid Nesimi

Cem Evleri, Laiklik ve Demokrasi

Halep kentinin, bir söyleme göre 7, bir başka söyleme göre 12 kapısından aynı anda çıkarak görenleri hayrete düşürmüştür. Bu söylencede Nesimi’nin ölmediği; onu sevenlerin her zaman onu yaşatacakları vurgulanmak istenmiştir. Ki bu görüş gerçekleşmiştir. Deyişleriyle Anadolu kültüründe önemli bir yer edinen Nesimi, şiir ve gazellerini “Nesimi Divanı”nda topladı. Bu özellikleriyle AleviBektaşi toplumunun değer verip baş tacı yaptığı Yedi Ulu Ozan arasına girdi. Bunlar sırasıyla şunlar oldu: Seyyid Nesimi, Şah Hatayi, Fuzuli, Yemini, Viranı, Pir Sultan Abdal ve Kul Himmet... Sadece ulu ozan olarak anılıp kalmadı, Cem törenlerinde onun için “Nesimi Darı” da yaratıldı. İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda dar makamları şöyle sıralanmaktadır: Birinci dar, Mansur Darı’dır. Bu dar, Hak yolunda asılan Hallacı Mansur’dan kalmadır. Bu dara duran canlar, Pir önünde elleri kolları salınmış olarak dururlar. İkinci dar, Fazlı Darı’dır. Fazlı Dam, göğsüne bıçak saplanarak yüzüstü bırakılan Hz. Fazlı’nın anısından kaynaklanır ve Cemde ‘Aşk ola’ denildiğinde görevlinin yüzüstü kapanması biçimindedir. Bunun anlamı, Fazlı gibi bıçak yüreğimde demektir. Üçüncü dar, Nesimi Darı’dır. Bu dar ise, derisi yüzülen Nesimi’nin anısı içindir. Görevli Fazlı Darı’ndan doğrulup oturduğu zaman Nesi mi Darı’na durur. Bu darın anlamı, ‘Nesimi gibi Hak yolunda postumu yüzdürdüm’ demektir. Dördüncü dar, Fatma Darı’dır. Bu dar, Hz. Hüseyin’i de anıştırır. Bir gün Hasan ile Hüseyin, evliyalar sultanı Hz. Ali’nin yanında oturuyorlardı. Hz. Ali onlardan bir su istedi. Hz. Hüseyin çabuk davranıp suyu getirmek için fırladı. İşte bu sırada sol ayağının başparmağını taşa vurdu. Parmağı kanamaya başladı. Hz. Ali’ye suyu verirken parmağının kanamasından utandı. Babası görmesin diye sağ ayağının başparmağını sol ayağının başparmağına kapattı. Anası onu kucaklayıp bağrına bastı. İşte Fatma Darı bu olayın anısına yapılmaktadır. Fatma Darı’na duran can, Pir karşısında sağ ayağının başparmağını sol ayağının başparmağı üstüne kor ve Fatma Ana’nın evlat sevgisini yüreğinde duyar.”

Levent Ümit Arslan

A

LEVİLİĞİN Alevi kuruluşları-örgütleri, kişileri dışındakilerce tartışılmasına yönelen Alevi örgütlerinin tepkileri doğru anlaşılmalıdır. İlk bakışta, İslam’ın Müslüman olmayanlarca tartışılmasına verilen tepkilerden daha farklı olduğu düşünülebilir. Farklıdır da. Daha şiddetlidir de. Farklılığı, şiddeti ve şiddetinin niteliği ayrı değerlendirilmelidir. Ancak tepkinin içeriği, İslami nitelikleri ağır basan rejimlerin, Batı çıkışlı bir organizasyon olduğunu düşündüğü Ilımlı İslam’a yönelik tepkileri ile aynı kaynaktan beslenmektedir. Konuyla ilgisi anlaşılamayan veya bazı emelleri olduğundan şüphelenilen kurum, kuruluş ve kimselerin, kutsal değerleri kendi çıkarlarına endeksleme girişimi olarak algılanmaktadır.

Kapalı Toplum Dinamikleri Bu tür tepkiler kapalı topluluk dinamiklerinin doğal sonucudur ve her dönem ve coğrafyada her inanç ve düşüncede görülmüştür. Anlaşılan özellikle kapalı topluluklarda, kapanmaya neden olan etkilerin dışardan olması, düşünce ve inançlarından önce dış seslere duyarlılığı arttırmıştır. Doğrusu bu beşeri tutum alış, kimin işini zorlaştırır kimin işini kolaylaştırır, bilinmez: bir açıdan gelişmenin önü bu sayede de açılacağı, bir başka açıdan kapanacağı düşünülebilir. Gelişme ise elbette tartışmalı bir konudur. Her muhafazakârım diyen, her an muhafazakâr olmayacağı gibi her reformcu da her reforma “evet” deyemeyebilir. Fakat bu bir şeyi değiştirmez. Gelişmenin önü bir kez açılınca birilerinin kendini nasıl tanımladığı ile değil, gelişmenin görünmez-hemen fark edilemez dinamikleri ile yol alır. Statükonun kurulması, devamı esnasında “yüzeysel” çelişkiler umursanmamıştır ancak gelişme, insanları daha kökten çelişkiler ile yüz yüze bırakır. Hızlı, anlamlı ve tutarlı yanıtlar vermelisiniz. Yoksa statükonun olduğu gibi, kendi ağırlığınızın da altında kalırsınız. Mevcut toplumsal piramidin en tepesinde yer alanların doğası, bütün güçleri ile değişmeye direnmektir. Şekil’i, Özün yerine ikame etmektir. Değişmiş gibi görünmek tatmin edici ise, değişmeleri için bir nedenleri olmaz ve genellikle değişmiş gibi olmaları ile sonun başlangıcına gelinir. Değişim başlar. Fakat statükodan değişimi özsel bir nitelikle hayata geçirmesi beklenemez çünkü özsel değişimin doğru bir yolda ilerlediğini gördükleri an direneceklerdir.

Mağdurların Statükosu

LÜTFİ KALELİ

İslam’da Kadınlar Haziran 2005 ISBN: 975-335-051-1 15 x 23 boyutunda, 205 sayfa Tel: 0212 519 56 35 - www.alevyayinlari.com

28

Belki neden biz yapmadık diye içten içe hayıflananlar “bu işin bu derece kolay olduğunu bilseydik!” diye de düşünecekler de çıkar aralarından. Ancak onlar, statüko halkası içine sığınmış “mağdurlardır”. Eğer bu “mağdurlar” bir an olsun oturdukları yerin kendilerine hısımlarınca tahsis edilmiş bir yer değil, halkın emaneti olduğunu anlayabilseydiler belki de onlara “mağdur” diyemezdik. Ancak statükonun ana çelişkisi de budur. Bir görünür, bir görünmez hiyerarşi vardır. Bu deyme “yiğitler” bu görünmez hiyerarşinin çocuklarıdır. Onlar

sözde değil, özde statükocudur. Her yerde bulunabilmeleri mağduriyetlerinin sonucudur. Mağdur edildikleri için biat ederler. Sadece biat edenler demokrasiden korkar. Sadece “saygınlıklarını” zora dayamış olanlar değişimden, demok rasiden ürker. Sadece sözde devletçiler halkın öz tercihlerinden ürker. Tehlikeli bir söz ettiğimin farkındayım: Hatırlarsanız Genelkurmay Başkanı “sözde değil, özde bağlılık” istemişti. Bu söz de tarihe geçmiştir, emin olabilirsiniz. Öte yandan üzerine yapılacak yorumların koşullara göre değişeceğine de emin olabilirsiniz. Malum, Süleyman Demirel’in “Yollar yürüyerek aşınmaz” sözünü yürüme sporunun devlet kontrolünden çıktığı dönemde “yanlış” anlamıştık. Şimdi ise, “Keşke 1 Mayıs meydanını yürüyerek aşındıramayacağımızı bilen bir Başbakanımız olsa” diye dövünenler bile var. Oysa “el elin eşeğini türkü çağırarak arar”, AKP demok rasi, Asker Cumhuriyet türküsü söylüyor. Eşeği kaybolan biziz. Şimdilerde, özde bağlılığın sebep olduğu bağımlılık, toplumun kapalı halkalarında (Aleviler örgütleri de dahil) statükoculuğu beslemektedir. Dahası, bağlılık, kurumsallaştıkça ete kemiğe büründürmektedir. Ancak kurumların karakterinin cemaatlerden farkı henüz öne çıkmış değildir. Salt izinli olmaları ve cemaat olmadıklarını iddia etmeleri cemaat olmadıklarını düşünmeye yetmektedir. Sorun öz ve biçim arasındaki tutarlı ilişki ise, sadece kurumsallaşmanın çağdaş, örgütlü bir toplumun habercisi olduğunu iddia etmek mümkün olmaması gerekirdi. Oysa oldu, olmaktadır, olması için tüm kurumsal aktörler ellerinden geleni yaptı, halen yapmaktadır.

Vesayet, Demokrasi, Selamet İçinden geçtiğimiz tüm “olağanüstü durumlara” karşı, kurum, taktik ve stratejik bütünlüklü niteliği ile toplumsal sorunların “çözümüne” katılımın tek yolu oldukça, görece bağımsız kişi ve oluşumlar, en yakın en güçlü kurumsallaşabilmiş güce katılmaya eğilim gösterecekti, öyle oldu. Elbette bu kurumlar dün olduğu gibi bugün de, izin verilen niteliklere uygun kurumlar olduğundan bir anlamda kuralları olan bir demokratik atmosfere doğru yol aldığımız da varsayıldı, halen varsayılıyor. Demokrasi üzerindeki vesayet kaldığı sürece, bunların sadece varsayım olacağı henüz anlaşılamadı. Belki istenen de odur: Vesayet altında olunduğu hissi, vesayetin kendisi olarak, farklılıkları o farklılığın en yakın olduğu en büyük kazanda kaynatarak rejimi “selamete” çıkaracaktır. İzinli kurumların verilen izne bağlılığı ile özsel bağlılığı arasındaki ilişkiyi, siyaset konusu haline getiren bu yeni durumun, batı tipi bir demokrasi de, onun habercisi de olmadığı açıktır. Bu yeni duruma komşusunun sırtını sıvazlayan babaya eve döndüğünde dümdüz gitme hakkı veren bir kurumsallaşma veya tebdili kıyafet cemaatleşme demek daha doğru olur. Aleviler de dâhil, “Kurumsal eşgüdüm, taktik ve strateji” denilen meşru tanımlar ile çıkılan yolda, bütün “özde bağlıların” toslayacağı duvar budur.

Sayı 30


SERÇEÞME

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Bu eklektizmden haz etmeyenlerin, ardını bir yere dayamak zorunda olmadan açıkça tartışabilmek isteyenlerin, özde bağlılığa ilişkin başka referansları yoksa toplum bütünüyle cemaatleşmeye hizmet için yola koyulmuş demektir. Üstelik bu yolda sert adımlarla yürüyen bazı cemaatler bile iddia etmektedir ki; cemaatleşme olmasın!

Demokrasinin olmadığı Alevilik, bazı “Alevilerin” icadıdır ki, bu icat bu gölde maya tutacak gibi değildir. Belki de bu nedenle tehlikede olan Cumhuriyet, Atatürk’ün Cumhuriyet’i diye adlandırılmaktadır.

Makûs Talih

Öte yandan Alevi örgütleri ise nerdeyse bir bütün olarak ve üstelik laikliğe güvenerek, Cemevlerinin ne olduğunu başkalarına kabul ettirmeye çalışmaktadır. Bu iki tutumun paralellik taşıdığını, “özde” bağlılığa ilişkin güçlü mesajlar içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü inandırmakta zorluk çektikleri bir şekilde; demokrasi yanlısılar ve Cemevleri ibadethanedir diyorlar. Cem evleri ibadethane ise Alevi topluluğu da ibadetini cem evlerinde yapıyor olsa gerek. Oysa böyle değildir ve bu söz bu nedenle büyük bir aldatmacadır. Aleviler sadece cemevlerinde toplanmaktadır. Cemevleri Alevilerin kendilerini güvende hissettikleri bir mekândır ve camilere gitmeme nedenleri diye anlatılan tüm öyküler hurafedir. Camilere gitmemelerinin tek nedeni, camilerin Arap gelenekleri kuşatması altında olmasıdır. Oysa Alevi örgütlerinin, cemevleri ibadethanedir söylemi üzerinde yol alması her geçen gün daha az inandırıcılık içeren sözler söylemelerine neden olmakta; şimdi sıra dedeliğe gelmiş görünmektedir. Bu mevcut durum, Alevi halkını, üstelik modernlik adına, yine statükocuların hizmetine sokmaktadır. Bazıları, Alevi halkının, cemevlerinin yüzlerce yıllık baskının sonucu olduğunu bilmediklerini düşünüyor olabilirler. Onları içe kapanmaya iten ve cemevlerine yönelten gerici, demokrasi yoksunu, statükocu İslami bir anlayış olduğunu da unuttuklarını zannedebilirler. Tez elden gerçeğin elinden tutmak için çaba göstermeliler. Alevi örgütlerinden, İslam’ın yeni ibadethanelere değil, ona inananların, tıpkı Cumhuriyetçiler gibi demokrasiyi anlamaya ihtiyacı olduğunu unutmamalarını bekleyeceğimiz bir aşamadayız çünkü.

Ne ki, bu ülkenin bazı insanları devlet hakkında böyle abartılı bir yanılgı içinde olduğu sürece bu makûs talihi yenmek oldukça güçtür. Onların bu yanılgısı askerin davranışlarının da anasıdır. Asker de böylece, memleketi cemaatleşmeden uzak tutmak üzere davranırken, kendi cemaatçi geleneği ile hesaplaşmamaktadır. Oysa devlet, zorun bir uzantısı olarak belirdiğinde, bu ülkenin suya sabuna dokunmayanları, ellerini yıkamalıdır. Devleti yukarıda bir mertebe olarak algılayanlar, otoriteden başka hiçbir şeyin onları “çağdaş bir toplum” haline getiremeyeceği de itiraf etmiş olmaktadır. Onların devleti, dar kafalılıklarının doğal uzantısı olan devlettir. Bu zihniyet dünyasında özeleştiri bilinmez, ikna yoktur ve eleştirildiğinde ölebilecek epey bir insan vardır. 12 Eylül Anayasasının mimarı bir kurumun, 12 Eylülden beri, Atatürk ilke ve inkılâplarına vurgu yerine, neden Anayasayı öne çıkarmadığını anlamak ise güçtür. Eğer Atatürk ilke ve inkılâplarının korunması için yapılmış bir Anayasada Atatürk ilke ve inkılâplarını koruyacak “zeka” yoksa bu vurgular anlaşılabilir. Bu ise ordunun 12 Eylül’le hesaplaşmasını zorunlu kılar. Oysa görünürde hesaplaşılan 12 Eylül değil, demokrasidir. Bu nedenle, cemaat tipi sivil kuruluşların askere yaptığı çağrılar, keza zemin bulursa hemen ardından orduya yapacağı en zekice “sivil” tavsiye, bu defa budamakla yetinmemek olacağını kestirmek güç değil. Bu ise 12 Eylül’den daha tehlikeli bir durumun habercisidir.

Devletin Dediği Özde Devlet şöyle diyor; “devlet ve millet bölünmez bir bütündür. Devlet laik, demokratik sosyal hukuk devletidir.” Oysa cümle, yaşam bulduğu an, tersine dönüyor. Çünkü cümlenin içinde demokrasi var. Demokrasi doğal olarak “Bölünmez bütünlük nedir?”, “Laiklik nedir, Diyanet ve zorunlu din dersi ile laikliğin ilişkisi nedir?”, “Sosyal Hukuk Devletinde bir davanın yirmi yıl sürmesinin anlamı nedir?” gibi soruları da, çözüm önerilerini de içinde barındırmak zorunda. İşte bu ahval ve şerait içinde konumuza dönersek; Bazı Alevi örgütlerinin AKP’ye tepkilerinin şiddeti ve şiddetinin niteliği demokrasi üzerinden incelendiğinde tepki, askerin antidemokratik çıkışı ile paralellik arayışını sıkılmadan göstermesine rağmen, şiddeti özendiren bir başka yönü yoktur. İster muhafazakâr ister reformcu olsun geniş bir Alevi çoğunluğu, inançları gereği şiddeti veya İslami dille tanımlarsak, cihadı; çözüm olarak görmekten uzak olduğundan bu duruşu sergileyenlerin siyasi amacını kavramak zor değildir, ancak kabullenmek zordur.

Haziran 2007

Cemevleri İbadethane Değildir

Cemevi Bilim-Kültür Evi Olmalıdır Alevilerin, azınlık olarak tanımlanmaya nasıl müsaade etmedi ise, Cemevlerinin ibadethane veya dergâh-tarikat merkezi olarak tanımlanmasına da izin vermeyeceğini, Alevi örgütlerinin kavraması gerekir. Ya da bir grup kimsenin Alevi halkı üzerinde Alevilik iddiası ile yeni bir statüko oluşturmasına izin vermeyeceğini bilmesi gerekir. İkisi de aynı yere çıkar. Cemevleri, Aleviler için bilim ve kültür dernekleri olarak yeterince anlamlıdır. Alevilerin gelişmeleri izlediğini ve yaşadığı coğrafyanın asli unsuru olmaktan çıkartacak her türlü girişimi boşa çıkaracağını bilmek için sadece Alevi olmanın yettiğini unutmamak gerek. Biliyorum, bu koşullarda kimseyle Atatürkçülük yarışına girilmez. Ancak Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler ülkesi olamaz” demedi; “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, dedeler ülkesi olamaz” dedi. Hatırlatırım.

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın ................... +49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ..................... +49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik .................... +33.6.82 07 67 16 Evry Erdal Bulut ................................ +33.6.12 65 20 50 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ........ +31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören ............... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ...... +44.7768 220 762 İsviçre: Basel İbrahim Bakır .................. +41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Haydar Dede ..............0342.250 64 77 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven ..........................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ......................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü .........................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ......................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu...............................0543.682 38 99 Urfa: Merkez Hakan Güleç ..........................0542.569 11 26 Akpınar Cafer Özel ................................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..... 0532.740 42 50

29


SERÇEÞME

BASINA VE KAMUOYUNA

Seçimler ve Alevi Kökenli Adaylar Murat Kantekin Şah İsmail Hatayi İnanç Derneği Başkanı, 28 Mayıs 2007

22

TEMMUZ günü yapılacak olan Genel Seçimlerde her yurttaş gibi Aleviler de çeşitli siyasi partilerden aday oldular. Kendi siyasal düşüncelerine yakın olan partileri seçen Aleviler olduğu gibi Alevi kamuoyunun yakından tanıdığı kimi isimler de milletvekilliği için başvuruda bulundular. Bu başvuruları ve demokratik işleyiş içindeki adımları saygıyla karşılıyoruz. Mustafa Kemal’in 1923 yılında kurduğu laik, demokratik cumhuriyet, içerisinde bulunan farklı din, mezhep, ırk, kültür bileşenlerini de kapsayarak yasama organı olan TBMM’yi şekillendirmelidir. Bu bağlam da yetmiş milyonluk nüfus içerisinde sayıları 25–30 milyon arası olduğu varsayılan Aleviler de Meclis’te daha çok sayıda temsil edilmelidir. Alevi inancını laik sistem içerisinde savunacak daha da çok canımız meclise girmelidir. Geçmişte kimi hükümetlerde bakanlık görevi alan Alevilerin artık Başbakan, Cumhurbaşkanı gibi en yüksek mevkilerde de olması en büyük temennimizdir. Ne var ki, bireysel başvuruda bulunan Aleviler olduğu gibi kimi Alevi kurumlarının yönetsel organlarında yer alan kişiler de başvuru da bulundular. Geçmişte çeşitli siyasi par tilerin içerisinde yer alan bu kişiler bu gün Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin çatısı altına sığınma çabası içindeler. CHP’nin tarihinde ilk defa baraj altında kaldığı 1999 seçimlerinde Alevi köylerini dolaşarak CHP’yi sol dışı niteleyen bu kişiler bugün bir anda Kemalist kesildiler. 1999 seçimlerinde Barış Par tisi macerasını deneyerek Alevi oylarını CHP’den çekmeye çalışarak CHP’yi barajın altında bırakma noktasına taşıyan bu insanların bu denli hızlı dönüşümleri de dikkat çekicidir. Alevi kökenli olan milletvekili adayları içerisindeki Necdet Saraç, Necati Şahin, Hıdır Temel gibi isimler ise Alevi örgütlülüğünün bileşenlerinden gelmekteler. İlk başta bu isimler kurumsallaşmış Aleviliğin temsilcileri gibi dursalar da işin aslı öyle değil. Bu isimler Almanya Alevi Federasyonu’nda yöneticilik yapan kişiler. Türkiye’de ki Alevi kurumsallaşmasının en etkin iki yapısından biri olan Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ile yönetsel bir bağları yok. Zaten ABF 25 Mayıs günü yaptığı kamuoyu açıklamasında bu başvuruların kendi kurumlarını bağlamadığını, bireysel başvurular olduğunu ifade etti. Dolaysıyla bu isimlerin Türkiye’deki Alevilerin temsilcisiymiş gibi seçmene ve topluma lanse edilmeleri doğru değildir. Bu gerçeği ABF’de belirtmiş ve açıklamasında “ABF kurumsal olarak bu güne kadar hiçbir milletvekili adayı göstermemiştir. Milletvekili aday adaylık başvuruları tamamen bireyseldir.” diyerek bu isimlerin örgütlü Alevilerin temsilcileri oldukları savını reddetmiştir. Dolayısıyla bu isimler ne Türkiye’deki 2 büyük Alevi örgütü olan Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ile Alevi Vakıfları Federasyonu’nun (AVF) ne de bağımsız Alevi kuruluşları olan diğer dergâh, vakıf ve derneklerin temsilcileridir. Bu isimler Alevi kökenli canlarımız olmakla birlikte yurt dışındaki Almanya Alevi Federasyonu’nun örgütsel temsilcileri konu-

30

mundadırlar. Bu canlarımız yurtsever, ilerici, demokrat kişiler olmakla birlikte eğer Mustafa Kemal İlke ve Devrimlerini savunan Kemalist yüreklerse de CHP sıralarında yer alabilirler. Tıpkı Alevi kimliklerini ön planda tutmadan, laiklik ilkesi içerisinde adaylık başvurusu yapan diğer CHP’li Kemalist Aleviler gibi. Ayrıca bir başka gerçekte herhangi bir adayın ABF desteği ile aday olduğunu ileri sürebilmesi için Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin kısmen de olsa desteğini alması durumudur. Çünkü PSAKD Türkiye’de Alevi örgütlülüğünde çok önemli bir noktada durmaktadır. Yurt genelinde birçok ile dağılmış 46 adet şubesi olan bu dernek önemli bir Alevi kitlesini temsil eder durumdadır. Yine PSAKD ABF’nin delegelerinin birçoğuna da sahiptir. Tıpkı Hacı Bektaş Dernekleri gibi. CHP’den adaylık başvurusu yapan bu isimlere PSAKD’nin muhalefet ettiği ve onların adaylıklarını desteklemediği de Alevi kamuoyunca yakından bilinmektedir. Peki, PSAKD neden bu isimlere muhaliftir? 2006 Kasım’ında yapılan ABF Kongresi hatırlanacak olursa kongreye davetli olarak katılan Almanya Alevi Federasyonu Başkanı Turgut Öker’in dönemin ABF Genel Başkanı olan ve Atatürkçü kimliği ile tanınan Doç. Dr. Atilla Erden’le ilgili olarak “Devletin Adamı, Genelkurmay’ın adamı, Aslen Sünni” tarzında ithamlarda bulunduğu bilinmektedir. Keza aynı ithamlar, PSAKD içerisinden gelen ve ABF Genel Sekreterliği yapan Av. Fevzi Gümüş ve Kelime Ata için de yapılmıştır. Kongreyi de Genelkurmayın adamı olmakla itham edilen ve PSAKD’nin desteklediği Doç Dr. Atilla Erden kaybetmiş, Turgut Öker ve yandaşlarının desteklediği Sn. Selahattin Özel kazanmıştı. Dolayısıyla PSAKD’nin, Almanya tarafından aday gösterilen kişilere destek vermeyeceği ve bu isimlerin örgütlü Alevileri temsil edemeyeceği çok açıktır. Keza yukarıda da değinildiği gibi ABF’de bu adayların kendi adayları olmadığını belirtmektedir. Yine Alevi örgütlülüğünün en güçlü yapılarından biri olan Alevi Vakıfları Federasyonu’nun bileşeni Cem Vakfı da bu isimlere destek vermemektedir. Aleviliğin inançsal yönünü baz alarak kurumsallaşan ve dergâh merkezli bir örgütlenme olan Hace Bektaş Dergâhı, Karaca Ahmet Dergâhı, Şahkulu Dergâhı, Şah İsmail Hatayi İnanç Derneği, Hubyar Vakfı gibi kuruluşlar da bu adayları desteklememektedir. Bu manzaralar çok açık göstermektedir ki bu adaylıklar kurumsal değil bireyseldir. İsimler üzerinde durmak gerekirse de; dergi sorumluluğunu Sn. Necdet Saraç’ın, kültür sanat sorumluluğunu Sn. Necati Şahin’in, başkan yardımcılığını da Sn. Hıdır Temel’in yaptığı Almanya Alevi Federasyonu’nun yayın organı olan “Alevilerin Sesi” dergisinin Temmuz 2005 sayısında Federasyon Başkanı sıfatı ile Sn. Turgut Öker’in Sivas Katliamı’nın yıldönümü nedeniyle yaptığı bir konuşma yer almıştı. Bu konuşma da Sn. Öker’in, “Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Baykal’ın, büyükelçinin Sivas’a gelmeyişlerini ikiyüzlülük, riyakârlık olarak ifade etmek yetersiz kalıyor. Bu davranışları resmen bir alçaklıktır, alçakça davra-

nıştır”(1) dediğini yazmakta idi. İki yıl öncesinde böyle düşünenlerin bugün CHP Genel Başkanı Sn. Baykal’ı nasıl gördükleri ve nasıl tanımladıkları ise kamuoyu tarafından merak ediliyor. Acaba iki yıllık süre içerisinde Sn. Baykal mı değişti bu değerli canlarımız mı? Aleviliğin kitlesel anlamda Hace Bektaş Dergâhı’ndan sonra en büyük ikinci ocağı konumunda olan Hubyar Ocağı’nda yürütülen hak arama mücadelesine karşı çıkışı ile tanınan Hıdır Temel’in adaylığı ise bir başka gülünç durumdur. 1999 seçimlerinde Barış Partisi’nin Tokat Milletvekili adayı olan Sn. Temel, 13. yüzyılda yaşayan bir Alevi ulusu olan Hubyar Sultan için, “Hubyar benim babamın malı”(2) diyebilmiştir. Alevi ulularına “Mal” gözüyle bakan bir ismin Alevi temsilcisi olacağı iddiası ise akla ve mantığa tamamen terstir. Hubyar’la ilgili vukuatları bununla da sınırlı kalmayan Sn. Temel, “Hubyar” ismini alkollü içeceklerden cinsel ürünlere, ağaç işlerinden deterjana kadar birçok alanda kendi adına tescil ettirmek istemiş bu durum ülkenin en çok satan gazetelerinden Sabah Gazetesi’nde 17 Şubat günü manşetten “Alevi Dedeleri Kızdıran Talep”(3) olarak haberleşmiştir. Ardından da Cumhuriyet, Birgün, Radikal(4) gibi diğer birçok gazete ve dergide konu irdelenmiş, Alevi kamuoyu ortak bir şekilde bu duruma tepki göstermiştir. Bu başvurusundan ötürü kırkı aşkın Alevi kurumu ortak bir açıklama(5) yaparak Sn. Temel’i kınamışlardır. Bu kadar Alevi kurumunun ortak tepkisini çeken bir ismin Alevilerin temsilcisi olduğunu varsaymak ise gerçeğe uygun düşmemektedir. Alevi ulusuna “Babamın Malı” diyen, Alevi değerlerini kendi adına tescil ettirmek için uğraşan, onlarca Alevi kuruluşunun ortaklaşa kınadığı bir isim Alevi temsilcisi olamaz. Tokat’ın Almus İlçesine bağlı Hubyar Köyü’nde iki yılı aşkın süredir varolan Hubyar Sorunu’nda(6) feodal bir tutum sergileyen, Hubyar Köyü’nün eski dernek başkanları, öğretmenleri, düşünürleri, sendikacıları gibi birçok ismi yok sayıp, “Onlar benim muhatabım olamaz” diyen feodalite özlemcisi, şeyhlik iddiası güden Sn. Temel’i meclise taşımakla marabalarını ezen köy ağasını meclise taşımak arasında bir fark yoktur. O da çağdaş toplumun gereği olan demokrasiyi işlevsiz kılmak düşüncesidir bu da. Nasıl ki geçmiş de Doğu Anadolu’da feodal anlayışla varlığını sürdüren ağalık sistemi varsa Tokat’ta Hubyar Köyü’nde de aynı sistem var edilmeye çalışılmaktadır. CHP, devrimci kökeninden gelen demokrasi anlayışı çerçevesinde feodaliteye karşıdır. CHP’nin üyesi olan kişiler de aynı şekilde feodaliteye karşı olmak zorundadır. İlkesini benimsemediğiniz bir partide ne işiniz var. Nasıl ki yurtsever Kemalist ilkeleri benimsemeyenler CHP çatısında yer alamazsa aynı şekilde CHP’nin feodalite karşıtı ilkesi olan halkçılığı benimsemeyenler de orada yer alamazlar. Mensubu bulunduğunuz partinin ilkelerinin yarısını benimseyip yarısını benimsememek olmaz. Onun için Sn. Temel’in şu noktaları iyice düşünmesi gerekir: Alevilerin siyasete müdahalesi düşüncesinde olmakla Laiklik ilkesini, Hubyar’da sürdürülen

Sayı 30


SERÇEÞME

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Murat Kantekin

demokratik açılımlara ve söylemlere karşı çıkarak feodalite yandaşı olmakla Halkçılık ilkesini, yanında yer aldığınız Sn. Turgut Öker’in 1989 yılında Hamburg’da Türk Bayrağını ve Atatürk resmini indirttiği iddiasından(7) ötürü Devletçilik ilkesini yok saymıyor musunuz? Bunların hepsinde de öte ağzınızdan “Ben Kemalist’im” sözü çıkmadığına göre kendinizi Mustafa Kemal İlke ve Devrimlerinin neresinde görüyorsunuz? Alevilik ve Aleviler, insanı merkeze alan sevgi, hoşgörü, barışçıllık, eşitlik ve insancıllık temelli bir inanışın adıdır. Öğretisinde “İnsan-ı kâmil” olmak diye bir olgu bulunan Aleviliği ve Alevileri, sanki salt siyasi bir duruş gibi, siyasi bir ideoloji gibi varsaymak ve bu noktadan hareketle siyasete müdahale etmek düşüncesi yanlıştır, yakışıksızdır. Unutulmamalıdır ki, Aleviler oyunu verirken kişinin dinsel duruşuna değil, ortaya koyduğu çalışmalarına, Alevi inancının özünde olan ve yukarıda saydığımız ilkelere olan yakınlığına, kişileri inançsal kamplara ayırmaksızın laiklik ilkesi içerisinde eşit tutan düşüncelerine ve hepsinden de öte Türkiye Cumhuriyetini kuran Mustafa Kemal İlke ve Devrimlerine olan bağlılıklarına bakarlar. Evlerinde, cemevlerinde ve hatta işyerlerinde dahi Hz. Ali’nin resminin yanında Mustafa Kemal Atatürk’ün de resmini bulunduran Aleviler, toplumu inançsal, kültürel yönden bağnazca düşüncelere ayıran kamplaştıran zihniyetlere oy vermezler. Çünkü Aleviler bu ülkenin aydınlık yüzleri olarak sorgulayan, eleştiren, düşünen, üreten, katkı sağlayan, demokrasiyi içselleştirmiş kitlesidir. Şunu da iyi bilmekteyim ki, yıllardır çatısı altında siyaset yaptığım, seçmeni olarak ülkenin kaderinde söz söyleme hakkım olan CHP kendisine oy getirecek adayları da geçmiş tutumları ile oy kaybettirecek adayları da iyi etüt eder. CHP, Alevi olsun ya da olmasın inanç pazarlaması yapan, inançsal noktadan siyasete müdahale etmeye çalışarak laiklik ilkesine ters düşen, kendi çevresinde feodal kişiler olarak tanınanları iyi ayırt eder. Sünni noktadan hareketle laikliği yok saymak ne ise Alevi noktadan hareketle laikliği yok saymakta aynıdır. Laiklik Mustafa Kemal İlke ve Devrimlerinden biridir bu ülkenin yurtsever, aydın, düşünür Alevileri oldukça öyle de kalacaktır.

Sağın Vitrini ve Alevi Adaylar Nerede ise tamamının sol düşünceli, %85’inin de CHP seçmeni olduğu Aleviler, her ne kadar farklı partiler vitrin için Alevi aday gösterseler de oylarını sağa kaydırmazlar. Geçmişte bu yana Aleviler adına ve Alevilerin temel talepleri adına bir tek söylemi olmayan partiler oy uğruna vitrin düzenlemesi yaparlar. Fakat Aleviler oylarını ne “Gerçek Türk Alevilerdir. O halde sizde Türk milliyetçisisiniz” diyenlere ne de “Cemevleri cümbüşevidir” deme cüretini gösterenlere oy vermezler.(8) Onun için vitrine birkaç konu mankeni koymakla Alevi oyları çekilemez. Aleviler adına hiçbir söylemi, programı olmayan siyasi partilerin Alevilerden oy

Haziran 2007

alacaklarını sanmaları da safdillilik olur. Siyasi yaşamı farklı kutupların renkleri arasında geçmiş isimler ne içerisinde çıktıkları Alevi toplumuna bir fayda sağlar ne de onları aday gösteren partilere oy. Temennimiz ve en büyük dileğimiz 22 Temmuz Genel Seçimleri yurttaşlar tarafından ülkenin kaderine el konulması seçimi olmasıdır. Bu seçimde yurttaşlarımız en geniş katılımla sandık başına gitmeli ve ülkede tekrar azınlığın iktidarının oluşmasını engellemelidir. Yurttaşlarımızın tercihi yurtsever, demokrat, ilerici, aydın düşünen Mustafa Kemal İlke ve Devrimlerine inanan parti ve adaylar olmalıdır.

Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40

NOTLAR:

(1) Bkz.: “Önce Alçak Dediler Sonra Aday Oldular”, 23 Mayıs 2007 <http://www.hubyar. org/v2/news.php?readmore=533> (2) Bkz:: “Müsahip Yoldaş İken, Nasıl Şer Cephesi Olduk”. Bu yazı PSAKD Genel Başkanı Sn. Av. Kazım Genç tarafından yazılmıştır. <http:// www.psakd.org/yazarlar/musahip_yoldas_ser_ cephesi.html> (3) Bkz.: <http://arsiv.sabah.com.tr/2007/02/17/ gun108.html> (4) Bkz.:<http://www.radikal.com.tr/haber. php?haberno=217660> (5) Bkz.: <http://www.hubyarvakfi.org.tr/haber_ oku.asp?haber=48> (6) Bkz.: <http://www.hubyarvakfi.org.tr/turbe_ sorunu.asp> (7) Gazeteci Yazar Rıza Zelyut’un 25 Mayıs 2007 tarihli Güneş Gazetesi’ndeki köşe yazısı. “Alevilik İstismarcıları” <http://www. gunes.com/2007/05/25/yazarlar/y4.html> Bu yazı da Sn. Zelyut, Sn. Öker’in 1989 yılında Hamburg’da yapılan cemde Türk Bayrağı ve Atatürk resimlerini indirttiğini iddia ediyor. (8) Devrim Sevimay’ın röportajı. <http://www. milliyet.com.tr/2007/05/27/siyaset/asiy.html>

Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 5635 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

DEMOKRATİK ALEVİ ÖRGÜTLERİNİN SİYASETE MÜDAHALE FİYASKOSUNUN GÖSTERDİĞİ GERÇEK

Dimyat’a Pirince Giderken, Evdeki Bulgurdan Olanlar

D

Esen Uslu

emokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin merkez yöneticileri geçen yıl “Aleviliği siyasallaştıracağız” diyerek bir yola girdiler. Eleştirilere kulak tıkadılar, söylemlerini değiştirdiler, ama yalpalasalar da “siyasete müdahale” girişimini sürdürdüler. Daha baştan, bu söylemin yöneticilerimizi milletvekili seçtirmeyi ve demokratik örgütleri basamak olarak kullanmayı amaçladığını söylemiştik. Onlar, “Hayır, biz milletvekili olmak istemiyoruz” diyerek, bu eleştirilere karşı çıktılar. Erken seçim ortamı bu arkadaşlarımızı özleri ile sözlerinin bir olmadığını gösterdi. Bu arkadaşlarımızın topluca CHP’ye milletvekilliği aday adaylığı için başvurdu. Adaylık işleri dar bir zamana sıktı. Onlar bu yaz yapılacak tüm etkinlikleri bu amaçla kullanmayı düşünüyorlardı. Ne var ki olaylar onları sollayıp geçti ve bu canlarımızı yaya bıraktı. Yaya bırakmak ne kelime, eşekten düşmüşe döndüler desek yeridir. Umutlarını bağladıkları CHP çevresinde kurulacak sözde “sol” birlik, laik-Sünniırkçı-cuntacı-milliyetçi-mitingcilerin zoruyla güçbela kurulabildi. Bu birlik öylesi laik-Sünni-ırkçı-cuntacı-milliyetçi bir yapı oldu ki, örgüt yöneticilerine sığacak delik bile kalmadı. Değil örgüt yöneticileri, “Alevi temsilcisi” milletvekillerine bile yeni listede yer bulunamadı.

Kerameti Kendinden, Ama Kafa Nerede Bazı yöneticilerimiz iyice hazin duruma düştü. Biri, aday adayı olduğunu açıkladı, ertesi gün “Baykal’ın Alevileri ciddiye almadığını gördüğü” gerekçesiyle aday adaylığından çekildi. Bu yöneticimizin öngörü, kavrama ve değerlendirme yeteneğine hayran olmamak elde değil. Bu kadar apaçık bir gerçek yöneticimiz için ancak aday adayı olduktan sonra görünür bir sırmış demek ki! Bu yöneticiler, CHP’nin “Alevi oylarını cebinde keklik” görmesinden şikayet ediyorlardı. CHP’yi, Alevi oylarını almak için kendilerini aday göstermesi gerektiğine ikna etmeyi umuyorlardı. Bu hesapları tutmadı. CHP, örgüt yöneticileri aday göstermeden de Alevi oylarının büyük bölümünü toplayacağını gördü. Laik-Sünni-ırkçı-cuntacı-milliyetçi-mitingci ortam içinde CHP’nin Alevi-Bektaşiler hakkında gerçekten neler düşündüğünü, PSAKD Sultanbeyli Şubesi yöneticileri, CHP İstanbul İl Başkanının ağzından duydular. Yardım istemeye gittikleri il binasından eli boş çıkarken, “Bunla da dinci-tarikatçı; diğerlerinden ne farkları var!” hakareti ile uğurlandılar ve tartaklanarak dışarı atıldılar. Şube yöneticileri bu çarpık bakış ve saldırgan tutuma karşı yasal yola başvurmaktan, Alevi kökenli CHP milletvekillerinin yoğun telefon trafiği ile vazgeçti. Şube Başkanı da bu gerçekleri etkinliğin açış konuşmasında dile getirdi. Etkinliğin konukları arasında bulunan milletvekili Ali Rıza Gülçiçek, buna kızarak etkinlikten ayrıldı. Şube Başkanına telefon ederek, “Aferin kızım, Alevilere CHP’yi yuhalatmak ilk kez sana düştü; yaptığınla övünüyor musun?” diye sitem etti. Ne var ki iki gün sonra aday gösterilmediğini basından öğrenen Gülçiçek’in ağzından, “Aday gösterilmemeyi herkes beklerdi, ben beklemezdim!” sözleri güç bela dökülebiliyordu. Yeri gelmişken PSAKD Sultanbeyli Şubesinin etkinliğinin bazı yönlerine değinelim. Seçimler öncesinde PSKAD yönetimi, siyasete müdahale çabaları son aşamaya gelirken bir hatadan geri döndü. Gönül bu hatayı baştan görmelerini isterdi, ama geç de olsa hatadan geri dönmeleri olumludur. Ancak bu olumluluk, PSAKD içinde yaşanan olumsuz süreçleri de gözlerden gizlememelidir.

PSAKD, uzun süreden beri İstanbul’da planlı, düzenli bir çalışmayla yapılan, merkezi bir etkinlik düzenlemedi. İstanbul’da en keskin mücadelenin yaşandığı şube olan Sultanbeyli’yi kavgada yalnız bıraktı. Yalnızlığa karşın şube yönetimi girişken ve başarılı çizgisini sürdürdü.

Etkinliğin Başarısı – PSAKD’nin Başarısızlığı Alevi-Bektaşilerin İstanbul’da merkezi bir etkinliğe hasretini bir ticari kuruluş yılladır sömürmekteydi. Sultanbeyli yöneticileri bu yıl büyük bir etkinlik düzenleyerek gelirini cemevi inşaatına kullanılmak için girişim yaptı. Ne yazık ki PSAKD Genel Merkezi ve İstanbul’daki koordinasyon kurulu Sultanbeyli Şubeyi şu ya da bu gerekçeyle yalnız bırakmayı tercih etti. Duyuru yapmak, katılım örgütlemek, bilet satmak için parmağını bile kıpırdatmadı. Dahası, “Orada PKK bayrakları açılacak, ‘Mahir, Hüseyin, UlaşKurtuluşa Kadar Savaş!’ diye bağırılacak, sakın katılmayın” diye telefon kampanyaları, etkinliğin iptal edildiği söylentilerinin yaymak gibi engellemeleri gördükleri halde tutumlarını değiştirmediler.. Bunlara karşın, tüm sanatçılar eksiksiz etkinliğe katıldı ve örgüt yöneticilerinden daha yüksek bir duyarlılığa sahip olduklarını gösterdiler. Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Ulusoy kılı bile titremeden etkinliğe katıldı ve katılanlara seslendi. Sultanbeyli’yi destekleyen şubeler ve diğer kuruluşlar ise olgunluklarını gösterdiler. Etkinliğin başarısı için ellerinden geldiği kadar çalıştıkları gibi tek bir yanlış adım atılmaması için üstün disiplinle davrandılar. Etkinliğe katılım, gönlümüzün istediği gibi olmadı. Etkinlik mali kaynak yaratma yerine borçla bitti. Peki, kim kazandı? Verdiği sözün ardında şeref ve namusuyla duranlar mı? Dünya malına göz dikip, özü başka sözü başka olanlar mı? Gerçekte kimin kazandığını, Sultanbeyli şube yöneticilerini bir bahane ile gözaltına aldıran AKP’li belediye de size hatırlatmadıysa, kimse hatırlatamaz!

Krizi Fırsata Dönüştürelim Örgütlerinin yöneticilerinin siyasete müdahale kampanyası, milletvekili seçilme siyasetinin dışında kalmaları ile sonuçlandı. Bir özeleştiri yaparlar mı? Hiç sanmıyoruz. Ancak, bu sonuç, Alevi-Bektaşi demokratik örgütlerine, içine düşürüldükleri kısır, bölünmeye yatkın durumdan kurtulma ve aslî görevine geri dönme şansı yarattı. Bölücülüğe fırsat vermemeliyiz, ancak iki tehlikeden uzak durulmalı. Birinci tehlike, örgütleri siyasi partilerin ardına takmaya çabalamaktır. Demokratik örgütler, en geniş Alevi-Bektaşi kesimleri birleştirmeyi amaçlamalıdır. Asli görevleri, Alevilere-Bektaşilere devlet eliyle uygulanan ayrımcılığa karşı demokratik hakları savunmaktır. Bu demokratik haklar, yalnız Alevi-Bektaşi örgütlerinin kendi çabalarıyla kazanılamaz. Demokratik örgütler, tüm ezilen toplum kesimleriyle birlikte toplumsal muhalefet örgütleri olmalıdırlar. Bu haklar ancak en geniş demokrasi programını savunarak kazanılabilir. Derneklerin ilk görevi, demokrasi programını Alevi-Bektaşilere benimsetmektir. Kaçınılması gereken ikinci tehlike, demokratik örgütleri “Alevilik tanımı” yapmak gibi teolojik, dini işlere karıştırmaktır. Din ve inanç konuları derneklere üyeliği, etkinliklere katılımı belirleyen ya da sınırlayan ölçütler haline getirilmemelidir. Gün bölücülüğe karşı durma, iç çelişkilerle zayıflamış Alevi solunun belini kırma girişimlerine karşı durma günüdür. Bu ise yalnız örgütlerimizi doğru temelde yeniden yapılandırmakla olanaklıdır. .


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.