Sercesme Dergisi, Sayi 31, Temmuz 2007

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

KİFAYETSİZ MUHTERİSLER(*)

Bu Sayida Ahmet Koçak Pir Abdal Musa Sizi Islah Eylesin

Ağız bir “namlu”, ağızdan çıkan her söz bir “kurşun”dur. Demek ki “doğru konuşma”, sahibini öldüren “silaha” benzer. Ne denli “doğru” konuşursan o denli “iyi” nişan alırsın ve “sistem bu sistem” olunca kendini “on ikiden vurursun”.

Frk Dede Hakk’a Yürüdü

Fkret Otyam Siz Bu İşe Ne Dersiniz Ey Canlar? Esat Korkmaz Mahşerin Üç Atlısı - III: Yurtseverlik İsmal Kaygusuz Karşıt Düşünce Topluluklarına Karşı Kullanılan Baskı Yöntemleri - Bölüm II Muzaffer Ersoy Dünkü Cemler Bugünkü Cemevleri Baskın Oran Alevlerle Ufuk Uras’ın Seçm Bldrgesnden Rıza Aydomu İki Katliam İki Yaklaşım Dah Bleenler’ne ‘Olaanüstü Genel Kurul Çarısı’ Yapıldı Ham Kutlu Alevilerden Sol, Demokrat ve Sosyalist Bağımsız Adaylara Destek Çağrısı İlhan Cem Erseven Alevi Cephesinde Neler Oluyor - Bölüm II Yusuf Zamr İnsan Olmaya Geldik İsmal Özmen Uygarlık Dönemeçlerinde Koşan İnsanın Temel Sorunu Ula Özdemr Cavit Murtezaoğlu ile Söyleştik Bölüm I Hasan Öztürk Topçu Baba Gümbür Gümbürdü Seda Cokun Besé Aslan ile Söyleştik Al Kele Abdal Musa Sultan Anma Etkinlikleri Hasan Harmancı Diliniz Solmasın - Bölüm II Önder Aydın Pir’in Huzuruna Çıkmak Mustafa Özcvan Seçime Doğru

Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

Fyati: Ytl  /   /   Temmuz  Sayi:

31

Bilinç Yoklaması Var Herkes Sıraya… Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

B

ana göre “yazmak”, “bilinci yoklamak” anlamına gelir: Bilinci yoklamayan her yazma eylemi “kolay”ı anlatır. Biz biliyoruz ki “kolay güzel değildir”; her zaman “zor güzeldir” demek de doğru olmayabilir; “güzel” ayrımına varamadığımız herhangi bir yerde ya da yanı başımızdadır, sakındığımız yerdedir, suçladığımız mekândadır, günahkâr kabul ettiğimiz şeyin içindedir. Yazmak “değiştirme kültürünün” bir parçası ise eğer “yaşamanın sonucudur”. “Yazma dışında” her türden yaşam seçeneğini insana kapattığı için bir bakıma “Yalnızlık yalnızca sana mahsus değildir anlamında Tanrı ile aşık atmaktır” yazmak. Kalem, boş kâğıt üzerinde yol almaya başladığı andan itibaren “suç” işlemeye başlar. Biz bunu “sisteme” karşı diye biliyorduk; meğer sisteme karşı “birlikte” duruş aldığımız kimi “yöneticilerimiz” için de geçerliymiş: Serçeşme’nin 25. sayısını okuyunca telefona “sarılan” –bizce planlı bir hareketin son hamlesi– Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Sayın Ercan Geçmez beni aradı. Mealen: “Hocam”, dedi; “bilimsel bir dergi olan Serçeşme’ye Ali Balkız ve Kâzım Genç’in yazıları yakışmıyor; aynı söyleşileri tekrar tekrar yayınlıyorsunuz; bilinen kimi yazıları da internetten indiriyorsunuz; Federasyon kongresi bizim iç işimizdir; bunları yazmanız doğru değil. Amacınız ne?”, diye sordu. Amacımızı “bilincini yoklayarak” açıkladım: Serçeşme Dergisinin bir “tartışma platformu” yaratmak için çıktığını bu nedenle eleştiri hakkını kullanabileceğini belirttim. “Okumak istemiyorsan satın almazsın, iade edersin”, dedim. Arkadaş “eleştiri hakkını” kullanacağına “memur kafası” taşıdığı için genel başkanı olduğu örgütün tüm üyelerinin kendisi gibi düşündüğü kanısına vararak “yasaklama yoluna” gitti. Şube başkanlarına telefon etti ya da onlarla konuştu; kimi şubeler “dergiyi iade etti”. Örgütlü Alevi zeminde “demokrasi”, kimi başkanların ya da genel başkanların sesini açtığı bir radyodan çıkan müziğe benzer: Sesi yükselttiğinde “daha fazla” demokrasi vardır; biraz daha yükseltirse biraz daha fazla… Ya sesini kapatırsa, “durumdan vazife çıkaran” azımsanmayacak sayıda alt birim başkanları ulaşabildikleri tüm radyoların sesini kısmak, yani “demokrasiyi boğmak” için koşuşturan “ortodoks memurlara” dönüşür. Tam da bu nedenle 20 yıldır özlemlerimizin ötesinde “örgütlendik” ama tahminlerimizin ötesinde “gericileştik”: Örgütlenerek gericileşmek gibi bir “keşfin” sahipleriyiz. Bu toprağın “en gerçekçi politikası-siyaseti” olan Alevi tarihini “güncellemeyi” beceremedikleri için “beklentileri” karşılanmayan, doyumsuz, kendilerini Alevi “uzmanı” sayan, Aleviliği kurtuluşa taşıyacak “seçenek” gören kimi çağdaş örgüt yöneticilerimiz “engelimiz” durumuna geldi. Ne kadar acı değil mi?

Çağdaş Ruhbanlar Biz yıllarca Aleviliğin “en zayıf halkası”nın “ruhbanlık ya da ruhban örgütlenmesi” olduğunu söyleyegeldik: Eğer Alevilik “toplumsal bir bilinç-toplumsal bir örgütlenme” yaratmak istiyorsa “kan bilincini ve kan örgütlenmesini” aşmak zorunda olduğunu sürekli yineledik. Artık günümüzde geçmişten bize taşınan “kan temelli ocak örgütlenmesini” okul olarak algılamak zamanı gelmiştir dedik. Serçeşme merkezli ve “bilme temelli” bir gelenek örgütlenmesine bağlanmak gerektiğini açık açık yazdık. Hay huy içinde “tersine dönüşüm” ürünü “çağdaş ruhbanları” görememişim. Aymazlığım için “kendi kendimden özür diliyorum”. Tanımladığım “çağdaş ruhbanlar”, Alevi “aristokrasisini” oluşturan, “yukarıdanlığı” ile belirgin, kendilerinin de içinde yer aldığı “seçenek elit”i her şeye “merhem” sanan “cahillerdir”. Kendi esenlikleri adına Aleviliğin içini doldurmaya çalışan “sarı yöneticiler”dir bunlar. (Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME

Siz Bu İşe Ne Dersiniz Ey Canlar?

(Baştarafı 1. Sayfada)

Her birimizi “imha etmek” isteyen sisteme karşı örgütlü mücadele veriyorsak eğer kendi basınımıza, aydınımıza, sanatçımıza “aynı düşmanlığı” besleyemeyiz. Aleviliği “memur dünyasına” taşımak isteyenlere karşı kavga veriyoruz diyen bu “çağdaş ruhbanlar”, örgütlü Aleviliği daha önce örneğini görmediğimiz bir “memur ideolojisine” bağlamak istiyorlar. “Anonim aptallıklarının” izinde bizleri gündelik bilinçle oluşturulmuş bir “sürü saçmalığa” tapınmaya çağırıyorlar. Bâtıni yabancılaşmanın “maya tutmaya” başladığı günümüz koşullarında hemen herkesin tapındığı “bu saçmalıklarla” baş edemiyoruz: Bir çıkış bulabilmek için kıvranıyoruz Bize göre her şeyin her şeye göre bizim “anlam ve içerik” yitirdiği/yitirdiğimiz adına yaşam dediğimiz “sürüklenmede” görünürde yan yanayız, belki her zamankinden “daha yakınız” birbirimize. Alevilikte “sözel taşınma” kanalları tıkanınca baba ile oğul, dede ile torun arasındaki ilişki birbirlerine benzemekle birlikte birbirinden “sakınan”, yani “anlamsızlığa açılan iki kara delik” gibidirler: Tıpkı bunun gibi “örgüt üyesi ile yönetici” arasındaki ilişkiyi “iki kara deliğe” benzettiniz. Nereden bakarsak bakalım hiçbir şey görünmüyor. Geçmişte örgüt yöneticisi ile örgüt üyesi arasındaki ilişki “çocuksu” idi; şimdi “mahcup”; işlevsel değil, “tersine dönüşümle” emir alma-emri yerine getirmeyle belirgin “memurlaşmış bir iletişim” dili egemen artık. Eğri oturalım ama doğru konuşalım: AleviBektaşi zeminde ruhlar “kirlenmiş” durumda; “temizlenmeden” Alevi-Bektaşi “yeniden doğuşunun” altından kalkmak olanağı yok. “Azap çeken” bir ruhsal yapıyla “eşikte beklemek” dayanılası değildir. Adını koyalım: Yasaklı ya da günah toplumlar “yaralı bir bilince” sahiptir: “Öteki”nden daha kötü bir “öteki”. “Azap çekmek” sûfi gelenekte “çile çekmek” anlamında bir eğitim yöntemidir: Öyledir de bu kendimizi eğitmek içindir, bir başkasının bizi eğitmesi için “eşikte bekletmesi” değildir.(**) (*)

(**)

2

Bu yazının yayımlanması, Dergâh’ın sözcüsü durumundaki Dertli Divani’nin; Postnişin Veliyettin Ulusoy’un Genel Başkan Ercan Geçmez ile konuştuğunu, Ercan Geçmez’in Serçeşme’ye karşı olumsuz tutumundan vazgeçtiğini bildirmesi üzerine durdurulmuştu. Ancak, Ercan Geçmez ve Tekin Özdil’in dergiye, derginin genel yayın yönetmeni olarak bana, yazı işleri müdürü olarak Ahmet Koçak’a karşı düşmanca tutumlarını sürmesi nedeniyle okuyucunun “Bu tartışma nasıl başladı?” sorusunun yanıtını bilmeye hakkı vardır diyerek yayımlanmasına karar verdik. Söylemiştik “Oyun Oynamayalım: Toplumsallaşmadan Siyasallaşmak Bir “Oyun”dur”, diye. “Siyasete müdahale ediyoruz” savıyla kendi “sağına yatırım yapan” sosyal demokrat siyasete “soldan yaklaşıp müdahil olan” ya da “eşikte bekleyen” arkadaşların yapacağı tek şey; örgütlü Alevi hareketini milletvekili hırslarına bağladıkları, gülünç ve güçsüz bıraktıkları için hemen istifa etmeleri, bu görevlere gelecek daha yetenekli canların önünü açmaları olacaktır.

Fikret Otyam ANAM Naciye Konya Beyşehir Göçü köyünden, babam Vasıf İstanbul Kuruçeşme’den babası tarafından Sinop Boyabatlı. Her ikisi de çoktan göçtüler vasiyetlerini edip “tapuları bizde olan, ancak yıllardır başkalarının ekip biçtiği ya da kullandığı topraklarımıza sahip çıkmayacaksınız.” Bu ana-baba vasiyetlerini biz önce altı sonra beş kardeş tutarak geldik bugünlere.

Göçü Köyünden... KADASTRO çalışmaları yapılmış, olayı yani vasiyetleri bilen ve Beyşehir’de işyeri olan bir arkadaşım bilgiler verdi, üç ayrı tapudan toplam “Mesahisi sathiyesi 3670 metre” toprak... Önemli olan asla bu değil, güle güle, tepe tepe kullansınlar...

Peki, Önemli Olan Ne Mi Canlar? BU YAZIYI okuyanlara da “komik” gelecek ama gerçeğin ta kendisi anamın babasını yani dedemizin adını tapulara bakıncaya kadar “Osman” bilirdik!. Babamın babasına ait önemli belgeler ve bilgiler var kitaplarda. Gariban, iri yarı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son Kaptan-ı deryası Hacı Vesim Paşa’yı inadının rağmına sırtladığı gibi savaş yerinden uzaklaştırır ve hemen ardından koca bir gülle çadıra düşer uçurur her şeyi. Hacı Vesim Paşa İngiltere’den satın alınan üç savaş gemisini Dolmabahçe Sarayı önüne demirletir övünçle, toplar da saraya çevrik… İşkilli padişah Abdülhamit, adı üzerinde işkilli derhal emir buyurur, üç gemi Haliç’e çektirilir ve yeni deyimle Deniz Kuvvetleri Komutanı Hacı Vesim Paşa’ya da bir buyruk: “Paşa hazretleri, bir müddet yalınızda istirahat buyurunuz!” O yalı, Üsküdar’da Kız Kulesi karşısında, Paşanın asker kıyafetli kocaman yağlı boya tablosuna bakarak çok yemek yedim, zira kızları Ayşe ve Saime hanım teyzeler ki bin yaşındalar, Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim okuyan bu canı bağırlarına basarlardı görür görmez, zira bu can babalarının adını taşıyordu: Fikret Vesim Otyam... Boyabatlı Ömer, savaştan sonra Dolmabahçe Sarayı’na bahçevan olarak girer, boş zamanlarında çakısıyla ağaçlara biçimler verir ve marangozluk hastası da olan

Abdülhamit saraydaki marangozhanesine alır ve kitaplar yazıyor ki Türkiye’deki ilk piyanoyu Padişah Abdülhamit ve yardımcısı Boyabatlı Ömer yapmıştır!

Gelelim Anamın Babasına… 28 MART 1942 tarihli üç tapuda da aynı bilgiler var, birisini aynen alıyorum yazıma: “İktisak sureti… işbu tarlanın temamı Ali evlatları Abdullah, Durmuş, Havva, Şerife ve İbiş’in müştereken uhde-i tasaruflarında iken şürekâdan Durmuş’un 322 yılında fevtiyle veraseti kızları Naciye, Zülfıye ile oğlu Ali Riza’ya ve ahiren Ali Riza’nında 324 yılında fevtiyle veraseti kız kardeşi, mezbure Naciye’ye inhisar eylediği ve Naciye’nin Aksaray noterliğinden musaddak 24/9/940 gün ve 3978/2/54 sayılı vekâletnamesi mucibince vekili oğlu Manavgat Malmüdürü Mehdi Otyam bilvekale hissesini uhdesine talibi intikal ve T.C. tabasından Durmuş kızı Naciye Otyam…………”

Uzun Sözün Kısası... DEMEK Kİ neymiş, dedemin adı Osman değil Durmuş imiş! Durmuş dedemin babasının adı neymiş? Durmuş dedemin babasının adı Ali imiş. Durmuş dedemin çocuklarının adları neymiş? Durmuş dedemin çocuklarının adları Naciye imiş yani anam.. Sonraki kızının adı neymiş, sonraki kızının adı da Zülfiye imiş. Durmuş dedemin oğlunun adı neymiş? Durmuş dedemin oğlunun adı da Ali Riza imiş...

“Adı Yemen’dir” DURMUŞ DEDE Yemen’de asker, Osman’nın bir sıfatı vardı “Kolağası”. Oğlu Ali Riza da mülazım, İmam Yahya kuvvetleri yakalar, kafasını keserler ve süngü ucundaki kafa San’a sokaklarında dolaştırılır! Şehittir 324 yılında.. Naciye de bir “zabit” eşidir ve eşi de şehit düşer Yemen topraklarına nice Anadolu evladı gibi, küçücük yavrusu Mehdi ile genç bir duldur. Yıllardır Yemen’de görevli eczacı zabit İstanbul Kuruçeşmeli Vasıf İbrahim’in karısı İstanbul’da “teverrüm etmiş”, yani verem olup ölmüş.. Nice zabit gibi eczacı zabiti de baş göz etmişler birbirlerini görmeden! Miralay İsmet, San’a da hastalanır diyare ve sıtma. İlaçlarını mülazım-ı sani Vasıf İbrahim hazırlar, iğnele ``

Yemen Cephesinde Osmanlı Askerleri

Sayı 31


SERÇEÞME

Dünkü Cemler, Bu Günkü Cemevleri Muzaffer Ersoy

T

OPRAK damlı, büyük ocaklı geniş evlerde yapılırdı Cemler. Yıldıramadı ne jandarmanın baskısı ne komşu köyün baskısı; eğmediler boyunlarını hiçbir baskıya Dedelerimiz. Anadolu’nun kervan geçmez kuş konmaz o çetin yollarında, kurttan kuştan korkmadan, ayaklarında çarık, kar kütüklerini yara yara yaya geldiler taliplerinin köylerine Cem eylemeye. Az hatırlamama rağmen, izi kaldı yüreğimde. Kimileri dört gözle beklerdi o günü, dedelerin gelmesini, çünkü birileri canını sıkmıştı; falanca, adamın koyununu çalmış, yemiş; birisi diğerinin tarla sınırını geçmiş; biri diğerinin ekinine, harmanına zarar vermiş. Gitmemiş karakola, mahkemeye; “Nasıl olsa kış ayları gelir Cemler kurulur” diye. O günler gelip çattığında Cem meydanında divan kurulduğunda, kimse suçunu inkâr edemez; kimse yalancı şahitlik yapamaz ve yapmaya cesaret edemez. Hak divanının kuralları tartışmasız katıydı: Bu toplum yaralı, küskün, biri birinden mağdur yaşamamalıydı. Ver bakalım çaldığın koyunun dört bacağına dört koyun! Ağırdı hırsızlığın cezası; ver bakalım haklının hakkını! Dedenin olmazsa olmaz kesindi kararı. İtiraz edene, “Al lokmanı, çık dışarı!” dedi mi sadece suçlu değil, çoluğu-çocuğu da bu yargıdan nasibini alırdı. Birer karakoldu köyün etrafındaki ziyaretler, düşükler; herkes her an orada hissederdi kendini yaratanı. Orada hissederdi Dedelerin varlığını. Yol üstünde ziyaret olan bu karataşlar insanları nasıl bir düzene kordu. Onları ziyaret etmek, gelip geçerken o taşları öpmek toplumu, toplum ederdi. Köyün büyükleri vardı. Dedelerin olmadığı zamanlar onlar sanki Dedelerin vekiliydi. Haksız, hatalı olanlara, “Otur oturduğun yerde!” dedi mi her şey biterdi. Çünkü onlar da Dedeler kadar doğru karar verirlerdi. Yoksa bu düzen böyle olabilir miydi? Köylerde yapılan bu Cemlerin ve Dedelerin, köy büyüklerinin düzgün, doğru karaları uzun zaman gitmezdi bu toplumun üzerinden. `` rini yapar. TBMM de Paşa’ya takılır, diyare ve sıtmadan hastalanıp çadırda çektiği sıkıntıları anlatırdım ve Paşa gülerek seslenirdi: “Askerliği beraber mi yaptııııık?”

Babam Meğer Öğünmüyormuş… YEMEN anılarını anlatırdı babam ve bu can da pek inanmazdı koca İsmet’e baktığına ve 24 Temmuz 1942 yılında “Aziz Milli Şef Aksaray’ı teşrif ettiler” yemekte laf lafı açtı iş askerliğe geldi ve iki eski asker, anıları tazelediler ve sonunda Milli Şef İsmet İnönü haykırdı: “Vasıf o zamanlar tığ gibiydin!” Babam yüz yirmi kilo falandı, aklandı, şüphemden utandım! Barış ilanında babam kimilerinin aksine eşini getirir anayurda. Teyzem Zülfiye evli olmadığı için İngilizler onu bırakmazlar, elinde bohçası Hüdeyde limanında hamile ablasını ve zabit eniştesini götüren Baron Bek vapurunun ardından göz yaşları döker… Babam çok aradı Zülfiye teyzeyi, Mısır Kralı Faruk ve Suudi kralına kadar mektuplar yazdı, heyhat sonuç alınamadı.. İş başa düştü, Filiz Otyam’la ver elini Yemen 1977 yılında.. Yemen kazan biz kepçe ara-

Temmuz 2007

Saygıdeğer canlar, seçim süreci başladıktan sonra bütün dikkatler o yöne çevrildi. Partilerde seçmen avı eskiden Anadolu kasabalarında kurulan pazara döndü. Bizler bunları izlerken, kendi iç dünyamızı ihmal etmeyelim

Gurbetin ve büyük şehirlerin kapıları açılmıştı; köylerini terk edenler birer ikişer gitmeye başlamıştı yurdun çeşitli yerlerine. İllere, ilçelere, mahallelere, cadde ve sokaklara dağılıp birbirlerinden ayrı düştüler. Buralarda yalnız kalınca komşu baskısı, resmi daire baskısı, işaş korkusu, atalarının dedelerinin gösterdiği cesareti kendilerinde bulamayınca kimliklerini gizleme, saklama telaşına düştüler. Başkalarına hoş görünmek için tutmadıkları orucu tutmak veya tutar gibi göründüler. Yapmadıkları ibadeti yapmak, yani namaz kılmak; kendilerini ve başkalarını kandırmak gibi hoş olmayan tutumlara girdiler. Kendi geleneklerini, örf-adetlerini saklamaları, unutmaları, geçmişlerine saygısızlık yapmalarından öte, kendi gelecekleri olan çocuklarını tamamen yolsuz, yolaksız koydular. Bu ortamda çocukları köylülük, akrabalık, komşuluk değerlerinin ne olduğunu bilmeden yetişince, bu sefer de biz büyükler, kendilerini, kendi çocuklarına anlatamaz duruma düştüler. Ekonomik zorluklar, geçim sıkıntısı, kültüründen uzaklaşma, çıkarcılık, geçmişlerinin madık yer bırakmadık, orada kalmış binlerce Türk soyluların yaşlıları da çare olamadı ve babamın İzmirli silah arkadaşının 77 yaşındaki oğlu ki günlerce onun evinde kaldık birisini buldu, uzun yıllar Türk başbakanın eşine tercümanlık yapmış, evlenmiş, kocasının akrabası ve bize bu bilgileri veren beli cembiyeli şoförün deyimiyle “iki çocuk getirmiş”.. Akraba, çok sonraları öldüğünü duymuş! Ya getirdiği çocuklar? Sanırmış onlar da!..

Fazla Bilgi Mi? FAZLA BİLGİ, acılarla dolu “Adı Yemendir” kitabımda, ola ki ikinci basımını sahaflarda bulursanız almamazlık etmeyin.. Dedemin babasının adı Ali. Dedem Durmuş’un bir kızının adı Zülfiye.. Oğlunun adı da Ali Riza, iyi mi? Ahir ömrümde Ali.. Zülfiye.. Ali Riza.. adları nasıl mutlu etti, bu canı, nasıl anlatsam? Yetmiş iki koldan ayrıntılı bilgi peşindeyiz sevenlerimle. Yoksam onlar da Kuyucu Murat’ın kılıcından kaçıp Göçü köyüne mi sığındılar dersiniz? Bir bilen çıkacak mı acep?

etinden kemiğinden yaralanma zihniyeti kutsal değerlerimize büyük yaralar açmıştır. Çıkarcılık, haksızlık ve yalancı şahitlikten çıkar sağlayanlar, toplum içinde utanma duygusunu yitirenler, Cemleri ve Cemevlerini kutsal bir yer değil de, toplum içinde sıkışmış kişiler olarak buraları kendilerine bir sığınma veya kendilerini gizleme yeri olarak görmekteler. İşte, tam bu sırada, cesaretli, yürekli kişilerin harekete geçti. Ozanlarımız, Dedelerimiz ve akademik kadrolarda olan canlarımızın birçoğu, cesaretli halkımıza önderlik yaptı. Yapılmaya devam eden Cem evlerimiz; icra edilmeye başlayan Cemlerimiz, bu geleneğimizden uzaklaşan kimseleri de rahatsız etmeye başladı. Şimdi kızına ne diyecek? Oğluna ne söyleyecek? Komşuya, çevresine ne anlatacak? Bunun telaşına düştüler. Tüm bu zorlukları göğüsleyen önderlerimizin öncülüğünde yapılan bu Cemevleri bizleri geride bıraktığımız kültürümüze, örf ve adetlerimize, kısacası benliğimize kavuşturmak için hayli bir yol aldılar ve almaya da hızla devam etmekteler. Buralara önce küçük gruplar gelmeye başladı. Yol alındıkça büyüyen grupların kitlesel ziyaretleri bugün daha da büyüyerek devam etmekte. Ama bizi bugüne getiren önderlerimiz, işlerinin kolaylaşmadığı, aksine zorlukların bundan sonra başlayacağının sinyallerini vermekte. Yukarda bahsettiğim dejenere olmuş kişiler, inancından dönme taklidi yapmaya başlayanlar, bu sefer de kutsal saydığımız Cemevlerini kendi ihtiyaçlarını giderecek bir yer olarak görmekteler. Yani Cemevlerini sadece adaklarını yerine getirecekleri, ölen yakınlarına lokma verecekleri bir yer olarak görüyorlar. Aslında yaşamlarında köylerdeki Ceme giremeyecek kadar, hatta daha fazla suçlu olan; hatalı üç kuruş çıkar için ocak, yuva bozmaktan çekinme yen; ücret-menfaat karşılığı yalancı şahitlik yapan bu kimselerin ellerini kollarını sallayarak Cemevlerine gelmeleri inançlı, duygulu, geçmişine gönülden bağlı toplumu yaralamaktadır. Tabii hemen akla gelebilir: “Köylerde bu durum hem anlaşılıyor hem biliniyordu, ama şu koskoca şehirde bir Cemevine on binlerce kişi geliyor. Bunları tespit etmek, tanımak mümkün değildir” denebilir. Hiç değilse böyle bir gerçek tespit edilip, bildirildiğinde mutlaka önlem alınmalıdır. Bu gelenek, Cem kurallarımı zın olmazsa olmaz kuralıdır; aksi takdirde yaralı toplumumuzun ulaşması gereken menzile ulaşması zor olacaktır. Hatta imkânsız olabilecektir. Cemlerimizde bu kurallar eksiksiz yerine getirildiğinde hem buralara gönülden bağlı toplumumuz hem de dünya milletleri, inançlar içinde en güzelinin Alevi Cemleri olduğu görülecektir. Bu görev yine bizleri ve Cemevlerini bu güne getirenlere düşmektedir. Herkes biliyor ki, bu hizmet kolay değildir; bu görev kolay değildir, ama eskiden bu hizmetleri bizlere kar demeden, kış demeden, ıssız dağ yollarında kurt demeden, kuş demeden, en üstün şekilde toplumuna, taliplerine ulaştıran Dedelerimizin işi kadar zor olmasa gerek. Umarım Cem törelerimiz eksiksiz yerine getirilir. Bu konuda emek verenlerin hizmetleri kabul ola. Saygılarımla...

3


SERÇEÞME

CEHENNEME MAHKÛMİYETİMİZ KESİNLEŞMİŞ, MAHŞERİN ÜÇ ATLISI’NDAN HANGİSİNİN BİZİ ESENLİĞE ÇIKARTACAĞINI TARTIŞIYORUZ

Mahşerin Üç Atlısı: Milliyetçilik - Ulusçuluk - Yurtseverlik Bölüm III - Yurtseverlik Esat Korkmaz dinde gören, en verimli tarla olarak algıladıkları yurtseverliğe yatırım yapan “cunta kafalı devrim uzmanlarının” sınıflar-ötesi değerlendirmesine/ tepkisine çok çarpıcı bir örnektir İlhan Selçuk’un durumu. Kabarmaya başlayan toplumsal muhalefeti, bu potada eriterek, “her toplumsal bunalımda harekete geçme geleneğini sürdüren zinde güçleri” iktidara taşımak mı istiyorlar acaba diye düşünmeden geçemiyor insan. Yurtsever olmak ile cuntasever olmak “özdeşleşti” ne dersiniz? Tanrısız bir insana ve tanrısız bir doğaya ulaşmaya çalışan, insanı Konuşan Tanrı, doğayı Sessiz Tanrı olarak algılayarak insanı ve doğaYurtseverlik yı özgürleştirmeye çalışan Aleviler-Bektaşiler açısından “yurtseverlik” daha bir kapsamlıdır. Sûfi yorumda yurt dendiğinde bu iki biçimde anYurtseverlik, milliyetçiliğin doğrudan doğruya “Amerikan modeli”dir. laşılır: a) Yurt, canın gölgesi ile gezindiği yerdir; bu anlamda bir toprak Anglosakson dünyasında, Fransızca’da olduğu gibi “vatan” anlamına geparçasıdır. b) Yurt, doğrudan doğruya canın “gölgesi”dir; canın gölgesi len bir “patrie” sözcüğü yok. Buna karşın Amerikan siyasal kültüründe “beden” olduğuna göre, örneğin bu toprakta yaşayan 70 milyon insanın bir “patriotism” var ki bunun Türkçe karşılığı “yurtseverlik”tir. Türkçebedeni yan yana getirildiğinde elde edilen “büyük beden” yurttur. de yurtseverlik, 1970’lerde “sol kesim” tarafından kullanılan bir terimdi. Demek ki yurtsever olmak “topraksever ve insansever” olmak anAntiemperyalist, Kemalist ve “sağ” anlamında milliyetçilikten uzak, lamlarına gelir. Anlaşılacağı gibi bedene “işkence” edilerek topraksevermilliyetçiliğin içerdiği “etnisite” algılamalarından arındırılmış, ondan yurtsever olunamaz; bunan tersi de doğrudur, toprağa özenle kaçınan bir ifade biçimi olarak toplumsal ya“işkence” edilerek de insansever-yurtsever olunamaz. şamda yerini aldı. Bugün ise “mikro-milliyetçiliğin” Toprağı ya da bedeni yurt edinmek, topraksever ya da ya da “derin devlet” bağlantılı “ulusalcı çetelerin” Yurtseverlik, bedensever olmak anlamında “yurtsever” olmak, kan yarattığı baskı karşısında insanların “orta yol” arayımilliyetçiliğin akıtılarak- bedel ödenerek elde edilen bir “sevgi”yi taşına rehberlik eden “zararsız” bir terim olarak çıkar doğrudan doğruya şıyor olmak demektir. Bu sevgiyi, mazlumlar, sıkıntı karşımıza. Sanki Buddha’nın Nirvana’ya giden “orta içinde olanlar, ezilenler geleceğe taşıyabilir; çünkü, yolu” bugün yurtseverlik. Bütün kötülüklerin kaynağı “Amerikan modeli”dir. bedeli ödeyenler onlardır. Gerçek yurtseverler onolarak algılanan “milliyetçiliğin” ve olumlu kazanımAnglosakson dünyasında, lardır. Sağ siyaset zemininde örgütlenen ya da orada larına karşın yetersizliği anlaşılan, bir yanıyla milliFransızca’da olduğu gibi kimlik edinen hiçbir parti bâtıni anlamda yurtsever yetçilikle buluştuğu için tehlikeli görülen “ulusalcıolamaz; onlara el uzatarak, onlar desteklenerek yurtlığın” terk edilmesiyle varılan “iyi” yer. Bâtınilikte “vatan” anlamına gelen severlik giysisi giyilemez. Böyle davranırsak kendibir algı var: Kendinden yana tavır alırsan “olumlu bir“patrie” sözcüğü yok. mizi, temsil ettiğimiz toplumsallığı ve siyaseti “sınıfher şeyi tersine dönüştürürsün”, yaşamdan yana tavır Buna karşın lar üstüne” ya da “ideoloji-ötesine” taşımış, şu ya da alırsan, yaşam denen şeyi en büyük öğretmen olarak bellersen “olumsuz olan her şeyi tersine çevirirsin”, Amerikan siyasal kültüründe bu cuntaya yem oluruz. Her şey anlamsızlaşır. Sonuç: Çeşitlenemeyen, güncel ideolojiler ürediye. Türkiye’de zaman yine “hızla akmaya” başladı: bir “patriotism” var ki temeyen, kendisini o ideolojilerin “çoğulcu” yanıyBize “koşan” zamanı nasıl karşılayacağımıza bir türlü bunun Türkçe karşılığı la bütünleştiremeyen bir toplumla karşı karşıyayız. karar veremiyoruz. Kendisini zamanın “uzmanı” gö“yurtseverlik”tir. Bu durum, “siyaseten özürlü” olmak anlamına gelir. renler, her davranışımızı “ölçmeye”, kendi tutumlarını “Özrü kapatmak” için “en ucuz, en kolay ve en tehliyaşanan halin “bilimsel doğrusu” görmeye kalkışınca keli yolu”, yani “sosyolojik formasyonları” kendisine “yurtseverlik” de “ne oluyor?”, demeye fırsat bulamaortak payda ediniyor. Böylesi koşulda “milliyetçilik ve onun çeşitleri” dan “kirlenmeye” başladı. Bir örnek verelim; MHP’yi öven İlhan Selçuk palazlandıkça kendisini liberal, demokrat ya da sol diye tanımlayan “sigelen eleştirilere yanıt verdi. 9 Temmuz 2007 tarihli Vatan’dan olduğu yaset” hızla tükeniyor. Cehenneme “mahkumiyetimiz” kesinleşmiş, biz gibi aktarıyorum: “mahşerin üç atlısı”ndan (milliyetçilik-ulusçuluk- yurtseverlik) hangisi “Geçen hafta MHP için yazdığım yazıda bilimsel bir gerçek vurgubizi kurtuluşa çıkartacak onu tartışıyoruz. lanıyordu; ama bizim medya gerçeğin özünü bırakıp işi şamataya Milliyetçilik bize bugün “iki seçenek” sunuyor: 1) ya yaşamımızı bir dönüştürmek istedi. Konuyu saydamlaştıralım: Bush yönetiminin “içgüdüye” teslim edeceğiz ya da 2) yalnızca başkalarını değil bizi de desteğini almak için AKP’nin PKK terörüne teslimiyetçi yaklaşımı, tahrip edecek bir “şiddet dilinin” içine taşınacağız. Bu iki seçeneği de bölücülere göz kırpması, Talabani ve Barzani ile aşna fişnesi, ülkeyi yadsımak; Türklüğü, “aşırı gelişmiş bir milli kültür bilgisi”nin “tasalyabancılara parça parça taksit taksit satması artık açık seçik ortalutundan” kurtararak, “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp lıkta sergileniyor. Yalnız MHP mi? AKP’nin teslimiyetçi satılmışlık “barış içinde yeniden kurmak”tır. Eğer “demokratik bir Türklüğün” inpolitikasına CHP, DP, GP, SP de karşı çıkıyorlar. Sonuç: AKP teslişası amacımızsa hiç zaman yitirmeden “Ne mutlu Türküm diyene” ile miyetçilik satılmışlık siyasetinde yalnızdır. Hem bunca gürültüye ne “Ne mutlu Ermeni’yim” sloganlarını birleştirecek bir “toplumsal barışı” gerek var? Vaktiyle Ecevit’in DSP’si ile Devlet Bahçeli’nin MHP’si kurmak zorundayız. koalisyon yapmadılar mı? Günümüz Türkiyesinde “milliyetçilik-ulusçuluk-yurtseverlik” terimleri, kendilerine ilişkin “genel” ve “özgül” bağlamlarından soyutlanarak ele alınıyor. Oysa bu terimlerin hem tarih içinde anlamları vardır hem de Türk siyasal ve toplumsal bilincinde zaman zaman kazandığı “özel”, “özgül” anlamları oluşmuş durumdadır. Özünde günü-zamanı geldiğinde her terim “anlam kayması”na uğrar: Yanlış ve sakıncalı olan bunun “politik bir dürtü” ile yapılması ve “gözlerden saklanması”dır.

Takiyeci ve dönek solcu kesimdeki telaş boşuna. Türkiye tehlikenin farkındadır. Tüm sağcılar, solcular, ilericiler, gericiler, vaktiyle birbirlerine diş bilemiş ve can yakmış olanlar Cumhuriyet Türkiyesi’ni yaşatmakta buluşacaklardır. Geçmiş geçmişte kaldı, dünden kalma kin güdüleri bugün eskimiş bakkal defterinde veresiye hesabının değerinde bile değil. Kan davası aydınlık ve çağdaş insana yakışmaz. Ben laik Atatürk Cumhuriyeti’nin varoluşu ve bütünlüğü için, dün bana işkence etmiş olanlarla bugün el ele vermeyi yurtseverliğin doğal ve sade gereği sayıyorum.” Bu yorum ve bu tutum, beklentileri bir türlü karşılanmamış, kendilerini “devleti yönetmenin ve düzeni korumanın” seçeneği gören “zinde güç bağlantılı geleneksel aydınların kirli çıkmazıdır”. Yaşamın içinde gözüküp “sınıf ilişkilerinden sakınan” her türlü sorunun çözümünü ken-

4

Sayı 31


SERÇEÞME

İSTANBUL İKİNCİ BÖLGE BAĞIMSIZ ORTAK ADAYI

MECLİSE BASKIN GEREK

Baskın Oran Alevilerle Baskın Oran 6 Temmuz Cuma günü Tarabyaüstü ve Reşitpaşa’daki köy derneklerini ziyaret etti. Malatya, Arguvan’dan Aleviler tarafından kurulmuş der neklerin üyelerinin alışılmış seçimi CHP’ydi. Ama bu artık değişiyor. Baskın Oran’a önce, neden bir düzen partisinden aday olmadığı soruldu. Baskın Oran neden bağımsız aday olduğu sorusunu, kendisine iletilen bazı mesajları aktararak yanıtları: “Bana diyorlar ki: ‘CHP’den yaka silktiğim için oyumu AKP’ye verecektim, beni kurtardın.’ ya da ‘Şeriattan koktuğum için CHP’ye oy verecektim, sonra ellerimi yıkayacaktım. Beni sen kurtardın. İlk defa gönlümü ferah tutarak oy vereceğim.’” “Oyları bölme” konusundaki soruları şöyle yanıtladı: “CHP’nin oylarını bölüyor muyum? Evet, bölüyorum ve bununla gurur duyuyorum, çünkü ülkeyi etnik ve dinsel olarak bölenlerin oylarını bölmek birleştirici olmak demektir.” Toplantıda kimlik sorunu ile ilgili gelen sorulara yanıt olarak Baskın Oran insanların artık yaşamlarını sürdürmek, iş bulabilmek için Alevi, Kürt, vb. kimliklerini saklamak zorunda kalmamaları gerektiğini söyledi. Baskın Oran, en çok tartışılan Kürt meselesi konusunda da şunları dile getirdi: “Diyarbakır Sur Belediyesi, ilçesinde konuşulan dilleri tek tek tespit edip Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Arapça dillerinde hiz-

met vereceğim diyerek bu dillerde broşür bastırdı. Bu bölücülük değildir. Birleştirici bir şeydir, ama Sur Belediye Başkanı görevinden alındı, meclisi dağıtıldı.” Baskın Oran, 7 Temmuz Cumartesi günü de Seyrantepe ve Gazi Mahallesinde Alevilerin düzenlediği toplantılarına katıldı. Gündeme ilk gelen konu laiklik tartışmaları oldu. Baskın Oran CHP’nin ülkeyi laik-dinci şeklinde iki kampa bölmeye çalıştığını söyledi: “Baykal, Türkiye’yi laik-dinci kamplarına bölmeye çalışıyor. Ülkede şeriat tehlikesi olduğunu söylüyor. Türkiye’de şeriat tehlikesi yoktur. İslamcılar artık burjuvalaşmaya başlamıştır. Bundan sonra tek referansları kârlarını artırmak olacaktır.” CHP’nin siyasi yelpazedeki yerine değinen Baskın Oran şunları söyledi: “Deniz Baykal’ın MHP kökenli sağ politikacıları birinci sıradan aday göstermesi, ortanın sağındayız demesi, 301. maddeyi savunması ve milliyetçiliğin bizim çimentomuz olduğunu söylemesi, İnönü’nün bir zamanlar taktiksel sebeplerle söylediği ‘ortanın solu’ söylemini sildi götürdü.”

BASKIN ORAN diyor ki: Kemalizmin iki temel direği var. Güçlü devlet ve muasır medeniyet. Şu andaki 1930 modeli Kemalizm, birinci direği kullanarak ikinci direği yıkıyor, hatta yıktı. Halbuki bir bilseler, güçlü devlet olmak için vatandaşının gönüllü vatandaş olması lâzım. Çünkü her vatandaşın başına bir süngülü dikemezsin. Vatandaşını mutlu ve gönüllü yapmanın bir tek yolu var, onun alt kimliğine saygı. Onun alt kimliği Kürtse, Aleviyse, Müslümansa, hepsine saygı. dele vermesi. Baskın Oran, bu çizdiğimiz profil içinde en başa koyduğumuz adaylardan biri.”

Toplantıda konuşan PSAKD MYK üyesi Erdal Yıldırım, adayları desteklemek için çizdikleri çerçeveyi şöyle tarif etti:

Gazi Cem Vakfı Başkanı Hıdır Elmas ise geçmişte partilerin oyların yüzde onuyla iktidar olabildiklerini hatırlatarak şöyle dedi:

“Solcu ve sosyalist olması, Diyanet İşleri’nin lağvedilmesini savunması ve cemevlerinin yasal statüye kavuşması için müca-

“Diğer insanlar temsil edilemedi. Bu yüzden bağımsızlar için de bir yol olmalı. Halkın özgür iradesine fırsat verilmeli.”

İSTANBUL BİRİNCİ BÖLGE BAĞIMSIZ ORTAK ADAYI

MECLİSE UFUK GEREK

Ufuk Uras’ın Seçim Bildirgesinden Milliyetçi, Irkçı ve Gericilere Karşı Özgürlüğün ve Eşitliğin Sesi Olacağım: Bütün siyasi partiler milliyetçilik yarışı yapıyor. Irkçı sözlerle her gün toplumu bölüyor, toplum içi çatışmaları körüklüyor. Toplumsal yaşamı dinsel anlayışlarla kuşatmaya çalışan akımlar da boş durmuyor. Bunların karşısında milliyetçi olmayan, ırkçılığa karşı duran, gericiliğe taviz vermeyen bir siyasete gerek var. İnsanlar arası eşitliği savunan, özgürlükçü bir laiklik anlayışından yana yeni bir ufuk, yeni bir ses gerek. Söz veriyorum, o ses ben olacağım. Farklı Kültürlerin Sesi Olacağım: Türkiye, farklı kültürlerin buluştuğu bir ülkedir. Bu buluşma hepimizi zenginleştiriyor. Ancak Kürt sorunu üzerinden yaratılmaya çalışılan gerilim toplumsal dokuyu zedeliyor. Birbirimizin farklılıklarını görmek ve tanımak, acılarını ve kaygılarını hissetmek, anlamanın ilk adımı olacaktır. Kültür zenginliği bizi geliştirir, yeter ki kimse kimsenin kültürünü aşağılamasın, hor görmesin, haksız karalamalarda bulunmasın. Bu gerçeği savunmak için siyasete yeni bir ufuk, yeni bir ses gerek. Söz veriyorum, o ses ben olacağım. Kışlanın Değil, Barışın ve Birarada Yaşamın Sesi Olacağım: Ezenler bazen Kürt sorunu, bazen şeriat, bazen Irak, bazen Kıbrıs veya Yunanistan diyerek sü-

Temmuz 2007

rekli savaş boruları çalıyor. İnsanları ezmek ve sindirmek için bu savaş borularının yarattığı korkuyu kullanıyor. Oysa bu topraklarda farklı kültürlerimize, farklı anadillerimize rağmen barış içinde, eşit koşullarda birarada yaşamak; üstelik komşularımızla da barışı kurmak mümkün. Bunun için siyasete yeni bir ufuk, yeni bir ses gerek. Söz veriyorum, o ses ben olacağım. Baskının Değil, Demokrasinin Sesi Olacağım: Kendi kültürünü özgürce yaşamak, taleplerini ve fikirlerini özgürce dile getirmek isteyenler on yıllardır baskı altında. Bir yandan anti-demokratik yasalar, diğer yandan toplumsal baskılar insanları suskunluğa ve korkuya itiyor. Gece yarısı verilen e-muhtıralar, kışladan fısıldanan sözcükler karşısında tüm partiler esas duruşa geçiyor. Bütün bunları değiştirmek, demokratik yurttaş katılımını arttırmak, toplumsal sorunları şiddetsiz, karşılıklı anlayış ve diyalog yoluyla çözmek için siyasete yeni bir ufuk, yeni bir ses gerek. Söz veriyorum, o ses ben olacağım. Özgürlükçü Laikliğin Sesi Olacağım: Kimileri inançları siyasete alet ederken, diğerleri ‘laiklik elden gidiyor’ diyor. Tek bir mezhebin dayatılmasının aracı olan Diyanet İşleri’nden ve mağdur olan Alevi yurttaşlardan ise pek söz edilmiyor. Laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılması, insanların inançlarını özgür-

ce yaşaması ise; öncelikle devletin bütün inanç ve mezheplere eşit uzaklıkta durması ve hiçbirini kayırmaması gerekiyor. Bugünkü yapısı ile Diyanet İşleri ve anayasa zoru ile din dersleri, özgürlükçü bir laiklik anlayışı ile örtüşmüyor. Bunları savunmak için Meclis’e yeni bir ufuk, yeni bir ses gerek. Söz veriyorum, o ses ben olacağım. Kadınların Sesi Olacağım: Bu toplumda kadınlar eşit değil. Hem iş yaşamında, hem evlerde hem de siyasette kadınların sosyal talepleri ve ihtiyaçları dikkate alınmıyor. Kadınlar yeterince temsil edilmiyor. Erkek egemen bir anlayış yaşamın bütün alanlarına hakim oluyor. Töre cinayetlerinden, tacizlere kadar her türlü olumsuzluk yaşanıyor. Kadınların taleplerini daha fazla dile getirmek, duyulmasını sağlamak için siyasete yeni bir ufuk, yeni bir ses gerek. Söz veriyorum, o ses ben olacağım.

5


SERÇEÞME

BUDAK ALİ (ALİ KAYKI)

TARİH BOYU KARŞIT DÜŞÜNCE VE İNANÇ TOPLULUKLARINA KARŞI KULLANILAN

Baskı Yöntemleri - Bölüm II

İstersen Ela gözlü nazlı yarim Baldan tatlı dilin var mı? Yüzü benli allı canım İnceden bir belin var mı? Güneş isen ufkum sana Şafağımda gel istersen Azrailsen bin can feda Biner biner al istersen Tutulmuşum yâr sevdana Şikâr oldum vur istersen Hasretinden yana yana Lâl olmuşum sor istersen Goncam mısın dallarımda Yaprak yaprak aç istersen Mahım mısın karanlıkta Işığını saç istersen Yürü canım salın biraz Selvi boylum hâk istersen Endamın var halın bin nâz Rahmetimden pâk istersen Nazlarında ömrüm bitti Dert üstüne dert çekerken Başıma bak karlar düştü Biraz insaf et istersen Budak Ali’min elinden Bade gelir iç istersen Ayrılamaz bu can senden Sen bu candan geç istersen Salzgitter, 15 Temmuz 2007

Gelir… Yolumuz gözlenir karşı dağlara Gidip bir mürşide mihman olmaya Erenler bağında güller dermeye Şah Kızıldeli’ye varasım gelir Bağında bahçende açınca gülüm Sevdanda tutuşur köz olur külüm Sığmayıp bendine taşınca gönlüm Damlanda deryanda coşasım gelir

İsmail Kaygusuz

B

İLİNDİĞİ GİBİ Kuyucu Murat Paşa, tahtını sağlamlaştırmak adına Sultan I. Ahmet’in fermanı ve Şeyhülislam’ın fetvasıyla asilere boyun eğdirmek için çıktığı sefer üç yıl sürdü. 90 yaşındaki bu acımasız ihtiyar kapıkulunun zamanın genç Padişah’ının “baba” iltifatına mazhar oluşu, cesetleri kuyulara doldurulan ve kafalarından tepeler oluşturulan 150 bin yoksul insana mal olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, bu öldürülüp kuyulara atılan insan sayısı, sadece fiili savaş dışı kırımlara ait bulunmaktadır. Bir de yapılan savaşlarda iki yandan ölen binlerce insan sayısını hayal ediniz! Ve “Mavi Cami” diye ünlenen Sultan Ahmed Camisi de, işte bu dönemin en unutulmaz simgesidir. Bu yapı kentin üzerinde insanı şaşkına çeviren büyüklüğü ile yükselir ve ilginç biçimde, Osmanlı tarihinin en az anımsanmaya değer “zaferlerinden” birini anımsatır. Hep zaferler kazanmış bir İslam imparatorluğunun hükümdarları olan Osmanlı sultanları savaş alanlarındaki başarılarını yaşatmak için hep büyük camiler yaptırdılar. Genelde, Tanrının yüceliğine övgü olarak yaptırılan bu tür anıtların yapım giderleri savaş alanında kazanılan zafer sonucu elde edilenlerdir. Soyunun büyüklerini geçmeye çalışan I. Ahmet de çok büyük bir cami yaptırmaya karar verdi. Fakat genç Sultan, avlanmanın dışında herhangi bir nedenle bile saraydan dışarı çıkmadı. Dolayısıyla, yapımını istediği bu çok pahalı dinsel imparatorluk anıtına yaraşır boyutta bir zaferi yoktu. Harcamaları karşılamak amacıyla vergileri artırdı ve hedefinin kutsallığını ulemaya inandırmak için çok çaba harcadı. Zamanın tarihçilerinin anlattığına göre –ki bu bilgi, ne ilkokuldan Üniversite’ye kadar okutulan tarih kitaplarında ve ne de camiyi tanıtan yazılarda asla geçmez– 1609 yılında, sadrazamı Kuyucu Murat Paşa, son büyük Celali’nin kökünü kazıma seferinden başarıyla dönünce Padişah, bu zafer için Tanrıya şükretti ve bu görkemli yapıyı yaptırma planlarını uygulamaya koyuldu. Son Celali’nin idam edildiği ayı izleyen ayda, caminin temellerini attı.

9 Ekim 1609’da, devlet büyüklerinin eliyle temele ilk kazma vuruldu. Şeyhül İslam, Sadrazam Kuyucu Murad Paşa, vezirler ulemadan yüksek kişiler tümü simgesel anlamda kazma vurmuş oldu. Tarihçilerin ciddi ciddi anlattığına göre, Sultan I. Ahmet öylesine şevkle temel kazdı ki, alnının boncuk boncuk terlediği görüldü. Dokuz yıl boyunca yapılan olağanüstü harcamalar için yoksul teba’nın sırtına yüklenen ağır vergiler ve Sultan’ın sürekli gözetimi sonunda caminin kapıları açıldı. İstanbul halkı, bugün hâlâ çok kişinin kenttekiler içinde en güzellerinden biri saydığı camiyi gördü. Planların daha önceki yapılarda görülen düşüncelerden aktarma olduğu ve mimarının amacının tasarımda denge ve ayrıntılara özen göstermek değil, Sultan’ın istediği görkemlilik ve büyüklüğü gerçekleştirmek olduğu görülmektedir. (Uzunçarşılı, III/2, s.554, dpnt.3; CSP, Venedik, s.75 (1613 tarihli) ve Goodwin, s.344’den aktaran William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan 1591–1611, Çev. Ülkün Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2000, s.20–24) Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından yapılan ve “Celali belasından kurtardığı için Tanrı’ya şükran borcu olarak adanan” bu camiye yapılan harcamalar öylesine büyüktür ki Padişah’ın, minarelerin “altından yapılmasını” buyurduğu, fakat mimarın “altı tane” anladığı ironik öyküsü anlatılır hep. Hiç bir yerde, bu büyük sanat yapıtının(!) temelindeki harcın 150 bin Kızılbaş-Celali kanıyla karılmış olduğu, toplumsal bellekten silmek için söz bile edilmez. Zaten eğer bu şükran adağı görkemli camiyi kabul etmişse O,herhalde acımasızca katledilenlerin Tanrısı olmasa gerektir; onların ruhlarını da cehenneme mi göndermiştir dersiniz?

2. 30 bin Komüncünün Kırımı ve

Sacré Coeur Kilisesi

Bu kez Hıristiyan dünyasından, egemen burjuva yönetiminin, savaştığı düşmanla işbirliği ederek, sınıfsal çıkarlarına aykırı bulduğu AvSacré Coeur Kilisesi

Akıyor yaşlarım sellere döndü Yakıyor hasretin bağrımı deldi Şu ömrüm geldi de geçiyor sanki Zamanın tez eyle himmetin gelir Ayrılık ne zormuş âşık olana Sürerek gelsemde yüzüm turaba Cefana vefadır garip canımda Uğruna ser verip ölesim gelir Dilimde besmele özümde sensin Dinimde imanım önümde yolsun Nerede arasam orada varsın Kıblemi yönüne dönesim gelir Budak Ali’nim yanmışım özümden Hiç kötülük geçmez deli gönlümden Bilmem ki ne kaldı geri ömrümden Tabuta koysalar göresim gelir

6

Sayı 31


SERÇEÞME

FİRİK DEDE HAKK’A YÜRÜDÜ

YATTIĞI YER IŞIK OLSUN rupa tarihinin ilk toplumsal devrim pratiğini/ şafağını kanlı bir kırımla yok etmesi örneğini vereceğiz: 1871 Paris Komünü 18 Mart 1871 sabahı Paris, gök gürültüsünü andıran “Vive la Commune!” (Yaşasın Komün) çığlıklarıyla uyandı. Yönetici sınıfların tükenmişlik ve ihanetleri karşısında işçi sınıfı yönetime el koymuş ve işçi sınıfının kızıl bayrağını Paris’in burçlarına dikti. 19 Mart akşamı Ulusal Muhafız Merkez Komitesi Belediye sarayında toplandı ve en kısa zamanda bir seçim yapılması kararlaştırıldı. Merkez Komite sıkıyönetimi kaldırdı. Tüm siyasi tutuklular serbest bırakıldı. 23 Mart’ta Merkez Komite programını ortaya koyan bir bildiri yayınladı. Bildiride yeni bir düzen kurmak ve emeği sınıf karşıtlığını ortadan kaldıracak eşitliği sağlayacak yeni temeller üzerinde yeniden örgütlemek gerekliliğinden bahsediliyordu. Emekçiye emeğinin karşılığını sağlamak, yani kapitalist kârı ortadan kaldırmak için kredinin, ticaretin ve ortaklaşmanın örgütlenmesi; herkes için parasız, laik ve tam eğitim; toplantı, dernek kurma ve basın özgürlükleri; polisin ve ordunun komünal düzeyde örgütlenmesi gibi ilkeler öngörülüyordu. Komün, kamu hizmetleri, eğitim ve emek gibi alanlarda köklü değişiklikler yaptı. Paris’i saran kıtlığa karşı çeşitli önlemler alındı. Sağlık hizmetleri yaygınlaştırıldı. Savaşta ölen muhafızların çocuklarına ödenen aylıklarda evlilik dışı çocuk ayrımı yapılmadı. Fırıncıların gece çalışması, patronların ücretler üzerindeki kesinti uygulamaları yasaklandı. Sahipleri tarafından terkedilen atölyelerin işçi kooperatifleri tarafından işletilmesi öngörüldü. Ancak Komün, diğer alanlarda aldığı önemli önlemlere karşın askeri ve mali yönden yetersiz kaldı. Fransa Bankası’nın ulusallaştırılmasından kaçınıldı. Örgütsel açıdan da çeşitli zayıflıklar vardı. Bakanlık, komisyon görevlileri ve askeri işlerden sorumlu kişiler sık sık değiştiriliyordu. Devrimi destekleyen çeşitli komitelerin anarşik artışı Komün’ü savunma noktasında güçsüz düşürüyordu. Komün savaş delegesi olarak atadığı askerlere fazla güvenmiyordu. Ulusal Muhafızlar, en küçük bir disipline boyun eğmek istemeyen devrimci savaşçılardan oluşuyordu. Paris’te aralarında kadınların, çocukların da bulunduğu komün savaşçıları, Prusya kralı Bismarck’ın desteğiyle Versaille’dan Paris’e doğru ilerleyen Thiers’in 63 bin 500 kişilik büyük ordusuna karşı savaşa hazırlanıyordu. Thiers ordusuna Almanlar’ın serbest bıraktığı 130 bin savaş tutsağını da eklemişti. 1 Mayıs’tan itibaren Paris, Versailles ordusu tarafından sürekli olarak bombalandı. Versailles birlikleri, haftalarca direnen Paris’e 21 Mayıs günü girebildiler. Komün savaşçıları bir hafta boyunca mahalle mahalle, barikat barikat savaştılar. Versailles ordusu tam bir katliama girişti. 25 binden fazla Komüncü barikatlarda katledildi. 26 Mayıs’a gelindiğinde direniş son sınırına ulaşmıştı. Ordu Paris’in içine doğru ilerledikçe kitlesel kurşuna dizmeler artıyordu. Komünün son barikatı 28 Mayıs günü düştü. Bu katliamlardan sağ kurtulanlar da Komünün ardından kurulan askeri mahkemelerde

Temmuz 2007

yargılandılar ve çoğu kurşuna dizildi. Yargılamaların ardından 38 bin Parisli, Versailles’te kurulan toplama kampına gönderildi. Önemli bir kısmı buradaki yaşam koşulları nedeniyle hayatını kaybetti. Katliamın üzerinden bir ay geçmesine rağmen kentte hala ceset kokuları hakimdi ve Seine nehri kırmızı akıyordu. Versaille hükümeti, düşmanıyla işbirliği yaparak Avrupanın bu ilk toplumsal devrim şafağının karartmış ve 70 günlük Paris komününü dağıtmıştı... Komün’den geriye 30 bin ölü ve harabeye dönmüş bir kent bunlardan, fakat çok daha önemli olarak insanlık tarihine yazılan kızıl bir sayfa kaldı. Ancak adeta gökyüzünü fethe çıkan komüncüler, yeni bir toplumun, yeni bir dünyanın mümkün olduğunu göstermiş oldular. Marx’a göre “Komün’ün gerçek gizemini özsel olarak bir işçi hükümeti, üreticiler sınıfının mülk sahipleri sınıfına karşı mücadelesinin sonucu, emeğin iktisadi kurtuluşunu gerçekleştirmek olanağını sağlamak üzere bulunan siyasal biçimdi.” 1871 baharında Paris sokaklarında yankılanan “Yaşasın Komün!” sesleri özgür bir geleceğin habercisiydi. Katledilen onbinlerce komüncünün özgürlük çığlığı, toplumun gerçek öncüsü olan işçi sınıfının çığlığıydı ve özgürlüğün tohumlarını toprağa ekmişti. Hiç kuşkusuz yeşereceği günler de gelecekti. ...(H. Ezgi, “Paris Komünü: Toplumsal Devrimin Şafağı”, Ekim Günlüğü (83), Mayıs 2003)

Ve Sacré-Coeur Kilisesi Sacré-Coeur (Kutsal Kalb) Kilisesi, Paris kentini yükseklerden seyreden Montmarte tepesi üzerine kurulmuş ve “Büyük Adak” adı verilmiştir. 1871 yenilgisinden sonra, 23 Temmuz 1873 günü Ulusal Meclis tarafından oylanarak kabul edilen bir yasayla yapımına karar verilen bir kilisedir. Fransa-Prusya savaşı sırasında yaşamlarını yitiren çok sayıda Fransız vatandaşlarının anısına saygı için olduğu kadar, gerçekte “Komüncü(lerin) cinayetleri cezasını bulduğu için” Tanrıya şükrolsun diye bu kilisenin yapılması karar altına alınmıştı. Kilisenin yapımı için açılan yarışmayı Mimar Paul Abadie (Ö. 1884) kazandı. Binanın temeline ilk taş 16 Temmuz 1875 günü kondu ve Kilise, anayasası aynı yıl oylanmış olan yeni rejimin başlangıcını kutlamak için Üçüncü Cumhuriyet Hükümeti’nin doğrudan katılımıyla inşa edildi.. Görüldüğü gibi tarih boyunca egemen dinsel ve siyasal inançların mensupları, yani yönetim erkini elinde bulunduran yöneticiler, muhalif ve aykırı inançtopluluklarına karşı baskı ve kıyımlar uygulamakla kalmamışlar. Arkasından, temel harcında insan kanı kullanarak “mavi cami ve sacré couer kilisesi” gibi “şükür tapınakları” yaptırmışlardı. Onların içinde, acaba hangi yüzle kandırdıkları Tanrı’ya tapınmışlardır dersiniz? Gerçekte onların din ve inançla da, Tanrı’yla da zerre kadar yakınlıkları yoktu; saltanat ve sınıfsal çıkarları uğruna yaptıkları insan kırımlarında kutsal değerleri kullanmaktan çekinmemişlerdir.

Derin Acılar Dilsizdir Eyüp Hanoğlu Dersim Ovacık’ta yaşayan, sözlü geleneğin son temsilcilerinden, Dervişcemal pirlerinden Firik Dede, 106 yaşında, kendi yıkık evinde hayata gözlerini yumdu.. 1980 askeri darbe günlerinde; Ovacık’ta abisinin gözleri önünde ağaca bağlanıp, işkence yapılarak Kulaksız yüzbaşı tarafından diri diri yakılan Behzat Firik’in de babasıdır… O günden beri, oğlunun acısıyla yas tutan Firik Dede, sakallarını bir daha kesmedi, acısı da gözyaşları da hiç dinmedi ve bir daha hiç konuşmadı… “Mücevheri yerinde satın, tenekecilere vermeyin, sarrafını bulursanız verin” diyordu bir kaydında. Sözünü anlayacak sarrafa mı rastlamadı yoksa bu bir sessiz protesto muydu kendince, hâlâ merak ederim. 70’lerin sonlarıydı sanırım… Firik Dede, Piro Newes, Aydınê Heşi, Qeramanê Mırci, Rızaê Berti gibi Ovacık’ın o dönemki insan-ı kâmilleri amcam Weliağa’nın evinde toplanırlardı bazan... Önce sohbet, muhabbet, sonra saz-söz, ikram derken; uzun bir sessizliğin içinde öylece otururlardı. 6-7 yaş hafızamdan kalan bu görüntüyü de hâlâ merak ederim.. Bu bilge adamlar niye susuyorlardı, öyle saatlerce.. Bu ve benzeri yanıtlanmamış bir çok soru ve sırlarıyla hepsi çekip gittiler aramızdan. (...) Firik Dede; “gizli bir sırdır” dediği hafızasını, acısını, suskunluğunu, kesmediği sakallarını alıp giderken aramızdan; bize de ondan geriye miras olarak bir asırlık hayat, halk bilgeliği geleneğinin değerleri ve hoş bir nida olarak sazı-sözü kaldı. (...) Sevgiyi din, aşkı yol eylemiş bir kavmin çocukları; bu bedbaht dünyada eteklerinde hep yolun yükünü ve kırılan dalların hüznünü taşırlar. Yolun yükünü en ağır taşıyanımızı kaybettik... Birbirinin peşisıra, yitip giden, hakka yürüyen insan-ı kâmillerimizin hatırası yolumuzu aydınlatan ‘nur’ olsun... Hatırası önünde saygıyla eğiliyoruz: “Ölüm ölür biz ölmeyiz.” 10 Temmuz 2007, Köln (www.utopiya.org )

7


SERÇEÞME

İki Katliam, İki Yaklaşım Rıza Aydoğmuş Yeniden anımsayalım; Pir Sultan Abdal Kültür Derneğince, 1993 yılında dördüncüsü düzenlenen Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerine katılan 33 yazar, çizer, semahçı ve tiyatrocu aydınlık düşünceli insan, konakladıkları Madımak oteline 2 Temmuz günü gündüz gözüyle şeriat özlemcisi gerici-yobaz güruh tarafından kıstırıldı. Otel, önce saatlerce taşlandı, sonra da devletin güvenlik güçlerinin gözü önünde ateşe verildi. İki otel çalışanı ve 33 aydın diri diri yakıldı. Cuma namazından çıkan ve daha önceden örgütlenmiş kalabalık, etkinliğin yapıldığı bütün mekânlara baskınlar düzenledi, saldırdı, taşladı, kırdı, döktü. Cumhuriyet ve laiklik karşıtı sloganlarla kent meydanını ve otel önünü şeriatçı gösteri alanına dönüştürdü. Devletin polisi ve askeri elleri kolları bağlı bu saldırgan gösteriyi saatlerce seyretti. Öğlen saatlerinde başlayan bu saldırıyı, TV kanalları ve radyolar naklen dünyaya haber yapıyorlardı. Otel içine kıstırılmış insanlar ise otelin odalarından TV’lerin canlı yayınlarını izleyerek, devletin kendilerini kurtaracağını beklediler; tam sekiz saat. Zira devleti yönetenler telefonla “sabredin, dayanın sizi kurtaracağız” dediler. Cumhuriyetin ve Laikliğin bekçileri(!), 1974 yılında Kıbrıs’a bir saatte çıkarma yapmakla öğünenler, sekiz saat geçmesine karşın otele yüz metre uzaklıktaki alaydan, beş yüz metre uzaklıktaki Tugaydan gelemediler. Cumhuriyetin temellerinin atıldığı kent, Cumhuriyet düşmanı, şeriat özlemcilerince adeta teslim alınmıştı. Bu saldırgan güruha “Dur” diyecek bir güç yoktu orta yerde; ta ki otel, içindeki iki çalışanı ile birlikte 35 insanın diri diri yakılmasına dek. Otel 35 insan ile “yak ula yak” nidalarıyla ateşe verildi. O günün belediye çalışanları belediye binasından topluca yangına, alkışlarıyla tempo tuttular. 35 insanın diri diri yakılmasını otel önüne toplanmış binlerce Sivas’lı seyretti, alkışladı, zoraki getirilen itfaiye aracını otele yaklaştırmadı, hortumlarını kesti. Bu katliam, din adına yapıldı. Laik cumhuriyet yerine şeriat özlemi adına yapıldı. Bu katliam, canlarımızı elimizden aldı, yüreklerimizi dağladı. Katliam sonrası Devletin yaklaşımı, yüreğimizdeki bu yangını daha da büyüttü. Olayda hep tahrik(!) arandı. Devleti yönetenler başta olmak üzere katliamda sorumluluğu olan güçler utanmadan, yananları suçladı. Olayda sorumluğu olanları araştırmak ve soruşturmak yerine olabildiğince örtbas etme yolu tercih edildi. Hemen ertesi gün video kayıtlarından tespit ettikleriyle yetinip, başkaca suçlu arama yoluna gidilmedi. Yani ilk günlerde ele gecen yaklaşık yüz elli kişi ile fail sayısını sınırladılar. Oysa otel önünde binlerle ifade edilecek bir kalabalık vardı ve tam sekiz saat otel önünden ayrılmamıştı. Yargılama başladı ve katilleri bir dönem Adalet bakanlığı yapmış olan bir milletvekili, Şevket Kazan üstlendi. Bu savunmanlık, sıradan bir avukat müvekkil ilişkisinden ziyade aynı amaç için mücadele eden dava arkadaşlığıydı. Devlet, katliamla sonuçlanan yangın sonrası zarar gören otel sahibine tazminat ödedi.

8

Katliam sonrası Devletin yaklaşımı, yüreğimizdeki bu yangını daha da büyüttü. Olayda hep tahrik(!) arandı.

Madımak katliamının yıldönümlerinde yakınlarını kaybeden aileler ve kitle örgütü yöneticileri ellerinde karanfil otel önüne gider ve anma yaparlar. Bu anmalara devletin yetkilileri şöyle dursun, sosyal demokrat olduğunu söyleyen önemli bir partinin genel başkanı bile katılmaz.

Madımak Müze Olsun Otel sahibi de alel acele boya badana yapıp tefriş ederek, yine otel hizmetine devam etti. Yetmedi, otelin alt katını da et lokantasına çevirdi. 35 insanın diri diri yakıldığı otelde yine insanlar konaklıyor, huzur içersinde(!) uyuyor, alt katında ise kömür ızgarada kebabını yiyor! Devlet, buralara hizmet edebilmesi için işletmeciye ruhsat da verdi. Gelelim ikinci olaya; Sivas- Madımak katliamından yaklaşık kırk gün önce, Alman Neo-Nazileri (ırk-faşistleri) Almanya’nın Solingen kentinde yaşayan bir Türk ailesinin evini gece yarısı kundakladı ve ailenin beş bireyi yakılarak katledildi. Bu katliam, başta ülkemizde ve tüm dünyada infial yarattı ve kınandı. Alma hükümeti, failleri kısa sürede yakalayıp, yargı karşısına çıkardı. Yargılanan katiller, ömür boyu hapse mahkûm edildi. Yine Alman hükümeti, yanan evi istimlâk edip, “utanç müzesi” ne dönüştürdü. Bahçesine de katledilen aile bireylerinin anısına beş adet ceviz ağacı dikti. Her yıl yapılan anmalara Alman devleti en üst seviyeden katılır. Alman devletinin katliam sonrası yaklaşımı, adalet beklentisi içersindeki başta aile ve tüm insanlığın vicdanını rahatlatmıştır. Katiller ise hiçbir af beklentisi olmadan cezalarını çekiyorlar. Sivas-Madımak katilleri? Hala birçoğu yakalanıp, yargı önüne çıkarılmadı. Yargılanıp, mahkum edilenlerin bir kısmı kaçak, cezaevinde bulunanlar ise krallar gibi(!). Cezaevi içersinde dokunulmazlıkları var gibi. Adalet bakanlığı müebbet hapis cezası alan katillerden birisinin abisine cezaevinin tadilat işini vermişti (1998). Katillerden birisi de nasıl olduysa cezaevine ziyarete gelen eşini hamile bıraktı, “soyum sürsün” diye. Yurtdışında olanlardan birisi döner ticaretini sürdürüyor. Belediye meclis üyesi Cafer Erçakmak hala ele geçmedi. Devlet aramıyor, yabancı ülkelere kaçmış olanların iadesi için girişimde bulunmuyor.

Otel önüne karanfil bırakılmasına bile tahammül göstermeyen şeriatçı medya ve yandaşları “o gün et lokantasının işinin bu anma nedeniyle aksadığını ve işyeri sahibinin zarar ettiğini” yazıp, söyleyecek kadar alçalıyorlar. Kentin ticaret erbabı “madımak unutulsun, yoksa ticaretimiz zarar görüyor” diyor. İnsanlık tarihinde bir utanç olan Madımak katliamı unutturulamaz, o utançtan kurtulmanın yolu unutmaktan değil, o mekânı müze yapmaktan ve her yıl yapılan anma etkinliklerine gelip, katliamı lanetlemekten geçer. Otele kıstırılmış, saatlerce taşlanmış sonra da yakılmış bu ülkenin yüz akı 33 aydını koruyamayan devlet, Madımak’ı müze yapmayarak, suçluluğunu sürdürmektedir. Onca insanın diri diri yakıldığı otelin altında ızgarada et yenilmesine hangi vicdan-sız izin verir? Dünyada bir başka örneği var mıdır? İlkel kabile yaşamlarında olabilirliği de tartışılır; ama bu çağda hangi inanç, hangi yasa, hangi ahlak?, hangi vicdan? Bu aşağılık uygulamayı akıl edip, sürdürenler ve göz yuman yasal yetkililer bu ahlaksızlığa, bu vicdansızlığa ortak olmuyorlar mı? Madımak müze yerine otel ve et lokantası olarak hizmete devam ettiği sürece, Devleti yönetenler, bu utanç yaftasıyla uluslar arası arenada dolaşacaklar. Oysa bu ülkenin yurttaşları olarak, onurlu bir şekilde dik durmak ve yaşamak gibi hakkımız var; ama bugünün yöneticileri bu hakkımıza ve duruşumuza övünülecek değil utanılacak tavırlarıyla gölge ediyorlar. Solingen’de Yakılan Türk Ailenin Evi Müze Oldu, 35 İnsanın Diri Diri Yakıldığı Madımak Oteli de Müze Olacak… Bu Mücadele, Madımak Müze Olana Dek Sürecek… İnsanlığın Evrensel Değerleri, Hoşgörü, Barış, Kardeşlik ve Birlikte Yaşama Kültürü Bu Yoldan Geçer…

Sayı 31


SERÇEÞME

DAH Bileşenleri’ne ‘Olağanüstü Genel Kurul Çağrısı’ Yapıldı

S

İYASETE MÜDAHALE’nin şu anki sonuçları, Demokratik Alevi Hareketi’nde (DAH) Olağanüstü Genel Kurul çağrısına yol açtı. ‘AABK, ABF ve AABF güven tazelemek zorunda!’ başlığı altında Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) eski Genel Sekreteri Hasan G. Öğütcü, eski Yönetim Kurulu

Üyesi Faysal İlhan ile Yönetim Kurulu Üyesi Av. Seydi Koparan tarafından kaleme alınan bir çağrı ile (fiili) başkanlığını T. Öker’in yürüttüğü DAH Bileşenleri’ne sonbaharda ‘Olağanüstü Genel Kurul’ çağrısı yapıldı. Çağrının 2007 Erken Milletvekili Genel Seçimlerinin ardından cevap ve yankı bulması bekleniyor.

Olağanüstü Genel Kurul çağrısında ‘Bize göre eğer Türkiye’yi değiştirmek istiyorsak önce kendimizden ve kurumlarımızdan başlamalıyız!’ ‘Görünen o ki, siyasete ‘müdahale’ yeni ayrışımlara yol açtı.’ denildi. İlgili çağrı metni şöyle:

AABK, ABF ve AABF Güven Tazelemek Zorunda! Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Genel Yönetim ve Disiplin Kurulu Üyelerine, AABK’ya Üye Federasyon Yönetim ve Disiplin Kurulu Üyelerine, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu İnanç Kurumuna, Almanya Alevi Kadınlar ve Gençler Birliği Yönetim ve Disiplin Kurulu Üyelerine, AABF’ye bağlı Üye Alevi Kültür Merkezi Yönetim Kurulu Üyelerine, Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Yönetim ve Disiplin Kurulu Üyelerine, ABF’ye Üye Kurumların Yönetim ve Disiplin Kurulu Üyelerine Değerli Canlar, 4 Haziran 2007 tarihinde TBMM erken seçimleri için milletvekili adayları siyasi parti liderleri tarafından belirlendi. Böylece Siyasi Parti Kurmayları seçimlerde milletvekili adaylarını, parti tabanının iradesini çiğneyerek oluşturdular. Ülkemizde katılımcı demokrasinin gelişmesine vurulan bu darbe Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünde en büyük engel teşkil etmektedir. Ankara’ da 20.05.2007 tarihinde toplanan Alevi Bektaşi Meclisi kurum adına milletvekili aday adayı belirlemezken ve herhangi bir siyasi partiyi adres olarak göstermezken bireysel olarak CHP’den Milletvekili aday adayı olan kurumlarımızda görevli arkadaşlarımız CHP aday listesinde yer alamadı. ABF ve AABK’nın siyasete “müdahale” ve solda birlik söylevleri ile başlayan süreçte yaşananlar Alevi kurumlarında son bir yıl içinde onarılması güç yaralar açtı. ABF ve AABK kamuoyu önünde büyük ölçüde rencide edildiler. Ve nihayetinde Siyasetin Alevi kurumlarına müdahalesini izledik. Siyasete “müdahale” projesi sonuç olarak maalesef CHP’ye yaranmaya ve bir kaç kişinin milletvekili olmasına indirgendi. Hiç bir şekilde ne partiler nezdinde nede bağımsız adaylar göstererek siyasette etkili olunamadı. CHP’nin bir işareti sonucu Türkiye genelinde yapılması planlanan etkinlikler aniden durduruldu. 20 Milyon Alevinin sorunlarına çözüm ve alternatif seçenekler oluşturulamadı. Bağımsız Alevi Hareketi ne kendi içinde kurum olarak bir aday belirleme olgunluğunu gösterebildi ne de demokratik bir ortamda Ankara’ya çağırdığı Alevi temsilcilerine bir ön seçim yaptırarak farklı olduğunu pratikte ortaya koymayı becerebildi.

Siyasi Partilerde Alışık Olduğumuz Lidere Biat Tavrı Sergilenmiş ve Kurumlarımız Yıpratılmıştır! 20 Mayıs 2007 tarihinde Ankara’ da toplanan Alevi Bektaşi Meclisinden 5 gün sonra adaylar bireysel başvurmuşlardır. Bunun üzerine ABF hiç bir partiyi destekleme kararı almadık derken ertesi gün ABF Başkanının Deniz Baykal ile Mersin mitinginde kol kola boy göstermiştir. Bu ne yaman çelişkidir ve bunu kim izah edebilir? “Bana kurumsal kimliğinizle gelmeyin, bu kimlikle bir talepte bulunmayın.” diyen Sayın Baykal’ın yanında İzmir ve Mersin mitinglerine katılan Sayın ABF başkanımız hangi kimlikle yer almışdır? AABF ve ABF Başkanlarından aldıkları işaret doğrultusunda milletvekili aday adaylığı için başvuran arkadaşlar, ABF’nin söz konusu açıklaması ile güç durumda kalmışlardır. Bize göre eğer Türkiye’yi değiştirmek istiyorsak önce kendimizden ve kurumlarımızdan başlamalıyız!

Temmuz 2007

AABK olarak Türkiye’de ABF’nin içişlerine emirvaki bir şekilde karışmak ve belirleyici olmak büyük bir hata idi. Ve nitekim ABF olağanüstü kongresinde seçimleri kazanmak için başvurulan yöntem kurum içinde kötü bir geleneğin başlamasına sebep oldu. Şimdi ne Avrupa boyutuyla ne de Türkiye boyutuyla kurumlarımızın uyumlu çalışma ortamından bahsetmek mümkün değil. Son olarak ABF Genel Sekreterinin Yol TV Ankara temsilciliğinden “eşitliğin, açıklığın ve şeffaflığın kaybolduğu” ve “her şeyi biz biliriz ve biz yaparız” mantığının hâkim olduğu ve Yol TV’deki arkadaşların, kurumu bir sıçrama tahtası olarak kullandıklarını kamuoyuna açıklayarak görevi bıraktı. Görünen o ki, siyasete ‘müdahale’ yeni ayrışımlara yol açtı.

Alevi Kurumları Arasında Dostane İlişkiler ve Sıcak Dialog Tekrar Sağlanmalıdır! Artık önüne koyduğu hiç bir temel sorunu çözemeyen bir yapının, kurumların geleceğini köreltmesi kabul edilemez. Kurumlarımız içinde olumsuzluklara işaret eden kurum içinde görev yapan canlarımızın komplo teorileriyle kişiliğini hedef alarak doğrudan bitirmeye yönelik tavırlarla ezmeye çalışarak başarılı olduklarını sananların büyük yanılgı içinde oldukları halkımız tarafından anlaşılıyor. Ne hazindir ki mevcut yapı kurumu ilgilendiren önemli konularda karar alıp ve onu sonuçlandıracak bir potansiyele sahip de değildir. Asıl sorun Yönetim Kurullarında olaylar karşısında doğru reaksiyon gösterebilen, meseleyi kavrayan ve de doğru müdahaleyi yapabilecek, Alevi toplumuyla barışık bir kadronun olmamayışıdır, yani mevcut yönetim ve başkanlık mekanizması bu yetenekten yoksundur. Kurumlarımıza daha fazla zarar verilmesi önlenmeli ve geniş bir platformda demokratik tartışma ortamı yaratıp, özü dara çekip, yeniden Alevi Kurumlarında birlik ve dostluk anlayışı hâkim kılınmalıdır. Bu ancak sonbaharda bütün yönleri ile tartışılan olağanüstü bir genel kurul ile ve orada yapılacak seçim sonucu güven tazeleyerek mümkün olur. Yeni dönemde başta Avrupa olmak üzere Alevi toplumunun önündeki elli yıla uygun yeni bir yaklaşım ve modele ihtiyacı vardır. Bunun için en kısa zamanda kollar sıvanmalıdır! Saygı ve sevgilerimizle! Hasan G. Öğütcü, Faysal İlhan, Av. Seydi Koparan 13 Haziran 2007

9


SERÇEÞME

Alevilerden Sol, Demokrat ve Sosyalist Bağımsız Adaylara Destek Çağrısı

METİN DEMİRTAŞ

BİZİ GÜLDÜRÜP, DÜŞÜNDÜRENLER

Haşim Kutlu

Niye Geçeyim? Sırat Köprüsü’nün başında, Sorgucu seslenir Erenlere: “Ramazan’da Orucu yerdin, Şarabı içerdin! ‘Nere caminin yolu?’ deseler, Bilmezdin! Geç bakalım şimdi geçe bilirsen..” Baba Erenler omuz silkip, der: “Niye geçeyim, zorum mu var? Öte yakada Mor sümbüllü bağlarım mı var?..”

Hiç Olmazsa Yenir Baba Erenlere sorulur: “Namazı mı seversin, orucu mu?” “Orucu”, olur Erenlerin yanıtı. “Neden diye sorulunca da “Hiç olmazsa yenir” olur yanıtı.

Hoca Ölüme Mahkum Edilir Zamanın birinde yarı deli bir Sultan Eşek çaldı diye, Hoca’yı ölüme mahkum eder. Hoca cellada teslim edilirken: “Sultanım der, Bu eşek benim kardeşimdir aslında, Fakat gördüğünüz gibi Bir büyücü onu eşek yaptı. Kulunuz için zor değil bunun ispatı. Bir yıl süre verin, Konuşturayım onu bir insan gibi, Kendisi anlatsın olanı biteni.” Sultan bu garip dileğe “Peki” der Ve ekler ardından: “Dediğin gerçekleşmezse Ölümlerden ölüm beğen!..” Hoca varınca eve, anlatır karısına olanları. Karısı ah, vah eder: “Efendi sen ne yaptın! Bu dediğin olası mı? Pekala sen de bilirsin Bir eşeğin konuşmayacağını..” Hoca, “haklısın hanım der, Bilmez değil, bilirim. Ama umut fakirin ekmeği, Bu bir yılda Sultan ölebilir, Eşek ölebilir, Ben ölebilirim.”

Dönmeyiz Mevlevi’nin biri Sıralı, sırasız: “Biz hak der döneriz” der, Erenlere döner sorarmış, “Ya siz?” “Biz de aynı sözü eder Ama dönmeyiz”

10

H

ER SEÇİM döneminde olduğu gibi, bu sefer de Alevilerin çoğunluğu şeriat korkusuyla statüko bekçiliğine koşulmak isteniyor. Bu kez de sistemin bekçileri korkutma senaryosunu iyi sahneye koyarak, henüz emekleme aşamasındaki Alevi örgütlerini “bölmeyi” başardı. Bu nedenle Aleviler bu seçimde de bütünlüklü bir yapı sergileyemeyecek görüntüsü veriyor. Alevilerin siyasete ilişkin tutumlarıyla ilgili Ankara’da iki ayrı konferans düzenleyen Alevi örgütlerinden Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) ve Alevi-Bektaşi Federasyonu’ndan (ABF) CHP’nin desteklenmesi kararı çıktı. Pir Sultan Abdal birleşenlerinin önderliğinde düzenlenen diğer konferanstaysa, ilk başta CHP’yi işaret eden açıklamalar yayımlandıysa da sonra bir kararsızlık hali belirdi. Cem Vakfı ve Ehlibeyt Vakfı gibi irili ufaklı Alevi örgütlerininse zaten ibreleri ya sağ partilerden yana veya CHP’yi gösteriyor. Kısaca hâlâ Alevi olmakta ısrar eden ve kimliğini kendine dert edinen Aleviler bu seçimlere de hazırlıksız yakalandı. Sadece sıradan Alevi halk değil, Alevi adıyla örgütlenen dernek ve vakıf yönetimleriyle önderliklerinin de hiçbir hazırlığının olmadığı meydana çıktı. Bir yıl öncesinden beri dillendirilen “Aleviler siyasete müdahale edecek” girişiminin içerikten yoksun olduğunun açığa çıkması bir yana, aynı söylemi öne sürenlerin büyük bir bölümünün siyasete müdahaleden yine her zaman olduğu gibi, CHP’den birkaç ahbap çavuşu milletvekili seçtirmekten öte bir şey anlamadıkları anlaşıldı. Öyle görünüyor ki “kışla” destekli Cumhuriyet mitinglerine Alevilerin katılımını da teşvik eden Alevi örgütlerinin büyük bir bölümü, seçimlerde tabanlarına CHP’ye oy verilmesi işaretini verecekler. Keza bazı örgüt, dergi ve televizyon yöneticileri de CHP’den aday oldular. Ancak sızan bilgilere göre, eski MHP’li Yaşar Okuyan’ın partiye katılımı için bile tören düzenleyen CHP’nin, Alevi örgütlerine gerekli ilgiyi göstermediği, adaylık başvurularının bireysel bazda yapılmasını tembihlediği ve Alevileri örgüt olarak muhatap almayacağını düşününce insanı hafakanlar basıyor. Hani CHP’ye Alevilerin talepleriyle ilgili deklarasyon yayımlatacaklardı? Niye CHP, “Aleviler partimize büyük destek verecekler” deyip o aday olan Alevi örgütü temsilcileri için bir töreni bile çok gördü? Alevi örgütlülüğünün geleceği yer bu mu olmalıydı? Bu mu bir yıldır dillendirilen siyasete müdahale? Bu kadar basiretsizlik olamaz! Malûm sıradan Alevi kitle ortalığı kaplayan “şeriat geliyor!” yaygarasının etkisi altına girerek, aslında düzenleyenlerin amacı farklı, katılanların farklı olan Cumhuriyet mitinglerine akın ettiler. Mitinglerde Alevi katılımı kuşkusuz büyük bir sayı teşkil ediyordu. Sıradan Alevi halk, bu türden davranış ve tavır alışlarında öncelikle güvenliği esas alıyor. Düşünüyor ki, “AKP şeriatı getirecek. En azından benim şu anki durumum iyi sayılmasa da tüm iktidar odaklarını ele geçirirse bu parti, mevcut durumumda bile bir gerileme olacak.

Türkiye tam laik bir ülke değil ama bunlar her yere hâkim olursa, elimizde olanı da kaybedeceğiz.” Ayrıca, “Ben Alevi olarak hem AKP’yi hem askeri karşıma alamam. İki cephede savaşacak gücüm yok. O nedenle en iyisi, ehvenı şer’i (kötünün iyisi) tercih edeyim. Ordu ne de olsa şeriatçı bir yönetimden evlâdır” diye taktik hesaplar yapıyor. Düz mantıkla bakıldığında sıradan Alevi bu düşüncesinde haklıdır. Ama işin detayına girildiğinde, Aleviler için aslında her iki gücün iktidarı da pek “hayır” getirmemiştir ve getirmeyecektir. Lakin burada tuhaf olan Cumhuriyet mitinglerine yukarda kabaca açıklamaya çalıştığımız mantıkla destek veren Alevi kitlenin peşine Alevi örgüt liderlerinin de sorgusuz sualsiz takılması olmuştur. Hâlbuki Alevi örgütleri böyle zamanlarda lazımdır. İleri görüşlülüklerini ve önderliklerini böylesine kritik zaman dilimlerinde ortaya koyarlar. Ama heyhat ki, onlar da kitleyi uyaracaklarına, “Aslında biz sizden de çok korkuyoruz!” deyip akıntıya kapıldılar. İşin her zamanki gibi kolayını seçtiler. Başta AABK ve ABF genel başkanları olmak üzere, örgüt yöneticileri hem bu zincirleme mitinglere Alevilerin yoğun şekilde katılımını teşvik ettiler hem de seçimlerde CHP’yi destekleme kararı aldılar. Peki, CHP’nin siyasi ve sosyal duruşu nerede? Bu Parti, siyasi yelpazenin neresinde, sağda mı solda mı? AABK ve ABF genel başkanları daha önce CHP hakkında demediklerini bırakmamışlardı. Ne oldu da, şimdi CHP sütten çıkmış ak kaşığa döndü ve Alevilerin destekleyebileceği bir konuma geldi? Nedir bu körlük? CHP’nin nasyonal sosyalist (Hitler’in partisi de öyleydi) bir parti olduğu hâlâ anlaşılamadı. CHP bir devlet partisidir veya devleti kuran bir partidir. Tamam, 1950’lerden bu yana istisna sayılabilecek Ecevit dönemi hariç halkoyuyla iktidara gelememiştir ama Türkiye’de asıl iktidar hep CHP zihniyeti olagelmiştir. CHP ikinci derecede iktidar gücüne sahip hükümeti ele geçiremese de olur. Nasıl olsa, ordu, yüksek yargı, yüksek öğretim ve dış politika gibi asıl iktidar alanlarına hükmetmektedirler. Bundan olsa gerek, siz hiç Deniz Baykal’ın başbakan olmaya çalıştığını gördünüz mü? Böyle bir gayret okuyabiliyor musunuz attığı adımlarda? Biz okuyamıyoruz. Biliniyor, CHP tek parti hükümeti olarak 1950’ye kadar ülkeyi tek başına yönetti. Sonra bazı önemsiz iktidar alanlarından vazgeçti ve İsmet İnönü çok partili siyasi hayata geçildiğini ilan etmek zorunda kaldı. Sonrasında ikincil iktidar olan siyasi partiler halk desteğiyle tüm engellemelere rağmen hükümet kurunca, zaman zaman asıl iktidarı da alacağız düşüncesine kapıldılar. Ama bu düşüncelerin bedelini 1960’dan başlayarak darbeler ve muhtıralarla çok ağır ödediler. Sonra bazı önemsiz iktidar alanlarından vazgeçti ve İsmet İnönü çok partili siyasi hayata geçildiğini ilan etmek zorunda kaldı. Sonrasında ikincil iktidar olan siyasi partiler halk desteğiyle tüm engellemelere rağmen hükümet kurunca, zaman zaman asıl iktidarı da alaca-

Sayı 31


SERÇEÞME

METİN DEMİRTAŞ

ğız düşüncesine kapıldılar. Ama bu düşüncelerin bedelini 1960’dan başlayarak darbeler ve muhtıralarla çok ağır ödediler. Burada CHP’nin rolü çok iyi kavranmalı. CHP hem asıl iktidardır hem de asıl iktidarın temsilcisi olarak ikincil iktidar (siyasal hayat) alanının içinde bulunur. Şimdilerde bu ikili rolü daha bir net ortaya çıkıyor. Bu açıklamalardan sonra Alevilerin neden CHP’yi bir kurtarıcı olarak görmemesi gerektiği hemen anlaşılabilir. CHP uzun yıllardır hükümete gelememiştir ama gizlenmesine rağmen rahatlıkla görüleceği gibi 84 yıldır asıl iktidardır. Buna karşılık CHP Alevilerin çoğunluğunun oyunu almasına rağmen bugüne kadar gerek siyasi iktidara hükmettiği dönemlerde gerekse de “süresiz saltanatı” sırasında Alevilere karşı “sıfır hak” politikası gütmüştür. Yani hep Alevi oylarını almış ama onlara en küçüğünden de olsa inanç ve ibadetlerini rahatça ifa edebilecekleri bir ortam, resmi bir tanıma türünden haklar vermenin yakınına bile uğramamıştır. O nedenle CHP, Alevilere karşı AKP’den, hatta MHP’den bile tehlikelidir. Onlar hiç olmazsa kıyısından köşesinden sınırlı iktidar olmuşlardır ve Alevilere kısa dönemli zararları dokunmuştur. Ya CHP? O maşallah sürekli saltanat sürdü ve sürüyor… Cumhuriyet tarihi boyunca sırtlarında boza pişirilen Aleviler işte bu yapıyı iyi kavramalı ve CHP’yi defterlerinden bir daha yazmamak üzere silmelidirler. Bazılarına çok ağır bir yargıymış gibi gözükse de aslında AKP, MHP, SP, BBP Alevilerin açık ve mert düşmanlarıdır ama CHP gizli ve ezeli düşmanıdır. Şurası iyi bilinmelidir: Türkiye’de Alevilere verilecek haklar sistemi ilgilendirir. Açıkçası Alevilerin birinci sınıf vatandaş olabilmeleri için bir sistem değişikliği gerekir. Alevilerin her yönden rahat edebilmeleri için ülkemizdeki “Tek millet, tek din, tek dil ve tek mezhep” anlayışının yıkılması şarttır. Kemalist sivil-asker oligarşinin hâkim olduğu bu devlet, “Müslüman-Sünni ve Türk” formülüne uygun vatandaşı “özde” sayıp gerisini “sözde” saydığı müddetçe bu ülkede kimseye huzur yoktur. Böylesine hayati bir değişim ve dönüşümeyse siyasal iktidarlar karar veremez. Daha doğrusu değişmez asıl iktidar bloğu buna izin vermez. Buradan ne anlaşılıyor? CHP asıl iktidarın iki yönlü ortağı. Bu ülkenin yukarıdaki makbul vatandaş formülüne uymayan kesimlerine karşı en büyük suçlu olduğu ayna gibi ortaya çıkıyor. O zaman çözüm nerede? Aleviler ve diğer makbul vatandaş tanımı dışındaki kesimler ne yapmalı ve nasıl hareket etmeli ki, bir çıkış yolu bulabilsin. Bizim önerimiz, bu seçimlerde Alevilerin bağımsız olarak seçimde aday olan demokrat, sol ve sosyalist adaylara destek vermeleri yönündedir. Aleviler, CHP’ye kanmasınlar artık. CHP bu ülkede “şeriat gelecek” gibi hayali korkular yaratıyor. Ülkeyi ilerici-gerici, laik-anti laik gibisinden toplumda anlamlı bir tabanı olmayan kutuplaşmalara sokuyor. Böyle yaparak mütte-

Temmuz 2007

Bağımsız demokrat, sol ve sosyalist adayların desteklenmesinin önemli bir nedeni de, yüzde 10 barajıdır Bu da protesto edilmesi gereken bir uygulamadır. fikleriyle birlikte asıl iktidar olduklarını gizlemek istiyor. CHP’nin derdi asıl iktidar olmanın getirdiği imtiyazları, bunların garantisi olan sistemi ve güçler dengesini korumaktır. Şüphesiz Aleviler istediği partiye, sağcısına da solcusuna da oy verebilir. Tek tek Aleviler dinci veya milliyetçi bir partiye de oy vererek veya milletvekili seçilerek, bundan kârlı da çıkabilirler. Kimse kimsenin oyuna feodal bir anlayışla ipotek koyamaz. Ama Alevilerin derdi kollektif ve resmen tanınan haklarsa, ezilen bir kesim olarak bu kötü konumdan kurtulmak istiyorlarsa, bir “kitle” olarak kurtuluşları ancak ve ancak gerçek demokrasi, CHP gibi sahtesi değil hakiki sol ve sosyalizmdedir. Bir halk olarak Alevilerin yeri sol ve sosyalist güçlerle, kendileri gibi hakları yenen diğer toplum kesimlerinin yanıdır. İşte bu nedenle bu seçimde sol, sosyalist ve demokrat bağımsız adaylar büyük bir şevkle desteklenmelidir. İmkânı olanlar seçim kampanyalarında çalışmalıdır. Bu türden bağımsız aday bulunmayan illerde bile kesinlikle CHP gibi sistem partilerine oy verilmemelidir. Böyle illerde Aleviler isterlerse ÖDP, EMEP, SDP gibi sosyalist partileri, Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde de DTP’nin gösterdiği bağımsız adayları tercih edebilirler. “Bu partiler de bana uymuyor” diyenler çıkarsa da, aman sakın ola kimse yanılıp yenilip de CHP’ye oy vermesin! Boş oy kullanılması veya sandığa gidilmemesi de bir çözümdür. Bağımsız demokrat, sol ve sosyalist adayların desteklenmesinin önemli bir nedeni de, yüzde 10 barajıdır. Bu da protesto edilmesi gereken bir uygulamadır. Sistem ezilenlerin temsilini önlemek için bu kadar yüksek bir baraj getirmiştir. Bağımsızlara oy vererek, sizi insan yerine koymayan bu sistemle dalga geçiniz. Ona nanik yapınız! “Bağımsızlara oy verince ne değişecek?”, “Bir iki milletvekili meclise girse n’olur?” veya “Böyle gelmiş böyle gider” demeyin kesinlikle! Sistemde bir gedik açmak da yeterlidir. Unutmayın top gülleleri önemsiz ve etkisizmiş gibi hedefe giderler ama sürekli bir mekanizma kurarsan vura vura hiç yıkılmazmış sanılan kaleleri, surları yerle bir ederler! İşte Aleviler için bu seçimler bir başlangıçtır. Bağımsızlar az sayıda da olsa meclise girebilirlerse, buradan kazanılacak cesaret ve güvenle daha sonraki seçimlerde daha geniş ittifaklar ve birleşmelerin önü açılır. Yeter ki sabırlı ve kararlı olunsun. Ehven-i şer çözümler artık bir daha dönülmemek üzere terk edilsin. Malum karanlık yavaş yavaş olur, aydınlıkta öyle birden gerçekleşmez. O nedenle sisteme, karanlığa küfür edip durmanın âlemi yok! Herkes bölgesindeki bağımsız adaya oy vererek bir mum yaksın ki, tek tek mumlar bir olup zifiri karanlığı bir güneş gibi ışıtsın! Haydi, hep beraber sandığa koşalım ve umudumuz bağımsız adayları seçelim!

BİZİ GÜLDÜRÜP, DÜŞÜNDÜRENLER

Nasıl da Acele Edersin Erenlerin yoksulluk tak etmiş canına. Arada yakarırmış Tanrıya: “Tanrım! Kurtar beni bu yoksulluktan…” Al canımı da. Der demez, Yanından geçmekte olduğu duvar Büyük bir gümbürtüyle Devrilmiş üstüne. Kaçıp zor kurtarmış canını. Nerdeyse gidiyormuş gürültüye. Başını kaldırıp göğe söylenmiş: “Kırk yıldır yakarırım metelik vermezsin! ‘Al canımı’ deyince Nasıl da acele edersin!..”

Yerine Can Geldi Ramazanda, öğle vakti, Susuzluk tak etmiş Erenlerin canına; Dikmiş başına testiyi. Ünlemiş bunu gören biri: “Hey oruç gitti!..” Erenler kana kana suyu içtikten sonra, Çekmiş ağzından testiyi: “Doğru demiş, oruç gitti, Ama yerine can geldi.”

Varmıyor Dilin Biri Erenlere Tanrıyı tanımlıyor: “İlksiz, sonsuz, doğmadı, doğurmadı, Elle tutulup, gözle görülmez. Yemez, içmez. Ne sağdadır, ne solda, Ne yerde, ne gökte..” Diye sıralayıp giderken Erenler dayanamamış: “-Bre mirim! Şuna ‘yok’ diyeceksin de, Varmıyor bir türlü dilin.”

O Zaman Başka Hoca’nın kadılığı günlerinde Soluk soluğa biri gelir: “Hoca Efendi.. Hoca Efendi, Ovada bir boğa, bir boğayı süsüp öldürse Buna ne gerekir?” “Elinin körü! Yahu sorulacak şey mi bu! Ağzı var dili yok hayvan Davacı olunsa ne çıkar bundan!” Adamcağız bir “oohh” çeker. Hoca bakakalır: “Bu ‘oohh’ da neyin nesi? “Hiç Hoca Efendi, süsen boğa benim Ölense seninki..” Hoca birden fırlar yerinden, “O zaman başka, şimdi iş çatallaştı Getirin bakalım kara kaplı kitabı.”

11


SERÇEÞME

Pir Abdal Musa Sizi Islah Eylesin Ahmet Koçak İR ABDAL MUSA Alevi-Bektaşi inancında önemli şahsiyetlerden birisidir. Pir Abdal Musa’nın türbesi Antalya’nın Elmalı ilçesi sınırları içinde olan Tekke köyündedir. AleviBektaşi toplumu onu anmak için her yıl bu köye gitmektedir. O’nun adına düzenlenen etkinlikler de tabii ki O’na yakışır olması gerekir.

Dünden Bugüne Abdal Musa Etkinlikleri Ne yazık ki yıllardan beri yapılan etkinlikler Alevi-Bektaşi kurumları arasında sorunların yaşanmasına neden olmuştur. Etkinliklerin yapılmasında, düzenlenmesinde kimlerin, hangi kurumların söz sahibi olacağı sorunların temel kaynağıdır. Etkinlikleri düzenleyen köy derneği, daha önceki yaşanan sorunların bu yıl yaşanmaması için bütün kurumlara çağrı göndermiştir. Buna rağmen yaşanan olaylar daha öncekinden çok da farklı olmamıştır. Etkinliğin genel akışında yine bir örgüt, ABF ağır basan rolü oynamıştır. Genel örgütlenme açısından değerlendirildiğinde böyle olması doğrudur, çünkü ABF, Alevi-Bektaşi toplumunun demokratik örgütlenmesinin en üst çatısıdır. Lakin toplumu yeterince temsil yetisine ya da örgütlenmesine sahip midir? Günümüzde kuruluş amacına uygun örgütlenmiş durumda mıdır? Alevi-Bektaşi toplumunun tamamını kucaklayabilecek bir örgüt haline getirilebilmiş midir? Bu ve benzeri sorulara evet yanıtını vermek mümkün değildir, çünkü çok sayıda önemli kurum hâlâ ABF çatısı altında değildir. Hal böyle olunca, doğru örgütlenme modeli de maalesef kişisel egolara, hırslara kurban edilmektedir. Bu kısa değerlendirmemiz sadece Alevilerin üst örgütü ABF için değil, diğer demokratik örgütlenmeleri için de geçerlidir. Bu örgütlerde yönetime kim geçerse geçsin “kelle kesen” konumuna düşmekte, yetkilerini benmerkezci olarak kullanmaktadırlar. Oysa yönetiminde bulundukları kurumlar, adı üstünde; “demokratik kitle örgütü”dür. Demokrasiyi özümsemeyen kişi Aleviliğe ve de onun kurumlarına bulaşmamalıdır. Bulaştığında onun kimyasını bozmaktadır. Nedir Aleviliğin kimyası? İnsan sevgisi-insancılıktır, canlı-cansız doğa sevgisidir, ortaklaşa-paylaşılarak sürdürülen yaşamdır, benlikten uzak-özü türap olmadır. Bu yılki Abdal Musa’yı anma etkinlikleri 21 Haziran Perşembe akşamı türbenin bahçesinde yapılan Birlik Cemi ile başladı.

Birlik Ceminde Nahoş Bir Tavır Abdal Musa’yı anma etkinliklerini izlemek için Hasbıhal Topluluğu üyelerinden Ulaş Özdemir ve Mustafa Kılçık ile beraber uçakla Antalya’ya gittik. Dergimizin Antalya temsilcisi, Abdal Musa Derneği Başkanı Gülçin Hanım havaalanında beni karşıladı. Bir süre dinlendikten sonra Gülçin Hanım ve derneğinin semah ekibi ile Tekke köyüne gitmek için yola çıktık. Köye ulaştığımızda akşam olmak üzereydi. Yanımda bir arkadaşımla kültür merkezine girmek üzereyken bir kişi, “Ahmet Bey, sizi televizyonda izledim. Konuşmalarınızı beğendim.

12

Lakin siz yanlış kişilerle geziyorsunuz. Bunu sizinle konuşmak isterim” dedi ve uzaklaştı. Bende şaşkınlıkla, “Olur sonra görüşürüz” dedim. Sima olarak yabancı olmayan, fakat ismini ve cismini bilmediğim bu şahsın Hacı Bektaş Veli Dernekleri Antalya Şube Başkanı Zeynel Can olduğunu kısa bir süre sonra öğrendim. Zeynel Can ile aramızda geçen bu diyalog canımı sıkmıştı. Yanımdaki arkadaşa, “Kim olduğunu bilseydim, ona gerekli yanıtı verirdim” diyerek üzüntümü dile getirdim. Bir daha görüşme şansım olmayan Zeynel Can ve onun zihniyetinde olanlara yeri gelmişken şunları soralım. Ne demek, “Siz yanlış kişilerle geziyorsunuz?” Sizin, hizmet ettiğiniz toplumun içindeki doğru ve “yanlış” kişileri gerçekten hakça ayırabildiğiniz nereden malum? Benim doğru bildiğim bir kişinin “yanlış kişi” olduğuna siz nasıl karar veriyorsunuz? Hangi sıfatla insanları böyle değerlendirebiliyorsunuz? Dahası, nasıl oluyor da bunu bana söylemeye hakkınız olduğunu düşünüyorsunuz? Hiç merak etmeyin, kimin doğru, kimin yanlış kişi olduğuna karar verecek; kiminle görüşüp, kiminle görüşmemek gerektiğini belirleyecek yetenek ve irade bende mevcuttur. Gülçin Hanım ve Abdal Musa Derneğinin yönetimiyle görüşmem için kimsenin tavsiyesine de ihtiyacım yok. Sizin bu arkadaşlarla sorun yaşamış olmanız bizi hiç alakadar etmez. Bu haleti ruhiyeyle hazırlıklarımızı tamamlayarak Birlik Ceminin yapılacağı Türbeye gittik. Birlik Cemi başlamadan Gülçin Hanım ile uygun bir yere geçerek video çekimi için hazırlıklarımızı yapmaya başladık. Kamerayı daha açmadan Zeynel Can yanımıza gelerek Gülçin Hanıma dışarı çıkmasını söyledi. Kısa süreli bir tartışmanın sonunda olay büyümesin diye Gülçin Hanıma, “Çekimi ben yaparım, bu meseleyi cemden sonra konuşuruz” diyerek dışarı çıkmasını rica ettim. Elinde telefon sürekli birileriyle görüşen Zeynel Can’ı ve “telefondaki komutanını” Gülçin Hanım’ın cemden çıkması yeterince mutlu etmemişti ki bir süre sonra aynı kişi tekrar gelerek, “Ahmet Bey, siz burada resim ve görüntü alamazsınız. ABF’nin düzenlemiş olduğu, parasını verdiğimiz etkinlikte size, Serçeşme Dergisi’ne de izin vermiyoruz.” dedi. Çekim yapmamı kimsenin engelleyemeyeceğini söyleyerek ben kamerayı kurmaya devam ettim. Beyefendinin elinde yine telefon ve aldığı talimatla kameranın fişini çıkardılar. Belli ki arkadaşlar bize çekim yaptırmamakta kararlılar ve

her türlü yolu deneyecekler. Ortam da buram buram kışkırtma kokuyor. Aklımdan cemi yürüten Dertli Divani Dede’den müdahale etmesini istemek geldi, ama hangi disipline göre isteyeceğimi bilmiyorum. Bu arkadaşların yol dilini ve erkânını bilmedikleri her hallerinden belli. İnançla, felsefeyle, kültürle uzaktan yakından akrabalıkları kalmamış. Yoksa böyle bir davranış sergilemezlerdi. Dedenin huzurunda, etkinliğin parasını karşılayan taraf da olsan irade, dedenin kılavuzluğunda “yol”undur. Dedenin, hele hele mürşit vekilinin bulunduğu yerde cemin gidişatına müdahale ederek en hafif deyimiyle yolun kurallarını, inancın erkânını hiçe sayıyorlar. Bu olay karşısında Dede’den demokratik örgütlerin kamuya açık bir etkinlikte geçerli olan iç disiplini uygulamasını talep etmek de bana uygun gelmedi. Gerginliği, bu canların yapmaya gönüllü oldukları bir kışkırtmaya çanak tutan taraf olmamak için kamerayı toplayıp cemin bitmesini bekledim.

Kaderin Cilvesi Kaderin cilvesine bakın ki buna benzer bir olay 2005 yılında yapılan Abdal Musa’yı anma etkinliğinde bugünkü ABF yöneticilerinin başına gelmişti. Bugün HBVD genel başkanı ve ABF yöneticisi olan Tekin Özdil o zaman yaptığı basın açıklamasında şunları söylemişti: “Neydi bu olumsuzluklar: Tekke Köyü Muhtarı törenlerde ilk iş olarak, bu güne kadar görülmemiş bir uygulamaya imza attı. MHP milletvekilini ve gerici şahsiyetleri törenlerde konuşturdu. Alevi Bektaşi Kuruluşları ile önceden yapılan protokollere uymadı. ‘Parayı kim verirse onu konuştururum…’ şeklindeki yaklaşımı ile de; Alevi düşünce ve inancı ile alakalı olmadığını, Alevi inancını/kültürünü önemsemediğini, kendisi için önemli olanın ‘para’ olduğunu daha ilk günden ortaya koydu (…) Görevlilerin ses cihazlarını ayarlamalarından sonra, kasetten Alevi deyiş ve semah parçalarını çalmaya başlıyorlar. Bahçede toplanmış halk kalkıp semah dönmeye başlıyor. Bu arada köy muhtarı Ali Tören ve Cem Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi olduğu söylenen Ertuğrul Aslan görevli arkadaşlarımızın yanına gelip ‘Bu cihazları buradan kaldırın, sizlere alternatif program yaptır-

(Fotoğraf: Emrah Keleş)

P

Sayı 31


SERÇEÞME yöneticilerin örgüt içi demokrasiyi yok eden, en temel istemler temelinde tüm Alevi-Bektaşileri birleştirme çabasına engel olan her türlü dar grupçu, küçük çıkarcı anlayışın karşısındayız. Çünkü örgütlerimizin tüm Alevi-Bektaşilerin çıkarlarını, tüm emekçi halkın çıkarlarını savunan gerçekten demokratik güçlü kurumlar olmasını arzuluyoruz.

mayacağız. Bu alanda Cem yapmanıza izin vermeyeceğiz, Biz bu etkinlikler için masraf ettik. On beş milyar Türk lirası verirseniz burada kalın aksi halde sizi buradan kaldırırız’ diyorlar. (…) Alevi Bektaşi Federasyonu MYK üyesi Ergül Şanlı (Dede) halkın yoğun isteği üzerine Cem tutmaktadır. Semah dönen gurup Ergül Şanlı Dedenin karşısında darda, Gülbank’ları okunurken Muhtarın ve Cem Vakfından Ertuğrul Aslanın yönlendirdiği bu 45–50 kişilik kendini bilmez gurup Abdal Musa Türbesinin avlusunda Cem tutan, semah döndüklerinden dolayı darda dedelerinde dua alan insanlara ve görevlilerimize saldırıyorlar. (…) Bizlerde Yol önderlerimizin mekânlarına ve onlar adına yapılan anma etkinliklerine sahip çıkacağız. Bu konuda –tarihte atalarımızın öğretiyi bize ulaştırmak için verdikleri bedeller gibi- bizde bu Yol ve Erkânın sürmesi, bu öğretinin gelecek nesillere aktarılabilmesi için her türlü bedeli ödemeye hazırız. Yani; bu ‘yol düşkünlerinin’ işi, bu ‘Cem yapanlara saldıranların’ işi bundan sonra zor olacaktır. (…) Aleviliği para ve makam zanneden, Aleviliğin Sünnileşmesinde-Şiileştirilmesinde sakınca görmeyen, tâ kadimden beri var olan öğretimizi doğmalara teslim etmek isteyen bu gerici ve şer cephesine karşı sesinizi yükseltiniz” (Serçeşme, Sayı: 12, s. 8–9) Bu ne ilginç benzerliktir! Aynı alakayı HBVD Antalya Şube başkanı Zeynel Can, Genel Başkanları Tekin Özdil’in emriyle bu yıl bize göstermiştir. Tekin Bey, iki yıl öncesinden dersini gayet iyi almış. Dün Tekin Bey, “Burası bizim pirimizin mekânıdır. Pirimizin mekânından kimse biz kovamaz” diyorken haklıydı. Bugün de aynı şeyi biz söylüyoruz, biz haklıyız. Pirin mekânında sen hangi hakla bir kurum başkanına, “Sen bu ceme giremezsin!” diyorsun. Hangi hakla bir basın kuruluşunun görev yapmasını engelliyorsun. Yanıt hazır tabii, parasını siz ödediniz, değil mi? Parasını ödediğiniz için semah ekibi gülbank okurken ses tesisatını kapattınız, değil mi? Şimdi söyler misiniz sizin dün eleştirdiklerinizden ne farkınız var

Birlik Cemi ve Örgütlerimiz Birlik Cemi, toplumun inançsal birliğini sağlamak ve inancın kurallarını öğretmek için daha çok eğitim amaçlı yapılan cemdir. Ve bu tür cemlere düşkün, hırlı, hırsız herkes girer, çünkü o insanların inançtan kopmaması, yoldan çıkmaması öğretinin-inancın vazgeçilmez koşullarındandır. Bunun içindir ki Birlik Cemi’ne girenlerin kişiliklerine bakılmaz. Burada derin bir hoşgörü vardır. Hoşgörülü yaklaşılır ki kusur işlemiş insanlar daha fazla kusur işlemesin, hata yapmasın, yoldan çıkmasın. Dede Ceme başlamadan, “Buraya giren canları tanımıyoruz, bilmiyoruz. Dolayısıyla gelen bütün canlar kendisinden sorumludur. Cemi birleyebilmek için herkes yanındaki insanlarla görüşüp rızalık alsın” der. Bu çağrı bile birçok şeyi anlatmaktadır. Ama tabii anlayana! Bu arkadaşlar bunun bilincinde olmadıklarını bir başka davranışlarıyla da gösterdiler. Abdal Musa Derneği Semah Ekibi sahnede gösterisini tamamlamak üzereyken ses tesi-

Temmuz 2007

Serçeşme Dergisine Bu Tavır Neden

satını kapattılar. Hem de gülbank okunurken. Semah, cem de on iki hizmetten birisidir. Semah ibadeti yapılırken hele hele gülbank, dua okunurken mikrofonun sesinin kesilmesi bu inanca karşı yapılan çok büyük bir hakarettir, saygısızlıktır. Bunu hangi akılla yaptıklarını anlamaktan zorlanıyorum. İnsan düşmanına bile böyle davranmaz. Bu davranışı, değil Alevi Bektaşi toplumunun en üst örgütünün temsilcisi, hangi anlayış yaparsa yapsın sakattır. Toplumun birliğine, dirliğine zarar vermektedir. Böyle davranılarak bu yola, bu inanca hizmet edilmez. Bir Alevinin kinden, husumetten, kovdan, gıybetten uzak durması; özünü türap etmesi lazım. Bunu yapamıyorsa bir kişi ben Aleviyim demesin. Ve Alevi-Bektaşi örgütlülüğünü işgal etmesin. Alevi-Bektaşi örgütlülüğü içinde bulunan bu tür zihniyetlerin teşhir edilmesi örgütlerimizin geleceği açısından önemlidir. Örgütlerimizin bu anlayışta olan yöneticilerden bir an evvel kurtulması lazım. Bu arkadaşların örgütten atılmaları gerekiyor. Toplum gidecek, örgütüne sahip çıkacak, bu örgütün başındaki bu tür kişilerin bir an önce temizlenmesini sağlayacak. Diyecek ki: “Siz bizi temsile layık değilsiniz, çünkü örgütün demokratik iç işleyişlerini ortadan kaldırdınız; örgütün yığınsallığını yok ettiniz. Bizim en temel demokratik haklarımızı savunmanız gerekirken, siz bizim adımıza ‘siyasete müdahale edeceğiz’ deyip yüzünüze gözünüze bulaştırdınız. Tüm Alevileri-Bektaşileri kucaklaması gereken kurumumuzda ‘Alevilik İslam dışıdır’ tartışmasıyla, geniş Alevi kesimleri dışladınız. Aleviliği asimile etmek için aç kurtlar gibi bekleyenlerin ekmeğine yağ sürdünüz.” Ancak o zaman Alevi Bektaşi toplumu en temel demokratik hakları için ortak bir mücadeleye gerçekten girer, o zaman bu yolda başarılar elde eder. Başka çıkar yolu yoktur. Biz örgütlerimizi hiçbir zaman karşımıza almadık, almayacağız da. Tam aksine, bizim tek derdimiz örgütlerimizin başarısı, çünkü örgütlerimizin başarısı toplumumuzun mücadelesinin başarısıdır. Bizim eleştirimiz, örgütlerimiz içerisinde, örgütün tabanını dışlayan, örgütün amacına, anlayışına ters duran, kişisel çıkarlarını öne getiren yöneticileredir. Böyle

Bugünkü ABF yöneticilerinin bu tavrının nedeni, geçen yıl Aralık ayında yapılan ABF kongresini yönelttiğimiz eleştiridir. Sorumlu gazetecilik yaparak, kendilerinin kongrede söyledikleri sözleri Alevi-Bektaşi kamuoyuna aktardık diyedir. O günden beri ellerinde t uttukları tüm örgütsel olanakları ile bu yöneticiler bize karşı açıkça ve mertçe dile getirmedikleri bir kampanya yürütüyorlar. Bu yöneticilere, Kongre sonrasında Serçeşme dergisinde ve diğer ortamlarda yapılan tüm eleştirileri yazılı olarak yanıtlama olanağını da sunduk. Kendileri Alevi-Bektaşi kamuoyu önünde tartışmamayı, eleştirilere açık yanıt vermemeyi tercih ettiler. Kongre sonrası kendilerine yakın şube yöneticilerine emir vererek Serçeşme’nin satışını engellemeye başladılar. Tekin Özdil’in Genel Başkanı olduğu Hacı Bektaş Veli Dernekleri ve Ercan Geçmez’in genel başkanı olduğu Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı şubeleri dergi satışı yapmayı kestiler. Ankara’da HBAKV salonlarında 20 Mayıs günü yapılan bir ABF etkinliğinde Ercan Geçmez toplantıya katılan dergimizin genel yayın yönetmeni Esat Korkmaz’a, “Bizi eleştiren bir dergiyi bu binada sattırmayız” diye sözlü saldırıda bulundu. Olayın büyümesi sağduyulu insanların araya girmesiyle önlendi. O toplantıda Esat Korkmaz’a karşı aldıkları bu çirkin davranış ile açığa çıkan tutumları ile Abdal Musa etkinliklerinde bana ve Gülçin Hanıma karşı takınılan tavır, yöneticilerimizin yola ve erkâna uymaz bu tutumu sürdürmeye kararlı olduğunu göstermektedir. Böyle davranarak Serçeşme’yi yıldıracaklarını ya da yanlışa iteceklerini umuyorlarsa yanılıyorlar. Bu tavırlar bizi yıldırmaz. Biz örgüt düşmanı değiliz, siz bizi dışlamaya çalışıyorsunuz diye örgüt düşmanlığı da yapmayız. Örgütlerimizin demokratik iç işleyişini bozan, örgütlerimizin yığınsal niteliğine zarar veren, böylece örgütlerimizi Alevi-Bektaşilerin temel hakları için savaşamaz duruma getiren yöneticileri eleştirmekten geri durmayacağız. Biz örgütleri savunuyoruz, siz ise kendi dar grupçu çıkarlarınızı savunuyorsunuz. Biz açıklıktan yanayız, her şey Alevi-Bektaşi kamuoyu önünde olsun istiyoruz; siz ise yaptıklarınızı gizlemek, söylediklerinizi saklamak, dedikodu ile “çalışma” yapmak zorundasınız. Sizin gönlünüzde örgütün sırtına basıp bir CHP milletvekilliği kapma sevdası yatıyordu, bizim gönlümüzde demokratik Alevi-Bektaşi hareketini kişisel çıkarlara alet ettirmemek, ayaklar altında çiğnetmemek yatıyor. Biz doğruyu konuşuyoruz, haklıyız; siz ise haksız olduğunuzu bildiğiniz için iftira ve yalandan medet umuyorsunuz. Örgütsel olanaklardan yararlanarak AleviBektaşi kamuoyunu daha uzun süre kandıramazsınız. Kandırmamanız için de biz elimizden geleni yapacağız. Ne diyelim, sizi Pir Abdal Musa Sultan ıslah eylesin.

13


SERÇEÞME

Alevi Cephesinde Neler Oluyor? Bölüm: II

A

LEVİ CEPHESİNDE son günlerde öyle bir toz duman yükseliyor ki bu toz duman arasında kimin ne yaptığını anlamak, kimin dost kimin düşman olduğunu kestirmek zor. Alevilikle ilgili sitelere şöyle bir bakıyorum, kapışan kapışana, eleştiren eleştirene. Çoğu da belden aşağı vurmaya hevesliler. Email adresime gelen yazıları şöyle bir gözden geçiriyorum, ne kadar boş şeylerle uğraşıyorlar, bizim kendilerini Alevilik-Bektaşilik konusunda bilgili ve uzman gören dostlarımız. Sanırsınız en iyi kendileri biliyor bu konuları. Aslında yazdıkları ve tartıştıkları konular da cevizin kabuğunu doldurmayan eften püften şeyler… Sanırım bu kişilerin çoğu, Aleviliği geyik muhabbeti tadında tartışmaktan hoşlanan bilgi fukarası sığ insanlar. Alevilik diye yutturmaya çalıştıkları da aslında İran Şiiliğinin Anadolu versiyonu. Aleviliğin, Alevilerin sorunlarını bir yana bırakmışlar, İslam tarihinde olmuş bitmiş olayları (Gadirhum olayı, Muharrem orucu, Kerbela olayı, vb…) tartışıyorlar. Sanki Aleviliği yeniden keşfediyorlar da kendileriyle sanal yoldan sohbet edecek adam arıyorlar. Gerçekten enerjilerine yazık. Bu konuları internette tartışmak zaman kaybından başka bir şey değil, çünkü karşısındaki (yanıt veren ya da eksikliği tamamlayan) kişi de aynı biçimde bilgisayarın başına geçip ne kadar yanlış doğru bilgisi varsa döktürüyor. Bunun yerine tartıştıkları konuyla ilgili kitapları okusalar sanırım bilgi dağarcıkları daha da zenginleşir. Neyse, biz yine de kendileri bilir diyelim. Alevi cephesinde olaylar birbirini izledi. ABF kongresi, derin devletin adamı tartışması, Hubyar’ın markalaşması, Abant toplantısı, Alevi klasikleri, Alevi Meclisi ve Siyaset toplantıları, vb… İsterseniz bunlara kısaca değinelim.

ABF Kongresi ya da Arka Plan Tartışmasıyla “Darbecilik” Bilindiği gibi Alevi Bektaşi Kuruluşları Federasyonu (ABF), Türkiye’de şubeleriyle birlikte bünyesinde en geniş Alevi Bektaşi örgütlerinin yer aldığı bir üst kurumdur. 1990’larda başlayan tek şemsiye altında toplanma hareketi, önce Temsilciler Meclisi’nden başlayarak bugün ki federasyon aşamasına gelmiştir. Kuşkusuz bu geliş süreci hiç de sağlıklı olmamış, beraberinde birçok sorunların yanı sıra çeşitli ayrışmaları ve örgütlenmeleri de getirmiştir. Federasyonun son genel başkanı Ali Doğan Amca’nın Hakk’a yürümesinden sonra yapılan genel kurulda Selahattin Özel başkanlığında yeni bir yönetim işbaşına geldi. Özel’in İzmir’de ikamet etmesinin Federasyon işlerini yürütmede ne derece başarılı kılacağı ya da kıldığı tartışması bir yana bırakılırken zaman içerisinde MYK üyeleri arasında ciddi görüş ayrılıklarının ve tartışmalarının olduğu ortaya çıktı. Her ne kadar sorunlar ileri bir tarihe ertelenmiş olsa da basit gibi görünen sorunlar gitgide büyümüş, kartopu halini almıştır. Bu kartopunu oluşturan etmenlerin başında Genel Başkanla Genel Sekreterin ciddi anlamda anlaşmazlıkları ve Federasyonun iç sorunu olmamasına karşın iç sorun yapılan Hubyar Tek-

14

İlhan Cem Erseven kesi konusunda Genel Başkanın taraf tuttuğu iddiasıdır. Bir üst yönetimde, hele Türkiye’de geniş bir Alevi üye tabanını (500’e yakın şubenin yer aldığı bir üye tabanı) temsil ettiğini ileri süren ve tabanın da kendisinden yüzyıllardır kangrene dönüşmüş sorunları için çözüm bulmasını umut ettiği bir kurumda üst yönetimde didişmenin, kendi başına buyruk hareket etmenin hiç yararı olmaz ve olmadığı da görülmüştür. Bir üst yönetim, kurumsallaşmaktan söz ediyorsa ve kurumlaşmak için birtakım tüzük maddeleri, yönergeler ve yönetim kararları gibi yazılı ilkeler koyuyorsa, genel başkanından en sade üyesine kadar herkes bunlara uymak zorundadır. Ben oy vermedim diyerek yönetici konumundaki kişinin kararlarına uymamak olmaz. Yönetici kişi de yönetimin ortak iradesiyle alınmış karara da, kurum içindeki unvanı ne olursa olsun, ister genel başkan, ister genel sekreter, uymak zorundadır. Uyulmazsa kaos çıkar ve herkesin espri olarak söylediği gibi “darbe” olur. Espri olarak söylenen (daha çok benim yaptığım), fakat kulağa hoş gelmeyen çirkin bir sözcük olan darbe olayını yaratan olaylara kısaca değinmek gerekirse, o dönemki Genel sekreterin (F. Gümüş) iddiasına göre Hubyar konusunda Genel Başkanın taraf olmaması gerektiği ve bunun için yönetim kararı alınmasına karşın Hubyar’a gidip etkinliğe katılması ve böylece Genel Başkanın (S. Özel) yönetim kararına uymayarak taraf olması iddiası doğruysa, gerçekten Sayın Özel, yanlış yapmıştır. Sayın Özel’in Hıdır Temel’le yakın dostluğu olabilir, onu ve ailesini sevebilir, ama Federasyon’un aldığı ortak karara da uymak zorundadır. Bu demokrasinin gereğidir. Uyulmazsa o koltuğu keyfi ve kendi çıkarları için işgal etmiş sayılır ki bu da hoş bir davranış sayılmaz. Madalyonun öte tarafına bakacak olursak, tüm bu gelişmelerden sonra artan, uzlaşı sağlanmayan sorunları ileri bir tarihe, HBV Törenleri sonrasına erteledikten sonra yine demokratik bir kanal olan olağanüstü kongre kararı almak yerine daha önce anlaşamadığı, ters düştüğü ve üyesi olduğu derneğin genel kongresinde sert eleştirilerde bulunduğu genel başkanını da oy hesabı yapıp yanına çekerek MYK’yı düşürmek ve onun yerine Atilla Erden

Makamlar, ünvanlar gelip geçicidir, hiç kimseye kalmaz. Kişi iyi bir eser bırakmışsa saygıyla anılır. Federasyona seçilmek, üst yönetimde belli bir ünvana sahip bir görev almak, kişiyi saygın yapmaz. Yapsa da geçicidir. Ama siz, kişiliğinizle, davranışlarınızla, söylemlerinizle kendinizi sevdirirseniz, hırsa kapılmazsanız, insanlar üzerinde adınıza leke getirtmeyecek bir tutum sergilerseniz daha saygın olursunuz.

başkanlığında bir yönetimin gelmesini sağlamak da, olayın ardından kızgınlık refleksiyle Hacı Bektaş Veli Dernekleri Genel Başkanlığından düşürüp alelacele Tekin Özdil’i Genel Başkan yapmak da demokratik bir eylem değildir. Kaldı ki bir önceki yönetimi hiçbir iş yapmamakla, başarısızlıkla suçlayıp yerine geçen yönetimde de tekrar görev almanın izahı zor olsa gerek. O zaman Sayın Gümüş’e soruyorum: O yönetimin başarısızlığında bireysel olarak sizin de payınız yok mudur, neden genel başkandan rahatsız olanlarla birlikte istifa edip demokratik kanalların çalışmasına fırsat vermediniz? Kaldı ki antidemokratik ve şık olmayan bir yöntemle gelen yönetimde hiç de uyuşamadığın kişilerle nasıl bir başarı sağlamayı düşünüyordunuz? O zaman tek bir neden kalıyor: Ben, Genel Sekreter olarak kalayım da diğer üyeler kim olursa olsun, ben herkesle anlaşırım mantığı yatıyor. Evet, bu da fazla sürmedi ve sonunda olağanüstü kongreye gidildi. Sonradan öğrendim ki kongre (Halamın vefatı nedeniyle katılamamıştım), kongre olmaktan çıkmış, adeta birbirlerini belden aşağı vurma arenasına dönüşmüş. İşte burada Türkiyeli ve Avrupalı dost katılımcılar da dahil, hepsini kutlamak gerek, hepsine bravo!!! Daha sonra kongreye katılan dostlardan ve internet sitelerinden öğrendim ki iş başka kulvara kaymış, federasyonun iç sorunları unutulmuş, kim derin devletin adamı tartışılması yapılmış. Yok, şu ajan, Atilla Hoca nereli, derin devletin adamı olabilir gibi basit ve onur kırıcı suçlamalarla birbirlerine hep devletin (iyi ki CIA’nin, MOSSAD’ın adamı dememişler) ajanı gözüyle bakıp belgesi sorulduğunda ispat edilememesi ama “ben şundan duydum, bana biri söyledi, fakat adını söyleyemem” gibi dedikoduculuğu marifet sayıp kendi yaşlarına, konumlarına, Alevi terbiyesi ve öğretisine hiç de yakışmayacak bir üslupla milletin karşısına çıkmak ve de yönetime aday olmak için oy istemek, kusura kalınmasın ama böylesi pişkinliğe de pes doğrusu. Hani nerede kaldı, “Eline, Diline, Beline Sahip Ol!” ilkesinden “Diline sahip olmak” ilkesi. Teorik olarak her yerde söylemek kolay, ama iş pratiğe gelince yok, çünkü bencillik ve bireysel çıkarcılık ağır basıyor. Makamlar, ünvanlar gelip geçicidir, hiç kimseye kalmaz. Kişi iyi bir eser bırakmışsa saygıyla anılır. Federasyona seçilmek, üst yönetimde belli bir ünvana sahip bir görev almak, kişiyi saygın yapmaz. Yapsa da geçicidir. Ama siz, kişiliğinizle, davranışlarınızla, söylemlerinizle kendinizi sevdirirseniz, hırsa kapılmazsanız, insanlar üzerinde adınıza leke getirtmeyecek bir tutum sergilerseniz daha saygın olursunuz. Genel Başkan S. Özel, Genel Sekreter F. Gümüş olarak anılmak yerine Sayın Selahattin Bey, Sayın Fevzi Bey diye anılmak daha gerçekçi ve saygın olsa gerek. Öbür türlü yaptığınız ancak yanınıza kâr kalır. Gelelim “derin devlet”in adamı olmaya. Derin devlet demek, kendini devlet adına iş yapıyormuş gibi gösterip gerçekte yasal olmayan bir grup, çete, örgüt demektir. Bu tanım çerçevesinde, derin devletin adamı dediğiniz, arkasından hocam, abi diye koşturduğunuz bir üniversite hocasına, ta 1990’lardan bu yana

Sayı 31


SERÇEÞME

geçen süreçte, Federasyonlaşmaya doğru gelişen hareketin içinde kulağınızın arkasında en küçük bir soru işareti taşımaksızın görev verdiğiniz, yönetimlerin çeşitli kademelerine yüksek oylarınızla seçtiğiniz ve de en son Federasyon Başkanlığına, Sekreterliğine getirdiğiniz, hatta üyesi olduğu derneğin genel başkanlığını yıllarca taşımasına ses çıkarmadığınız, TV programlarında İslamcı yazarlarla, hatta kendini Alevi sayan (aslında devletin adamı görüntüsünü dörtlük dörtlük yansıtan) kimi İslam içi, has Müslümancı ve de Şiiliği Alevilik diye yutturmaya çalışanlara karşı Anadolu Aleviliğini savunan akademisyen birisi, yani Atilla Hoca, bir günde mi hemen “devletin adamı, ajanı” oldu? Pes vallahi! Aynı kuşku, gazeteci kardeşimiz Kelime Ata için de beslenmiş. Ona da üst düzeyde bir yönetici, duyumlara dayanarak yüzüne “Sen devletin adamı mısın? Ben öyle duydum, ama söyleyeninin adını veremem.”1 gibi çamur at izi kalsın gibi bir suçlama da bulunmuş, doğrusu bu tavır o kişiye hiç mi hiç yakışmadı. Ayrıca bu yönüyle o makama da yakışmıyor. Öte yandan Sayın Turgut Öker’e de sormak gerek: Bir kişinin nereli olması, hangi etnik kökenden gelmesi çok mu önemli? Hacı Bektaş Veli ne diyordu: “Hiçbir milleti ayıplamayınız.”, “Biz yetmiş iki millete bir nazarla bakarız.” Sanırım Hünkar’ın bu sözlerini bilen ve söyleyen bir kişi olarak yukarıdaki soruyu sormamanız gerekirdi. Ayrıca Âşık Mahsuni’nin dediği gibi, “Nice Aliler gördüm Osman çıktılar / Nice Osmanlar gördüm Ali çıktılar.” Bu konudaki duyarlılığınızı, Dedeler’le rakı içip “yoldaşlık” taslayanlara, İran’a sefer düzenleyenlere ve (yeni bir olay, ama aktörleri hemen hemen aynı) Abant’a katılıp Fetullahçılarla yan yana yer almaktan rahatsızlık duymayanlara da gösterseydiniz sanırım daha şık ve doğru olurdu. Hiç kimse kendini sütten çıkmış ak kaşık olarak görmesin. O süt ekşimiş de olabilir, biraz sarı da. Şu örnek çok verilir: Renkler, kirlilik yarışına katılmış, ama birinciliği beyaz almış. Federasyon’un onca yapılacak işi varken, olayları bu aşamaya getiren, laf taşıyan ya da söyleyip Alevileri dedikoducu konumuna getiren, toplumun karşısında boy gösteren kişileri açıkça kınıyorum. Bu tür tavırlar Alevi felsefesine, öğretisine ve terbiyesine hiç yakışmıyor. Lütfen bu güzel kültürün, inancın kirletilmesine, sen ben kavgasıyla gündemin çarçur edilmesine fırsat vermeyelim.

Tasfiyecilik mi Yoksa “Seçilememenin Dayanılmaz Hafi fliği” mi? ABF kongresinden sonra Pir Sultancılar, kendilerinin tasfiye edildiklerini ileri sürdüler. Gerçekten böyle bir tasfiye olayı var mıydı? Varsa nedenleri nedir? Bu, kazananların salt suçu mu yoksa kaybedenlerin de suçu var mıydı? Buna bakmak gerekir. Bilindiği gibi Ali Doğan Amca zamanında yapılan genel kurulda (2004) yanılmıyorsam PSAKD Genel Başkanı Genç, listeye Ali Yıldırım’la aynı oyu almış, kur’a sonucu listeye girmişti. 2006 yılında yapılan kongrede de

Temmuz 2007

Federasyon’un onca yapılacak işi varken, olayları bu aşamaya getiren, laf taşıyan ya da söyleyip Alevileri dedikoducu konumuna getiren, toplumun karşısında boy gösteren kişileri açıkça kınıyorum. Bu tür tavırlar Alevi felsefesine, öğretisine ve terbiyesine hiç yakışmıyor. yine sondan zar zor bir iki oy farkla ABF genel yönetim kuruluna seçilmişti. Şimdi burada düşünmek gerekir: Her iki kongrede de diğer örgütlerin delege sayısından fazla bir delege sayısına sahip iken neden kendi dernek üyelerinden dahi oy alamadı? Evet, seçimi kazanan listedeki kimi üyeler PSAKD genel başkanın tasfiyesi için çalışmış olabilirler. Bu da doğaldır, çünkü seçilmek için aynı ayak oyunlarını Genç’in çevirmediği söylenemez. Aynı şeyi, S. Özel yönetimini devirmek için çatıştığı, birbirlerine ağır söz söylediği Genel sekreterle aynı grupta yer alıp “darbe”cilik yapıp yönetimi düşürürken o zaman tasfiyecilik sayılmayan eylem, içinde yer aldığı liste az bir oy farkıyla kaybedince mi tasfiyecilik oluyor? Bu hiç de inandırıcı değil. Eğer bu halen tasfiyecilik olarak değerlendiriliyorsa, o zaman PSAKD genel kongresi sırasında üst delege seçiminde tek seçici olup kendisine muhalefet olarak gördüğü, daha önce genel merkez yönetiminde ve diğer organlarında görev almış değerli isimleri veto etmek de bir tür tasfiyecilik değil miydi? Sanırım şu atasözü, ne demek istediğimi daha iyi anlatmaktadır: “Dinime küfreden Müslüman olsa bari.”

Hubyar Konusunda Taraf Olmak ya da Olmamak Hubyar Sultan Tekkesi, üzerinde bulunduğu arsa nedeniyle sorunludur. Bu sorun da Tekkenin bulunduğu arsa, tapu kayıtlarına göre Hıdır Temel ailesinin mülkiyetinde görülmektedir. Ayrıca Tekkenin yanında Temel ailesinin oturduğu ev de yan yana bitişik duvar durumundadır. Dolayısıyla Tekke, sanki Temel ailesinin evinin bir eklentisi durumundadır. Bu durum da hukuki olarak Tekke’nin kendilerine ait olduğu iddiasını yaratmaktadır. Bir de Hubyar Sultan Derneği yönetimi var. Bildiğim kadarıyla onlar da Tekke’nin inançsal yönde işlevini yerine getirebilmesi, kamuya mal edilmesi yönünde bir mücadele sürdürmektedirler. Fakat Temel ailesi, arsa bizim tekke de bizimdir düşüncesiyle uzlaşıdan kaçınmaktadır. Bu da köyde ikilik yaratmıştır. Bence Hubyar Sultan hazretlerinin türbesinin, Temel ailesinin tapulu arsası içinde bulunması, hatta kendi aile soylarının Hubyar

Sultan’a çıkması, kendilerine ait olduğu gerçeğini vermez. Evet, arsası size ait olabilir. Ama Hubyar Sultan’a tapan, inanan, ululuğuna saygı gösterip adak adayan, dilek dileyen, hatta oraya gelip eşiğine yüz süren canların inançsal konumlarını dikkate aldığımızda orası artık halkın malıdır, kamuya mal olmuştur. Eğer Hubyar Sultan, kan bağı yönünden gerçekten Temel ailesinin atası, dedesi ise o zaman orayı kutsallaştırmanın hiç anlamı yok. Eğer Hubyar Sultan hazretleri, gerçekten ulu bir eren ise, sizler neden aile olarak O’na yakışır biçimde hareket etmiyorsunuz? Bu, doğrudan insanların inancını sömürmek, kendi atalarını bir takım menkıbelerle kutsatmaktır ki bu da yanlıştır, yola ve töreye aykırıdır Eğer gerçekten Hubyar Sultan, insanları oraya çektiğine göre ulu bir erendir ki o zaman Temel ailesinin özel mülkiyetinden çıkmış, Alevi inananların kalbinde tapusu alınmıştır. Yapılacak en doğru yol, Tekkeyle birlikte varsa diğer eklentilerinin, Temel ailesinin oturduğu evden ayırmaktır. Bunun için de Temel ailesi Tekkeyi değil, evini ayırmalıdır. Halen burası bizim tapulu malımız, kimsenin söz söylemeye hakkı yoktur diyorsanız ve de kimi tanınmış Alevi simalarla birlikte AKP’li Çorum milletvekiliyle bir restoranda görüşüp2 tapu işini halletmeye, ayrıca Hubyar adını tescilleştirerek markalaştırmaya çalışıp buradan ticari bir meta elde etmeye çalışıyorsanız bu da hoş bir eylem ve düşünce olmasa gerek. Tüm bu gelişmeler böyle bir seyir izlerken, Temel ailesi, inanç yönünden kamusallaşması yönünde bir uzlaşıya da yanaşmadığına göre ABF Başkanı S. Özel’in, MYK’nın kararına karşın Temel ailesinin yanında yer alması ve destek vermesi doğru değildir ve de yanlıştır. Sorunun Alevi öğretisine göre çözümlenmesi için adım atma yerine, daha da çözümsüzlük yaratmanın ve ikiye bölünmüş köy halkının arasındaki bu davayı kan davası gibi bir soruna dönüşmesine seyirci kalmanın hiç de affedilir yanı yoktur. Mademki Temel ailesi, AKP’li milletvekilleriyle özel görüşüp bu yerin mülkiyetinin tapu işi için gayret göstermekte ve tümüyle kendi özel mülkiyetlerine almaya çalışmaktadır, o zaman etrafını Sünni cemaatlerin yaptığı gibi yüksek duvarlarla çevirip Alevi canlara tümüyle kapatsınlar, kendi, kendilerine adak adasınlar, kurban kessinler, semah dönsünler. Hani yolumuz sevgi, hoşgörü yoluydu, bizim felsefemizde ikilik yoktu, birlik vardı, her şey can cana idi. Temel ailesinden olan Hıdır Temel’in Almanya Alevi Federasyonu’nda olması, onun haklı olduğunu göstermez. Kaldı ki sorunun gerçekçi anlamda çözümünü de kolaylaştırmaz.

NOTLAR: 1

2

Kelime Ata’nın internette yayınlanan yazısı: Derin Devletle Yüzleşememek, 21 Mart 2007 Bkz: Cemal Enver Şahin (?)’in internette yayınlanan yazısı: AKP ile Kadeh Tokuşturan Kesimin Önde Gelenleri Kimler? 24 Ocak 2007 (Yazının üçüncü ve son bölümü gelecek sayımızda)

15


SERÇEÞME

YAZARIN ALEV YAYINLARI’NDAN YAYINLANMIŞ MARKS GERÇEKTE NE DEDİ ADLI KİTABINDAN BİR BÖLÜMÜ SUNUYORUZ

İnsan Olmaya Geldik Bölüm - I Yusuf Zamir

İ

NSAN olmak ne demektir? Tarihin herhangi bir noktasında insani öz bir kerede ve mükemmelen tanımlanabilir mi? İnsanın ne olduğu, insan ile doğa alışverişini sağlayan emek faaliyetinde ortaya çıkar. İnsani öz, yerden aldığı taşı bir dal parçasına bağlayarak ilk baltayı yapmayı akleden, böylece doğayla alışverişin dar sınırlarına meydan okuyan prehistorik insanda mayalanmaya başlamıştır. İnsan, emek süreci içinde, bir yandan doğayı kendi ihtiyaçlarına göre dönüştürerek doğayı insanileştirir, bir yandan da kendisini doğadan farklılaştıran yeni yeni insani nitelikler edinerek, yani insani özünü adım adım geliştirerek kendisini yaratır. Tarih, insanın kendisini yaratma ve doğayı dönüştürme faaliyetidir:

İnsanın nesnel doğa üstünde emek harcayarak doğayı kendi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde dönüştürmesi doğayı insanileştirmesi demektir. İnsan, nesnel doğayı dönüştürürken, aynı zamanda kendi insani niteliklerini, yani insani özünü geliştirir.

“Dünya tarihinin tamamı, insanın insan emeği tarafından yaratılmasından, doğanın insana göre oluşturulmasından başka bir şey değildir.”1 İnsan tarih boyunca kendisini yaratagelmekte olduğuna göre, tarihin herhangi bir noktasında insani öze nihai bir tanım dayatmak, zihni hareketin mevcut durumuyla sınırlamak anlamına gelir. Bugünün insanı bin yıl öncesinin insanı değildir. Bin yıl sonrasının insanı da bugüne insanlığın tarih öncesi olarak bakacaktır. Homo sapiens’i hayvandan ayıran organik nitelikler, insan olma potansiyeli başlangıçta da vardı. Ama, başlangıçtaki “ham insan”ın genetik kara kutusunda, gelecek her bir kuşağın ne yönde davranacağı kaydedilmiş değildi. İlk insanların genetik şifrelerinde, önceden belirlenmiş bir ilâhi tetiklenme silsilesini takiben kendini aşama aşama ortaya koyacak bir insani öz tasarımı yoktu. Eğer insan önceden belirlenmiş bir metafizik özü kendi bağrında inşa etmeye programlanmış olsaydı, bilincin, yani bilinçli insan faaliyetinin hiçbir rolü olmazdı. Oysa tarih, tarihin akışının bilinçli müdahalelerle, sınıf mücadeleleriyle defalarca değiştirilebildiğinin kanıtlarıyla doludur. Tarih boyunca insan, içine hapsolduğu insana aykırı ilişkilerle boğuşarak kendisini aramaktadır. İnsan, sınıf mücadeleleri içinde, kendi bağrından çağlayarak, kendi özgür doğasını yaratmaktadır. Babailer’den, Hacı Bektaş’lardan, Pir Sultan’lardan süzülüp günümüze ulaşan sezisel akıl, “insan olmaya geldik” diye yüzyıllar öncesinden bunu haber vermededir. Tarih boyunca ortaya çıkmış bütün ezoterik-bâtıni akımlar, dinsel söylemi zahiren kullanarak, dinsel dogmalarda ifade edilen insana aykırı işleyişleri, içsel yolculuk ritüelleri ve toplumsal pratikle aşma arayışında olmuşlardır. Marks, komünizmi, insanın insani özünü, yani insani-toplumsal varlığını yaratma mücadelesine referansla şöyle tanımlar: “Komünizm, insanın kendisine yabancılaşması olarak özel mülkiyetin olumlu aşılması ve dolayısıyla insani özün insan tarafından ve insan için gerçekten sahiplenilmesidir. Komünizm, bu nedenle, insanın toplum-

16

İnsan ihtiyaçları gelişip çeşitlendikçe, emeğin yaratıcı yetenekleri arttıkça, insani nitelikler gelişir. İnsanın insani niteliklerinin artması, insanın doğadan farklılaşması demektir. sal (yani insani) bir varlık olarak tamamen kendisine dönmesidir. Bu kendine geri dönüş, önceki gelişmelerin bütün zenginliğini kucaklayan ve bilinçle yerine getirilen bir geri dönüştür. Bu komünizm, tam gelişmiş doğalcılık olarak hümanizme eşittir, tam gelişmiş hümanizm olarak doğalcılığa eşittir. (Yabancılaşmış emek ortadan kalkınca, insan ile doğa, özne ile nesne arasında organik bir birlik gerçekleşecektir. - YZ) Bu komünizm, insan ile doğa, insan ile insan arasındaki çatışmanın sahici çözümüdür. Varlık ile öz, nesnelleşme ile kendi kendini olumlama, özgürlük ile zorunluluk, birey ile insan türü arasındaki çekişmenin gerçek çözümüdür. Komünizm tarihin çözülmüş bilmecesidir ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir.”2

İnsanı Emek Yaratır

D

OĞANIN dışında insan diye bir varlık yoktur. İnsan doğanın canlı bir parçasıdır. İnsan, yaşayan bir doğa parçası olarak, organik varlığını sürdürme ihtiyacındadır. İnsanın bu ihtiyacını gidermesinin araçları nesnel doğanın içindedir. O halde insan doğa ile alışverişe girmek zorundadır:

“İnsan doğa sayesinde yaşar. Bu, şu anlama gelir: Doğa insanın (inorganik - YZ) bedenidir. İnsanın ölmemek için bu (inorganik - YZ) beden ile sürekli bir alışveriş içinde olması gerekir. İnsanın fiziksel ve ruhsal yaşamının doğayla bağlantılı olması, doğanın kendi kendisiyle bağlantılı olmasından başka bir anlama gelmez. Çünkü insan doğanın bir parçasıdır.”3 Canlı bir doğa parçası olmak, insan olmaya yetmez. İnsanın dışında başka canlı doğa parçaları, örneğin hayvanlar, bitkiler de vardır. O halde, insanı öteki canlı doğa parçalarından ayıran insana özgü nitelikler olmak gerektir. İnsanı insan kılan nitelikler, insan denen canlının nesnel doğa ile alışverişinde ortaya çıkıp gelişir. İdealist felsefe, insan ile doğa ilişkisini, insan-doğa düalizmi olarak görür. Bu yaklaşım insanı doğanın dışına çıkarır. Kaba materyalizme göre insan ile doğanın dolayımsız birliği vardır. Bu anlayış da insanı doğa içinde eriyip giden herhangi bir canlı varlık derekesine düşürür. O zaman özne ile nesne birbiri içinde kaybolur. İnsan bilinci, insan faaliyeti, sıradan doğa süreçleri haline indirgenir. Marks’a göre, özne ile nesne birbirinden farklıdır ama diyalektik bir birlik içindedir. İnsan ile doğanın diyalektik birliğini emek dolayımı sağlar. İnsan ile doğa arasındaki alışveriş, insanın doğayla karşılıklı etkileşimi, emek dolayımı sayesinde gerçekleşir. Dolayım, bir olgu ile öteki olgular arasındaki aracı süreç demektir. Bir olgunun nitelikleri, öteki olgularla olan iç bağlantılarında, karşılıklı etkileşiminde kendini gösterir. İnsan emeği, insan ile doğa alışverişine aracılık eden süreçtir. İnsanın nitelikleri, yani insani öz, insanın doğayla etkileşimini sağlayan emek dolayımı sayesinde gelişir. Marks’ın insanın ne olduğu üstüne düşüncesel yolculuğu, insan ile doğa alışverişini sağlayan emek dolayımından hareket eder. Marks insani özün gelişimini emek sürecine şöyle bağlar: “İnsan, pratik faaliyetiyle bir nesneler dünyası yaratarak, inorganik dünya üstünde çalışarak bilinçli bir canlı türü olduğunu, yani insan türünü kendi esas varlığı ile bir tutan ya da kendisini türüne ait olarak gören bir varlık olduğunu kanıtlar. Gerçi hayvanlar da üretir. Arı, kunduz, karınca gibileri kendilerine yuva, barınak kurar. Ama hayvan sadece kendisi ya da yavruları için acilen gerekenleri üretir. Hayvanın üretimi tek yanlıdır, oysa insanın üretimi evrenseldir. Hayvan acil fiziksel ihtiyaçların dayatmasıyla üretir. İnsan ise fiziksel ihtiyaçlardan özgür olduğunda da üretir ve asıl üretimini ancak fiziksel ihtiyaçlardan özgürleştiğinde yapar. Hayvan sadece kendisini üretir, oysa insan tüm doğayı yeniden üretir. Hayvanın ürünü doğrudan doğruya kendi fiziksel bedenine ait olur. Oysa insan kendi ürünü ile özgürce karşı karşıya gelir. Hayvan sadece kendi türünün standart ve

Sayı 31


SERÇEÞME

ÂŞIK NİMRİ DEDE

Karl Marks, 5 Mayıs 1818 - 14 Mart 1883 1869 yılında Londra’da

(İSMAİL DEHMENOĞLU)

İnsan Olmaya Geldim İkilik kinini içimden atıp Özde ben bir insan olmaya geldim Taht kuralı ariflerin gönlüne Sözde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim

ihtiyaçlarına göre nesneleri biçimlendirir. Oysa insan, her türün standartlarına göre üretmeyi ve her nesneye o nesnenin kendi iç doğasının standartlarını uygulamayı bilir. Demek ki insan, aynı zamanda güzellik yasalarına göre de üretir.

Meğerse âşk imiş canın mayası Ona mihrab olmuş kaşın arası Hakk’ın işlediği kudret boyası Yüzde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim

“O halde insanın (hayvanlardan ayrı - YZ) bir türsel varlık olduğunu gerçekten kanıtlaması, tam da nesnel dünya üstündeki çalışmasıyla olur. Bu üretim onun aktif türsel yaşamıdır. Bu üretim sayesinde doğa, onun yapıtı ve onun gerçekliği olarak görünür. Bu nedenle insan emeğinin amacı insanın türsel yaşamının nesnelleşmesidir: Çünkü insan, kendisini sadece entelektüel olarak bilinçte değil, fakat aynı zamanda aktif olarak, fiilen de üretir. Böylece kendi yaratmış olduğu dünyada kendisini görür.”4 Hayvanın biyolojik yaşam faaliyetinin dışında başka bir yaşam faaliyeti yoktur. Hayvanın yaşam faaliyeti ile biyolojik yaşam süreçleri örtüşür. Bu anlamda hayvan, yalnızca kendi biyolojik yaşam faaliyetinden ibarettir. Hayvan doğanın bilinçsiz canlı parçasıdır. İnsanın yaşam faaliyeti, insanın biyolojik yaşam faaliyetinden ibaret değildir. İnsanın yaşam faaliyeti, insanın biyolojik yaşam faaliyetini ve onun üstünde yer alan bilinçli yaşam faaliyetini içerir. Eğer biyolojik yaşam faaliyetinin yanı sıra bilinçli yaşam faaliyeti olmasaydı, hayvanlar âleminin dışında insan diye bir canlı türü olmazdı. İnsan türünü hayvanlar âleminden ayıran, insanın bilinçli bir canlı varlık oluşudur. İnsan, tıpkı hayvanlar gibi, yaşamını sürdürmek için doğayla boğuşur. Emek harcayarak doğadan geçim araçlarını temin eder. İnsan emeğini hayvan emeğinden ayıran esas unsur, insan emeğinin bilinçli oluşudur. İnsan, yapmakta olduğu işin gelişimiyle devamlı alışveriş içinde, devamlı değerlendirme, karar alma, yeniden değerlendirme süreci içindedir. İnsan, hayvandan farklı olarak, önce zihninde ne yapacağını ve nasıl yapacağını plânlar. Daha sonra, zihninde tasarladığını hayata geçirir. Yani zihninde öznel olarak geliştirdiği tasarımı, emek süreci içinde nesnel hale getirir. İnsan, zihnindeki öznel tasarımı nesnelleştirirken, ortaya çıkmakta olan ürün ile zihnindeki tasarımı sürekli karşılaştırır. Bu süreç içinde, ihtiyacının yeni yönlerini keşfeder, zihnindeki modeli geliştirir. Yine bu süreç içinde dış dünyayı değiştirirken, aynı zamanda dış dünyayı değiştirme yeteneklerini de geliştirir: “Emek, her şeyden önce, hem insanın hem de doğanın katıldığı bir süreçtir. Bu süreçte insan, kendisi ile doğa arasındaki maddi reaksiyonları kendi iradesiyle başlatır, düzenler ve denetler. İnsan, kendi ihtiyaçlarına uyarlanmış biçimdeki doğa ürünlerini kendisine mal etmek için kollarını, bacaklarını, kafasını ve ellerini, yani vücudunun doğal güçlerini harekete geçirerek, doğa güçlerinden birisi olarak doğanın karşısına geçer. Dış dünya üzerinde bu şekilde etki yapıp onu değiştirerek, aynı zamanda ken-

Temmuz 2007

Bütün mürşidlerin tarif ettiği Sadıkların menziline yettiği Embiyanın evliyanın gittiği İzde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim di doğasını da değiştirir. Uyuklamakta olan güçlerini geliştirir ve bunları dilediği gibi hareket etmeye zorlar... Örümcek dokumacıya benzer bir şekilde işini görür. Arı da pek çok mimarı utandıracak şekilde peteğini yapar. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan şu ayırır: Mimar, yapısını fiilen inşa etmeden önce, onu zihninde tasarlar. Her emek sürecinin sonunda, daha iş başlamadan önce emekçinin zihninde varolan bir sonuç elde ederiz.”5 İnsan, doğanın bir parçası olarak doğanın içindedir. Ama doğa içinde erimiş ve ondan farksız bir doğa parçası değildir. İnsan düşünen, yani öznel bir varlıktır. İnsan, bilinçli faaliyetiyle, bir yandan doğayı insanileştirerek doğayla birleşirken, öte yandan da kendi insani özünü adım adım geliştirerek doğadan farklılaşır. İnsanın nesnel doğa üstünde emek harcayarak doğayı kendi ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde dönüştürmesi doğayı insanileştirmesi demektir. İnsan, nesnel doğayı dönüştürürken, aynı zamanda kendi insani niteliklerini, yani insani özünü geliştirir. İnsan ihtiyaçları gelişip çeşitlendikçe, emeğin yaratıcı yetenekleri arttıkça, insani nitelikler gelişir. İnsanın insani niteliklerinin artması, insanın doğadan farklılaşması demektir. Örümcek ya da arının yaptığı iş, sürekli olarak kendini tekrarlayan basit bir devresel hareketten ibarettir. Bu nedenle hayvanlar aleminin bir tarihi yoktur ama insan faaliyetinin bir tarihi vardır. İnsanın üretici güçlerini sürekli geliştirmesi, aynı zamanda toplumsal ilişkilerini de sürekli değiştirmesi demektir. İnsan-doğa alışverişinin, dolayısıyla insan-insan ilişkilerinin, yani insan faaliyetinin sürekli gelişme halinde olmasından ötürü, insan toplumu tarihsel bir hareket halinde görünür. (Bu yazının devamını gelecek sayımızda okuyabilirsiniz.) NOTLAR: 1 2 3 4 5

K. Marks, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, (İng.), Progress Publishers, s. 107. Agy, s. 96-97. Agy, s. 72-73. Agy, s. 73-74. K. Marks, Kapital, 1867, (İng.), c. 1, s. 173–174.

Ben de bir zamanlar baktım bakıldım Nice yıllar bir kemende takıldım O âşk-ı mecazla yandım yakıldım Közde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim Süregeldim aşk meyini içerek Her bir akı karasından seçerek Varlık dağlarını delip geçerek Düzde ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim Gör ki Nimri Dede şimdi neyleyi Gerçek aşkı her gönüle söyleyi Her türlü sefaya veda eyleyi Sazda ben bir insan olmaya geldim Serimi meydana koymaya geldim

Geldim Atamın beline inmezden evvel, Şol kudretten terkip oldum da geldim. Ana rahminde bir tezgâha düşüp, Sureti insanı buldum da geldim. Bütün âzân o tezgahta dokundu, Terkip olan kudret ol kaba kondu. Tekamül müddetin dokuz ay on’du, Orda nizamatla doldum da geldim. İşte bu libasla geldim cihane, Buna konup, bundan çıktım ayana. Hoş gelsem sığmazdım hiç bu mekâna, Âşık Nimri’yim kul oldum da geldim

Esat Korkmaz’ı Salı geceleri saat 8 ile 9 arasında Dem TV’de Gönül Defteri programında izleyebilirsiniz. Türksat 1C Frekans: 10955 V SR: 5860 - FEC: 5/6

17


SERÇEÞME

Uygarlık Dönemeçlerinde Koşan İnsanın Temel Sorunu

Ç

OK YÖNLÜ bir bilim adamı ve Batı uygarlığı hayranı olan düşünür Bronowski, “İnsanlığın Yükselişi” adlı yapıtının son sayfasında, bu konudaki duygu ve düşüncelerini dile getirerek tüm insanlığa şöyle seslenir: “…insanlığın yükselişi sürecektir. Ama bunu sürdürecek olanın Batı Uygarlığı olacağını sanmayın, şu anda kararsızlık içindeyim. Eğer vazgeçersek, diğer adım yine atılacaktır, ama bizim tarafımızdan değil. Asur’a, Mısır’a, Roma’ya verilmemiş olan güvence bize verilmiş değildir. Biz de birilerinin geçmişi olmayı bekliyoruz, zorunlu olarak kendi geleceğimiz olmayı değil” derken, aydınlanmacı düşüncenin, Batı Uygarlığı üzerindeki egemenliğini yitirdiğini, ilericiliğin değil statükonun, giderek gericiliğin odağı haline dönüştüğünü, belli konularda tıkanıp kaldığını, aydınlanmasını kapitalizmle tamamladığını, durgunlaşmaya, çürümeye, dahası giderek geçmişindeki devrimci atılımları da yadsımaya başladığını vurgulamak, bizlere bu temel gerçek olguyu sezdirmek istiyor. Oysa ezilen insanlar, devrimci bir atılımı gerçekleştirmek isteyenler, yeni yollar açmaya çalışanlar Batı uygarlığını da aşan yepyeni bir uygarlık yaratmak zorundadırlar. İnsanın özünde bunu gerçekleştirecek kirlenmemiş bir enerji kaynağı var. Bu gerçek. Örneğin dinler, bir evre, insanlığın büyük bir sıçramasının, yağmadan sömürü uygarlığına geçiş aşamasının ideolojisini oluşturmalarına karşın, bunlar bir evreden sonra da uygarlığın tırmanmasına ve ilerlemeye, ister istemez hep ayak bağı olmuşlardır. Sosyal her kurum ve kavram belli bir süreç içinde tarihsel gerçek görevini tamamladıktan sonra, yetersizlik belirtileri göstererek durağan ve zararlı olmaya başlarlar. Batı uygarlığı da, kendisinden önceki uygarlıkların izlediği yoldan geçerek sonuçta öyle olacaktır, genel yasa budur ama o dahi öncekiler gibi, kendi külleri üzerinde, küllerinden doğan yepyeni bir uygarlık, insanlığı amaçladığı noktaya taşımayı sürdüren yeni oluşumlar yaratıp yaşamını bunlar üzerinde sürdürecektir. Toplumların tarihinde, genel olarak, özlerinde sıçrama, ilerleme, yeni atılımlar yapma potansiyel enerjisi mevcuttur. Ancak, bu birikimli ilerleme gücünün öncülük merkezi hep oynaktır. Toplumların yapısında ve tarihlerinde böylesi bir dinamizmin kaynağının varlığı, çekici, ümit verici ve sevindirici olmalıdır ki, geleceğin ufku, ancak böyle açık tutulup görülebilsin. Diyalektiğin temeli, gereği budur. Hiç şaşırmayalım. Ne yazık ki; daha ilerisi var dediğimiz olgu, mevcut olanın, ilerinin, güçlünün bağrından değil, gerinin bağrından, çürümüşlüğünden, külünden, durgunluğundan bir anda çıkıp yeşeriyor, gelişip serpiliyor, yokuşu tırmanıp doruğa vardıktan sonra, aşağıya doğru inmeye, yuvarlanıp düşmeye, kocalmaya başlayarak kendi batağına saplanıp kalıyor. Ne yapalım, doğa ve evrim yasası bu, gidiş böyle. Bunu biz koymadık ki değiştirelim. Zaten en ilerideki en geride kalmaya hükümlüdür, bunun için herkes geriye bakmak zorundadır, geriyi görmeden ileriyi görüp tahmin etmek olanaksız gibi; geri ileriye değil, daha ileriye doğru atlarken, ka-

18

İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi “…insanlığın yükselişi sürecektir. Ama bunu sürdürecek olanın Batı Uygarlığı olacağını sanmayın, şu anda kararsızlık içindeyim. Eğer vazgeçersek, diğer adım yine atılacaktır, ama bizim tarafımızdan değil. Asur’a, Mısır’a, Roma’ya verilmemiş olan güvence bize verilmiş değildir. Biz de birilerinin geçmişi olmayı bekliyoruz, zorunlu olarak kendi geleceğimiz olmayı değil” buk ve döküntülerini kendisinden hemen önde olanların üstüne döküp silkelenir, hafifler. Bu bağlamda insanlığın her açıdan küreselleşmesi, kendi içinde kendi kendine yoğrularak kendi kendisiyle örtüşmesi, özündeki iletişim ve aydınlığı, gizil gücü büyük bir sevgi sarmalına dönüştürmesiyle gerçekleşebilir. Bu büyük olgu/düş ancak böylesi derin ve çapraşık evrelerden geçerek mümkün olabilir. Aksini düşünmek tamamen gerçek dışıdır, hayal kırıklığıdır, boş laftır, boşa kürek çekmektir, giderek karanlığa bürünmek, silinip gitmektir. Biline. Görülen o ki; insan ve insanlık yeni bir çağın eşiği önünde sabırsızlıkla beklemektedir. Bu çağ bilgi/fen çağıdır, iletişim çağıdır, bilinmezlerin çekiciliğinin esrüklüğüne düşmüş insanın komikliğinin görülüp çizimlenmesi çağıdır. İnsanlık bu tuhaf çağda ilerlemesinin ürünlerini er-geç şu veya bu şekilde devşirmeye başlayacaktır. İlerlemenin karmaşık diyalektiği bunun öngörmektedir. Dünyada, doğada ve evrende yüzen herkesin ve her şeyin bir yüzü, kişiliği, kapsamı, sınırları, yapısı, özgün içeriği ve nitelikleri olduğu yadsınmamalıdır. Ve yine herkesin, her şeyin özgün bir görünümü, yaşamı ve süresi olduğu da unutulmamalıdır. Yalnız, değişim değişmez. Her yükselişin sonunda bir iniş ve yokoluş süreci bulunur, leşin akbabaları tükenmez. Her ateşin dibinde bir kül birikintisi aranmalıdır. Her doğum, ölümünü de birlikte getirir; insanın aklı çelişmelerin, karşıtların savaşımları ürünü olup çelişme ve karşıtlarla beslenir, varolduğu sürece de durmadan çelişki ve karşıt üretir. İnsan aklı, diyalektiğinde tüm evreni öğütür. İnsan, aklıyla yücelmiştir, yüceliğini sevgiye dönüştürerek kurumaz ve çürümez bir ortam ve süreçte insanlığın ilerleyişi, uzun bir merdivenin basamaklarını teker teker çıkmak biçiminde olmamıştır. İnsan asıl dinamiğini devrimci atılımlarından alır. Her şey onun potansiyelinde gizlidir. Özüne konulmuş olan gizin yüreğinde çırılçıplak bir sevgi olarak oturur. Orada oluşup “bin bir don”a dönüşürken evreni en azından bin kez dolaşır. Bu yolculukta bazen yorgunluk belirtileri gösterir, bazen giderek durma izlenimi verir, hatta bazen geriye dönüp yürüdüğü de olmuştur. Ama uzun ve sonsuz zaman süreci içinde, birkaç kısacık yüzyıl boyunca attığı, bize göre çok büyük adımlarla ve

sıçramalarla “homo-sapiens”den giderek üstün-insan, kişi-insan, kâmil-insan, mükemmel insan gibi insanüstü varlık nitelendirmelerini de hızla aşarak yepyeni doruk bir düzeye çıkmış, yepyeni ve özgün bir kimlik ve kişilik sahibi olmuştur. Bu tarihsel olgu ve süreç gözden hiç uzak tutulmamalı ve hiçbir zaman getirileri de unutulmamalıdır. Çünkü gerçek insan, tutkusuna sahip çıkandır. İnsanı insan eden özgün niteliklerden birisi de budur. V. Gordon Childe “Kendini Yaşatan İnsan” adlı yapıtında; uygarlığın, somut ve tarihsel kökenlerini araştırırken yeni yöntemini insanın gelişmesi olgusuna dayandırarak: “geliştik mi?” sorusunu sormak bile bilimsel bir davranış değildir, çünkü hiç kimse bu soruya eş yanıt veremez; kişisel eğilimlerden kaçınılamaz ama biz bu aşamada bile “gelişim nedir?” diye sorabiliriz, yanıtı bilimin pek çok yeğlediği sayısal verilere değin uzanabilir. Bugün gelişim gerçekten olagelmiş şeyler, tarihin içeriğidir. Tarihçinin görevi, tarih boyunca uzanan dizi dizi, çetrefil olayların arasında özlü ve önemli olanlarını belirtmektedir. Ama gelişimin çizgisini saptamak ve ucundan yakalamak, tarih boyunca koşturup araştırmak, çocukluğumun tarih kitaplarından çok başka bir tarihi anlayışını gereksindirir. Her şeyden önce, derin ve geniş bir bakış gerekir: “Kısa süreleri ve dar alanları içeren araştırmalarda olayların çokluğu ve dağınıklığı, ortak yön ve biçimlerini gölgeler.” (a.g.e. çeviren: Filiz Ofluoğlu, Varlık Yayınları, 2. Basım, Şubat 1978, s:12) derken bu büyük eğitimci dar kalıplardan, kör kuyulardan, çıkmaz sokaklardan, sağlıksız çürük yapılardan insanı ve tüm insanlığı kurtararak, onu özündeki enerjiye, derin suları taşıyan taşkın karanlık ırmağına yön vererek yeni ufuklara yolcu etmek suretiyle bilinmezleri çözümleyip, evrenin her yönüyle bilinmesine, yeni evrenlerin keşfedilmesine, yanıtsız hiçbir soru bırakılmamasına katkılarda bulunmak; böylece insanın derinlemesine, çok yönlü genişlemesine yardım ederek, düşünme ve araştırma gücünün gelişim ve değişimini hazırlamak ve hızlandırmak olgusunun insanlığın ve insanın kurtuluşu mu, yücelmesi mi, yoksa batışı, yok oluşu mu olduğunu düşünüp, iyi değerlendirmek ve irdelemek gerektiğini sosyal bilimcilere ve tarihçilere salık verir, öğütler. Bence bu öğüdü, dinlemek hepimizin yararınadır. Geleceğimizin anahtarı budur. Görülen odur ki, insan çizgisi üzerinde durmadan kendini yaratma, yeniden yapılandırma, hep yenileme, kurgulama, irdeleme, oluşturma bilinciyle hareket etmektedir. İnsan uygarlığını, kültürünü, tekniğini, özetle tüm değerlerini hep kendini aşarak kendisi için üretir, kendini, yararını, geleceğini, geçmişini düşünerek hareket eder. O, tanrılarını bile aynı duygu ve düşüncelerle yaratmıştır, güvenliğini sağlaması, yaşamını güzelleştirmesi, hayatın anlamını derinleştirmesi, soyunu sürdürmesi, gereksinimlerini karşılayıp gidermesi, her konuda daha iyi daha güzel bir aşamaya kavuşması için durmadan çalışır, çabalar, didinir, yaratır, yorulma bilmez, uykusunda bile hep bunları kurar, düşünür. İçgüdüleri, tepkileri mi, yoksa içindeki bitmez enerji kaynağı mı, tanrısal ışıklı bilinci

Sayı 31


SERÇEÞME

GÜLESER YORULMAZ

Ezdiler Bizi mi, yapısı, özü mü iter götürür onu bu bitmez kargaşaya, sonucu belli olmayan savaş içine? Gerçekten, insan insan olarak yeryüzünde göründüğü, iki ayak üzerine doğrulup yürümeye başladığı andan bu yana, hep bir kargaşanın, savaşının içinde çırpınır durur. Onu bu kargaşa ortamına, bir savaşım ortasına iten nedir? Bu sorunun yanıtı hiçte sevindirici değil gibi. İnsanın tarih boyunca sürekli bölünmeleri, çeşitli biçimlere sokulmaları, yeniden yoğrulup yapılandırılmaları, ardı arkası kesilmeden süren bir değişim içinde olması onun açısından yorucu, bitirici sayılamaz mı? Şunu hiç unutmayalım, görülen o ki; insan, bütün korkularına ve kuşkularına rağmen, doğmayı da, doğurmayı da, yaşamayı da, yaşatmayı da, öldürmeyi de, ölmeyi de çok çok seviyor. Bu kesin. Bütün bunlar ve benzerleri onun genlerinde var. O, tanrılığını, tanrısal gücünü ancak böyle olgularla gösterebileceğine inanıyor, o durmadan kendi içinde ve dışında tanrılar üretiyor, tanrıları kurban ediyor, onlara kendini kurban ediyor, canı sıkıldıkça kurbanlar kesiyor, sırası gelince hepsini öldürüyor, yenilerini yaratıyor. Bazen tanrısız kalıyor. Ama hiçbir zaman o umudun, ışığın peşini bırakmıyor. Her gecenin bir sabahı olduğunu unutmuyor. Karanlıklara meydan okuyor. Korkunun her türünü biliyor, acının her türünü tatmış, tadıyor. Yine de korkusuz değil, korkar, ürker, yeri gelince de aslan kesilip, direnmesini, kafa tutmasını çok iyi biliyor, çünkü o çok dayanıklı, güçlü ve dirençli bir canlıdır. Georges Eliot’nun dediği gibi, “Günün birinde hepimiz sonsuza dek susacağız. Onun için sevdiklerimize şimdi ‘seni seviyorum’ demekten çekinmeyin”. Ne güzel ne doğru bir öğüt! Alman filozofu Hölderlin’in, yaşam konusundaki görüş ve düşüncelerini dolaylı da olsa, Empedocle’nin ölümü hakkındaki duygularını yansıtan sözleriyle şöyle ifade etmektedir: “Ve açıkça ağır ve acılı yeryüzüne adadım yüreğimi ve kutsal gecede, sık sık, kendisini ölünceye değin bağlılıkla, korkusuzca, ağır kader yüküyle seveceğime, muammalarının hiç birini küçümsemeyeceğime söz verdim. Böylece ölümlü bir bağla bağlandım ona” (Empedocle’un Ölümü, akt. Albert Camus, Başkaldıran İnsan, çevr. Tahsin Yücel, Varlık Yayınları, Ekim 1967). Bence bu, bir tür ağıttır. İçtenlikli bir sunumdur. Kişinin özünün özetidir. İnsanın insan olma süreci içinde doğal sevgi yoğunluğundan koparan uygarlık, onu acıya, umutsuzluğa, sıkıntıya, mutsuzluğa mı taşıdı yoksa? Ya da, onu bilmediğimiz evre ve ortamlardan geçirip gezindirerek ilkellikten, çamurdan koparıp aydınlatıp bilinçlendirerek yüceltti mi acaba? Ne yazık ki bütün bunlar, sizinde sezinleyip algılayacağınız gibi, göreceli nitelemeler olup bizi kesin sonuçlara götürmez, kişiye göre değişen nitelemelerle doğru ve evrensel ilke ve kurallara varmak olanaksızdır; ama yine de herkesi olduğu gibi bırakmak doğru olmaz. Öyleyse ne yaparak bu kör çıkmazlardan kurtulabilir insanoğlu, işte temel sorun burada gizli. Bir parça özgün sudan, çamurdan, kandan, meniden yaratıldığı öne sürülen

Temmuz 2007

genler örgünü insanoğlunun kim olduğu, nerden gelip nereye gittiği insanlık tarihinde hep sorun ve merak konusu olmuştur. Bilim adamı Nurselen Toygar, ‘yaşamın gizlerinin beyinde saklı olduğunu, ancak insan beyninin paraşüt gibi açılmadan çalışmadığını; sağlık olmadan mutluluk, mutluluk olmadan da yaşam potansiyeli olamayacağını’ vurgular. Yine aynı bilim adamına göre, ‘beynin çalıştırılmasının kişinin elinde olduğunu, bunun için’ Toygar kişiye, “yaşamın tekdüzeliğini kırın ya da günlük alışkanlıklarınızda değişiklikler yapın. İşinize gittiğiniz yolu değiştirin. Salondaki masanın, tablonun yerini değiştirin” gibi basit, yapılması kolay ve zahmetsiz önerilerde bulunmaktadır. Hatta aynı bilim adamı, ‘her canlının yaşama belirli bir enerji kredisiyle başladığını ve yaşam boyu bu krediden harcadığını’ kaydederek, ‘Bu enerji, yaşama biçimine göre erken ya da geç biter ve yaşam da sona erer. Buna göre uzun ve sağlıklı yaşam, bu enerjiyi akıllıca harcamaya bağlıdır. Stres, beyinde vitamin ve mineral kaybına sebep olur. Öfke ve kızgınlık, kişinin sağlığını, ateşe atmasıdır.’ der. Yukarıda açıklamaya çalıştıklarımızı kısaca özetlersek, insan kendini bildi bileli hep bir “örnek insan” imgesi taşıya gelmiştir kafasında. Gelişim inancının doğal kanıtıdır bu. Yetkinlik ideası olmadan yaşamı içgüdülerle sürdürmek, bilinçsiz varlık ile yetinme anlamına gelir sadece. Bunun anlam ve sonucu ise, bütün hayvanlar ve bitkiler gibi yaşayıp ölmektir!İşte insan, bu yazgıya katlanamayan yaratıktır. Onun içinde, gelişerek varacağı idealist bir örneğe gereksinmesi vardır. “Etik değeri olan bir örnektir bu. Bu tip bir örnek, tarihin bütün dönemlerinde değişik niteliklerde göstermiştir, kendisini. Hep değişik kalıplarda sunmuştur. Ama böyle bir örnekten hiç yoksun kalmamıştır insanlık”. (M. Cevdet Anday, Cumhuriyet gazetesi, 14.05.1996) Gazeteci, düşünür İlhan Selçuk ise aynı gazetenin 12.05.1996 günlü nüshasında insanlara seslenerek: “Uyanın ne olmak, nasıl olmak isteğinizi bilmeden yaşayamazsınız, etik değerlerimiz olsun, bunları eleyip, dokuyun ve gerçekleştirmeye çalışın, derken insan toplumunun hayvan topluluklarına dönüşme korkusuna kapılmış olduğunu sezmemek olanaksız. Aslında kötümserlik, insan için beslenen umudun canlılığını gösterir. Çağımızın ve toplumumuzun örnek insan imgesi: ‘Ne yaparsan yap köşeyi dön, zengin ol buyruğunu yerine getiren bir açıkgöz olarak çıkıyor karşımıza’.” Bütün bunlar insanı hep açmazların kapısına taşıyor. Eğilmeden ve düşünmeden hemen etik olmayanı ve yüz kızartıcı olan her şeyi reddetmek en doğru davranış olur bence. Ama bütün bu olumsuz olasılıklara, etik durumda kalsa bile mevcut durum ve olgulara karşın, “Geçmişe dönük keşkelerle yaşamaktansa, geleceğe dönük belkilerle yaşamayı tercih etmek” daha doğru ve daha iyi olur.

Bir yanım Tunceli bir yanım Sivas Çorum’da vuruldum mezarım Maraş Mahir İnan Deniz yüreğim Ulaş Hesapsız hedefe dizdiler bizi Madımak tutuştu gökler matemde Kelleler dizildi cellatlar demde Şerefe içtiler böyle bir günde Candan cana koparıp yüzdüler bizi Ağıtlar ulaştı Hünkâr Veli’ye Elimizle kefen biçtik ölüye Davamızı verdik pirim Ali’ye Yine tarihlere yazdılar bizi Sazlar Pir Sultan’a sesleniyordu Darağacı yine urganlar kurdu Sazlar suskun kaldı türküler durdu Cesetler çiğnendi ezdiler bizi

AHMET AKAR

Benzer İlmi irfanı olmayan Kararmış kömüre benzer Sevgisiz duygusuz insan Taşınan demire benzer Hakk’ın yolundan çıkanlar Hunharca adam yakanlar Ehli Beyte hor bakanlar Mervan-ı Hımar’a benzer Haram lokma ile doyan Namerttir nefsine uyan Zulmedip de cana kıyan O zalim Şimir’e benzer Gönül gözü görmez şaşı Riyakarlık bütün işi Kendini bilmeyen kişi Pişmemiş hamura benzer Ahmet Akar gerçek isen Dilim söyler Türkçe lisan Bir mürşitten doğan insan Her yanı mamura benzer

KEMAL EKİNCİ

İmam Hüseyin İsmini sevdiğim şahi kerbela Göster cemalini imam Hüseyin Size değil bana gelsin her bela Göster cemalini imam Hüseyin Fatıma ananın gözyaşı için Kerbela şehitlerin başı için Pirin Hünkâr Hacı Bektaşi için Göster cemalini imam Hüseyin Masumu pakların yüzü suyuna Ol Kasım’ın yarım kalan toyuna Musahibin müslüm akıl soyuna Bağışla günahım imam Hüseyin Kemalim derdinden olsa bin pare Gitmem başkasına sendedir çare Yüzseler derimi günde bin kere Ayrılmam izinden imam Hüseyin

19


SERÇEÞME

Cavit Murtezaoğlu ile Söyleştik Bölüm I Ulaş Özdemir bizde nasıl bir yazı kültürü olduğunu öğrendim. Söz kültürümüz gibi bir yazı kültürümüz olduğunu öğrendim. Yaşlıların ezberden söylediklerini yazmak ve eski günleri güncele aktarmak gerektiğini anladım. Sizin cemlerinizde kelamları söyleyen bizdeki zâkirler gibi özel birileri mi vardı?

Dünden bugüne edindiğiniz birikimi anlatmanızı istiyorum. Çocukluğunuzdaki cemlerden bahsedelim… Çocukluğumda Tebriz’de babamla ceme gittiğimizi hatırlıyorum. Daha gözümün yeni açıldığı zamanlarda, babam cem sahibi olduğu için birlikte ceme giderdik. Ben orada otururken lokma paylaşmayı, cemin hizmetleriyle, ceme gelenleri izlemekle gözüm açıldı; kelamları duyarak da kulağım açıldı. Bizde deyişlere kelam derler. Kutsal kelamlarla dolmuş kulaklarımız. Bir olayı çok iyi hatırlıyorum: Bir gün cemde dedenin yanına oturmuştum. Dede, bir can kelam söylesin dedi. Bizde; ‘siz buyurun, hayır efendim siz buyurun’ âdeti vardır, bazen çok da uzar. Bizde çocukların cemde, halkada oturması bile çok zordur. Nerede kalmış kalkıp kelam söylemek. Birden içimden geldi, “Evvel ahir yar / Havendigar aziz.” dedim başladım, heyecanlanıp gözlerimi kapattım, başladım Bayrek Kuşçuoğlu’ndan bir kelam söylemeye. Sanki cemde hiç ses yok. Okuyup bitirdim, ama okurken sona doğru hissetim ki herkes ağlıyor. Ben bitirdikten sonra cemdeki herkes teşekkür etti. İlk kez çocuklardan biri cemde kelam söylemiş. Ondan sonra her hafta, “Cavit söylesin” dendi, sanki zâkir gibi. O günden sonra çocukların cemde kelam söylememesi kuralı kalktı. Niye çocuklar da söylemesin? Çocuğa da bir trans hali (hal) gelebilir. Bu olaydan sonra gençler bizim ceme akın ettiler. Cem bitip, insanlar ayrıldıktan sonra ikinci bir cem kurmaya başladık. İnsanlar benim için “hal ehlidir” demeye başladı. Bizde, “kim hal ehlidir, hal yapacaktır, o kalsın!” denir. Bir baktık ki bir cemden sonra ikinci cemi de yapmaya başlıyoruz. Yaşlı insanlar var. Kelam yazmışlar, ama saklıyorlar. Eskiden, şimdiki gibi kitaplar yoktu. Herkes, yirmi dört ulu erenlerden bir kelam biliyordu. Sultan Sahak’dan biliyordu; Han Elmas’tan biliyordu. Ezberlemişler, ağızdan ağıza, elden ele aktarılagelmişti. Cemden sonra yaşlıları evlerine götürmek bana düşerdi. Evlerine girdikçe onların yavaş yavaş güvenini kazandım, bilgilendim. O yolla

20

O zamanlar özel birileri olurdu, kimse kalkıp da, kendiliğinden kelam söyleyemezdi. Tambur çalan biri olurdu. Tabii bir uzmanlık vardı. “Kimin aşkı varsa, kelam söylesin” derlerdi. İhtiyarlarımız, pirler, dedeler söylerdi. Gençlere sıra gelmezdi ki, nerede kalsın çocukların söylemesi. Ben bunu başlatınca gençlerimize ruh geldi, artık Tebriz’de onlar da söylemeye başladılar. Fakirlere yardım sandıkları kurduk. Ceme her gelen her ay bu sandıklara bir katkı yapardı. Ehli Haklar’dan parası olmayan kim düğün yapıyorsa, onları çağırıp, soruyorduk, “Sana para lazım, değil mi?” Bunu da ilk kez ben başlattım. İlk defa böyle bir faaliyette bulunduk. Tebriz’deki Türklerin oranı nedir? Tahminen Ehl-i Hak olan ne kadar? Tebriz’de olanların yüzde doksan dokuzu Türk’tür. Ehl-i Haklar’ın bazıları bu rakamları saklar. Sakladıkları için net bir şey diyemem, ama Tebriz’de yaşayan üç milyon insanın en az iki-üç yüz bini Ehl-i Hak’tır denebilir. Azeriler dersen, onlar da çoktur. İran’ın tümünde, tarikatları da içine alırsan on, on iki milyon Şii olmayan Alevi vardır. Burada tarikat kelimesini sizin bildiğiniz anlamda kullanmıyorum. Bizde tarikat başka anlamda kullanılır. Bu kelime, siyasileşmiş din çerçevesinde olmayan serbest gruplar için; Şii ya da Sünni olmayan, ama İslam içinde olan gruplar için kullanılır. Nasıl ki sizde Alevilik İslam ile iç içeyse, onun gibi. Onları da hesaplarsan, mesela Nurbakşileri, Nimetullahileri de katarsan on-on iki milyon Şii olmayan Alevi bulunur. Gizlenme olgusuna değindiğiniz için soruyorum: Cemleri, cemhane denen özel bir yerde mi yapıyorsunuz, yoksa evlerde mi toplanıyorsunuz? Eskiden evlerde toplanmışlar, ama son dönemlerde cemevleri satın almışlar. Artık o kadar gizlilik kalmadı, ama yabancıları almazlar ceme. Her ceme, üye olan gelir. Her cemin kendisine bağlı, örneğin, yüz otuz evi vardır. Yüz otuz evin insanları oraya gelebilir. Bir misafir getirmek isterlerse, o cemin dedesinden izin alırlar. “Dede, gelen kimse benim yeğenimdir” der, “filan yerden gelmiş” diye bilgi verip, izin alırlar. Son zamanlarda, artık bu da serbest oldu. İran’da İmam Hüseyin Meydanı var. Orada on birinci soydan gelen Ateş Begler’e de şimdi kapı açık. Herkes gelebilir, Tabii aşka karşı kastı, garezi olan insanlar varsa onlar gelmesin diye bir kontrol var. Yasaklar kaldırıldı, ama böyle bir denetim sürüyor. İran inkılâbından sonra cemlere yapılan baskılar çoğaldı. Hâlâ, Alevi olduğunu anla-

dıklarını resmi işlere almazlar. Benim bazı yakın akrabalarımı işe almışlar, tahkik ettikten sonra bakmışlar ki Alevi, işten çıkardılar. Bizde bazı insanlar Aleviliği Şiiliğe yakın görüyorlar. Ehl-i Haklar’dan bahsedince de insanlar karıştırıyorlar. Biz burada Sünnilerle birlikte yaşıyoruz, siz orada Şiilerle birlikte yaşıyorsunuz ve Hz Ali ortak değer. Bunun olumlu bir etkisi yok mu? Tam tersine, bizde olumsuz bir etkisi var, çünkü onlar Ali’nin siyasi yönlerini ön plana çıkarırlar. Şiiliğin tarihine, felsefesine bakarsak; Ali’nin siyasi yönü öne çıkarılır. Şii, kelime olarak taraftar, Ali’yi seven demektir. Ben de “Ali’yi severim” derim, ama bunu Şii özüyle söylemem. Şiilik, Şah Abbas döneminden sonra, Şah Hatayi’nin torunlarından sonra bir harp olarak, bir siyasi akım olarak ortaya çıktı. Daha doğrusu, İslam’ı o isim altında kullanmaya başladılar. Yoksa Şah Hatayi bir Şii devleti değil, bir Alevi devleti kurmuştur. Sonra Şah Abbas dönemlerinde aşkın yerini kurallar aldı, pirlerin yerine mollalar oturdu. Kural dediğimiz, aşkın yerini fıkhın almasıdır. İslam siyasileştirildi ve şimdi din dediğimiz çerçeve çizilmeye başladı. Şiilerin Ali’den anladıklarıyla, biz Alevilerin Ali’den anladıkları çok farklıdır. Biz Ali’nin bâtıni yönüne bakıyoruz. Onlar Ali’nin siyasi yönünü almışlar ama burada da iyi yönünü kavrayamamışlar. Keşke Ali’nin doğru siyaseti ortaya çıksaydı. Bunu Türkiye’deki Alevilerin iyice bilmeleri lazım. Alevilikle Şiilik çok farklı şeyler. Aramızda Ali sevgisi, on iki imam sevgisi gibi ortak yönler olmasına karşın¸ temelde çok derin farklarımız var. Sizde Şah İsmail’in Türk bölgelerinde çok etkisi yok. Bunun nedeni sonradan Şiiliğe dönüşle mi alakalı? Şah Abbas döneminde, biz baskı altına alındık, Şah Hatayi’den ne varsa temizlediler. Benim İran’da çektiğim bir belgesel filmim var. Çaldıran topraklarında Hoy ve Maku şehirlerinde eczaneden ilaç almak bahanesiyle söyleşi yapıyorum. Kentin aydınlarına “Çaldıran ne demek?”; “Şah Hatayi’i tanıyor musun?” diye soruyorum. Yanıt hep aynı, “Yok, tanımıyorum.” Şah Hatayi ismini söylediğimde tanıyan bir insan bile bulamadım. Ankara’da bir sempozyuma katıldım, İran Büyükelçisi gelmişti oraya. İran’da Türkçe olarak Şah Hatayi Divanı yayınlamışlar, çok da enfes basmışlar. Sempozyumda baktım ki hâlâ eski siyasetin etkisindeler. Dediler ki, “Bakınız, İran’da ne kadar serbestlik var ki Şah Hatayi bile yayınlandı.” Ben son konuşmacıydım. Öyle değil, siz Şah Hatayi kitabını basmışsınız, ama yine T harfini, desteli T ile yazmışsınız. Bizde T harfi iki türlüdür. Biri noktalı T, biri de desteli T, ama ebcet hürufunda noktalı T ile desteli T’nin sayıları farklıdır. Bu ayrıntılar gizlenmiş. Şah Hatayi’nin ismini sevenlerden, örneğin Âşık Kurbani’yi unutturmuşlar. Onun yarattığı devlet sistemini, onunla doğan pirlerin isimlerini yok etmişler. Kızılbaşlığı içten çökertmiş-

Sayı 31


SERÇEÞME

ler. Onun için bizde, yani doğduğu yerde onu tanımazlar. Erdebil’de de öyledir, Şah Hatayi’yi tanımazlar. İslam Cumhuriyeti’nin son yıllardaki çabası Şah Hatayi’nin vasıtasıyla Şiiliği ön plana çıkarmaktı. Bu amaçla onun heykelini diktiler Çaldıran’a. Amaçları Şah Hatayi’yi kendi amaçları için kullanmaktı. Türkmenler arasında Ehl-i Hakk’ın yayılmasında daha çok Han Ateş’in mi rolü var? Tarihe bakarsak Ehl-i Haklar Azerbaycan’da Sultan Sahak, Hacı Bektaş ve Şah Fezlüllah döneminde, yani Hurufiler döneminde gelişmiş. Şems–Mevlana’nın da çok etkisi var. Aslına bakarsanız Bâtınilik gelişmiş Azerbaycan’da. Şah Fezlüllah döneminde Kürdistan’da da bu fikir yayılmış. Bu tarihlerden beri Kürtler ve Türkler iç içe olmuşlar. Bâtınilik tarihinde hiçbir zaman Kürtler ve Türkler ayrı olmamış. Bu büyük insanların şerefine, Hacı Bektaş, Şah Fezlüllah Veli, Şeyh Sefiettin Erdebili, Şems, Mevlana ve Sultan Sahak şerefine böyle olmuş. Bu erenler vasıtasıyla Bâtınilik kitabının sayfaları açıldı. Halkı anladı ki hayat yalnız gözleriyle gördükleri değilmiş, perde arkasında başka şeyler de varmış. Sultan Sahak “Ali benim, ben Ali’yim” dedi. Seyit İsmail Pir kühlani çıktı, “Hacı Bektaş Sultan Sahak’tır, Sultan Sahak Hacı Bektaş’tır.” dedi. Nesimi, “Hak benim, Hak bendedir, Hak söylerim.” demiş. Bir yüzyılın içinde, altın bir yüzyılın içinde, bu bölgelerde doğan Bâtınilik, Anadolu ve Mezopotamya bölgelerinde yayılmaya başladı. Onun içinde hepsi iç içedir. Tebriz’de, İran’da, İran Kürdistan’ında bu akımların müritleri ve postnişinleri (deride oturanlar) birbirleriyle arkadaştır ve birbirlerini ceme misafir ederler. Bakarsınız cemde bir gün, “Erenler, bugün bir can bizim misafirimizdir, filan cemden, filan fırkadan gelmiştir.” derler. Öyle iç içedirler. Ehl-i Hak kelimesi, biliyorsunuz, Şah Fezlüllah’ın sözüdür. Ehl-i Hak sözünü sonra Sultan Sahak da kullanmıştır. Burada duydum ki “Mevlana Hacı Bektaş’tan büyük” ve “Hacı Bektaş Mevlana’dan büyük”. Çok yanlış, bunlar ne Mevlana’yı ne de Hacı Bektaş’ı anlamamışların sözleri. Kırklar Cemi’nde, “Bir neşter vurdular kırkından da gam oldu nizahi?” diyoruz. Nasıl olur da Hacı Bektaş Veli ile Sultan Sahak’ı ayırabilirsin? Nasıl olur da Mevlana ile Sultan Sahak’ı ayırabilirsin? Sonra siyasi olaylar oldu. Baktılar olmayacak, parçalansınlar daha iyi. Kendilerini zahir olarak birbirlerinden ayırdılar. Bizim içimizdeki cahillerin çabası da buna yardımcı oldu. Ben Sultan Sahak’ın talimatıyla Şah Fezlüllah’ın ki aynıdır demiyorum. Diyorum ki, esas olan Bâtıniliktir. Senin yorumun, benim yorumum; işte bunlar işin güzelliğidir. Ben şöyle bakıyorum: On pencereli bir yuvarlak oda düşünün. Dünyaya bakış açıları da böyle diyorum. Sultan Sahak bir pencere açmış, orada ormanlar var. Şah Hatayi vasıtasıyla diğerini açıyorsunuz. Denize bakıyor. Demek ki dünyayı kendi yorumlarıyla onlar bize tanıtıyor. Onun için burada üstünlük aranmaz.

Temmuz 2007

Tarihte bu insanlar bir araya gelmişler. Vilayetname’de Hacı Bektaş Kürdistan’a geliyor; Serencam Hacı Bektaş’tan bahsediyor. Organik bir bağ da olmuş demek ki. Yüzde yüz bir organik bağ var. Örneğin, Hurufiler Bektaşiliğin içine girdiler. Ne zaman Hurufiler yasaklandılar, derileri soyuldu, onlara Anadolu’da, Bektaşiler kucak açtı. İçlerine alıp postnişine takdim ettiler. Aldılar kucakladılar onları. Bu tarihte böyle olmuş, ama şimdi bir ayrımcılıktan bahsediliyor. Böyle konuşan, işin cevherini, aslını anlamamıştır. Mevlana’nın ne kadar güzel bir şiiri var: “Biz insanları birleştirmeye geldik, onları ayırmaya gelmedik.” Günümüzde bilginler Büyük Patlama (Big Bang) diyorlar, Bâtınilik de öyledir. Bir ışıktır, patlamış. Işığın bir zerresi Sultan Sahak’tadır. Şah Fezlüllah’ta da diğerlerinde de var. Güzel bir söz var: “Yol birdir, sürek binbir.” Bu o kadar güzel bir söz ki kendime uygun sayarım. Ben Sahakilik’le Hakk’a varayım, sen Bektaşilik’le Hakk’a var. Önemli olan o zirveye çıkmaktır. Siyaset, Türk Aleviler, Kürt Aleviler arasında görüş ayrılıklarına neden oluyor. Oysa sizde farklı. Pek çok Pir Kürt asıllı, ama sizde ayrım yapılmıyor. Cemde Türkçe yanında Kürtçe’de söyleyebiliyorsunuz. Ben buraya gelmeden önce Kürt Aleviliği, Türk Aleviliği bilmezdim. Yarın bir Fransız Alevi olsa, ne diyeceğiz? Saçma şeyler bunlar, çünkü biz özü, kaynağı bilmiyoruz. Bir siyasi düşünceye hizmet için Aleviliği parçalamaya kalkıyorlar. Ben diyorum ki Alevi’nin yalnız Aleviliğin çıkarını düşünmesi lazım. Alevilik İslam’ın dışında mı, içinde mi? Bizim kabımız o kadar geniş ki İslam’ı, Buda’yı, Khrişna’yı da içimize kabul ediyoruz. Bu nasıl unutulur? Bunun yerine, İslam Aleviliğin içinde mi, dışında mı diye sormamız lazım. Alevilik İslam’dan sonradır. Tekâmül (olgunlaşma) itibariyle, insanlar cehaletten kâmilliğe doğru gidiyor. Bu mantığa öykünerek, “Aleviliğin içinde İslam var, kâmile gidiyoruz biz” görüşünü savunuyorum. İran’da da benzer tartışmalar yaşandı mı? Hayır, hiç olmadı. Sen de geldin, Gerreban diye bir yer var, orada toplanırız her zaman. Orada Lor, Fars, Kürt var, Tebrizli var, ama biz birbirimizi gördüğümüzde “Ya Ali!” der, ayrım

yapmayız. Birbirimize adres verirken sorarız; “Güzelim, sana bu mektubu hangi adrese göndereyim?” O zaman anlarız ki Kürt’müş, Türk’müş. Uçma halinde, miraç zamanında “sen nesin” diye sormayız, hepimiz uçarız! “Hangi memlekettensin?” diye sorulmaz Kırklar Meclisi’nde! Benim derdim o ki, kimse yolu tanımıyor. Kırklar Meclisi’nden bahsediyoruz, sonra diyoruz ki, Aleviler Türk mü, Kürt mü? Hiç mi bilinmiyor Kırklar Meclisi neden yer almış bu yolda? Sultan Sahak’ın yanında en kesici kılıçlar Türkler olmuş. Bu soruyu orada sorsanız herkes güler. Ehl-i Hak üzerine konuşulunca hemen akla Sultan İshak geliyor, Hala Minorsky’nin makalesi az sayıdaki yazılı çalışmalar arasında önde geleni. Bilgi çok az olduğu için bir özetlesen. Tüm Alevilerin ortak noktası Ali’dir, ama yorumlar farklıdır. Ehl-i Haklar, iki yazı kültürünü insanlara bahşetmişler: Hurufiler ve Sultan Sahakiler. Bu iki Bâtıni hareket yazıya, teşkilatlanmaya ve sistematik harekete önem vermişler. Ehl-i Hak bunlardan biridir. Sultan Sahak, Hawraman kasabasında zuhur etmiş. Niye orada zuhur etmiş? Ehl-i Haklar, inanıyor ki O Hz. Khavendegar’ın, yani tüm iki âlemin, maddi ve manevi âlemin zatı ve o enerjinin taşıyıcısıydı ve ilk defa insanlar için zuhur etmiş. Orada, fedailerini –biz fedai diyoruz, sevenlerini– toplamış etrafına, Sirvan Çayı, Kirmanşah, Sahne, Pirdiwar’da keramet göstermiş. Nasıl mucizeler! Hz. İsa ölüleri diriltiyordu, ama Sultan Sahak ayakta olan ölüleri canlandırıyordu! En önemlisi de budur: Bana öyle şeyler söyle ki benim ölmüş ruhum dirilsin. Sultan Sahak güzel bir sistem, bir piramit yaptı. Ben ona, “sultan piramidi” diyorum. Tepede bir nokta var. Aşağıdaki halk nasıl o noktaya varacak? Hangi yollarla o zirveye varacaksın. Sultan Sahak bunları, bir ruh mühendisi olarak, güzel ve detaylı olarak açıkladı. Yetmiş iki pir de, Kırklar da o sistemin içinde. “Enel Hak” insan kâmilleşip tanrı olabilir demek. Bu zirve demek, temsilcisi Sultan Sahak’ın kendisidir. Altında dört melek yer alıyor: Pir Bünyamin, Pir Musa, Hz. Davud ve Mustafayi Davudan. Etraflarında üç de melek var. Doğurganlık simgesi taşıyan Hz. Razbar, Hz. Ruçiyar ve Baba Yadigâr. Bunlara “yedi haftan” diyoruz, yani yedi ceset, yedi kalıp. Bu yedi isim, piramidin tepesinde yer alıyor.

21


SERÇEÞME

Topçu Baba Gümbür Gümbürdü Hasan Öztürk

Y

URDUMUZ haritasının kuzey batısında Kırklareli. Kırklareli’nin kuzeyinde, en tepesinde Kofçaz. Kofçaz’ın kuzeyinde Topçular. Topçular’da bir yatır: Topçu Baba.

Topçu Baba Hakkında Yurdumuzun kuzeyini kaplayan Karadeniz doğal bitki örtüsünün en başta gelen özelliği ormandır. Artvin’den Kırklareli’ye kadar uzanır ormanlar. Kırklareli’de biraz biçim değiştirir. Buradan ötesi artık Balkanlar’dır. Ormandır, ormanlıktır Kofçaz. Çoğunluğu da meşedir. İşte bu meşe ormanlarının yoğun olduğu yerdedir Topçular köyü. Topçular köyünde çok eski bir gelenek yaşanır, yaşatılır: “Topçu Baba Kurbanı”. Yüz yıllara dayanan bir gelenektir bu. Tarihsel Kırkpınar Yağlı Güreşleri nasıl ki 650’nin üstüne çıktıysa... Topçu Baba kurbanı da, bir kere ben bildim bileli var da... Ondan öncesinin “Kurban” etkinliği olarak nerelere dayandığını bilemem ama çok eskilere gittiğini biliyorum. “Topçu Baba” kurbanı, adından da anlaşılacağı üzere, “Topçu Baba” namında bir ulu kişi adınadır. Peki, Topçu Baba kimdir? Neden adına kurban etkinliği yapılır? 14. yüzyılın sonları ile 15. yüzyılın başlarında yaşadığı varsayılan bir ermiş, bir “Topçu Subayı”. Asıl adının Şeyh Mahmut olduğu da rivayet olunur. Halkın benimsediği söylenceye göre: Osmanlı’nın bitip tükenmek bilmeyen savaşlarından birinde bir grup askeriyle buralarda, şimdiki Topçular köyünün bulunduğu yerde karargâh kurmuştur. Büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bir gün susuzluk çekildiğinde keramet göstererek topuk darbesiyle yerden su çıkarmış olduğu söylenir, yumruk darbesiyle de bir taşı su kabı durumuna getirdiği... Kişiler ve toplumlar, kutsadıkları kişileri böylesi akıl ve mantık dışı kerametlerle taçlandırır. Topçu Baba bir an dirilebilse, bir an dile gelse, o gür Kızılbaş bıyığını şöyle bir burar, ellerinin işaret ve başparmaklarının bitişim yeriyle sıvazlar, düzeltir, yepeltir... Hafif bir alayla, çokçası da uyarı dolu bakışlarla kaş altından bakar bakar da... Belki susar. Belki o gür sesiyle uyarır: “Topuk darbesiyle su çıkarılır mı? Yumruk darbesiyle taştan su kabı yapılır mı?” diye ama... Rivayetler toplumların kaçınılmaz gerekliliklerindendir. Biz, işin rivayet bölümünü geçiştirip, bu ellerde Topçu Baba efsanesini yaratan ve yaşatan bir şeylerin oluştuğunu bilelim yeter. Bir zamanlar kulağıma çalınan bir anlatıya göre de, askerleri aç ve susuz kaldığında buradaki köye iner, ekmek ve su ister. İstediğini bulamaz, alamaz köylüden. Üzülür ve “Otuz dokuz olun da kırk olmayın!” der. Olur mu olmaz mı bilemem. Köyde büyük bir felâket yaşanır. Bu felâket üzerine köylü, pir-i fani kılıklı adamın sözlerini anımsar. Ona ekmek ve su vermediklerine yanarlar. Hatalarını geri almak, hayra dönüştürmek için ararlar ama bulamazlar. Topçular köyü, tarihinde hiçbir zaman otuz dokuz hanenin üstüne çıkamadı. Tam otuz altı,

22

otuz yedi filan derken... Tam kırka yaklaşırken, yanaşırken... Beklenmedik bir elem erişir bir yerlerden. 60’lı yıllarda harmanda çalışmakta olan bir hane halkını yıldırım çarpmıştı. 70’li yıllarda anımsanması bile tüyler ürperten bir kamyon kazası yaşanmıştı. O kazada Topçular’dan, Tatlıpınar’dan ve Beyci’den çok sayıda insan telef olmuştu. Görünmez kaza denilen beklenmez felâket, nice canlar aldı, nice haneleri yok etti. Kişisel olarak, öncelikle beddua üzerine böylesi felâketlerin yaşanmayacağı bilincini taşıyorum. Felâket ve afet denilen olgu insan ve toplum yaşamının kaçınılmaz gerçeklerindendir. Bu birincisi. İkinci de... O ki ulu kişidir, kutsal bir kimliği vardır... Öylesi bir insanın, insan ve toplum için olumsuzluk dileyeceği düşüncesine hiç mi hiç katılamam. İnsan ve toplumun mutsuzluğunu istemek için bir insanın ancak ve ancak sömürgen bir devletin devlet başkanı olması gerekir, 20. yüzyılda ve 21. yüzyılın başlarında olduğu gibi. Bir ermişe, bir dervişe, kerametler gösterecek denli bir ulu kişiye yakışmayacak söylencelerdir geri yanı. Bir başka söylenceye göre, Topçu Baba’nın aynı zamanda “Horasan Erenleri”nden olduğu da varsayılır. Horasan Erenleri’nin işlevi, Anadolu ve Rumeli insanını Türklük adına bilgilendirmek, toplumsal dinamizm adına bilinçlendirmektir. Topçu Baba’nın da böyle bir rolü olduğu varsayılır bir bakıma. Bulgaristan’daki Demir Baba, Pınarhisar-Erenler’deki Binbir Oklu Ahmet Baba ve hatta Antalya-Elmalı’daki Abdal Musa gibi yol önderleriyle, Hak katındaki Erenlerle çağdaş olduğu varsayılır. İşte bu insan adına... Topçular köyünde mükemmel bir gelenek sürdürülür yılların yılı, bizim kuşağın çok öncelerinde başlayan bir gelenektir bu: “Kurban geleneği”. Yılda bir gün, o da yaz başına denk gelecek biçimde... 1997 yılında bu gelenek daha bir bilinç altına alındı. “Topçu Baba Kültür Derneği” kuruldu. Tam açılımı bu olmayabilir ama işlevi budur. Topçu Baba geleneğini yaşatmak ve sürdürmek. Nedir Topçu Baba geleneği? En öz biçimiyle ve söylemiyle, yardımlaşmaktır, paylaşmaktır. Özünün bilincinde olarak evrenselleşmektir. İnsandan, insan huzurundan ve mutluluğundan yana tavır almaktır. 1997’ye kadar yalnızca kurban, yemek içmek olarak gerçekleştirilen etkinlik, derneğin kurulmasından sonra kültürel etkinlik biçimine dönüşmüştür. Her yıl haziran ayının ortalarında, okulların kapanış haftasında Topçu Baba günü düzenlenir ve kültürel etkinlik gerçekleştirilir.

Topçu Baba Etkinliği 2007 Topçu Baba Bayramı’na yaklaşıyoruz derken gelip dayandı etkinlik günü. İnsanlar olaya alabildiğine odaklandılar. Etkinlik alanı, köylülerin özverili çalışmaları ve çabalarıyla 16 Haziran’a hazırlandı. Etkinlik alanındaki gereksiz otlar tırpanlandı. Etkinliği olumsuz biçimde etkilemek olasılığı bulunan ağaçların kuru dalları budandı.

Asırlara dayanan Topçu Baba türbesinin bulunduğu alan çiçeklerle donatıldı. Bu alana her yıl çiçekler dikilmekte. Böylece türbe ziyaretinde bulunacak insanlara güzel bir görüntü sunulmaktadır. Kurban kesim yerleri temizlenip düzenlenmekte ve hazırlanmakta. Yemek ve et pişim yerleri de aynı şekilde kurban gününe hazır duruma getirilmekte. Topçular köylüsünün kadın erkek demeden ortaklaşa yaptığı çalışmalara diğer köylerden de katkı sunulmakta. Çalışmalar süresince başta dernek başkanı Mustafa Can olmak üzere, yönetim kurulu üyeleri de çalışmalara katkı sunmakta. Etkinlik öncesinde İstanbul’da bulunan dernek başkanı Mustafa Can, başkan yardımcısı Feride Urdal, yönetim kurulu üyesi Hasan Öztürk ve Topçular köyü muhtarı Cemil Akuç, 7 Haziran 2007 günü saat 17.00’de Cem TV’de etkinlikler hakkında canlı yayına katıldılar. Topçu Baba kültür etkinliği hakkında geniş bilgiler verdiler. Etkinlik günü sabahın erken saatlerinden, akşamın geç saatlerine kadar sürecek olan etkinlikler süresince hiçbir biçimde olumsuzluk yaşanmaması için, 9 Haziran 2007 gecesi Topçular köyünde yapılan danışık toplantısına tüm ilgili yerleşim birimlerinden insanlar koşup geldi. İnsanlar bu etkinlik öncesinde ve etkinlik sırasında yapılacak işleri gönül rızasıyla paylaştılar. 16 Haziran 2007 Cumartesi günü için son düzenlemeler bitirildi.

Ve Etkinlik Programı Bir Topçu Baba etkinliği daha geride kaldı. 2007 yılındaki 11. etkinlik geçen yılları aratmadı. Topçu Baba etkinliklerinin artık daha profesyonel olmaması söz konusu olamaz. Bu yıl çıta oldukça yükseldi. Bundan sonra çıtanın aşağı inmesi risk olur. Topçu Baba alanı nefeslerle, semahlarla, deyişlerle ve türkülerle dile geldi yine. Tabii, pişirip kotaran, getirip yedirenler vardı. İşin yükünü çekenler de bunlardı. Geçtiğimiz yıllarda bu işin emek boyutunu paylaşan insanlar, yarım adım bile geri çekilmeden işin içindeydiler. Her biri asli unsurdu, her biri özneydi. Şu görülüyor ki Topçu Baba alanında: Topçu Baba etkinliği, Topçu Baba olgusu artık hiçbir biçimde kişilerin keyfiyetinde, tekelinde, kişilerin ayrıcalıklı duygularına dayalı bir gösteri sahası olmayacak, olamayacak. Çünkü, geniş katılımlı bir kitle Topçu Baba olgusunu kendiliğinden sahiplenmiş. Bu işin başında artık Ahmet veya Mehmet, Ayşe veya Fatma yok. Hepsi var. Hepsi birlikteler. Hatta, Topçu Baba etkinliğinin, etkinliklerinin yakını uzağı da kalmadı. Topçu Baba etkinliğinin paylaşımcıları arasında zaten yıllardır tüm ülke vardı. 11. etkinlikte tüm ülkenin büyüyerek, gelişerek, artarak Topçu Baba etkinliğinin bünyesine yer etmekte olduğu görüldü. Asıl sevindirici yanlarından biri ve belki de en önemlisi: Topçu Baba etkinlik alanının, böylesi hassas bir dönemde siyasetin etkisini

Sayı 31


SERÇEÞME “Erenler yoluna girdim Haydar-ı Kerrar aşkıyla Ben bu yola gönül verdim Haydar-ı Kerrar aşkıyla İlden ile yolcu oldum Çok yerlerde mihman kaldım Nice güzel dostlar buldum Haydar-ı Kerrar aşkıyla Gözümdeki pası sildim Dostluk neymiş iyi bildim Sizi sevdim size geldim Haydar-ı Kerrar aşkıyla Fakir aciz yol oğluyum Erenlerin sağ koluyum Bilseniz nasıl doluyu Haydar-ı Kerrar aşkıyla zerre kadar hissetmeyişi… Siyasilerin, Topçu Baba alanını zerre kadar gölgelemeyişi… Zamanımızın özelliğinden dolayı bu yıl böyle bir sıkıntı yaşanacağı endişesi, kuşkusu üst boyuttaydı. Böyle bir endişenin gerçekleşmeyişi, gündeme gelmeyişi… Yetkililere ve halka böyle bir olası çirkinliği yaşatmayışı siyasilerin… Ayrıca kutlanmaya ve sevinmeye değer. Neden dersek! Siyasiler de, buranın siyasal arena olarak kullanılamayacak denli kendinden menkûl, saygın, üstün karakterli bir yer olduğunu bir güzel algılamışlar. Tek sözcükle, kutluyorum, hem de içtenlikli biçimde kutluyorum o insanları da. Yani, tam da sırasıydı aslında. Geçen yıl aramıza katılan bir konuğun Topçu Baba alanına ve olgusuna vurduğu gölgeyi ve haksız etiketi yaşamışken… Doğrusu bu yıl olabildiğince endişeliydi yapımcı ve sorumlu kitle. Sorumlulara sorun yaşatmadıkları için kutluyorum o insanları ve önümüzdeki dönem hak ettikleri başarıları edinmelerini diliyorum. Zaten bu bağlamda, genel seçim öncesine gelişi nedeniyle bu yıl proğram sunumunda daha özenli davranıldı. İl ve ilçe mülkî amirleri başta olmak üzere hiç kimseye söz hakkı, mikrofon şansı tanınmadı. Siyasetin gölgesinin etkinlik alanına düşmemesi için özenli davranıldı. Naim öğretmenin sunduğu iki deyişle başlayan etkinlik… Terzidereli mürşit Hasan Usluâşık dedenin nefesleri eşliğinde Çorlulu canların semah gösterileri, halkın bu etkinliğe ne kadar duyarlı olduğunu peşinen simgeledi ve belgeledi. O an meydandaki insanlar büyük bir çoğunlukla hemen hazır semaha katıldılar. Gazi Cemevi zâkiri delikanlının sunduğu deyişlerin ardından… Asıl dizge başladı. Saygı duruşu ve Bağımsızlık Marşı’ndan sonra Başkan Mustafa Can, günün anlam ve önemi üzerine özlü bir sunu yaptı. Hazırlayıp kotardığımız, canlara sunduğumuz semahlarla “Hasan Öztürk’le Alibaba Canları”nın nefes dinletisi ve semah gösterisi… “Arzu ederdiniz bir yol görmeye / Bugün bize hoş geldiniz erenler…” diyerek başladı.

Bu birkaç güzel insan için, söylenen nefesler ve dönülen semahlar bu anlamda bir ilkti. Bundan sonrası daha bilinçli ve daha düzenli biçimde sürer gider kuşkusuz. Tüm bu semahlara halkın katılımı ayrıca başlı başına bir güzellik. Uzunköprülü Derviş Kemal Özcan, günün en anlamlı çizgilerinden biriydi. Özenle seçip sunduğu şiirleri günün anlamını, önemini ancak bu kadar ortaya serebilirdi. Neler dedi Derviş Kemal? “Dost dostunun cemalini Gördüğü an bayram olur Yüzünü dostun yüzüne Sürdüğü an bayram olur!” Sonra: “Sen ademi hakir görme, Adem sülbü nurdur hoca Bu dünyaya gelen herkes Hak indinde birdir hoca…” diyordu. “Dost dostunu buldu muydu Muhabbete doyum olmaz. Ortam güzel oldu muydu Muhabbete doyum olmaz” diyordu. Sonra: “Senelerdir arıyorum Ey insanlık sen nerdesin Dinle sana soruyorum Ey insanlık sen nerdesin Evin varsa numaran kaç Ara sıra telefon aç Tüm hainler sana muhtaç Ey insanlık sen nerdesin Bizleri hiç takmıyorsun Yüzümüze bakmıyorsun Meydanlara çıkmıyorsun Ey insanlık sen nerdesin Pis havadan boğuldun mu Halk içinden kovuldun mu Gizlendin mi kayboldun mu Ey insanlık sen nerdesin Aydına hor bakıyorlar Bazen kurşun sıkıyorlar Diri diri yakıyorlar Ey insanlık sen nerdesin

“Muhammed Ali’yi candan sevenler Yorulup yollarda kalmaz inşallah. İmam Hasan’ın yüzünü görenler Hüseyin’den mahrum olmaz inşallah…”

Halkın imdadına ersen Zalim vicdanlara girsen Barış olur sen gelirsen Ey insanlık sen nerdesin

diyerek sürdü.

Derviş kemal geldiniz mi Halimizi gördünüz mü Yoksa siz de öldünüz mü Ey insanlık sen nerdesin?”

“Cemalin cennetini Görmeye geldim pirim Eşiğine yüzümü Sürmeye geldim pirim” dedik.

Temmuz 2007

Bir başka şiirinde şöyle seslendi:

İrfan mektebini seçtim Sınav verip sınıf geçtim Dost elinden dolu içtim Haydar-ı Kerrar aşkıyla Böyle bizim hallerimiz Keman tutar ellerimiz Türkü söyler dillerimiz Haydar-ı Kerrar aşkıyla Derviş Kemal dilim dilim Rıza lokması yiyelim Hep birlikte hü diyelim Haydar-ı Kerrar aşkıyla” Derviş Kemal kimdir derseniz? Uzunköprülüdür. Yunanistan’da dünyaya gelip, iki yaşında Türkiye’ye göçen bir insan. Yurdumuzun sayılı ozanlarından. Ama, tanınmamış, tanıtılmamış. Derviş Kemal gibi bir ozanın tanınmaması, yurt genelinde bir Atilla İlhan ayarında, Ümit Yaşar Oğuzcan ayarında tanınmamış, bilinmemiş olması, onun eksikliği değildir. Çevresi, onun tanınması için çaba göstermemiştir. Araştırmacı-yazar Esat Korkmaz, bilgi birikimini insanlara bu denli yüz-be-yüz, tenbe-ten ulaştırabilmek, iletebilmek olanağını son derece olumlu kullandı. Onbeş dakikalık sürede Trakya ve Rumeli’de Türklük ve Alevilik-Bektaşilik kavramı üzerinde durdu. İstanbul-Gazi Cemevi Semah Ekibi, zaten dalının uzmanı. İyi ki bizimle oldular ve kuşkusuz sonuna dek olacaklar. Etkinlik bünyesine son anda ismini yazdıran, İstanbul’dan koşup gelen güzel insan Nurgül Ateş… Ve… Bir o kadar, güzelliklere güzellik ve anlam katan, “Bu toprağın sesi”: İlke Türkdoğan! Ayrıca ritm ve bağlamada onlara eşlik eden bilinçli ve güzel insanlar. Ali Ekber Eren, en son sahne alan sanatçıydı. Günün sanatçısıydı bir yerde. Halkla olabildiğince kaynaşan kişiliği, bir birinden güzel deyiş ve türküleriyle bağladı sahne etkinliklerini. Ve katılanlar, koşup gelenler… Hemen İstanbul-Şişli Atatürkçü Düşünce Derneği geliveriyor aklıma. Çağırmıştım, “geliriz” demişlerdi. Geldiler. Müthiş mutlu olmuşlar, müthiş anlamlı ve düzgün bulmuşlar. Mutlulukları paylaştık ve büyüttük. Daha niceleri. Geri yanını saymayacağım. Onlar hepsi ‘bir’di ve sen ben o kalmamış, “biz” olmuştuk. Tüm gelenler, tüm konuklar emeğimizi paylaştılar ve büyüttüler. Nefeslere ses verenlerin seslerine, yüreklerine… Semahlara can verenlerin, yön verenlerin ellerine, ayaklarına, duygularına sağlık. Aşk olsun.

23


SERÇEÞME

Besê Aslan ile Söyleştik Seda Coşkun

Ö

ZÜ bildiği değerlerine, kültürüne sahip çıkan, toprağına, insanına gönülden bağlı Besê Aslan’ı tanırken, Elbistan topraklarının sözlü kültür ürünleri bize eşlik ediyor. Sözlerinde bilinçli, duyarlı birinin, hayata karşı sorumluluklarının ayırımında olmanın ayrıcalığıyla, düşüncelerini anlatmanın verdiği özgürlüğü hissediyoruz. Doğru bildiğini yapmanın verdiği bir hoşnutluğun yanında, geride kalıp, gün yüzüne çıkarılmamış bir halkın derdiyle, elemiyle, sevinciyle bütünleşmiş varlığının yansımasının eksikliği, hüznü yaşanıyor. Rahatsızlığını şu sözlerle dile getiriyor:

“Benim önemle üzerinde durduğum, her z a m a n ne kadar zorluk olursa olsun çalışmaya, bu çalışmamı oluşturmama sevkeden cümle; ‘Adresi ve gideceği yeri belli olmayan bir halk, hiçbir şeye vakıf olamaz’ Maalesef bugün bu cümleyi yaşıyoruz. Biz bir uçurumun eşiğindeyiz ve ben kendimi bir köprü olarak, ara bir zamanın çocuğu olarak görüyorum. Çünkü benden önce yaşanmış ve hâlâ yaşayan bir tarih var; annem, babam, dedem. Şu an ben gelecek kuşaklar için kültürümüzü taşıyamaya yükümlü biriyim. Eğer ben ta-

Sizi tanıyalım, doğduğunuz toprakların kültürünü taşıyor musunuz?

Dili Kurmanci, ben de dilini biliyorum. Peki, Kurmanci konuşuluyor mu?

Araştırmacılığa, derlemeciliğe ben dört yıl önce, 2003 yılında başladım. Sizi bu işi yapmaya iten en önemli neden neydi? Ben aslında şiirle başladım. Çok erken bir yaşta okumaya başladım. Okumayla birlikte gelen bir yazma süreci ister istemez oluyor, bu genelde şiir oluyor, karalamalar şeklinde. Şiirle başladığım için, şiirle ya da hikayeyle devam edeceğimi düşünüyordum. Yaşım ilerledikçe, üniversite eğitimim dolayısıyla Malatya’ya gidip, farklı insanlar tanıdığımda, eksik bir şeylerin farkına vardım. Bizi bu hayata bağlayan, bahsettiğimiz tarih, kültür, ciddi bir eksiklik yaşıyordu ve ben bu eksikliği sözlü kültür ürünlerinin derlenmemesi olarak gördüm. Bir masalın, bir stranın, kilamın, şiirlerin, deyişlerin derlenmemesi, toplanmaması, bizim karşımızda, yazılı, görsel bir kaynağın olmaması olarak gördüm. Bu beni çok etkiledi, ondan sonra şiire ve hikayeye ara verdim ve sadece derleme yapmaya başladım. Bir ödül almıştın değil mi şiirde? Evet, bir şiir ödülü aldım, 2002 yılında, Hüseyin Çelebi şiir ödülünü aldım. Nasıl bir şiirdi o, şiirden bahsedelim biraz. Lâl isminde, insanın kendi çelişkileriyle ilgili bir şiirdi.

24

“Yetmedi mi kendi duvarlarınızda öldüğünüz. Tahtımızın zahmeti yokluktu, olmayın yokluğumuza gelecek uzantısı. Olmasın peçeniz, yüzünüzden karanlık… Gün telaşını yitirmeden sarılın bize. Kul eziyetidir kalbin çektiği, unutulmanın günahı bağışlanmaz, sarılın ve yaşatın bizi…”

En önemli etken; yaşanılan coğrafyanın Kürt Alevi bölgesi olması. Onun haricinde diğer Alevi bölgelerinden ayrılan çok da farklı bir yanları yok. Dil konusunda biraz farklılıkları var, ama yaşayış, kültür, inanç diğer Kürt Alevi bölgeleriyle birlikte aynı özellikleri taşıyor. Ancak Doğu’yu düşündüğümüzde, Sünni Kürtlerle aralarındaki ayrım kendini belli ediyor. İnanış anlamında, bazı yerlerde kimlik anlamında, örf, âdet anlamında çok büyük değişiklikler var.

Elbistan’ın kullandığı dil nedir?

Derleme çalışmaları yapmaya, genelde araştırmacılığa nasıl başladınız?

Elbistan yöresinin Kürt Alevilerinin yaşlıları ise şöyle sesleniyor:

Elbistan’ı diğer yörelerden ayıran en önemli etken nedir?

Ben Elbistan’ın Karaçar köyünde doğdum. 25 yaşındayım. Daha önce İnönü Üniversitesi İşletme Bölümü’nü yarıda bıraktım. Şu an Ağrı Eğitim Fakültesi’nde Resim Öğretmenliği Bölümü’nde okumaktayım. Yaşadığım toprakların kültürünü tabii ki taşıyorum, özümsüyorum.

Avrupa’ya göç çok fazla ve hakim dil Türkçe olduğu için artık Kürtçe fazla kullanılmıyor. Kurmanci Kürtçesi köylerde yaşlılar arasında kullanılıyor, gençler arasında ise ancak yüzde yirmilik bir kısım konuşuyor, çok az bir bölüm. Doğu illeri Diyarbakır, Van, Bitlis’te olduğu gibi Elbistan’da gençler Kürtçe konuşmuyorlar.

şımazsam, köprü olmazsam benden sonra, bunların hiçbiri olmayacak.”

Elbistan hâlen göç veren bir yer değil mi? Evet, göç veren bir yer. Alevi nüfusunun birçoğu, belki de yarısından fazlası artık Avrupa’da. Avrupa ülkelerine göç eden Elbistanlılar, orada kültürlerini yaşatabildiler mi, yoksa asimilasyona uğradılar mı? Elbistan yöresinin insanları hakkında neler söylersiniz? Elbistan’da Türk Aleviler var, Kürt Aleviler var, bir de yerli Türkler var. Üç kesimin bir arada yaşadığı, sözlü kültür anlamında çok zengin bir bölge. Bunun göstergesi yörenin Alevi olması. Alevi dedelerin zaten başlı başına sanatsal kimlikleri var. Bundan kaynaklı toplumlarına, toplumlarındaki her bireye bir şekilde bunu aşılamışlar. Deyişlerden, türkülerden kaynaklı; her çocuğun, gencin, yaşlının sanatsal yöne bir yatkınlıkları var. Dedeler etkin o zaman? Tabii dedeler etkin, ancak siyasi süreç sonucunda dedelerin Alevi toplumundaki dinamikleri belirli yıllarda değişime uğramış, kitapta söylemiştim bunu. Yetmiş- seksen yıllarına kadar dedeler, kendi toplumlarının iktidarıydı. Hem siyasi iktidarıydı, hem de sanatsal anlamda bir iktidardı. Ancak yetmişlerden sonra, dünya büyüdükçe, her insan dünyayı tanıdıktan sonra yeni yetişen genç nesil, biraz dedelere yüz döndüler, dedeleri fark etmediler. Bundan dolayı bugünlerde dedelerin Alevi toplumunda çok fazla bir rolleri, yetkinlikleri yok. Sadece her Perşembe akşamı cemevlerinde olan cemlerde kendilerini göstermektedirler. Elbistan’da da hâlâ cem törenleri devam ediyor mu? Evet, Perşembe geceleri cem törenleri düzenleniyor. İbadetler Türkçe yapılıyor, Türkçe deyişler söyleniyor.

Avrupa’yı az çok biliyoruz, bu kültür sadece lafta kalıyor, bizler Aleviyiz deniyor, ancak gerisi gelmiyor. Asimile olmuşlar elbette. Üstelik son yirmi yıldır başlayan bir asimilasyon süreci var. Özellikle bu Avrupa’ya gidildikten sonra daha da derinleşti, fazlalaştı. Kitabından bahsedelim, masallardan oluşan bir kitap. Evet. Sözlü kültür alanında yaptığım ilk çalışma. Kürt-Alevi masalları, Elma Yayınları’ndan, 2005 yılında çıktı. İsmi “Nar Ağacının Gölgesi Yoktur”. İlk olarak böyle bir çalışma yaptım, ancak şu boyutu benim için çok önemliydi; ben Kürtçe kayıt yaptım, ama Türkçe’ye çevirdim, benim için acı bir noktadır bu. İlk etapta sistemli bir yolum yoktu, bu nedenle duygusal anlamda derleme yaptım. Kürtçe’den aldım, Türkçe’ye çevirdim, böyle davranmakla ben kendi çalışmamı erozyona uğrattım. Onun için bunu telafi etmeye çalışıyorum, şimdi Kürtçelerini yazıyorum, artık neresinden nasıl bir telafi olur, bilmiyorum. Türkçe yazılmasının nedeni, daha geniş bir kitleye ulaşması için miydi? Hayır, Türkçe olsun da, daha çok kitleye yayılsın diye bir düşüncem yoktu. Sadece istediğim bu değildi, iyi olmadı, Kürtçe çıkması gerekiyordu. Tabii hafifletici sebeplerim var. Yaşımın biraz daha küçük olması, ilk heyecan ve biraz da acemilik. Ancak şu an dersen asla böyle bir şey yapmam.

Sayı 31


SERÇEÞME

Kitabın içeriği masallardan oluşuyor, bu direkt o yörenin insanlarının ağzından mı aktarıldı? Evet, masallar anlatıldı, yaşlılardan dinlediğim masalları kaydettim, ardından bantlardan çözdüm ve yazdım. Kürt masalları oyunlaştırılarak tiyatro sahnesine aktarıldı. Nerelerde sergilendi? Seyri-i Mesel tiyatrosunda, 2004 yılında Masalların Düğünü adlı bir etkinlik yapıldı. Kürtçe masalı temsilen, benim derlediğim masallardan biri katıldı. Daha geniş kitleye ve farklı boyutlarda anlatılması için masallar tiyatroya aktarıldı. En güzeli, benim üzerinde durduğum nokta şu; yöresel dille anlatıldı, Elbistan Kurmancisiyle sergilendi. Türkiye’de, Avrupa’da birçok festivalde, etkinlikte, büyük bir ilgiyle karşılandı. Kırk Makamlık Efkâr adlı derleme çalışman hakkında konuşalım. Bu çalışmaya nasıl karar verdiniz? Biraz zor oldu tabii, dört yıl geniş bir araştırma yaptım. Çıkarılabilecek, birçok proje vardı aklımda. Albüm boyutunda çıkmasını, sitem olarak da dile getirmek isterim: Sözlü kültür ürünlerinin alınması, bunu söyleyenlere ya da alınan bölgelere haksızlık olabilir miydi, böylesi bir boyut da taşıyordu; albüm çalışmasını çıkarmam ve bunu yaşlıların kendi sesinden vermem. Onun dışında bence şimdiye kadar çıkması gereken bir çalışmaydı. Çünkü sözlü kültür çok önemli. Bugüne kadar yazıldı, çizildi, belki çalışmalar yapıldı, ancak ses getirmedi. Güvercin Müzik tarafından yayınlanan bu çalışma Elbistan’da, Kürt Alevilerde ilk olma özelliğini taşıyor. Hazırlık aşamasında neler yaşandı? Yaşlılara gittim, kamera ve ses kayıt cihazıyla kayıtlar aldım. Tabii elimde olan donanımların kişisel olması nedeniyle albümdeki pürüzler fark ediliyor. Amatörlük denilebilir, ancak ben bu duruma amatörlük demek istemiyorum. İyi malzemelerin olmaması, benden kaynaklı değil. Ben kişisel yaptığım için gücüm yettiğince ses kayıt cihazı ve kamera alabiliyorum. Sanıyorum bu da görülebilen, hafifletici, affedilebilecek bir sebeptir. Kayıtlarımızı aldık, sonra ben bunları çözdüm. CD-kitap şeklinde yayınlandı, içerisinde beş dilde içerik yazıları var. Bunun stüdyo aşaması, grafik, tasarım aşaması çok iyi geçti. Orada yaşayan, neredeyse bütün yaşamı Elbistan’da geçmiş insanların bu konuya yaklaşımları nasıl oldu? Öncelikle şu var, bizim yaşlılarımız, orada yaşamlarını sürdürüyor, bu durumdayken, çok azı Avrupa’yı görmemiş. Oğlu, torunu, ya da bir yakını Avrupa’dadır, yaz aylarında, üç-beş ay Avrupa’ya gidip, oraları görürler. Bu konuda ilk tepkileri karışıktı, çok genel bir şey söyleyemeyeceğim. Bazı insanlar çok olumlu karşılarken, bazıları daha tedirgin yaklaştılar. Sevinenler vardı, hiçbir şey söylemeyenlerin yanında çok şey söyleyenler de vardı. Sonuçta insanlar. İnsanlarla uğraşıyoruz, onların yanına gidiyorum, herkesin tepkisi bir değil, aynı değildi.

Temmuz 2007

Kayıtlar nerede alındı? Evlerine gittim, orada kayıtları gerçekleştirdim. Fotoğraflar çekilmesini nasıl karşılıyorlar, rahatsızlık duydular mı? Hayır, bilakis fotoğrafa çok seviniyorlar. Bazı yerlerde kayıt almamı istemiyorlardı, ama fotoğraf çekmemi istiyorlardı, hatta istekleri doğrultusunda ben çekip onlara gönderiyordum. Fotoğraflara karşı bir özlemleri var. Stran, kilamdan, şinden bahsediyoruz, içerikleri nasıldır, bu konuda açıklayıcılar bilgiler olarak neler söylemek istersiniz? Burada, şöyle can yakıcı bir durum var ki; Kürt kültüründe, stran, kilam ve sözlü kültür ürünleri ile ilgili akademik, bilimsel çalışma yapılmadı. Bu nedenle stran, kilam şaibeli kelimeler. Bu kelimeler neyi karşılıyor derseniz, belki yanlış olabilir, ama benim dört yılda, derleme çalışmasında anladığım strana karşılık gelen Türkçe’de türküdür, kilamda içerik anlamında destana yakındır. Böyle bir ayrım var. Stran türkü, kilamda destan, müzik eşliğinde söylenen destan. Şin; ağıt, helbest ise şiire karşılık geliyor. Derleme çalışmalarını yaparken destek aldığınız birileri oldu mu? Hayır, derleme çalışmalarımı yaparken yalnızdım. Desteğini, yardımını hissettiğiniz hiç kimse olmadı mı? Yalnız yaptım, ama tabii ki ailemin desteğini geçemeyeceğim. Ailem hep yanımda oldular. Kürt müziğinin taşıyıcıları olarak ismini söylediğiniz dengbejlerden, kilambejlerden bahsediyorsun. Ayrıca stranbejler. Bu konuda biraz açıklama yapar mısınız? Stranbej; Kürt Aleviler için, daha rahat, daha kapsamlı kullanabileceğimiz bir kelime. Dengbejin içini açayım; “deng” ses demek, “bej” söylemektir, sesin söylenmesi. Dengbej Kürt Alevilerle karşılaştırırsak, daha çok Alevilerdeki dedeye denk geliyor. Sünni Kürtler’de dengbejlerin yeri çok önemli, dervişlik tarafları vardır, âşıklık tarafları vardır. Diyar diyar gezerler ve etkilendikleri her şeyle ilgili günlerce, aylarca söylerler. Stran söylerler, kilam söylerler. Elbistan bölgesindeki stranbejlerde böyle bir şey yok. Benim stran derlediğim yaşlılar evlerinde söylüyorlar, diyar diyar gezip stranlarını söylemiyorlar, ama dengbejler öyle değil. Özel geceler yapılırdı, tabii eskiden, televizyon olmadığı, tarihimiz bu kadar bilinmeden önce, kırk yıl öncesinde. Dengbejler diyar diyar gezerdi ve çok özel bir kurumdu dengbejlik. Onun da araştırmasını yapıyorum, az çok biliyorum. Bir insanın dengbej olabilmesi artık çok zor. Onun için dedelere yakın. Örneğin bir Alevi de rahatlıkla dede olamaz. Onun birçok aşamadan, birçok yoldan geçmesi gerekiyor. Dengbejlerde öyle. Herkes dede olamadığı gibi herkes dengbejde olamıyor, ama herkes stran söyleyebilir. Denbejlik de babadan oğula mı geçiyor? Hayır, bu dedelikte öyle.

Hâlâ dengbejler var mı? Sünni Kürtler içerisinde hâlâ dengbejler var. Şimdi pek çok yerde dengbej evleri açıldı; Van’da, Diyarbakır’da, dengbej kültürünü yaşatmak adına. Kürt kültür kurumları da bunun üzerinde duruyorlar, şu an yaşayan dengbejleri gereken saygının gösterilmesi anlamında etkinlikler yapılıyor. Bildiğiniz, sevdiğiniz dengbejler var mı? Var tabii ki, ancak çoğu vefat etmiştir. Mesela Şakıro, Reso, Zahiro, Meryemxan, Ayşe Şan Meryemxan, Mihemed Şexo… Kürt kültürünün destanlarının en önemli, can damarı taşıyıcılarıdır. Kürt kültürünü, tarihini öğrendiğimiz dengbejlerdir. Onların anlattıkları bir yerde kayıt altına alındı mı? Tabii, kayıtları var. Yayınlanmış mı? Çoğu yayınlanmış değil, ancak ona yönelik projeler var Mala Dengbejan adlı CD çıktı. Van’daki dengbej evinden, dengbej evine gelen dengbejlerin kayıtları alındı ve bir cd’de toplandı, Kom Müzik tarafından yayınlandı. Onun haricinde Mezopotamya Kültür Merkezi de dengbej divanları oluşturuyor. En yaygın söyleyebileceğim Derveşe Evdi, Zina Zeydan, Meme alan, Zembilfiroş, Bınefşa Narin… Destanlar okunuyor, hikayeler anlatılıyor. Bunlar çok uzun üstelik. Ben Sakiro’nun bir yazısını okumuştum, dengbej eğitiminden bahsediyor. “Biz kolay dengbej olmadık, her şey eğitimden geçer. Biz üç gün boyunca kamışla suya üflerdik, hiç nefes almadan, nefesimiz güçlensin diye.” Onun üst aşaması olarak; “Yüz ile üç yüz arası bir düğün alayı kuruluyor. Dengbej halayın en başına geçiyor, kilamını söylüyor, kilamını söylerken de halayın en sonundaki kişiye kadar sesini duyurması gerekiyor.” Bu denli önemli. Destan gibi mi anlatılıyor? Hayır, ritimli, şarkı gibi. “Özü olmayanın biçimi de olmaz” diyorsun. Elbistan yöresindeki ve genelindeki Kürt Aleviler kültürlerini, inanışlarını yaşatmak için neler yapmalılar? Bu benim için son derece önemli bir noktaydı. Biz coğrafya itibariyle çok zengin bir kültüre ayaklarımızı basıyoruz. Bu coğrafyada, dünyanın yaradılışından beri, tarihsel bilgilerden öğrendiğimiz, anladığımız kadarıyla, Mezopotamya, Anadolu coğrafyası, birçok halkın, birçok kültürün, birçok inanışın geçtiği bir yer. Genelde Kürtler, özelde Aleviler ve bunun bağlamında Kürt Aleviler, bu coğrafyada çok zor şartlarda ayakta durabildiler. Kültür olarak çok hümanist bir öze sahipler. Alevilik felsefesi, insan üzerine kurulu, hümanist bir felsefe. Genel itibariyle bu topraklardan o kadar çok halk geçti ki, bu halkların yaşayışlarının, inanışlarının, felsefelerinin, kültürlerinin günümüze kadar ulaşması, bu ürünlerin kayıt altına alınmasıyla ilgiliydi. Bu coğrafyada bence son on yıllık bir zaman dilimi çok önemli. Bu on (Devamı 24. Sayfada)

25


SERÇEÞME

PSAKD EYÜP ŞUBESİ VE BANAZ KÖYÜ DERNEĞİ’NİN DÜZENLEDİĞİ ETKİNLİK

Pir Sultan Abdal Ahmet Koçak

(Baştarafı 23. Sayfada)

yılın sonunda, biz belki bu yaşlıları bulamıyor olacağız. Bulsak bile eksik bir hafıza kaybıyla karşılaşacağız. Ben bu derlemeyi bile o kadar zor şartlar altında yaptım ki, bir masalın tamamını bulmak için on yaşlıdan dinlemişimdir, bir stranın kıtalarının, aynı parça olup olmadığını, belirlemek için, tespit etmek için en az on kişiden dinlemişimdir. Buna rağmen eksikliği barındırıyor, belki bu kıta bu stranın değildir. O şekilde bir soru işareti bırakıyorum, çünkü ciddi bir hafıza kaybı var. Bu eserler aktarılmadığı sürece unutulacak ve diğer kuşaklar bunu hiç bilmeyecekti.

17 Haziran 2007 tarihinde PSAKD Eyüp Şubesinin kültür komisyonu ile Banaz köyü Derneği ortak bir etkinlik organize ettiler. “Pir Sultan Abdal” başlıklı bu etkinlik saat 19.00’da başladı. Etkinliğe yaklaşık yüz kişi katıldı. Yapılan bir dakikalık saygı duruşundan sonra etkinlik, şubenin semah ekibinin gösterisiyle başladı. Eyüp Şube Başkanı Hüseyin Bozkurt kısa bir konuşma yaparak katılımcılara teşekkür etti. Kültür komisyonu başkanı Ali Çiftçi konuşmasına Pir Sultan Abdal’dan bir şiir okuyarak başladı. Katılımcılara ve etkinliğe destek verenlere teşekkür içeren bir konuşma yaptı. Daha sonra PSAKD Genel merkezi adına GYK üyesi Ali Rıza Telek ve Banaz köyü Derneği başkanı Bektaş Çam birer konuşma yaptılar. Konuşmalardan sonra genç türkücü Mehtap Kaya izleyenleri türküleriyle coşturdu. Etkinliğin son bölümünde kürsüye çıkan yazar İsmail Kaygusuz “Pir Sultan Abdal” başlıklı sunumunu yaptı. Kaygusuz, Pir Sultan Abdal’ı “1- Pir Sultan Abdal’ın Yaşadığı Döneme İlişkin Görüş ve Düşünceler 2- Pir Sultan’ın Hacı Bektaş Dergâhına Bağlılığı 3- Kalender Abdal, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Şah Hatayi İlişkileri ve Anadolu Kızılbaş Siyaseti 4- Kalender Çelebi, Dergâhın Manevi Öncülüğünü Silahlı Başkaldırıyla Siyasi Toparlanışa Yöneltiyor 5- Serezli Pir Sultan Banazlı Pir Sultan’ın Kendisidir 6- Sultan Abdal’ın Tanrı İnancı Üzerine” başlıkları altında inceleyerek katılımcılara görüşlerini aktardı. Etkinlik Kaygusuz’un kitaplarını imzalamasıyla sona erdi.

Evet, bunların derlenip toparlanması gerekiyor, çünkü derlenip toparlanması bir özü oluşturuyor. Biz kültürümüzü, tarihimizi bizi bu güne kadar getiren inancı, felsefeyi bilmezsek bir özümüz olmuyor, dolayısıyla biçimimiz de olmuyor. Şöyle de söyleyebiliriz; “bugün varız biz, yarın varız, diğer gün için asla bir garantimiz yok.” En azından bizden sonraki kuşaklar için bizim çocuklarımız için, bizim torunlarımız için bir öz olmuyor, bir biçim olmuyor. Dünya genel itibariyle, bir belirsizliğin eşiğinde, hem dinsel anlamda, hem siyasi anlamda, hem de toplumsal anlamda, bir kopuş yaşanıyor. Bu zamanın insanı eskiden olduğu gibi bir dine, bir felsefeye sıkı sıkıya bağlanmış değil. Bu zor şartlarda, dünyanın bu kaosunda, ciddi bir şeylere, öz bir şeylere tutunmak o kadar zor ki, ben onun için buna işaret ediyorum. “Biz özümüzü bilmezsek, yarın hiçbir şeyimizi bilmeyiz, belki adımızı bile bilmeyiz.” Kendimi bir köprü olarak gördüğünü söyledin. Bu konu üzerine konuşmamızı sürdürelim. Ben, benim yaşıtlarım, ya da belli bir yaşa gelmiş, 30–35 yaşlarında olan insanlar bile, bir yerde gerçekten bir haberler. Bunları, kitaplardan okumak ayrıdır, ama bunları özümseyip, farkına varmak çok ayrı bir şeydir. Onun için biz ciddi bir yerde duruyoruz, biz köprü vazifesindeyiz. Eğer biz köprüyü çatırdatırsak ya da iyi kuramazsak yarına hiçbir şey kalmayacak ki bize bile çok az şey kalmış, ben bu az şeyleri ardımızda kalanlara aktarmadan gitmeyi istemiyorum. Şimdi kendi zamanımıza baktığımızda her şey tüketime yönelik, bunu düşünmek bile beni korkutuyor. Bazen bu çalışmaların bile tüketilmesinden endişe ediyorum. Çünkü zaman tüketime yönelik. Bunlar nasıl korunur, nasıl iyi bir yerde kayıt altına alınır ya da olması gereken yerlere ulaşır, açıkçası ben yapmış olmama rağmen bunun tedirginliğini yaşıyorum. Elimizden gelen her şeyi yapsak bile yarın sahip çıkılacağının bir garantisi yok. Yaşayan halk, kimliğine sahip çıkmak için neler yapıyor orada? Artık bu zamanda çok bireysel bir duyarlılık bu ne yapmalı, nasıl yapmalı. Onun için genel bir şey söyleyemeyeceğim. Bireysel olarak coğrafi ya da vicdani sorumluluk taşıyan insanlar bir şekilde yapıyorlar. Kendi özlerinden, kültürlerinden uzaklaşmışlar diyebilir miyiz? Kültürümüz elbette önemli, sözlü kültür en önemlisi. Ancak bizim yaşadığımız bir hayat var. Bu hayatın içinde; ekonomik, kültürel, top-

26

BESÉ ASLAN

Xema Çel Meqamî Kırk Makamlık Efkâr Güvercin Müzik

Tel: 0212.513 00 64

lumsal, siyasi sıkıntılar ve sorunlar çevremizi o kadar çok sarmış ki, biz bile –az çok okuyan ya da bilen olarak görüyoruz kendimizi– ara sıra bocalıyoruz. Kim için, ne için, bundan sonrası nasıl olacak diyebiliyoruz. Bu sorular çok yıpratıcı ve bir an önce bu sorulara doğru dürüst cevaplar bulunmalı diye düşünüyorum. Kendi kuşağındaki insanlar, arkadaşların nasıl düşünüyorlar? Mutlaka herkes bir şekilde bir şeyler düşünüyordur, ama herkes yapmıyor. Tabii illaki gidip, insanlarımızın sözlü kültür çalışması yapması gerekmiyor. Herkes, kendi hayalinde yaşatıp, gönlünden geçirdikleri doğrultuda farklı işler yapabilir. Örneğin ben, çok seviyorum derleme yapmayı. Seve seve gidiyorum, o dağa, taşa, köye. Bu şekilde yapmaya çalışıyorum, ama bir başkası daha farklı bir şekilde yapabilir, sahip çıkabilir. Mutlaka yapanlar da vardır. Bundan sonrası için belirlenmiş bir planınız var mı? Önümüzdeki günler için yine planlarım var. Dedelerle ilgili bir antoloji hazırlamak ya da sadece ağıtlara yönelik bir çalışma yapmak, erkek ağıtçılar üzerine ya da kadın ağıtçılar üzerine bir çalışma yapmak olabilir. Hiçbir şekilde malzeme sıkıntısı yok. Çok geniş ve çok zengin bir coğrafyada yaşıyoruz, kaynak sıkıntımız yok. Bu çalışmayı yapmış olmamdan kaynaklı, bazı şeyleri, hassasiyetle ve acı bir şekilde fark ettim. Önemli olan bir an önce yapmak ve kayıt altına almak, en önemlisi bu. Bunun için yapılması gereken şeyler muhakkak ki var ve bir an önce yapılmalı. Araştırma merkezi açılabilir öncelikle. Pek çok kurum, sözde bu işi destekleyen, bu işi kendine dert edinmiş insanlar var. Bir şekilde önayak olunması gerekir. Ben bireysel olarak buraya kadar getirdim, bundan sonrası için de sürdürürüm. Kendi şahsımda böyle bir problem yok, ama ben her yere ulaşamam, her bölgeye gidip derleme yapamam. Onun için bir an önce daha geniş kapsamlı bir projenin oluşması, bir kurumun, bir araştırma merkezinin açılması gerekiyor. Ben bunu söylerken gerçekten yüreğim parçalanarak söylüyorum. Şu an bile geç kalmışız, çok geç kalmışız biz. Bu çalışmalar yapıldı, bir artı değildir bu, geç kaldığımız için eksidir, şimdiye kadar yapılması gerekiyordu.

Sayı 31


SERÇEÞME

İKİNCİ ULUSLARARASI – 23. ULUSAL

Abdal Musa Sultan Anma Etkinlikleri Ali Keleş

G

yerine getirilmesi yapılan ceme ibadet niteliği kazandıramaya yetmez. Ayrıca kentlerdeki Alevi örgütlenmeleri de değerlendirildi. 1993 Sivas olaylarından itibaren Alevilerin tepkisel bir biçimde örgütlenmeye başladıkları ancak zamanla tepkiselliğin yerini daha akılcı çözüm arayışlarının almaya başladığı ifade edildi. İkinci bölümün sonunda Aleviliği başka mecralar içinde aramanın yanlışlığına dikkat çekildi ve Anadolu Aleviliği’nin hiçbir zaman kendi kurumlarının dışında Diyanet gibi yapılanmalara ihtiyaç duymadığı vurgulandı. Bu panelin ardından sıcak hava dolayısıyla akşam saatlerine alınan açık hava konserleri ve diğer etkinlikler başladı. Bayburtlu ozan Ali Filiz’in konseri, Birlik Cemi ve türbe bahçesindeki semah gösterisinin ardından anfi tiyatroda Aynur Haşhaş konseri başladı. Aynur Haşhaş’ın ardından sahne alan Çiğdem Çiftçi ve Emre Saltık da seyirciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bu müzisyenlerin ardından sahne alan Âşık Garip Kamil ve Hasbihal topluluğu Alevi-Bektaşi inancını ve bu inançta aşkın tuttuğu önemli yeri en iyi şekilde anlatan eserleri üst düzey bir performansla seslendirdiler. Hasbihal’in ardından Âşık Gülabi sahneye çıktı en sevilen eserlerinden birkaçını çalıp söyledi. Âşık Gülabi konseri ikinci günün son etkinliği idi. Etkinliklerin üçüncü gününde Ozan Hüseyin Gazi Metin’in katıldığı bir şiir dinletisi düzenlendi. Ozan, dinletinin hemen başında kendi işinin şiir yazmak, söylemek olduğunu

ancak önce birinin dinleyicilere ozanlık geleneğini anlatması gerektiğini söyledi. Böylece araştırmacı Ali Aksüt’ü ve güzel sesiyle şiir okuması için de Mehmet Turan Dede’yi yanına davet etti. Ali Aksüt, Anadolu bilgeliğinde halk ozanlığının çok büyük bir payı olduğunu ve dili en iyi kullananların ozanlar olduğunu belirtti. Ayrıca ozanların kitaplar yoluyla yeni nesle ulaşması gerekliliğinin altını çizdi. Ardından sözü alan Mehmet Turan Dede, Karacaoğlan’ dan bir şiir okudu ve şiire dair kısaca şunları söyledi: Şiir, gerektiğinde bir satıra bir kitabı sığdırma kapasitesine sahip bir güçtür. Öfkeyi, sevgiyi taşıyabilen ve gerektiğinde kaşınan bir yarayı kanatabilen bir güçtür. Bu konuşmaların ardından sözü Hüseyin Gazi Metin aldı ve kendine göre ozanların özelliklerinden söz etti. Ozanların halkın söyleyemediklerini dile getirmelerine rağmen aslında halkın kulu olduklarını hatta halkın ta kendisi olduklarını söyledi. Ne köyde ne de kentte halk ağlarken ozanın gülemeyeceğini söyledi ve aslında ozanların şiirlerinde sınıf kavgasının dile geldiğini açıkladı. Alevi- Bektaşi inancı, kadınlar, gericilik, Sivas olayları gibi konuları işleyen şiirlerinden örnekler okuyan ozan asıl derdinin din değil dinciler olduğunu anlattı. Çünkü ozana göre din adına insana kıymayı emreden dinler değil, o dinleri yorumlayan dincilerdir ve yobazlık öyle bir sorundur ki yobazlığın Alevi’si, Sünni’si olmaz. Son olarak halkın halen ozanların söylediklerini içselleştiremediğinden yakınan Hüseyin Gazi Metin bu durumu şöyle özetledi; “Ozanlar söylüyor ama halk halen hadis vs. arıyor.” Bu dinletinin ardından Hıdır Gün, Grup Nobel ve bazı genç sanatçıların konserleri başladı. Saat 19.30’daki Necati Şahin’in konuşmasının ardından resmi açılış yapıldı. İstiklal Marşı’nın okunmasının ardından Abdal Musa Kültürünü Araştırma ve Yaşatma Derneği Başkanı Ali Eriş, Kaymakam Veysel Yurdakul, Meclis Başkan Vekili Yılmaz Ateş ve Vali Yıldırım Uçar konuşmalarını yapmak üzere sahneye çıktılar. Bu konuşmaların ardından Hasan Aslan’ın sahneye çıkması ile son konserler de başlamış oldu. Zeynel Vardık, Zehra Akalın ve Serpil Efe gibi sanatçıların ardından herkesin sabırsızlıkla beklediği an geldi ve Musa Eroğlu sahneye çıktı. Yaklaşık yarım saat boyunca Eroğlu’nun tüm türküleri hep bir ağızdan okundu. Etkinliklerin son günü için Gömbe Uçarsu’ya bir gezi tertiplenmişti. Ancak İstanbul’a dönmek zorunda olduğumuz için bu geziye katılamadık.

(Fotoğraf: Emrah Keleş)

ELENEKSEL Abdal Musa Sultan’ı Anma Etkinlikleri’nin yirmi üçüncüsü Haziran ayının 21’i ile 24’ü arasında Elmalı’ya bağlı Tekke Köyü’nde gerçekleştirildi. Bilindiği gibi etkinlikler geçen yıldan itibaren uluslararası bir boyut kazanmıştı. Bu yılki etkinlik programı “Abdal Musa Kültürünü Araştırma ve Yaşatma Derneği” tarafından organize edilmişti. Dernek başkanı ve üyeleri, etkinliklerin sadece konserlerle sınırlı kalmaması için programa çeşitli panel, dinleti ve sohbetleri de ilave etmişlerdi. İstanbul’dan Tekke Köyü’ne yaptığımız yolculuk sırasında, yol arkadaşlarımızın isteği üzerine Bursa’daki Geyikli Baba Türbesi’ni, Eskişehir’deki Seyit Battal Gazi Türbesi’ni ve Şücaeddin Veli Türbesi’ni ziyaret ettiğimiz için Tekke Köyü’ndeki etkinliklerin ilk gününü izleme fırsatımız olmadı. Ancak biz Tekke Köyü’ne ulaştığımızda Dertli Divani’nin de katıldığı ayin-i cem henüz bitmişti ve oradaki herkes bu etkinliğin ne kadar güzel geçtiğini konuşuyordu. Etkinliklerin ikinci günü “Dünden Bugüne, Bugünden Yarına Alevilik” isimli bir panelle başladı. Daha öncesinde panelistlerin Fikret Otyam ve Fuat Bozkurt olacağı duyurulmuştu. Ancak bazı aksilikler yüzünden panel, bu iki ismin yerine Mehmet Turan Dede ve Tekin Özdil’in katılımı ile gerçekleştirildi. Başkanlığını Ercan Geçmez’in yaptığı bu panel, “Alevilik Nedir?” ve “Aleviliğin Bugünkü Durumu” şeklinde iki bölümden oluşuyordu. İlk bölümde katılımcılar Aleviliği kısaca şöyle tanımladılar: Alevilik tapınmak değil, cemalde hakkı görmeye çalışmak, gönül kırmamak ve çıkar gözetmemektir. Alevi inancı bir arayıştır. Alevilik, hak ve halk ile söyleşmektir. Panelin ikinci bölümünde kentlerde yaşamanın Alevilerin yaşamlarında ve inançlarında ne gibi dönüşümlere sebep olduğu konusu tartışıldı. Kent koşullarında bazı kurumların eskisi gibi işleyememesinin normal olduğuna ancak vazgeçilmez unsurların her koşulda doğru şekilde korunması ve işletilmesi gerektiğine dikkat çekildi. Örneğin dedelik ve musahiplik kurumlarının özlerini kaybetmeden, kent koşullarında devamlılığının sağlanabilmesinin yollarının bulunabileceği söylendi. Bu devamlılığın sağlanabilmesi için de eğitimli kişilerin gerekliliği vurgulandı. Ayin-i Cem olgusunun kentlerde kazandığı yeni görünümler değerlendirilirken, geniş yapılanmalı cemlerin sadece öğretim ve bir arada olma ihtiyacını karşılayabileceğine dikkat çekildi. Çünkü on iki hizmetin usulen

Temmuz 2007

27


SERÇEÞME

Diliniz Solmasın - Bölüm II

DİKKAT - DİKKAT BU ŞİİR SİGARA İÇMEYİ TEŞVİK ETTİĞİ İÇİN SAĞLIĞINIZA ZARARLIDIR

BUDAK ALİ (ALİ KAYKI)

Yanıyorum Sana Nasıl da özlemişim seni Vicdan azabı gibi çekiyor içim Yeni ayrıldığımız günlerde ne acılar çekmiştim Ne çok kıvranmıştım özleminle Şimdiki gibi... Neredeyse altı yıl oldu Dön çağrılarına hayır demiştim hep Hem de içim yanarak dumanım tüterek Aldığım her nefeste bir oof çekerek Senden sonra da çok daraldım Ama seni bugünkü kadar aramadım Aahh... İki parmağım, iki dudağım ve bir ateş Sonra deriin bir nefes Dudaklarıma yapıştırırcasına Ateşinle yana yana Ve Dumanında boğulurcasına istiyorum seni Zor gün dostu Can düşmanım Beyaz ile sarılmış kahverengi İster Samsun, ister Maltepe Ya da kefen gibi incecik bir kağıtta sarma Adın ne olursa olsun Öyle istiyorum ki seni Verin bana bir cigara Salzgitter, 16 Mayıs 2007 4207 Sayılı Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanun uyarınca sigara reklamı gibi olan bu şiirini, üzerine “Sağlığa zararlıdır” yazmadan yayınlamayız; akıllı ol, sigaraya başlama, diyesi olduk. Bakın bize neler yazdı:

Yassah Bir kere isyankâr oldum Sigarayla kafa buldum Şiir yazdım dosta sundum Yasakları tamdır dedi Dörtbin ikiyüz yedide Zararlı maddedir diye Koyucular kanun etmiş Kitapları vardır dedi Avukat mı, hakim misin Yasaları ne bilirsin Belli cezalar yemişsin Kanunları zordur dedi Yasak-masak dinlemezsen Reklâmları hiç sevmezsen Cin görürsen cop görürsen Dayakları çoktur dedi Parasını eller alır Dumanını yeller alır Zehiri de sana kalır Ha bunlar b.ktur dedi Ne yapayım şaşırmışım Öyle ortada kalmışım Sigarayı bırakmışım Akılları tamdır dedi Salzgitter, 1 Haziran 2007

28

Hasan Harmancı

K

ÜTAHYA Gediz Akçaalan’da gezi ve görüşmelerimize devam ediyoruz. Alevilik ile Sünniliğin karıştırıldığı ve kitabımız dinimiz aynı, nedir ayrı gayrımız deyip de Hacı Bektaş’ın yolunu bilmeyen ancak ‘kabe’yi defalarca tavaf etmiş bir ‘dede’ ile görüşüyoruz. Beldenin düzeni ve yenilmesi, değişmesi, yozlaşması ve başkasına inanma biraz da böyle yaşayanla gerçekleşiyor. Işık Çakır Ocağı’na bağlı olduğunu söyleyen Hüseyin Ali Kartal’la Sünni bir ‘dede’nin geldiği yolu konuşuyoruz. Cem Vakfı’nın dillere destan Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı kurulmaya çalışılan yaşam biçimi bu tipleme üzerine kuruluyor. Eleştirdiğimiz ortak noktalardan yola çıkıyoruz. Alevi yol sürücülerinin eksikliklerinin Kuran üzerine kurulmaması ve eğitim yuvası olarak İmam Hatiplerin seçilmemesinden doğan sorunların bizi bu hale getirdiğini dile getirerek başlıyor Sayın Kartal; “Yolumuzun pirlerinin tahsilli, bilgili olması gerekiyor ki, biz de bilgili olalım. Geçmişte her şey yolundaydı, sağ olsunlar.” diyor. Şaşırıyoruz. Acaba bir karşılaştırma kinaye saklı da cümlelerinde biz mi anlayamıyoruz. Işık Çakır Ocağı’ndan yol süren bir ‘dede’, ancak uzun süre hiç bir şey yapmamış; “Dedelik işlerini ancak işten, güçten çekilip emekli olduktan sonra yapmaya başlayabildim.” Artık gençlerimiz “okul yoluyla, kitap yoluyla yetişseler eksikler az olur. Tahsilli pirlere, rehberlere ihtiyaç var.” diyerek açtığımız konuyu; tek övünç kaynağı olan yetisiyle tamamlıyor; “Eski yazı ve Kuran okuyabiliyorum.” Anlıyoruz ki onun eğitim okul vs. dediği şey çevrelerinde kurulan ve ön ayak olduğu Süleymancı yurt ve okullara çocukların tamamının gitmeyişi. Orada öncelikli olarak kuran vs. öğretiyorlar. Bir de bölgede çokça bulunan İmam Hatip okullarına Alevi gençlerinin daha çok gitmesi. Köyde Aleviliğin ne olduğu ile ilgili bir genel bölünme var. Bir de ideolojik bölünme. Hüseyin Ali Kartal’ın bu nedenle yüz elli talibi bulunuyor. Önce Şeriat, Tarikat, Marifet, Hakikati konuşuyoruz, sonra Dört Kapı Kırk Makam’ı. Sözümüz köyün açıktan tartışılan ve ‘kutsal’ kitaplara bakılarak yorumlanan yanına geliyor; “Eskiden Cem’de dem vardı. Kuran yasakladığı için biz de yasakladık. Bizde dem yok. Başkalarını da eleştirip, yargılamıyoruz.” Bunu söylerken bile bunun artık uygulanmaması gerektiğini bastırıyor doğal olarak. Onun için dem günahlar arasına girmiş durumda çünkü.

Camiden Çıkmayan Dedeler Ali Kartal’la konuşmamıza başlarken bir yandan da önüne aldığı Kuran’a bakarak bize ispatlar, yanıtlar hazırlıyor. Doğru Kuran bir doğru kitap, bir değişmez inanç kitabı. Ancak Alevinin bir kitabı ve bir bağlılığı yok ki. Onun için tanrı sözü bazen aklının doğru bildiğidir. Köyde iki caminin varlığının neye borçlu olunduğunu anlamamız gecikmiyor şu sözlerden sonra; “Vaktim boş olduğu müddetçe camiye giderim. Kuran’da der ki; ‘cemaate katılın’. Çoğunlukla evde kılarım. Kuran’a dil uzatmayız. Cem’de Yasin-i Şerif okunur.” Bu Kuran’a bağ-

lılığımız için göstergedir diyor. Devam ediyor; “Hacca gittim hanımla beraber.” Hacıbektaş’a diye soruyoruz ardından; “Daha Hacı Bektaş’a gitmedim hiç. Abdal Musa’ya da gitmedim. Kerbela’ya gittim, Hz.Hüseyin’in türbesini ziyaret ettim.” Camiye gidişine dönüyoruz. Karşı olduğunu söylüyor. Şaşıyoruz. Meğersem kaygısı, beklentisi başka Kartal’ın: “Ben de karşıyım bu camiye. Sabahları 3–5 kişi kılıyoruz.” Bazı sorularımızı yanıtlamak için Kuran’dan yanıtlar aramaya başlıyor Ali Kartal. Kuran’dan kendisine göre ayrı bir indeks oluşturmuş; “Sayfa 323” diyerek okuyor; “Cem, kürk üstüne kürk giymektir.” Yetmiyor kaynak açıklamaları, Halil Öztoprak’ın ‘Kuran’da Hikmet, Tarihte Hakikat.’ kitabına yöneliyor. Oradan açıklamalar sunuyor bize. Cem’in yerini bize Kuran’dan arıyor. Ardından dayanağını kitaptan. Cami cemaat ilişkisinden bir türlü kopamıyoruz; “Namaza aklım erdi ereli giderim. Muharrem orucunu tutarım, emrederim. Açıktan söylerim. Bizim Bektaşi kesiminde önce Kuran’dır. Ona göre çağrılarda bulunurum taliplerime” diyor. Devam ediyor. Çok sorumuz kalmıyor aslında. “Ramazan orucunu da Kuran’a göre tebliğ edelim. Muharrem orucunda camiye gidelim… Muharremde abdest alırız…” Kendimizi yabancı hissediyoruz, bir Aleviyim diyenin yanında. Hüseyin Ali Kartal’ın evinden ayrılıyoruz. Evler birbirine yakın ancak biz istediğimiz kadar temiz hava alamıyoruz bir türlü, içimiz daralıyor, bir yandan nefesimiz sıkıştırıyor. Yürürken kendi kendime sayıklıyorum. İçimdeki korku bir yanıyla büyüyor. Elbette umutsuz değilim.

Takiyenin Geldiği Yer ‘Alevi düşüncesinin yüzü güneşe çıkmıştır, başka yöne dönmesi mümkün değildir’ diyorum. Ancak bu çıkışta aysbergin altında kalanın bir kısmı ya erimiş, ya da şekil değiştirmiş. Çoğu yerde takiyenin kendisine dönüşmüş. İçi kirlenmiş, yazgı tek tanrıcı dinlerin istasyonlarında kilitlenmiş. İslam’ın getirdiği değişmez koşullar ise karşı düşünceyi, felsefi olarak eritmiş, sorgusunu tüketmiş ve ikrar kapısını temellerinden toprağa gömmek için pusuda. Gelenek, tanrısının karşısındayken, Kuran’ın özlü sözlerine, Muhammedi denge ve bilgiye sığınmış bir cilaya dön(üş)müş. Hacı Bektaş’ın sembol olarak bile unutulduğu, 12 İmamlar’ın sembol oluşunun Emevi ruhuna teslimiyetine dönüştüğü bir ‘ruh tasarımı’ karşımızda. Alevilik, somut yaşam alanını kapitalizm ve İslamiyet (tek tanrılı dinler) karşısında yitirdikçe gönülden beslenmeyi, sırlaşmayı da yitirmek üzere… Böyle olunca da bazı inananlar seslendiği, sözleştiği, yarenleştiği Hakk’ı, ideoloji ile beslenen kalıba çekmiş durumdalar. Alevilik doğuş kaynağında, saf dünyasında böyleyse ‘kara yazgısı’nı kentlerde nasıl arayacak. Kara yazgısına kul arayan, kul üreten dedeleri ile nasıl arayacak. Hangi ‘hakikati’ için, hangi ‘irfan’ dünyası için ‘Mansur Dârı’na duracak. Haklıyı haksızdan ayırırken, bu dünyanın ‘cennet’ olduğuna, olacağına inanırken ‘Kuran hakkı’ için baş bağlamaya başlaması

Sayı 31


SERÇEÞME

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Ceme dönüyorum. Erkekler Türkmen Semahı’na kalkmışlar. Türkmen Semahı’nda erkekler dönerken el ele vurarak (çırparak) başlıyorlar semaha. Ritmik olarak tekrarlıyorlar. Müzik form olarak Zeybek’e benziyor… Semah bittikten sonra mersiye okunarak Post’un önünde duruyorlar. En başta semah dönen can gözcünün değneğinden tutuyor gözcüyle beraber. bir sentez olarak düşünülemez. Aşk ettiği yol ulularının yarattığı zengin felsefe; beklediği Mehdi’yi köreltmez mi. Gelmez kılınmaz mı. Dışındaki düşmanla, içindeki düşman; ‘nefs’ aynı yurdu tutmuştur gönlünde. Ol niyazı ile namazı, ol susuzluğu ile ramazanı karıştırmış bazı yerlerde. Karadonlu Can Baba’nın ‘Tatar Hanı’nı yola getiren, çağıran ‘mucizesi’ sesini yitirmiş ve olamayacağına dönmüş. İçindeki matematik hesabının ‘formülünü’, sırrını unutmuştur. Yaşamını bağlanılmaz, bağışlanmaz kurallara oturtmuştur. Burada sözlerimiz elbette sadece Ali Kartal’a değil, bu davranışı hayatın tutunması, çıkarı olarak gören her Aleviye. Çünkü Aleviliğe eklenenler, birkaç yerel ekleme değildir. Alevilik bu haliyle bozulmuş ve ‘Tanrı’sının değiştirilmesi ve yitirilmesi için çaba harcanan bir öğretidir. Dem’ini su’ya boğmuş, can’ını ışıksız bırakmış, nefesini armonisiz ve cemalsiz nidalara bırakmış. Bazı yerlerde niyazlanan post, tarihte yenilenler gibi, içinde düşman taşımaktadır. O kuzusunun içine kurt almıştır. Cemine, rüyasına, Mehdisine, Hakk’ın didarına acaba böyle varabilecek mi? Önündeki delilden hayat bulan, bin bir yansıma ile yol süren Alevilik–Bektaşilik bozguna uğramıştır. Bağlaması düzenini yitirmiştir. Kapalı toplum kültüründe, katliamlara rağmen direnmiş Alevi kümelerinin, ocaklarının bugün, açık toplum ilişkilerinde yolunu kaybetmesi acı bir tat vermektedir. Önünde Kuran, Alevilik reçeteleri veren ‘dedeler’, ummanlarını, deryalarını, Kuran’ın buyrukları çerçevesinde çizmeye başlamışlardır.

Dillerimiz Solmasın, Aşk Olsun Hüseyin Dede’nin ayrıntılarda bile önem araması, benzerliğe düşmemek için çaba harcaması buna karşılık ise bambaşka bir ışıktır. Sünni etkilenme olarak algılanmasın diye, erkek taliplerine kendisi, başlarındaki beyaz örgülü takkeleri çıkarttırarak, bildiğimiz yün takkeler alarak bu görüntüyü kaldırmayı amaçlamış. Bizle beraber acısını ve umudunu talipleriyle paylaşıyor; “Talipler, bu yol zor gelmiş bu gün-

Temmuz 2007

lere. 70’lerde gizli yapıyorduk, korku vardı. Şimdi saklı, gizli yok. Şimdi de çocuklarımız aşılanıyor.” diyor. Şehir dışından gelip ceme katılacak olan ikrar almış komşularına, arkadaşlarına; “Hoş geldin can kardeş” diyerek ya Fadime Ana ya da Hüseyin Dede karşılıyor. Bu Cem’de sadece biz heyecanla bekleyen değiliz anlaşılan, onlarda uzak yakın dostlarıyla, ‘ayni cem kardeşleri’ olacaklar. Cem kat kat sorguyu yüklenerek başlıyor. Pir Sultan’dan, Şah Hatai’den nefesler… Dertli Divani’den; “Bizden geçinen kallaşlar, döner gelir bizi taşlar Sıvıştı yaren yoldaşlar, ne sözü ne özü kaldı Cahiller kendini aklar, kâmiller özünü yoklar Kurudu çaylar ırmaklar, Serçeşmenin gözü kaldı.” Kul Hüseyin’den duaz-ı imam; “Sen Kâbe ararsan, Kâbe sendedir…” dedikçe Hacca gidip de Abdal Musa “yollarını” bilmeyen dedeler geliyor aklıma. Işık Çakır’ın devranı yürüyor mu böyle acaba? Yürekleri rahat; özleri dardan inmiş sayılırlar mı? Fadime Ana’nın cem’e, canlar ihtiyaç gidersin diye verdiği arayla kendimize geliyoruz. Gönlünden kopan, tepsi tepsi dolu yanında avuçlarımıza sıkıştırdığı çikolatalar, şekerler, nefeslerden dağılan soluklarımızı tatlandırıyor… Ceme devam ediliyor… Semahlar dönülüyor. Ana bir yandan mutfakta hazırlıklarını sürdürüyor. Sultan Ana’nın Post’a oturmasını anlatıyorum ve soruyorum ona da. “Posta oturması doğal” diyor. “Talipleri istiyorsa olur. Hoşgörülüyüz. Mecbur kalırsam yürütürüm ancak, icazet verirlerse Hacıbektaş’tan.” Başka ayrıntılara geçiyoruz. İkrar Kemerini soruyoruz; koçun sağ küreğinin üstündeki yününden kesilip, kirmanla eğiriliyormuş; “Talip kaybederse Muharrem veya Birlik kurbanında hazırlanıp yine verilir. İkrar almak Nuh’un gemisine binmektir. Nuh’un gemisine binin, kurtulun.” Ceme dönüyorum. Erkekler Türkmen Semahı’na kalkmışlar. Türkmen Semahı’nda erkekler dönerken el ele vurarak (çırparak) başlıyorlar semaha. Ritmik olarak tekrarlıyorlar. Müzik form olarak Zeybek’e benziyor… Semah bittikten sonra mersiye okunarak Post’un önünde duruyorlar. En başta semah dönen can gözcünün değneğinden tutuyor gözcüyle beraber. Analar Arapça Yasin Suresini okuyorlar. Yer yer Türkçe dualar, son olarak Fatiha okuyorlar. Cemin son kısmı artık. Sofra düzeni yedi–yedi sırasına göre hazırlanıyor. Ananın yardımcılarıyla beraber kesilen kurbanın kemikleri kırılmadan parçalanan ve ayıklanan kurbanlar sofrada yerini alıyor. Yanında kat kat yiyecekler ve üzüm hoşafı. Çerağ (mum) bitinceye kadar yanık tutuluyor. Ayrıca söndürülmüyor. Cem bitiyor ancak cemin heyecanı ve telaşı hala dinmiyor. Canlar ayrılmıyorlar kolay kolay. Gece başka bir tatta sürüyor.

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın ................... +49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ..................... +49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik .................... +33.6.82 07 67 16 Evry Erdal Bulut ................................ +33.6.12 65 20 50 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ........ +31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören ............... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ...... +44.7768 220 762 İsviçre: Basel İbrahim Bakır .................. +41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Haydar Dede ..............0342.250 64 77 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven ..........................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ......................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü .........................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ......................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu...............................0543.682 38 99 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50

29


SERÇEÞME

Pir’in Huzuruna Çıkmak

İ

LK olarak 1978 yılında yapıldığını anımsıyorum, Pir Sultan Abdal Kültür etkinliklerinin. 1980 sonrası ilk etkinlik 1992 yılında 12–13 Haziran’da tarihlerinde yapılmıştı. Bu etkinliğe dernek üyesi olarak katılmıştım. Etkinlik için çalıştığım iş yerinden otuz beş arkadaş, eş-dost ve akrabalarla birlikte bir otobüs doldurmuştuk. Aynı gün Ankara’dan ondan fazla otobüs yola çıkmıştı. Bizim otobüste kimler vardı! Bugün bile anımsıyorum. Kimi gençlerin ana-babaları “emaneti sana” demişlerdi yola çıkarken. Hemen hepsi ilk defa Banaz’a gidecek, Pir’in huzuruna çıkacaklardı. Heyecan içindeydik. Heyecan ve coşku sabaha kadar, yol boyunca hiç eksilmedi. Türküler söylüyorduk Pir’den… kimisi gözyaşlarını tutamıyordu... Nedenini bugün bile çözemiyorum… Yaşadığımız bu heyecanın ve coşkunun Banaz’a giden herkes tarafından hissedildiğini düşünmüştüm. Herkesin Pir’i ziyaret etmesi, huzuruna çıkması, onunla bütünleşmekle eş anlamlıydı. Aynı dona girmişti herkes. Semah dönen canların uyum ve kendinden geçmişliğini yaşıyorduk. On beş yıl önceki yaşanan bu heyecanı bu yıl da hissettim. Son beş yıldır, etkinliklerin organizasyonunu yaptığım için Banaz’a daha erken gidiyordum. Ancak bu yıl Banaz’a Cuma günü hareket eden otobüslerle yola çıkmıştım. Otobüste 1992 yılının coşkusu ve heyecanı kalmamıştı. Bunu biraz da gençlerin sayısının az olmasına bağladım. Yolculuk yedi saat sürdü. Banaz yol ayrımından sonra heyecan artmaya başladı. Durgunluğun yerini coşku almaya başladı. Sanki Pir bizi karşılamaya gelmiş, coşkusunu bize aktarmıştı. Herkes, pür dikkat yola bakıyor, dağları-taşları sorguluyorlardı. Hangi köyün Banaz olduğunu, hangi dağın Yıldız Dağı olduğunu tahmin etmeye çalışıyorlardı… Öyle topraklarda bulunuyorduk ki… Her dağ kutsal, her tepede bir yatır var… Her çeşmeden erenler, ermişler içmiştir. Suyun her damlası kutsal… Görünen alıç, ardıç, çam, çınar ağaçları kutsal oldukları için hala ayakta, dokunulmamış… Hepsi de kim bilir kimlere gölge olmuştur kavurucu yaz sıcaklarında. Pir Sultan Abdal’ın yaşadığı Yıldız Dağı’nın hangi yönüne baksan kutsal mekanlarla karşılaşırsın: Güney Batısında Kızılırmağı tepeden gören Küre Baba, Ak Baba, Kara Baba, Beserek, Gül Dede, Kara Co dağları; Doğusunda Geogi Baba; Kuzeyinde Keçeci Baba, Kuzey Doğusunda Hubyar’ı görmek olanaklı. Yine bu topraklarda Pir’in çağdaşı Kul Himmet, ardılı Kul Hüseyin Kemter Baba, Kul

30

Önder Aydın

Sabri, Âşık Veli, Agahi Baba, Âşık Hüseyin, Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet Özkan, Devrani,.. ve daha niceleri. Eşeledikçe bu toprakları onlarca âşık, ozan, topluma ses olmuş, yol olmuş, can olmuş erenlerle karşılaşırsınız. Yollar daha önceki yıllara göre daha düzgündü. Anlaşılan etkinlik öncesi bakım yapılmıştı. Yıldızeli yol ayrımı sonrası yolculuğumuz bir saate yakın sürdü. Banaz’a, etkinlik alanına (Topuzlubaba) indiğimizde saat 07.30 olmuştu. Her yıl gelen ilk otobüslere kahvaltı verilir. Yine öyle oldu. Kahvaltı sonrası pankartlar, afişler asıldı. Ziyaretçiler gelmeden program ve olası eksiklik ve aksaklıklar gözden geçirildi. Program dolu doluydu: Erdal Erzincan, Tolga Sağ, Grup Çığ, Gülcihan Koç, Pınar Sağ, Mercan Erzincan… gibi çok değerli sanatçılar programı zenginleştiriyorlardı. Listede Cevahir Canpolat’ı görüyoruz. En az on yıldır bizleri yalnız bırakmıyor. Yine Dertli Divani dede listede yer alıyor. Bu yılki etkinliği planlarken, 2 Temmuz Vakfı’ndan İsmail Ateş’in ve derneğimizden Şehriban Metin’in değişiklik önerisiyle panel eklenmişti. Panelin konusu “Alevilik, Siyaset, Pir Sultan ve Hızır Paşalar”dı. Seçimlerin yaklaştığı bir dönemde Alevilik üzerine oynanan oyunları bozma adına da anlamlı bir etkinlik oldu. Kimisi Avrupa’dan, kimisi İstanbul’dan, kimisi Ankara’dan katılan panelistlerimiz; Alevilik konusunda araştırmalar yapan, emeklerini ortaya koyan ve derneğimiz çizgisinin birer temsilcisi olan Esat Korkmaz, Ali Haydar Avcı, Erdoğan Aydın, Ali Murat İrat’tı. Saat 08.00’den sonra insanlar gruplar halinde; otobüslerle, minibüslerle, traktörlerle, özel araçlarıyla, bir coşku seli içerisinde; Kızılırmak gibi çağlayarak etkinlik alanına akmaya başladılar. Yüzlercesi tanıdık simalardı. Kimisini kentlerden, kimisini köylerden tanıyorduk. Pir’i ziyaret onlar için gelenekselleşmiş, her yıl olmazsa olmaz bir katılım güdüsü haline gelmişti.

Saat 10.00’da ilk olarak Banaz yaşlıları yerel giysileri ile ve yüzyılların ötesinden alıp getirdikleri özgün yapılarıyla semahlarını döndüler. (Semah dönenlerin yaşları 60-70’di). Arı-duru bir tarz ve görüntüleri vardı. Daha sonra 2 Temmuz Vakfı’ndan Başkan Yardımcısı Emel Sungur konuşmasını yaptı. Konuşmasına, 1993’te Sivas Madımak Katliamında yitirdiğimiz şehitlerimizin adlarını sayarak, onları anarak başladı. Pir’in şiirlerinden bir dörtlük; Kadılar Müftüler fetva yazarsa İşte kement işte boynum asarsa İşte hançer işte kellem keserse Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan okuduktan sonra yüzyıllar ötesinden Pir’in bizi gözetlediğini söyledi… Yine Pir Sultan’ın, Yürü bre Hızır Paşa Senin de çarkın kırılır Güvendiğin Padişahın O da bir gün devrilir.. dörtlüğü ile konuşmasını tamamladı. Derneğimiz Genel Başkanı Av. Kazım Genç konuşmasında, daha çok günceli konu olarak seçmiş, özellikle sürmekte olan katliamların, Sivas Madımak katliamının devamı olduklarının vurgusunu yaptı. Yine konuşmasında yaklaşmakta olan seçimlere değinerek, emeğin, demokrasinin, laikliğin yanında olanlara oy vereceğimizi vurguladı. Son olarak Yıldızeli Kaymakamı Hüseyin Güney uzun bir konuşma yaptı. Konuşmalardan sonra Pir Sultan Abdal Anıtı’na çelenk konmasıyla birlikte etkinliğe türkülerle devam edildi. Sunuşu yapan İsmail Ateş arkadaşımız Banaz’a komşu köylerden gelen misafirleri ve yirmi altı köyün muhtarlarını anons etti. Gelenler sadece köylerden değildi. Sivas, hem Demokrasi Platformunun üyeleri, hem de Siyasi

Sayı 31


SERÇEÞME

Seçime Doğru Mustafa Özcivan Parti temsilcileriyle katılmıştı etkinliğe. Bu yıl katılımlarının önceki yıllar kadar olmamasına rağmen Tokat il merkezinden, ilçelerinden, köylerinden katılım dikkati çekiyordu. Kızılırmak koylarındaki köylerden, 100 km ötelerden, Saraç’tan, Sivrialan’dan, Eskiyurt Köyü’nden, İlyashacı’dan, Hardal’dan ve daha pek çok köyden katılımcılarımız vardı. Cumartesi günü amfi tiyatro alanındaki etkinliğimizi Hubyar (Yağlıdere Köylüleri) Semahıyla tamamladık. Programımız Tozlu Baba’da devam etti. Önce Sadık Öztürk’ün “Ateşin Destanı” Sivas Şehitleri resim sergisi açılışı yapıldı. Daha sonra Esat Korkmaz hocanın yönettiği “Alevilik, Siyaset, Pir Sultan Abdal ve Hızır Paşalar” panelimiz başladı. Birbirinden değerli konuşmacıları öğrenen katılımcılar günün sıcak ve yorgunluğuna aldırış etmeden salonumuzu doldurdular. Panelistlerin söyleyecek çok sözleri vardı. Ancak zaman çok kısıtlıydı. Aslında bu kadar Alevilik ve Pir Sultan Abdal üzerine dolu dolu yazarları bulmuşken en az her birine bir saatten fazla zaman verilmeliydi diye düşündüm o an… Panel sonrası Cem’in başlaması nedeniyle panelistler, söyleyeceklerini satır başlarıyla geçtiler ne yazık ki! Kanımca bu panelde eksik bırakılan son seçim sürecinde “ihanet eden” çağımızın Hızır paşaları konusunda yeterince söz söylenmemesiydi. Panel sonrası yazarlarımız kitaplarını imzaladılar ve geceyi geçirmek üzere köye indiler. Organizasyonumuzun bitmesine daha çok saatler vardı. Saat 21.00’de “Gelin Canlar Cem Olalım” çağrısıyla Dertli Divani Dedemiz ve ekibi ile cemimiz başladı. Salonumuz, yaşlılar-gençler, kentliler-köylülerle dolu doluydu. Dertli Divani Dedemiz, yeri geliyor tarihsel verileri ortaya koyuyor, yeri geliyor güncelle örtüşen sunuşlar yapıyor ve dağarcığında ne varsa katılımcılara saatlerce aktarmaya çalışıyor. Belki de son yılların en öğretici, kapsamlı Cem’ini gerçekleştiriyordu. Gecenin geç saatlerinde kurbanlar kesilerek hazırlanan lokmaların dağıtımı ile Cumartesi günkü etkinliği sona eriyor. Her yıl olduğu gibi gece misafirlerimiz yine Banaz Köyü’ne, İslim Köyü’ne, Yakup Köyü’ne, Doğanlı ve Aslandoğmuş Köylerine misafir oluyorlar. Bu yıl Topuzlu Baba’da geceyi geçirmek isteyenlerin sayısı diğer yıllara göre daha azdı. Topuzlu Baba’da kalanların çoğunluğu gençlerdi. Gecenin karanlığını yaktıkları ateşle ve söyledikleri türkülerle aydınlattılar, geceyi karartmayarak bir günü sonrakine taşıdılar. İkinci gün etkinliğimiz gecikmeli olarak saat 12.00’de başladı. İlk olarak Adana Şubemizin Semah ekibi o güzel sunumlarıyla açılışı yaptı. Etkinlik alanı ilk günkü kadar kalabalıktı. Sanatçılarımız Pir Sultan türküleriyle coştu, coşturdu. Semahlar dönüldü. Amfi tiyatro alanındaki izleyiciler programın bitişine kadar (17.00) etkinliği büyük bir coşku ve katılımla izlediler. 18. Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliği’nin sonuna gelinmişti. Dönüşler başlamıştı. Otobüslerle, traktörlerle, minibüslerle, özel araçlarla dönüş kervanının, dağın yüzünden süzülerek inişi görülmeye değerdi. Hep merak ederim; Pir’in huzurundan evlerine, köylerine, kentlerine dönenler hangi duygularla giderler…

Temmuz 2007

B

ENİM İÇİN çok zor bir yazıydı, yazının başlığını ne koyacağımı çok düşündüm. Hacıbektaşlılar projesinin mimarlarından sevgili Osman Çobanı kaybettik, seksen öncesi Hacıbektaş’ta izleri olan sevgili Osman Çoban’a tanrıdan rahmet diliyorum, ışıklar içinde yatsın, yol arkadaşlarının ve ailesinin başı sağ olsun. Alevilerin seçime ilişkin tavırlarını merak eden medya, aday olmak için başvurdukları siyasi partilerin tavırlarıyla, şaşkına dönen Alevi adaylar ve ne yapacağını bilemeyen Alevi toplumu işte bunun için yazının başlığını çok düşündüm, Siyaset ve Aleviler mi? Siyasete Müdahale mi? İlkesizlik mi? Örgütsüzlük mü? Aslında bunların hepsi için sayfalar dolusu yazı yazılır. Ancak yazının içeriğine göre yazının başlığını siz koyun, ben seçime doğru dedim. Sevgili dostlar, Alevilerin siyasete müdahil olmasını yıllardır savunan biriyim, defalarca yazdım, panellerde konuştum, TV’lerde anlattım, anlatmaya da devam edeceğim. Örgütlü toplum olmadığın sürece nüfusun ister on beş milyon, isterse yirmi milyon olsun kimse seni dikkate almaz, ama örgütlü olduğun zaman bir milyon kişiyle devrim yaparsın ve her zaman sözün geçer. Şimdi bir kez daha Alevi örgütleri şapkalarını önlerine koyup düşünmeliler biz nerde yanlış yaptık diye? Alevi toplumunun talepleri ile ilgili bir soru sorulduğu zaman hemen Osmanlı’dan başlarız, cumhuriyetten çıkarız, nasıl kıyıldığımızı, nasıl katledildiğimizi anlatırız. Ne kadar hoşgörülü, ne kadar aydın, ne kadar demokrat olduğumuzu anlatırız. 72 millete nasıl eşit baktığımızı anlatırız da böyle bir toplumun sistem içerisinde hak ettiği yeri niçin almadığı konusunda özeleştirimizi yapmayız. Kendi içimizde niçin demokrat olmadığımızı, birbirlerimize karşı niçin hoşgörülü olmadığımızın hesabını vermeyiz. Hep suçu birilerine yüklemeye çalışırız, acaba nerede hata yapıyoruz? Sorusunun zamanı geldi de geçiyor. Sevgili dostlar, 22 Temmuz seçimleri ne ilk ne de son seçim görünen siyasi atmosfere göre 2009’da tekrar genel seçimler olacak gibi ayrıca 2009’da yerel seçimlerde var. 23 Temmuz’dan itibaren Alevi örgütlerinin gelecek genel ve yerel seçimlerin hesabını yapmaları gerekir. Seçimden seçime siyasete müdahale olmaz. Akşam muhabbet sofrasında karar verip sabah aday adayı hiç olunmaz. Anadolu’daki tabire göre herkes eteğindeki taşı dökerek en kısa zamanda tüm kurum ve kuruluşların katıldığı gerekirse günlerce sürecek tartışılacak ama sonuca varılacak toplantı (toplantılar) düzenlenmeli. Gelecek seçimlerin adayları en az bir yıl önceden belirlenip, kamuoyuna tanıtılarak toplumun desteğinin alınması sağlanmalı ve de adayların Türkiye’de yaşıyor olması, seçmenleri ve örgütleri daha çok motive eder. Aksi takdirde Türkiye’deki örgütlerde milletvekili olacak kapasitede yönetici yok mu diye düşünülmektedir. Dar kadroculuk, küçük olsun benim olsun, benden sonrası tufan gibi kişisel çıkarları ve Alevi öğretisinde olmayan ben’i biz’e dönüştürmeliyiz, inancımızın, kültürümüzün ve toplumumuzun çıkarları için kişisel çıkarlarımızı unutmalıyız diye düşünüyorum. Daha önce dediğimiz gibi yine keşke demeyelim.

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

DÜZEN PARTİLERİ DEMOKRASİNİN SINIRLANMASINDAN, ALEVİLER-BEKTAŞİLER DEMOKRASİDEN YANA

Düzen Partilerine Oy Yok, Oylarımız Bağımsız Adaylara Esen Uslu

T

ürkiye Genelkurmay sitesine konan “elektronik” muhtıra ile ülkemiz bir kez daha cunta tehdidi altına girdi. Normal dönemlerde asker-sivil bürokrasisinin demokrasi üzerindeki vesayetini gizleyen, ancak kriz dönemlerinde siyasallaşmış ve tarafsızlığını yitirmiş olduğu gizlenemez duruma gelen yargı, cumhurbaşkanlığı seçimini zorlama bir yorumla kilitledi. Ülke erken bir seçime zorlandı. İktidardaki AKP, demokrasiden yana görünümüne, Meclis’teki gücüne karşın yasal çerçevede demokrasiden yana basit değişiklikleri yapmadığı gibi Kürt demokratlarının ve solun Meclis’e girmesini engellemek için konulmuş yüzde on barajını ele almayı bile reddetti. Ama gergin ortamda toz-dumanın ardına gizlenip, giderayak demokrasi düşmanlarının işine yarayacak bir dizi kararı Meclis’ten geçirmeyi kâr bildi. AB’ye girmek için kısıtlanan polis yetkilerini yeniden arttırıverdi. Ordu komando birliklerinin tümüyle profesyonel askerlerden oluşturulması kararı uygulamaya konulduktan sonra kamuya açıklandı. Böylece, zorunlu askerliğe dayalı ordu yerine, tümüyle paralı askerlere dayalı orduya yönelik bu adım, Mecliste ve kamuoyunda tartışılma olanağı bulamadı. Meclis, dokunulmazlık zırhına bürünmüş yargı kaçakları ve affa uğramış eski hükümlüler ile doluyken, on yıla yakın süreyi yok yere hapiste geçirmiş eski DEP milletvekilleri ceza aldıkları gerekçesi ile bağımsız aday bile olamaz sayıldı. Kürt yerel yönetimlerine baskılar traji-komik düzeye tırmandı. Avrupa’da yaşayan canların her gün gördüğü gibi, her belediyenin, orada yaşayanlara kendi anadillerinde hizmet götürmesi demok rasini ayrılmaz bir parçasıdır. Diyarbakır, Sur belediye başkanı, Kürt-Ermeni-Arap toplumlarının ana dillerinde hizmet verme yolunda adım atınca, yargı eliyle belediye başkanlığı iptal edildi. Kısacası seçimle gerilen siyaset ortamı 1982 anayasasının demokrasiyi sınırlayan tüm yönlerini birer birer gözler önüne sermeye başladı.

S

Düzen Partilerine Oy Yok

eçim kampanyaları, kimin diğerinden daha baskıcı olacağını, daha saldırgan ve savaşçı olacağını kanıtlamaya yönelik bir yarışmaya dönüştü. Demokrat olduklarını öne sürerek söze başlayan düzen partilerinin, bol palavrayla süslenmiş demokratlık gösterilerinin, aslında anti demokrat iç yüzleri gizleyen bir maske olduğu ortalığa serildi. Düzen partilerinin halkın oylarını kapabilmek için yürüttükleri kampanyanın düzeysizliği görüldü. Parti liderlerinin elinde yağlı ilmek sallaması, kimin linç çetelerinden yana olduğunu sergiledi. Asılsız vaatler, tutulmayacak sözler marifetmiş gibi sunuldu. “Mazotu en düşük fiyata ben satacağım” ya da “Fındığa en yüksek taban fiyatını ben vereceğim” gibi vaatler düzen partilerinin tüm seçim sloganlarının palavra olduğuna kanıt oldu. AKP iktidar olmanın tüm olanaklarını seferber etti. Evlere yiyecek paketlerinden, kömür dağıtmaya kadar bilinen yöntemlerle kamu kaynaklarını bol keseden harcayarak oy satın alma çabası gözlerimizin önünde sergilendi, sergileniyor. Alevilerin, Sünni gericiliğin taşkınlıklarına karşı engel oluşturduğu, şeriatçılık ve tarikatçılığa karşı laikliği ve cumhuriyeti savunduğu gerekçesiyle desteklemeyi alışkanlık haline getirdiği CHP, bu seçimlerde halkın en temel demokratik istemlerini dillendirmek ne kelime, tam tersine en devletçi-cuntacı-savaş yanlısı tutumlara bürünmeyi marifet bildi. Alevi-Bektaşilerin en temel istemi olan laiklik konusunda, Diyanet ve

zorunlu din dersi gibi konularda açık ve net bir tavır almadığı gibi, Meclis üzerinde devlet vesayetinin sözcüsü olmaya yeltendi. Düzen partileri Alevi “oyundan” pay kapabilmek için çabaladı. Basın, Alevilerin varlığını hatırladı, her yer kime oy verecekleri üzerine inceleme ve yorumlarla doldu. Bu ani ilgi, aslında Alevi oylarını düzen partilerinde toparlamaya yönelik bir propaganda çabasıydı. Bu cabanın sivri ucu, “Aleviler, dinine-devletine-milletine bağlıdır; toprak bütünlüğünden yanadır” yıkama-yağlamasıyla, Alevi oylarını bağımsız adaylardan, özellikle Kürt adaylardan uzaklaştırmaya yönelikti.

D

Oylarımız Bağımsız Adaylara

üzen partileri Alevi oylarına göz dikerek, iki yüzlülükte birbiriyle yarışarak, “keriz silkeleme” yöntemiyle oy toplama bezirgânlığı yürütüyorlar. Aleviler-Bektaşiler böyle kolayca kandırılamayacak siyasi anlayış ve yetkinliğe sahip olduklarını göstereceklerdir. Alevi-Bektaşiler laiklik ve demokrasiyi içten savunduklarını kanıtlayacaklardır. Demokrasi düşmanı düzen partilerinin halkın sesinin Meclis’e yansımasını engelleme çabalarını boşa çıkartacaklardır. Aleviler-Bektaşiler, demokrasiden yana olan diğer güçlerle birlikte demokrasinin sınırlarını genişletmeye yönelik ortak bağımsız aday girişimini destekleyerek, tüm ezilen-dışlanan emekçi halkın aynı hedefe doğru birlikte yürüyebileceğini göstereceklerdir. Düzen’in efendileri, yüzde on barajı ile ezilenlerin bağımsız sesinin Meclis’e yansımasını engellemeye çalışıyor; Alevi oylarını tekeline almak istiyor. Aleviler bu çabaları boşa çıkaracak, kendilerinin Meclis’teki gerçek sesi olacak ortak bağımsız adayları destekleyeceklerdir. Muhalefetteki düzen partileri Alevilere, bu seçimlerde “irtica tehlikesi” olduğu için AKP iktidarından kurtulmanın bir numaralı hedef olduğunu söylüyorlar. Aleviler-Bektaşiler bu sahte hedefe inanmıyorlar. İrtica ve şeriatçılık tehlikesinin gerçekte ne olduğunu en acı deneyimlerle öğrenmiş ve Türkiye’de herkesten daha iyi bilen Aleviler, irtica tehlikesinin cuntacılıkla, devletçilikle, ırkçı milliyetçilikle ve demokrasi düşmanlığı ile içli dışlı olduğundan şüphe duymuyorlar. Evet, Alevilerin AKP iktidarına verilecek oyu yok, ama Alevilerin elleri kanlılara da, meydanlarda yağlı urganla dolaşanlara da, Kürt emekçilerinin en demokratik haklarına düşman olanlara da, cunta desteğinde iktidara gelmeyi marifet bilenlere de, Atatürkçülük kisvesi ardında ırkçımilliyetçi-Sünni devlet islamını savunanlara da verecek oyu yok. Bu seçimlerde Aleviler, düzen partilerinin dikensiz gül bahçesine çevirmek istediği Meclis’i, tüm ezilen, horlanan, dışlanan emekçi halkın sesinin duyurulacağı bir kürsüye dönüştürmeye oy verecekler. Bunun için bu seçimlerde tercihlerini bağımsız demokrat adaylardan yana kullanacaklardır. Ortak bağımsız sol adaylar, İstanbul’da “Meclise Baskın Gerek”, “Meclise Ufuk Gerek” sloganlarıyla öne düştü. Ankara’da PSAKD’nin de katıldığı ortak toplantılarla belirlendi. Her yörede ortak bağımsız adaylar halkın sesini yükseltmeye yönelik kampanyalar yürüttü. Ortak adayların Meclis’e girmesi, bağımsız aday olan Kürt demokratlarının sesi ile birleşerek, önümüzdeki dönemde halkın sesinin Meclis’e yansıtacaktır. Alevi-Bektaşiler, kendilerini temsil edecek bağımsız ve namuslu sesleri Meclis’e sokmak olduğunu için oylarının herhangi bir düzen partisine değil, sesimiz olacak bağımsız adaylara verecektir.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.