Sercesme Dergisi, Sayi 32, Ağustos 2007

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

ALEVİLER İÇİN SEÇİM BİR BİLMECE

Bu Sayida Velyettn Ulusoy Hacı Bektaş Veli’ye Bağlılık

Fkret Otyam Katkılara Eyvallah Ey Canlar Yaar Seyman Deyişlerin Yanık Sesi Esat Korkmaz Geri Dönüş Tapımı ve Kırklar Cemi İsmal Kaygusuz Yunus Emre - Bölüm I İlyas Şmek Abdal Musa Etkinlikleri CHP Adına Düzenlenmiş Yusuf Zamr İnsan Olmaya Geldik - Bölüm II İlhan Cem Erseven Alevi Cephesinde Neler Oluyor - Bölüm III Ham Kutlu Ölçüsüzlük ya da Yanlışlardan Öğrenmek Ahmet Koçak 2007 Yılı Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü Sebahat Akkiraz’a verildi Sebahat Akkiraz ile Söyleştik Ula Özdemr Cavit Murtezaoğlu ile Söyleştik Bölüm II Metn Demrta Hamza Tanal ile Feyzullah Çınar’ı Dinlerken, 1983 İsmal Özmen Tasavvufda Müzik ve Sema Hasan Harmancı Hak’tan Doğanlar Döner mi Geriye Al Kele Günümüz Âşıklarından Taşlamalar Lütf Kalel Yedi Ulu Ozan

Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

Fyati: Ytl  /   /   Austos  Sayi:

32

Dervişlik, hırkada, taç’da değildir Hararet nardadır, sac’da değildir Her ne arar isen kendinde ara Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir (Hacı Bektaş Veli)

Aptallaşıyor muyuz? Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

S

eçim sürecinde “aptallaşıyor muyuz neyiz”; zaman bize daha hızlı koşuyor bunu biliyorum. Onu karşılama becerisini gösteremediğimiz için gelip bize çarpıyor; yara-bere içinde kalıp “telef ” oluyoruz. Sonra da zaman kötü diye dövünüyoruz. Zamanın kötülüğü, biz zaman olamadığımız içindir; zaman olabilseydik, zamanın yerine geçebilseydik eğer birbirimize koşardık; anlaşırdık diye düşünüyorum; en azından kendimize rastlama olanağımız olurdu. Zaman olup birbirimize koşacağımıza, “siyasete müdahale ediyoruz” savıyla örgütlerimizi kendi sağına yatırım yapan sosyaldemokrat yapıya “koştuk”. Koştuk da ne oldu? Körlüğümüzün bedeli ortaya çıktı. Bu toprağın en gerçekçi siyaseti olan Alevi-Bektaşi tarihi, sosyaldemokrat zemine yatırım yapmaya yöneldi. Alevilik-Bektaşilik denen tohumun temel üretim zemininin dışına düşen CHP toprağında “düşük verim” vereceğini bir türlü öğrenemedik. Öyleyse böylesi dönemlerde ağırlıklı olarak sosyaldemokrat yapının solunda yatırım olanakları-seçenekleri yaratmak daha üretken olmaz mı? Gerekiyorsa çok küçük oy oranıyla ezilenler adına politik anlamda “erken uyarı sistemi” olunamaz mı? Bunu bile beceremedik. Seçim “geliyorum”, dedi; biz “haber vermeden geldi, apansız bastırdı” biçiminde anladık. Hazırlıksız ve seçeneksiz yakalanan Alevi-Bektaşi örgütlülüğü, kimi örgüt yöneticilerinin milletvekili olma hırslarını tatmin etmenin ötesinde sağlıklı sonuçlar üretebildi mi? Bence üretemedi. Alevi-Bektaşi siyaseti, topluluk ölçeğinde, Alevi-Bektaşi gelenekselliğini kucaklayan, o temelden beslenerek günümüze uzanan çağdaş bir tavrın-duruşun; toplumsal ölçekte ise Alevilerin-Bektaşilerin de içinde yer aldığı halk katının-sınıf temelinin çıkarlarına dayalı bir kavganın iktidara yönelik taşıyıcısı olmalıdır. Çağdaş Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün “yazgısını” elinde tutan örgüt yöneticilerimizin, doğrudan demokrasi temelli, halkın yakın ve uzak çıkarına dayalı Alevi-Bektaşi geçmişini güncellemekten, Aleviliğin-Bektaşiliğin toplumsallaşma araçlarını saptamaktan ve siyasal siyasetini üretmekten “aciz” olduğu anlaşıldı. Bu durum arkadaşların iyi ya da kötü olmalarıyla ilintili değildir; bilgi ve becerilerini aşan bir durum olmasıyla ilintilidir. Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün mücadele zemini halk katıdır; yani sınıf yoğun alandır. Orada demokratik hakların kesintisiz kavgasını verir; toplumsallaşma araçlarını harekete geçirerek Aleviliğin siyasal siyasetinin nerede ve nasıl üretileceğini, nerede-nasıl ve kimlerle örgütleneceğini yaşama geçirir. Elde ettiği her hakkın kalıcı kazanımlar durumuna gelmesi için uğraş verir. Birey kimliğini, demokratik örgüt kimliğine dönüştürür. Yasaları zorlayan ya da egemen yargıyı kıran, daha açık anlatımla sistemin ezberini bozan bir “itaatsizlik” kanalında Aleviler-Bektaşiler için güdücü-yönlendirici bir bilinç-kültür oluşturur. O zaman somutlayalım: Alevilerin-Bektaşilerin kendi demokratik örgütlerini doğrudan taban alarak gösterecekleri siyasal tavır, tepki duydukları sosyaldemokrat siyasetin solunda, ilerici toplumsal güçlerin bir blok oluşturarak iktidara yönelik olarak gerçekleştirecekleri siyasal oluşuma katılmayı amaçlayabilir. Katılım sürecinde, Alevi-Bektaşi kimliğinin açılımlarının özümsenmesini sağlar. Uzantısında sosyaldemokratları da kendi siyasetlerini sorgulayacakları bir eğilimin içine sokmaya çalışır ya da böylesi bir sonuca neden olur. Bu tavır, bağımsız adaylarla gösterilebileceği gibi başka yollarla da gösterilebilir. AlevilerBektaşiler açısından, halk katında, emek zemininde “sınıf yoğun” değerleri öne alan anlamlı bir demokrasi blokunun özlenen biçimde gerçekleştirilememiş olması, yapılan yanlışlıkları (Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME

ANAMIN GÖÇÜ KÖYÜNDEN HABER DERLEMEYE DEVAM,

(Baştarafı 1. Sayfada)

Katkılara Eyvallah Ey Canlar..

Aptallaşıyor muyuz?

Fikret Otyam “mazur” göstermez. Yöneticilerimiz, akıllarının erdikleri gibi davrandılar; ama bu doğru yaptıkları anlamına gelmez. Soralım-yanıtlayalım: Alevilik-Bektaşilik ne zaman yapılanıp biçimlendi? Ortaçağ’da. Nerede? Temel üretim zemininde, yani toprakotlak üzerinde. Kimleri kucakladı? Belirleyici üretici güçleri ve bu güce yardımcı güçleri, yani köylüleri, çobanları, zanaat üreticilerini Böyle olduğu için de kendisi dışında her inançtan insanın, yaratan-üreten olmak koşuluyla sözcüsü oldu. Her davranışı, halkı kurtuluşa taşıyan seçenek durumuna geldi. Ama bugün Ortaçağ’da yaşamıyoruz. O günün temel üretim zemini bugün “az sınıf yoğun” bir üretim alanı durumuna dönüştü. O günün belirleyici üretici güçleri bugün, belirleyicilikten “yardımcılığa” indi. Küçük mülkiyet temelinin küçük üreticileri oldu. Mülksüzlerin yardımcısı anlamında, “sınıf yoğun” alanın kıyısına taşındı. Şimdi, kentler, fabrikalar temel üretim zemini; işçiler belirleyici üretici, köylüler yardımcı güç. Yaşanan Alevi-Bektaşi gerçeği, yaşamın kendisindeki bu değişime ayak uyduramamış görünüyor; bu nedenle hâlâ bâtıni köylülük değerlerinin taşıyıcısı durumunda. Kırdan kente göç olgusuna koşut olarak ağırlıklı biçimde kendilerinin de işçileştiklerinin ayırımında değiller sanki. Küçük mülkiyetin ufuk sığlığıyla belirgin böylesi bir Alevi-Bektaşi gerçeği, sol siyaset yerine, sisteme yönelik köktenci bir sorgulama getiremeyen, tam tersine sistemin acılarını-sıkıntılarını çekilebilir kılmanın kimliği olan sosyal demokrat siyasete yatkın bir eğilim üretti. Aleviler-Bektaşiler sosyaldemokrat yapıya “düşman” olsunlar, o yapıyı “olumsuzlasınlar” demiyorum. Bu doğru da olmaz. Benim söylemek isteğim Aleviler-Bektaşiler açısından sosyaldemokrat zeminin “yardımcı” çalışma alanı olduğu gerçeğidir.. Asıl çalışma alanı “silinip”, yardımcı alan öne alındığı, büyütüldüğü için her şey tersine dönmektedir. Öyle olmadı mı? Örgütlü Alevi yapının siyasete müdahale tavrı, sosyaldemokrat bir siyasal ufuk içinde “güdük” bir sosyaldemokrat tavır üretmekten öte bir sonuç vermedi. O alanda kökleşmiş olan sosyaldemokrat siyasetin kendisiyle baş edemediği için, “pazarlık” varlığı olmanın ötesine geçemedi. Pardon: “Pazarlık” varlığı da olamadı.

Esat Korkmaz’ı Salı geceleri saat 8 ile 9 arasında Dem TV’de Gönül Defteri programında izleyebilirsiniz. Türksat 1C Frekans: 10955 V SR: 5860 - FEC: 5/6

2

A

DIMA gönderilenleri “dosttan gelen selamdır” deyip saklarım yıllardır ve üç yıl önce de 1943 / 2005 arası gelen mektupları, anıları içeren 800 sayfalık kitabımı yazdım Günizi Yayınları arasında çıktı adı da: “Dosttan Gelen Selamsın”. Evet, gelen mektup değil, mihmanın ta kendisidir, o mihman ki Hazreti Ali’nin ta kendisidir, bu cana böyle bellettilerdi. İşte bir örnek: “Sayın Fikret Otyam Abi, Merhaba! Biz ‘yezit’ taifesinden değiliz. (hep nalet okumuşuzdur da) Senin 72 yıl önce, Müezin İbrahim bey ‘amcan’ sayesinde, Aksaray pazarından ‘bir cingel tereyağı’ tam almak üzereyken o körpe omuzundan bir el çekip geriye ‘nörün be oğlum’ demeseydi dahi senin hidayete ereceğini bilir miydi bilmem, ama iyi de olmuş yani. Hani, senin anayın memleketi!.. Ben derim ki, Antalya Beyşehir’e 260 km.dir. 72 yıl önceki yarım kalmış ‘Kızılbaş tereyağı ve Kızılbaşın kestiği etlerden’ meze, yanında (günahın çifte tellisi) rakı içmeye ne dersiniz?..

açıp Selman Zebil cana telefon ettim iki yıl sonra da, kendi Kızılbaş ya, dedim Selman can anamın köyü Göçü ya da yanında Alevi köyü/ köyleri var mı? O da Antalya’ya geliyormuş iki gün sonra yazları dört yıldır yaşadığımız Geyikbayırı köyündeki yuvamızdaydı özetle bir “ayaklı kitaplık” bir can. Köyü Şamlar ile ilgili “soy-sop kökenleri ve eski Türk geleneklerinin günümüzdeki izleri” ana başlıklı bir çalışmasını verdi, bu çalışmanın kitaba dönüşmesini yürekten dilerim, “Yası-Matem ve Aşure Geleneği” bölümünden bir örnek vermek isterim: “Yas-ı Matem ve Aşure Geleneği, Şamlar’da ‘Yas-r Matem’ Kerbela’da imam Hüseyin ve yanında bulunan 72 kişilik ailesine karşı acımasız, kanlı kıyımın acısını duyumsamak için tutulan Muharem ayındaki 12 günlük oruç tutulduktan sonra aşure yapılır. Şamlar’da aşure, bir nevi mevlüt’e benzer Şahlama adı verilen ortaya aşure dolu bir tas konur, etrafında dönülerek ağır tempoyla eller birbirine çarpılır ve hep bir ağızdan ‘Şah Şah’ denilerek aşağıdaki deyiş okunur.”

“Osmanlı Döneminde Beyşehir Sancağı” (1522–1584)

Rakı şahidim olsun ki ‘Kızılbaşın kestiği etin’ mezesi de hoştur hani!.. Sizi sarmaya, soframızda ağırlamaya hazırız. Var mısın? Varsın ‘kaşık düşmanın’ da olsun yanında. Vallahi bir güzel de olur hani ‘mekruf’’ kızılbaşların sohbeti; yaşıyın 79 buçuktan 80’e devrildiğinde… Şu, biz ‘Kızılbaş’ güruhu var ya şişeden doldurup bardağa ‘mekruf rakıdan’ can cana içmek isteriz. (Sahtekârların zehirli rakısı girmez kapımızdan ha!) Tanrı bizi, ‘yezit taifesinden’ koruduğu gibi korur ‘zehirli rakıdan’ Alimallah, eyvallah. Eğer gelmek arzu ederseniz ben gelir arabamla alırım sizi. Saygı ve sevgilerimle..” Selman Zebil , 20 Aralık 2005 Hani yazdım ya anama ait tapu belgesi “Ali evlatları” diye başlıyor diye evladın birisinin adı Durmuş idi ki biz anamın babasının adını hep Osman bildik durduk iyi mi? Anam Naciye, teyzem Zülfiye dayım da “Ali Riza” Yemen’de kafası kesilip şehit edilen genç zabit. Dosyayı

S

ELMAN can daha sonra Prof. Dr. M. Akif Erdoğdu’nun “Osmanlı Döneminde Beyşehir Sancağı” adlı kitabından “Göçü Nahiyesi” bölümünü faksladı. Bu bölümün girişi de özetle şöyle:

“2.1. Göçü Nahiyesi Göçü, kapsadığı alan, zenginlik ve nüfus bakımından sancağın en zengin, geniş ve değişmeyen nahiyesi olarak varlığını on altıncı yüzyılın sonlarına kadar devam ettirmiştir. Göçü kelimesi Türkçe olup ‘kapı önünde veya ev önünde herhangi bir şey ekilmeyen yer’ anlamına gelmektedir. Göçü köyü bu bölgenin merkez köyü idi. Davgana, Beğri, Eğriler, Gurgurum, Karahisar ve Çiğil köyleri on altıncı yüzyıl sonlarına kadar nahiyenin en zengin ve kalabalık köyleri olarak kaldılar. Konya, Ilgın, Akşehir, Kıreli ve Gurgurum nahiyeleriyle hemhuduttu. 1584 yılında bu alanda 119 köy ve 4 mezra bulunuyordu.”

Beyşehir yöresinde yapılan yörük şenlikleri, Fırka-i İslahiye eliyle zorunlu iskana tabî tutulduklarından beri yerleşik düzene geçmeye zorlanan göçebe türkmenlerin yitirdikleri kültürlerini bir ölçüde yad etmeye yarıyor.

Sayı 32


SERÇEÞME

GARİP BEKTAŞ

Sabrın sonu selamettir deyip aramaya devamdan başka ne var elde başka yapacak?.. Bu konuda okur canlardan da yardım diliyorum. Osmanlı bazı köylere yerleşik düzen için ekim olanakları tanımış, tohumlar vermiş Göçü yöresinde ama onlar sonunda yinede başkaldırıp yakmışlar tohumları. Vergici gelince bunlar sır oluyormuş kodunsa bul! Ya şimdileri iki torba kömüre, iki üç torba makarna sıvı yağa oy satanlara ne demeli ey gök çadırlım?

Şahlama

Gezdim de Geldim

Şah geldi şarımıza Sefadır canımıza Hüseyn’im gaziler Bu gün bayramdır bize Şah, Şah

Cihan var olmadan ben-i âdemden Hak ile birlikte gezdim de geldim Bütün ilimleri devir eyledim İncil’i, Kuran’ı yazdım da geldim

Şah bizim alamızdır Veysel-i kalemizdir Hüseyn’im gaziler Bugün Kerbelamızdır Şah, Şah Şah bize nesin verdi Sohbetin hasın verdi Yezide cevrin cefasın Biz’e de sefasın verdi Şah, Şah Şah geldi dem geldi Kıran girsin Yezit’e Aliyel Abbas’an geldi Şah, Şah Şah geldi dem geldi Güzel Şah’ın ellerinden On İki İmam can geldi Şah, Şah Şah gelir kalka kalka Boğazı gümüş halka Şah yüzüğün yitirmiş Ararız korka korka Şah, Şah Şah geldi şarımıza Sefadır canımıza Şah’ın ayağın tozları Sürmedir gözümüze Şah, Şah Şah sılanın elinde Al kaftanı belinde Sofular semah oynar On İki İmam yolunda Şah, Şah Âlem eydir ey kişi Dünya fendir ey kişi Bu bir fani dünyadır Bir bilene var kişi Şah, Şah Âlem gider ağmaya Eller gider yağmaya Var bir amelcik kazan Başına taşlar yağmaya Şah, Şah Şah’ım geldi gömlekce Donu gömleğinden gökçe Güzel Şah’ım yolları İnceden ince Şah, Şah Gül ektim gül bitirdim Gül harmanı yetirdim Gül harmanın üstüne Şah Ali’yi getirdim Şah, Şah”

Ağustos 2007

Gülşen Altun’un Gümüş Müzik Yapımevinden yayınlanın albümünde yer alan Gezdim de Geldim deyişinin videosunu internette izleyebilirsiniz: www.youtube.com

Deyişlerin Yanık Sesi… Deyiş seslerimizden biri de Gülşen Altun… Saz üretim ustası Mustafa Sekendur, sazı şöyle tanımlıyor: “Anadolu’nun binlerce yıllık sesi saz… Her telinde farklı bir duygu, farklı bir ruh… Bilir misiniz, en güzel sevda türkülerini alt tel, en hüzünlü dertleri orta tel, gurbetle sılanın en yanık havasını üst tel anlatır. Bazen de üçü birleşip yaşamı dile getirir.” Yılların saz çalan ve saz üreten ustasından bunları okuduğum gün dostum Gülşen Altun’un armağanı olan ‘Gezdimde Geldim’ adlı çalışmasını dinliyordum. Yıllar sonra çıkan CD yeni söz yazarlarını, bestecileri ve derlemecileri de müjdeliyor. Alevi deyişlerinin kadın sesleri var… Onlarla deyişlere, türkülere, gülbanklara yolculuğa çıkmak insanın öz öze direnç tazelemesini sağlar. Bu güzel sesler Alevi inancının sanat elçileridir. Sabahat Akkiraz, Belkıs Akkale, Güler Duman, Gülcihan Koç ve Gülşen Altun… Sevgili Gülşen, bu çalışmasını hakka yürüyen Köy Enstitülü babası öğretmen Hasan Altun’a ithaf etmiş… Çalışmaya adını veren ‘Gezdimde Geldim’ parçasına amatör bir klib çekilmiş. Söz ve müzik Hüseyin Ün’e ait olan ‘Hayal Oldu’ Gülşen Altun’un yanık sesinde dillere pelesenk olacak. İnsanın yürek telini titreten bu türkü uzun yıllar dillerden düşmeyecek. TRT’de uzun yıllar halk türküleri söyleyen, derlemeler yapan sanatçı bu çalışmasına ‘Vay Deli Memo’ derlemesiyle katılıyor. Söz ve müziği Orhan Narinç’e ait ‘Cano’ bir başka güzel türkü. Gülşen’in, lirik ve berrak sesinde bir içim su gibi gönüllere akıyor… Uzun yıllar sonra ikinci baharında kitlelerle buluşan Gülşen Altun’u bu çalışmasında yalnız bırakmamak ve popüler kültüre inat halk kültürünü, türküleri, deyişleri yaşatmaya kararlı sanatçımıza destek olmak gerek… Ve bu sesi bir mevsim değil tüm mevsimler dinlemek ve yüreklendirmek halk kültürüne de gönül borcumuzdur…

Yaşar Seyman Oran, 1 Ağustos 2007

Nice kitap yazdım çoğu sır oldu Yüce tanrım bana sadık yar oldu Bütün peygamberler bende var oldu Tevrat’ı, Zebur’u çözdüm de geldim Binbir dona girdim gören olmadı Halin nedir diye soran olmadı Benden evvel Hakk’a eren olmadı İlmin deryasında yüzdüm de geldim Yağmur oldum yere yağdım sel oldum Deryalara aktım gittim göl oldum Garip Bektaş her canlıya dost oldum Kendi mezarımı kazdım da geldim Gülşen Altun’un demesinde dem: Allah bir Muhammet medet Ya Ali Pirim Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Sensin bu dertlere derman ya Ali Ali yar, Ali yar, Şah’ım Ali yar Hak biliyor benim gönlüm sende var

Gel Gidelim Hacı Bektaş Veli’ye Eğer gerçekleri görmek istersen Gel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye Muhabbet demine girmek istersen Gel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye Orada kurulsun bir ulu divan Gerçekten görülsün sevilen seven Varını yoğunu bu yola veren Gel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye Şeriattan tarikata geçelim Hakikatten marifeti seçelim Pir elinden dolu bade içelim Gel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye Keramet ehlinin ol kerem kani Biz bizden alalım ilmi irfanı Sevgide bulalım dini imanı Gel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye Atalım kalplerden kini nefreti İnsana verelim sevgi hürmeti Kendinde ara bul her hakikati Gel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye Hiç bir canı incitmeden kırmadan Kendi kusurunu kendin görmeden Boş boşuna bu bedeni yormadan Gel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye Garip Bektaş Hak çağırır dilimiz Ezelden ikrara bağlı belimiz Erenler yoludur gerçek yolumuz Gel gidelim Hacı Bektaş Veli’ye

3


SERÇEÞME

Geriye Dönüş Tapımı ve Kırklar Cemi Esat Korkmaz

K

söylencedir. İnsanlık evriminin bir gereği olarak IRKLAR CEMİ’ni Alevi felsefesine ve Alekabul ettikleri ya da kabul etmek zorunda kalvi öğretisine uygun biçimde bilince çıkarma Söylencelere dıkları son tektanrıcı din İslamiyet içinde, kendi ya da inanca taşıma sorunu, Aleviliğin-Bektaşilikimliklerinin dayatması sonucu dramatik biçimğin düğüm sorunlarından biridir. Çünkü şeriatçı “aklın ilkeleri” ile bakamayız: İslam kuşatmasında yaşama geçen hemen her türÇünkü söylence “açık ve dünyevi” de yaşama geçirilen başat bir inanç kaynağıdır. İbrahim-İsa-Muhammet şeriatına karşı zeminde den kirlenme öncelikle Kırklar Cemi söylencesibir bilince seslenmez, filizlenip boy veren nesnel-toplumsal-düşünsel ne taşınmaktadır. Alevi felsefesindeki ya da inanve inançsal yaratılar ortamında bir sentez olarak cındaki olumsuzlukların saptanması bağlamında egemenliğini gönül dünyasının beliren Aleviliğin-Bektaşiliğin, tepkisini destanKırklar Cemi söylencesi bir turnusol kağıdıdır derinliklerinde sürer; laştırmak isteğinden doğmuştur denilebilir. İnanç denebilir. anlama-algılama boyutunda, İslamiyet’in doğuş koşullarına taşıAlevi-Bektaşi topluluğunun günlük dilinde yeteneğini tetikler ve uyarır narak yaratılan ve “Ben kimlik olarak o günlerde en çok yinelenen, Alevi-Bektaşiliğe ilişkin soyaşasaydım böyle düşünürdüm”, demek istenilen, runların çözümünde en sık başvurulan bir inanç olağanüstü bir kurgudur. Medeni insan kafasının kaynağı olmasına karşın, Kırklar Cemi’nin neyi ürünü olan şeriatçı inanca, aynı medeni insanın kafa yordamını kullanaanlattığı konusunda tam bir sığlık egemendir. Tarihsel süreci içinde bu rak verdiği bâtıni-heterodoksi nitelikte bir manifestodur. Ortodoks inanç sığlığa şeriatçı ya da Ortodoks İslam’dan gelen kirlenmeler de yapışmış, görüntüsü ardında şeriatı temsil eden Tanrı elçisinin; bâtıni-heterodoksi kimi durumlarda yapıştırılmıştır. inanç görüntüsü ardında aklı temsil eden Ali ve arkadaşlarını tanımak Bu zeminde özkaynaklarından uzaklaştırılan ya da özkaynaklarına durumunda kaldığı bir organı, yani Kırklar Meclisini merkeze alarak biyabancılaştırılan Alevi felsefesi, süreçte, şeraitçi tanrıbilime (teolojiye) lince çıkarılan anti-şeriatçı tavrın evrenselleştirilmesidir. dönüşürken; bu dönüşüm koşutunda, kendi geçmişinden korkan, kendi inanç kaynaklarının özgün yorumundan ürken azımsanmayacak bir Alevi-Bektaşi kimliği yaratılmıştır. Alevilerin-Bektaşilerin kendilerini Geriye Dönüş Tapımı sorgulamada ölçüt alacakları felsefe-tasavvuf pusulası ikirciksiz bilince taşınamazsa korkaklığı-ürkekliği ile belirgin bu kimlik yakın gelecekte, STER BİREYSEL olsun, ister toplumsal olsun yapılanıp biçimlenen Alevi-Bektaşi topluluğu üzerinde egemenlik kuracaktır. O günlere taşıbir kimliğin, kendini yaratan kaynaklara doğru geriye yolculuğa çıknılması durumunda: ması ve tapım konusu olacak biçimde bu değerleri kutsaması, olgusuna geriye dönüş tapımı adı verilir. Bu tapımı anlamadan Aleviliği anlamak a. Doğatanrıcılığın, yani doğasal diyalektiğin dışa vurumu olarak beli- olası değildir: Yıllardır tartıştığımız, bugün de canlılığını koruyan Aleviren Tanrı-Doğa-İnsan ve İnsantanrıcılığın, yani toplumsal diyalektiğin lik İslam’ın içinde mi yoksa dışında mı? sorunu, bunun kanıtı durumundışavurumu olarak beliren Hak-Muhammet-Ali üçlemeleri aracılığıyla dadır. akıl varlığı olarak tasarımlanan Tanrı, insan, Muhammet ve Ali kimlikAnadolu Aleviliğinde geriye dönüş tapımı son derece önemlidir: XI.leri, şeriatçı İslam zemininde inanç varlıklarına dönüştürülecek; XII. yüzyıllarda Anadolu’da yapılanıp biçimlenen Anadolu Aleviliği, b. Tanrısal özün ışık biçiminde taşarak görünüşe çıkması görüntüsü ar- kendisini yaratan kaynaklara doğru yolculuğa çıkar; bu yolculuk özellikle Ali Yandaşları’nın izini sürme biçiminde gerçekleşir. Geriye doğru dında düşüncede görme olarak tasarımlanan Doğa-Evren gerçeği, şeriat İslam’ın doğuş koşullarına taşınırken, İslam’ın ortodoks değerlerini ve zeminine taşınarak yaradılış, yoktan var ediş kapsamında inançta kabulkimliklerini kaynakta kurutmak için tapım konusu inanç kaynaklarını lenmeye çevrilecek; Bu gerçeklik nedeniyle Alevilikte nesnel kaynaklarla inanç kayc. Yüzlerce yıllık tarih sürecinde yaratılan ve şeraitçi tanrıbilime karşı yaratır. nakları genelde aynı yerde/coğrafyada bulunmaz. oluşturulan Alevi felsefesi, Alevi öğretisi iğdiş edilecek; Anadolu Aleviliğinde geriye dönüş, kalın çizgileriyle yapılanma süd. Aleviliğin-Bektaşiliğin düşünsel/toplumsal kaynakları Arap Yarıma- recinde Babai Hareketle başlar ve Kızılbaş Hareketle tamamlanır. Geriye dönüş, Anadolu Aleviliğinin kaynak kültürlerinde atalar tapımı oladası’nda aranmaya başlanacak; ve rak önemli bir işlevselliğe sahipti. Önemi nedeniyle bu tapım değerleri e. Ruh göçü anlayışının gereği olmayan cennet-cehennem tasarımları, Anadolu Aleviliğine taşınmıştır. şeriatçı inançtan ödünç alınma yoluna gidilecektir. Atalar tapımının kazanımları gereği Alevilik-Bektaşilikte topluluk Belirecek yoğun yabancılaşma kanalında, Kırklar Cemi’nin kendisi dendiğinde bu üç biçimde anlaşılır: de düşünsel tasarımdan, inanç kabullenmesine dönüşecek; akıl alanının, l. Yaşarken henüz dirilememiş canların oluşturduğu topluluk; mantık engellerinin dışında bir söylence iken aklın kabul edemeyeceği, mantığın özümseyemeyeceği bir somutlukta, nesnellikte mucizeye 2. Ölmeden evvel ölmek zemininde yetkin duruma gelmiş canların indirgenecek; şeriatçı inanca bir başkaldırı olarak tasarımlanan Kırklar oluşturduğu topluluk ve Cemi, bu inancın bir parçası durumuna gelecektir. 3. Hakk’a yürümüş canların canlarının oluşturduğu topluluk.

İ

Söylenceler Yalan Söylemez

S

ÖYLENCELER akıl-mantık alanı dışında, sonradan kurgulanan ürünler olmalarına karşın yalan değillerdir. Kırkların Cemi de bir söylencedir; demek ki o da yalan değildir. Çünkü her söylence, toplumda yalanın keşfedilmediği çağlar üzerine kurulur; toplumsal bir özlemin dışavurumu olarak belirir. Bu bağlamda Kırklar Söylencesi sosyal ve tarihsel olayların, Alevi-Bektaşi kimliğinin beyin ve ruh aynasında bir yansımadır. Alevi-Bektaşi kimliği Anadolu’da ve Anadolu’ya yakın coğrafyalarda süregelen değişiklikleri, ortaya çıkan altüstlükleri, kendi evren görüşü ve kendi somut araçlarıyla anlamlandırmak istemiştir. Alevi-Bektaşi kimliğine bu isteği dayatan sosyal olaylar ve ortam gözden kaçırılırsa Kırklar Cemi söylencesi anlaşılmaz bir yumağa dönüşür. Bu nedenle bir söylencenin nasıl söylendiğine değil, niçin söylendiğine bakılır. Biraz daha somut düşünelim: Kırklar Cemi, Küçük Asya’da İsa şeriatına tavırlı halkın, Muhammet şeriatına tavırlı Ali Yandaşları’nın ve Orta Asya’dan kopup gelen, ilksel komünal değerlerle donanımlı, medeniyetin sömürücü özüne tavırlı yığınların düşünce beslemesiyle yaratılan ve atalar tapımı-gök tapımı gereği geçmişe taşınıp inanç alanına oturtulan bir

4

Nurhak Görgü Ceminde Fatma Ana ile Hüseyin Baba semah dönerken

Sayı 32


SERÇEÞME Atalar tapımı bağlamında, Hakk’a yürümüş canların canlarının toplamı aslında, toplumsal bilinç demektir. Bu bilinçten yararlanma çabası Alevi-Bektaşi eğitimini oluşturur. Ata ruhları, yaşayanların yaşamına sızmışsa bir yönüyle beden kimliği edinmiş demektir; sızamamışsa ya da sızmaya yatkın beden düşüncesi bulamamışsa bedensiz olarak ya da kuş, böcek, hayvan donunda, yaşayanlarla iç içedir. İnsanın amacı bu üç toplum arasında kesintisiz iletişimi sağlamaktır. Bu iletişimin sağlanmasında sırra ermiş kimlik olarak dede-baba, büyük bir sorumluluk taşır. Anadolu Aleviliği kaynak kültürden kendisine ulaşan atalar tapımı değerlerini Hz. Ali’nin değerleri durumuna dönüştürür: Artık “Konuşan Tanrı” görüntüsü ardında Hz. Ali “ata-baba” ya da “ata-tanrı”dır; daha doğrusu bir “doğa-tanrı”dır. Hz. Fatma, “ata-ana”dır ya da “ata-tanrıça”dır, daha doğrusu bir “doğa-tanrı”dır. Doğal olarak ataların izini geriye doğru sürme biçiminde tanımlayabileceğimiz geriye dönüş tapımı, Hz. Ali’ye ve Hz. Fatma’ya dönme biçiminde yaşama geçmiştir. Dönmenin gerçekleşebilmesi için Hz. Ali’nin adıyla anılan İslam heterodoksisi geriye doğru izlenmiş ve Anadolu Aleviliği bâtıni gönül zemininde İslam’ın doğuş koşullarına taşınmıştır.

Kırklar Cemi Şeriatçı İslam’a Bir Manifestodur

B

ÂTINİ anlamda, toplumsal bir özlemin dışa vurumudur Kırklar Cemi. Bâtıni kimliğin, Alevi kimliğinin; kendini yaratan ya da medeni bir toprakta olağanüstü bir kıvraklık göstererek içine taşındığı İslam zemininde kendini etkileyen kanallardan biri durumunda bulunan Ali Yandaşları Hareketi’nin, izini geriye doğru sürerek kurgulayıp bilince çıkardığı eğitici bir söylencedir. Söylencede Cebrail bir inanç kişisi olarak tanımlanmasına karşın gerçekte o Muhammet’in sezgisel aklı, içgüdüsel zekâsıdır. Bu nedenle özünde Muhammet, nesnel bir yolculuğa değil, sezgisel aklının kılavuzluğunda bir gönül yolculuğuna çıkar. İbrahim-İsa-Muhammet şeriatının temsilcisi ve son Ortodoks tanrının elçisi olarak çıktığı bu yolculuktan, halkın temsilcisi ve halk elçisi, yani bir halk adamı olarak döner. İşte Kırkların Cemi söylencesi Muhammet’in eğitilmesi anlamına gelen bu değişimin/dönüşümün kutsal bir anlatımıdır. Bâtıni kimliğin, Alevi kimliğinin özlem yüklemesiyle bir iç hesaplaşmaya itilen Muhammet’in gönül serüveni, inanç örtüsü altında Miraç yolculuğuna dönüşür. Yolculuk sonunda Ortodoks Tanrı, yani inanç tanrısı insan tanrıya, yani konuşan tanrıya indirgenir. İnancına egemen olan, kendisini inanç baskısından arındıran Ali, Muhammet’i etkiler, bir bakıma eğitir. Bu eğitim/etkileme sonucu Muhammet, tanrı elçisi olarak çıktığı gökyüzünden birey / toplum hizmetlisi olarak yeryüzüne iner; bir yorum ve yetenek varlığı olarak toplumun, ama yoksul toplumun duyarlı bir üyesi olur. Görünürde inanç yaratısı olan Cebrail, Tanrı’nın davetini Muhammet’e bildirir ve O’nu alıp Tanrı katına çıkarır. Tanrı da gerçekleri Muhammet’e açıklar. Bu görüntünün arkasında olan ise Muhammet’in Cebrail olarak algılanan kendi aklı aracılığıyla yorumlamaya çalıştığı şeylerin nereden geldiğini anlamaya / bulmaya çalışması yatar. Söylencede bâtın âlemin/gayb âleminin ya da tanrısal âlemin görünüşe çıkmış bir biçimi olarak beliren Kırklar Meclisi, gerçekte ezilenler adına davranan, onların sözcüsü/öncüsü durumunda olan; ortodoks inanca, despot devlete karşı duruş almış bulunan bir örgüt kurmaylığından başka bir şey değildir. Buradaki bâtın âlem, gayb âlemi ya da bunun kutsanmış biçimi olan tanrısal âlem; yoksulların/ ezilenlerin dünyasıdır. Kaldı ki bu gerçeklik söylencede örtük de olsa Tanrı diliyle açıklanır: Tanrı-Muhammet muhabbetinde doksan bin söz edilir; bunun otuz bini şeriat olur ve Kuran olarak iner; kalan altmış bini ise Ali’de sır olur. Buradaki otuz bin sözün taşıyıcısı olan Muhammet kimliği, Ortodoks inanç kimliğidir; Tanrı’nın elçisi, peygamberidir. Bu otuz bin söz Tanrı buyruklarıdır. Cebrail, Tanrı’ya en yakın olan dört melekten, peygambere haber verip götürmekle görevli olanıdır. Cebrail, Tanrı’nın buyruklarını Muhammet’e taşır. Muhammet, ümmetine duyurur; bunlar toplanır, Kuran ortaya çıkar. Görüldüğü gibi Muhammet’in ortodoks kimliği, bütünüyle bir inanç kimliğidir; kulluk ya da tutsaklık üzerine kuruludur. Bu kimlik Miraç yolculuğu sonunda terk edilir: Ortodoks Tanrı, tanrı insan ya da insan tanrı kılığında bedenleşirken, Muhammet peygamberlikten, asıl kimliğine, yoksulların hizmetçiliğine soyunur. Tanrı buyruğu olarak algılanan Kuran ayetleri, Muhammet’in yapıtına/makalesine dönüşür. Cebrail, Tanrı’ya en yakın dört melekten biri olmaktan çıkar ve genel olarak insan aklına, özel olarak Muhammet’in aklına dönüşür. Kimlik değiştiren Muhammet’in aklı yani Cebrail, gayb âleminde yani yoksulların dünyasında gezindiğinden; söylenceye göre hemen her şeyin Kırklar Meclisi’nden geldiğini sezer ve onların bulunduğu kapıyı çalar. Aleviler-Bektaşiler için Muhammet’in Kırklar Meclisi’ne katılması, O’nun Ali’nin yolunu bulması olarak algılanır. Ali’de sır olan altmış bin söz; Kırklar’ın toplu eğitimiyle, yani cem’le kendilerini yönetecek kurallar/ilkeler biçiminde belirmeye başlar. Aklın sınırı dışında bir yerlerde duran, kendini sorgulatmayan ortodoks tanrının anlayamayacağı ya da denetim kuramayacağı bir zeminde yani akıl alanında görünüşe çıkan sırlar; ezilenleri kurtuluşa taşıyacak bir bâtıni ideolojiye dönüşür. Miraç yolculuğu sırasında ve dönüşte Kırklar’ın kapısında kulak abdesti yoluyla akılla/ özle yıkanan Muhammet; Kırklar Meclisi’ne katıldıktan sonra inançta aklın nesnelleşmiş biçimi olan dolu ya da şerbetle bir kez daha yıkanır; bilgiyle iç yıkanmaya uğratılır. Kırkların Cemi’ndeki üzüm suyu yani dolu; Kırklar’ın taşıyıcısı oldukları toplumsal aklın nesnelleşmiş halinden başka bir şey değildir. Bilgiyle yıkanmış olan Muhammet, ezilenlerin temsilcileri olan Kırklar’a biat eder. O artık mürşittir. Mürşit inançta, aklın bedenleşmiş biçimi olarak algılanır. Her şeyi akılla sorgulayan bir odağın, inanç olarak yansıyan akıl sonuçlarının kutsandığı halkın manevi odağının merkezidir. Bu nedenle Alevi inancının toplumsallaştığı yer olan meydanda akıl kıblesi olarak öne çıkar. Görüldüğü gibi Kırklar Cemi söylencesi ortodoks inanca, yani Şeriatçı İslam’a bir manifestodur.

Ağustos 2007

ABDAL MUSA

Ali’den Gayri Gözlerin kör olsun ey kanlı yezit, Bu meydanda kim var Ali’den gayri? Oniki İmam’ın kapısın açan İmamlar değildir Ali’den gayri. Güvercin donuyla Urum’a uçan İmamlar evin kapısın açan Cümle evliyalar üstünden geçen Var mıdır hiçbir er Ali’den gayri? Muhammet Mirac’ın yoluna girdi Bu sır gayet sır içinde sır idi Şir donunu, hatem mührünü verdi Bu sırrı kim eder Ali’den gayri? Cümle evliyalar, imamlar bunda İkrar alan kişi düşer mi derde Yek nefesle durma meydan-ı erde Kimdir baba, rehber Ali’den gayri? Her kimin çırağın yaksa Hak olur Rızaya baş koyup teslim’in takar Aslımız Oniki İmam’a çıkar Babamız her kim var Ali’den gayri? Selman bir deste gül Şah’a uzattı Kendi tabutuna kendisi yattı Cemm-i Mushaf’tan nikabın attı Kuran yok, gördüler Ali’den gayri. Erenler erkânı gerçek bellüdür Abdal Musa fakir onun kuludur İmanlar sırrıyla gönül doludur Var mıdır hiçbir er Ali’den gayri?

ŞAH HATAYİ

Kırklar Meydanı Kırklar meydanına vardım Gel beri ey can dediler İzzet ile selam verdiler Gel işte meydan dediler Kırklar bir yerde durdular Otur deyü yer verdiler Önüme sofra serdiler El lokmaya sun dediler Kırkların kalbi durudur Gelenin kalbi arıdır Gelişin kandan beridir Söyle sen kimsin dediler Gir semaa bile oyna Silinsin açılsın ayna Kırk yıl kazanda dur kayna Daha çiğ bu ten dediler Gördüğünü gözün ile Söyleme sen sözün ile Andan sonra bizim ile Olasın mihman dediler Düşme dünya mihnetine Talip ol Hak Hazretine Ab-ı zemzem şerbetine Parmağını ban dediler Şah Hatayi’m nedir halin Hakk’a şükr et kaldır elin Gıybetten kesegör dilin Her kula yeksan dediler

5


SERÇEÞME

Aleviliğin Büyük Bilge Ozanı Yunus Emre (1238–40/1320) - Bölüm I İsmail Kaygusuz

Y

UNUS EMRE’den, bizim Yunus’tan, onun evreni kucaklayan hoşgörülü ulu gönlünden canlara binlerce merhaba diyerek, bir şiiriyle giriş yapalım. Çünkü Yunus Emre’mizden konuşurken ve yazarken onun önüne geçilmez. İlk o söyler sonra bizler. Aşk imandır bize gönül selamet Kıblemiz dost yüzü daimdir salat Dost yüzün göricek şirk yağmalandı Anın çün kapıda kaldı şeriat Gönül secde eder dost mihrabına Yüzün yere koyup kılar münacat Münacât için vakt olmaz arda Kim ola dost ile bu demde halvet Derildi beşimiz bir vakte geldi Din tamam olıcak değer muhabbet Doğruluk bekleyen dost kapısında Gümansız ol bulur ilahi devlet Yunus o kapıda keminde kuldur Ezelden ebede dektir bu izzet

Yunus’un Kıblesi Dost Yüzü, Secdesi Dost’adır “İnancımız sevgi” diyor Yunus, “Kıblemiz dost yüzü, namazımız niyazımız onadır. Dostun yüzünü görünce şeriatı kapıda koyduk. Dostun yüzü, insanın kendisidir, bizim mihrabımız ve secdemiz onadır. İbadet için vakit mi olurmuş? İbadet sevgi-muhabbettir, hiç vakitle kısıtlanır mı? Derip devşirip bire indirdik biz o beş vakti! Bu bir vakit sınırsızlığında, din ancak sevgiyle tamamlanır...” Şeriatı kapıda bırakıp gönül evine, hakikat makamına ermiş olan Yunus Emre’mizi devlet Türk-İslam sentezi çerçevesinde, Sünniler şeriatçı bağlamda sahiplenmeye kalkıyor. Kapısının önünde yığılmışlar, basın-yayın araçlarıyla, burjuva tarihçileri ve dinci yazarlarıyla, hatta bilim adamı sıfatıyla Yunus’u gönül evinden çıkarmak, Sünnileştirmek istiyorlar. Bir de Said Emre’nin şu şiirini okuyalım: Sala geldi müezzin geldi kaamet eyledi Kıbleye karşı yüzin tutdı niyyet eyledi Secdeye indi yüzüm didar gördi bu gözüm Dağıldı aklum sözüm zihnümi mat eyledi Unutdum namazımı dosta tutdum yüzümü Dost kendü mürvetinden bir işaret eyledi Ne taat var ne salat ne zikir var ne tesbih Bu beş vakit namazumı ışka gaaret eyledi Şol benüm secdegahum Tur dağı durur meğer Musi’leyin gözlerim Tur münacat eyledi (...) Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş-ı Veli Bu Said kemter kulı oldı adet eyledi Said Emre, her nereye baksa Hacı Bektaş’ı gördüğünü ve onun basit bir kulu olmayı adet eylediğini söylüyor. O, Hacı Bektaş’ın irşadıyla batıni tasavvufun içine öyle bir dalıyor ki, beş vakit namazını, tüm zahiri ibadetlerini, zikir ve tesbihini nutuyor ve aşka kendini veriyor. Musa’nın Tur dağında gördüğünü, hangi yana baksa Hacı Bektaş Veli’de görüyor. Bütün bunlar, geçmişte inandıklarını inkâr sayılırsa da önemli bulmuyor artık. Hünkâr’ın mürüvvetine erişmiştir, bu ona yeter:

Yunus Emre ve Hünkâr Hacı Bektaş

A

YNI dönemde yaşamış ve Hacı Bektaş’ın halifelerinden Tapduk Emre’nin yoloğlu Yunus’un da ona şiirlerinde yer vermemesi mümkün değildir. Günümüze ulaşan Yunus şiirlerinde Hacı Bektaş’ı göremeyişimiz, onun adının geçtiği şiirlerin ayıklanıp yokedilmesiyle açıklanabilir ancak. Yunus’un şiirlerinin birçoğu Hacı Bektaş felsefesinin yorumlarından başkası değildir. Yunus’un yukarıdaki dizelerinde, doğ-

6

ruluk beklediği dost kapısı Hacı Bektaş dergâhının kapısıdır, “kıblesi ve dost yüzü” de onun yüzüdür. Yunus o kapıda (tıpkı Said gibi) basit bir kul görüyor kendini. Bu onun için sonsuza dek sürecek bir izzet, bir onurdur; büyük aşktır. “Doğruluk dost kapısıdır” diyen zaten Hacı Bektaş Veli’nin kendisidir ve ona göre de tapınma Dosta’dır. Bu dost Tanrının görünüm alanına çıktığı Veli’dir, zamanın İmamıdır ve de insan-ı kâmildir. 1200 yılında yazılmış Alamut İsmaili Aleviliğinin Kıyamet (yeniden doğuş) dönemi kitabı Haft-i Bab Baba Seyyidna’da Azizi’nin şu dizelerini okumaktayız: “Dostun kapısı iki adımdan fazla değil Sen ise birinci adımda duruyorsun” Büyük batıni dai’si Hacı Bektaş, karşı inançtakiler için erişilmez ve atılması mümkün olmayan bu “iki adımı” aşmış; ‘Dost’un kapısını açıp, onunla bütünleşerek Hakikat’a ulaşmıştır. Kendilerini onun kapısında basit bir kul olarak görseler de Said Emre de, Yunus Emre de bizce “Dost kapısı”ıdan içeri girmiş ve kendi sözleriyle “kuşkusuz ilahi varlığı bulmuş” ve “ezelden ebede kadar bu izzeti, bu sonsuz aşkı yaşamışlardır”. Her iki Emre’nin Hünkâr’da bütünleşen tanrısal aşkına Said’in şu dizeleri tanıktır: Işk yokluk kabul ider varluğın koyup gider Varluk mülkinden sonra ışk ebed ömür sürer Dirliğin ışka virüb kendü ışka kul olup Hünkâr ışkın öğmedin bu Said neye yarar

Büyük Bilge Halk Ozanı Yunus Emre

Y

UNUS’UN yaşamı hakkında Velâyetname’deki söylencelerin ve halk arasında anlatılanların dışında fazla bir şey bilinmemektedir. Bunlara göre, Yunus yoksul mu yoksuldur. Son belgelere göre ise, 1238-40’larda doğan Yunus, olasıdır ki varlıklıca bir Türkmen oymak beyinin oğluydu. Belgelerin gösterdiği gibi bu oymak Hacı İsmail veya Hacı İbrahim topluluğu olabilir. Sakarya-Porsuk havzasında yaşadıkları düşünülürse, demek ki Horasan’dan geldiklerinde Bizans sınırı boyuna yerleştirilmişlerdi. Yunus Emre’nin kırsal kesim halkı arasında yetişmiş, doğaçlama şiir söyleyen bir “halk aşığı” olduğunu düşünmek yanlıştır. O iyi eğitim görmüş ve çağının dilleri ve bilgileriyle donanmış ve bilinçli tercihini yaparak halkın arasına girmiş bir “bilge ozan”dır. Şiirlerinden büyük bölümünün ve özellikle 54 yaşlarındayken yazdığı Risalet-ül Nushiyye adlı mesnevisinin içeriği, Yunus’un çağının tüm felsefi bilgi ve akımlarını tanıdığını göstermektedir. Yunus Emre’nin, Mevlana ile tartışacak, Ferüdeddin Attar’ı okuyup tasavvufi öykülerini şiirlerinde kullanacak ve Sadi’den şiirler çevirecek kadar Farsçası vardı. Kuran’ı yorumlayacak, Hallacı Mansur’un yapıtlarını okuyup inceleyecek ve onun enelhakçılığını çok iyi anlayacak kadar Arapça biliyordu Yunus. Massignon’un Fransızca tertiplemiş olduğu Hallac Divanı’ndaki bazı şiirlerinden türkçeleştirdiğimiz bir kaç dizesiyle Yunus’unkilerden bir küçük karşılaştırma yapalım: (Tanrım!) Herkesin başı yukarıda Dikelmiş durduklarına bakılırsa Seni göklerde arıyorlar Kör olduklarından varlığını farkedemiyorlar Oysa seninle benim aramda hiç bir boşluk yok! (...) Ey benim varlığımın özümün özü Ey içinde ruhum asılı olan sen Seni nasıl bende sen diye çağırabilirdim Eğer sen bana ‘Ben’ diye mırıldanmamış olsaydın Yunus Emre de Hallac-ı Mansur kadar cesurdur. O, aradığının yeryüzünde olduğunu söylemekle yetinmiyor. Yunus yaratan ve yaratılandır. İsa ve Muhammed’le göklere ağar, Musa’ya binbir kelam eden odur! Hallacı Mansur ile birlikte “enelhak” der ve dâra çekilir. Ama onun boynuna dâr urganını geçiren de kendisidir. Evvel odur, ahir odur. Bu söylediklerine inanmayanlara kafir demekten de çekinmez:

Sayı 32


SERÇEÞME Ben ayımı yerde gördüm ne isterim gökyüzünde Benim yüzüm yerde gerek bana rahmet yerden yağar (...) Gökte peygamber ile miracı kılan benim Ashab-ı soffa ile yalıncak kalan benim

Tartmış kudret kılıcın çalmış nefsin boynuna Nefsini tepelemiş elleri kan içinde

Musa peygamber ile binbir kelamı kıldım İsa peygamber ile göklere çıkan benim

Sayrı olmuş iniler Kur’an ününü dinler Kur’an okuyan kendi kendi Kur’an içinde (...) Baştan ayağa değin Haktır ki seni tutmuş Haktan ayrı ne vardır kalma güman içinde

O Hallacı Mansur ile söylerdim Enelhakkı Benim gene onun boynuna dâr urganı takan benim

Oruç namaz gusül hac hicaptır aşıklara Aşık andan münezzeh halis heves içinde

Evvel benim ahir benim canlara can olan benim Azıp yolda kalmışlara Hızır medet olan benim

Girdim gönül şehrine daldım onun bahrine Aşk ile gideriken iz buldum can içinde

Dost ile birliğe yeten buyruğu ne ise tutan Mülk yaratıp dünya düzen ol bahçevan heman benim

Yunus senin sözlerin ma’nidir bilenlere Söyleniser sözlerin devr-i zamaniçinde

Halk içinde dirlik düzen dört kitabı doğru yazan Ağ üstünde kara düzen ol yazılan Kuran benim Yunus değil bunu diyen kendiliğidir söyleyen Kafirdürür inanmayan evvel ahir heman benim Anadolu Türkçesinin yazı dili olmasında öncülük eden, Türk halk edebiyatının ilk büyük ozanı Yunus Emre’nin ilk gençlik ve tahsil yılları Selçuklu başkentinde geçmiş olmalıdır. Gölpınarlı’nın “Yunus Emre’nin Konya’da medrese eğitimi görmüş olduğu” düşüncesine katılıyoruz. Moğol korumalığındaki Selçuklu devletinin başkenti Konya, o dönemde hâlâ yüksek din, felsefe, kültür ve sanat merkeziydi. Suhreverdi, Muhiddin-i Arabî ve Sadettin Konevi gibi mutasavvıflar ve kısa bir dönem büyük İsmaili baş daisi Muhammed Şamseddin Tebrizi bu kentte bulunmuşlarsa da, Konya’ya damgasını vuran, hiç kuşkusuz Mevlâna Celaleddin Rumi’dir. Ancak Yunus, “Konya minaresini bir çuvaldız gibi görmeye” başladığında, Mevlâna meclislerinden kaçıp, dışarıda yönetimlerin ezdiği halka yönelmiştir.

Yunus, Şeriata ve Onun Kurduğu Düzene Başkaldırmıştır

Y

UNUS döneminin düzenine ve yönetimlerine karşıdır. Düzenin temelden bozukluğuna, zalimliğine ve kandökücülüğüne başkaldırmıştır. Şiirlerinde “öğüt işitmez halka” durup dinlenmeden bunu anlatmaktadır. Feodal beyler yoksul halkı iliklerine değin sömürmektedir ve onlar için öldürmek zevktir. Haram-i hamir, yani mayası bozuklar cihanı doldurmuştur, onca fesat ve namussuzluklarına rağmen saygı görürler. Düzenin getirdiği ahlak bozukluklarına da dikkat çeken Yunus, der vişlerin yolgöstericilik görevlerini yerine getirmediklerinden de yakınıyor. Konyalı dervişlerle birlikte, kendi batıni-Alevi çevresinden bazı gezginci dervişleri de kıyasıya eleştirmektedir. Bunların halkı aydınlatma-eğitme görevini bırakıp, bey olarak çevreye korku ve heybet saldıklarını, düzenle kaynaştıklarını biraz kapalı da olsa söylemekten çekinmiyor. Yunus Emre ve onun mensup olduğu çevrenin dervişleri, Hacı Bektaş Veli’nin yolgösterici ve aydınlatıcı, inanç ve düşüncelerinin propagandacısıdırlar. Yunus şiirlerinden birinde; Vardığımız illere şol sefa gönüllere Halka Taptuk ma’nisin saçtık elhamdülillah diyerek, piri Tapduk Emre’nin, dolayısıyla Hacı Bektaş’ın düşüncelerinin yayıcısı olduklarını açıkça söylüyor. Yunus, tanrıyı kendi sıfatında görmüştür, bundan hiç kuşkusu-gümanı yoktur. Oruç, namaz, zekat hac, yani şeri tapınmalar onun için bir cinayettir. O, kendinde gördüğü tanrıyla birleşmiş ve Hak ile Hak olmuştur. Şeriat ve ilkeleri, ibadetler hakkındaki bu düşüncelerinin ayrıntılarını Yunus’un kendi dilinden izleyelim: Rüku sücuda kalma ameline dayanma İlm ü amel garkolur naz ü niyaz içinde Oruç namaz zekat hac cürm ü cinayettürür Fakir bundan azattır has-ül havas içinde Ayn-el yakın görüptür Yunus mecnun olupdur Bir ile bir olupdur Hakk-al yakın içinde Yunus çok çalışmış, çabalamış, çok çileler çekmiştir bu olgunluğa erişmek için. Nefsine kılıç çalmıştır. O şimdi “herkestir”. Kuran okuyan da, Kuran’ın içindeki de kendisidir. Üstelik meydana çıkmış, bunun siyasetini yapmaktadır: Siyaset meydanında galebeden çıkan o Siyaset kendi olmuş girmiş meydan içinde

Ağustos 2007

Seksen yılı aşkın yaşamı boyunca bir kez bile hacca gitmemiş olan Yunus, er-evliyayı ziyaret edip erin eşiğine yüz sürmekle Kâbe’yi tavaf kılıyor. O, Hakkı er yüzünde görmektedir. Yunus için bir gönüle girmek, binlerce kez Kâbe’ye gitmekten yeğdir: Âşık oldum erene ermek ile Hakkı gördüm er yüzün görmek ile Haktan erer türlü nasip erlere Olmaz imiş Kabeye varmak ile Kâbe senin eşiğindir bilmiş ol Bulamazsın yol çekib aramag ile (...) Ey erenler ey kardeşler görün beni nittim ahi Ere erdim eri buldum er eteğin tuttum ahi Canım bir gözsüz bir can idi içi dolu sen-ben idi Tuttum miskinlik etegin ben menzile yettim ahi Yunus Emre için cümle yaratıklar birdir, ayrısı gayrısı yok, eşittir. Cümle varlığa tek bir gözle bakmayan, şeriatın evliyası da olsa hakikatte asidir. Hakikat bir denizdir, şeriat bir gemi. Tahtaları ne denli sağlam olursa olsun gemiye güvenilmez, dalga biraz arttı mı tahtalar kırılıverir. Öyleyse o gemiden çıkıp hakikatin kucağına atılmalıdır. Kurtuluş buradadır. Hakikatin kafiri şeriatın evliyasıyla eşdüzeydedir. Şeriat oğlanları ortalıkta “şeriat da şeriat” diye çığlık atıyorlar. Girip de Hakikat kapısından şöyle bir baksınlar, bakalım bir daha geri dönebilecekler mi? Bizler bilimin talipleriyiz ve aşk kitabı okuruz, diyor Yunus. Öğretmenimiz Çalap’ın kendisidir. Gittiğimiz yola gelmek istersen, dört kitabı yüzeyden şerhedenleri dinleyerek değil, içanlamlarını, batıni yorumlarını öğrenmelisin. Ben’likten çıkıp, adını değiştirip öyle geleceksin. Çünkü bizim inancımızın temel ilke ve buyrukları hiçbir dinde bulunmaz. Yunus, “sözün hülasasını” kendi coşkun diliyle şöyle dile getiriyor: Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan Şer’in evliyasıysa hakikatta asidir Şeriatın haberin şerh ile aydam işit Şeriat bir gemidir hakikat deryasıdır Ol geminin tahtası her nice muhkem ise Deniz merci kat’olsa tahta uşanasıdır Bundan içeri habar işit aydeyim ey yar Hakikatın kafiri Şer’in evliyasıdır Biz talibi ilimleriz aşk kitabın okuruz Çalap müderris bize aşk hod medresemizdir (...) Hakikat bir denizdir şeriattır gemisi Çoklar gemiden çıkıp içine dalmadılar Bunlar geldi tapıya şeriat tuttudurur İçeri giribeni ne varın bilmediler Dört kitabı şerheden asidir hakikate Zira tefsir okuyup ma’nisin bilmediler Şeriat oğlanları bahsedüp da’vi kılur Hakikat erenleri da’viye kalmadılar Yunus adın Sadık’tır bu yola geldin ise Adın değiştirmeyenler bu yola gelmediler Şeriat tarikat yoldur varana Hakikat marifet andan içeri

(Devamı 8. Sayfada)

7


SERÇEÞME

Abdal Musa Etkinlikleri CHP Adına Düzenlenmiş

(Baştarafı 7. Sayfada)

Yunus Emre

İlyas Şimşek (...) Gayridür her milletten bizim milletimiz Hiç dinde bulunmadı din ü diyanetimiz Bu din ü diyanette yetmiş iki millette Bu dünya ol ahrette ayrıdur ayatımız Zahir suya banmadan el ayak deprenmeden Baş sücuda varmadan kılunur taatımız Ne Kabe vü ne mescid ne rüku ne sücud Hak ile daim becid olur münacatımız Yunus canın yenile kim dostluğun anıla Aşk ile dinlerisen bilesin kudretimiz Yunus’un okuduğu kitabı kalem yazmamıştır, yazabilmesi için yedi deniz dolusu mürekkep olmalıdır. Yunus, oruç namaz için içki içer, sarhoş olur. Seccade üzerinde ise altı telli saz ya da kopuz dinlemeyi tercih eder: Ben bir kitap okudum kalem yazmadı onu Mürekkep eyler isem yetmeye yedi deniz Ben oruç namaz için suci içtim esridim Tesbihü seccadeyçün dinledim çeşte kopuz Açıktır ki, Yunus’tan verdiğimiz bu birkaç örnekte bile şeriatı, Sünniliği öven tek bir sözcük yoktur. Zamanının bey ve yöneticilerinin yanında olduğunu belirleyen bir dolaylı söylem de yok, tam tersine onlara karşıdır. Alevi kanı içmekten doymayan Osmanlı şeyhülislamı Ebu Suud Efendi, ölümünden iki yüz yıl sonra Yunus için “katli vaciptir” diye fetva yazıyordu. Alevi-Bektaşi, yani Batıni inanç ve gelenekleri, Anadolu’da kesin olarak ilk kez Yunus Emre’nin şiirleriyle –onun kendi deyimiyle– “siyaset meydanına” çıkmıştır. Hacı Bektaş Veli’ye bağlı Tapduk Emre’den el etek tutan, nasibalan Yunus, Anadolu batıniliği olan Aleviliğin siyasetini yapmıştır. Erler meydanından geçmiş olan Yunus canını satılığa çıkarmış ve “burada yiter başlar, soran olmaz” demektedir. Alevi cemlerinde “bu meydan er meydanıdır, bu meydanda nice başlar kesilir de hiç soran olmaz” diye gülbenk çekildiğini hatırlayalım. Aşk pazarıdır bu canlar satılır Satarım canımı kimseler almaz Begim aşık isen var sen yoluna Burda başlar yiter başlar sorulmaz Yunus bu tertibe garkoldu gitti Geri gelmekliğe aklı derilmez Gölpınarlı, “Yunus, batıni inançları, telakkileri ve gelenekleri benimsemekle birlikte aşırı bir Alevi değildir” diyor. Buna kanıt olarak da, üç-dört şiirde Ebubekir, Ömer ve Osman’ın adlarının geçmesini gösteriyor. Bir kez, bunların Yunus’a ait olup olmadığı kesin bilinmiyor. Yunus’a ait olduğu kabul edilse bile, eğer bunlar gerçekten takıyye (kendini gizleme) zorunluluğundan yazılmamış olsaydı, daha çok benzerleri bulunabilirdi. A. Gölpınarlı Yunus’a Alevi dememek için bu dört beyite sarılıyor. Bununla da kalmamıştır. Ölmezden önce giderayak Yunus’a en büyük kötülüğü yapmış ve Altın Kitaplar Yayınevi’nin yayınlamış olduğu “Yunus Emre” kitabında, “Yunus’ta biraz melametilik ve batınilik varsa da yol, erkan, yani tarikat silsilesi Mevlana’ya çıkmaktadır” demektedir. Bunu yaparken Gölpınarlı çürük bir destek kullanıyor: Yunus’un sadece iki şiirinde Mevlana’nın, bir şiirinde de Konya’nın adlarının geçmesi. Oysaki Yunus’un en az 12 şiirinde de Hacı Bektaş müridi Tapduk Emre’nin adı geçmektedir. Onu bir server, ulu şeyh görmektedir. Yunus’un aşk sultanıdır O. Yüzünü görünce esrimiş, coşmuş ve çiğken pişmiştir. Bu şiirlerden bir beyitte, “Yunus’a Tapduk’tan oldu hem Barak’tan Saltuğa Bu nasib çün cuş kıldı ben nice pinhan olam” diyerek Tapduk, Barak ve Saltuk’u, dolayısıyla Hacı Bektaş Veli’ye ulaşan yol silsilesini belirtmiştir.

8

A

NTALYA’DA Alevi örgütlenmesinin son durumu ve ABF’nin yansımaları, 1993 yılında kurulan Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür ve Tanıtma Derneği ile başlamıştır. O günden bugüne toplumun büyük bir bölümü örgütlü Alevi-Bektaşi zeminden uzaklaştırılmıştır. Kopuş süreci tabii ki bir-iki olayla gerçekleşmedi, bunun tohumları dernekler kurulduğu günden itibaren ekilmeye başlandı. Antalya’da Alevi örgütlenmesinin başlamasıyla toplum hızlı bir şekilde bu örgütlerde yer almaya başladı. Yılların verdiği ezikliği derneklerde yer alarak bastırmaya, kimliklerini ifade etmeye başladılar. Hızlı bir şekilde semah ekipleri kuruldu. Düğünde dernekte semahlar dönülmeye başlandı. Gösteri amaçlı olsa da insanlar cemlere katıldılar, salonlar cem ayinlerine yetmedi. İnsanlar cemlere, susuzluğunu giderecek bir pınar gözüyle bakıyordu; toplumda yeni bir uyanış başladı. Doğal olarak toplumun bu durumunu gören politikacılar boş durmadı. Aslanın yakaladığı ava yaklaşamayan tilki misali bu örgütlerin etrafında yalanıp durdular. Hesaplar yaptılar, fırsatlar aradılar. Bu dönemlerde derneğin yaptığı etkinlikler kitleleri coşturuyor, insanlar salonlara sığmıyordu. Bizim siyasi tilkilerin iştahını kabartıyordu, dernekleri bir şekliyle ele almaları gerekiyordu. Ama bir engel vardı. Onların bu tutumlarına karşı gelen bir grup vardı. Etkinliklerle salonları dolduran bu derneğin bir altyapısı, bir mutfağı vardı. Onlar öncelikle bu insanları bu derneklerden çıkarmadan bir şey yapamayacaklarını biliyorlardı. Çalışan gençlik kadrosundan gelen bu arkadaşlar derneğin semah hizmetini yürütüyor, geceleri organize ediyor, Aydın’a Muğla’ya kadar gidip etkinlikler düzenliyordu. Siyasi arkadaşlarımız, kendilerine öncelikle dernek içinde dayanacakları bir avcı, bir kekliğe ihtiyaçları vardı. O kekliği çok çabuk buldular. Dernek 1995 seçimlerine giderken kendi içinde benlik çekişmesine gidildi. O zaman dernek yönetiminde bulunan Ali Aksüt kendine göre açıklamalar yapıyordu; kendini her yerde ön plana çıkartması derneğin altyapısında çalışan arkadaşların tepkisini almaya başladı. Seçim kararı çıkınca Ali Aksüt yönetimde görev almayacağını söyledi. O zaman bir liste yapılmasına karar verildi, liste oluşmadı. Tabii bunlar olurken Ali Aksüt ve beraberindekiler, CHP binasında, orada çalışan Alevi arkadaşlarla bir liste oluşturmuşlar. Ali Aksüt o zaman CHP üyesi olan, aktif çalışan, usta siyasetçi -şimdi aramızda olmayan- Hüseyin Yıldırım Abiyi yönetime önermiş. Hüseyin Abi ile Ali Aksüt’ün içinde olduğu bir listeyle seçime girildi. Çarşaf listeye girecekler daha önceden belirlendiği için ben ve Nagi Metin listeye giremedik. Bize en yakın arkadaşım Süleyman Demir ve Çorumlu yakınlarım bile oy vermedi, tabii bu hesapları onlar bilemiyordu. Yanlışlar yapılıyordu ama bir şeyleri değiştiremedik. Seçimi kaybettik. Ali Aksüt’ün de içinde bulunduğu liste seçimi kazandı. Bir hafta on gün geçmeden dernek kaynamaya başladı. Ali Aksüt CHP’den gelen kadrolarla çalışamadı; hemen istifa etti. Dernek kaldı Hüseyin Abi’ye; O da dernek gençliği ile mahkemelik olacak derecede kavgalara girdi. Ben seçimi kaybedince bu grupla çalışamayacağımı anlayıp yeni kurulmuş olan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nde çalışmaya başladım. Ben gidince benden sonra Süleyman Demir ve bir grup genç de bizimle geldi. Pir Sultan Derneği’nin bir dönem genel merkezinde görev yaptım. Süleyman Demir, Hüseyin Yıldırım yönetimi gidince tekrar derneğe döndü. Hüseyin Yıldırım Abi kendi ayrılmıştı ama CHP’li bir grubu derneğe yerleştirdi. Bu grup yıllarca derneğe geldi CHP propagandası yaptı, bir fayda sağlamadı. CHP’ye gidip Alevi kimlikleriyle bir şey yapmaya çalıştılar ama oraya da bir fayda sağlayamadılar. İki arada bir derede kaldılar. Dernek artık bir grubun elindeydi ama siyasi arkadaşların önünde bir iki engel vardı. Onların da oradan gitmesi gerekiyordu. Çekirdek kadrodan gelen Fahrettin Aksünger ile Süleyman Demir, sudan nedenlerle bir çatışma içerisine sokuldu. Süleyman Demir’in bir olaydan dolayı dernekten dışlanmasını sağladılar. Her nedense aynı şeyleri yapan başka arkadaşları daha büyük görevlere getirdiler. Bu arkadaşlar kendi siyasi hırsları uğruna basit sebeplerden un eler gibi önüne geleni elediler. Bir dönem birlikte aynı yönetimlerde görev alan Kazım Engin Hoca’yı önce ABF yönetimine gönderip Antalya’dan uzaklaştırdılar; sonra da bir fırsatını bulup Antalya’dan ayağını kaydırdılar. Yıllarca derneğe bir derviş gibi hizmet veren, zâkirlik yapan Fahrettin Aksünger’i derneklerden ayağını kestiler.Dernekte eski kadrolardan birkaç istisna dışında kimse kalmadı. Meydan kaldı siyasi arkadaşlara, artık önleri açıktı. Dernekte istediği gibi CHP borusunu üflüyorlar. Etkinlikler CHP etkinlikleri gibi oluyor. Sanki başka siyasi anlayış yok gibi kendinden olmayana yaşam hakkı tanımadılar. Bir taraftan Çanakkale şehitlerini anmaya giderken kendi özel günlerine sahip çıkmayı unuttular. Mahsuni Şerif’in anmasını bir hafta sonra yaptılar (anmış olmak için). Tabii kendi asıl çalışmaları vardı. Tam da bu dönemde bir seçim konuşulmaya başlandı. 22 Temmuz’da seçim kararı alınınca bizimkileri

Sayı 32


SERÇEÞME bir heyecan sardı ki iştahları kabardı. ABF’de tam gaz gidiyor, ülkenin kaderini değiştireceğini sanıyor. Paneller, konserler organize ediyor, direktifler yağdırıyor. Antalya dernek yöneticilerimiz bir arayışa girdi, herkes gizli gizli toplantılar düzenliyor. CHP’den aday olmak için nabız yokluyor. Derneklerin altını boşaltan kadrolar gezmeye başladılar. Yıllarca CHP’den aday olma fırsatını bekleyen ve bu nedenle Hacı Bektaş Dernek Başkanı Zeynel Can’ın yanında yer alan Mustafa İssi öne çıkmak isteyince sorun yaşanmaya başladı. Zeynel Can ani bir dönüşle Mustafa İssi’den önce kendi aday adaylığını ilan ediverdi; en yakın arkadaşını yolda bıraktı. CHP’den aday adayı oldu. Ne yazık ki Deniz Baykal sıralamaya bile almadı. Federasyon da aynı şekilde ülke genelinde aday gösterince durumu yadırgamadık ama yıllarca yol arkadaşlığı yapmış kimi canlar ayrıldı. 22 Haziran’da yapılan Abdal Musa şenlik hazırlıklarında bizim arkadaşlar hummalı bir çalışmaya girdiler. Federasyonun orada en iyi şekilde temsil edilmesi gerekiyordu. Asıl ipler burada koptu. Federasyon burada ağırlığını İzzettin Doğan’a rağmen göstermesi gerekiyordu. Her sene köylü kurnazlığı ile kendi çıkarları uğruna en sağdaki MHP’ye bile giden Abdal Musa köyü dernek yöneticileri, bu sefer de CHP’nin kazanacağı umudu ile ilk kez buradaki derneğe görev verdiler. Federasyon da etkinlik organizasyonunu Antalya Şubesi’nden Sayın Zeynel Can’a verdi. Zeynel Can Musa Eroğlu’ndan Dertli Divani’ye kadar birçok sanatçıyı arayarak Abdal Musa’ya bir çıkartma yapıyor. Abdal Musa’da olmadığım için orada olanları yazmıyorum ama ondan sonraki gelişmeleri, bir toplantıda şahit olduklarımı yazacağım. Bu toplantıda ilk defa Aleviliğimden dolayı aşağılandığımı düşündüm. Antalya Sanatçılar Derneği’nde benimle birlikte görev yapan aynı zamanda CHP il yönetiminde olan seramik sanatçısı Taci Alpaslan, “CHP milletvekili adayları cemevini ziyarete gidecekler birlikte gidelim”, dedi. Ben de onu kıramadım. Benim arabayla onu da atölyesinden alıp cemevine vardık. Üst kattaki yönetim odasında toplanmışlar. Taci Abiyle içeri girdik. Selam vermeye kalmadan dernek başkanı Zeynel Can “hocam bir toplantı var, sizi şu odaya alalım, klima var, sekretere bir çay söyle” dedi. Taci Bey “ben

il yöneticisiyim” dedi içeri girdi. Ben dışarı çıkıyordum, vakıf başkanı Musa Çolak İlyas Hocam “İçeri gelin toplantı özel değil”, dedi. Ben manzarayı anlayınca Zeynel Can’ı önemsemeyip içeri girdim, bir sandalyeye oturdum. İçeride HBV Başkanı Mehmet Kaya. Ne zaman başkan olduğunu anlamadım: Bir dönem içinde seçim yapılmadan üçüncü kez başkan olmuş, haberimiz yok. İçeride hep milletvekili adayları var. Bizim vakıf başkanımız ne kadar eski CHP’li olduğunu anlatıyor. Ondan lafı alıyor Sayın Mustafa İssi nasıl mücadele ettiklerini anlatıyor, nasıl çalıştıklarını söylüyor. (Ben anladım) CHP bu kadrolar yüzünden bir türlü iktidara gelemiyor. Sırasıyla konuşmalar oluyor. En son söz sırası Zeynel Can’a geldi. Abdal Musa törenlerini ne adına yaptığını Federasyon’un kendilerine ne amaçla görev verdiğini anlattı ama bizim yöneticimiz etkinliği Federasyon etkinliği değil de, Alevilerin kutsal inanç yeri etkinliği değil de meğerse CHP adına yapmış. Zeynel Can bu etkinliğe CHP’nin damgasını vurması için elinden gelen çabayı sarf etmiş ama parti onu yalnız bırakmış, otuz milyar borç üzerine kalmış. Tabii bunları anlatırken perişanlığı her halinden belli oluyor. On beş yıldır etkinlik yapıp hiçbir sanatçıya, hiçbir kuruma borcu kalmayan Dernek otuz milyar borcun altına girmiş. Kimin yüzünden; organizasyonu yapan arkadaşlar yüzünden. Zeynel Can CHP’den açık açık para istedi onca kelli felli CHP adaylarından bir ses çıkmadı. Oturanlardan biri kendi adına 500 YTL vereceğini söyledi. Zeynel Can Abimin yüzüne bakıp derneğin dünden bugüne gelişini gözümden geçirip sustum. Osmanlı’nın onca kıyımına rağmen dik durmasını bilen bu toplum sanki haraç mezat satılıyordu. Çok ucuza satılıyordu, biz sadece bakıyorduk. Nasıl bir sürece gelindiğini tekrar düşündüm içimden. Sayın Zeynel Can Abimiz yıllar yılı bu kurumları ayakta tutan insanları buralardan dışlamayıp onları kazansaydı; aynı binayı paylaşan Pir Sultan örgütünün, HBV Vakfının desteğini alsaydı; Abdal Musa törenlerini yıllarca organize etmiş insanlardan yardım isteseydi; kimse çıkar beklemeden desteğini verirdi, yol gösterirdi; sizi sanatçılara borçlu bırakmazdı. Belki bir gün hasbel kader aday olunca da size oy verdirirlerdi, sizi yaya bırakmazlardı. Ama ne yapalım etme bulma dünyası…

İstanbul’da Ortak Bağımsız Sol Adaylar: Elde Var Bir, İkincisine Yazık Oldu 22 Temmuz seçimlerinin sonuçları içinde en önemli gelişme solun ortak adaylarından Ufus Uras’ın İstanbul Birinci Bölge’de yürüttüğü başarılı bir kampanyanın ardından seçilmesi oldu. Ülkenin diğer yörelerindeki ortak bağımsız sol adaylar ise başarılı olamadı. İstanbul İkinci Bölge’de Solun Ortak Adayı Baskın Oran ile Bin Umut Adayları arasında aday gösterilen Doğan Erbaş arasında bölünen oyların bağımsız bir milletvekili daha çıkartma şansını daha baştan ortadan kaldıracağı biliniyordu. Asıl sorun bu işbirliği-güçbirliğinin kurulamamısıydı. İşbirliğinin kurulamadığı bu ortamda bağımsız Alevi aday Muhterem Aktaş da seçimlere katılmaya karar verdi. Sonuç tahmin edildiği gibi oldu, Baskın Oran yürüttüğü başarılı kampanya ve çeşitli toplum kesimlerinden aldığı desteğe rağmen seçilemedi.

Ağustos 2007

1948 İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği Yöneticisi 1951 TKP Tevkifatı mahpusu 1960’lı yıllarda Türk Solu yazarlarından 12 Mart Askeri Müdahalesinin en karanlık yıllarında (1972-75) Mimarlar Odası Genel Başkanı 70’li yıllarda Türkiye Emekçi Partisi’nin Genel Sekreteri 12 Eylül faşist rejiminin kurbanlarından

ŞABAN ORMANLAR 1927 - 15 Temmuz 2007

Yattığı Yer Işık Olsun Anısı Önünde Saygıyla Eğiliyoruz

Solun Ulu Çınarlarından Birini Daha Yitirdik İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllardan başlayarak günümüze dek işçi sınıfımızın, emekçilerin kurtuluş davasının yılmaz savaşçılarından biri olan Şaban Ormanları seksen yaşında yitirdik. Şaban Ormanlar, Güzel Sanatlar Akedemisi’nde mimarlık eğitimi alırken Marksizmi benimsedi ve komünist örgütlenmede yer aldı. 1948 yılında İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği’ne katıldı. Nazım Hikmet’i Kurtarma kampanyasında ve bu amaçla yapılan açlık grevinde yer aldı. Hür Gençlik adıyla yayınlanan gençlik dergisinde çalıştı. IYTGD’ye açılan davanın sanıkları arasındaydı. Güzel Sanatlar Akademisi’nin son sınıfındayken 1951 TKP tevkifatında hapse atıldı. İşkenceli sorguların ardından bu davada hüküm giydi. Hüküm giydi, hapis ve sürgünün ardından, askerliğini sakıncalı olarak yaptı. İstanbul’a dönüp okulunu bitirdi. 27 Mayıs sonrası Mimar ve Mühendis Odaları yeniden yapılandırılırken Mimarlar Odasının çalışmalarına aktif olarak katıldı. TKP davasından hüküm giymiş olduğu için siyasi hakları kısıtlanmıştı. Bu nedenle Türkiye İşçi Partisi’ne katılamadı. Ancak, Milli Demokratik Devrim muhalefetinin çekirdeğinde yer aldı. Türk Solu dergisinde düzenli yazılar yazdı. 12 Mart karanlığında Mimarlar Odasının merkez yönetim kurulunda görev aldı ve başkanlığını yürüttü. 1970’li yıllarda Mihri Belli çevresi ile birlikte Türkiye Emekçi Partisi’nin kuruluşuna katıldı ve 12 Eylül darbesine kadar genel sekreterliğini yürüttü. 12 Eylül’den tüm devrimciler gibi o da nasibini aldı. Sosyalistlerin birlik çabalarına katıldı. Gerçek bir enternasyonalist olarak Kürt halkının davasını savundu. Bu ilk baharda yapılan aydınlar çağrısı içindeydi. Genç kuşak devrimciler onu örnek alacak.

9


SERÇEÞME

YAZARIN ALEV YAYINLARI’NDAN YAYINLANMIŞ MARKS GERÇEKTE NE DEDİ ADLI KİTABINDAN BİR BÖLÜMÜ SUNUYORUZ

İnsan Olmaya Geldik - Bölüm - II Yusuf Zamir

İ

NSAN-DOĞA alışverişini sağlayan emek faaliyetidir. İnsan doğayı etkileyip dönüştürme faaliyetinde kendi zihinsel, fiziksel güçlerini ve doğa güçlerini harekete geçirir. İnsanın doğayı etkileyip dönüştürme faaliyetinde, yani emek sürecinde harekete geçirdiği bu güçler, emeğin üretici güçleridir.

Üretici Güçler - Üretim İlişkileri Üretici güçler, doğrudan üreticiler (insan faktörü) ve üretim araçları (maddi faktör) diye ikiye ayrılarak incelenir. Doğrudan üretici, içinde yer aldığı ekonomik ilişkiye göre, köle, serf, zanaatçı, işçi diye adlandırılır. Üretim araçları, emek araçları (alet-edevat, makineler, bilgisayarlar, binalar, araziler) ile emek nesnelerinden (doğadan emek harcanarak alınan hammaddelerden ya da başka üretim birimlerinden gelen işlenmiş maddelerden) oluşur. Üretici güçler, insan faktörüyle ve maddi faktörleriyle, birbirini izleyen kuşakların faaliyeti tarafından tarihsel-toplumsal süreç içinde yaratılagelmektir. “Her üretici güç, edinilmiş bir güçtür, insanların daha önceki faaliyetlerinin ürünüdür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratikte uygulanmış insan enerjisinin sonucudur.” Emek araçlarını, aletleri, makineleri yaratan insandır. Emek araçları, insanın ulaştığı bilgi ve beceri birikimini maddi varlığında içerir. Doğadaki nesnelerin emek nesnesi olarak üretim sürecinde yer alması da insan emeğinin bir sonucudur. Doğrudan üreticinin kendisini de yaratan insandır. Doğrudan üreticinin bilgi ve becerisi, önceki nesillerden devraldığı kadarıyla geçmiş insan emeğinin, kendisinin geliştirdiği kadarıyla da şimdiki insan emeğinin ürünüdür. Ekonomi politiğin üretici güçleri doğrudan üreticiler ile üretim araçları diye ikiye ayırarak incelemesi, mevcut insan faaliyetinin yabancılaşmışlığını yansıtır. Yabancılaşmış emek, doğrudan üreticiye yabancılaşmış, dolayısıyla başkasınınlaşmış emektir. Yabancılaşmış emek ürünü başkasının, yani kapitalistin mülküdür. Üretim araçları da yabancılaşmış emek ürünleri olarak kapitalistin mülküdür. İşçinin geçmişteki emek faaliyeti, başkasının mülkü haline geldiği için, şimdiki emek faaliyetine dışarıdan katılıyormuş gibi görünür. Geçmiş insan faaliyeti, üretim araçları kılığında, sanki insandan ayrı bir dünyaya aitmiş gibi görünür. İnsanlar doğayla boğuşarak geçim araçlarını üretirlerken, aynı zamanda kendi aralarındaki ilişkileri de üretirler. Çünkü insan - doğa alışverişi de, insan - insan ilişkileri de aynı insan faaliyetinin çeşitli görünümleridir. İnsan - insan ilişkileri, insanın doğayla mücadelede seferber ettiği üretici güçlerin düzeyiyle sıkı sıkıya bağlıdır: “İktisatçı Bay Proudhon, insanların kumaş, keten ya da ipekli maddeleri belirli üretim ilişkileri içinde ürettiklerini çok iyi kavrıyor. Ama onun kavrayamadığı şey, bu belirli toplumsal ilişkilerin tıpkı keten bezi üretir gibi insanlar tarafından üretildiğidir.”

10

Tarihin şafağında ilk baltayı yapmayı akleden prehistorik insanı, toprağın karnına ilk sabanı saplayan Hallan Çemi, Göbekli Tepe, Çayönü yerleşimcilerini, ilk kerpici karan Aşıklıhöyük’ü, ilk çömleği pişiren Çatalhöyük’ü, ilk tuncu döken Alacahöyük’ü, ilk kağnı tekerleğini döndüren Hattileri, devrini çivi yazısıyla tabletlere kaydeden Sümer uygarlığını, ilk sikkeyi basan Lidya’lıları, bugünkü insana bağlayan aynı bütünsel insan faaliyetidir. “Toplumsal ilişkiler üretici güçlere sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanlar yeni üretici güçler edinerek, üretim tarzlarını değiştirirler. Ve üretim tarzlarını değiştirerek, yani yaşamlarını kazanma tarzını değiştirerek de bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler.” “El değirmeni size feodal beyli toplumu, buharlı değirmen ise endüstriyel kapitalistli toplumu verir.” “Maddi üretkenliklerine uygun olarak toplumsal ilişkilerini kuran aynı insanlar, toplumsal ilişkilerine uygun olarak da ilkeler, düşünceler ve kategoriler üretirler. Bu düşünce ve kategoriler, tıpkı ifade ettikleri ilişkiler gibi ölümlüdürler. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. “Üretici güçlerde sürekli büyüme, toplumsal ilişkilerde sürekli yokolma, düşüncelerde sürekli oluşma hareketi vardır.”1 Üretim ilişkileri ya da ekonomik ilişkiler, insanların maddi yaşamlarını üretirlerken birbirleriyle girdikleri ilişkilerdir. Üretim ilişkileri, üretimin maddi koşullarına sahipliğin mantıksal sonucu olarak ortaya çıkar. Üretim araçlarına sahip oluş tarzı, doğrudan üreticiler ile üretim araçlarının ne koşullarda yan yana geleceğini (mülkiyet ilişkileri), üretimin sonuçlarının nasıl dağıtılacağını (dağıtım ilişkileri), nasıl mübadele edileceğini (mübadele ilişkileri) ve nasıl tüketileceğini (tüketim ilişkileri) belirler. Üretim ilişkileri, üretici g üçlerin içinde örgütlendiği toplumsal biçimdir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişme düzeyini yansıtır. Üretici güçler geliştikçe, ona uygun olarak üretim ilişkileri de değişir. Çünkü üretici güçler, kendisinin biçim örgütlenmesi olan üretim

ilişkilerini her gelişme düzeyinde kendisi tayin eder. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin kendisini insanlar arası ilişkilerde dışa vurmasıdır. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin kabuğuna benzer. Kabuk, içindekinden başka bir şey ya da içindekine dışsal bir şey olamaz. Kabuk benzetmesini, kaplumbağanın kendisiyle birlikte büyüyen kabuğu gibi anlamak gerekir. Cevizin içindeki yenen kısmıyla kabuğu farklı organizmalara ait değildir. Üretici güçler ile üretim ilişkileri, toplumsal üretim faaliyetinin birbirinden koparılamaz iki yönüdür. Eğer üretim ilişkileri, yani özel mülkiyet, meta, değer, para, ücretli emek - sermaye ilişkisi insana aykırı ise, bu aykırılık toplumsal üretim faaliyetinin bütününden kaynaklanan bir aykırılıktır. Toplumsal üretim faaliyeti yabancılaşmış emekle yapılmaktadır. Yabancılaşmış emek, kendi sapkınlığını, insana aykırılığını, akıl-sır ermez, garip doğasını, insana aykırı toplumsal ilişkiler olarak dışa vurmaktadır. İnsan - insan ilişkileri insana aykırıdır, çünkü insan - doğa alışverişi insana aykırı koşullarda cereyan etmektedir. Çünkü emeğin üretici güçlerinin mevcut düzeyi doğayla başetmekte yetersizdir. Yabancılaşmış emek, emeğin üretici güçlerindeki yetersizlik aşılıncaya dek insansoyuna dayatılmış bir koşul olarak görünür. Yabancılaşmış emeğin tarihsel mazereti, emeğin üretici güçlerini tek yönlü de olsa, insana aykırı biçimler altında da olsa geliştirmesidir. Emeğin üretici güçleri yeterince gelişince, insan doğa karşısındaki aczini aşmış olacak, böylece insan doğanın sınırlaması olmaksızın insani özünü geliştirebilecektir. İnsan - doğa alışverişi insana layık koşullarda gerçekleşince, insan - insan ilişkileri de insanca olacak, yani sahici insan toplumu doğmuş olacaktır. Ekonomi politikteki üretici güçler ile üretim ilişkileri ayrımı, insan faaliyetinin parçalanmışlığını yansıtır. Marks’ın ekonomi politiğin şablonunu kullanarak üretici güçler ile üretim ilişkilerini analiz etmiş olması, bu parçalı halin kalıcılığını kabullendiği anlamına gelmez. Marks ekonomi politiğin dilini ödünç alarak, ekonomi politiğin akıl yürütmesini sureta izleyerek, bu dilin ve akıl yürütmenin kofluğunu, ekonomi politiğin aslında akla ziyan, saçma ilişkileri gizlemeye yaradığını açığa vurmak istemiştir. “Maddi üretkenliklerine uygun olarak toplumsal ilişkilerini kuran aynı insanlar, toplumsal ilişkilerine uygun olarak da ilkeler, düşünceler ve kategoriler üretirler. Bu düşünce ve kategoriler, tıpkı ifade ettikleri ilişkiler gibi ölümlüdürler. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir.” İnsana yabancılaşmış faaliyet derinleştikçe, faaliyetin parçalılığı artmakta, her bir faaliyet parçası insandan ayrı, insana aykırı, insana düşman güçler haline gelmekte ve insan üstünde tahakküm kurmaktadır. Bu akıl-sır ermez, sapkın faaliyet, insan zihnine mistik ilkeler, mistik düşünceler, mistik kategoriler olarak yansımaktadır.

Sayı 32


SERÇEÞME Yabancılaşmış, parçalanmış insan faaliyeti aşılınca, binlerce yıldır insana aykırı mecrada gelişegelen insan faaliyeti mistik toplumsal kabuklarından ve bunların zihinsel yansımalarından sıyrılarak bir bütün halinde insana geri dönecek, böylece sahici insan toplumu ortaya çıkacaktır. O zaman, altyapı - üstyapı gibi insan faaliyetinin parçalılığını, insan ilişkilerinin sapkınlığını, zihinlerdeki mistik yansımaları anlatan analojilere gerek kalmayacaktır: “Özgürce birleşmiş insanlar saptanmış bir plâna uygun olarak ve bilinçli bir biçimde üretimi düzenlenmedikçe, maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci kendisini saran mistik tülü (mülkiyet, meta, değer, para, sermaye gibi mistik toplumsal olguları ve onların mistik bilincini - YZ) sıyırıp atamaz. Ne var ki, bu sıyırıp atma, toplumda belli bir maddi temelin ya da uzun ve sancılı bir gelişme sürecinin spontane ürünü olan bir dizi varoluş koşulunun bulunmasını talep eder.” 2

Üretici Güçler Tarihin Temelidir “Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir? İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünüdür. İnsanlar şu ya da bu toplum biçimini seçmekte özgür müdürler? Asla. İnsanın üretici güçlerinin belirli bir gelişme düzeyini varsayın, insanlar arası ilişkilerin ve tüketimin belirli bir biçimini elde edersiniz. Üretimin, insanlar arası ilişkilerin ve tüketimin belirli bir gelişme aşamasını varsayın, buna tekabül eden bir toplumsal sistemi, buna tekabül eden bir aile, toplumsal katmanlar ya da sınıflar örgütlenmesini, tek sözcükle, buna tekabül eden bir sivil toplumu elde edersiniz. Belirli bir sivil toplumu varsayın, sivil toplumun resmi ifadesi olmaktan ibaret olan belirli politik koşulları elde edersiniz. Bay Proudhon bunu hiçbir zaman anlayamayacaktır. Çünkü davayı devleten alıp sivil topluma götürünce, yani meseleyi toplumun resmi özetinden alıp resmi topluma taşıyınca büyük bir iş başardığını sanıyor.” “İnsanların kendi üretici güçlerini –ki bütün tarihlerinin temelidir– seçmekte özgür olmadıklarını eklemeye gerek yok. Çünkü her üretici güç, edinilmiş bir güçtür, insanların daha önceki faaliyetlerinin ürünüdür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratikte uygulanmış insan enerjisinin sonucudur. Ama bu enerjinin kendisi, insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o zamana kadar edinilmiş üretici güçlerle koşullanır. Bu enerjinin kendisi, o insanlar varolmazdan önce varolan, o insanların yaratmadıkları ve bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullanır. Birbiri ardından gelen her kuşağın bir önceki kuşak tarafından edinilmiş ve yeni üretimde ona hammadde olarak hizmet eden üretici güçlere kendisini sahip bulması nedeniyle, bu basit olgu nedeniyle insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar. İnsanın üretici güçleri ve dolayısıyla toplumsal ilişkileri geliştikçe, insanlık tarihi, daha da bir insanlık tarihi biçimini alır. Öyleyse, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olsalar da olmasalar da, kendi bireysel gelişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir. İnsanların maddi ilişkileri, bütün ilişkilerinin temelidir. Bu

Ağustos 2007

Freidrich Engels, 1864 yılında Karl Marks ve Marks ailesinin kızları Jenny, Laura ve Elenor ile birlikte (Marksist İntenet Arşivinden alınmıştır: www.marxists.org)

maddi ilişkiler, insanların maddi ve bireysel faaliyetlerinin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettir.”3

momentlerini tespit etmek için, harekete geçirilen üretici güçlerin durumuna, özellikle de kullanılan emek araçlarının niteliğine bakarız:

Tarih, kendinden önceki nesillerden devraldığı üretici güçleri eyleme sokan kuşakların peşpeşe sahneye çıkışından başka bir şey değildir. Her kuşak sahneye çıkıp devraldığı üretici güçleri işletirken, doğa güçlerini ve kendi yaratıcı potansiyelini kullanmanın yeni yollarını keşfeder. Böylece her kuşak, geçmiş kuşaklardan devraldığı insan faaliyetine tarihsel süreç içinde kendi faaliyetini ekleyerek gelecek kuşağa miras bırakır. Bu anlamda üretici güçler insanlık tarihinin temelidir. Tarihin şafağında ilk baltayı yapmayı akleden prehistorik insanı, toprağın karnına ilk sabanı saplayan Hallan Çemi, Göbekli Tepe, Çayönü yerleşimcilerini, ilk kerpici karan Aşıklıhöyük’ü, ilk çömleği pişiren Çatalhöyük’ü, ilk tuncu döken Alacahöyük’ü, ilk kağnı tekerleğini döndüren Hattileri, devrini çivi yazısıyla tabletlere kaydeden Sümer uygarlığını, ilk sikkeyi basan Lidya’lıları, bugünkü insana bağlayan aynı bütünsel insan faaliyetidir. Üretici güçler, binlerce yıllık insan faaliyetinin ürünü olarak, insanlığın tarih-zaman bütünselliğini sağlar. Üretici güçler, insan –doğa alışverişinin, dolayısıyla insan– insan ilişkilerinin gelişme aşamalarını yansıtır. Tarihin akışı, son tahlilde, emeğin üretici iktidarı ne kadar geliştiğince, yani insanın doğa güçlerini ne kadar kontrol altına alabildiğince belirlenir. Binlerce yıldır süregelen insan faaliyetinin tarihsel zıplama

“Farklı ekonomik çağları birbirinden ayırmamızı mümkün kılan, üretilen eşyalar değil, fakat bunların nasıl ve hangi araçlarla üretildikleridir. Emek araçları, yalnızca insan emeğinin ulaştığı gelişme derecesinin bir ölçüsünü vermekle kalmıyor, aynı zamanda emeğin sarfedildiği toplumsal koşulların da göstergesi oluyor.”4 Bu bakış açısıyla bakıldığında, taş balta, sapan, tekerlek, koşum hayvanı, su dolabı, değirmen, demirci körüğü, çıkrık, dokuma tezgâhı, tarımsal ve zanaatçı el emeği, daha sonra, buharlı makine, içten patlamalı motor, elektrik dinamosu, hidrokarbon enerjisi, endüstriyel emek, günümüzde de canlı emeği üretim sürecinin dışına çıkarmakta olan bilgi yoğun tek nolojiler ve yaratıcı zihinsel emek, insan faaliyetinin tarih boyunca kaydettiği gelişme aşamalarını gösterir. (Devamını gelecek sayımızda okuyabilirsiniz.) NOTLAR: 1

2

3

4

K. Marks, Felsefenin Sefaleti, 1847, METY, (İng.), c. 6, s. 165. K. Marks, Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı, Kapital, 1867, (İng.), c. 1, s. 84. K. Marks, P.V. Annenkov’a Mektup, 28 Aralık 1846, MESY, (İng.), c. 1, s. 518. K. Marks, Kapital, 1867, (İng.), c. 1, s. 175–176,

11


SERÇEÞME

Alevi Cephesinde Neler Oluyor? Bölüm: III

B

İLİNDİĞİ GİBİ Alevilerin Diyanet’le arası iyi değil. Çünkü Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), devletin resmi Sünni ideolojisine göre hareket edip Alevileri de Sünni İslam dairesi içinde görmekte ve tüm icraatları da buna yöneliktir. Aleviliği ayrı bir inanç olgusu olarak kabul etmezler, cemevine cümbüş yeri derler, Alevi köylerine cami yaparlar, hatta imam gönderirler (onlar da büyük olasılıkla imamlıktan öte devletin istihbarat memuru gibi çalışırlar), Alevileri ilgilendiren her alana müdahale edip “Biz sizin yerinize yaparız” diyerek ellerini sokarlar. Bu, devletin kendisine yüklediği bir misyondur, şaşırmamak gerekir. Çünkü Alevi örgütleri içinde de kendisi gibi düşünen, Aleviliği İslam’ın içinde ve has Müslüman olarak gören yandaşlar, örgüt başkanları (Cem Vakfı, Ehlibeyt Vakfı, Malatya HBV Derneği, Tuncelili Dede Hıdır Bulut, İ. Çetinkaya, F. Erdoğan, vb.) bulmakta zorlanmaz. Bu nedenle alanı boş bulup asimilatör görevini rahatlıkla yerine getirmektedir. Sağ olsunlar bizim Alevi asimilatör yardımcılarının da bu işi kolaylaştırmakta ellerine su döken yok.

Diyanet’in Alevi Klasikleri ve MEB Tavsiyeli Kitaplarda Alevilik Diyanet, tüm bunlar yetmiyormuş gibi Alevi klasikleri adı altında yeni bir projeye soyundu. Aklı sıra Alevi klasiklerini ilk kez su yüzüne çıkarıyormuş edasıyla Amerika’yı yeniden keşfetmenin verdiği bir sevinçle birinci derecede bir baskı tekniğiyle ilk üçünü bastılar. Kalite olarak çok güzel bir baskı. Buna diyeceğimiz yok. Ama bu klasikler olarak adlandırılan kitapların birçoğu çeşitli yayınevleri tarafından aynı mükemmel baskıda olmasa bile daha önce basıldı. Örneğin; İmam Caferi Sadık Buyruğu (Haz: Ali Adil Atalay, Can Yayınları, 1996, İst.), Buyruk adıyla (Haz: Esat Korkmaz, Ant Yayınları, 1997, İst.), Kitabül fevaid, (Ayyıldız Yayınları, 1990, Ankara; Hacı Bektaş Veli Fevaid adıyla hazırlayan: Baki Öz, 2. baskı, Can Yayınları, 1996, İst.) Nehc-ül Belagat (Hazreti Ali Divanı adıyla Ant Yayınları, 1990, İst.), Vilâyetname (Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli) (Ant Yayınları, 1. baskı, 1995, İst.; Can Yayınları, 2. baskı, 1999, İst.; manzum olarak Bedri Noyan, 2. baskı, Can Yayınları, 1997, İst.), Şerh-i Besmele, (Haz: Rüşdü Şardağ, Karınca Matbaacılık, 1985, İzmir) Tam Hüsniye (Can Yayınları, 1996, İst.) Ve diğer başka kitaplar. Bu durumda DİB, yeni baskılarını yapmakla Alevilere şirin gözükmeye çalışmanın altındaki baklayı saklamış olduğunu düşünüyorsa yanılıyor. Bence bu yöntemle Alevileri kandırmaya çalışmaktadır. Daha doğrusu bu kitapları yayınlayarak Alevileri tamamen İslam’ın içine çekip asimile etmeyi sürdürmektedir. Yukarıda adını andığım kitapların yeni baskısını durup dururken kaliteli bir şekilde basması, “Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü.” atasözünü doğrular niteliktedir ki bunun da mantıklı bir yanıtı yoktur. Varsa da Diyanet’e şirin gözükmeye, oradan nemalanmak isteyen

12

İlhan Cem Erseven birkaç Dede’nin iştahını kabartmaktan başka işe yaramaz. Siz hem Aleviliği yok sayacaksınız, DİB Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in dediği gibi1 ihmal ettiğinizi itiraf edeceksiniz, şimdi de klasikleri yayınlamakla kendinizi affettirmeye çalışacaksınız. Acaba kim inanır ki? Reklamda olduğu gibi yersen tabii. Aleviler, Diyanet’ten klasiklerin basılmasını öncelik konu olarak istemiyor. Eğer DİB, hayırlı bir iş yapmak istiyorsa, 1- Alevi köylerine cami yaptırılmasından ve imam atamasından vazgeçmeli. 2- Din derslerinin zorunluluğunun kaldırılması için uğraşmalı. 3- Cemevlerini, Alevilerin inanç mekanı olduğunu kabul etmeli. 4- Alevileri yok sayıcı, rencide edici açıklamalardan, söylemlerden kaçınmalı. 5- Aleviliği, bir Alevinin kafasındaki gibi kabul etmeli, İslamileştirmemeli. 6- Diyanet bütçesinde Alevilerin de payı var. Bu bütçenin üçte biri oranındaki pay, Alevilerin talepleri doğrultusunda harcanmalı. Örneğin cemevleri yapımı, Alevi-Bektaşi erenlerinin türbelerinin restorasyonu, dergâhların bakımı ve onarımı, vb… Diyanet İşleri Başkanlığı, ancak bunları yaptığı zaman “ötekileştirme”nin önüne geçip hoşgörüyü, sevgiyi, saygıyı pekiştirmiş ve böylece yüzyılların getirdiği kini, düşmanlığı, mezhep çatışmasını önlemiş olur. Cicili bicili icraatlarla Alevileri Ilımlı İslam projesi içine dahil etmeye çalışmasın. Diğer bir konu da Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) İlköğretim kurumlarına “tavsiye” ettiği 100 Temel Eser arasında yer alan kitaplarda Aleviliği küçültücü bölümlerin yer alması sorunudur. Bu konu da çeşitli basın organlarında az da olsa gündeme geldi. MEB’nın tavrı da Diyanet’in aynısı. Biri din alanında, diğeri eğitim alanında asimilatörlük görevini yerine getirmektedirler. Benim üzerinde duracağım konu, bu durumun Alevi yazar, çizer ve önderlerinin (gelen e-maillerden anlıyorum) yeni farkına varmış olmasıdır ki buna da günaydın demek gerekir. Ömer Seyfettin’in “Harem”, Haldun Taner’in “Şişhaneye Yağmur Yağıyordu” kitaplarında yer alan ve Alevileri, “Kızılbaş” sözcüğüne aşağılayıcı bir anlam yükleyerek rencide eden öykülerin neredeyse 40–50 yıldır baskı üstüne baskı yapılmasına, hatta bir Alevi öykücü yazar bir dostumuzun da yazarların adına düzenlenen öykü yarışmasında ödül almasına karşın gözden kaçırılıp şimdi canım yandı demenin hiç de tutar yanı yok. Ben her iki yazarın bu öykü kitaplarını “Çağdaş Türk Romanı ve Öyküsünde Aleviler”2 adlı kitabımda eniyle boyuyla irdeledim, eleştirdim. Tabi bu kendini Alevi namusu konusunda çok duyarlı olduğunu sananlar biraz da Alevilikle ilgili kitapları okusalardı sanırım meseleye daha iyi yaklaşırlardı. Hem bu tavır tek tek kişilerle olmaz. Bu öykü kitaplarının okul kütüphanelerine girmesinin engellenmesi ancak örgütlerle olur. Yazarı hakkında dava açamazsınız, çünkü hayatta değiller, mirasçılarına da hiç açamazsınız, çünkü böyle bir davada “müdahil” bile sayılmazlar. Yapılacak tek iş, MEB’na baskı

yapmak, kitapların toplatılmasını sağlamak ya da bundan sonraki baskısı için yayıneviyle görüşüp o öykünün kitapta yer almamasını sağlamak, bu da olmazsa “yürütmeyi durdurma” kararıyla engellemek. Gerçi bunu hukukçularımız daha iyi bilir, eğer dikkatlerini çekerse.

Abant Toplantısı ve Bay Müfit Yüksel’e “Hop, Bir Dakika..” 17–18 Mart 2007 tarihlerinde İstanbul’da, Abant Toplantıları adı altında düzenlenen toplantının 13.’sü yapıldı. Fetullah Hoca’nın onursal başkanı olduğu bu toplantının düzenleyicisi olan kurum, bu kez konu olarak “Alevilik”i seçmişti. Toplantıya Fetullah Hoca hayranı birçok öğretim üyeleri, eskinin solcusu yeninin küreselci liboş aydınları katıldılar. Bu sıradan bir organizasyonun düzenlediği sıradan bir toplantı değildi. Türkiye gündeminde katılımcılarıyla ve de tartıştığı, sonunda yayınladığı bildirisiyle yer alan ciddi bir etkinliktir. Burada onursal başkanları Fetullah Hoca’yı tartışacak değiliz, zaten herkes kim olduğunu, niyetinin ne olduğunu iyi biliyor. Bu toplantı, bu kez ciddi olarak gündem yarattı ve Alevi camiasında bir bakıma infiale yol açtı. Alevi ileri gelenleri, “Onlar bizim adımıza böyle bir toplantı yapamazlar, adımıza konuşamazlar, onlar da kim oluyor da Aleviliği tanımlamaya kalkıyorlar?” gibisinden reflekssel tavırlarda bulundular. Hatta başta Ali Yıldırım olmak üzere diğer Alevi temsilcilerini (?!) de katıldıkları için eleştirdiler. Tüm bunları bir yana bırakıp olaya serinkanlılıkla eğilmek gerekir. Bu toplantıyı düzenleyenler, bu çorbada bizim de tuzumuz bulunsun diye birden ortaya çıkmadılar. Bunun arka planında ABD’nin yenidünya düzeni programı çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği “Ilımlı İslam modeli” rolü yatmaktadır. Bu modeli de yaşama geçirmek için Fetullah Hoca ve yandaşlarını kullanmaktadır. Bilindiği gibi Diyanet içinde belli bir Fetullahçı kadro bulunmaktadır. Arada bir Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Aleviler hakkında söylemde bulunmalarının altında bu kadro yatmaktadır. Bilindiği gibi DİB, Alevileri İslam dairesi içinde görmekte, sorunların çözümü yerine camiyi adres göstermektedir. Bu da asimilasyon politikasının bir başka versiyonudur. Abant toplantısının asıl amacını bakınız Müfit Yüksel nasıl açıklıyor: “Elbette Türkiye’de ki Sünni grup ve cemaatler, İslami kesim, Alevilerle, Bektaşilerle ilgilenecek, konuyu masaya yatıracak. Bu en tabi hakları. Alevi kimliğine ilgisiz ve bigane kalıp bu kimliği yok saymaları daha mı iyi olurdu?”3 Şimdi burada sormak gerekir Bay Yüksel’e: Aleviler Çorum’da, K.Maraş’ta, Gazi’de katledilirken, Sivas’ta yakılırken neredeydiniz? O zaman Aleviler ve de Alevilik yok muydu? Şimdi mi Alevilerin varlığını keşfettiniz? Müfit Yüksel, açıklamasına devam ediyor: “Bu ülkenin toprakları, insanı olarak elbette Alevilik-Bektaşilik konusuyla ilgileneceğiz. Hatta bu sorunun içinde olacağız.

Sayı 32


SERÇEÞME Sosyal -İş Sendikası Genel Başkanı

ÖZCAN KESGEÇ 1945 - 19 TEMMUZ 2007

Abant Toplantısı, Alevileri “ılımlı İslam projesi” içine amip örneği alıp eritme, “aynileştirme” (Sünnileştirme) eyleminden başka bir şey değildir Elimizi bu sorundan çekmemiz söz konusu olamaz. Dışarıdan seyretme gibi bir lükse sahip değiliz. Batılı oryantalist ve araştırmacıların çalışmaları kabul görürken neden bu ülkenin insanının Alevilik ilgisinden korkuluyor? Aleviler hep ilgisizlikten, dışlanmışlıktan, ötekileştirilmekten yakınıp dururlardı. Bugün ise, neden Alevilik? diye garip, anlamsız sorularla karşılaşmaktayız. Aleviler aynileştirme ile ötekileştirme sarkacında tanım aralığı bulmakta güçlük çekiyorlar. Önemli olan Alevi-Bektaşi kimliğinin İslam dairesi içerisinde sağlıklı bir tanım aralığı geliştirebilmesidir. (…) Alevilik-Bektaşilik konusunda birçok dededen ya da babadan çok daha iyi Cem, Cemaat, Erkân yürütebilecek şekilde bilgi, birikim ve donanıma sahip olan bizler kim ne derse desin elbette bu konunun içinde olacağız, içinde olmaya devam edeceğiz.” Evet, dilinin altındaki bakla bu. İslam dairesi içinde Alevileri aynileştirmek gerekir. Bundan Aleviler korkmamalı. Bu aynileştirmeyi yapacak bilgi, birikim ve donanıma da sahiplermiş. Bravo açık sözlülüğüne. Muhterem zat, -ceğiz, -cağız diyerek Alevileri açıkça tahdit etmekte, gerekirse sizin cemlerinizi, erkanlarınızı da biz yönetiriz diyerek militanca bir tavır sergilemektedir. Ve bu da çok tehlikeli bir söylem bence. Aslında kendi niyeti olarak açıkladığı söylem, bal gibi Abant Toplantısının onursal başkanı Fetullah Efendi üzerinden ABD’nin “ılımlı İslam projesi” planının stratejisini göstermektedir. Bay Yüksel şunu çok iyi bilmelidir ki, Aleviler, 1400, hatta daha fazla yıldır kendilerine özgü inanç yapısıyla yaşamışlar, kültürlerini, düşüncelerini ve yaşam biçimlerini korumuşlar, hiçbir zaman “aynileşme”ye, yani ehli-sünnet sahibi bir Sünni gibi olmaya çalışmamışlardır. “Öteki” görülmek bile onları yıldırmamış, devletin boyunduruğunda “ehlileşmiş” kul olmamıştır. Eğer öyle olsaydı onca kırımlara, baskılara, fetvalara karşın böyle dik durmazlardı. Kaldı ki Aleviler, sizden bir şey beklemiyor ki. Evet, Alevilik ve Bektaşilik hakkında bilimsel araştırma yapabilir, bu konuda sempozyumlar, paneller düzenleyebilirsiniz, buna itirazımız olmaz, hatta destekleriz bile. Zaten bu da, örneğin birçok Sünni inançlı master öğrencilerine bu konuda gerekli yardım ve kolaylık tanınmaktadır, ama hiçbir zaman Aleviler-Bektaşiler adına söz sahibi olamazsınız. Size o yetkiyi kim verdi de “… elbette bu konunun içinde olacağız, olmaya devam edeceğiz” diyerek üst perdeden gözdağı ver-

Ağustos 2007

meye çalışıyorsunuz? Anlaşılan, Bay Yüksel, ABD’nin “ılımlı İslam projesi”nin gönüllü misyonerlerinden olsa gerek. Toplantıya, basından öğrendiğimiz kadarıyla Alevi kökenli araştırmacı-yazar ve akademisyenler, dernek temsilcileri de katılmışlardır. İlke olarak bence bunların katılmaması gerekirdi diye düşünüyorum, çünkü katılmakla Fetullah Hoca’nın “Alevi hassasiyeti”ne ve ABD’nin “ılımlı İslam projesi”ne bilerek/bilmeyerek katkı vermişlerdir. Katılımcılardan Ali Yıldırım hariç, diğerleri tam Abantçıların gönlünü okşayacak, onların çizdiği çerçevede, yani “İslam dairesi içinde bir Alevilik”i anlatarak toplantının gözdeleri olmuşlardır. Ali Yıldırım arkadaş ise, her ne kadar konuşmasının bir yerinde “Abant Platformu diye özgürlükleri, sivil toplumu, demokrasiyi kendisi için ilke edinmiş bir kurum,” diyerek övdükten sonra, sonuç bildirisinde yer alan Aleviliğin tanımı konusuna gelince canhıraş bağırıp karşı çıkması bir şey ifade etmez. Belki katılımcıların ortak kararıyla öyle bir bildiri çıkmasını engellemiş, hatta Alevilik konusunda daha dikkatli olmalarını sağlamış olabilir, ama sonuçta son eylemi, yukarıdaki övgü içeren söylemini görmemezlikten gelmemizi ve de katılımını desteklememizi gerektirmez. Abant Toplantısına katılan Alevi kökenli konuşmacılardan, eskinin solcusu, şimdinin Fetullah hayranı Reha Çamuroğlu ise, Aleviliğini (!) unutmuşçasına tam da Abant Toplantısının ruhuna uygun, Bay Yüksel’in dillendirdiği “aynileştirme” operasyonuna gönüllü uğramış bir profil çizmiştir. Bu anlamda şaşmamak ve hatta üzülmemek gerekir. Reha, hiçbir zaman “Alevi” olmadı ki. Eğer olsaydı, bugün onca siyasi zikzaklar çizdikten sonra gelip AKP’den aday olmayı içine sindirmezdi. Sonuç olarak, Alevilerin öteden beri dile getirdikleri sorunlarının çözüm bulacağı adres, “ılımlı İslam projesi”ni yaşama geçirmek için ABD’nin taşeron olarak kullandığı Fetullahçı toplantılar, Diyanet İşleri Başkanlığı ve birkaç Sünni aydının oluşturduğu platformlar değildir. Yıllardır Alevileri görmezlikten gelen, onca katledilme ve yakılmalara karşın sesini çıkarmayan, halen inkar politikası güderek sorunlarına arka dönen, öte yandan Alevilerde de kendilerine sözüm ona Alevi temsilcisi/aydını türünden yandaş bulup asimilasyoncu tutumlarını sürdüren devlet politikasıyla da olmaz. Abant Toplantısı, Alevileri “ılımlı İslam projesi” içine amip örneği alıp eritme, “aynileştirme” (Sünnileştirme) eyleminden başka bir şey değildir. Bu anlamda dikkatli olmak gerekir.

NOTLAR: 1

2

3

Yasin Akay, Aleviliği Tartışmak, Yeni Şafak Gazetesi, 19 Mart 2007 İlhan Cem Erseven, agy, Alev Yayınları, 2005, İstanbul kirkbudak@mynet.com’dan bana gelen iletiden alıntı. Kimden: Mufit Yüksel, Kime: “Yasin Aktay”, “İbrahim Mazman”, Gönderme tarihi: 23.3.2007/6:53 pm, Konu: (qizilbash) Abant ve Alevilik

Yattığı Yer Işık Olsun

Ö

ZCAN KESKEÇ Ispartalı dört çocuklu bir memur ailesinin ilk çocuğu olarak 1945 yılında Afyon’un Dinar ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve Ortaokulu Konya’nın Sarayönü ilçesinde bitirdi. 1963 yılında Kuleli Askeri Lisesinden mezun oldu. Kara Harp Okulu öğrencisi iken, Talat Aydemir’in 20–21 Mayıs 1963 tarihli darbe girişimi nedeniyle 1453 öğrenci ile birlikte Harp okulundan uzaklaştırıldı. 1964 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden 1969 yılında mezun oldu. Öğrencilik yıllarında çeşitli işlerde işçilik yaptı. 1967 yılında işe başladığı SSK Eminönü Şubesinde çalışırken aynı yıl Sosyal-İş Sendikasına üye oldu. Nisan 1969’da Sosyal-İş Genel Sekreterliğine getirildi. 1972 yılında seçildiği Genel Başkanlık görevine, daha sonraki tüm Genel Kurullarda tekrar seçildi. 1973 yılında CHP İşçi Büroları Genel sekreterliği görevini yürüttü. 1974 yılında SSK tarihinde ilk kez olarak, kurum çalışanlarının oyları ile sendika adayı olarak SSK Müdürler Kurulu (Yönetim Kurulu) üyeliğine seçildi. Aynı yıl getirildiği DİSK Genel Başkan Vekilliği görevini 1975 yılına kadar sürdürdü. 1975 yılında yeniden kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı ve Parti 1980 yılında kapatılıncaya kadar Merkez Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yaptı. 12 Eylül yönetimince 1980 yılında DİSK ve bağlı sendika yöneticileri ile birlikte gözaltına alındı ve beş yıl tutuklu kaldı, idamla yargılanarak beraat etti. 1991 yılında DİSK ve bağlı sendikaların beraat ederek yeniden faaliyete geçmesi ile Sosyal-İş Sendikası Genel Kurullarında 1992, 93, 94, 97, 2000 ve 2003 yıllarında tekrar Genel Başkan seçildi. Evli ve ikiz çocuk babası olan Özcan Kesgeç Türkiye Birleşik Komünist Partisi’nin kuruluşunda da görev aldı. TBKP’nin Sendika Bürosu’nda çalıştı. Mücadeleci kişiliği ile en yumuşak insan kalbini birleştirmiş nadir sendika savaşçılarından biriydi. Bir Mayıs’ın ilk kez bir sözleşme ile işverene kabul ettirilmesi onurunu hep taşıyacak. Anısı önünde saygıyla eğilirken, günümüzde sendika mücadelesi bayrağını yere düşürmeyen tüm işçiler onu örnek alacaktır diyoruz.

13


SERÇEÞME

Ölçüsüzlük ya da Yanlışlardan Öğrenmek Haşim Kutlu

O

SMANLIDA, Arapça “siyasa” kavramından bir adapte olarak “siyaset etme”, idam etme anlamına geliyordu. Siyaset etmenin doğrudan hedefi olan, bütün süreklerden Aleviler için sözün en anlaşılır olan özelliği buydu. Osmanlı ne zaman yönetimsel bir kriz yaşasa, yeniden ve yeniden bir “iç fetih” operasyonuna gereksinim duyuyordu ve iç fethin en önemli hedefinde, Alevi başlığı altında ifade edebileceğimiz ortaklık toplumu yapılanmaları bulunmaktaydı. Bu ise, Alevilerin maddi birikimlerinin yağmalanması anlamına geldiği gibi “siyaset etme” yani idam, toplu katliam, sürgün ve baskı altına alma anlamına da geliyordu. Tabii ki, özellikle İslam halifeliğinin Osmanlıya geçmesinden sonra, Alevi topluluklarının üzerine yönelme, bu uygulamalarla sınırlı kalmıyor, onların ocaklarına, dergâhlarına müdahale ederek, Osmanlı döneminde de oldukça etkin olan Sünni tarikatlar aracılığıyla, Alevi topluluklarının yukardan aşağıya bir biçimde asimilasyonunu sağlayarak, sisteme entegre etme yolları aranıyordu. Uygulamanın bu yönü Aleviler açısından çok daha bitirici sonuçlara yol açıyordu. Her fiili katliam, sürgün gibi uygulamaların ardın devreye sokulan bu uygulamalar, geçmiş bütün dönemlerde de uygulana gelen, egemen devlet uygulamalarından çıkarılmış en başat uygulamaydı. “Osmanlıda oyun çok” sözü daha çok da Aleviler açısından üretilmiş bir niteleme olmalıydı. Yolun örgütlü yapıları ve ona önderlik eden büyüklerin, bu uygulamaların yol insanı üzerinde yarattığı tahribatları, bir biçimde göğüslemek amacıyla geliştirdikleri; “Ne ararsan kendinde ara Mekke’de Kudüs’te Hac’da değil” (Hünkâr), “Dönen dönsün Ben dönmezem yolumdan” (Pir Sultan Abdal), “Yanılıp da gitme Nakşi’ye Taş getirirsin yola kardaş” gibi deyişleri, değişik tarihlerde yaşanmış aynı yönlü gerçeklikler karşısında yapılmış uyarıcı çağrılardı. Güzide Ana’dan yazımın başına aldığım dörtlük, Osmanlı’nın, Hünkâr Dergâhına ifade ettiğimiz bağlamdan müdahale ettiği, cami yaptırıp, postnişin olarak dergaha, Nakşi şeyhlerini atadığı yıllara, yani 18. yüzyılın ortalarına denk gelir. Aslında, Güzide Ana’nın çağrısındaki vurguya gelebilmekti derdim. Geriye dönük kimi anımsatmaları yapmak için bu uzun girişe gerek yoktu. Ne ki, insanımızın pek az tarih bilinci var ve o da kendi gerçekliğiyle ilgili değil, daha çok resmi tarih anlayışlarından mülhem bilgilerle yüklü. Bu da günü anlamaya, günün sorunlarına doğru teşhisler koyarak önünü aydınlatmasına hizmet etmiyor. Doğru tarzda tarih bilgisi ise bunun için gereklidir. Güzide Ananın gününde henüz, bugünkü bağlamda bir ulusçuluk yok. Bu nedenle de, Güzide Ana çağrısını ya da tepkisini, Nakşiler üzerinden hareketle Ortaklığı bozmaya, bu zeminde anlam kazanmış yolu-erkânı terk etmeye ve egemen mülk sistemiyle “barışmaya”,

14

Bu sözüm Bektaşiye Yanılıp gitme Nakşiye Uyma hal bilmez kişiye Taş getirir yola kardaş Güzide Ana sistem içine geçerek ona biat etme yönelimine karşı koymak için yapmaktadır. Çünkü Nakşi Şeyhleri orda “devletlü” olarak bulunmaktadırlar. Bana göre tepkinin esası, bu noktada anlam kazanmaktadır. İki ayağıyla Yol güzergâhına sıkıca bağlanmış Güzide Ana, o günde değil de, bu gün de olsaydı ve bu gün için ifade etseydi, tepkisini bugün ortaya koysaydı, bunu nasıl ifade ederdi acaba? Ya da şöyle de sorabiliriz aynı soruyu; Güzide Ananın gününde bu günkü anlamda ulusçuluk ortalığı kasıp kavursaydı ve yol insanından “birazda milliyetçi olsak ne olur” gibi yaklaşımlarla karşılaşsaydı, tepkisi nasıl olurdu? Bunun yanıtını doğrudan okura bırakmakla birlikte şu kadarını söyleyebilirim düşüncesindeyim: Bana kalırsa, özü açıklamaya çalıştığımdan hiç de farklı olmayan, ama ortaya çıkan olgunun niteliğine uygun bir çağrı olacağından hiç kuşkum bulunmamaktadır. Bu, taban tabana zıt iki toplum yapılanmasının karşılıklı duruşunda, ortaklık yapılanmasının ürettiği düşünce, hukuk ve ahlak anlayışının bir ifadesi olarak açığa çıkmış olduğundan, her durumda başka türlü olmazdı, olamazdı. Bu ise, yol insanının mutlaka gözönünde bulundurmak durumunda olacağı bir ölçüye, yol ölçüsüne işaret etmektedir. Tabii ki köprülerin altından çok sular geçti. Ulaştığımız tarihsel uğrakta ne otantik yapılanma bağlamında o ortaklık toplumu kaldı, ne de onun yol ve erkânı. Bu gün farklı toplumsal koşulları yaşıyoruz ve farklı koşulların önümüze çıkardığı sorunlara yanıt arıyoruz. Yeni toplumsal koşulların bir ürünü olarak demokrasi ve özgürlükler için meydan tutmaya çalışan ve bu amaçla örgütlenip varlık göstermeğe çalışan Alevilerin önünde de, çözmek zorunda olduğu sorunlar bulunmaktadır. Bu sorunlar paketinin çoğu ise geçmişten bu güne, bir süreğe dayanmakta ve günümüze miras olarak akıp gelmektedir. Her vesileyle tarihe yollama yapma gereği duymamızın sebebi hikmeti de burada yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyetine hükmeden iradenin, on parmağının altında on tane pire bulunmakta ve artık pireler bu parmakların altında, hiçbir biçimde kalmak istememektedirler. Çözülmemiş, dahası da var, “yok” sayılarak çözmek şöyle dursun, varlıkları dahi inkâr edilmiş, demokrasinin doğrudan konusu olan sorunların önemli bir bölümü, örneğin Alevi sorunu gibi, Osmanlı’dan aynen devralınmış. Bir kısmı ise yeni koşulların ürettiği demokrasi sorunları olarak, her kesim ve cinsten demokrasi ve özgürlük dinamiklerinin önünde çözülmeyi beklemektedirler. Çözümü bekleyen her sorun, kendini var eden temel etmenlere bağlı olarak doğru öl-

çülere, doğru taktik ve stratejilere gereksinim duyar. Hünkâr’dan, Pir Sultan Abdal’dan ve Güzide Ana’dan aktardıklarım ise ölçüsüzlüğümüze ışık tutup, doğru ölçülere ulaşmamıza yardımcı olacak niteliktedir ve kanımca doğru ölçüler yine binlerce yıl imbiklerden süzülerek günümüze ulaşmayı başarmış, yolun temel değerleri üzerinden çıkartılabilir. Aksi durumda ise sadece “taş getirir yola kardaş!”

Ölçü Arayışı ve Bir Anı 22 Temmuz seçimleriyle birlikte, bir seçim süreci geride kaldı, ama gerek seçim ortamına girilmesini getiren koşullar, gerekse seçim süreci ve ortaya çıkardığı sonuçlar, hem seçim öncesi hem de seçim sonrasında tartışıldı, tartışılıyor. Daha uzun bir sürede tartışılacağa benziyor. Özellikle, en başta Modern Alevi Hareketinin örgütlü yapıları ve ona öncülük edenler başta olmak üzere, bir tekmil demokrasi ve sosyalizm dinamiklerinin konuyla bağlantılı ürettikleri düşünceler ve ulaştıkları sonuçlar, demokrasi ve özgürlük arayan, hak adalet, eşitlik arayan toplum kesimleri açısından son derece önem arz etmektedir. Dilerim bundan önceki bütün süreçlerde yaşandığı gibi üretmek şöyle dursun, “lafı da tüketen” bir lükse dönüşmez. Dilerim, bir yandan yürüyerek bir yandan yürürken düşünerek, bu iki etkinlik düzeyinin birlikteliğini sağlayarak bir çalışma tarzı esas alınır, içinden geçmekte olduğumuz uğrakta, çürüyüşün ve toplumsal çöküşün gidişiyle yüzleşerek düzey aşılır. Bu son sözümü hem bir temenni hem de bir beklenti olarak ifade ederken, nedensiz değilim. Modern Alevi Hareketi önderliklerinin, gerek seçim öncesi süreçleri ele alış tarzları, gerekse seçim olgusuna yaklaşım tarzları ve gerekse de seçim sonuçlarına ilişkin yaklaşımlarını dikkatle izliyorum. Seçim öncesine ilişkin düşüncelerimi ve uyarılarımı her vesileyle yaptığımı düşünüyorum. Ancak ne o zamanki gelişme ve yaklaşımlar ne de seçim sonrası düşünce ve yaklaşımlar, yukarda ifade etmeğe çalıştığım temenni ve beklentilere yanıt vereceğe benzememektedirler. Henüz ne kendi varlık nedenlerini ne de Alevi sorunsalının da içinde bulunduğu ülkenin temel problemlerini anlayabilmiş durumdalar. Hiç kimse ne kendi gerçeğinden ne de yaşadığı gerçeklikten kaçamaz, kaçmamalıdırlar da. Oysa gerçeklikten kaçılıyor. Ölçüsüzlük, yapılan her değerlendirme ve yaklaşımda kendisini hissettiriyor âdeta. Birçok dostumuz değerlendirmesinde Alevi örgütlenmesinin yeni olduğunu, bu bağlamda da eksikliklerinin, yanlışlıklarının olacağını, bu eksiklikler ve yanlışlıklardan öğrenerek kendisini olgunlaştıracağını belirtiyorlar. Tabii ki bu değerlendirmelerini seçim gerçeğiyle buluşturarak yapıyorlar. Yazılarımı izleyen dostlar, her vesileyle, tarih boyunca hırpalanmış, katliamlardan geçirilmiş, bütün örgütlülük düzeyleri tarumar edilmiş Alevi topluluğunun, kendini yeniden keşfetme ve günün koşullarına taşarak gelmiş sorunlarına çare olmaya çalışırken, tabii ki bütün bu hırpalanmışlığıyla, kiriyle pasıyla ayağa kalkacağını, bunun son derece doğal olduğunu, bu nedenle de Alevilerin kimsenin güzeli olmak zorunda olmadıklarını hep söyleye geldiğimi bilirler. Dahası, yanlış yapma haklarının olduğunu, kimsenin doğrusunu gerçekleştirmek gibi bir zorunluluklarının bulunmadığını da belirttiğimi bilmektedirler. Tabii ki bu ifadem Alevi dışından, özellikle de egemen sistem düzeylerinden yönelen yak-

Sayı 32


SERÇEÞME

ALİ İZZET ÖZKAN

Ne efsunkar imişsin ah, ey didâr-ı hürriyet Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten Namık Kemal Hürriyet Kasidesi’nden

laşımlara dönüktü. Ama kendi içimize, kendi düşünsel ve eylemsel pratiğimize gelince, kazın ayağı hiç de öyle olmamalıydı, olmadı da. Özellikle Modern Alevi Hareketinin “siyasete müdahale” düşüncesi ve bu doğrultuda ortaya çıkardığı pratik söz konusu olduğunda, belki talip düzeyi için mazur görülebilir ama önderlik ya da yönetim düzeyi açısından hiç de mazur görülmeyecek hata ve yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bunu görmeden, ele almadan, bundan sonraki süreçler de doğru bir tek adım atılamaz. Hele hele ne şiş yansın ne kebap örneği, “altın orta bulma” yaklaşımları, sorunların üstünün örtülmesinden başka hiçbir şeye hizmet etmez. Talip düzeyi için mazur görülecek birçok yaklaşım, bugün Alevi örgütlenmelerine hükmeden irade ve o iradeleri ortaya çıkaran kadrolar için mazur görülemez. Çünkü Alevilik açısından, onun özgün örgütlülüğü açısından belki birçok eksiklik ve yanlışlıkları olabilir, ama genel olarak bu arkadaşlarımız ne siyaset zeminlerinin ne de örgütlü demokratik mücadelelerin yabancısıdırlar. Birçoğu 60’lı ve sonraki yılların devrimci demokratik mücadeleleri içinde yer almış, her Alevi çocuğu gibi bu ortamlardan nasiplenmiş arkadaşlardır. Eğer bugün bir ölçüsüzlüğün, bu bağlamda da yanlışlığın içinde iseler, bunca zamandır ödenmiş bunca bedelin hiçbir yerinden bir şey öğrenmemişler demektir ki, bunun hoş görülecek bir yanı yoktur. Söz konusu sürecin değerlendirmelerine ilişkin, Alevi hareketi içinden çeşitli düzeylerde yapılmış çok sayıda yazı önümde duruyor. Bir kaç istisnayı hesaba katmazsam, genelin tespitleri, üç aşağı beş yukarı aynı noktalarda düğümleniyor ve aynı yanılgıları, bir örgütlü düzeye çıkartacak denli, biri diğeriyle paralellik içinde âdeta örüyor. Bunları bir sonraki makalenin konusu olarak ele alacağım ve kardeşlerimle paylaşacağım. Bu makaleyi aslında “ölçüsüzlüğe” vurgu yapmak için planladım. Öyle de bitirmek istiyorum. *** Cezaevinde oluşumun ilk yıllarıydı. Hem Marksizmle hem de ülke gerçekliğiyle henüz yüz yüze geldiğim ve öğrenmeğe çalıştığım yıllardı. Tabii ki bir devrimci olarak, ağır bir bedelle karşı karşıya olmama karşın, bu bedel ile hiç de orantılı olmayan ölçülere sahip olduğumu da fark etmeye başladığım yıllardı. Örnek olsun, devrim için katara dizilmiştim, bundan hiç kuşkum yoktu, ama bu yürüyüşte karşıma aldığım kimdi, birlikte olacağım veya olmam gerekenler kimlerdi, kime dost diyecek kime düşman gözüyle bakacaktım, bunun doğ-

Ağustos 2007

ru dürüst ayırdımında değildim. Ayırdımına varmak için doğru bir ölçü de yoktu. Tabii ki ortada örgütler vardı ve bunların her birinin, kendine göre, bu gibi sorulara buldukları yanıtlar vardı ve bunlardan kimilerine karşı olurken kimilerine yandaştım. Ama yine de bana ters gelen bir yan vardı ve aradığım ölçüyü vermiyordu. Örneğin kim demokrattı bu ülkede, kime demokrat, kime sosyalist diyecektim. Genellemelerin rehavet veren gölgesine sığınmanın bir âlemi yoktu. Mutlaka, en azından ana başlıklar olarak görmek ve ona göre bir yön tayin etmek zorundaydım. 1978 yılında bu doğrultuda bir makale kaleme aldım. Hafızamda kaldığı kadarıyla o makalede de, üzerinde durduğum temel konu ölçüsüzlük gerçekliğini, en azından elle tutabileceğim bir ölçüye çevirme arayışı vardı. Başkasına bir şey ifade etmese de kendim için bulduğum ölçüler, Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasal düzeninin, “Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükümleri içinde saklıydı ve saklı olanlar aynı zamanda “yok” sayılanlardı. Yok sayılanlara karşı alınacak tavır, sosyalist olmanın değil, asgari düzeyde Türkiye gerçeğinde demokratik olabilmenin ölçüsünü veriyordu. Anayasal düzen “sınıfsızlık ve imtiyazsızlık” üzerine oturmuştu. İşçi sınıfına karşı tavrın ne olduğu, ölçülerden birini veriyordu. Bu bağlamda komünistlere karşı tavır, ikincisini, soya-boya, dine, dile, etniye, tarihe, dile göre oluşturulup tanımlanmış “Türklük” dışında kalan, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Araplar, Çerkezler, Lezgiler’e karşı tavır bir diğer ölçüyü; Tadın cinsine karşı tavır bir diğerini; ve nihayet tarih boyunca yok sayılmış, Alevilere, Ezidilere, vb., topluluklara karşı tavır bir diğer ölçüyü veriyordu ki, bunlar devrimci demokrasinin en temel koşulu olarak ele alınması gereken konulardı. Bu zeminde açık tutum belirlemeyene demokrat demek mümkün değildi ve bunu belirlemek için sosyalist olmak da gerekmiyordu. Bu gerçeği görmeyen sosyalist ise hiçbir şekilde sosyalistim dememeliydi. Bu yazımın o günün koşullarında en ufak bir yüz görmediğini, hatta “ilahı ışık”çılıkla, mezhepçilikle suçlandığını, bir yerlerim sızlayarak belirtmek istiyorum. Tabii ki, daha sonraki süreçlerde, bu yaklaşımımı yılları kapsayan, Anayasa ve Ceza Yasası incelemeleriyle derinleştirerek sürdürdüm, yazılar yazdım. Babam, Kurban Baba’nın, “yap denize at, halık bilmezse balık bilir. Emek zayi olmaz.” şeklindeki yadigâr sözünün çağrısına uyarak hep denize attım. Aşk ile!

Muhtar Köyü harap etti baykuş ötüyor Hırsızlar başkanı şakavat muhtar Padişahlar gibi alıp satıyor Memleket düşmanı hıyanet muhtar Öksüz oğlan dul karıyı soydurur Ocaklar batırır gözler oydurur Köy halkının ayağını kaydırır Milletine eder hakaret muhtar Beş yüz lira mektep yarası n’oldu Dört yüz elli lira anamdan çaldı Köyün bütçesini yarıya böldü Az paraya etmez kanaat muhtar Bir mektebi dört beş yere kaldırdı Dama taşı etti halkı güldürdü Oradan da kesesini doldurdu Haram olsun sana be nalet muhtar Hemi muhtar hemi haksız hem bakkal Hem ahlaksız hem humari hemi kel Hemi sarhoş hem zinakar hem deccal Arlanmaz utanmaz cenabet muhtar Bazı yollar yanında dolanır Yal yemiş it gibi ürer yalanır Zulm ile var olan bir gün dilenir Düşer belalara akibet muhtar Fakir fukarayı yuttukça yuttu Köyün tavuğunu bolca meretti Sarı çamlı yaylamızı da sattı Aslı haramzade necaset muhtar Suçlulara sizi kurtarırım der Aldatır yaldatır beş on kuruş yer Bazı memurları kafeslere kor Hem yer hem yedirir (ü)rüşvet muhtar Görmediği suça şahitlik eder Ayda birkaç defa sorguya gider Şeytanı lainin koyunun güder Fitnedir yaptırır cinayet muhtar Tuzu gazı köyün yağını yedi Nice gül yetimin hakkını yedi Bu dolandırıcı çoğunu yedi Mürtekip kepaze nedamet muhtar Sahtekar yalancı dinsiz imansız Kanımızı sordu bıraktı cansız Yazık bu millete demez vicdansız Kahrol bu halk san emanet muhtar Adil beyler köyümüzde soygun var Gören yoktur soran yoktur yangın var Adalete hücum ede çapkın var O da bizim köyde malamat muhtar Eski ameleye bey oldu hemen Çok fakiri zengin eder bu zaman Akşam sabah inşallahürrahman Kopacak başında kıyamet muhtar Al(i) İzzet esiriz bir elden alın Atatürk başıyçin imdada gelin İslam defterinden bu iti silin Haşa Türk değil bu ne millet muhtar

15


SERÇEÞME

HACI BEKTAŞ VELİ’Yİ ANMA TÖRENLERİ ÖNCESİNDE HACI BEKTAŞ VELİ DERGÂHI POSTNİŞİNİNDEN TÜM CANLARA

Hacı Bektaş Veli’ye Bağlılık(*)

A

LEVİ-BEKTAŞİLERCE, Hünkâr Hacı Bektaş Veli, bütün ocakların bağlandığı inancın kaynağı ve yolun piri olarak bilinir. Hünkâr Hacı Bektaş Veli’ye bağlılık sadece inanç olarak kalmamış; çevresinde Horasan Pirleri ve Rum Erenleri diye adlandırılan ve daha sonra adlarına ocaklar kurulan erenlerin soyundan gelenler de müritlerini görüp yol hizmetlerini yürütürken, Hacı Bektaş Veli yoluna bağlı kalmışlardır. Hacı Bektaş Veli’den sonra ülkenin her yanında bulunan ocakzadelerin, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nda postnişin olan ve Hacı Bektaş Veli evladından gelen kişiden icazet alma zorunluluğu vardı. Bunun dışında, “dede, baba, abdal, sultan ve derviş” unvanlarını taşıyanların tümünün, tekke ve zaviyelerde görev yapabilmeleri, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nda bulunan ve Hacı Bektaş Veli’nin evladından olan Postnişin’in icazet vermesine bağlı idi. Bu, tekkedeki hizmetlerin ve vakıfların yönetilmesi için de aynı zamanda resmi bir zorunluluktu. Bu yasal zorunluluğun dışında Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin Horasan Pirleri ve Rum Erenlerinin soyundan gelenleri kendi dergâhına bağladığı, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’ndan icazet almayanlar için. “Nasip aldığı eli tınmayanın yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtattır.” diyerek yolun dışına çıkardığı yaygın bir kamu inancı olarak uygulanıyordu. Bazı ocakzadelerin “Hacı Bektaş Veli Dergâhı mesafe-i Baidededir” (Uzak yerdedir), diyerek, Dergâh’a gitmedikleri ve “Bizim soyumuz da seyyiddir. Hacı Bektaş Dergâhı’na gitmek lazım değildir.”, şeklinde konuştukları olmuşsa da; bunların zamanla, Hacı Bektaş Der-

16

Veliyettin Ulusoy gâhı’ndaki kayıtları silinmiş, ayrıca, müridlerince de ciddiye alınmaz duruma düşmüşlerdir. Böylece Hacı Bektaş Veli’ye olan geleneksel bağlılığa olumsuz yönde etken olamamıştır. Örneğin Pir Sultan Abdal oğullarından İnce Mehmet’i talipler, Pir Sultan evladı olarak kabul etmemişler; O da Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na giderek zamanın mürşidinden icazet almıştır. Âşık İsmail olayı şöyle anlatmıştır: Aradılar Pir Sultan’ın aslını Görelim ki ne söyletir yaradan Dinleyin de şerh eyleyim vasfını Zuhur oldu Kazım Musa Rıza’dan Evvel Ali yerin göğün binası Kudretten çalınmıştır mayası Kazım atasıdır Rıza dedesi Oniki İmam ile geldi sıradan Şeyh Cüneyd’dir âşıkların atası Yine şahtan Pir Sultan’ın putası Ummandır deryadır nurdur ötesi Bilir misin kimdir narı nur eden Hem Rıza hem Haşim hem Seyit Bir başında vardır hem Ebu-Talib Bektaş-ı Veli’de yazılı kayıt İnanamayan haber alsın oradan Seksen bin er Horasan’dan koptular İmam Rıza’yı muhkem tuttular Sulca Kara’höyük de sohbet ettiler Erler meşverette kaldı orada Güvercin donunda havadan indi Darı çec üstünde namazın kıldı Doksan bin evliyaya ser-çeşme oldu Mevlam kısmetlerin verdi orada

Uçurdular Pir Sultan’ın kuşunu Seyrengâh eyledi yıldız başını Hub gösterdi toprağını taşını Pirim kısmetini verdi orada Şah Yıldız dağında sema eyledi Bir ayak üstünde binbir kelam söyledi İndi Banaz’ı hoş vatan eyledi Hayli devir zaman geçti orada Koca Şah Urum’a bir elma saldı Dolandı Urum’u Banaz’a geldi Pir Sultan Elmaya bir tekbir kıldı İnsan taacüpte kaldı orada Yüce gördü şehitliğin yolunu Mansur gibi kabul kıldı dâr’ını Kokladı elmayı verdi serini Hırkasını asılı koydu orada Seksen bin er Horasan’dan zuhuru Geldi Urum’a hatm eyledi zahirî Şeşper koltuğunda gitti ahiri Dört yolun dördüne gitti orada Halifeler bir araya geldiler Evlat kimdir diye meşveret kıldılar İnce Mehmet’i Pir’e saldılar On iki er senet aldı orada İsmail’im ötesine ermezler Evlat olmayana senet vermezler Senede mühüre itimat kılmazlar Zanla güman böyle kaldı orada İsmail’in uzun uzun anlattığı gibi, Anadolu ve Rumeli’de bulunan ocakzadelerin kayıtları Hacıbektaş Dergâhı’nda tutulmaktadır. Bu konuda karşılaşılan güçlükler orada çözümlenmektedir.

Sayı 32


SERÇEÞME Alevi-Bektaşilerde yaygın inançlardan biri de Hacı Bektaş Veli’nin çağ ve ad değiştir miş Ali olduğudur: Güvercin donunda Suluca Karahüyük’e konan ve cümle evliyalardan üstün olduğunu kanıtlayan Hacı Bektaş Veli, gösterdiği işaretlerle Ali olduğunu arif olanlara açıklamıştır. Gözlerir kör olsun ey kanlı yezit Bu meydanda ne var Ali’den gayrı İlim mabedinin kapısın açan Var mıdır bir bilge Ali’den gayri Güvercin donuyla Urum’a uçan Erenler evinin kapısın açan Cümle evliyanın üstünden geçen Var mıdır hiçbir er Ali’den gayri Sofu Abdal erkanını yürüten Ayin cemde sevdiklerün sıreden Neşter Selman kırk vücudu bir eden Var mıdır hiçbir el Ali’den gayri Muhammed Miracın yoluna girdi Bu sır gayet sır içinde sır idi Şir donu’nun Hatem mührünü verdi Bu sırrı kim bilir Ali’den gayri Cümle evliyalar imamalar bunda İkrar veren kimse düşer mi derde Yek nefeste durma meydan-ı erde Babamız her kim var Ali’den gayri Selman bir deste gül Şah’a uzattı Kendi tabutuna kendisi yattı Cem’i Mushaftan nikabın attı Kuran yok gördüler Ali’den gayri Erenler erkanı gerçek bellidir Abdal Musa fakir anın kuludur İmam mahabeti gönlü doludur Var mıdır bir rehber Ali’den gayri Kul Hasan da aynı kanıdadır. Ona göre Hün kâr Hacı Bektaş Veli, Ali’nin ta kendisidir. Bu Kul Hasan’ın kişisel düşüncesi değil, içinde yetişip büyüdüğü toplumun inancıdır. Kul Hasan onu yansıtıyor: Hayali gönlümde yadigâr kalan Hünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir Darı çec üstünde namazın kılan Hünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir Ali’nin işleri daim sır ilen Kisvetini kırmızıdan örünen Nar içinde cebraile görünen Hünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir Arslan olup yol üstünde oturan Selman idi ana nergis getiren Kendi cenazesin kendin götüren Hünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir Musa kahramanı dine gönderen Münkirin gözüne perde indirin Doksan bin küffarı dine döndüren Hünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir Yerlerin göklerin binasın düzen Ak üstüne ak yazılar yazan Engür şerbetini kırklara ezen Hünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir Kul Hasan’ım var mı sözümde yalan Münkirin gönlünü gümana salan Doksan günlük yolu kuşlukta alan Hünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir Kalender Abdal, Hacı Bektaş Veli’yi “Aslı İmam, nesli Ali” olarak tanımlamakla beraber onun kişiliğinde Ali’yi gördüğünü de söylemeden edemiyor. Coşku halinde bu böyledir. Ali

Ağustos 2007

ile Veli tek vücuttur. Fakat genellikle AleviBektaşiler, Hacı Bektaş Veli’yi Ali soyundan gelen bir Seyit ve dolayısıyla “Evlad-ı Rasul” (Peygamber torunu) olarak tanımlar. Dün gece seyrimde bâtın yüzünde Hünkâr Hacı Bektaş Veli’yi gördüm Elifi taç başında nikab yüzünde Aslı İmam nesli Ali’yi gördüm Geçti seccadeye oturdu kendi Cemal-i nurundan çerağ uyandı İşaret eyledi sakiler sundu Bize Hak’tan gelen doluyu gördüm

Hatem-i Pir Hacı Bektaş Veli Anın nesl-i paki Muhammed Ali Cümle erenlerin bir ziba gülü İsmi Hacı Bektaş Hünkâr demişler (Şahi) Şahi, Hacı Bektaş Veli’nin durumunu Hz. Peygamber’e benzeterek, onun son Peygamber olduğu gibi, Hacı Bektaş Veli’yi de “Hatem-i Pir” (Pirlerin sonuncusu) olarak gösteriyor. (*)

Ali Celalettin Ulusoy – Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi Yolu

İçtim ol doludan aklım yitirdim Çıkardım benliğim ikrar getirdim Menzil gösterdiler geçtim oturdum Tığbend bağlanmış belimi gördüm Mürşit eteğinden tutmuşum destim Bu idi muradım irişti kasdım Bilmem sarhoş muyum neyim, ben mestim Erenlerin verdiği dilimi gördüm Kalender Abdal’ım koymuşum seri Kurban ettim canım gördüm didarı Erenler serveri, gerçekler eri Maksudum olan İmam Ali’yi gördüm (Kalender Abdal) Sağında Muhammed solunda Ali Bu söze erenler diler beli On iki İmamın sevgili oğlu Ebu Ceddi Sultan Hacı Bektaşın (Vehbi)

17


SERÇEÞME

2007 Yılı Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü Sabahat Akkiraz’a Verildi Ahmet Koçak 16–19 Ağustos 2007 tarihleri arasında yapılacak olan Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinlikleri çerçevesinde verilecek olan “Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü” bu yıl; a. Alevi inancına olan bağlılığı, b. Bu inancın gereklerini yaşam pratiğine geçirmesi, c. Tüm dünyada “Alevi Müziği”ni müzik literatürüne sokması, d. Aydınlanmacı ve barışçı kimliğinden ödün vermemesi. Bu konuda özenle seçici davranarak katılacağı programları belirlemesi nedeni ile Sabahat Akkiraz’a verilmesi Anma Kurulunca uygun görülmüştür. Sayın Sabahat Akkiraz’ı kutluyoruz. Ve başarılarının devamını diliyoruz.

H

ACIBEKTAŞ İlçesi’nin internet sitesine yukarıdaki haberin düşmesinin ardından sanatçı Sabahat Akkiraz’ı telefonla arayarak söyleşi yapmak istediğimi söyledim. Bir süredir İstanbul dışında olduklarını ve Hacı Bektaş Veli anma etkinliklerine kadar dönmeyeceklerini söylediler. Bunu üzerine biz de konunun ivedi olması nedeniyle söyleşiyi e-posta yoluyla yaptık.

S

Sabahat Akkiraz’ın Kısa Özgeçmişi

ABAHAT AKKİRAZ Sivas’ta doğdu. Ailesinde müzikle uğraşanlardan etkilendi on üç yaşında ilk kırkbeşlik plağını yaptı. Şimdiye kadar on sekiz albüm yaptı. Albümlerinde çoğunlukla kendi derlediği semahlar, deyişler, mersiyeler ve duaz-ı imam okudu. Alevi deyiş ve nefeslerinin kayda geçmesi ve otantik bir şekilde gelecek kuşaklara aktarılması için çalıştı. Dünyada müzik otoriteleri tarafından önemli sayılan festivallere davet edildi. 1996 yılında London Jazz Festivaline davet edildi. Grand Union Orchestra ile Echoes From Anatolia (Anadolu’dan Yansımalar) projesini hazırladı. Başta London Jazz Festivali olmak üzere Londra’da konserler yaptı. 1999 yılında Queen Elizabeth Hall’de “Womens Of Tradition” projesinde Türkiye’yi ve “Alevi Müziği”ni temsil etti. Aynı yıl “Echoes From Anatolia” konserleri Redgold Music tarafından kaydedildi ve Alevi nefeslerinden en seçmelerin yer aldığı bu albüm, tüm dünyada satışa sunuldu. 2000 yılının Şubat ayında Fransız Kültür Ba-

18

kanlığı tarafından Fransa’ya davet edildi. Paris St. Claude ve Dieppe’de konser verdi. Aynı yılın Haziranı’nda Lyon’da “Doğu Festivali”ne çağırıldı. Kasım 2000’de değişik kültürlerin müziğinin mabedi kabul edilen “Theatre De Le Ville”de konser verdi. Burada konser veren ilk Türk olma unvanını aldı. Bu konserin ardından Le Monde, La Figaro, Observatour gibi dünyanın en önemli gazetelerinde “Alevi Müziği ve Sabahat Akkiraz” söyleyişleri tam sayfa yer aldı. Fransa’da “Alevi Müziği” en iyi Otantik Müzik, Sabahat Akkiraz’da bu müzik dalında yılın en başarılı sanatçısı seçildi. Fransız-Belçika ortak yapımı olarak hayatı, çalışmaları ve temsilcisi olduğu “Alevi Müziği” belgesel yapıldı. Bu belgesel, dünyaca ünlü Mezzo ve Muzzik adlı TV kanallarında yayınlandı. Belgesel film şu anda tüm dünyada yayınlanmaktadır. 31 Mart–1 Nisan 2001 tarihlerinde Brezilya’nın Sao Paola Kentinde “Alevi Müziği”ni tanıtan iki konser yaptı. Alevi Türküleri ilk defa Güney Amerika’ya, okyanus ötesine taşındı.

Sayı 32


SERÇEÞME

“HACI BEKTAŞ VELİ DOSTLUK VE BARIŞ ÖDÜLÜ ”NÜN ONDÖRDÜNCÜSÜ VERİLEN

Sabahat Akkiraz ile Söyleştik Sayın Sabahat Akkiraz “Hacı Bektaş Veli Dostluk Ve Barış Ödülü” bu yıl size verildi. Öncelikle sizi kutluyoruz. Duygularınızı bizimle paylaşır mısınız? Çok önemsediğim bir ödüle layık görülmek beni mutlu etti. Ama bana ayrı bir sorumluluk yüklediği de ortada. Tabi bu ödülün şahsıma verilmiş olması beni mutlu ederken bana bir karar almam konusunda da öncülük etti. Ben bu ödülü kendi adıma değil; ustalarım ve bu yolun aktarıcıları adına alacağım. Alevi müziğinin her türlü baskı ve sistem dışına itildiği süreçte ustalarım onu en korkusuz ve onurlu biçimde bedelini ödeyerek aktardılar. Hacı Bektaş Şenlikleri başlamadan uzun yıllar önce sırf kendi inançları için; Davut Sulari, Mahzuni Şerif, Muhlis Akarsu, Feyzullah Çınar, Daimi Baba kasabaya gelip insanlarla buluşup cemler yaptılar, konserler yaptılar. Hem de bunlar o günün yıldırıcı ortamında yapıldı. Bunun yanında dedeler; Tacim Dede, Abuzer Dede, Hozatlı Ahmet Dede, Cafer Dede, Arguvanlı Ali Dede ve adını bilmediğim ve sayamadığım birçok yol önderi bu kültürün en doğru biçimde aktarılması için büyük hizmetler verdiler. O yüzden bedelini ödeyenlerin yanında tabi ki biz de yasaklarla, baskılarla, engellemelerle bu kültüre bir katre hizmette bulunduysak onların adına bu ödülü almayı bir görev sayıyoruz.

sözde Alevi müzisyenlerin anlamasını beklemiyorum. Ben bu kültürü o kadar önemsiyorum ki sırf onu daha yüceltebilmek için “Alevi müziği yapmak; ozanların, dedelerin, kaynak kişilerin, zâkirlerin işidir. Biz sanatçılar bir kaç deyiş okuyoruz diye kendimizi bu kategoride görmemeliyiz. Kendisi okuduğu deyişi anlayamayan, aktarırken doğru aktaramayan ve en önemlisi bir Alevi gibi yaşamayanların kendilerine Alevi sanatçısı dediği bir ortamda ben Alevi müziği yapmıyorum” demiştim. Bazı kurumlar bunu anlayamadığı için bizi suçlamışlardı. Ama bu bizi bildiğimizi yapmaktan alıkoyamadı, alıkoyamaz da. Son olarak şunu söylemek isterim. Yaşayan bir kültürün, yaşayan müziğini yapmaya çalışan ve onu aktarmaya çalışan bir insan olarak önce ustalarıma daha sonra bu kültürü bize aktaran ve bu bin yıllık yolda korkmadan, bıkmadan, yılmadan yürüyen tüm ustalara ve kutsal ozanlara saygılarımı sunarım..

Bu yıl 14’üncüsü verilen bu “ödül” size ne anlam ifade ediyor? Bu ödül üstünde taşıdığı sırf Hacı Bektaş-ı Veli ismiyle bile çok önemli bir ödül. Hünkârın yaşamının bir yansıması olan barış, kardeşlik, birleştiricilik gibi kurt ile kuzuyu bir kucakta yaşatabilme felsefesinin bir yansıması olarak algılıyorum. Belki bazıları bunu sadece bir ödül olarak algılayabilir ama bu benim için bir ödülün ötesinde taşıdığı kavramlarla bir yaşam ve hizmet ödülü. Sizin Alevi-Bektaşi müziğine ve inancına olan katkılarınızı biliyoruz. Okuyucularımıza bu güne kadar yaptığınız hizmetlerden kısaca bahseder misiniz? Bizim yaptıklarımız bize bu dünya üzerinde verilmiş bir hizmetin ötesinde bir şey değil. Bu yüzden yaptıklarımız da bir okyanusta sadece bir katre kadardır. Amacım ilk günden bugüne sadece ve sadece herkese, her koşulda, hiçbir baskıya, yasağa boyun eğmeden müziğimizi aktarmak. Çünkü bu müzik bize aktarılmak üzere öğretildi ve onun kutsallığını bozmadan, yaşam pratiğini unutmadan, değerlerini yücelterek bir sonraki kuşağa en doğru biçimde ulaştırmak bize görev olarak verildi. Şimdi bunları yaparken kimi zaman en denenmeyeni yaparak, en girilmez denilen alanlara girerek, dünyanın her yanında bazı sözde Alevi kurumlarının boykotlarına, engellemelerine, boynumuzu onlara eğme konusundaki baskılarına karşı en doğruyu yapmaya çalıştık. Çünkü bizim inancımız her türlü siyaset, kişisel çıkar, baskı ve işbirliğinin üstünde bir inançtır ve onu kuranlar o kadar mükemmel bir sistem yaratmışlardır ki, bunu bugünün olanaklarına göre bile anlayamayan sözde kurumların, işbirlikçilerin ve onların askeri konumuna düşmüş

Ağustos 2007

14-22 TEMMUZ ARASINDA YAPILAN “DÜNYA LONDRA” ETKİNLİKLERİNE DAVET EDİLEN

Sebahat Akkiraz’ın Londra Dinletisi ve Yankıları

L

ONDRA’nın ünlü Güney Yakası Merkezi’nde düzenlenen ve Türkiye’nin yanı sıra Merkezi Avrupa, Japonya, Hindistan ve Uganda’dan ünlü sanatçıların davet edildiği “Dünya Londra” festivali etkinlikleri 14-22 Temmuz arasında yapıldı. Bu yıl etkinliğe Türkiye’den Sabahat Akkiraz’ın yanısıra Müslüm Gürses, kanuni Göksel Baktagir, caz piyanisti Ayşe Tütüncü ve Orient Expression ile SOS adlı gruplar da davetliydi. Sabahat Akkiraz, önce Kuzey Londra’da Dayanışma Merkezi’nin (Day-Mer) 1 Temmuz Pazar günü düzenlediği festivalde bir konser verdi. Yağmura karşın kendisini yalnız bırakmayan sevenlerine yaşattıkları, “Off, Osmanlılar’ diye başlık atan The Guardian gazetesine şöyle yansıdı: “Türkiye’de Sebahat Akkiraz kaybolmakta olan halk müziğinin koruyucusu olarak tanınır. Bana, kısa bir süre önce Brezilya’da verdiği konserinden örnekler vererek dil engelinin önemli olmadığını, ‘tüm halkla-

rın gizemli Alevi müziğini, Anadolu’nun türkü ve halaylarını anlayacığını ve seveceğini’ söyledi.” Sebahat canın Kraliçe Elizabet Salonu’nda verdiğ konser ise Financial Times gazetesine şöyle yansıdı: “Sesinde hiç hile yok. Müziği, elektronik aletlerle oynamadan, en temele iniyor. Türkü diye bilinen halk tarzı söyleyişi Anadolu Alevi geleneğine dayanıyor. Ard arda söylediği dokuz yapıt dinleyicileri kendine bağlamaya yetti. Beyez ketenler giyinmiş, ince hatlı yüzünü çevreleyen uzun siyah saçlarıyla Akkiraz, yumuşak edası, tatlı ve hüzün dolu sesi dinleyicileri büyüledi. Hiç zorlanmadan özgürce kullandığı sesi, ona eşlik eden sazların üzerinden aşarak ulaştığı dinleyicilerine aşkı, özlemi ve dağları yansıttı. Öyle ki el çırparak ve onunla koro yaparak konsere katılan dileyiciler onunla birlikte bir gönül yolculuğuna çıktı.”

19


SERÇEÞME

Cavit Murtezaoğlu ile Söyleştik Bölüm II Ulaş Özdemir Bunlar Sultan döneminde yaşayan pirler mi? Sultan döneminde yaşayan pirlerdi, ancak Ehl-i Haklar’ın mantığında bu yedi kişi, Ali döneminde onun yanındaydılar. Ali o zaman Hakk idi, Khavendegar idi ve Hakk’ın taşıyıcısı idi. Yanındaki yediler, mesela, Pir Bünyamin, Hz. Selman Farisi idi. Diyorlar ki, “Ne diyorsun, insan öldükten sonra, dirilir mi?” Bu insanlar onları yansıtıyor, yani demek ki Ali ölmemiş! Bu, dondan dona geçiş fikri, yeniden doğma fikridir. Önemli olan Ali hiçbir zaman ölmez. Bunun temsili postnişin olarak yaşatılıyor, cemde yeri var. Piramit dediğimiz, en başta bir noktadan başlar. O, Hakk’ın kendisidir. Düşünelim ki aşağı doğru geliyoruz. Hakk’tan aşağıda dört melek, yediler, on ikiler, kırklar, yetmiş iki pir, zerrin kemer (altın kuşak) sahibi altı bin altı yüz hizmetkâr ve piramidin temellerinde ise halk vardır. Sultan Sahak, bu katların birbiriyle irtibatla geçmelerini Serencam kitabında bahsetmiştir. İran’da Sultan Sahak’ın yerinde oturan her bir postnişin bir fedaiye telefon açsa, “Kendini beşinci kattan at” dese, eminim ki atarlar. Ama bu bir Batınilik hareketidir. Bu hareket sahipleri hiçbir zaman, siyasete geçip devlet yöneticisi olmak fikrinde olmamıştır. Devletlerimiz korkmasın, Ehl-i Haklar bir gün güçlenip de hâkimiyeti eline almak istemiyor. Bazı kelimelere yeni bir kıyafet giydirirler, öyle ki artık onu kullanamazsın. Şiiliği de, Hizbullah’ı da öyle yaptılar ve bu kelimeleri elimizden aldılar. O kelimeleri biz yaratmıştık. Onlara can bağışlamıştık. Şimdi o kelimeleri bizden aldılar. İran’da Şah Hatayi’yi de o hale getirdiler. Şah Hatayi heykelleri koyuyorlar, ama Şii kıyafetiyle oturacak o heykelde. Hâlbuki Şah Hatayi’i tanıyanlar, onun hiçbir zaman siyasi Şii olmadığını bilir. Zaten Şii sözü Şah Abbas döneminde çıkmış. Sen insaflı bir siyasetçiysen, Şah Hatayi’i kendi yazdıklarından tanımalısın: “Hatayi’yem al atlıyam Sözü şekerden tatlıyam Murtaza Ali zatlıyam Gaziler deyin o şah benim” Niye söyleyemiyorlar “Murtaza Ali zatlıyam”? Çünkü onlar devlet adamı, yani Tanrı ile halkın arasında bir filtredirler. Şah Hatayi diyordu ki, “Filtreyi kaldıralım!” Nizami’nin Leyli Mecnun’unda, Leyli tanrıdır, mecnun onu sevendir. Devlet Leyli’nin babasıdır, “Şeyh Mecnun’un Leyla’ya kavuşmasına izin vermedi, Mecnun gitsin” diyor. “Asrilerdir saklamışsın zahida leylayı sen Koy yetişsin Mecnun’a ol lafeta illa olan.” Onlar da mollalardır. Mecnun’un Leyla’yla buluşamamasının nedeni bu iki düşüncedir. Onlar, Hakk’la sevenleri buluşsunlar istemiyorlar. Araya vasıta koyuyorlar! Vasıta koyması yetmiyor bir de paramızı alıyor. Biz pirlerin ekmeğini yedik ellerinden. Hem bir öğretmendir ki, her zaman anlatır, öğ-

20

retir, aynı zamanda yemek verir. Hangi pirin evine gittin de aç kalktın? Hangi siyasetçinin yanına gittin de aç kalmadın. Yani iş tersinedir burada. Çocukken bir gün karıncaları seyrediyordum. Baktım, karıncaların birbirleriyle çok güzel irtibatları var. Çocukluk işte karınca yolunun arasına parmağımla bir çizgi çektim. Onlar, birbirlerinden ayrıldılar. Biraz sonra cesur bir karınca arayı aştı, ardından diğerleri de toplanmaya başladı. Burada bir ders var. Başlar, bizim aramıza da parmak çekti, Ehl-i Haklar İran’da kaldı. Bugün İran’daki Alevilere, “Türkiye’de yirmi milyona yakın Alevi var” desen şaşırırlar. Burada da, “İran’da da Alevi var” deyince, bizi Şii sanıyorlar. Bize cesur karıncalar lazım. Karşılıklı gitmeleri, gelmeleri lazım. Devletten korkmamak lazım. Bu köprüler kurulmazsa tehlikelidir. Birbirimizi tanımamız lazım. Bu gerçekten köklü bir kültürdür. Sultan Sahak’ın sistemi nasıl yazıya geçmiş? Serencam, Defter-i Pirdiwar nasıl yazıya geçirilmiş? Hz. Sultan dönemlerinde söylediklerini hemen yazmışlar. Bir de onun pirlerinin yazdıkları var. Hz Sultan zamanında emir vermiş yazmaya. Defter-i Pirdiwar, Pirdiwar’daki meclislerde yazılmış, değil mi? Yazılan mecliste olanlardı. Orada zirve toplantıları kurulmuş, bunların hepsi bir emir, destur, batini rehberlik gibi yazılmış. Her pirin söylediği kelamlar gibi yazılıyor. Sultan Sahak’ın piramidinde sanat çok önemli. Müzik ve şiirle ele vermiş, bu kültürü ve mirası bize taşımışlar. Müzik, semah, şiir olmasaydı, belki de taşınmayacaktı. Serencam dediğimiz? Serencam, işin gizli tarafıydı, kendine bağlı olanlara emirleriydi. “Bunu şöyle yapsanız, böyle olur” gibi, yani yol kurallarıydı, ama herkese sunulacak kurallar değildi. Kurallar şifahen sunuluyordu, ama Serencam kutsal bir yazıydı, çünkü o Sultan Sahak’ın ve yedi meleğin emriydi. Bu nedenle onu korudular. Sultan Sahak yazılarını koymuş, farklı yöreleri irşat etmeleri için de haftawanalar –dedeler, pirler diyebiliriz– göndermiş. Onlar Pakistan’a, Azerbaycan’a, Irak’a, Türkiye’ye dağılıp bu bilgiyi yaymaya başlamışlar. Serencam da yanlarında olmuş. Niye Batınilikte her zaman bir sır olması lazım? Sırrın nedeni, kötü insanların, cahil insanların bilimi alıp kötüye kullanmak gibi bir meyilleri olmasıdır. Onun için sen önce sınavdan geç, sonra sana bu sırları verelim diyorlar. Serencam onun için saklanmış. Sultan Sahak’dan sonra, yine Sultan Sahak’lar gelmek zorunda. Bu akımları yürüten birisi lazım, postnişin gibi. Onun için hala postta oturan on bir ulu soy vardır bizde. Şu anda Han Ateş Begler’de, Hz. Nizametin Sultan Sahak yerinde oturmuştur. Han Ateş bu soyu kurmuş, Hz. Nizamettin onun devamcısı-

dır. Onun da dört meleği, hefteni (yedileri) ve kırkları vardır, yani sultanlık piramidi devam ediyor. Cem denilince burada on iki hizmet cemi var. Sizde müziksiz, nazr’ın olduğu toplantı da bir cem. Cem üzerine biraz bir şeyler söylerseniz? Kelime olarak Cem, bir yere toplanmak demektir. Amaç nedir? Amaç; Kırklar’ın Cemine ulaşmaktır. Biliyoruz ki, insanlar bir yere toplandıklarında enerji büyüyor. Onun için cemin makamı Sultan Sahak zamanında Hakk’tan üstündür. Bak ne güzel, cem kurulduğu zaman, halk bir tarafta, cem bir tarafta. Cem Hakk’a üstün gelir, çünkü o enerjiden bahsediyoruz. Cem toplandığı zaman, esas olan dünyadan kurtuluştur. Bu dünyadan kurtuluş derken, hayat tarzı olarak dünyadan kopmuş, dünyayla bağı kalmamış insanları kastettiğimiz sanılmasın. Niye semah dönüyorlar? Perde arkasında olan esrara vakıf olsunlar, esrarı anlasınlar ve gidip o semahtan sonra halkın manevi ve maddi yaşayışlarını güzelleştirmeye çalışsınlar. Batınilik gelip halkla birleşiyor. Tasavvur dünyasını gerçeğe döndürmek sürecidir semah. Semah tasavvur gücünün gerçekleşmesi demektir. Semahta bir aşama var, orada yeni bir şeyler görünür. Uçtuğun yerden Arş’ı da yeryüzünde olmayan şeyleri de görebilirsin. Halkla Hak olup da, halka yeni bir şeyler vermek lazım. Elinde dür (mücevher) ve gevherle gelmen lazım. Yoksa bu kadar çaba neye yarar? Ben kendimi kurtarıyorsam, ne olacak ki? Kurtulmuş canların bir araya gelip halkı kurtarması lazım. Bir Ehl-i Hak, bir Alevi, aydın olmalıdır. Cemde zikir, semah yapmaya geliyorsun, iyi ders okuman lazım. Okulun en iyi öğrencisi olman lazım; doğru siyasette öncü olman lazım; felsefede sözü konuşulur biri olman lazım. Elinde bir sermaye var, harcayamıyorsun. Baban sana koca bir arazi bırakmış, eksen üstünde elma olur, ayva olur, nar olur. Ama sen boşuna dilencilik yapıyorsun! Sen bu mirasını al, çapala, tohum serp, yeni bakış açılarıyla modern bir şekilde bu topraktan gıda üret. Biz nasıl ki Aleviyiz, bunlar bizim derdimiz! Bizim derdimiz ki Hacı Bektaş ile Mevlana’yı savaştırmak değil. Pirler orada birbirleriyle kucaklaşmış semah yapıyor, müritler burada birbirleri ile kavga ediyor. Niye? Çünkü birbirlerinin canlarını bilmiyorlar. Batınilikte, bakmaktan da öte görmek makamına sahipseniz eğer, görüp de üretmeniz lazım. Hala aynı bağlamayı çalıyoruz. Hiçbir gelişme yok! Hala felsefemize kelime daha eklememiş kalemimiz. Descartes’in görüşü buydu, Marks’ın görüşü buydu… Tamam da, benim görüşümde budur birader diyen yok! Cemin görevinin, cem erenlerinin enerjilerini bir araya getirip toplumsal bir misyonu yerine getirmek olduğunu söylüyorsun. Alevilik bu anlamda dünyevi bir inanç, değil mi? Dünyada bir dolu inanç var ve dünyadan ilham alarak, dünyaya bir şeyler veriyorlar.

Sayı 32


SERÇEÞME

Batıniler, dünyada yaşıyor ama Batın’dan bir şeyler alıp, getirip, dünyaya veriyor, Aleviliğin farkı budur. Tüm dünyada Batıni hareketlerin iddiası budur. Biz, sizin görmediklerinizi görüyoruz! Kardeşim, tamam sen benim görmediklerimi görüyorsun, ama elinde ne var? Bana ne getirdin? Ne yapacaksın, programın ne? Bir adam gelip, “Ağabey, ben de Alevi olmak istiyorum” dediğinde, senin de kendi planlarını anlatman lazım. Şimdi gözlerine bir mendil bağlıyorsun, elinden tutup yürütüyorsun. Bu mantıkla nereye kadar sürer? Dedelere soruyorum bunu ben! Bunları yazın. Ben diyorum ki önce bu akımı tanıman lazım, bu bir; sonra Hakk’a varman lazım, bu iki; sonra da Hakk’tan halka dönmen lazımdır, bu da üç! Nesimi, çok güzel bir laf söylemiş, demiş ki, “Bizde kılıç yok, tahta kılıç var.” Tahta kılıç bir kültür simgesidir. Sen çocuğuna zorla balı, kaymağı bile yediremiyorsun. Yemiyor, çünkü ona ihtiyaç duyması lazım. Eşitliğin anlamı da böyledir. Eşitliğin altyapısı kültürdür. İnsanlar eşitliği kendisi istemelidir. Tarihte bunun örneklerini gördük. Ama Alevilikte önce bu kültürler ve cem yapmışlar. Dört kapı, kırk makam var, ama bir de bunların olduğu devirler var: Marifet devri, hakikat devri, vb. Biraz da o devirlerden bahsetseniz. Hangi devirde yaşıyoruz? Aslında devirler senelerin içinde değil, insanların içindedir. O insanların içinde birbirlerine düğümlenmesi lazım. Tarihe bakarsanız, İslam’dan sonra dört kapı var demişler. Aslında bu dört kapı bir yorumdur. İslam’ın dışıyla alakalı olan insanlar şeriattadırlar. Şeriat, kurallar demektir: Burada bunu yap, şunu yapma; bir emirler silsilesi, çerçevesi. Tarikat serbestliktir, Kuran yorumunda biraz daha öteye gidilmesidir. Marifet ise bu ikisinin birleşimi olan üçüncü kapıyı açmaktır. Hakikat da cemde Şah’ın huzurunda olmaktır. Sizdeki yorumları nasıl? Çok kısa, özet söylüyorum. Marifet, Hak’tan dönüp de halka varmak sürecidir. Ne zamanki bir derviş Hakk’a varmış, Hak’tan dönmüş, halka varmışsa bu marifet demektir. O zaman Batınilikten çıkıp da Batınilikte arıyorsun Tanrıyı, Hakk’ı. Hakk’a vardıktan sonra, senin halka müracaatın marifet demektir. Onu Seyyid Nesimiler, Şah Hatayiler yaptılar. Şah Hatayi marifet şahıdır. Hakikat hakkında, çok iddialı bir şey söyleyeceğim: Hakikat yoktur. Şimdiye kadar hakikatin kendisi bir gerçek olarak ortaya çıkmamıştır. Buna ancak iç dünyamızda varabiliriz. Çok önemli bir konu, başta da söyledim, şeriatten tarikata geçen köprüler duruyor. Tarikattan marifete geçen köprüler de yıkılmış. Marifet de günümüzde yoktur zaten. Bu dört kapı, bizim karşımızda duran kapılar değildir, sen kapıdan kapıya geçmek zorundasın. Ola ki sen bilirsen seçme şansın olur, Şeriatı bitirmeden tarikata varamazsın. Tarikatı bitirmeden marifete varamazsın. Şah Hatayi’den sonra bizim marifet makamımız

Ağustos 2007

kaybolmuş. Artık gerçek dünyada bir kurum sahibi değil bu marifet âlemi. Şimdi tarikattan hakikate geçmek isteyenlere bir müfredat yok. Onun için Şah Hatayi’yi tanımak çok önemlidir. O bu marifet dünyasının bayraktarıdır. Marifet âlemi Çaldıran’ı kaybetmiş. (Çaldıran bir mekan değil, bir manadır) Yani, bilgi dönemimiz kaybolmuştur diyorsunuz. Kaybolmuştur. Bizde Batınilik var; dedelerimizin nefeslerine bakın, gerçekten ateş püskürürler. Şeriatın kuralından sıyrılmış, kurtulmuş ve Batınilikte çok büyük nefes sahibidirler. Ancak, yarın için bir program yoktur. Sen yarının programını vermezsen hakikatin tablosunu çizemezsin. Ben bu kanaatteyim. De ki “ben hakikatim, ulaştım, bitirdim, vardım, yedim, Kırklar’la beraber oldum”, ama senin komşun açtır. Hatayi’den sonra Hakk’a ermiş pirler, halka müracaat etmemişler. Hatayi’den sonra cemde saklanmışlar, yani içlerine kapanmışlar. Tabii bir taraftan da kendimizi korumaya mecbur olmuşuz. İran’ın Safevi devletinin baskısı altında (Safevi Şiiliği) tarikata döndük biz. Bizim cemlerimiz, şimdi büyük bir laf ediyorum, cem şeklinde değil, tarikat dergâhlarıdır. Dört kapı sanki sosyal konularla ilgili bir kurs gibi görülüyor. Alakalıdır. Tebriz’de cemlerde, ben cemde oturanları eleştiriyordum. Saldırmak zorundaydım, diyordum ki seninle bir tarikat ehlinin ne farkı var? Tarikat ehli de dergâhta oturup kafasını sallar böyle. Sen de cemde oturuyorsun. Bu durumda sende iki cihan sığar mı? Nasıl Ehl-i Haksın ki sen halkına bir şeyler veremiyorsun? Müziğin de tarikat aslında. Hâlbuki aslında senin müziğinde cengaverlik, senin müziğinde isyan var. Bak Nesimi ne diyor: Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam Gevheri lâmekân benim kevn-ü mekâna sığmazam Arş-i ferş ile kaf-û nun ben de bulundu cümlesi Kes sözünü ve ebsem ol çünkü beyana sığmazam Nerede senin isyanın? Ben isyan deyince, demiyorum ki kalk Türkiye Cumhuriyeti Devletinin karşısında eylem yap! Benim amacım o değil. Amacım senin içinde olan kalıplardan kurtulman. Adam diyor ki “biz İslam’ın ya içindeyiz ya dışında!” Adam karar verememiş bugüne kadar, sen bundan ne marifet bekliyorsun ki? Onun için diyorum ki biz kaplumbağalar gibi içeriye dönmüşüz, çünkü korkuyoruz.

Korkmayan insan çıkar meydana, “Kardeşim, ben ehl-i marifetim. Sözün var mı bana?” der, fikirlerini sunar. Der ki, ben bunu yazıyorum ve biliyorum yazımda yanlışlık ihtimali var. İran’da senelerdir cemlerde, pirlerin yanında, dizlerinin dibinde oturdum, öğrendim. Arkadaşlara diyorum ki, fikrimi eleştirin, beraber oturalım, güzel şeyler sunalım. Bizim derdimiz budur: Şah Hatayi’den bu yana hepimiz kapalı dergâhlara döndük. Ama bugün dünyada internet var, her site bir ülke. Kardeşim, eğer varsan, bir varın varsa, ver bir siteye, insanlar öğrensinler. Tek başına hakikate ulaşmanın anlamı yok. Bir cem gibi, onun içinde de toplumsal bir içerik var. Her fikir sahibi fikrini dünyaya sunmak zorundadır. Fikrini sunamıyorsan siyasi bir sorunun vardır ya da cehaletin vardır. Ben üçüncü bir almaşık bilmiyorum. Menfaat söz konusu olamaz mı? Ya benim siyasi bir derdim vardır ya da cahilim! Bunu yaysam cehaletim belli olacak, elimdeki beş on mürit de gidecek. Modern mollalık, şimdi de cem çerçevesi içerinde mollalılığını yapıyor. Bunları gördüm ben. İsim vermiyorum, adam kendisine beş on talip edinmiş, zevk yapıyor. Kendine bir dünya kurmuş, zevkini çıkarıyor. Gelen de elini öpüyor! Şimdi o dönemde miyiz? Yine öyle olmamız mı lazım? Senin elini niye öpüyorlar? Ben de istemiyorum desene! Bir bildiğin, gördüğün varsa, bize de anlatsana. Sendeki cevheri biz de görelim mi, diyorsunuz? Biz de görelim; bizi mahrum etme; ben de sevenlerdenim. “Ben bir taneyim, benden başkası bunu bilmez!” dedin mi olmadı. Ben, gidip bir çocuğun ağzında çıkandan bile bir şeyler kapmak istiyorum. Bencil bir adam da değilim, bana da verin bilginizden. Adam onların ne isteklerinin farkında, ama o itaatler, o el öpmeler hoşuna gidiyor. Onun için de böyle bir adamdan hiçbir beklentimiz olamaz. Bugün herkes fikrini cesaretle sunuyor, sen sunmuyorsun. İran’dan buraya nasıl geldin, anlatır mısın? Çocukluktan sonra bir yandan cemlere girerken, bir yandan da müziğe başladım. Cemlerde kelamları söyledikçe, tamburla beraber okudukça anladım ki, bizim Aleviliğe ihtiyacımız var, Aleviliğin de bize ihtiyacı var. Anladım ki biz insanlar Tanrının taşıyıcısıyız. Anladım ki, zengin bir sosyete adamı olsam ne (Devamı 22. Sayfada)

21


SERÇEÞME

HASAN ÖZTÜRK (ÂŞIK BERRAKİ)

(Baştarafı 21. Sayfada)

Seni Buldum Safların uç tarafına Pirlerin üç tarafına Eşiğin iç tarafına Gir dediler seni buldum Keman çaldığı meyanda Senin sesin dört bir yanda Biraz daha bu meydanda Dur dediler seni buldum Olunca pişmeyen yanlar Yoldan gelen haldan anlar Bizde daha nice canlar Var dediler seni buldum Mutlu olmayınca halklar Sürmemeli bu yasaklar Bu özgürlükler bu haklar Dar dediler seni buldum Dostunu her demde içten Canları her cemde içten Yüzden değil hem de içten Sar dediler seni buldum Derviş adın duyduğumda Yola bele uyduğumda Muhabbete doyduğumda Pir dediler seni buldum Net bir bilgi alınmayan Aranıp ta bulunmayan Açık beyan olunmayan Sır dediler seni buldum Berraki bir ozan oldum Güzellikler yazan oldum Gönüllere sızan oldum Seni buldum seni buldum

KALENDER ÇELEBİ

Muhammet Ali’nin Yoludur Yolum* Evvel bahar erdi karlar eridi Taştı sular dalgalandı çoşu var Yeryüzünü türlü çiçek bürüdü Daha Balım dağlarının kışı var Taştı uluçaylar bulandı sular Kimi ah ediyor kimisi güler Kimi vatanından gurbete salar Bu feleğin türlü türlü işi var Bülbül ağlar kılar figanı zarı Ayrılmaz gülünden neylesin harı Bana cevretmezdi hublar serveri Aramızda yüzü kara nakşi var Ali ile aldı aklım hubların hanı İntizarda koydu bu garip canı Yaktı kül eyledi aşk odu beni Söyündürür gözlerimin yaşı var Kalender der daim metheder dilim Muhammed Ali’nin yoludur yolum Bektaşiyim benim maksudum Balım Her kişinin bir kolaya tavşı var *

22

Kaynak: Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi, İsmail Özmen, Cilt 2

olacak? Altmış yıl sonra öleceğim. Dedim ki; bu bedeni, bu yolda hizmete koyayım, elimden ne gelirse. Sonra müzikle daha ciddi uğraştım ki iyi bir şeyler sunayım. İran’da müzik dinlemeye ve okumaya başladım, ama bir noktaya vardım ki, artık eğitimsiz daha ileri gidemem. Fakir mahallelerde on-on beş derslik açmıştım. Altmış, yetmiş öğrencim oluyordu büyük derslerde... Oradan sıyrıldım, her şeyimi sattım, Azerbaycan’a gittim. Azerbaycan Konservatuarında makam bölümünde mezun oldum. İran’a geri döndüğümde, eski bilgilerime ve manevi içeriğime dayanarak, söz arasında başladım fikirlerimi söylemeye. 101 Nefes adlı şiir kitaplarım çıktı İran’da. Türkçe yazıyorum, Türkçe söylüyorum ve nefese çok değer veren birisiyim. Oradaki Mesam benzeri sendikanın başkanı oldum. Ama İran rejimi benden daha uyanıktı. Anladı ki bu saçlarla, bu bıyıklarla bu adam tehlikelidir, sahneye çıkmamı yasakladı. Ama tövbe etmedim. Avustralya’ya gittik, çok güzel konserler yaptık. Avustralya’da yaşama şansım olmasına rağmen, İstanbul’u seçtim. Çünkü canlar burada. Yirmi beş milyon Alevi burada var ve ben yirmi yıl evvel Türkiye’ye geldiğimde kendimi hiç yabancı hissetmemiştim. 2004’te geldim, sonra da eşim geldi. Hepimiz Türkiye’yi seviyoruz. Eskiden tanışıklığımız vardı kültürüyle. Burada kalmaya karar verdik. Çocuklarım da burada okuyorlar.

Film ve Belgesel müzikleri hazırladı. ‘O 3 (Leyla-Mecnun)’ ve ‘Pir Sultan’ adlı iki operete imza attı. ‘101 Nefes’ adlı bir şiir kitabı var. Bir dizi konser için gittiği Avustralya’da kalmayı tercih etmedi ve İstanbul’da yaşamaya başladı (2003). Felsefi yazılar yazdı. İran, Avustralya ve Türkiye’de felsefi seminerler verdi, sempozyumlara katıldı. İstanbul’da, kendi eğitim metoduyla ses teknikleri dersleri verdiği ‘Ses Atölyesi’ni kurdu. Beykent Üniversitesi’nde ‘Ses-Şan’ dersleri veriyor. Plastik sanatlar alanında çeşitli tasarım çalışmaları ve ürünleri, motorlu ve elektronik araçlar alanında icatları var. Cavit Murtezaoğlu evli, Bayrek ve Bektaş adlarında iki oğlu var.

Ne tür çalışmalar yapıyorsunuz? Burada isminde “barış” olan tüm çalışmalara katıldım; Barışa Rock, Barışa Semah Dönenler… Bunu Radyo Barış yapıyor katılayım ya da katılmayayım gibi ayrımcı bir yaklaşımım yok. Her yere gittim, Cem Vakfı’na da gittim, Radyo Barış’a da gittim ve gidiyorum da. Ben birleşme taraftarıyım, bunun için uğraşıyorum. İran Ehl-i Hak ezgilerinden bir albüm yapıyoruz. Ayrıca zikirlerden kazandığım bir müzik tarzı da var. Ben buna bir isim koymuyorum, ama bazı insanlar etnik blues ismini veriyorlar. Yakında iki albümü de sunarak yola devam edeceğiz.

Biyografi: 1962 İran /Tebriz doğumlu. Mezun olduğu Bakü Konservatuarı’nda İslam Rızayev’ in öğrencisiydi. Nahçıvan Filarmoni Orkestrası fahri üyesi. Tebriz’im (1997), Senli Günler (2000), Susmam (2002) adlarında üç albüm çalışması var. ‘Tebriz Müzisyenler Sendikası’ kuruculuğu ve başkanlığı yaptı. Bakü’de ‘Şah Hatayi İrfan Derneği’ kuruculuğu yaptı. ‘Şah Hatayi Kültür ve Bilim Heyeti’ başkanlığı yaptı. Sahne yasağı uygulandı ve İran İslam Devrimi mahkemelerinde yargılandı. Çeşitli tarzlarda 250 den fazla bestesi bulunuyor. Neva Makamını Azerbaycan Müziğine kazandırdı. ‘İran Video Klip Birinciliği’ aldı.

ULAŞ ÖZDEMİR

Ummanda Maraş Sinemilli Deyişleri

M

ÜZİSYEN ve etnomüzikolog Ulaş Özdemir’in, 1998 yılında Kalan Müzik tarafından yayınlanan ilk albümü olan “Ummanda – Maraş Sinemilli Deyişleri” adlı çalışması, Anadolu’daki Alevi ocaklarının müzik kültürü üstüne yapılmış ilk albüm olma özelliğini de taşıyor. Günümüz Alevi-Bektaşi müziği ve genel olarak halk müziği repertuarı açısından, önemli kaynak kişiler olarak sayılabilecek Tacim Dede, Mehmet Mustafa Dede, Sadık Hüseyin Dede, vb. ustaların yaşadığı Maraş yöresinin Sinemilli ocağı, müzik kültürü açısından oldukça önemli merkezlerden birisi olma özelliğine sahiptir. Özdemir’in bu müzik kültüründen deyişleri bir araya getirdiği albümde yer alan eserlerin bir kısmı Özdemir tarafından canlı olarak stüdyo ortamında çalınıp söylenmiş kayıtlardan oluşurken, diğer kısmı Mustafa Manış Dede, Hüseyin İmir Afe gibi yaşayan ustalarla köylerde yapılmış kayıtlardan oluşuyor. Albümde yer alan kayıtlar, dede saz ve ruzba gibi geleneksel çalgılarla icra ediliyor.

Sayı 32


SERÇEÞME

SARI DEFTER’DEN BİR YAPRAK (*)

Hamza Tanal ile Feyzullah Çınar’ı Dinlerken Metin Demirtaş - Akçay, 1983

K

IZIMI, oğullarım ve Günsel’i dün kısa bir zaman için Antalya’ya uğurladım. Yalnızım. Kendimi ve teypten Feyzullah Çınar’ı dinliyorum… Dinlemekte olduğum türküler 1978 Aralık ayında Ankara’da Fikret ağabeyin (ya da Feyzullah’ın) evinde kayda alınmış. Kaseti Fikret Ağabeyim Gazipaşa’ya ziyaretlerine gittiğim gün armağan etmişti. Tekke/ Akçaeniş’ten, Kaygusuz’un, Abdal Musa’nın yurtluğundan arkadaşım öğretmen Hüseyin Uçar ile Hamza Tanal geldi. Hamza Tanal ‘Mürebbi’. Benden yedi, sekiz yaş büyük. Kendisini 1965 yılında Fikret Otyam’ın Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan röportajlarından tanıyorum. Yüz yüze görüşmüşlüğümüz yoktu. 1970’lerin başlarında yine Hüseyin Uçar Hamza Tanal’ı çalıştığım atölyeye getirmiş, tanıştırmıştı. “Şair merhaba!” Böyle bir seslenişle girdi Hamza Tanal kapıdan içeri. Oturduk, bir şişe şarap açtım, şarabımızı yudumluyoruz. Feyzullah söylüyor: Yürek hastalandı yorgun vuruyor Dumlu dağlarında salım kalacak Canalıcı gelmiş buruk vuruyor Korkarım gurbette ölüm kalacak. Ve ardından “Dostum Dostum”… –Arada Filiz’in, Otyam’ın sesi duyuluyor.– “Sensiz dünyaları neyleyeyim dostum dostum.” Fikret Ağabeyin sesi: “Otyam kurban olsun sana!” Biz de Feyzullah’ı severek dinliyoruz. Ama Hamza Tanal içer gibi dinliyor. 1982 Nisan’ında Celal Güzelyürek Feyzullah’ı Akçaeniş’e getirmiş, yüz yüze tanışmış, kucaklaşmışlar. O günü anıyor ve arada şarabından bir yudum alıp, bıyıklarını töreli bir biçimde avucunun içiyle siliyor. Soframızda keçi peyniri ve evimin önündeki küçük avludan sökülüp, ayıklanmış yeşil soğan ve ekmek… “Ekmek ve Şarap” romanındaki devrimci papazın konuğuna şarap sunarken söylediği

sözler geliyor aklıma: “Hayatımızda var olan iyi ve namuslu şeyler…” Tam böyle miydi? Papaz sanırım sofraya maydanoz da koymuştu. Yeşil soğan, peynir ekmekle şaraba yükleniyoruz. Feyzullah’ın sesi dolduruyor odayı. Hapisten yeni çıkmış, özgürlüğün tadını çıkarıyor ve sesi Turnalar gibi havalanıyor. “Şah Hatayım şaha düştük Pir elinden dolu içtik” (…) Kendi deyişleri: “Kelepçe, karakol, jop, dayak zulüm İçerde yatmak da az gelir bana Halkım için mertçe ölemediysem Yaşadığım bahar güz gelir bana” Kaset sustu. Tanal sesleniyor: “Ozan bir şiir oku!” Ardından, “Kendinden oku!” diye de vurguluyor. Oysa bilir kendimden okumayacağımı. Dileğini sonraya bırakıyorum, her daim dilimde gezip duran Pir Sultan’ın ünlü şiirinin bir dörtlüğünü okuyorum: “Kadılar müftüler fetva yazarsa İşte kement işte boynum asarsa İşte hançer işte kellem keserse Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” Susuyorum. Hamza Tanal bir başka deyiş okuyor: “Elim tutmaz güllerini dermeğe Dilim tutmaz hasta halim sormağa Dört cevabın manasını vermeğe Sazım düzen tutmaz tel bozuk bozuk” Ve şarabımızdan yudumluyoruz. Tanal’ın şaraba batmış bıyıklarını silişinden esinlenilmiş bir dize düşüyor dağarcığıma: “Bıyıklarını batırarak şarap içen tahtacı” Dursun bu söz bir köşede; gün olur belki bir şiirime konuk olur. Akdağ zirvesinde, Karkaldı diye anılan bıçıkta kalan bir mendil karı ve böğründen fışkıran Uçarsu’yu ile yanıbaşımızda gibi. Feyzullah’ın sesi, sazı ve sözü odamızda.. Ve karşı bayırlarda beni her seferinde kederlendiren derviş duruşlu ahlatlar…

Soldan; Saffet Uysal, Hamza Tanal, İlhan Başgöz, Metin Demirtaş, Bir Komşu, Serdar Tanal

Ağustos 2007

Ahlatlar uzakta, Durgun ve kara… Yalnız dervişleri kıraçların Neden hep kederleri Kederleri ve anıları çağırır sana?.. Ahlatları böyle betimlediğimi söylüyorum Tanal’a. “Şair sözü üstüne söz yok” diyor. (*)

Yaşadığım kimi anları, bir deftere geçirdiğim günler olur. Hamza Tanal’la ilgili anı da bunlardan biri. Çocukluğumuzda sarı matematik defterlerimiz vardı, ucuz defterlerdi… Başlık adı oradan esinlenme. Yaşanılanlardan süzülmüş notlar Sarı Defter’den genel başlık adıyla örtüşüyor. Yazılanların, kimi güzel dostları yâdetmekten öte bir savı yok demek istiyorum. Sarı Defter’den seçtiğim bir yaprağı ilk kez, Serçeşme’de yayımlıyorum. Hamza Tanal yıllardır yatağa bağlı ve son günlerini yaşıyor. Eğer o günlere yetişirse, kendisini son kez ziyaret edip, sarılıp, bu ortak anımıza ilişkin satırları başucunda okuyacağım. 1983 yılında doğum yerim olan Akçay’da (Hamza Tanal’ın köyüne 12 km.) yazılan notlarda adı geçen arkadaşım Hüseyin Uçar’ı 1999’da son yolculuğa uğurladık. Hüseyin’le aynı coğrafyanın çocuğuyduk. Hamza Tanal’ın köyünde yıllarca öğretmenlik yaptı. Devrimci, güzel bir insandı. Tuncel Kurtiz de sanırım 60’lı yılların ortalarında Yedek Subay Öğretmenlik görevini Hüseyin Uçar’ın okulunda yapmıştı. Hüseyin Uçar’ın oğulları bize kalan armağanlardır. Hamza Tanal’ı pek çok kez hem yalnız hem de dostlarla değişik zamanlarda ziyaret ettim, sohbetlerini dinledim. Bu dostların kimilerini anmalıyım: Haydelberg Üniversitesi’nden Tahtacılar üstüne araştırmalar yapan, Türkçe’yi iyi konuşan Prof. Kıristina Kehl Bodrogi, İlhan Başgöz, Fikret Otyam, Saffet Uysal, Giray Ercenk, İdris Özyol ve başka dostlar… Son yıllardaki ziyaretlerimde yattığı yerden kollarını açar, boynuma sarılır, ağlar… Filiz-Fikret Otyam’la ziyaretine gittiğimiz gün de Otyam’ın boynuna sarıldı, çığlık çığlığa kaldı. Konuşamıyor… Hazin bir durum. Serdar’ın, Öznur’un sevgili babaları… Ne zaman Hamza Tanal’dan söz açsam, kızı Öznur’un gözlerinde yağmur bulutları toplanır. 24 Temmuz 2007

23


SERÇEÞME

Tasavvufda Müzik ve Sema

HASAN DEDE

Eşrefoğlu Al Haberi Eşrefoğlu al haberi Bahçe biziz gül bizdedir Biz de Mevla’nın kuluyuz Yetmiş iki dil bizdedir Adem vardır cismi semiz Alır abdest olmaz temiz Halkı dehleylemek nemiz Bilcümle vebal bizdedir Erlik midir eri yormak Irak yoldan haber sormak Cennetteki sekiz ırmak Akan coşkun sel bizdedir Arı vardır uçup gezer Teni tenden sezip gezer Zahid bizden kaçıp gezer Arı biziz bal bizdedir Kimi sufi kimi hacı Cümlemiz Hakk’a duacı Resul-i Ekrem’in tacı Aba hırka şal bizdedir Biz erenler gerçeğiyiz Has bahçenin çiçeğiyiz Hacı Bektaş köceğiyiz Edep erkan yol bizdedir Kuldur Hasan Dede’m kuldur Manayı söyleyen dildir Elif Hakk’a doğru yoldur Cim ararsan dal bizdedir

SEYYİD NİZAMOĞLU

Bir Dost Bir Post* Cümle dünya sizin olsun Bir dost bir post yeter bana Atlas diba sizin olsun Bir dost bir post yeter bana Beyler tahtından inerler Ayaksız ata binerler Toprağa gömüp dönerler Bir dost bir post yeter bana Sanır mısın kalsan gerek Bilir misin n’olsan gerek Bin yıl yaşar ölsen gerek Bir dost bir post yeter bana Karun malın verirlerse Beni sultan kılurlarsa Alem kulum olurlarsa Bir dost bir post yeter bana Sonu yok devletten olur Ecel gelir seni bulur Seyyid Seyfi işin bilir Bir dost bir post yeter bana *

24

Kaynak: Alevi-Bektaşi Şiirleri Antolojisi, İsmail Özmen, Cilt 2

İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi

Ü

NLÜ mutasavvıf Mevlâna Celâlettin-i Rumî Hazretleri aşağıdaki dörtlüğünde, 13. yüzyılın aralığından, tüm insanlığa şöyle seslenir: “Gel, gel, ne olursan ol, gel! İster kâfir, ister Mecûsi, İster puta tapan ol, gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere, bin kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!” Diyanet İşleri Başkanlığı, aylık yayın organı “Diyanet” dergisinin son sayısını Hazret-i Mevlâna’ya ayırttı. Bu dergide yer alan, Diyanet Dış İşleri Yüksek Kurulu uzmanı Dr. Ömer Yılmaz, Mevlâna’nın magazinleştirildiğini(!) savunan bir yazısında, tartışma yaratacak iki örneğe de yer verdi. Ona göre, sema ayinlerinin magazinleştirildiğini, giderek uygun zaman ve mekâna bakılmaksızın sema ayinleri düzenlendiğini, oysa semanın bir eğlence aracı yapılmasının ve dans gibi uygulanmasının yanlış olduğunu vurgulayarak açıkladığı gibi, Mevlâna’ya ait olmayan yukarıya alınan bir kısım sözlerin de ona atfedildiğini öne sürdü. Yazar, Mevlâna’ya ait olarak bilinen “Ne olursan ol gel” deyiminin Mevlâna’ya değil, Ebu Saud Ebu’l-Hayr’a ait olduğunu belirtmektedir. Gerçi bu sözün, Mevlâna’nın görüş ve düşünceleriyle ters düşmediğini ifade eden Yılmaz ayrıca, “Ne olursan ol gel” sözünün devamında ki “Tövbeni bozsan da, yine gel” sözünün “Tövbeni yüz defa, bin defa bozsan da, bunda istikrar sahibi ve içten olmasan da yine gel, olur” gibi algılandığını ve bunun dinsel açıdan yanlış olduğunu da kaydetmektedir ki biz bu görüşlerin hiç birine, salt düşünce ve görüş olarak, katılmadığımızı, yanında, yöresinde yer almadığımızı hemen vurgulayarak söyleyelim. Mevlâna’ya adadığı “Rumî” adlı müzikal gösterisi İstanbul ve İzmir’de sahnelenecek olan, 20. yüzyıl dans tarihinin en büyük isimlerinden biri sayılan, dansı büyük bir aşkla, mutlak bir adanmışlıkla derinlemesine yaşayıp seven 80 yaşındaki Maurice Bejart, “anlam ancak bedenimizin içinden geçerse gereken derinliğe kavuşabilir” diyerek felsefesinin odağındaki temel noktayı açıkça vurguladıktan sonra, ulu düşünce adamı ve mutasavvıf Mevlâna Rumî hazretleri hakkında da, “Mevlâna sema yoluyla bedeni ve ruhu birleştirir. Dans da aynı şekilde. Dans, bedenin ya da ruhun ayrı ayrı kendi başlarına çözemedikleri sorunların çaresidir. Rumî, dansı bir duaya dönüştüren nadir mistiklerden biridir” diyor ki, bu onun Mevlâna’yı derinlemesine algıladığının ana göstergesidir. Burada üzerinde duracağımız konu, semasemah kavramıdır. Arapça kökenli bir sözcük olan sema-semah deyimi, kendi çerçevesinde çeşitli anlamları içerir: Öncelikle, “işitmek, gök, gökyüzü; Mevlevi dervişlerinin kollarını iki yana açıp dönerek yaptıkları ayin” anlamına gelirse de, bu deyime, Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yörelerinde verilen diğer anlam ve tanımlanmalar da vardır:

Musiki dinleme, (Milliyet Meydan Larousse, c: 3, s: 163) Köylü Alevilerin cem bezmi adı verilen özel törenlerinde musiki eşliğinde kadın-erkek birlikte yaptıkları bir raks, sema (Meydan Larousse, c: 10, s: 94) Tasavvuf şiirlerini, bestelerini ve ney’i dinleyerek bir ahenk ve intizam ile dönmek manasına kullanılan sema, bilhassa Mevleviler arasında şayi olan dinî rakslardan biridir. Bu raksları yapanlara semazen, bunları idare edenlere semazenbaşı denilmektedir (S. N. Ergun, Türk Musikisi Antolojisi İstanbul 1943, c: 2, s: 692– 93; akt. İlhan Cem Erseven, Alevilerde Semah, 4. baskı, Ürün Yayınları, Ankara 2006, s: 78) Cemlerde okunan sözlü/sözsüz oyun türkülerine ve Isparta yöresinde oğlan evinde kına gecesine karşılık olarak yapılan gece eğlencesine de sema adı verilir Yurdumuzun çeşitli bölgelerinde samah, zamah, zamak, semak gibi biçimlere bürünmüş olup bazı Alevi boylarında semah yerine pervaz, pervaz edenlere de pervazcı denilir (Erseven, age. aynı sayfa). Bazı deyişlerde ise çark, çark etme, çark dönme, pervaz vurma gibi deyimlerle anılır. Sema, semah inançtır, ritüeldir, oyun değildir. Alevi-Bektaşilerde semah, Mevlevilerde sema sözcükleriyle anılan bu kavram, eldeki en eski belge ve kayıtlara göre 15. yüzyıl başlarında Osmanlı sınırları içinde, başta o tarihlerdeki başkent Bursa ve Balıkesir olmak üzere, ülkenin çeşitli yerlerinde, medrese henüz skolastik düşüncenin egemenliği altına girmemiş olduğu için, saf ve yoğun inanç heyecanıyla ve misyoner ruhuyla Sünni İslâmcı inanç ve alışkıları müzik, ses ve çalgı eşliğinde yaymama çalışırken; tarikatlar içinde bu iki ana kolun arasına ve uygulamalarına ritüel olarak girip, zamanla ve sistemli biçimde benimsenmiş, yeni giysilere bürünüp, yepyeni içerikler kazanarak ve renkleşerek sürüp gitmiştir; inançta renk ve cümbüş olmuştur. Bu kavramın, çeşitli kültür ve inançlardaki ortaya çıkış ve tarihsel gelişim çizgilerine şimdilik değinmeyi düşünmüyorum. Sema ve semahın bu iki yolakta düşünsel, ayinsel ve ritmik oluşumlarının kökünün Mevlâna Rumî ile Hünkâr Hacı Bektaş Veli’den kaynaklandığı, belki de özde binasal ilk kaynağın onlar olduğu, onların yolaklarında ve inanç bazında böyle bir sistemin yer alıp gelişmesine izin verdikleri söylenebilir. Bu açıktır. Elbette ki dans, bir tür iletişim aracıdır. Genel anlamda sema/semah da dansın kapsamındadır. Bedene ve onun devinimine farklı bir boyuttan yaklaşan Maurice Bejart, dansın tüm ırklar, kültürler ve diller arasında kurulabilecek gerçek bir iletişim kaynağı olduğunu; ve bu evrensel diliyle, en fazla dansın ilahî varlığa yaklaştığını düşünmekte. Ona göre dans etmek, “Karşıdakiyle varoluşunun derinliklerinde koşup/konuşabilmektir. İnsanla insanı, insanla evreni, insanla Tanrı’yı, atomdaki elektronları, çekirdektekilerle ritmik biçimde birleştiren, makro kosmos ile mikro kosmosu kendi içlerinde ve dışlarında

Sayı 32


SERÇEÞME Kültür Bakanlığı Semah Ekibi, Hacıbektaş Etkinliği’nde semah dönüyor

uyumlu biçimde bir arada tutan gizil bir güçtür dans’. Ve aynı zamanda ‘hayvanların dilini konuşmak, taşlarla iletişim kurmak, denizin ezgisini, rüzgârın soluğunu anlamak, yıldızları keşfedip, varoluşun tahtına oturmaktır.” Evrende her şey ta başlangıçtan beri dans halinde dönmektedir. UNESCO–2007 Mevlâna yılı dolayısıyla, ünlü Fransız filozof Gaston Berger’in oğlu, 1994’den beri Fransız Enstitüsü Güzel Sanatlar Akademisi üyesi Maurice Begart ile gazeteci Yeşim Vesper’in1 “Dua ve Dans” adlı seçkiden dolayı sanatsal esin kaynağı ve ulu Mevlâna üzerine yaptığı kısa bir konuşmada; Begart’ın düşüncelerini soru-yanıt şeklinde şöyle dile getirmektedir: “Koreografilerinizde evrensel düşünce tarihinde önemli izler bırakmış ve dansa çok yakın durmuş mistik ve felsefî kişiliklerden esinleniyorsunuz. Nietzsche gibi, Mevlânâ gibi.. Nereden geliyor metafizik ile dans arasında kurduğunuz bu ilişki? Ve sanatla ruhanîlik birbirine bağlı iki kavram mı? Evet, benim açımdan kesinlikle öyle. Ruhanîlik benim için bir çıkış noktası, her şeyin başı. Bu alanda ilerledikçe önemli ustaları, birliğe ulaşmak için gidilen birbirlerinden farklı yolları keşfettim. Mevlâna’nın yolunu ise özellikle kendime yakın hissettim. Babam bir filozof olduğundan Mevlâna okurdu, onun sayesinde çok genç yaşta Mevlâna’yı keşfetme şansı buldum. Rumî’de beni en çok etkileyen nokta ise ruhanîliği devinimle birleştirmesiydi. Bu bence olağanüstü bir şey. Çünkü insan bedeninin de bir ruhanîliği olduğunu düşünüyorum Örneğin bir kol devinimi bunu tanımlayan bir şey. Ayrıca, felsefesiyle birkaç kıtayı birbirine bağlayan tek mutasavvıf Mevlâna. Zamanında onun etkisi altında olan bu topraklardaki insanların bugün birbirleriyle savaşması bana çok acı veriyor. Mevlâna çok önemli bir mutasavvıftı; çünkü o bedeni ve ruhu birbirleriyle bütünleştirmiştir. Evet, tam bu noktada dansın sizin için İlâhî Teklik’e yaklaşmanın bir yolu olduğu izlenimini ediniyor insan… Her şeyden önce Mevlâna sema yoluyla bedeni ve ruhu birleştirmiştir. Dans da aynı şekilde bedeni ve ruhu bütünleştirir. Dans, bedenin ya da ruhun ayrı ayrı kendi başlarına çözemedikleri sorunların çaresidir Rumî, dansa dinî içerik veren, dansı bir duaya dönüştüren nadir mistiklerden biridir”… diyor. Bu saptamaların hepsinin eksiği olabilir ama hiç yanlışı yok. Öyle ya, kutsal kitabımız Kuran-ı Kerim bile kendi içinde, Tanrı’nın varlığından esinlenen sonsuz ve gizil kendine özgü içsel bir semah dönmektedir, özüyle, sözüyle/sesiyle, sözcükleriyle, anlam ve içeriğiyle, durmadan bu gizli/içsel ve şiirsel sema/semahı sürdürmektedir. İnsanoğlu ibadetini ruhuyla ve fiziksel yapısıyla bunların derin uyumu içinde yapar. Gerçek kişiler, ermişler, işin sırrına tamamen agâh olanlar bu hakikati kendi ibadetlerinde

Ağustos 2007

görüp sezinlerler. Kutsal kitabımızın tilavatı bile özel bir musiki eşliğinde yerine getirilen dinsel bir işlevdir. Bunun için Mevlevilerdeki sema ile Alevi/ Bektaşilerdeki semah olgularını din dışı sayanlar, basit bir oyun olarak düşünenler kasıtlı değillerse, bence yanılıyorlar, hata ediyorlar. Çün kü insan ruhu “Bezm-i ezel”den beri, Tanrı güzelliği karşısında coşkuya kapılarak Tanrı sevgisiyle büyük bir mutluluk duyarak bundan aldığı güçle dönmede, ruhun heyecanlı titreşimleriyle semah etmededir. Zaten Alevi/Bektaşi cem ayinlerini müzikten, özellikle sazdan ayrı düşünmek hemen hemen olanaksızdır. Kuran-ı Kerim’de Şuara suresinin 221–226 ayetlerindeki şiir ve şairlere olumsuz yaklaşımı yanlış değerlendirmemek gerekir. Zira anılan ayetlerde kast edilen, gerçek şiirler ve değerli şairler değil, Kuran’ın ilk muhatabı olan Arap toplumunda yeni dine karşı kötü bir rol üstlenen bazı şairler ile onların İslâm aleyhine yazdığı değersiz şiirler kastedilmektedir, yani o ayetlerde şiirin ve şairin kötüsü, işini kötülüklere alet ederek şeytan işi haline dönüştüren şairler ve şiirleri reddedilmektedir. Yoksa Kuran, baştan başa hakiki pür-şiirdir, bu yadsınamaz. Duruma böyle bakmak gerekir. Alevi/Bektaşilerde saz, semah ve deyişler kutsal birer iletişim aracı olarak işlev görmektedirler. Sazın bu şekilde algılanmasında biçimi de etkili olmaktadır. Çünkü sazın kolu, elif harfi biçiminde olup hem Allah’a, hem de Hz. Ali’ye işaret etmektedir. Sazın gövdesi/göğsü, Hz. Ali’nin gövdesidir. Sazdaki 12 tel on iki imamları sembolize eder (Hendrich, 2003). Bağlama, hem müzik aleti, hem de ibadet aracıdır. Hasan Dede’ye göre saz derdi ifade eder, dertlilerin dilidir. Âşık Hasan Dede, gökten 104 kitap indiğini, bu kitaplardan dördünün Peygamberlere, 100’ünün ise âşıklara indiğini, âşıkların söylediklerinin Hakk kelâmı olduğunu şiirinde dile getirip açıkça söylemektedir. Sazsız semah olmaz. Alevi/Bektaşi cemleri gezgindir, gâhi Tanrı’nın divanında, gâhi arşu âlâ’da, dâhi Kerbelâ’da, gâhi Kırklar Meydanı’nda, gâhi cemevlerinde, gâhi yoksul bir kulun evciğinde, gâhi ulu semanın altında açıkta, ayan-beyan yapılır. Gerçekte cemevi tüm evrendir, onun içinde istediğin yerde istediğin biçimde ibadetini hiçbir kayda kuyda tabii olmadan içinden geldiği şekilde yapabilirsin, yeterki iste.

Aslında cem, bir tür mikro-Kerbelâ’dır, ayinsel ve teatral bir oyundur, uygulamadır. İki kişinin olduğu yerde, cem, belirli kırılma anlarında, bir şimşek gibi çakar, tüm kuşattıklarının özel ve genel pozisyonlarını aydınlatır, özgün sınırlarını çizer, onlara o keskin ışığında (nurunda) diğer mekânları ve zamanları gösterir ve sonra sahneden çekilir, gide; sonra yeniden belirir. Bütün bunlar bizi yani ceme katılanları ödüllendirmek için değil, üstüne bastığımızı tanıtlamak (teşhir etmek) içindir. Bunun için Alevi/Bektaşi cemlerinde cemevine, camiye, dört duvara gerek duyulmaz.. Tüm Alevi/Bektaşilerce kutsal ve yüce sayılan “Kırklar Semahı” Kırklar ceminden çıktığına inanılan bir semah türüdür. Sema ve semahlar, Tanrı’nın buyruğuna uyularak, evrenin dönüşüne uygun biçimde ve hûşu içinde kendi inancının çevresinde dönmek anlamına gelir. Zaten sema ve semahların yapısı, anlam ve içerikleri derinlemesine incelendiğinde tamamen ibadet olduğu, ibadet hasredildiği; oyun, magazin, fantezi konusu yapılamayacağı açıkça görülür. Özgün bir tür ibadet olan, en azından ibadetin kutsal bir ritüeli sayılan sema ve semahların toplum yaşantısına yansıyan durumlarıyla “oyun”, “magazin konusu” sayılması doğru sayılamaz, çünkü bu gerçeklere ters düşer. Âşık Hüdâî, saymaya çalıştığımız bütün bu olguları aşağıdaki şiirinde şöyle dile getirir: Bütün evren semah döner Aşkından güneşler yanar Aslına ermektir hüner Beş vakitle avunmayız Canımız cânânımızdır Teni kendi tenimizdir Sevgi bizim dinimizdir Başka dine inanmayız Hâkir görmeyiz insanı Cümlemizin birdir canı Şiir, müzik, halk lisanı Çalar söyler usanmayız Hüdâî’yim Hüda’mız var Pir elinden bâdemiz var Muhabbetten gıdamız var Ölüm ölür biz ölmeyiz NOT: 1 13 Haziran 2007 tarihli Radikal Gazetesi, s. 18

25


SERÇEÞME

Haktan Doğanlar Döner mi Geriye Hasan Harmancı

F

ELSEFENİN temelini biçimlendiren ‘şey’ soru sorabilmektir. Hem de her alanda. Felsefe hiç soru bulamadığında kendini yanlışlama üzerine yürütür sorunsallığı. Bazı tartışmalar vardır tarihselliği insanlığın, insanın öncesine düşer. Yani insanın kendisini insan olarak ispatlamasından öncesine. Bunun en genel ve belirgin tartışmalarını da ‘kutsal’ inanç kitaplarında buluruz. Bu tartışmalar öyle keskindir ki bazı tarih kesitlerinde, insanlık birbirini bir hastalıktan kurtulmak ve kurtarmak için çaresizce ölüme; cehenneme veya cennete sürükler. Öldürür de. Ölüm, bazı tarih kesitinde bir dinin, ‘kutsal’ kitabın kendisini varetme savaşıdır. Bu varolma düzeninin devam etmesi bizim hâlâ bu savaşta taraf olduğumuzu gösterir.

Balçıktan Yaratılan İnsan “Ve Rab Allah yerin toprağından Adam’ı yaptı” diyor Tevrat. Bu “çamurdan (bazı çevirilerde balçıktan) yarattı” biçiminde Kuran’da değiştiriliyor. İnsanın bu yanıyla neyden nasıl yaratıldığı sorusu bilim sınırlarını çoktan zorlamış ve değişmez bir düstura dönüşmüştür. Bilimin inadına ‘kutsal’ kitapların yargısı devam ettiriliyor; ‘Balçıktan mı’ yoksa ‘topraktan mı yaratıldık’, yoksa yazılı Sümer kaynaklarına göre ‘çömlekçi çarkında mı yapıldık’ acaba? Alaeddin Şenel, Sanat ve Hayat Kültür Sanat Dergisi’nin Haziran-Temmuz (2002) sayısında kısmi olarak, “Sümer/Aztek Balçıktan Yaratılan İki Uygarlık” başlıklı makalesinde sorunsal açıdan da olsa bu konuyu tartışıyor.

Balçıktan Yaratılan Uygarlık Tarih bilincinin oluşması için tarihin ne ile uğraştığını bilmek ve düşünmek, bir daha kendimize sorunsallaştırmak için açılması gereken pandomim gibi durur karşımızda. Şenel’in de belirttiği gibi, Sümer, ‘balçıktan çıkan’ ilk uygarlık olmakla birlikte, böyle varolan tek uygarlık değildir. Afrika’nın Mısır, Hindistan’ın İndüs, Çin’in Yeşil Irmak (Yangçe) Amerika’nın Aztek uygarlıklarının da ‘balçıktan’ yaratıldığı söylenebilir. Bunların en eskisi olan ve birbiri ile kültürel ve coğrafik yakınlık kuramayacağımız Sümer ile Aztek uygarlıklarında insanın yaratılışının tasarlanması, ‘balçıktan yaratılma’ ile savunulmuştur. Neden ‘balçık’ ve ‘balçığın erdemi’ nereden kaynaklanır? sorularına yanıt vermek ayrı bir tartışmayı gerektirir. Ancak Şenel’in kısa bir çözümlemesi bizi aydınlatacaktır. Dağlardan gelip; sonradan, yerleştikleri yere göre adlandırılıp ‘Sümerliler’ denen halkların, dağlardan (Zagroslardan ya da Toroslardan) bataklıklara (Güney Mezopotamya’ya) inen göçebe çoban kabileler oldukları sanılıyor. Bunun, tanrılarını dağların dorukları üzerinde dikiltip, başlarında dağ biçimli külahlarla göstermekten tutun, ovada (nostaljik) yapay dağlar (ziguratlar) dikmelerine dek birçok ipucu var… Bu çözümü bulan bilgelik tanrısı Enki’nin öğüdü üzerine doğum tanrıçası Ninmah insanı, suların dibindeki balçıktan, sular

26

“Piri olan nurdan gelen taliptir Pirsizler balçıktan yapılan kalıptır.” tanrısı Enlil’in imajına (suretine) göre yapmıştır.” Çöllerden Göllere İnen; “Aztekler, komşularının verdikleri ad ile ‘Göl Yabanılları’, Meksika’nın göller yöresine İ. S. 14. yüzyılda (yani göçebe Türklerin Ortadoğu’ya göçtükleri gibi geç bir tarihte) göçerler. Texcoco Gölü’nün kıyısındaki bataklıklara ve ortasındaki adacıklar (İ. S. 1325’te)” da yaşamaya başlarlar. Aztekler, “burada bataklıkların sazlarını kesip (Sümerliler gibi) hasırlar ördüler. Tarıma elverişli ve yeterli toprakları bulunmadığı için, gölün dibinden sepetlerle çıkardıkları balçığı, gölün üzerine serdikleri hasırlar üzerine yığdılar. Böylece edindikleri ‘çinampa’ (yüzer tarla ya da yüzer bahçe) sayısını yüzbinlere çıkardılar. Bunların üzerinde mısır, domates gibi bitkiler yetiştirip, aldıkları ürünleri ve bataklıklardan yakaladıkları balıkları çevre halkaların ürünleriyle takas ederek ticarete başladılar. Ticarette varsıllaşıp güçlenince de siyasete (savaşlara ve fetihlere)” yöneldiler. Bu tarihsel kurmaca haliyle, Sümerler de Aztekler de ‘insan değilse de’ uygar toplumu, insan emek ve iradesiyle bataklıktan, ‘balçıktan’, topraktan aynı biçimde yaratmışlardır. Sümerler, insanlığa tekerlek yanında köleliği ve kulluk kavramını da bıraktılar. Zorla kulluk yerini zamanla geliştirilen, ‘dinsel ideolojinin gücüyle dayatılan’, köle olanlarca kabul edilen, kanıksanan ‘gönüllü kulluk’, günümüzde dönüştüğü haliyle; ‘tanrı-kul’ yani. Bu soruların ardından varmak istediğimiz kestirme nokta Aleviliğin İslam karşısındaki ‘varolma’ savaşının kaynaklarının nasıl ayırt edilebileceğidir. Bunu baştan koymak sadece bir görev değildir. Durduğumuz noktanın da direnişidir kanımca.

Hakk’ın Emri Rızası Bu özgüveni Başköylü Seyyid Hasan Efendi’nin daha önce eksik olarak yayınlanan, ancak şimdi, en anlaşılır haliyle elimizde bulunan “Hakk’ın Emri Rızası” çalışmasına dayanarak oluşturuyoruz. Elbette tek başına bir yeterlilik sunmuyor bize. Aleviliğin yarattığı değerler yanında bilimin verilerini asla bir yana bırakamayız. Bu kitaptaki bazı verilerle ve felsefi algılayışlarla da bilimsel anlamda çatışacağız. Felsefenin her zaman doğruyu söylemesi gerekmiyor da. Doğru bazen yanlışın içindedir. Mürşidi Kâmilullah Seyyid Hasan Efendi (Hasani Sani) olarak da bilinen Seyyid Hasan Efendi’nin Osmanlıca yazılmış el yazmaları Kamer (Ağa) dedenin oğlu Hasan Canpolat’tan ödünç alınarak, İran Alevisi sanatçı Cavit Murtezaoğlu’nun çevirisi ile gün yüzüne çıktı.. Kimisi onu; ‘hakkı, hukuku, kanunu ve adaleti sorup arayan bir Şah’ olarak görüyor. Kitabı yayına hazırlayan Seyyid Hasan Efendi

Kültür Derneği Sekreteri Hüseyin Boy bunlardan biridir. Bu kitapta en çok yaratılma, yaratıcı, anadan doğma gibi temel kavramlarla karşılaşıyoruz. Pek az kaynak vardır böyle doğrudan Aleviliğin felsefi duyarlılıklarını ve kavramlarını tartışan. Yayıncısı Ünsal Öztürk’e göre; “Bugüne kadar Alevilerle ilgili çok kitap yayımlandı. (bu) kitabın önemi, Sırrı Hakikat Kapısı’ndan geçmiş bir pirin, bir erenin, Başköylü Seyyid Hasan Efendi’nin kaleminden çıkmış olmasıdır.”; Başköylü Seyyid Hasan Efendi; “Sırrı Hakikat Kapısı’ndan geçenler kendi aralarında neler konuşuyorlardı? Hangi konuları tartışıyorlardı? Hakk ile Hakk olmak ne demektir? İnsanı Kâmiller nasıl insanlardır?... Dünyanın kuruluşu, Hakk, Allah, Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin, İslam binasının kuruluşu” gibi konuları tartışıyor. Aleviliğin hâlâ gündeminde felsefi sorunları olan Naci ile Naciye; Rahmet Deryası, Nur Deryası; Hak Kapısı, yetmiş üç; üç yüz altmış altı gibi kavramlar yanında; Üçler, Beşler, Yediler, Kırklar; Kudret Kandili, Kubbeyi Rahman kavramlarının Alevilik açısından anlamı, yeri ve felsefi kavramlaştırılmaları üzerinde duruluyor. Hurufiliğin Aleviliğe sinen kalıplarını ve dönüşümünü görmek açısından da önemli ve ilginç bir çalışma.

Güruhu Naci Olanlar, Olamayanlar Aleviliğin ‘balçıkla’ savaşı sayabilirsiniz bir anlamda Başköylü Seyyid Hasan Efendi’nin ‘Hakk’ın Emri Rızası’ deyinmelerini; “Naci (Şit) kocadır, Naciye karısıdır ve birbirine eştirler. Eşi olmayanlar mücerrettir ve mücerretlerin mekânı yoktur. Mekân anadır, kan babadır; babadan anaya, anadan da dünyaya gelen evlattır. Babadan, anadan doğum olmazsa onlar da lâ mekândır. Rahim kapısı ve rahim torbası olmayanlar lâ mekândır. Karı olsun koca olsun bunlarda var mekânı olmadığı takdirde lâ mekândır. Hakk’ı tasdik eden anadan ve babadan doğan evlatlarıdır. Dünyada olan mevcudat doğan evlatlarda ispat olur. Bunların ispatı da yine insanlardadır.” Bu düşüncelerini açık bir tutum olarak görmemek mümkün müdür. Bu bakış açısı bilimin de sınırıdır hâlâ. Mitolojinin en tartışmalı konularından biri olan Âdem-Havva’nın durumuna Seyyid Hasan Efendi bir ayrım olarak bakıyor. Alevi’nin ve diğer ‘72 millet’ten ayrımı olarak hem de. Hak ile Allah’ın birbirinden ayrımı üzerine kuruyor bunu da. Aleviliğin Tanrı anlayışına bir nokta koyuyor felsefi anlamda; “‘Kandili Kudret’ten geldi. Zulümat deryasında olan bu dünyanın ruhları kandilde mevcut idiler. Bu kandil 18 bin âlem ve 72 milletin kandilidir. Bu kandilde bulunanlar yoktan yaratılanlardır. Allah bunları yoktan yaratmıştır. Yoktan yaratılanların kandili, sular çekilince yere indi. Burada bulunanların kalıpları topraktan yoğruldu ve yoğrulan bu toprak ikiye bölündü; birisi

Sayı 32


SERÇEÞME iken, rahmet deryasından sır ve nur yolu ile gelen ‘Encet’ yoludur ve ‘Encet’ ana yoludur. Bu yoldan gelenlerin evvelini bilen yoktur, var ile gelen bir yoldur. Rahmet deryasından gelenlerin dünyasıdır. Bu dünyanın diğer bir ismi de tövbe-i rahmandır. Cennet yoluyla ve Hakk’ın emri rızası ile fani dünyaya gelmiştir ve gelen bu dünya “devri kaim”dir. Devri kaim ile devri daimde faniyi, adaleti, Hakk’ı tanıtıp bildirenler, ikrara ve imana sadık olanlardır. Verdiği sözden ve ikrardan dönmeyip kendilerini iman ile ispat edenler”

Başköylü Seyyid Hasan Efendi

ALEVİLİK - TALİP ÜZERİNE KURULAN YOL: HAKK’IN EMRİ RIZASI Yayına Hazırlayan: Hüseyin Boy Yurt Kitap-Yayın, 2007 Âdem, diğeri de Havva kalıbı olarak dizildi. Böylece birisi erkek, diğeri de dişi olmak üzere yaratılmıştır. Daha sonra dünya kalıplarıyla cennete gönderildiler. Ancak cennetteki buğday tarlasında Şeytan da vardı. Buğday olgunlaşmaya başlayınca Şeytan Havva’yı kandırarak buğdayı Havva’ya yedirdi. Havva da Âdem’i kandırarak buğdayı yedirdi. Bunlar Cennette Hakk’tan emirsiz hem buğday yediler ve hem de birbirleriyle cinsel ilişkide bulundular. Bu nedenle de Cenabı Hakk onları cennetten sürgün ederek dünyaya gönderdi.” Bu ifadeler yeni Alevi anlayışında olup da, ‘Aliyi sevmek Aleviliktir’ diyenleri rahatsız edebilir. Çünkü o Hakk ile Allah’ı bile birbirinden ayırıyor. “Zulümat lanet deryası Tauz’un (Şeytan) mekânıdır” ona göre ve “Cenabı Hakk’ın emri rızasında olmayanlar Tauz’a tabidir. Havva’nın bir tarafı Âdem’dir, bir tarafı da Tauz’dur.” diyor. Bu tartışmanın başlangıcı ve sonu neresi olabilir sizce? Bu bir hakaret değildir ‘yaratılış; balçık’ ile ‘doğuş; ana rahmi’ düşünceleri arasındaki sonsuz felsefi çekişmenin, bakışın karşı karşıya gelmesidir, sürmesidir. Cennetten kovuluşu mitolojik bir kurgu olarak değil, felsefi bir algılayışa dönüştüren Seyyid Hasan Efendi; “Babaları Allah’tır ve yoktan yaratmıştır. Baba yolu devri daimdir ve ‘Ebcet’tir. Ebcet babadır ve fanidir. İşleği, süreği hayır, şer üzerinedir. Hayır ikrardır, şer ise inkârdır ve imanları yoktur. Eğer ki imanları olsaydı Allah’a verdiği ikrarda durur sürgün olmazlardı.” biçiminde sorguluyor ve Ana yolu’nu doğru yol olarak görüyor. Yani bizim doğal üreme ve evrim yolumuzu; “İmanı olanlar ikrarına sadık olanlardır ve iman sadıkların yoludur. Bu yol, dünya yok

Ağustos 2007

olarak görüyor. Aleviliğin genel kuruluşundan yola çıkarak ulaşılabilecek birçok sorunun yanıtını bulmak için söylenebilecek en açık cümle şu olmalı; “İki ana yolu vardır: biri Naciye’dir, biri de Havva’dır.” ve “Doğuş yolu Hakk’ın yoludur. Doğuşu Hakk bilenler, Hakk’ın kendilerinde mevcut olduğunu bildiklerinden dolayı doğuş yolunun sır ve nur yolu olduğunu tasdik etmişler ve tasdikleri de imanlarıdır.” Bu yanıtı aldığınız Başköylü Hasan Efendi için ‘Şah’ sıfatını kullananlar haklı bir yanıyla; O dünya düzenine de, dünyanın karmaşık sorunlarına da kılıcıyla karar veriyor. Kılıcı engin felsefi duruşudur.

Yol Hasan mı Hüseyin mi? Alevi öğretisinin kuruluşunu İmam Hüseyin ile sürdürenlere sürek açısından ilginç bir tartışma ve eleştirisine, yaklaşıma yer verelim; “Evliya Fatıma’dır, Nebiyullah Muhammed, Veliyullullah Ali’dir. Muhammed rehberdir, Ali pirdir, Fatıma mürşittir. Mürşitten doğanlar talip olur, doğmayanlar talip olamaz. Talip evliyadır; evliya da İmam Hasan’dır ve yoldur. Yolsuz rehber, pir, mürşit olamaz… Kanun, yol İmam Hasan’dır. İmam Hasan’ı pir olarak kabul etmediler, İmam Hüseyin’i kendilerine pir ettiler ve Muhammed Ali’nin yoluna memur ettiler… Yolsuzun yolu zulümata dayandı; çünkü kanunsuz, hükümsüz olduğundan hükmü Ebubekir’e, Ömer’e verdiler. Bu nedenle de yol hükümsüz kaldı. Bunun asıl sebebi de İmam Hasan’ı yol olarak tanımadıklarındandır. Yol da pire talip oldu. İmam Hasan kanunun emrini icra edeceğini, şerre meydan vermeyeceğini, yola gelmeyenleri, yolsuz, kanunsuz olanları; yol, kanun ve erkân üzerine yola getirtip hüküm vereceğini söylediği için, İmam Hasan’ın emrini kabul etmediler. Meydanı İmam Hüseyin’e verdiler ve İmam Hüseyin de emir ne ise yolsuzun, olurun olmazın peşine, ardı sıra giderim ve yola getiririm dedi. Bunun üzerine İmam Hüseyin’in emrini kabul ettiler ve böylece bela meydanı açılmış oldu. Bu nedenle de ehlibeyt mukadderata esir, kul oldu ve kan dökülmeye başladı. Kanın dökülmesine sebep olan mukadderata meydan verendir. Mukadderat, ehlibeyti yoldan düşürdü, nikâhtan düşürdü, kan katile tabi ettirdi ve cümle fuşku fucuru işlettirdi.” Bu uzun tartışması uygarlığın nasıl biçimlendiği ile keskinleşiyor; “Dünyanın ilk devresi şeriattır ve şeriatın döneminde şeriat ağaç idi. Çünkü her türlü işlerini ağaçla görüyorlardı ve birbirlerini ağaç ile öldürüyorlardı. Dünyanın ikinci devresi tarikattır ve tarikat da demirdir.

Tarikat devri kılıç, kalkan devri oldu ve ağacı bozdu… Dünyanın üçüncü devresi de marifettir ve marifet de baruttur. Demiri delip tüfek yaptılar, top ve tüfekle birbirini öldürüyorlardı… Dünyanın dördüncü devresi olan Hakikat gelip bunları bozacaktır. Hakikat sonunda bozulanları, kanunsuzları, her şeyi doğrultacaktır.” … Yeterince tartışma iç içe geçmiş durumda. Bu çalışma Aleviliğe olduğu kadar insanlık felsefesinin inançlarla, ‘kutsal’ kitaplarla yaptığı tartışmalarda alınacak yolu da derinleştirmektedir. Aleviliğin dört kapısını yaşamın dışında ve bir inanma, yol ya da kapı olarak görenlere vazgeçilmez bir yanıt çıkıyor burada. Başköylü Hasan Efendi dünyayı bir sosyal bilimci fikriyatı ile devirleştiriyor. Ancak sonuç olarak ortaya koyduğu bu devirlerin tanımlanması ilginç; “Şeriat, tarikat, marifet şer eliyle yazılan mukadderat defterine tabidir. Hakikat Hakk’ın emriyle gelen Naci (Şit) ve Naciye’ye tabidir.”diyerek, sonucu balçıktan gelenlerin karşısında olmakla beraber bir sonsuzluğa bağlanıyor. Alevi öğretisinin şiirle ifade gücünün de en iyi örneklerinden birini veren Başköylü Hasan Efendi, aynı zamanda düz yazıdaki tartışmalarını şiirle de sürdürmektedir. ‘Allah ile Kulların Hikâyesi’ şiirinden; “Yer gök yok iken bu yollar vardı Biri zulümat biri de nur idi. Zulümat yolu hayır şer Allah yoludur Nur yolu ikrar iman Hakk’ın yoludur.” ‘Ana Yolları Adem ile Havva ve Naci (Şit) ile Naciye’ şiirinden; “İt Havva anadan doğanlardır Şit’de Naciye anadan doğanlardır. Cennet Hakk’ın emridir Cehennem Hakk’tan emirsiz neyhidir. Cennetle cehennem birbirine karıştı Nuh’un tufanı geldi erişti. Gemi, kurtulanlara cennet oldu Derya, boğulanlara cehennem oldu.” ‘Hasani Bir Dükkândır’ şiirinden son bir sözle tartışmaları size bırakayım. “Talibin kalbi Hakk’ın evidir” Aleviliğin kurallarını tüm ‘Kutsal’ kitaplardan ayıran Başköylü Hasan Efendi’nin Aleviliği kavram olarak kullanırken ideolojik-terminoloji olarak ‘İslam Alevisi’ gibi bir yakın dil kullandığını düşünmek bu çalışmanın bütününü bozmasa da, soru işaretlerini çoğaltmaktadır. Bugünü düşünenler yanılsamaz biçimde bir gerileme, bir İslam alt-kültürü olmak için çaba harcamaktadırlar. Şiirlerinin dikliğine ve yaşıyor olsaydı ‘Enel Hakk’ diyenler gibi yüzülmekten kurtulamayacak olan bir bilgenin felsefesini, tanrısal etki ile okumak onu anlamamak, okuyamamak olacaktır. Çeviri bütünlüğü içinde yaratılar bu bunalımlı kavram kargaşalığının Başköylü Seyyid Hasan Efendiye değil de, yayına hazırlayana (Sayın Hüseyin Boy) ait olduğunu bilerek okumak ve tartışmak gerek bu çalışmayı. Hazırlayanın önsüzde İslami algılayış ve sistemleştirme çabası ne yazık ki bu çalışmanın bir de bu anlamıyla tartışılmasına açık kapı bırakıyor. Bu bir handikaptır. Başköylü Seyyid Hasan Efendi’nin deyişiyle, “yer, gök yok iken doğuş yolu ile gelenler”in, onun açtığı yolun bir kader olmadığını, insanın balçıktan yaratılışının imkansız olduğu yolunun kapatılması gerek. Bunun için önce ‘İslam Alevisi’ olmamak ve Emeviliğe hizmeti reddetmek gerek.

27


SERÇEÞME

Günümüz Âşıklarından Taşlamalar

EYÜP CEYLAN (ŞAŞKIN EYÜP)

Sultan Ana Benden çok hizmet istersin “Bu yola baş koy” dersin Bazen de sitem edersin Sözüm geçmiyor insana Çaresizim Sultan Ana Hiç bu yolda gülen var mı Hiç taktir edilen var mı Bu acıyı bilen var mı Bak koskoca Pir Sultan’a Çaresizim Sultan Ana Kimse kemale ermedi Yolunu doğru sürmedi Kimse suçunu görmedi Davalar kaldı divana Çaresizim Sultan Ana Yalancılar başköşede Riyakârlar pür neşede Edep-hayâ kaç kişide Şu rezalete baksana Çaresizim Sultan Ana Gerçeği göreyim derken Gönüle gireyim derken Bu yolda pişeyim derken Mecnun oldum yana yana Çaresizim Sultan Ana Ne kalp kırdım, ne baş yedim Ne yol, ne yoldaş yedim Her yolcudan bir taş yedim Cahillik tak etti cana Çaresizim Sultan Ana Her kavgada cılız kaldım Bak sonunda yalnız kaldım Viran oldum ıssız kaldım Bu dava zor geldi bana Çaresizim Sultan Ana Kötünün yolu kaybolsun Bağının gülleri solsun Bu çektiğim çile dolsun Kuyumu kazan kazana Çaresizim Sultan Ana

ÂŞIK MEYMANİ (YAVUZ YAĞDIRAN)

Sır Atmak Bende senden evvel vardım cihanda Sen benim külümden doğdun bir anda Muhabbet eyledik ulu divanda Ben sensiz sen benle bir yaşıyordun Sonra yarattım ben seni özümden Çarmığa gerildim senin yüzünden Enel Hak dedim de geçtim kendimden Aşkın ataşında ben pişiyordum Sırrımı ben senden ebedi aldım Miraca geldim de misafir kaldım Kerbela çölünde canımdan oldum Kendi tabutumu ben taşıyordum Zatı sırdaşınken kul oldum sana Nefesinden nefes verdin insana Dünya denilen bu viran binana Bir konan bir göçen ben oluyordum Seninle bir olduk sırları attık Ay ile yıldızdan bir cennet yaptık Bütün kainatı aşkla donattık Meymani bu demden hep içiyordun

28

Ali Keleş

9

HAZİRAN’da Kadıköy’deki Gitar Cafe’de “Günümüz Âşıklarından Taşlamalar” adlı bir dinleti düzenlendi. Mayıs ayında “Gâhi Saz Gâhi Söz” adlı dinletide Alevi-Bektaşi müziğinde türlere dair örnekleri hem açıklayan hem de icra eden Ulaş Özdemir, bu kez yirminci yüzyıl ve günümüz âşıklarından taşlamalar içeren bir repertuar sundu. İcra ettiği eserler ve onların yaratıcıları olan âşıklar hakkında açıklayıcı bilgiler de veren Özdemir yine dinleyici-sanatçı ayrışmasını kırıp, dinletiye aynı zamanda öğretici bir içerik de kazandırdı. Aslında bu dinletide sunulan repertuar 2005 İstanbul Bienali’nde Roll dergisinin standında Ulaş Özdemir ve kardeşi Baran tarafından gerçekleştirilen konserde de sunulmuş. Ulaş Özdemir bu repertuarı Roll dergisi için söyleşi yaptığı âşıkların eserlerinden bir seçki yaparak hazırlamış. Aynı zamanda da “Bu yüzyılın âşıkları neler söylüyor, neler düşünüyor, neleri yeriyor veya neler üzerine serzenişte bulunuyor?” sorusunu göz önünde bulundurmuş. Etnik müzik vokalisti Sumru Ağıryürüyen, bir dinleti için teklifte bulununca da Ulaş Özdemir bienaldeki repertuarı, “Yirminci yüzyıl âşıklarına genel bir bakış nasıl yapılabilir?” sorusuna paralel bir şekilde genişleterek Gitar Cafe’de sunacağı eserleri belirlemiş. Dinletinin başında Ulaş Özdemir, isim “Günümüz Âşıklarından Taşlamalar” olarak kondu, ancak bu eserler birer taşlama mıdır, yoksa bazıları hiciv özelliği mi taşımaktadır ya da başka bir tür içinde mi değerlendirilmelidirler, işin bu kısmı halk edebiyatçılarının uzmanlık alanına girer dedi. Burada asıl üzerinde durulan konu; farklı konulara değinen ve farklı bakış açılarına sahip günümüz ozanlarına genel bir bakış yapmaktı. Böylece Pir Sultan, Karacaoğlan, Dadaloğlu ve Yunus Emre gibi büyük ozanların oluşturduğu geleneğin bir devamı olan yirminci yüzyıl ozanlarının hangi konular üzerinde düşünüp, neler söyledikleri ve şiirlerini nasıl üsluplarla yazdıklarına dair genel bir tablo oluşturmaya çalıştı Ulaş Özdemir. Ancak günümüzde çok fazla âşık olduğundan bunların hepsini bir dinletiye sığdırmak mümkün değil. Bu nedenle Ulaş Özdemir repertuarı üç kritere göre belirlemiş: kendi müzikal geçmişi ile bağlantısı olan eserler, kendi beğenisi içinde yer alanlar ve Roll dergisi için görüşme yaptığı ozanların eserleri. Dolayısıyla hayatında bir şekilde yeri olan eserleri seçmiş. Dinleti başlamadan hemen önce repertuarı oluşturan şiirlerin fotokopileri tüm dinleyicilere verildi. Böylece hem söylenen onca kıymetli söz dile geldiği anda uçup gitmedi hem de isteyen dinleyicilere eşlik etme şansı tanındı. Ulaş Özdemir dinletiye günümüz âşıklarından Dertli Divani’nin “Serçeşme” adlı eseri ile başladı. Çünkü bu şiir hem günümüzün sosyal/siyasal koşullarını çok iyi analiz eden bir serzeniş hem de şimdiden Alevi-Bektaşi müziğinin nadide parçalarından biri haline geldi. Cahiller kendini aklar Kamiller özünü yoklar Kurudu çaylar ırmaklar Serçeşmenin gözü kaldı Dertli Divani

Serçeşme’nin ardından Âşık Meçhuli’nin “Gidiyor” adlı eseri okundu. Edebi dil olarak günümüzün en büyük ozanlarından biri olan Meçhuli aslen Maraş Afşin’li ancak bugün Fransa’da yaşıyor. Meçhuli gırtlak kanseri olduğu için artık çalıp söyleyemiyor ancak şiirler yazmaya devam ediyormuş. Aslında Abuzer Karakoç da Gidiyor adlı bu deyişi, bir albümünde okumak istemiş fakat nasip olmamış. Tıpkı Meçhuli gibi gırtlak kanseri olan âşık Nurşani’den de “Boşuna Kendini Yorma” adlı deyiş okundu. Bu şiir Nurşani’nin genel tarzına iyi bir örnek. Çünkü Nurşani, Meçhuli’nin aksine direk bir düzen eleştirisi yapmıyor. Ancak sevdiği kadına söylediklerinin ardında tüm insanları hicvettiğini görmek çok da zor değil. Nurşani’nin ardından Âşık Meluli’nin “Ne Hacıyız Ne Hocayız” adlı eserini seslendiren Ulaş Özdemir bu ozana dair şöyle bilgiler de verdi: 1892–1989 yılları arasında yaşayan ozan saz şairi değilmiş, sadece şiir yazarmış. Yirminci yüzyılın en önemli âşıklarından biri olan Meluli ardında çok zengin bir Divan bırakmış. Hem sosyal içerikli şiirler hem de tasavvuf şiirleri yazmış. Ayrıca tıpkı Edip Harabi gibi erkekleri yeren şiirlerini bir kadın mahlası ile yazmış. Bu şiirlerinde kızı Latife’nin adını mahlas olarak kullanmış. Tıpkı Meluli gibi hacı, hocalarla çok uğraşan Âşık İbreti’nin “Minareye Çıkıp” adlı şiiri de çok zekice sözlerle yazılmıştı. Kimilerine göre hacı, hocalar konusunda adeta takıntılı olan İbreti bu konuda çok şiir yazmıştı. Pek saz çalmayan bir âşık olmasına rağmen bazı ses kayıtları bulunan ozanın şiirleri İbreti Divanı’nda toplanmış. İbretinin ardından sıra Âşık İhsani’ye gelmişti. Gerek yazdığı sözlerden gerek kullandığı ezgi kalıplarından sıra dışı bir ozan olduğu belli olan İhsani müziği dışında kalan yanları ile de tamamen kendine özgü bir kişilik. 1950–1970 tarihleri arasında Demokrat Parti’den TİP’e kadar çeşitli politik kulvarlarda siyaset yapmış. Kimileri tarafından çok sevilen kimilerinin ise hiç sevmediği İhsani tüm Anadolu’yu gezmiş ve politik mücadelesi uğruna şiirler, kitaplar yazmış. Şuan Diyarbakır’da on yedinci eşiyle birlikte yaşıyormuş. İcralarına çalıp söylediği eserlerin ruh haline uygun tiyatral öğeler de katan âşığın bu dinletide icra edilen eseri, kült olmuş yapıtlarından biri olan “Balta” idi. Odun kırıcıydı adı İlyas’tı Yanaştım yanına yüzünü astı İşin nasıl dedim bir küfür bastı Arkasından baltasını biledi Âşık İhsani Tıpkı İhsani gibi politik ozanlarımızdan biri olan Âşık Mahzuni Şerif de sözünü hiç sakınmadan yaşadı. İhsani’den farklı olan yanı ise tüm yaşamı boyunca çizgisini korumuş olmasıydı. Ulaş Özdemir, bienaldeki konserde Katil Amerika’yı seslendirmiş ancak bu dinletiye “Vah Vah” adlı eseri uygun görmüş. Aynı melodiyle daha önce Kul Ahmet “Yok Yok” şiirini okuyormuş. Mahzuni’nin ardından aynı devrin ozanlarından Âşık Nesimi Çimen’in “Şifa İstemem Balından” adlı eseri icra edildi. Bu eser, 2 Temmuz 1993’de kaybettiğimiz ozanın şiiri ve ezgisi en güzel yapıtlarından biri olduğu için seçilmiş. Aslında Ulaş Özdemir bu eseri gü-

Sayı 32


SERÇEÞME

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

nümüzde Nesimi Çimen’le özdeşleşen iki telli cura ile çalmak istemiş. Fakat teknik bir arıza yüzünden bağlamasıyla çalıp söyledi ve bu icrayı Sivas’ta yitirilenlere adadı. Nesimi’yim vay başıma Kanlar karıştı yaşıma Yağın gerekmez aşıma Yeter zehirin katmasın Âşık Nesimi Çimen Âşık Hüdai de tıpkı Meluli gibi saz çalmayan bir ozandı. 2001 yılında vefat eden âşığın bu dinletide çalınan “Gönül Çalamazsan Aşkın Sazını” adlı eserini hepimiz Hasret Gültekin’in o unutulmaz yorumundan tanıyoruz. Hepimizin bildiği bu şiirin bestesi Hasan Albayrak’a ait. Ancak Hasret Gültekin bu eseri Gönül Çalamazsın şeklinde söylediği için herkes bu şiiri öyle biliyor. Hüdai’nin ardından Ulaş Özdemir geçtiğimiz yüzyılın en büyük ozanı Âşık Veysel’in “Gönül Sana Nasihatım” adlı müthiş eserini icra etti. Aslında bir taşlamadan çok diğer âşıklara bir öğüt olan bu eserin ardından küçük bir ara verildi. Çünkü Ulaş Özdemir, dinleyiciler arasında bulunan müzisyen arkadaşlarını da bir bir sahneye davet etti ve çok da iyi etti. Dinletinin ikinci yarısı, Yinon Muallem (vurmalı çalgılar) ve Arslan Hazreti’nin (kemançe) de katılımıyla oluşan üç kişilik yeni kadronun, aslında repertuarda olmayan “Ne Kaçarsın Benden” adlı eseri icrası ile başladı. Ulaş Özdemir o an içinden geldiği için bu deyişi seslendirmeye karar verdiğini söyledi. Çukurova yöresinden bir âşık olan İrfani’nin sevgilisine nazire yaptığı bu eser de tıpkı diğerleri gibi alkış aldı. İlk kez birlikte çalmalarına rağmen yine de gayet uyumlu bir performans sergileyen üçlü halk müziğini ne kadar iyi özümsediklerini göstermiş oldular. İrfani’nin ardından yeniden repertuara dönüldü ve Dertli Divani’nin babası Âşık Büryani’nin “Ne Fayda” adlı deyişi seslendirildi. Urfa Kısas yöresinin dedebabası ve önemli âşıklarından biri olan Büryani’nin bu şiiri hem günümüze dair önemli şeyler söylüyor hem de Alevi-Bektaşi yolunun çıkmazlarına dair bir serzenişi dile getiriyor. Repertuarın geneli yirminci yüzyıl ve günümüz âşıklarından oluşuyordu. Ancak Ulaş Özdemir, Dertli Divani ve Büryani gibi günümüz ozanlarını çok etkileyen Âşık Veli’ye de dinletide yer vermeye karar vermişti. Belli ki 19.

Ulaş Özdemir dinletide

Ağustos 2007

yüzyılda yaşamış bu ozanın sözleri günümüzde halen geçerliliğini koruyor. Âşık Veli’nin ardından Âşık Davut Sulari’nin “Batta Gazi Diyarı” adlı deyişi çalınıp söylendi. Arslan Hazreti bu güzel eseri çok güzel bir kemançe solo ile süsledi. Birçoğumuzun bildiği gibi Davut Sulari eski stil gezgin âşıkların geçtiğimiz yüzyıldaki son temsilcilerinden biriydi. Atı Küheylanla Anadolu’yu, İran, Irak ve Azerbaycan’ı gezmiş ve gezdiği yörelerin etkilerini şiirlerine ve müziğine yansıtmıştı. Battal Gazi Diyarı adlı bu şiirini de Malatya’ya gittiğinde yazmış. Şiirde adı geçen ve Sivas’ta kaybettiğimiz Edibe Sulari de babası gibi âşık idi. Küçük yaştan itibaren babasıyla birlikte gezmiş, kimi zaman babasının şiirlerini not etmiş kimi zaman da kendi şiirlerini yazmıştı. Bu nedenle bu şiirin hangisine ait olduğu biraz şüpheli. Aldığım yazıyı Edibe yazdır Elimde çöğürdür tamburdur sazdır Söylenen makamdır güzel avazdır Ağız aynı ağız diller değişmiş Davut Sulari Şuan Almanya’da yaşayan Âşık Emekçi’nin “Dilim” adlı eseri, taşlamalara çok iyi bir örnek olarak çalınıp söylendi. Geçtiğimiz günlerde uzun bir aradan sonra Türkiye’ye gelen ozan bu şiirinde kendi dilini yererken aslında düzene zekice bir eleştiri yöneltiyor. Emekçi’nin bu güzel şiirinin ardından Ulaş Özdemir yine dinleyiciler arasında yer alan bir başka müzisyeni sahneye davet etti. İran Tebriz’li vokalist Cavit Murtezaoğlu “Küçelere Su Serpmişem” adlı türküyü öyle güzel seslendirdi ki Ulaş Özdemir’in de dediği gibi ardından söylenecek pek bir şey bırakmadı. Son olarak hepimizin tanıdığı Âşık Daimi’den tüm anlatılanları özetleyen, halk müziğinde yazılmış en güzel sözlerden birine sahip olan “Madem ki Ben Bir İnsanım” adlı eser seslendirildi. Kainatın aynasıyım Madem ki ben bir insanım Hakkın varlık deryasıyım Madem ki ben bir insanım İnsan hakta hak insanda Arıyorsan bak insanda Hiç eksiklik yok insanda Madem ki ben bir insanım Âşık Daimi

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın ................... +49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ..................... +49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik .................... +33.6.82 07 67 16 Evry Erdal Bulut ................................ +33.6.12 65 20 50 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ........ +31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören ............... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ...... +44.7768 220 762 İsviçre: Basel İbrahim Bakır .................. +41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Haydar Dede ..............0342.250 64 77 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven ..........................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ......................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü .........................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ......................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu...............................0543.682 38 99 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50

29


SERÇEÞME

Yedi Ulu Ozan

DERVİŞ BABA

Abdal Musa Sultan’a Niyaz Abdal Musa derki ‘kavgalardan kaç Sır saklamayı bil’ dosta gönlün aç Ulu Sultan’ımın başındaki taç Sevgidir barıştır bunu bilelim Varıp dergâhına niyaz edelim Yardım etti Osmanoğlu Orhan’a Nankörlük görünce çekti barkana ‘Yüzsuyu dökme’di beye sultana Elmalı’yı yurt edindi bilelim Gidip dergâhına niyaz edelim Hünkâr Hacı Bektaş donunda indi Ali oldu Zülfikar’ı kuşandı Genceli şehrini kuşatıp aldı Dağ taş asker izindeydi bilelim Biz de dergâhına niyaz edelim Abdallara tekkesini kurdurdu Temelde bir kazan altın dururdu Dokunmadı sahiplerin buldurdu Sultan din dil ayırmazdı bilelim Sultan dergâhına niyaz edelim ‘Kallaş pirsizlerle yoldaş olma’dı Ol Teke beyini cezalandırdı Oysa Umur beyi onurlandırdı Gazi yapıp börk giydirdi bilelim Varıp dergâhına niyaz edelim Rodos yalısına çomağın attı Sekiz yüz abdalla bir semah tuttu Orayı da barış adası yaptı Gönüllere Sultan oldu bilelim Gönül dergâhına niyaz edelim Abdal Musa’m tekkesinde eğitti Gaybi beyden bir Kaygusuz yarattı Kaygusuz’un ünü cihanı tuttu Yine ona ‘Şahım’ dedi bilelim Şah’ın dergâhına niyaz edelim Derviş Baba Abdal Musa Sultanım Sultanım sanadır aşk ü niyazım Abdallar Şahı’na olamaz tanım Hem Ali hem Veli bunu bilelim Ali dergâhına niyaz edelim

ALİ ÖZSOY DEDE

Bir Gerçek Okulu Bir gerçek okuluna girmeyen Okusa her ilmi alim olamaz Şeriatın kusurunu bilmeyen Denizlerde yansa temiz olamaz Ademin secdesi özünü bilmek Sağım selat derler nefsin öldürmek Varıp bir mürşide hemen bağlanmak Mürşide varmayan Hakk’ı bulamaz Özsoy turap eyle kendi özünü Cemiyette sağlam söyle sözünü Arif ol da yere indir yüzünü Yüksekten uçanlar Hakk’a yaramaz

30

Lütfi Kaleli

A

LEVİ-BEKTAŞİ inancında Yedi Ulu Ozan olarak kabul gören Seyyid Nesimi, Fuzuli, Şah İsmail (Hatayi), Pir Sultan Abdal, Yemini, Virani ve Kul Himmet saygıyla anılmaktadırlar. 1345 yılında dünyaya gelen, Hallacı Mansur’un “Enel-Hak” (Tanrı Benim) felsefesinin ateşli savunucusu olup, “Mansur Enel-Hak söyledi Haktır sözü, Hak söyledi” diyen Seyyid Nesimi, 1418’de Mısır hükümdarı El-Müeyyed’inin buyruğu üzerine Halep’te derisi yüzülerek katledildi. Şeriatçı gözlükle olaylara bakıp “Enel-Hak” felsefesinin özünü kavrayamayan bağnaz ve yobaz kesim Seyit Nesimi’yi de Hallacı Mansur gibi katlederken; bu felsefeyi batıni yorumla kabullenen Alevi-Bektaşi kesim, Cem törenlerinde hem Hallacı Mansur’u “Dâr-ı Mansur” makamıyla, hem de Seyyid Nesimi’yi “Nesimi Dârı” ile onurlandırıp baştacı yapmıştır. Seyyid Nesimi, zâhiri anlayışta kalan bağnazlara, Tanrıİnsan-Doğa birlikteliği olan “Vahdet-i Vücut” anlayışıyla şöyle sesleniyor: “Bende sığar iki cihan Ben bu cihana sığmazam Gevher-i âlâ mekân benem Kevn-ü mekâna sığmazam...” Divan edebiyatında önemli bir yeri olan Fuzuli, 1500’ün ilk yıllarında Hille veya Kerbelâ’da dünyaya geldi, 1556 yılında Irak’ta baş gösteren bir veba salgınında Hakk’a yürüdü. Köken olarak Oğuz Türklerinin Bayat boyundan olan ve Irak’a yerleşip soyuna bağlı kalarak yaşamını sürdüren Fuzuli’nin esas adı Mehmet’tir. Ancak şiirlerinde “gereksiz ve boşboğaz” anlamına gelen “Fuzuli” mahlasını kullanmıştır. Dönemin koşullarına göre iyi bir eğitim alan, ayrıca bilgi dağarcığını genişletip felsefe, tasavvuf, tıp, fizik, astronomi, geometri, fıkıh, kelam dallarında da olgunluğa eren Fuzuli’nin Türkçe, Arapça, Farsça dillerinde yazılmış üç ayrı divanı vardır. Bir şiirinde şöyle der: “Beni candan usandırdı, sefadan yar usanmaz mı Felekler yandı ahımdan, Muradım Şem’i yanmaz mı?.. Değildim ben sana mail, Sen ettin aklımı zail. Bana tan eyleyen gaafil, Seni gör geç utanmaz mı?..” Bir Türk boyunun önderi olan ve Safevi Devleti’nin kuruluşuna zemin hazırlayan Şeyh Cüneyd’in oğlu Haydar’ın oğlu olarak 17 Temmuz 1487 günü, Serap’ta dünyaya gelen İsmail, henüz çocuk yaşta devlet yönetimine gelip Şahlık ünvanını aldı. İran’da kurulan Safevi Devleti’ni genişletmek isteyen Şah İsmail, Anadolu’ya yöneldi. Ne var ki Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’e 23 Ağustos 1514’te yenilip inzivaya çekildi ve henüz 37 yaşında iken 1524’te Hakk’a yürüdü. Bu sürede “Hatayi” mahlasıyla yazdığı şiirlerden dolayı Alevi-Bektaşi toplumunda kabul gördü. Cem törenlerinde birçok şiiri duvazimam olarak okunup ibadetin bir parçası haline getirildi. Örneğin;

“Kırklar Meydanı’na vardım Gel beri ey can dediler İzzet ile selam verdim Gel işte meydan dediler. Kırklar bir yerde durdular Otur diye yer verdiler Önüme sofra serdiler Al lokmayı sun dediler. Gir semaha aşkla oyna Silinsin açılsın ayna Kırk yıl kazanda dur kayna Dahi çiğ bu ten dediler. Gördüğünü gözün ile Söyleme sen sözün ile Andan Sonra bizim ile Olasın mihman dediler. Düşme dünya mihnetine Talip ol Hak hizmetine Ab-ı zemzem şerbetine Parmağını ban dediler. Şah Hatayi’m nedir halin Hakk’a şükret kaldır elin Gıybetten kesegör dilin Her kula yeksan dediler.” Pir Sultan Abdal’ın doğum ve ölüm tarihlerinde kesinlik yoktur. 1475–1480 yılları arasında doğduğunu ve 1545–1550 yılları arasında öldüğünü söyleyenler olduğu gibi, doğumu bilinmemekler beraber, 1588–1590 yılları arasında Sivas Valisi Hızır Paşa tarafından asılarak öldürüldüğünü söyleyenler de var. Ancak, Pir Sultan Abdal’ın bir tane değil, altı tane olduğunu ileri sürenler de var. Bu sav, Pir Sultan Abdal’ın Alevi-Bektaşi toplumu tarafından çok sevildiğinin bir ifadesi olarak algılanmaktadır. Zalime karşı başkaldıran ve inandığı doğrulardan ölümü pahasına olsa da asla ödün vermeyen Pir Sultan Abdal, bu dik duruşunu zalimin uşağı Hızır Paşa’ya karşı şöyle haykırmıştır: “Yürü bre Hızır Paşa Senin de çarkın kırılır Güvendiğin Padişahın O da bir gün yıkılır!” Koyun beni Hak aşkına yanayım Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan! Yolumdan dönüp mahrum mu kalayım Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan! Kadılar, müftüler fetva yazarsa İşte kement, işte boynum asarsa İşte hançer, işte kellem keserse Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan! Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz O da bizim ulumuzdur, pirimiz Hakk’a teslim olsun garip canımız Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan! Asıl adı Mehmet olan Yemini’nin 16. yüzyılda yaşadığı sanılmaktadır. Doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bilgi yoktur. Yayınlanmış olan Faziletname adlı yapıtında 7300 dolayında beyiti bulunmaktadır. Hz. Ali’ye sevdalı olduğu için Alevi-Bektaşi toplumundan kabul gören Yemini, bir methiyesinde Hz. Ali için şunları söylemektedir:

Sayı 32


SERÇEÞME “Hoş keramet madeni Şah-ı Velayettir Ali Nur-u Ahmet’tir bakın şem-i hidayettir Ali Muciz-i Musa’yı bir pare ağaçta gösterir Şöyle bir sırrını bahr-i keramettir Ali Bunca işler kim alıptır kudret-i Hak’tan ayan Muciz-i nur-u Nebi’den ruşen ayettir Ali Hatem-i Tai bir pula değmez sehası olsa yad Nesl-i İbrahim, kani sehavettir Ali Nice din düşmanlarının kanını döktü yere Hakk’ı inkar edene sahib-i siyasettir Ali Ey Yemini Haydar’ın methini tekrar eylekim Hem dem, hem ser-i sultan-ı şefaattir Ali” 16. yüzyıl sonu ile 17. yüzyılın başlarında yaşamış olduğu sanılan Virani, nefesleri güçlü bir ozandır. “Virani Baba Divanı” ile “Virani Baba Risalesi” adında basılmış iki yapıtı bulunan Virani, Türkçe’den başka Arapça ve Farsça da bilmektedir. Virani de Yemini gibi bir Hz. Ali ve On İki İmam aşığıdır. O nedenle de Alevi-Bektaşiler tarafından kabul edilmiştir. Nefeslerinde diyor ki: “Ali’dir nokta-i evvel hidayet Ali’dir ahir-i nur-i velayet. Ali’dir her iki alem zat-ı mutlak Ali’dir kudret-i hikmet keramet. Ali’dir suret-i Rahman Ali’dir Ali’dir şef-i ruz-i kıyamet. Ali’dir fail-i muhtar Ali’dir Ali’yi sevmeyen ol cana lanet. Ali’dir ey Virani telde canım Kim Ali’yi sevmezse lanet begavet.” (lanetli zorba) “Gel ey mümin beni farz-ı Hüda’dır Hakk’ı bilmek kavl-i Muhammet Mustafa’dır. Hakk’ı bilmek dilersen bil Ali’yi Oku ilmin kapısı Mürteza’dır. Hasan’ın, Hüseyin’in ala dinim Gözüm nuru İmam Bakır bekadır. Beri gel Cafer-i Kazım Rıza’ya Taki’ye ver özün lutfü sehadır. Naki hem Askeri Mehdi’yi Hadi Bunlar Virani’ye darül şifadır...” 16. yüzyılda yaşadığı, Pir Sultan Abdal bendelerinden olup Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nda dervişlik yaptığı söylenen Kul Himmet, nefeslerinde dile getirdiği güzelliklerle Alevi-Bektaşi toplumu tarafından benimsenmiş ve Yedi Ulu Ozan arasına alınmıştır. Kul Himmet’in türbesi, Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Görüm-

lü köyünde bulunmaktadır. Kul Himmet de Hz. Ali ve On İki İmam sevdalısıdır: “Her sabah her sabah ötüşür kuşlar Allah bir Muhammet Ali diyerek. Bülbül de gül için figana başlar Allah bir Muhammet Ali diyerek. Fatma, Kamber, Düldül durdu duaya Şehriban soyundu bindi deveye İsa kahreyledi çıktı semaya Allah bir Muhammet Ali diyerek. Biz çekelim İmamların yasını Dinleyelim gerçeklerin sesini İmam Hasan içti ağu tasını Allah bir Muhammet Ali diyerek. Mümin olan ince eleklerden elendi Talip olan Hak yoluna dolandı Şah Hüseyin al kanlara boyandı Allah bir Muhammet Ali diyerek. Gönül kuşu bulamadı yuvasın Gerçek sürer İmamların davasın Kazım, Musa, ol Rıza’nın duasın Allah bir Muhammet Ali diyerek. Taki ile Naki bir oldu gitti Hasan-ül Asker’i nur oldu gitti Mehdi mağarada sır oldu gitti Allah bir Muhammet Ali diyerek. Dört kitap yazıldı dört dine düştü Kuran Muhammed’in virdine düştü Kul Himmet, Ali’nin derdine düştü Allah bir Muhammet Ali diyerek...” Alevi-Bektaşi toplumunda Yedi Ulu Ozan olarak kabul gören bu değerler, dikkat edilirse 15. ve 17. yüzyıllarda yaşamışlar. Bu yıllar Anadolu’sunda Alevi Bektaşiler iktidar edenler tarafından hem horlanmışlar, hem de türlü kırımlara uğramışlardır. Örneğin Şah İsmail ile savaşan Yavuz Sultan Selim, 40 bini aşkın Alevi’yi kılıçtan geçirtmiş, bir o kadarını da Kuyucu Murat Paşa kuyulara diri diri gömerek öldürmüştür. Böyle bir ortamda yaşayan ve düşünceleriyle bu cellatlara ters düşen o dönemin ozanları Alevi-Bektaşilerin baştacı olmuşlardır. Yoksa Alevi-Bektaşilerin baştacı ettikleri binlerce halk ozanı vardır. Örneğin Yunus Emre, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Şeyh Bedreddin, Kazak Abdal, Teslim Abdal, Âşık Dertli, Derviş Ali, Edip Harabi, Genç Abdal, Hasreti, Kemteri, Seyrani, Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet, Âşık Daimi, Âşık İbreti, Âşık Mahsuni gibi daha nicelerini sayabiliriz...

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35

22 Temmuz seçimlerinin en çarpıcı sonuçlarından bir Bin Umut Adayları arasında İstanbul Üçüncü Bölgede bağımsız aday olan Malatyalı Kürt Alevi kızı Sebahat Tuncel’in milletvekili seçilmesi oldu. Geçen son bahardan beri yasa dışı örgüte üye olmak suçlamasıyla tutuklu bulunan Tuncel, seçim kampanyası için bile tahliye edilmemişti. Seçilmesinin ardından Tuncel Gebze cezaevinden böyle çıktı.

Ağustos 2007

Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

SEÇMEN ASKER-SİVİL BÜROKRASİNİN VESAYETİNİ REDDETTİ

Seçimler Geride Kaldı, Önümüzü Görelim Esen Uslu

22

TEMMUZ’da seçmenlerin %84’ünün katılımıyla yapılan seçimlerde, oylarını yüzde %12,4 arttıran AKP, %46,6 oy oranı ile Meclis’teki koltukların %61’ini kazandı. Seçmenlerin neredeyse yarısının oylarını almasına karşın AKP’nin Meclis’teki milletvekili sayısı azaldı. Geçen seçimlerde AKP’nin aldığı oylara orantısız sayıda çok milletvekili çıkarmasının yarattığı dengesizlik bir anlamda ortadan kalkmış oldu. CHP ise cuntacıların ve mitingcilerin zorlamasıyla DSP ile seçim için birleşti. Ancak bu dertlerine çare olmaya yetmedi ve oylarını sadece %1,5 artırabildi. Oyların %21’ini alan CHP koltukların %20’sini kazanabildi. Bu başarısız sonucun DSP ile birleşmeyi suya düşürmesi ve DSP’nin seçtirmeyi başardığı 13 milletvekilini geri devşirip, Meclis’te grup kurmaya niyetlenmesini önlemeye yetmeyeceği açık. Yağlı urganla oy toplamaya çalışan MHP, oylarını %6 artırmayı başardı. Barajı aşarak oyların %14,3’ünü alan MHP Meclis’teki koltukların %12,9’una sahip oldu. Sağın küçük partilerinden ANAP ve DYP, cuntacıların ve mitingcilerin zorlamasıyla giriştikleri birleşme pazarlıklarını yüzlerine gözlerine bulaştırdı. Oyları yitti gitti. Bazı Alevi-Bektaşi önde gelen isimlerinin aday olmayı kafasından geçirdiği, görüşmeler-pazarlıklar yaptığı hortumcular şahının partisinin de akıbeti aynı oldu.

“Bağımsızlar” Seçildi

S

EÇİMLERİN ve partiler üzerine konan yasakların İslam’ın hülle usulüyle aşılmasının normal sayıldığı ülkemizde DTP’liler “Bin Umut Adayları” adı altında girdikleri seçimde, Meclis’te grup kurmaya yetecek sayıda milletvekili seçtirmeyi başardı. Partisinin seçilme şansı olmayan BBP’nin başkanını da Sivas bağımsız milletvekili seçti. Tunceli de DTP’li bir bağımsızın yanı sıra bir de yüzer-gezer gerçek bağımsız seçti. İstanbul’da seçilme şansı olan ortak sol bağımsız adaylardan ÖDP’nin eski başkanı Ufuk Uras başarılı bir kampanyanın ardından seçilerek meclise girdi. Diğer ortak sol aday Baskın Oran’ın bölgesinde DTP’nin de bağımsız aday göstermesinin ardından seçilemeyeceği belli olmuştu. Bu ortama bir de bağımsız Alevi aday “yüz elli bin oy alırım” diye balıklama dalmıştı. Sonuçta, tahmin edilen oldu, Baskın Hoca’nın başarılı kampanyasına karşın sonuç alınamadı. İstanbul’da DTP’nin adaylarından biri olan Sebahat Tuncel tutukluydu ve seçim kampanyası için bile tahliye edilmedi. Aday hapisteyken yürütülen kampanya başarılı sonuç verdi ve Sebahat Tuncel seçimi kazanmasının ardından tahliye edildi. Geçmişte Abdullah Öcalan’ın avukatlarından biri olan ve artık onu temsil etmesi bile yasaklanmış bulunan Aysel Tuğluk da milletvekili seçildi. DEP milletvekili olan ve dokunulmazlığı kaldırılarak Meclis’ten atılan ve kapıda yaka paça tutuklanan Şemdin Sakık da yeniden Meclise giren DTP milletvekilleri arasında. Sekiz kadın adayı Meclis’e sokan DTP’nin genel başkanı Ahmet Türk de seçilen milletvekilleri arasında. Bağımsızların toplam oy oranı %5,4 ve Meclis’teki koltuk sayıları %5 oldu.

Cuntacılığın Reddi

O

YLARIN dağılımının CHP taraftarlarında ve onlara paralel olarak Alevi-Bektaşi kesimde yarattığı hayal kırıklığı ve şaşkınlık büyük oldu. Seçim öncesinde cuntacı asker-sivil bürokrasinin “elitist” toplum kuruluşları eliyle düzenlediği mitingler ve “irtica geliyor, laiklik elden gidiyor” sloganlarıyla yürüttükleri kampanyanın, İspanyol yazar Servantes’in ünlü roman kahramanı Don Kişot’un dev sanıp değirmenlere saldırması benzeri çabaların boşa gittiğini ve kıç üstü oturmaya neden olduğunu gördüler. Seçmenin neden CHP’ye değil de AKP’yi tercih ettiğini görmemekte ya da anlamamakta hâlâ ısrar edenler, halkı hakir görmeyi; kömür ve makarna ile satın alınabilir olduğunu ima etmeyi; “demek ki halkımız durumdan memnunmuş” gibi imalı küçümsemelerle konuşmayı marifet biliyorlar. Görmek istemedikleri şey, onların pek meraklı oldukları cuntacılığın ve demokrasi düşmanlığının, halkımız çoğunluğu tarafından reddedildiği gerçeğidir. Evet, tüm kapitalist ülkelerde olduğu gibi bizde de emekçi halk bir burjuva çözüme, dünya sermayesinin kaymak tabakası ile içli-dışlı olmuş büyük patronların çözümüne oy vermiştir. Ama reddettiği, cuntacılıktır, demokrasi düşmanlığıdır, elde yağlı urganla dolaşan linççiliktir. Bu yeter mi? Hayır yetmez! Ama bugün halk tepkilerini ancak bu ölçüde gösterebildi diye, izledikleri milliyetçi-ırkçı-saldırgan siyaseti, yabancı düşmanı-demokrasi düşmanı anlayışı reddetmedi sanmak aymazlıktır. Kendini sosyal demokrat sayanlar ya da öyle gösterenler, sosyal demokratlığın temel ilkelerini hatırlayıp izledikleri siyaseti kökten değiştirip, benimsedikleri ada uygun bir siyaset izlemeye başlamazlarsa bir daha seçilme şansları olmadığını göreceklerdir.

Alevi Hareketi

S

EÇİMLER öncesindeki dönemde Alevi-Bektaşi hareketinin demokratik dernekleri de geleneksel dergâh-ocak-pir-dede-baba örgütlenmeleri de iyi bir sınav veremedi. Seçimler öncesinde bu konuda çok konuştuk ve yazdık. Tekrarlamaya gerek yok. Gün ileriye bakmak zamanıdır. Seçim sonuçlarının açıklanmasının birkaç gün ardından bir eski paşanın, cumhurbaşkanlığı seçimleri yoldan çıkarsa ordu yine müdahale eder yollu bir açıklama yaptığını; günümüzde demokrasi havarisi gibi ortalıkta dolaşanların daha geçen gün, camiler kışla, minareler süngü, kubbeler miğfer, müminler asker yollu şiirler söylediğini Alevi-Bektaşi hareketi unutamaz. Önümüzdeki dönem, belli ki Anayasa tartışmalarıyla devletin temel niteliklerinin sorgulanacağı, tartışmaya açılacağı bir dönem olacak. Alevi Bektaşi hareketi bu tartışmalarda ağırlığını göstermek için hiç gecikmeden harekete geçmelidir. Alevi-Bektaşi hareketi, en temel istemlerini kapsamlı bir demokrasi programı ile birleştirerek, tüm emekçilerin ortak kampanyasında onurlu yerini almalıdır. Bunun için örgütlerimizin enerjilerini, iç tartışmalarda tüketmeye değil, en geniş tabanı doğru hedefler etrafında birleştirmeye yönelik özverili bir çalışmaya yoğunlaştırması gerekir. Örgütlerin birliğini korumalıyız, bölücülüğe yer yok! Örgütsel iç demokrasiyi geliştirmeliyiz, liderlik sultalarına yer yok! Kapsamlı laiklik ve demokrasi için mücadele sürüyor. Örgütler ve yöneticiler görev başına!


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.