SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
DİKKAT, BU DERGİNİN HBVKTD VE HBVAKV ŞUBELERİNE GİRMESİ BİR EMİRNAMEYLE “YASSAH”LANMIŞTIR!
ARTIK YASAKLI OLDUK
Bu Sayida Tekin Özdl - Ercan Geçmez Utanç Belgesi İsmal Özmen - Yunus Koçak Hamdullah Çelebi’nin Savunması - Bölüm I
Yasaklı bir kültürün yasaklısı olmak, “yaralı bir bilinci” kan kaybından ölmesi için açıkta bırakmak anlamına gelir.
Yasaklı Kültürün Yasaklama Hakkı Yoktur Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni Fkret Otyam Aleviler Ermeni Dönmesi mi? Esat Korkmaz Alevilikte Ağız Bir Doğum Organıdır İsmal Kaygusuz Yunus Emre - Bölüm II Ahmet Koçak Hacı Bektaş Veli Anma Etkinlikleri Kelme Ata Düşünce Sefaleti, Anti Demokratiklik ve Tükeniş Zeynel Can Serçeşme mi? Şerçeşme mi? Ahmet Koçak Islah Olacak Yan da Kalmamış Yusuf Zamr İnsan Olmaya Geldik - Bölüm III Ham Kutlu Seçimlerden Önce - Seçimlerden Sonra - İki Yazı Hüseyn Çırakman ile Söyleştik - Bölüm I Hasan Harmancı Bir Sorgunun İzinde Kalmak Yahyalı Köyü Basın Açıklaması Burhan Kocada Eski Türklerin Dini Şamanizm ve Anadolu Aleviliği Reca Özdemr Alevi Örgütlerinin Demokratik Rekleksleri Zayıflıyor mu? Mustafa Özcvan Cem ve Kültür Evleri PSAKD Mamak ve Sultanbeyl Şubeler Basın Açıklamaları Süleyman Zaman İsmet Zeki Eyuboğlu Metn Özdemr Sarı Selçuk Dede Anıldı
Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Eylül Sayi:
33
Y
ASAKLI bir felsefe-inanç ve öğreti olan Alevilik-Bektaşilik, “yasaklandığı” alana “adımını” attığında “belletilmiş dünya” tarafından “bilincin ayaklar altına alınmasına” son verir: Doğasal değerleri, doğa-ötesi değerlere karşı “harekete” geçirerek, “metafizik idealizmi” ideoloji edinmiş dinsel toplumun sahte anılarını yerle bir eder. “İlahi ezber”i bozar ve “kul kimliği”ni yadsır; “resmi ezber”i bozar ve “memur kimliği”ni yadsır. Örnekle anlatmak anlamayı kolaylaştırıyor: Biz de öyle yapalım. Alevilik, Hıristiyan şeriatına tavırlı Anadolu yerli halkının, İslam şeriatına tavırlı Ali Yandaşları’nın ve feodal devlete/ onun sömürücü özüne tavırlı Asya kökenli kan insanlarının Anadolu’da yarattığı, doğatanrıcılık ve insantanrıcılık temelli, geriye dönüş tapımıyla kendisini İslam’ın doğuş koşullarına taşıyan, “tersine dönüşüm” ile Hz. Muhammet’i “mürşit”, Hz. Ali’yi “pir” durumuna yükselten, kendine özgü kural ve törenleri bulunan bâtıni-heterodoksi nitelikte felsefi/ inançsal-siyasal bir bilgelik öğretisidir ya da bâtıni kurtarıcı bilinç-inançtır. Benim bu tanımımın doğruluğu-yanlışlığı tartışılabilir: Yanlış da olabilir. Ben bir aydınım; yanlış yapma özgürlüğünü sonsuzca kullanma hakkına sahibim; böylesi bir özgürlüğüm olduğu için doğruyu yakalama şansım da en yüksektir. Örgütlerimiz de tanım yaptı biliyorsunuz; bir sayfalık, kimi kez birkaç sayfalık özlü anlatımları bize tanım diye “yutturmaya” kalktılar. Üstelik başka tanımlara “itibar etmeyin” diyerek suç da işlediler. Aleviliğin bir yanı “insantanrıcı” olduğu için bir Alevi, her şeyi önce “insan” biçimine dönüştürüp sonra da anlamaya çalışır. Bu kapsamda “örgüt” dediğimiz şey de “kocaman bir insan”dır. Bu “kocaman insan”ın aklı, Alevi-Bektaşi topluluk aklıdır. Daha az hata yapması gerekir. Bunu nasıl sağlar biliyor musunuz? Açmaya çalışayım: Sonsuz hata yapma özgürlüğüne sahip olmasına karşın doğruyu yakalama olasılığı en yüksek olan aydınların doğruları ile beslenerek yapar bunu. Çünkü örgütün “sonsuzca hata yapma” özgürlüğü yoktur. O zaman açık konuşalım: Örgütlerimizin “doğru düşünmesi-doğru konuşması-doğru iş yapması”, yanlış yapma özgürlüğünü sonsuzca kullanan aydınlarına özgürlük tanımaktan geçer. Alevilik bugünlere işte bu Melâmeti-Kalenderi tavırla geldi bir bakıma. Gelenekte, etik bir özdeyiş olarak öne çıkarılan “öğretmen özgürdür”, sözü bu tavrın dışa vurumudur. İnsanı ve doğayı özgürleştirmek için yola çıkan Alevilik, amacından sakınıyor bugün. Beslenme kanalı olan aydınına saldırıyor, onun özgürlüğünü ortadan kaldırıyor; ürünlerine yasak koyuyor. Örgüt üyeleri “ortalama, eşit ve yumuşak” olduğunda, örgütlü mücadelenin bütünüyle “ilerleyeceğine” inanılıyor. Bu çok tehlikeli bir durumdur. Çünkü, örgüt üyelerini “küçültmek ve daha kolay yönetilebilir kılmak ilerlemek” olarak algılanmaya başlar. Başmemurlar olarak size sesleniyorum Sayın Ercan Geçmez ve Sayın Tekin Özdil, örgütlerinizin şube başkanlarını da memurlaştırdınız: Artık onlar da “ortalama, eşit ve yumuşak”. Memurlaşarak Alevi-Bektaşi hareketi her geçen gün “tersine dönüşümünü” gerçekleştiriyor. Toplumsallaşma araçlarıyla yaşama müdahale edemiyor; toplumsallaşamadığı için siyasallaşamıyor. Olağan zamanlarda görünmez gibi olan bu kısır döngü, örneğin seçim zamanı kendini acı biçimde hissettirmedi mi? Seçeneksiz kalan örgütlü Alevi hareketi, “sağına yatırım yapan” sosyal demokrat siyasete “soldan yaklaşarak” milletvekili dilenmedi mi?. “İtibar görmeyince”, dönüp kendi örgütünün içine taşınmak istemedi mi? İstedi: içine giremeyeceği-sığınamayacağı denli “küçük” bir “örgüt dünyasının” olduğunu anlayınca “işte şimdi yandık” dedi. Alevi-Bektaşi geçmişinin tarihsel-toplumsal nedenleri bilince-inanca taşınıp “sağlıklı” bir “örgüt” donuna “dökülmesi” durumunda, çalışanları-yaratanları “esenliğe” çıkaracak “yeni olanaklar”ın yaşama geçirileceğinden kimsenin kuşkusu yoktur. Geleceği şimdiden gören “egemen yargı”, içimizden “kimileri”ni de –Cem Vakfı gibi– kullanarak harekete geçti bile. Bu devrimci içgüdüyü “zapdedebilmek” için, kendini yaratan “kaynak”tan koparıp, (Devamı 2. Sayfada)
UTANC• • SERÇEÞME
(Baştarafı 1. Sayfada)
Yasaklı Kültürün Yasaklama Hakkı Yoktur daha açık bir anlatımla geçmişini “silip” “resmi” alana taşıyarak “terbiye etmek” istiyorlar. “Terbiye olmak” isteyenlere sözümüz yok. Terbiye olmak istemeyenlere “anımsatma” anlamında, “resmi dünya”nın yalnızca devlet katında olmadığını, kimi kez “muhalefet edilen yerde/alanda” da resmi bir bilinç “yetiştirileceğini” belirtmek isteriz. Burada “resmi dünyanın” sınırlarını saptamak daha zordur; muhalefet saflarında bağıra bağıra kurarsınız “memur” dünyasını. İşte siz bunu yaptınız-yapıyorsunuz. “Doğurdunuz”: Başmemurlara özgü bir “çocuk” yaptınız. Tam da memurca bir tavırla Serçeşme Dergisi’ni “Gereğini rica eder çalışmalarınızda başarılar dileriz” tümcesiyle sona eren bir “emirname” ile yasakladınız. Burada da bir ilke imza attınız: Yayınını-aydınını yiyen bir “canavar” kesildiniz. Hatırlatalım: Hangi “gerekçe”yle yapılırsa yapılsın “dergiye-kitaba/yazara-sanatçıya yasak koyan bir Alevilik, geleceğini boğar”. Cem Vakfı’nın amaçladığı “resmi dünyaya taşınmak ve orada kabul görmek” çabası ne denli tehlikeli ise muhalefet katında muhalefet ediyor görüntüsü verilerek “memurlaşmak” da o denli tehlikelidir Alevilik için. Hayır öyle değil diyorsanız; 20 yıldır özlemlerimizin ötesinde “örgütlendiğimizi” ama tahminlerimizin ötesinde “gericileştiğimizi”; örgütlenerek gericileşmek gibi bir “keşfin” sahipleri olduğumuzu sizlere bir kez daha hatırlatmak isterim. Demokrasi bir “bakış”, bir “seziş”, bir “kavrayış”, ötesinde bir “örgütlenme” biçimidir. Yaklaşımın mantığı gereği “yaşama inandığımız yerde demokrasi, kendimize inandığımız yerde karşı demokrasi başlar”. Yaşama olan inancınız “eksik”, kendinize olan inancınız “abartılı” olduğu için, çağdaş anlamda “uygun örgüt biçimini” bulmanıza karşın bu örgütün yönetim organlarını çoğunluk “nitelikli” yönetici arkadaşlarla dolduramadınız; bedel ödüyoruz: “demokrasi yaratıyoruz diye diye karşıdemokrasi üretiyoruz”. Eleştiriye bu tahammülsüzlük yol diliyle konuşalım “ham ervahlık”tır: Ham ervah, “dolaşan ölü” demektir. “Dolaşan ölülerin” örgütlerimize genel başkan olması, koşulların “bize attığı bir kazık” olmalı. Genel başkan olmasalar, “ar damarı çatlamış” bu arkadaşları “kendi şerrinden korumak” bizlere düşmez derdik. Ne yapalım, örgütlü Alevi hareketi “kusuncaya” değin, canları “şerlerinden korumak” için yazıp çizeceğiz; onlara göre “suç” işleyeceğiz, yeni “yasaklama nedenleri” yaratacağız. Bu da bizim yazgımız olmalı.
Esat Korkmaz’ı Salı geceleri saat 8 ile 9 arasında Dem TV’de Gönül Defteri programında izleyebilirsiniz. Türksat 1C Frekans: 10955 V SR: 5860 - FEC: 5/6
2
BELGESI Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Genel Merkezi
Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Merkezi
Şube Başkanlıklarına Ağustos 2004 yılında yayın hayatına başlayan ve sahipliğini Ahmet Koçak’ın, Genel Yayın Yönetmenliğini Esat Korkmaz’ın yaptığı Serçeşme Dergisi çıktığı ilk günden itibaren Kurumlarımız tarafından, Alevi düşün dünyasına teorik anlamda katkı koyması umut edilerek desteklenmiştir. Bu dergide çıkacak önemli araştırma-inceleme yazılarının, öğretimize ilişkin makalelerin ve birliğimizi pekiştirecek haberlerin yayıncılık alanındaki bir boşluğu doldurması umut edilmekte idi. Bu nedenle de Derginin yayın hayatına devam edebilmesi için, çıkığı ilk günden bu yana Dernek ve Vakıf şubelerimiz desteklerini sunmuş, adeta gönüllü temsilcilik yapmışlardır. Fakat zaman içerisinde istenilen ve beklenilen düzeyde bir bilgi akışına imza atamayan, bir yazar kadrosu oluşturamayan Serçeşme Dergisi, sayfalarını doldurmak için bazı yayın ilkelerinden ve ahlaki yayın anlayışından uzaklaşmıştır. Özellikle ABF’nin Olağanüstü Genel Kurulundan bu tarafa, Alevi Kurumlarının örgüt içi tartışmalarını, Kurumların zarar görmesi pahasına sayfalarına taşımış, örgütlerin ve yöneticilerin enerjilerini boş bir kavgaya yöneltmelerine çanak tutmuştur. Bu konuda Genel Yayın Yönetmeni ile görüşülmüş ve kaygılarımız iletilmiştir. Ne yazık ki bir düzeltme görülmemiştir. Alevi Bektaşi Federasyonu, Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı kendilerine bağlı Kurum-Şube ve Temsilciliklerle yüz binlerce üyeye ve binlerce kadroya sahiptir. Derneklerimizin-Vakıflarımızın ilk kurulduğu günden bu yana onbinlerce yönetici, dişleri ile tırnakları ile, zamanları ile, yürekleri ile bir mücadele verdiler. Ve bugün geldiğimiz nokta, bu onbinlerce kadronun ortak mücadelesinin ve aklının ürünüdür. Bütün bu çalışmaları, kazanımları ve kat edilen yolu görmezden gelmek ve onun değerlerine saldırmak, Kurumlarımızın Genel Başkanlarına, MYK ve GYK üyelerine iftira atmak Serçeşme Dergisinin sahibinin ve sorumlularının haddine değildir. Son sayısında Kurumlarımızın Genel Başkanları üzerinden saldırılarına ve iftiralara devam eden Serçeşme Dergisinin, bu günden itibaren Dernek Şubelerimiz ile Vakıf Şubelerimizde alınıp-satılmasına izin verilmeyecektir. Gelen dergiler iade edilecek, yaptığımız etkinliklerde de satışına ve stand açılmasına izin verilmeyecektir. Gereğini rica eder çalışmalarınızda başarılar dileriz. 10.08.2007
Tekin Özdil Genel Başkan
Ercan Geçmez Genel Başkan
Eleştiriye bu tahammülsüzlük yol diliyle konuşalım “ham ervahlık”tır: Ham ervah, “dolaşan ölü” demektir. “Dolaşan ölülerin” örgütlerimize genel başkan olması, koşulların “bize attığı bir kazık” olmalı. Genel başkan olmasalar, “ar damarı çatlamış” bu arkadaşları “kendi şerrinden korumak” bizlere düşmez derdik. Ne yapalım, örgütlü Alevi hareketi “kusuncaya” değin, canları “şerlerinden korumak” için yazıp çizeceğiz; onlara göre “suç” işleyeceğiz, yeni “yasaklama nedenleri” yaratacağız. Bu da bizim yazgımız olmalı. Esat Korkmaz - Başyazıdan Sayı 33
SERÇEÞME
DERVİŞ KEMAL
ESKİ KAPI YOLDAŞIM İLHAN SELÇUK’UN VASİYETİ: “BEN DE ÖLDÜĞÜMDE İNŞALLAH HACIBEKTAŞ’A GÖMÜLÜRÜM ”
Olur Mu Hiç?
Aleviler Ermeni Dönmesi mi?
Gerçek kâmil olan kişi Bala sirke katar mı hiç? Pazarcılık olsa işi Köre ayna satar mı hiç?
Yani Diyelim Sayın İzzettin Doğan ya da Kısaslı Âşık Dertli Divani, Yani AKP Milletvekili Reha Çamuroğlu ve Niceleri?
Kim ki körce bağlı dine Çeksen yola gelmez yine Karaçalı dikenine Gül aşılasan tutar mı hiç? Her insanı dost sanmayın Pozlarına aldanmayın Masallara inanmayın Yılan fili yutar mı hiç? Yobaz çağdan ilham alsa Kendisini yeni kılsa Bir nebzecik aklı olsa Aydınlara çatar mı hiç? Kişi görse gerçek cemi İnsan gibi içse demi Yükü erdem olan gemi Fırtınadan batar mı hiç? Derviş Kemal huzur gelse Yoksulların yüzü gülse Cahil kendisini bilse Ele çamur atar mı hiç?
HÜDAİ
Makbuldür Faydası olmayan bahardan yazdan Yüce dağ başının kışı makbuldür Cahilin yaptığı sohbetten sözden Âlimin hayâli düşü makbuldür Lokma yeme muhannetin elinden Kurtulaman sonra acı dilinden Namertlerin kaymağından balından Merdin kuru yavan aşı makbuldür Hüdai konuşur bir ince dilden Hal ehli olmayan bilir mi halden Bilgisiz görgüsüz duygusuz kuldan Ölülerin mezar taşı makbuldür
Gönül Çalamazsan Gönül çalamazsan aşkın sazını Ne perdeye dokun ne teli incit Eğer çekemezsen gülün nazını Ne dikene dokun ne gülü incit Bülbülü dinle ki gelesin coşa Karganın namesi gider mi hoşa Meyvesiz ağacı sallama boşa Ne yaprağını dök ne dalı incit Bekle dost kapısın sadık dost isen Gönüller tamir et ehli dil isen Sevda sahrasında Mecnun değilsen Ne Leyla’yı çağır ne çölü incit Rızaya razı ol Hakk’a kailsen Arabul mürşidi müşkülde isen Hakikat şehrine yolcu değilsen Ne yolcuyu eğle ne yolu incit Gel haktan ayrılma Hakk’ı seversen Nefsini ıslah et eroğlu ersen Hüdai incinir inciden versen Ne kimseden incin ne eli incit
Eylül 2007
Pes! Fikret Otyam
44.
ULUSAL ve 18. Uluslararası Hacıbektaş Veli Anma Törenlerinde bir konuşma yapan eski kapı yoldaşım ve dahi dostum İlhan Selçuk sözlerini şöyle bitirmiş: “Ben de öldüğümde inşallah Hacıbektaş’a gömülürüm.” İçim bihoş oldu bunu okuyunca. 2 Ekim 1962 tarihinde girdim Cumhuriyet Gazetesi’ne, bir yıl sonra da sevgili İlhan Cumhuriyet’çi oldu. Oniki yıllık gazeteciydim, bu yıllar özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ora insanlarının gözü/kulağı/dili olmakla geçmişti. Taa altı yedi yaşlarındayken Alevilikle ve Alevilerle ilgili bir acım vardı o çocuk yüreğime silinmemek üzere kazınmış, bu gezilerde bu inancı/bu insanları çok daha yakından tanımak olanağına rastlantı değil bilerek/isteyerek kavuştum; bir acılı inançlılar da Süryani’ler ve Cumhuriyet’e adım atınca illa bunlarla ilgili yazı dizileri için ardı ardına girişimlerde bulundum. Baştaki kimileri Cumhuriyet gibi gazetede dinsel/mezhepsel konuların nasıl yer alacağını olumsuzlayarak öne sürdüler, ama yattığı yer daim ışıklı ola Genel Yayın Müdürü Cevat Fehmi Başkut gerekli izni verdi bir ay sonra. Antakya bölgesi hele hele notlarımda olan Samandağ’a uğrayamadan kutu kutu ses bantı, makaralar dolusu fotoğrafla döndüm “Türkiye’nin Kalbi Ankara”ya. İyi anımsıyorum yazdım bunu daha önce. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda “Alevilik Masası” olmadı/kimilerinin isteğine karşın oldurulmadı, ama bu masa, Ankara Atatürk Bulvarı Yener Apt. Kat 2 de Cumhuriyet Ankara Bürosu’nda kurulmuştu ve 1979 yılında oradan isteğimle emekli oluncaya kadar sanki değişmez baş sorumlusuydum o masanın, gerçeğin dem-i devranına Hüü… İnkârdan gelinmez bir gerçek, yer yerinden oynadı hele hele bu yazıların eski kafa kâğıdında “Dini: İslam, Mezhebi: Hanefi” yazan birisinin kaleminden çıkması Alevi ve Bektaşi canları “tarifsiz mutlu etmesi” bir yana, Sünni okurlardan gelen çuvallar dolusu mektuplarda ısrarla “biz bunların böyle olduğunu bilmiyorduk” yollu söylemlerin bolluğu da bu canı elbette mutlu etmişti; bu ne keremdir bilir misiniz?
“Hü Dost”
B
U yazı dizim de 6. kitabım oldu. İlki, “Ha Bu Diyar” 1959. (1957 Ankara Gazeteciler Sendikası Tek Röportaj Armağanı) “Doğudan Gezi Notları” 1960. “Harran-Hoyrat-Mayın ve Iğrıp” 1961. (Türk Dil Kurumu Gezi Edebiyat Ödülü 1962) “Uy Babo–1962”, “Topraksızlar” 1963. (Ankara Gazeteciler Sendikası/Yılın Gazetecisi/Seri Röportaj Altın Kalem Ödülü)
Hü Dost kitabımı Ankara Gazeteciler Cemiyeti’ne armağan ettim on bin adet basıldı, 1964 yılında çok büyük bir rakamdı bu, bol fotoğraflı 178 sayfa fiyatı 5 TL. Hü Dost kendi kendine altı baskı yaptı sessiz sedasız bunların gelirleri Alevi kuruluşlarına naçiz bir armağanım oldu.
Ve…
İ
LK BASIMA, gelen mektuplardan örnekler almışım ve bir de yazıdan: “...Bademler Köyünün gazete okuyucusu en çok Cumhuriyet’le Milliyet’e düşkün... Ama hele Fikret Otyam’ın “Hü Dost”undan sonra Cumhuriyet’e bir gönül bağlamışlar: Elleri dert görmesin… diyorlar Fikret için, dosdoğru yazıyor.”
İmza kimin mi? İmza, İlhan Selçuk/Pencere/Cumhuriyet.
Hâlâ Boynumda!
Y
ARIM asıra varıyor, Hacıbektaş’a zar zor gidende, gece Ali sofrasında demlenirken bir “can baba” ipe bağlanmış Hacıbektaş taşı taktı boynuma oniki köşeli. O günden beri boynumda. Hakk’a yürüyende de boynumda olacak, vasiyetim var, o güzelim, o sakalı göbeğinde, makas değmemiş ak bıyıkları sararmış o “can baba”ya emanetini uzatıp, “Baba erenler işte emanetin, Hünkârım şahittir ki yolunu yol belledim, şaşmadım, öyle geldim yanına” diyeceğim.
Yurt İçinde ve Yurt Dışında
B
İR şeyi götüremeyeceğim, 16 Ağustos 1969 Cuma günü Hacıbektaş’ta bu canı onurlandıran/duygulandıran “Üçüncü Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü”mü… Bunu en büyük miras olarak geride kalanlarıma bırakacağım. Gök tanrı niyazını gecinden versin, İlhan canla sayısını bilemiyorum Alevi/Bektaşi toplantılarında birlikte olduk yurt içinde ve yurt dışında, konuşmalar yaptık hele hele Hacıbektaş’ta. O da hak etti o güzelim onurlu ödülü. Ama neden ölümden söz edivermiş Hacıbektaş’ta anlayamadım hele hele “öldüğünde” yani “Hakk’a yürüyende”, “İnşallah Hacıbektaş’a gömülürüm” diye vasiyet etmiş!. Yanılmıyorsam Lütfi Kaleli can ödül sahiplerinin buraya gömülmelerini önermişti bir yazısında. Yürekten dilerim niyazı yıllar yıllar sonra tutar, oraya gömerler niceleri gibi. Manevi oğlum Mahzuni’nin gömülme törenine gidememiş zamanın Belediye Başkanı Mustafa Özcivan cana “faks” çekip bu can için de üç kürek top(Devamı 4. Sayfada)
3
SERÇEÞME
BİR KİTAP
(Baştarafı 3. Sayfada)
Aleviler Ermeni Dönmesi mi
Kârerli Mehmet Efendi Birinci Dünya Savaşı, Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim’e Dair
Yazılmayan Tarih ve Anılarım (1915–1958) Yayına Hazırlayan: Ali Rıza Erenler Kalan Yayınları Ankara 2007 ISBN: 975-8424-79-0
K
ÂRERLİ MEHMET EFENDİ’nin yaşam öyküsünü içine alan kitabı oğlu Ali Rıza Erenler yayına hazırlamış. Kendisiyle Maden Mühendisleri Derneği’nde buluştuk. Sohbette O’nun sendikacılık günlerinden, laik, demokratik bir topluma ulaşmada Alevilerin katkısına kadar birçok konuda görüş alışverişi yaptık. Ali Rıza Erenler, kitabın Sunuş bölümünde şöyle diyor: “Kitap ne bir roman nede bir tarih niteliğindedir. Ama tarihi olaylarla iç içedir. Bu yapıtta sadece duyduklarım, yaşayıp gördüklerim ve araştırmalarımla elde edilen belgeler dile getirilerek bölgenin son yüzyıllık sosyal ve siyasal olayları sergilenmektedir. (...) İşte ben de bu amaçla yola çıkmış bulunuyorum Dökülen kanlar nerede olursa olsun, çekilen acılar nasıl çekilirse çekilsin artık bu olumsuzluklar durulsun, çekilen acılar dinsin ve akan kanlar dursun istiyorum. Bu insanlar bizim, hepimizin... Bu topraklar bizim, hepimizin... Anadolu bize ve bizler de Anadolu’ya aitiz.”
Kârerli Mehmet Efendi Kimdir? 1887’de Bingöl’ün Kiğı ilçesine bağlı Karer Beldesi’nin Sağyan Köyü’nde ailenin ilk erkek çocuğu olarak dünyaya geldi. İbdidai, Rüştiye ve İdadi tahsilini Harput’ta tamamlayıp İstanbul’da askeri tıp eğitimine başlamış, ancak gözlerinden dolayı çürük raporu çıkartılarak eğitimine son verilmiştir. Bunun üzerine önce Avrupa’ya ardından da Amerika’ya gitmiş 7–8 ay kalmış. Rus Harbinde milis olarak savaşmış, 1919 da Sivas Divan-ı Örfisi’ne sevk edilmiş, üç ay tutuklu kalmış. Sivas Kongresine izleyici olarak katılmış. Şeyh Sait hareketinde İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmiş 101 yıl ceza alıp Afyon cezaevine sürgüne gönderilmiş. 1927 affı ile memleketine dönerek 1959 yılında vefat etmiştir. Serçeşme Zonguldak temsilcisi Bahattin Arı
4
rak atmasını dilemiştim. Önceki yıl Belediye Başkanı paşamın çağrılısı olarak Hacıbektaş’a varanda eşimle ilk işimiz onu ziyaret etmek oldu, yattığı yere kadar otomobille gitmem gerekiyordu on bir saat yolculuk ağır gelmişti genç olmayan dizlerime ama kapıdaki bekçi direniyordu “buraya araba girmez”, yalvar yakar olduk, keşke bırakmasaymış! Yattığı yer pet şişeleri/ yemiş paketleri/ yiyecek artıkları, ambalaj artıkları/ çer çöp içindeydi incindim/ incindik kimseyi de incitmemek için gerisini yazmıyorum. Sende eş, çoluk çocuk yok İlhan, olsa da, bakarsın kimileri gibi konuk oldukları otelde oturmayı yeğlerler, tören/törenler nedeniyle Belediye’nin, Belediyecilerin zaten işleri başından aşkın, senin ki de böyle olursa, acıya bak be!
Ey İlhan,Vasiyetine Muhakkak Ekle Senin Sözün Geçer!
D
E Kİ, ey canlar birlik olun, birlikten kuvvet doğar/ nedir bu ayrılık/ bu bölünmüşlük/ gelin canlar bir olun/ gelin canlar diri olun… Bu bölünmüşlük kimseye hele hele Alevi inancına, Hünkâr Hacı Bektaş Veli adlı ulunun yüce görüşlerine/ hoş görüşüne ters düşer… Böyle diyenleri hoş karşılayın sevgidendir bu sevgiden/ saygıdandır bu içinde asla kötülük olmaya, hem neden olsun ki? İlhan can bunları de ki, bunları söyleyen inanmışlar dışlanmasın/ Hünkârın adına konmuş o güzelim/ onurlu ödülü alanlara hiç olmazsa bir çağrı kartı çok görülmesin/ dışlanma reva görülmesin, saygıdan/ sevgiden yoksunluk kimi yüceltmiş ki de, e mi? Ama o ulu, o yüce insan ne buyurmuştu: “İncinsen de incitme”
Bu buyruğa uymak, asla saygısızlığı/ sevgisizliği/ hoş görmemeyi kabullenmek değildir... İnsanlar gider güzel işleri kalır yadiğâr!
“Ey Samandağ Samandağ”
H
Ü DOST’u önce “tefrika edilirken” sonra da kitaplar çıkanda okuyanlardan Samandağlı avukat Selim Zeybekoğlu, gönül koyan bir mektup göndermişti oraları neden atladığım için. Nedenini anlattım mektupta, geleceğiz dedim ve gittik üç gün “mihmanları” olduk bu güzel ailenin ve “gidiyoruz” dedik, şaşırdılar, yanıtımız: “Bu bir ön çalışmaydı, ilk fırsatta döneceğiz.” Döndük de... Yazılar bol fotoğraflı olarak on beş gün yer aldı Milliyet Gazetesi’nde, aman gök çadırlım başta Samandağlılar elbette Zeybekoğlu ailesi başta, yurt dışından hele hele Almanya’dan ne güzel dostlar kazandık, kitap iki basım yaptı. Yineliyorum, çok ama çok dost zengini daha olduk, “ne keremdir bu, bilir misiniz.”
Bir Bu Eksikti!
T
ÜRK Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu 8 Ağustos günü Kayseri’de Dadaloğlu Şenlikleri kapsamında düzenlenen Türk Tarihinde ve Kültüründe Avşarlar Sempoz yumu’nda “Pek çok Kürt dediğimiz insan aslında Türkmen asıllıdır. Bugün Kürt olarak bilinen hatta hatta Alevi Kürt olarak bilinen insanlar maalesef Ermeni’den dönmedir” buyurmuşlar!
Canım, bin yıllık dostum sevgili Can Yücel tutuklanmış jandarma eşliğinde otobüsle Adana’ya götürülüyor cezaevine, gecedir, Torosların orada kocaman bir ay doğar, Can şiirinde şöyle der: “Bir sen eksiktin ay ışığı” Bay Halaçoğlu’nun nasıl bir ışık olduğunu çok kişi dile getirdi, ama yaman meraklandım, bu hocaya göre Sayın İzzettin Doğan ya da Kısas köylü halk ozanı Dertli Divani ya da Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödüllü yazar, Belediye Başkanı olur olmaz ilk işi dozerlerini cemevine salan Recep Tayyip’in partisine girip “meb’us” olan ve dahi Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olması için önergeye imza koyan Reha Çamuroğlu da Ermeni dönmesi Alevi mi ve niceleri? “Gelin canlar bir olalım”ı, “gelin canlar bir olmayalım”a dönüştürenleredir sözüm!
Sabahat Akkiraz
B
U YILIN onurlu ödül sahibi, bir zamanlar “Turna/bülbül” avazlı dediğim Sabahat Akkiraz oldu, bin yıl önceden tanıdığım Sabahat’ı kutlarım! Kasetlerine kapaklar/resimler yaptım/ fotoğraflarımı kullandım/yalansız dolansız can-ı yürekten iç yazılarını yazdım hele hele değerli arşivimden türküler, Barak havaları verdim nice kez ve CD ve kaseti geldi kargodan “1.600 lira yerinde ödemeli”, şerbetliyim böyle şeylere eyvallah!. İncinmedim! Yeni çalışmasını göndermişler bu kelli “ödemesiz” eyvallah!. İçindekileri okurken bir Barak havası dikkatimi çekti, derleyen “Sabahat Akkiraz” diyor çok sevindim, kutlarım bikez daha, ne zaman gitmiş oralara kimden nasıl derlemiş yaman meraklandım iyi hem de çok iyi bilir Barak havalarına düşkünlüğümü; eski dostluk hatırına bir kopya da bana salsın derlediğini yazdığı o Barak havalarından! Sabahat Akkiraz inan “incinmedim” ama, onurlu ödülle bağdaştıramadım bunu. Eğer varsa, olacaksa yanıtın, bu sayfalar emrinde tabii aynı şey en ayrıntılı biçimde bu can için de geçerlidir baki selâm! Ey canlar, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim. İş bu yazı o mutlu gün “30 Ağustos”ta Antalya’nın Geyikbayırı Köyünde yazılmıştır, zamana uyarak bir not düşeyim: “Hayırlara vesile olur inşallah!” Ali evlatlarından Dur muş’un kızı Naciye’den olma, Zülfüye’nin ve Ali Riza’nın yeğeni, 1926 “tevellütlü” Fikret Otyam.
BİR KİTAP
Sırrı Öztürk
Dersim... Dersim... Gezi Notları - Dersim’in Nabzı ISBN: 978-975-431-157-0 İstanbul, Eylül 2007 Sorun Yayınları Tel: 0212 544 70 36 www.sorunyayinlari.net
Sayı 33
SERÇEÞME
Alevilikte Ağız Bir Doğum Organıdır
Soruyorum: Yalnızca “canlı emeği değil, ölü emeği de dirilten”, damladaki “anlamla” evreni açıklayan, duygularımızla yaşamı sarıp sarmalayan; beyinleri “çalışmaya”, ruhları hissetmeye çağıran, yeri-zamanı geldiğinde isteklerimizi “çığlığa” dönüştüren bir “işaret fişeği” olamayacak mıyız?
Esat Korkmaz
G
ENELDE Bâtıni, özelde Alevi-Bektaşi tasarımlarda “ağız”, Yol’da doğumun gerçekleştiği organdır. Kimi Altay/Mithraist varoluş tasarımlarında, simgesel anlamda, gizil nesnelliğin varlığa gelmesini engelleyen canavarın öldürülmesi durumunda, “ana rahmi” işlevi gören organdır aynı zamanda ağız. Zerdüşti ve Zerdüşti etkileşiminin bulunduğu tasarımlarda, “iyi düşünce-iyi söz-iyi eylem” ya da “kötü düşünce-kötü söz-kötü eylem” üçlemelerindeki “iyi söz” ya da “kötü söz”ün “dünyaya gelmesini” sağlayan vücut organı durumundadır. Çin toprağında ise simgesel anlamda, kadın cinsel organıyla özdeşleştirilir; ötesinde kadın “doğuran” doğanın “özgün” bir örneği olduğu için “doğanın doğum açıklığı” olarak algılanır. Pir Sultan söylencesinde tanık olduğumuz “ağızdan köpük gelmesi” olayı, bir insanın mayalanmasını, mayalanarak sırra ermesini, sırra ererek eski kimliğini öldürmesini ve yeni kimliğiyle doğmasını simgeler.
Ağzımızdan Doğmak Zorundayız Demek ki kişi kendisini geliştirmek istiyorsa, kendi doğumunu kendi ağzından gerçekleştirmek zorundadır. İnsan için ölümsüzleşmek, yani canlı-cansız her şeye sızmak, ağızdan doğarak “nesnelleşmek” ya da “bedenleşmek”le olasıdır. Her Alevi-Bektaşi “ölümsüz olanı” nesnel duruma getirmekle yükümlüdür. “Ölümsüz olanı” beden ve nesne kimliğinden yoksun bırakmak “ciddi bir suçtur”. Örneğin Hakk’a yürüyenin bilinci-inancı yeni bedenlere taşınarak, yani ölen “maddeleştirilerek” ölümsüz duruma getirilir. Benzer biçimde bir tohumun “doğanın aklına dayalı şifresi” ağaca taşınarak, yani tohum yeni bedende “nesnelleştirilerek” ölümsüzleştirilir. Zamanın yerine geçmek ya da zaman olmak, hareketi “ölçmek” anlamına gelir: Bu da bedenleri ya da nesneleri zamanın yasalarından “azat etmek”, zamanın zincirlerinden “kurtarmak” demektir.
Doğanın Dili Rakamsaldır “Bilimin başlarında” bir bakıma Pisagor bu durumu sezmişti: Kesirleri ve rakamları kullanarak “armoni ve müzik aralıklarını” tanımladı. Pisagor, doğadaki her şeyin “ritmik kalıplar” taşıdığını, yani her şeyin “ritmik kalıplar olduğunu” savundu. Bu nedenle doğanın dili “matematikseldi”, bu dil “ritmik kalıpların ölçülmesi” ile çözülebilirdi. “Varsayım” durumunda bulunmasına karşın Pisagor’un söyledikleri bilim tarihi açısından son derece önemliydi: O dönemde “müzik aralıklarını rakamların diline çevirmesi” yaratıcı bir çözümlemeydi. O günden bugüne çok yol alındı: Yaşadığımız günler fiziğinin en ileri teorilerinden biri olan Edward Witten’in “Sicim Kuramı” ve bu kuramla ortaya atılan modeller, ancak Pisagor’un çözümlemeleri göz önüne alınarak anlaşılır olur. Sicim Kuramı, “tellerdeki titreşimlerden” yola çıkarak açıkladığı “karmaşık” gibi görünen dünyanın, özünde “müziksel” olduğunu kanıtlamaya çalışır. Örneğin bir bağlamanın tellerinin çıkardığı titreşimlerden “karmaşık” evrenler oluşur. Elektronlar, protonlar ve nötronlar, titreşen bağlamanın tellerinin çıkardığı “sesler”dir: Yani tel sese “titreşerek” dönüşür. Bu “söz” için de geçerlidir.
Yol’da Doğum
Y
OL doğumunda “baba” pir-mürşit-rehber, yani öğretmendir: “Ana” ise taliptir-derviştir, yani öğrencidir. Gebe kalan organ, “gönüldür”. Gönülde büyüyen çocuğu adı “sözdür-harftir ya da sayıdır”. Söz-harf ya da sayı “ağızdan doğar”; demek ki ağız, bir “doğum organıdır”. Doğum gerçekleşir gerçekleşmez, söz-harf ya da sayı “eyleme” geçer: “Ses” olur. İşte bunu gerçekleştirebilirsek “içimizi dışımıza taşımış”, vahyin bâtıni anlamını yaşamın “yaşama güçlerine” dönüştürmüş oluruz. Ağızdan köpük gelmesi ile simgelenen ölmeden evvel ölme ya da yaşarken dirilme tasarımı, bir bakıma kendini kurban etme, eski kimliğini yokederek yeni kimlikle yeniden doğma anlamını taşır. Bu tasarım Anadolu Aleviliğinde felsefenin/inancın, etiğin ve estetiğin, en yaratıcı parçası durumuna yükselir. Örneğin, söylenceye göre Pir Sultan’ın asıl adı Haydar’dır. Yemen kökenlidir. Soy zinciri Hz. Ali’nin torunlarından Zeynelabidin’e kadar uzanır. Ailesi ile Yıldız Dağı’nın eteklerinde Banaz köyünde oturmaktadır... Yedi yaşına geldiğinde, babasının koyunlarını otlatmaya başlar. Günlerden bir gün, Yıldızdağı’nın eteklerinde sürüyü otlatırken yorulur; “şöyle bir uzanayım da dinleneyim”, der; ancak uyuya kalır. Düşünde bir ses duyar. Sesin geldiği yöne baktığında; karşısında, ak sakallı bir
Eylül 2007
ihtiyarın durmakta olduğunu görür; bir elinde dolu, diğer elinde elma vardır. İhtiyar önce doluyu uzatır ve Haydar’a; “Al oğlum bunu iç!” der. Haydar doluyu içer içmez, damarlarına bir ateş yürür. İhtiyar bu kez elmayı uzatır. Haydar elmayı alırken, ihtiyarın avucunun içinde balkıyıp duran yeşil beni görür. O an anlar ki karşısında duran Hünkâr Hacı Bektaş Veli’dir. Hemen sarılır, elini öper. Nur yüzlü ihtiyar; “Oğlum senin adın bundan böyle Pir Sultan olsun. Adın dört bir yana yayılsın; sazının üstüne saz, sözünün üstüne söz gelmesin. Ali evladının hakkını almada Tanrı yardımcın olsun. Adını ben verdim, yaşını Tanrı versin”, der ve gözden yiter. Akşam olur, gece sabaha açılır; ama Haydar evine dönmez. Ailesi, konu komşu endişelenir. Hep birlikte aramaya çıkarlar; araya araya sonunda O’nu, Yıldızdağı’nın eteğindeki çimenlikte kendinden geçmiş uyur durumda bulurlar. Güzel yüzü köpüğe kesmiştir. O an anlarlar ki Pir elinden dolu içmiştir. Uyandırırlar ve eline bir saz verirler. Haydar’ın can gözü açılmıştır; saz çalıp söylemeye başlar. Söylenceden de anlaşılacağı gibi ağızdan köpük gelmesi ya da vücudun, kimi vücut organlarının köpük kesmesi, bir “doğma-ölme” olgusudur; “insansal verim” ya da “toplumsal verim” olarak algılanır. Dolu, nesnel olarak doğanın üretme/yaratma gücünü, inanç olarak ise Tanrı’nın üretme/yaratma gücünü simgeler. Ölmeden evvel ölmek ya da yaşarken dirilmek tasarımı, biyolojik bir “doğumu-ölümü” değil, bedenin düşüncesinde gerçekleşen bir “altüstlüğü” anlattığından, söylencedeki dolu, sıvı aklı simgeler. Dolu içilince, insana ve doğaya “dönüş” gerçekleşiyor, cahillik öldürülüyor. “Doğum-ölüm” olarak algılanan bedenin düşüncesinde bu “altüstlük”, köpükle simgeleniyor. Anadolu Aleviliğindeki bu tasarımın kaynağı Şamanizm’e uzanır: Kimi şaman söylencelerinde şaman adayı, şamanlık yapabilecek donanıma ulaşınca, doğanın doğum günlerinden birinde, yani bahar aylarının herhangi bir gününde, bir akarsu kenarında toprağa uzanır; ağzından köpükler gelir; derken toprak köpürür, su köpürür. Doğasal doğum gerçekleşirken bunun bir parçası durumundaki şaman, bedenin düşüncesinde, cahilliğini öldürecek yeni bilgi donanımlı olarak yeniden doğacak “altüstlüğü” yaratır.
Kadınlar İki Ağızlıdır
Ç
İN söylencelerinde “ağız”, kadın cinsel organıyla özdeşleştirilir. Bu nedenle bir kadının alt ve üst olmak üzere “iki ağzı”ndan söz edilir. Söylencenin amacı açıktır: “Doğuran doğa”yı tasarımlayabilmek için bir “doğum” organının olması gerekir. İnsan bir “küçük âlem”dir ve “büyük âlem” olarak algılanan evrenin özgün bir örneğidir. Ağız, insanda “doğum organı”nın taşıyıcısı olan kadın bedenine taşınır ve “kadın cinsel organı”yla özdeşleştirilir. Daha sonra çıkarsamayla bu organ “doğanın doğumunu” sağlayan “açıklık” anlamında doğanın yapısına aktarılır.
İRÉNE MÉLIKOFF
Kırklar’ın Cemi’nde Çeviren: Turan Alptekin ISBN: 978-9944-387-07-1 13,5 x 21 Boyutunda, 196 Sayfa İstanbul, Eylül 2007
demos® yayınları
Divanyolu Cad. Erçevik İşhanı No: 54/211 Cağaloğlu - İstanbul
5
SERÇEÞME
Aleviliğin Büyük Bilge Ozanı Yunus Emre (1238–40/1320) - Bölüm II İsmail Kaygusuz
Y
UNUS EMRE, sadece ozan ve halk mutasavvıfı değil, aynı zamanda çağının tüm bilgileriyle donanmış bir halk düşünürüdür. Çünkü görüşlerini, halkın konuştuğu dille, basit kavramlar ve anlaşılırlık içinde halka taşımıştır. Örneğin, insan-tanrı birliğini, insan biçimli tanrıyı (anthropomorphos theos), “Baştan ayağa değin Haktır ki seni tutmuş Haktan gayri ne vardır kalma güman içinde” diyerek ne güzel belirtmiştir. Onun aklı fikri “Enel Hak”tır ve Tanrıyı gökten indirip gönlüne yerleştirmek, onunla birleşmek.
Yunus Emre Çağının Bilgileriyle Donanmış Bir Düşünürdür
Y
UNUS Emre’nin “gönül gözünün açılması olgunluğuna ulaşarak tanrısal birliğe varma” düşüncesinde ve şiirlerinde kullandığı batıni kavramların ikinci kaynağı Bizans mistisizmi, yani Hıristiyan tasavvufudur. Çok yer gezmiş olan Yunus Emre’nin Anadolu Selçuklu ülkesinin Bizans kome ve khora’ları (komh kai cwra / köy ve küçük kasaba) ile içiçe geçtiği bir kırsal bölgede doğup büyüdüğünü unutmayalım. Konya’ya medrese tahsilini yapmak için, ya da hangi nedenle gelmiş olursa olsun, yeniyetmelik dönemi buralarda geçmiştir. Arapça ve Farsça öğrenmiş olan Yunus’un Bizans dilini de bildiğini söylemek, büyük bir iddia olmaz. Yunus Emre’nin bir şiirinde –biraz ileride genişçe anlatacağımız– Bizans yöntemiyle tarih düşmüş olduğunu saptadık. Bizans yazarları dışında, Yunus’un çağdaşlarından hiç kimse ne şiirlerinde ne de tarih yazılarında bu yöntemi kullanmamış. Yunus’umuzun Bizans kentlerine geziler yaptığı, dillerini bildiği, dolayısıyla Bizans kültürüne yabancı olmadığı düşüncesindeyiz. Gerek bu tarihleme yöntemini tanıması, gerekse evrenin yaratılışını konu alan şiirlerinde işlediği felsefi düşünceler bunu gösterdiği gibi, Bolu’dan Salihli’ye değin batı Anadolu’da Yunus Emre adına anlatılan söylencelerde “onun Hıristiyan keşişleriyle yaptığı keramet yarışmalarını kazanarak, düşmüş olduğu savaş tutsaklığından kurtulması” olayları bu ilişkiyi vurgulamaktadır. Yunus’un ilk büyük temsilcilerinden olduğu Anadolu batıniliğinde, yani Aleviliğin inanç ve düşünce sisteminde Zerdüşt ve Mazdek’ten Manicheizme, eski Anadolu çoktanrıcı dinlerinden Neoplatonizm’e, Kabbalizm’den Sabin Hermetizmine ve Şamanizme değin her çeşit izler vardır ve arandığında çok rahat bulunabilir. Hacı Bektaş Veli çevresinin, Horasan erenlerinin Bizanslı din adamları, aziz ve keşişleriyle karşılaşmaları ve ilişkileri masallaşmış, üzerlerine söylenceler oluşturulmuştur. Ama her nedense bu ilişkiler ve Aleviliğin 13.–14. yüzyıllardaki Bizans mistik akımlarıyla etkileşimi gözardı edilmektedir. Bizans imparatorluğu 1204’den 1262’ye kadar Nikaia (İzmit) sürgünü yaşadı. İznik kenti bu imparatorluğa başkentlik yaptı. Altmış yıla yakın süren bu dönemde, Selçuklu sultanlarıyla Bizans imparatorları arasında sıcak siyasi ve ekonomik ilişkiler yaşandı. Yüksek düzeydeki bu ilişkilerin, zaten içiçe yaşamakta kırsal bölge Alevi Türkmen halkına yansımamış olduğu düşünülemez! İznik, Nikephoros Blammydes, Georgos Akropolites gibi doğabilimci ve tarihyazıcıların, Theodoros Metokhites ve Nikephoros Gregoras gibi hümanist, Neoplatonist ve Aristotelesçilerin evren, insan ve doğa, tanrının özü üzerinde yoğun tartışmalarına sahne olmuştur. Bu kentte okullar üniversiteler açılmış, çok sayıda kitaplar yazılmıştır. İznik’de doğup gelişen bilim, felsefe ve hümanizm daha sonra İstanbul’a taşınmıştır. Doryleion (Eskişehir) çevresinde yaşamış olan Yunus Emre, yüz küsur kilometre ötedeki Nikaia’ya (İznik) gitmemiş olabilir mi? Yunus’un yaşadığı çağda, büyük bir mistik akım olan Hesykhasmos ya da Hesykhia (Hesucasmos ya da Hesucia) akımı gelişimini tamamlamış ve Ortodoks Hıristiyanlığın hemen hemen dört yüzyıl boyunca tüm sistemini altüst eden, “sapkın inanç” dedikleri düalist (ikilemci) Bogomilizm son dönemlerindedir. Yunus gibi çağının karanlığı içinde parıldayan birinin, “yetmiş iki milletin ayak türabı olma” düşüncesini taşıyan bir bilgenin, tüm bunlardan haberi olmaması ve etkilenmemesi düşünülemez. Hıristiyanlıkta “Theosis” (Θeosis), yani “tanrıyla birleşme, tanrılaşma” öğretisini sistemleştiren kişi Maximus Confessor’dur. Ortodoks mistisizmi, Theosis’e dayalı, “Sessizlik” anlamına gelen bu Hesykhia
6
mistik akımı, Sina yarımadasında Sina dağı manastırlarında başlamış ve oradan Bizans dünyasına yayılmıştır. Bu akımı 13. yüzyılda Athos dağındaki ve diğer manastırlara taşıyan kişi, Nikephor Solidarius’dur. Bunlara göre, “tanrı kalpte saklı bir hazinedir. Onu ancak can gözüyle görebilirsin. Derin derin soluk alıp, adını aralıksız tekrarlıyarak, yani sessiz zikirle tanrıyla birleşilir”. Hesykhia mistisizmi, 14. yüzyılın ortalarına doğru, Gregorios Snaites ile doruk noktasına varmıştır. Bu akımın mistikleri, tanrının kendisini açıkça gördüklerini, ya da tanrıdan bir vizyon (görüntü) aldıklarını, ancak bunu beden gözüyle değil, “can gözüyle” yani “gönül gözüyle” gördüklerini iddia ediyorlardı. Aristotelesçi Barlaam ile Hesykhasmos’u savunan Gregoros Palamas’ın 1330 yılında İstanbul’da yaptıkları tartışmalar çok ünlüdür... Yunus Emre’deki tanrıyı “özünde görme”, “tanrısal birliğe” ulaşma inancını bu anlattıklarımızla rahatça karşılaştırabiliriz:
Yunus Emre Bir Şiirinde de Bizans Yöntemiyle Tarih Düşer
D
OĞUDAN batıya Anadolu’nun dört bir yanında mezarı olduğu söylenen Yunus Emre’nin, son zamanlarda bulunan yeni belgelere dayanarak 1238–40 arasında ve 1320–1321 yıllarında öldüğü kabul edilmektedir. Şiirlerinde andığı bazı mutasavvıf ve ozanların 13. yüzyılın sonları ile 14. yüzyılın başlarında yaşadıklarının bilinmesi, onun çağını zaten belirlemektedir. Kaldı ki aruz ölçüsüyle yazmış olduğu Risalat-al Nushiyye’sinin son beyitlerinden birine tarih de düşmüştür: “Söze tarih yediyüz yidiyidi Yunus canı bu yolda fidiyidi” Hicri 707’de (Miladi 1307) yazmış olduğu bu yapıtında Yunus, İslami din ve ahlak felsefesi yapmıştır. Sanki bununla, Arapça ve Farsça yazan ulemaya, güç ve karmaşık konuların kendi öz dili Türkçeyle halka nasıl taşınacağını ve nasıl anlaşılır kılınacağını göstermeyi amaçlamıştır. O halk için şiir söylüyor, çalıp çığırıyordu. Ayrıca Yunus Emre’nin bir başka şiirinin sonuna Bizans takvim sistemiyle yaptığı bir tarihleme sözkonusudur: Yunus Emre ve şiirleri üzerinde çalışmış araştırmacılardan kimsenin ilgisini çektiğini göremediğimiz bu tarih, Gölpınarlı’nın kitabında “İnanca ait kıssalar” bölümüne soktuğu 169 numaralı şiirin son beyitindedir. Bu destanlardaki; “evrenin özü”, “insanı oluşturan dört karşıt nesne”, “evren çekirdeği” (gevher), “son hızla dönen gevherden oluşun buğu”, “buğudan oluşan gökyüzü ve yıldızlar”, “dönmeye başlayan gökyüzü ve ay”, “boşlukta duran denizler üstüne kurulan yer” gibi, İslami inançlar dışındaki yaradılış düşünce ve varsayımlarını, Greko-Bizans bilim ve felsefi düşüncelerine dayandırarak yorumlamak olasıdır. “Çalap Âdem cismini topraktan var eyledi Şeytan geldi Âdem’e tapmağa ar eyledi Aydır ben oddan nurdan ol bir avuç topraktan Bilmedi kim Âdem’in batınına bakmadı…” ile başlayan bu 25 beyitlik şiirinde Yunus, kutsal kitaplarda geçen “Şeytan Söylencesi”ni ta Musa Peygamber zamanına indirip, onunla rastlaştırarak ilginç bir yorum getirmektedir: Şeytan tanrısal buyruğa uymayıp, Âdem’e tapmadığı gibi, ateşten atlarıyla ona karşı savaş açmıştır. Tanrı Âdem’in kendi göbeğinden yarattığı atla onu korur ve şeytanı cennetten kovarak dünyaya salar. Vakit erişir Musa gelir. Şeytan Musa peygamberden, kendisini bağışlaması için tanrıya dua etmesini rica eder. Ancak Musa tanrıya yakarışı sırasında onun arzusunu unutmuştur. Tanrı olup bitenleri anımsatır ve Yunus, “bu iblis öyküsünün anlamı, yaşamda fodulluk etmemektir, insan kendi kendisini azdırmazsa ona kimse kar eylemez” dersini çıkararak, olumlu bir yargıya varır. İşte bu şiirinin sonuna “Altı bin yedi yüz (y)ü(z) yıldan geçti Âdem’i Dile getirdi Yunus şimdi tekrar eyledi” biçiminde tarih düşmektedir Yunus. Ancak bu tarih, Risale’sine attığı Hicri tarih yılı değildir: Yunus Emre Âdem’den kendi zamanına kadar geçen yılları açık bir sayıyla verdiğine göre, bu tarihleme sistemini biliyordu; yüz yıllık yanlışı yapmış olamaz. Yani yüz rakamı yinelenmiş ve 6700 + 100 = 6800
Sayı 33
SERÇEÞME
tarihi söz konusudur. Şu halde Yunus Emre, adı geçen şiiri, yaratılışın 6800. yılında, yani günümüzün tarihleme sistemine göre 1292 (Hicri 692) yılı içinde, 54 yaşlarında iken yazmıştır. Geç Bizans döneminde kullanılması yaygınlaşan “yaratılış yılı”, Âdem’in ya da dünyanın yaratılmasından İsa’nın doğumuna kadar 5508 yıl geçmiş olduğu hesabına dayanırdı. Yani, yaratılışın ilk günü, İsa’dan 5508 yıl önce 31 Mart Pazar olarak kabul edilir, İsa’dan sonraki yıllar bu sayıya eklenerek tarih atılırdı. (Bkz. V. Grumel, Traite d’Etudes Byzantines I, La Chrolonogie, Paris–1958, s.191–192, 219–224 ve genel kronolojik tablo s. 240–264) Yunus Emre aruz ölçüsüyle yazdığı Risale’sinde Hicri 707 (Miladi 1307) tarihini düşmüşken, ondan önce hece vezniyle yazdığı ve içinde Âdem ile şeytan söylencesini işlediği bu şiirinde ise, Bizans yaratılış yılı (6800 – 5508 = 1292) tarihini atmıştır. Yunus’un tek bu şiiri bile, bizce onun Greko-Bizans dünyasını yakından tanıdığının göstergesidir.
Yunus Konya’daki Mevlana Meclislerinden Kaçıp Halka Yönelmiştir
Y
UNUS, medrese eğitimi yıllarında, İran dilinin Anadolu’daki büyük ozanı ve Sünni mutasavvıfı Mevlana’ya, onun görkemine ve görkemli yaşamına hayranlığını, onunla karşılaşmasını bir şiirinde dile getiriyor, Mevlana’ya büyük bir dost olarak yaklaşıyor. Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalu Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır derken, olasıdır ki, Mevlana’nın aleyhinde konuşmuş olan Geyikli Baba’yı bile kınamaktadır: Geyiklinin ol Hasan söz ayıtmış kendinden Kudret dilidir söyler kendinin sözü değil Miskin ol bre miskin gide senden kibr ü kin Rüzgardır gelip geçer pes kime ne kalasıdır Müzik ve sazdan konuşurken, Yunus’un Mevlana’nın saz ve eğlence sohbetlerinde bulunduğuna dair bir ima varsa da, duyduklarını da söylemiş olabilir: Ey kopuz ile çeşte aslın nedir bu işte Sana sual sorarım aydiver bana işte Aydır ki aslım ağaç koyun kirişi birkaç (...) Mevlana sohbetinde saz ile işret oldu Arif ma’niye daldı gün biledir ferişte Dahası Yunus, bu gençlik ve tahsil yıllarında adeta şeriat dindarıdır. Öyle ki, “Müslüman kişinin şeriatın koşullarını yerine getirmesi ve beş vaktini şaşırmadan kılması gerektir, yoksa ona Müslüman denmez” diyor. Bununla da kalmıyor, kıyamet gününde sorulacak soruları yanıtlayabilmek için Arap dilinin öğrenilmesi gereğine bile inanıyor. Demek ki Konya medreselerinde bunlar öğretiliyormuş. Şu beyitler, yazımızın başlarında verdiğimiz şiirlerine taban tabana zıt. Sanki Yunus’un elinden çıkmamış: Müslümanım diyen kişi şartı nedir bilse gerek Tangrının buyruğun tutup beş vakt namaz kılsa gerek Tanla durup başın kaldır ellerini suya daldır Tamudan azatlı oldur kullar azad olsa gerek (...) Herkim Müslüman olmadı beş vakit namaz kılmadı Bil ki müslüman olmayan ol tamuya girse gerek Evvel bize vacip budur iyi hulku amel gerek İslam adı konucağız yoldaşımız iman gerek İsrafil Sur’un urunca cümle mahluk uyanınca Sorgu hesap sorulunca Arap dili bilmek gerek Derken Yunus giderek aşk deryasına dalıyor ve orada kendini aramaya başlıyor. Oysa akıllı uslu biridir, herkes kendisine “çok iyisin” demektedir. Bu kendini arayışın başkaldırısı içinde Yunus Mevlana ve çevresini terkeder. Artık onlarla zıtlaşmaya başlamıştır. Yunus Melamet yolunun ve batıniliğin açık belirtileri içerisinde, o çevrenin çok küçümsediği ve kaba bulduğu Türk diliyle şiirler yazmaktadır. Hem kendisini ve
Eylül 2007
hem de Mevlana ve çevresini eleştirmeye başlamıştır. Okumaya başladığı aşk kitabını denizler dolusu mürekkebin yazamayacağını ileri sürmekte, oruç-namaz yerine içki içmeyi ve seccade üzerinde saz dinlemeyi tercih etmektedir. Kısacası Konya minaresini “sivri uçlu bir çuvaldız” olarak görmekte ve büyük rahatsızlık duymaktadır. İnsanların ve toplumun dertleri onu ilgilendirmeye başladığından “Konya rahatlığı”ndan nefret etmektedir artık. Gölpınarlı’nın kabul etmemesine rağmen genç Yunus, yaşlı Mevlana ile tartışmış ve onu şu tek beyitle susturmuş olmalıdır: Et ü deri büründüm geldim size göründüm Adem adın urundum uşde zuhura geldim Belli ki aralarındaki tartışma sırasında Mevlana, büyük bilgeliğini göstermek için koca Mesnevi’sini ortaya koyunca, Yunus evirir çevirir, sonra yukarıdaki beyiti (ya da değişikliğe uğramış olarak, “ete kemiği büründüm/ Yunus deyu göründüm” beyitini) söyleyerek Mevlana’nın kitabını iki küçük dizenin içine sığdırıverir. Gerçekten aralarında bir tartışma olmasaydı, halkın bilincinde bu geleneksel öykü yaratılamazdı. Düşünelim, Mevlana Yunus’un şu şiirine hiç tahammül edebilir miydi? Ey bana eyi diyen benim kamudan yavuz Alnımı ay bilirüm bu gözlerimi yılduz Bu vücudum şehrinde buçuk pulluk ıssım yok Amelim mahalleri ser be ser kalmış ıssız Hücre ne bucakta Hakka layık amel yok Kimde derd ü firak var kimlerde eserlü söz Halk hep ayağın durur ben seğirttim oturdum Geçtim sedir yerine döşek kalın yerim düz Bunun için salusluk çünkim elime girdi Artık n’işime yarar derd ü firak ah ü sız Ben bir kitab okudum kalem yazmadı anı Mürekkeb eylerisem yetmeye yedi deniz Ben oruç namaz içün suci içtim esridim Tesbüh-ül seccadeyçün dinledim çeşte kopuz Yunus’un bu sözünden sen ma’ni anlar isen Konya minaresinü göresün bir çuvalduz Öyle anlaşılıyor ki, Yunus Konya’yı, Sünni İslam şeriatının tüm bilgileriyle donanmış olmakla birlikte, batıni tasavvufun içerisine balıklamasına dalmış olarak terketmiştir. Yunus, yaldızlı bir yaşam içinde, vezirlerle sultanlar ve sultan karılarıyla yüzyüze dizdize oturan, bir dediği iki edilmeyen, Türkler için en kaba sözcükleri kullanarak onları horlayan, daima güçlünün yanında durarak “gel, sen de gel, kim olursan ol” derken beyleri, emirleri, tekfurları ve basilleri çağıran Mevlana’nın tasavvuf anlayışına karşı çıkmıştır. Bir duygu denizi içerisinde tanrısı ile ülfet eden, ama günlük yaşamının cinsel ayrıntılarını bile terennüm etmekten çekinmeyen, bireyci üstünlüğünün, sevilmişliğinin zevkini çıkaran Mevlana ile görüş ve yaşam biçimi ayrılığına düşmüştür. Yunus’un, Hücre ne bucakta Hakka layık amel yok Kimde derd ü firak var kimülerde eserli söz Halk hep ayağın durur ben seğirttim oturdum Geçtim sedir yerine döşek kalın yerim düz (Devamı 8. Sayfada)
7
SERÇEÞME
44. ULUSAL, 18. ULUSLARARASI
(Baştarafı 7. Sayfada)
Yunus Emre biçimindeki sözde kendisi için özeleştirel söylemleri, mutlaka Mevlana’yı çileden çıkartıyordu. Çünkü Mevlana için zaman öyle bir zamandır ki, her istediğini söylemekte ve yapmakta, coşku içinde sema dönmektedir. Mevlevi yazar Ahmet Eflaki’nin, Mevlana’dan seksen küsur yıl sonra yazmış olduğu Ariflerin Menkıbeleri adlı kitabında, oğlu Sultan Veled’in ağzından “Mevlana için zamanın güzelliğini” vurgulaması oldukça ilginçtir. Küçük Asya, yani Anadolu halkları için bir felâket olan dönem, Mevlana ve çevresi için mutlu bir dönemdir. Devletin, iktidar ve yöneticilerin yanında olmak budur. Günümüz deyişiyle “Devlet sanatçısı” diye işte böylelerine denir. Ama Yunus Emre’mize bunu diyemezsiniz, o halkın ozanıdır. Yunus, şiirlerinden ötürü “suçlandığını” da söylüyor. Yetmiş iki millete hoşgörü içinde ve bir gözle baktığı için ve taatı, yani şeriat tapınmalarını terkettiği için suçlu görülmektedir. Ama o hiç üzülmüyor, çünkü Konya çevresinde ihaneti iyi tanımıştır. O artık varlıksızın, yoksulun, emeğin ve emekçinin yanındadır. “Yunus zalimlere karşı ve yetmiş iki milletin ayak türabı. Halk yığınlarının sanatçısı”dır o. Bunlar bizim yakıştırmamız değildir, şiirlerinden okuyacağız: Kemdürür yoksulluktan nicelerin varlığu Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı Süleyman zembil ördü kendi emeğin yerdi Onun ile bildilar onlar berhudarlığı Dürüst kazan ye yedir bir gönül ele getir Yüz Kâbe’den yeğrektir bir gönül ziyareti Uslu değil delidir halka salusluk satan Nefsin Müslüman etsin var ise kerameti
Hacı Bektaş Veli Anma Etkinlikleri Ahmet Koçak
H
ACI BEKTAŞ VELİ Anma Etkinlikleri 16–19 Ağustos’ta yapıldı. Nevşehir Valisi ve Hacıbektaş kaymakamı dışında devlet temsilcisi yoktu. Etkinlik 16 Ağustos sabahı resmi tören ile başladı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Hacıbektaş Semah Ekibi semah gösterisi yaptı. Açılış konuşmasında Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu özetle şunları söyledi: “Hacı Bektaş Veli; Tanrı, insan, evren üçgenini ilim ve akıl yoluyla çözümlüyor ve öğretisinin temeline ilim ve aklı koyuyordu. ‘Her ne ararsan kendinde ara’, ‘düşmanının dahi insan olduğunu unutma’, ‘incinsen de incitme’, ‘eline, diline, beline sahip ol’, ‘kadınlarınızı okutunuz’ derken gelişmiş bireyden gelişmiş topluma ulaşmanın yollarını öğretiyordu. ‘Bir olalım, iri olalım, diri olalım’ derken yurt ve ulus bütünlüğünün koşulunu ortaya koyuyordu. (…) Alevi ve Bektaşiler dini inanç bazında siyaset yapmayı kabul etmezler. Bu, aleviler siyasetle ilgilenmez anlamında değildir. Alevi ve Bektaşiler dünyayı bilimin ışığında sorgulayarak geçmişi, günümüzü ve geleceği düşünüp değerlendirerek ülkenin bölünmez bütünlüğü önceliği ile insan haklarına saygılı, barış, demokrasi ve birlikte üretip hakça paylaşmayı savunan siyasi partilerde yer alarak, ülke ve dünya barışı ve refahı için siyasete müdahil olmalıdır. Bu onlar için çağdaş insan olmalarının ve Laik Cumhuriyete sahip çıkmanın gereğidir. (…)
Yetmiş iki millete kurban ol âşık isen Ta âşıklar safında tamam olasın âşık Bir çeşmeden sızan su acı tatlı olmaya Edeptir bize yermek bir lüleden sızarım
Yurdumuzda yapay azınlıklar yaratarak ulusal bütünlüğümüzü bozmak isteyen dış güçler ve onların işbirlikçilerine Alevi ve Bektaşiler hiçbir zaman itibar etmemişlerdir. Bundan böylede etmeyeceklerdir. (…)
Yetmiş iki millete suçum budur hak dedim Korku hiyanettedir ya ben niçin kızarım Yayıldı Yunus adı suçludur kamu taatı Padişah inayeti suçun geçüre meger
Alevi-Bektaşilerin yoğunluklu oldukları yerlerde kültür merkezi özelliklerini de taşıyan Cem Evlerinin yapılarak yasal statüye kavuşturulması,
Görülüyor ki, Yunus Emre, düşünce ve inançlarından ötürü suçlanmış, kovuşturmaya uğramıştır. Padişahtan da inayet(!) filan gelmemiştir. Hoşgörülü, halkının türabı ve evreni kucaklayacak kadar geniş gönüllü bizim Yunus bu işte!
Alevi Köylerine Camii yaptırma politikasından vazgeçilmesi, bu konuda gereksiz yere gerilim yaratılmaması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Sünni anlayışın fetva kurumu konumundan çıkartılarak yeniden yapılandırılması, Alevi-Bektaşi kültürü ve inancının eşit koşullarda yansıtılacağı Alevi-Bektaşi bilim adamı ve uzmanlarının yer alacağı teşkilata kavuşturulması, Aleviliğin din derslerinde okutulması Alevi-Sünni gerginliğine yol açacağından, Alevilik okullarda okutulacaksa felsefe derslerinde okutulması, Hacıbektaş Veli Müzesi’nin tüm külliye olarak Hacıbektaş Belediye Başkanlığı’na devredilmesi, Sivas katliamını yapanlardan yurt dışına kaçanların getirilerek yargılanması, Sivas katliamının yapıldığı Madımak Oteli’nin müze haline getirilmesi”. Diğer konuşmacılardan sonra etkinlik ödül töreniyle devam etti. Bu yıl ki, Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü halk müziği sanatçısı Sabahat Akkiraz’a verildi. Akkiraz ödülü-
8
nü alırken “Alevi-Bektaşi düşüncesini, bütün zorluklara rağmen günümüze taşıyan ozanlar adına aldığını” söyledi. Daha sonra öykü ve şiir dalında dereceye girenlere ödülleri verildi. Geçen yıl Hacıbektaş’a tekstil fabrikası kuran Aynur ve Süreyya Bektaş’a ilçeye katkılarından dolayı bu yıl Teşekkür Plaketi verildi. Plaketi alan Süreyya Bektaş, teşekkür konuşması yaptı. Resmi tören konukların Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nı ziyaretiyle sona erdi. Hacı Bektaş Veli Anma Etkinlikleri resmi törenden sonra saat 14.00’de Kültür Merkezinin Büyük Salonunda “Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevilik” konulu panelle devam etti. Yazar Şakir Keçeli’nin yönettiği panelde Prof. Dr. Alemdar Yalçın, Prof. Dr. Filiz Kılıç, Yazar Cemal Şener, Dr. Mustafa Cemil Kılıç konuşmacı olarak yer aldılar. SİMURG, Sivas Katliamını anlatan tiyatro oyunu birinci günün bir başka etkinliği olarak saat 17.00’de Kültür Merkezinde sergilendi. Birinci günün son programı olan halk konseri saat 19.00 da başladı ve gecenin geç saatlerine kadar devam etti. Konserde Ozan Emaneti, Ozan Şahini, Mehmet Kundak, Hüseyin Aslan, Âşık Fedai, Sebahat Akkiraz, Ali Mahzuni, Mazlum Çimen, Gülşen Altun ve Grup Yenice Yolları türkü ve deyişleriyle yer aldılar. Etkinliğin ikinci gününde, Çilehane, Deliklitaş’ta “Karanlıktan Aydınlığa İnsanlık Anıtı”nın açılışı yapıldı. Anıt, 23 Aralık 1930 Menemen olayı, 23 Aralık 1978 Kahramanmaraş katliamı, 29 Mayıs 1980 Çorum katliamı ve 2 Temmuz 1993 Sivas katliamını tasvir etmektedir. Etkinlik saat 14.00’de Kültür Merkezi Büyük Salonunda Gazeteci-Yazar İlhan Selçuk’un verdiği “Enel Hak” başlıklı konferansla devam etti. Konferanstan sonra aynı salonda saat 17.00’de Tuncay Özinel Tiyatrosu “Yüzleşme” adlı oyununu sergilediler. Günün son programı belediye meydanında organize edilen konser oldu. Bu konsere katılan bazı sanatçılar şunlardı. Ali Baştuğ, Gülseren Kılıç, Zeynep Karababa, Hasan Yükselir, Yusuf Gül ve Emrah Mahzuni. Etkinliğin üçüncü günü saat 14.00’de Kültür Merkezinde “İrtica ve Emperyalizm” başlıklı panelle devam etti. ADD Genel Başkanı Şener Eruygur’un yönettiği panele, Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, Av. Turhan Karakaş konuşmacı olarak katıldılar. Üçüncü günün son programı da belediye meydanında yapılan konser oldu. Ertesi gün sabah saatlerinde yola çıktığımızdan son gün yapılan etkinlikleri izleme şansımız olmadı. Fakat daha önceden duyurulan programa göre etkinliğin son günü Dedebağı’nda piknik yapılacaktı. Hacı Bektaş Veli adına organize edilen bu etkinliğin içeriğine yönelik eleştirilerimiz var. Lakin Kelime Ata, yazısında etkinliğin içeriğine yönelik değerlendirme yaptığından aynı şeyleri tekrarlamak istemiyorum. Sadece bu organizasyonun Alevi-Bektaşi inancını, kültürünü temsiliyette yetersiz olduğunun altını çizmek yeterli olur sanıyorum. Aşk ile.
Sayı 33
SERÇEÞME
44. ULUSAL, 18. ULUSLARARASI HACI BEKTAŞI VELİ ANMA TÖRENLERİ VE KÜLTÜR SANAT ETKİNLİKLERİ’NİN ULUSLARARASI AYAĞI NEREDE? İLÇEYE KİTLELERİ SÜRÜKLEYEN SANATÇILAR NEDEN HACIBEKTAŞ’A GELMEDİ? ANKARA’NIN, İSTANBUL’UN ENTELEKTÜEL İSİMLERİ, AYDINLARI, YAZARLARI, SANATÇILARI, NEDEN DAHA FAZLA SAYIDA YOKTU? DAHA BİRKAÇ YIL ÖNCESİNE KADAR HER BİR YÖRESİ CIVIL CIVIL OLAN HACIBEKTAŞ BU YIL NEDEN ISSIZDI? BİRİLERİNİN BU SORULARI SORMASI GEREKİYOR. EN ÇOK DA BAŞKAN SELMANPAKOĞLU’NUN…
Düşünce Sefaleti, Anti Demokratiklik ve Tükeniş
B
U YIL düzenlenen Hacı Bektaşı Veli’yi anma törenleri, muhalefete, farklı görüşlere kapalı, çeşitliliğe izin vermeyen bir iktidar erkinin ömrünün uzun olmayacağını, er ya da geç tükeneceğini bir kez daha gösterdi. Her yıl meydanları dolduran binlerce insan, bu yıl yoktu. Açılış töreninde belediye önündeki küçük alanın bile güçlükle dolduğu gözlerden kaçmıyordu. Eski Belediye Başkanı Mustafa Özcivan zamanında meydanı ve meydana açılan sokakları dolduran kalabalıkların yerinde bu yıl yeller esti. Esnafın da, ilçenin kanaat önderlerinin de, Hacıbektaş halkının da, törenleri her yıl izleyenlerin de ortak düşüncesi şu: Hacı Bektaş Veli törenlerinde hem katılım düzeyi hem programın içeriği bakımından bu yıl dibe vuruş yaşandı. Peki, bu noktaya nasıl gelindi dersiniz? Kötü bir yönetimin toplumda bırakacağı olumsuz etkiler ve görüntüler zaman içinde ortaya çıkar. Etkinlik alanı ne olursa olsun bir iktidar odağı eğer dışlayıcı bir tutum geliştirmişse, olumsuzlukları, bir yönetimin içine düştüğü ya da düşeceği zaafları açığa çıkarma işlevini gören muhalefet kanallarını tıkamışsa, farklı görüşleri “Bu vatanı en fazla ben severim, örgütü en iyi ben korurum, davaya en çok sahip çıkan benim, geri kalanlar bölücü, hain” diyerek duymamazlıktan geliyorsa, zaman içinde heyecanı, canlılığı, yeni açılımları, yokedip kurutur. Bu yüzdendir ki, eğer muhalefet yoksa iktidar kendini köreltir. Bir bakarsınız ki, has bahçeniz viraneye dönmüş de, esen yelden medet umar duruma düşmüşsünüz ya da gölgenizle kavga eder hale gelmişsiniz. Sürecin içinde yer alanlar, yakından tanıktırlar. Selmanpakoğlu, kışla zihniyetini, kışla pratiğiyle Alevi toplumuna nüfuz ettirmeye 2004 yılında belediye başkanı seçildikten hemen sonra başladı. Selmanpakoğlu, ilk iş olarak “bölücüler” olarak kategorize ettiği Alevi örgütlerini dışladı. Alevi örgütlenmeleri, daha önce törenlerin hazırlık toplantılarında aktif şekilde yeralırken belediye başkanının anti demokratik tutumundan dolayı sürecin dışına itildiler. Alevi örgütlülüğünün üst çatı örgütü olan Alevi Bektaşi Federasyonu’nun, Alevilerin taleplerini kürsüden dile getirmesi çok görüldü. Oysa, devlet erkânının bulunduğu bir ortamda kürsüde konuşma hakkının elde edilmesi çok önemli bir kazanımdı ve Alevi örgütleri bu kazanımı Mustafa Özcivan’ın başkanlığı sırasında elde etmişti. Alevi Bektaşi adını Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde gerçekleştirilen yasal değişiklikler sonucunda ancak mahkeme kararıyla alan Alevi Bektaşi örgütünün sesi, Alevi Bektaşilerin Serçeşme’sinde son 4 törende kesildi. Bu, dev-
Eylül 2007
Kelime Ata letin Alevi örgütlülüğünü yok sayma politikalarına bizzat Serçeşme’den onay verilmesi anlamına geliyordu. Çünkü, Selmanpakoğlu’nun Alevilere bakışı CHP’nin Tek Parti döneminin zihniyetini taşıyor. Selmanpakoğlu’nun bu yıl ve daha önceki yıllarda yaptığı açılış konuşmalarında cemevlerini ibadet yeri görmemesi, bu yıl yine “Kültür merkezi özelliği taşıyan cemevleri yapılmalıdır” demesi, bu zihniyetin yansımasından başka bir şey değil. Devletin Hacıbektaş Dergâhı’nı müze statüsünde ziyarete açması, Dergâhı’n içindeki camide beş vakit namaz kılınırken, Alevilerin dergâhlarına ücret ödeyerek girmesi, Belediye Başkanı Selmanpakoğlu’nun da, çilehaneye girişi ücretli hale getirmesi Alevilerin kutsal mekanlarına bakışta belediye başkanı ile devletin pratiğinin nasıl da aynı noktada buluştuğunu gösteriyor. Hacıbektaş sanki işgal altındaymış ya da Alevilerin bayrakla ilgili bir tartışması varmış gibi en büyük bayrak yarışına giren Belediye Başkanı, ilçenin gerçek sorunlarının çözülmesi konusunda aynı atak tavrı göstermiyor. Başta tuvalet ve konaklama olmak üzere altyapı sorunları çözüm beklerken, bayrağı yüceltmenin, insanların gündelik yaşam kalitesini artırmakla mümkün olabileceği nedense aklına gelmiyor.
İki Program İki Pratik Son yıllardaki Hacıbektaş törenleri, programların içeriği bakımından da düşünce sefaletinin arttığı, törenlerin uluslararası ayağının kurulamadığı bir dönem olarak anımsanacak gibi görünüyor. İleride bu törenlerin tahlilini yapacak olanlar, Hacıbektaş’ın, Alevilik ve Aleviliğin, Alevilerin güncel sosyal ve ekonomik sorunlarının tartışıldığı bir platform olmaktan çıkarıldığını rahatlıkla göreceklerdir. Sayın Mustafa Özcivan’ın 2004 yılında görevi devretmeden önce 2003 yılında düzenlediği tören programı ile Sayın Ali Rıza Selmanpakoğlu yönetimindeki belediyenin bu yıl gerçekleştirdiği programın, içerik bakımından tahlili, entelektüel potansiyelin, Alevi örgütlerinin Hacıbektaş gibi Anadolu’ya ışık yaymış bir merkezde nasıl hoyratça yok edildiğini acı bir şekilde gözler önüne sergiliyor. İşte mütevazı bir karşılaştırma ve bu mütevazı karşılaştırmadan çıkan vahim tablo: Sayın Özcivan’ın döneminde 2003 yılındaki törende panel konuları arasında, “Alevi Bektaşilik Bakış açısıyla Laiklik ve Diyanet”, “Savaş ve Çevre”, “Sermaye ve İnanç”, “Türkiye’deki Dini Kurumlara Avrupa’dan Bakış ve Avrupa Birliği’ne Gidiş Yolunda Alevilerin Yeri”, “Şiddet ve Alevilik” yer alıyor. Kitap kaset imza günü düzenlenmiş, altı kez tiyatro gösterisi
olmuş, üç kez şiir dinletisi sunulmuş, “İnsan Hakları ve Barış”, “Çevre” konulu karikatür sergisi, “Madımaktan Yükselen Çığlık” ve “Dünden Bugüne Hacıbektaş ve Kapadokya” konulu fotoğraf sergisi, ayrıca karma resim ve heykel sergisi açılmış. O yıl, törenlere Tayfun Talipoğlu, Dr. Atilla Erden, Şükrü Günbulut, Erdoğan Aydın, Rıza Zelyut, Ankara Karikatürcüler Derneği, Yakup Kepenek, Faik Bulut, Prof. Dr. Cüneyt Akalın, Faruk Şen, Onur Öymen, Prof. Dr. Christian Trol, Alman SPD milletvekili Lale Akgün, Dergâh postnişini Veliyeddin Ulusoy, Miyase İlknur gibi isimler katılmış. Sanatçı kadrosunda ise göz dolduran, kitleleri çeken isimler var. İşte bazıları: Ali Çağan, Arif Sağ, Musa Eroğlu, Erdal Erzincan, Grup Kızılırmak, İsmail Kaya, Ali Ekber Çiçek, Emre Saltık, Erkan Oğur, İsmail Hakkı Demircioğlu, Metin Karataş, Zafer Gündoğdu, Hüseyin Turan, Ali Rıza- Hüseyin Albayrak kardeşler, Yusuf Gül, Ali Mahzuni, Kubilay Dökmetaş, Tolga-Pınar Sağ... 2007 yılındaki törenlerde ise “Laik Türkiye Cumhuriyeti’nde Alevilik”, “Enel Hak- İlhan Selçuk”, “İrtica ve Emperyalizm”, başlıklı olmak üzere üç konuda panel yapılmış. Panelistler kim diye baktığımızda şu isimleri görüyoruz: Şakir Keçeli, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Filiz Kılıç, Prof. Dr. Alemdar Yalçın, Araştırmacı Cemal Şener, Dr. Mustafa Cemil Kılıç, İlhan Selçuk, ADD Başkanı Emekli Orgeneral Şener Eruygur, Prof. Dr. Birgül Ayman Güler, Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, Gazeteci Mustafa Balbay, Araştırmacı- Yazar Turhan Karakaş. Etkinlik süresince iki tiyatro, bir drama gösterisi olmuş, bir tane resim heykel, seramik karma sergisi açılmış, bir şiir dinletisi yapılmış. Sanatçı kadrosunda ise Sabahat Akkiraz, Gülşen Altun, Ali Mahzuni, Mazlum Çimen, Gülseren Kılıç, Hasan Yükselir, Zeynep Karababa, Yusuf Gül, Hüseyin Turan, Emrah Mahzuni, Zeynel Aba gibi isimler var. Şimdi sormak gerekiyor. 44 Ulusal, 18. Uluslararası Hacı Bektaşi Veli Anma Törenleri ve Kültür Sanat Etkinliklerinin uluslararası ayağı nerede? İlçeye kitleleri sürükleyen sanatçılar neden Hacıbektaş’a gelmedi? Ankara’nın, İstanbul’un entelektüel isimleri, aydınları, yazarları, sanatçıları, neden daha fazla sayıda yoklar? Daha birkaç yıl öncesine kadar her bir yöresi cıvıl cıvıl olan, kültür ve sanat etkinlikleriyle canlı günler geçiren Hacıbektaş bu yıl neden ıssızdı? Birilerinin bu soruları sorması gerekiyor. Hacıbektaş halkının, ilçenin kanaat önderlerinin, ileri gelenlerinin, esnafın ve en çok da Hacıbektaş Belediye Başkanı Ali Rıza Selmanpakoğlu’nun…
9
SERÇEÞME
Serçeşme mi?, Şerçeşme mi? Zeynel Can Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği / Antalya Şube Başkanı - 14 Ağustos 2007
Sayın Ahmet Koçak’ın kaleme aldığı ‘Pir Abdal Musa Sizi Islah Eylesin’ başlıklı yazıdaki iftira ve karalamalara cevap vermek bir zorunluluk olmuştur. “Serçeşme” Alevi Öğretisinin en temel kavram-sözcüklerinden biridir. Hatta Alevilik adına üretilmiş bütün kavram ve değerleri içinde barındıran Ana Nehirdir. Yolculuk Serçeşme’den başlar. Bu öylesine bir nehirdir ki dolaştığı bütün mecralardan kendine kattıklarını tekrar aslına; yani Serçeşme’sine döndürerek durular ve yeniden mecrasına yolcular. Bu devinimi anlamayanlar yüzyıllar boyunca yapılan sistematik yok etme çabalarına karşın Öğretinin kendi özünü bozmadan nasıl yaşatabildiğini anlayamazlar. Onlar; gâh coşup çağlayan, gâh “karıncanın su içtiği” bir durgunluğa erişen, gah gözden kaybolup yeraltından tekrar yüzeye çıkarak akan bu Ana Nehire sızan acı bir su olmaktan öte geçemezler. Ama zararı yok; Serçeşme’nin bu döngüsü ve devinimi onları da arındıracaktır. Yeter ki; Yol’un özünü ve sırrını kavramaya yönelik bir çabaları olsun. Sözlükte “ana kaynak”, öğretide Hünkâr Hacı Bektaş Veli ve O’nun dergâhı anlamına gelen Serçeşme anıldığı her deyişte ve cemde niyaz işaretidir. O yüzden de hiç kimsenin kendisine mal edemeyeceği ortak-temel bir değerdir. Evet, bazen bir sözcük veya kişilik bir öğreti için bu kadar önemli ve de değerlidir. Tıpkı Serçeşme, tıpkı Hünkâr Hacı Bektaş Veli, tıpkı Pir Sultan Abdal, tıpkı Pir Abdal Musa daha niceleri gibi. O yüzdendir ki Pir Sultan’nın kendi yetiştirmesi Hızır’ın Osmanlı Paşası olup Pir’ini idam sehpasına gönderdikten sonra ‘Hınzır Paşa’ olarak adlandırılması Alevi Tarihi açısından öğretici ve ibret vericidir. Bu nedenle kendine ‘Serçeşme’ adını veren bir derginin bu derin anlam ve kutsallığın ağırlığına göre bir yayın çizgisi izlemesi beklenir. Aksi tutum bu değeri yaralar, dahası yozlaştırır. Ve ardından başlıktaki soru sorulur: Serçeşme mi, Şerçeşme mi? Bu soruyu sorduktan sonra kendine “Serçeşme” adını veren, sahipliğini Sayın Ahmet Koçak’ın Genel Yayın Yönetmenliğini Sayın Esat Korkmaz’ın yaptığı derginin Temmuz 2007 – 31. sayısında Sayın Ahmet Koçak’ın kaleme aldığı ‘Pir Abdal Musa Sizi Islah Eylesin’ başlıklı yazıdaki iftira ve karalamalara cevap vermek bir zorunluluk olmuştur. Öncelikle Sayın Koçak’ın ABF, demokrasi ve alevi öğretisi üzerine verdiği, ‘derin bilgiler ve hikmetler’ içeren ve bu konulardaki ‘cehaletimizi’ bir nebze olsun gideren vaazı için teşekkür ediyorum. Eksik olmasınlar; feyiz aldık, irşat olduk. Benim açımdan bu yazılanların yanlış, eksik veya doğruluğu bir yana, eleştirel bir bakışı içeren görüş belirtmedir. Ancak durum bundan ibaret olsaydı hiçbir sorun olmazdı. Belki de cevap verme gereği bile duymazdım. Bu yazıya cevap yazmamım asıl nedeni; kendisinin ‘Birlik Ceminde nahoş bir tavır’ alt başlığı ile dillendirdiği yaşananlara ilişkin çarpıtma ve iftiralardır. Bu iftira ve çarpıtmalar
10
Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Dernekleri Genel Başkanı Tekin Özdil, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez ve benim şahsımda Alevi Hareketine karşı duyulan kin ve husumet duygularının dışa vurumudur. Bunun nedenlerini hareketin içinde olanlar gayet iyi biliyorlar. Bu ayrı ve uzun bir yazının konusu. Ancak şu kadarını söylemeliyim ki ellerindeki dergiden aldıkları güçle kendilerini ‘aslan terbiyecisi’ yerine koyarak ‘istediğini istediği gibi hizaya getirme’ hevesleri hiç eksik olmadı bu arkadaşların. Federasyon seçimleri sonrası camia içinde yaşanan gerilimi kışkırtarak ‘horoz dövüşü’ seanslarına çevirme yoluyla tiraj elde etme hesaplarının boşa çıkması da arkadaşlar için derin bir hayal kırıklığı oldu. Örgütlülük ve mücadelenin hiçbir yerinde olmadan sorumsuz bir yayıncılık anlayışı ve sahte bir ‘doğrucu Davut’ edası ile “onların yazısını yayınladık ama cevap yazarsanız sizinkini de yayınlarız” kurnazlığının tuzağına düşmeyişimiz kin ve husumet olarak bize geri dönmüştür. Ekmek peşinde olanlar ekmeklerine yağ sürülmeyince düşman kesildiler. Hiç dert değil bu güne kadar göğüsledik bundan sonra da sorun olmayacak. Gelelim Sayın Koçak’ın çoğunluğu başka hiçbir tanığı olmayan ve sadece ikimiz arasındaki diyaloglara dayandırdığı iddialarına:
1. ‘Ahmet Bey, sizi televizyonda izledim. Ko-
nuşmalarınızı beğendim. Lakin siz yanlış kişilerle geziyorsunuz. Bunu sizinle konuşmak isterim.’ Aramızdaki ilk diyalogun böyle geçtiğini iddia ediyorsunuz. Hafızanızı bir yoklayın: “Merhaba, Ahmet Bey” dedikten sonra kendimi tanıttım. ‘HBVD Antalya Şube Başkanı olduğumu’ söyledim. ‘Televizyonda izlediğimi, konuşmanızı beğendiğimi, ancak derginin yayın politikası konusunda bazı eleştirilerim olduğunu bunu konuşmak istediğimi’ belirttim. ‘Etkinlikle ilgili hazırlıklar dolayısı ile gitmen gerektiğini’ belirttim ve uzaklaştım. Haziran başında Antalya’da sokakta karşılaştığım Esat Korkmaz ile 10 dakika kadar bu konu üzerine ayaküstü bir sohbet ettiğimizi kendisine sorarsanız –tamda bu konu üzerine– belki hatırlayacaktır. Benim meramım böyle bir fırsat yakalamışken uygun bir zaman yaratıp bu konuyu dostça konuşmaktı. Benim görüşmemeniz konusunda telkinde bulunduğumu iddia ettiğiniz bayanla hiçbir kavgam olmadı. Ortak dost ve mekanlardaki karşılaşmalar esnasında ‘zorunlu’ merhabalar haricinde herhangi bir diyalog ve sohbetimizde olmadı. Ben sadece örgütsel hiyerarşi ve disipline bağlı kalarak aramıza kalın bir çizgi çekmiştim. Genel Merkezimizin, sizin sözünü ettiğiniz ‘bayan’ ve o zaman ki dernek başkanı ‘bay’ hakkında vermiş olduğu ‘kesin ihraç kararı’ndan sonra hiçbir kavgaya meydan vermeden ama bu kararında doğruluğuna inanarak ve hep arkasında durarak görev yaptım. İhraç kararının ardından sözünü ettiğim bu iki kişi kendi derneklerini kurdular ve kendince yollarını çizdiler ve bugüne kadar böyle geldiler. Siz, söz konusu kişiler ile yol arkadaşı olmuşsunuz, derginin sorumluluğunu vermişsiniz, bana ne!.. bize ne!.. Sizin de belirttiğiniz gibi kimlerle arkadaşlık edeceğiniz konusundaki iradeniz hakkında hiçbir laf etmeyeceğimi beni tanıyan herkes bilir. Ama
bu konudaki tavrımı Mehmet Turan Dede’ye sorarsanız size anlatır. Herkes kendi arkadaşını seçmekte elbette ki özgürdür; ancak unutmayın ki Sayın Koçak ‘bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim’ sözü boşuna söylenmemiştir ve üzerine biraz düşünmenizi tavsiye ederim.
2. Gelelim Birlik Cemindeki olanlara. Cem başlamadan yarım saat önce cem alanındaki organizasyonla yakından ilgilenmek ve herhangi bir aksiliğe meydan vermemek için alandaki yerimi aldım. Ancak, Abdal Musa Kültürünü Yaşatma ve Tanıtma Derneği Başkanı Sayın Ali Eriş telefon ederek acilen dernek bürosuna gelmemi söyledi. Ben ayrılırken karşımdan Sayın Koçak’ın yol arkadaşı bayan ve yardımcısı cem alanına doğru gidiyorlardı. Durumun hassasiyetini bildiğim için telefonla sorumlu arkadaşımı arayarak herhangi bir tatsızlığa meydan verilmemesini ve ceme katılmalarına müdahale edilmemesini özellikle belirttim. Dönüş yolunda Birlik Cemini yürütecek olan Dertli Divani Baba telefon ederek cemin başlamak üzere olduğunu dernek başkanı olarak bir konuşma yapıp yapmayacağımı sordu. Bende böyle bir konuşma yapmamım uygun olmayacağını düşündüğümü gelip sadece ceme katılacağımı belirttim. Alana döndüğümde sizin yol arkadaşınız bayanın Post’a yakın bir yerde sanki organizasyonu kendileri yönetiyorlarmış gibi bir görünüm vererek ortalıkta dolaşması bütün arkadaşları son derece rahatsız etmişti. Örgütsel disiplin gereği benim gelmemi ve duruma müdahale etmemi bekliyorlardı. Yaptığı davranışın son derece tehlikeli ve kışkırtıcı bir davranış olduğunu en iyi kendisi biliyordu ve bunu sizden güç alarak büyük bir zevkle yapıyordu. Sözünü ettiğiniz bayana tamda sizin yanınızda –eğer işitme sorununuz yoksa ve de hafızanız sağlamsa– neler söylediğimi tekrar düşünün. Düşünmenize de gerek yok, işitme ve hafıza sorununuz olduğunu da zannetmiyorum. Benim kanım; yüreğinizin sağır vicdanınızın kör olduğudur. Eğer öyle olmasaydı, bu bayanı ortalıkta dolaşmadan cemdeki yerini alması yönünde ikaz ettiğimi, bunu yapmayınca ısrar etmem üzerine sizin ‘tamam siz geçin yerinize ben hallederim’ demenizin ardından yan tarafa geçip oturması ile bende ters yöne geçerek cemdeki yerimi aldığımı gayet iyi hatırlamanız gerekirdi. Sizde çekim hazırlıklarına devam ettiniz. Divani Baba ve arkadaşları cemi başlatmak üzere son hazırlıklarını yaparken o bayanın hızla yanıma yaklaşarak “şerefsiz adam senin başına neler getireceğim, göreceksin.” diyerek uzaklaşırken bunu yakındaki herkes duydu. Yürekleri sağır, vicdanları kör olanlar dışında. Bu durum karşısında gösterdiğim metanet ve başkanlarına yapılan bu hakaret sonucunda müdahale etmeye kalkışan gençlerin göz göze gelmemizle nasıl yerinde çakılı kaldıklarını olayın yakınındaki herkes gördü. Ama siz görmediniz, duymadınız. Ardından yanınıza gelip ‘Ahmet Bey arkadaşınızın yaptıklarını gördünüz mü?’ diye sorduğumda ‘sizin aranızdaki meseleler beni ilgilendirmez’ deyip kestirip attınız. Oysa benim için ‘doğru bulmuyorum, cemden sonra konuşuruz’ demeniz yeterliydi. O anda kararımı verdim Sayın Koçak: Sizin böylesine vahim bir olay karşında duyarsız kalmanız ve şahsi bir meseleymiş gibi görmeniz, bu çekimi yapmaya hakkınız olmadığını düşündürdü bana. Yine örgütsel disiplinin bir sonucu olarak herkesin gözü önünde yetkili arkadaşa verdiğim talimatla kamera bağlantınızı kestirdim. Bu günde çok doğru Sayı 33
SERÇEÞME ve yerinde bir karar verdiğimden hiç şüphem yok. Yol için mücadele verenleri kendi örgütlediği etkinliklerde dahi böylesine pervasızca, yol düşkünlüğüne tekabül edecek raddede rencide edenler gerekli karşılığı alacaklar. Bu güne kadar gösterilen aşırı hoşgörünün yanlış anlaşıldığı görülüyor. Siz es geçmişsiniz ama cem boyunca Post’a yakın yere oturmanıza ve fotoğraf çekmenize müsaade ettik. Bu kadarını da hak etmediğinizi belirteyim. Şimdi düşünüyorum da; acaba bu güne kadar neleri duyup gördünüz de görmezden, duymazdan geldiniz ve yine neleri duyup gördüğünüz halde ters yüz edip de derginizde tefrika ettiniz? Yaşadıklarımız ve bunun üzerine yazdıklarınızdan anlaşılıyor ki yürek sağırlığı ve vicdan körlüğü sizde kronik bir hal almış olmalı. Öyle ki bu yaşananların hemen ardından sizin ‘yoldaşınız’, aynı zamanda o bayanın başkanı olduğu dernekteki yardımcısı bay tarafından yapılan sözlü hakaretleri de duymadınız. Daha doğrusu duymanıza o ‘hassas yüreğiniz, temiz vicdanınız’ el vermemiş olsa gerek. Yaptığı hakaretlerden sonra kendi isteğiyle cem alanını terk eden bayanın yolda rastladığı M. Turan Dede’ye sarılıp ağlayarak ‘bizi cemden kovdular Dedem’ demesini ise yüzsüzlüğün, pervasızlığın, fütursuzluğun şirretliğe varan tezahürünün en uç örneği olarak yaşamım boyunca hiç unutmayacağım. Bu dramatik sahneden sonra sanmayın ki oyun bitmiş olsun. Amacı provokasyon olan bayan ve yardımcısı, Birlik Cemi devam ederken konser programının yapıldığı amfi tiyatroya giderek hiç programda yokken ‘semah’ ekiplerini sahneye çıkarıyorlar. Bununla da yetinmeyip sahne arkasında ‘ekibine’ gösteriyi sonlandırmamalarını, sürekli devam etmelerini işaret eden bayanın bu tutumu karşısında gençler ses bağlantısını kesip ‘ekibin’ sahneden inmesini ve programın tekrar kendi akışında devamını sağlıyorlar. Bu olay olduğunda ben orada yoktum. Haberimde yoktu. Bana durumu anlattıkların da ise ‘elinize sağlık gençler’ demekten başka bir şey gelmedi içimden. Görüldüğü gibi etkinliğin oluşumuna hiçbir katkısı olmayanlar, belirlenmiş programın hiçbir yerinde yeri olmayanlar, ısrarla bir sızma ve yarma harekatını gerçekleştirmek için yoğun bir çaba içindeydiler. Bu çirkin tertibin en yılmaz müttefiki olarak yazdıklarınız benim açımdan son derece anlaşılır bulunmuştur Sayın Koçak. Ancak böyle iftiraların yayınlandığı bir derginin adının Serçeşme olmasına da gönlüm el vermediğinden bundan böyle tarafımdan Şerçeşme olarak anılacaktır. Kim bilir belki ilk çıkarken de niyetiniz oydu da ‘S’ harfinin altına nokta koymayı unuttunuz. Siz unutsanız da niyetiniz bunun deşifre olmasını sağlamada gecikmedi. Sadece ben değil gerçek yüzünüzü gören ve iftiralarınıza maruz kalanlar artık sizi gerçek isminizle anacak: Şerçeşme.
İftiraların yayınlandığı bir derginin adının Serçeşme olmasına da gönlüm el vermediğinden bundan böyle tarafımdan Şerçeşme olarak anılacaktır. Kim bilir belki ilk çıkarken de niyetiniz oydu da ‘S’ harfinin altına nokta koymayı unuttunuz.
Eylül 2007
3. Genel başkanlardan talimat almamın neresini eleştiriyorsun Sayın Koçak? Örgütsel bir yapı içerisindeki işleyişin size dokunan yanı nedir? Onlardan ‘komutan’ diye bahsederken bir yandan hedef göstermeniz, öte yandan beni küçük düşürmeye çalışan yaklaşımınızla doğrusu kifayetsiz bir polemikçi durumuna düştüğünüzün farkında bile değilsiniz. Bu yazıyı yayınlamadan önce Sayın Esat Korkmaz’a okutsaydın, yazdıklarının Meksika parası ile beş Pezo etmeyecek ucuz demagojik herzeler olduğunu size söylerdi sanıyorum. Tabi sizi kırmayacak bir üslupla. Bu mücadelenin üst yapısını oluşturan yol arkadaşlarımla hep bir gönül ve düşünce birliğim oldu. Bundan hiç gocunmadım, tersine onur duydum. Yeri geldi talimat aldım, yeri geldi inisiyatif kullandım, yeri geldi yetki istedim, yeri geldi öneride bulundum. Örgütsel mücadele böyle yürüyor Sayın Koçak. Dergi sayfalarından iftira atarak ‘ekmek parası’ kazanmaya benzemez. 4. Genel Başkanım Tekin Özdil’in
2005 Pir Abdal Musa etkinlikleri değerlendirmesine ilişkin değerlendirmeleriniz ise ayrı bir facia. Ne demeli ki? Sapla saman, atla deve, pijama ile terlik birbirine karıştırılmış. Eğer horoz dövüştürmek, güvercinlere takla attırmak, sağa sola iftira atmaktan biraz zaman ayırabilseydiniz, gelişmeleri izler, araştırır ve zamanı geldiğinde bu Yol’un tarihine belge olarak geçecek bir iş yapmış olurdunuz. 2004 yılında ABF’ye bağlı üst örgütler katılımında dışlandığımız inanç merkezlerimizdeki etkinliklere alternatif programla katılma kararı aldılar. Bu karar Antalya’da düzenlene GYK toplantısında alındı ve şubelere en geniş katılımı sağlayacak şekilde hazırlanmaları talimatı verildi. Programı hazırlama ve yürütme görevi de Antalya Dernek ve Vakıf şubesine verildi. Programın yürütülmesinde örgütlerimizin güçlü katılımının yanında Tekke Köyü Abdal Musa Türbedarı Hüseyin Halife Baba’nın çok önemli desteği oldu. Bize gösterdiği mihmandarlık ve o günkü dernek yönetiminin engellemeye yönelik tavırlarına karşı bizden yana gösterdiği kararlı tutum o yılki etkinlikte herhangi bir tatsızlık olmasını engelledi. Yapılan alternatif programın kitleselliği ve içeriği o zamanki dernek yönetimini çok rahatsız etmiş olmalı ki 2005 deki katılımımız fiili bir saldırı ile engellenmeye çalışıldı. Yine kararlı duruşumuz, Hüseyin Halife Baba’nın ve Tekke Köyü halkının bizleri sahiplenmesi ile püskürtüldü. Verilen bu örgütsel mücadele ve O kutsal mekanın tüm Alevilerin inanç merkezi olduğuna inanan Tekke Köylülerle geliştirilen ilişkiler 2006 da pekişerek 2007 dek gelindi. Eski yönetimin geniş kesimleri dışlayan Pir’in Dergâhını karşı düşüncenin eylem alanına dönüştüren tavrına karşı Tekke köylüler tüm ağırlıklarını otaya koyarak Dernek yönetimini değiştirip etkinlikleri düzenleme yetkisini devir alınca da 2007 deki işbirliği gerçekleşti. 2007 Abdal Musa Etkinlikleri Abdal Musa Kültürünü tanıtma ve Yaşatma Derneği önderliğinde ABF’ye bağlı örgütlerin desteği ile gerçekleştirilmiştir. Dar zamanda yoğun çalışmalar sonucunda gerçekleştirilen etkinliğin içerik ve kitleselliğini ve verilen mücadelenin hakkını dost olan herkes teslim etti. Bu etkinliğin tek olumsuz tarafı sizin desteğinizle provokasyon yapmaya çalışan ‘yol arkadaşlarınızın’ çirkin söz ve davranışları olmuştur. Unutmayın ki Sayın Koçak ‘Yol her şeyden uludur’ ve bir dahaki sefere bu kadar sabırlı ve anlayışlı davranmayacağız.
Unutmayın ki Sayın Koçak ... bir dahaki sefere bu kadar sabırlı ve anlayışlı davranmayacağız.
5.
Gelelim ‘Birlik Cemi ve Öğütlerimiz’ alt başlığı altında kaleme aldığınız ‘hikmetlerinize’(!).. Öncelikle üslup; Dogmatik bir inanca mensup bir ruhbanın uyanık tezgahtar kurnazlığıyla kaleme aldığı basmakalıp bir yazı desem… Darılır mısınız? Darılsanız da darılmasanız da yazdım gitti. İçeriğe gelince; eklektik ve ukalaca ulemalık taslamışsınız. Kerameti kendinden menkul ‘akıl vermeler’, ‘tereciye tere satma’ bezirganlıklarına baş vurmalar… Dahası? Dahası yok.. Fakirliğin gözü kör olsun. Üzgünüm ama sizinki umutsuz vaka. Düşünce fakirliğinin çaresi yok Sayın Koçak. Tek yapacağınız şey haddinizi bilmek ve nefesinizin yetmeyeceği derinliklere dalmamak. Ama siz yine de ‘idrak yolları iltihabına’ karşı bir hekime başvurun. Bu konuya ilişkin son bir şey; Sayın Korkmaz’a söyleyin başka yerde ‘ruhban’ aramasın. Kendisi bu işi gayet iyi götürüyor. Başyardımcı olarak ta hemen yanı başında sizi görmemesi ağırınıza gidiyor olmalı. Hatırlatmış olayım. Bu iyiliğimi de unutmayın.
6. ‘Siyasete müdahale’ temelindeki eleştirilerinize gelince. Bu konuda söylediklerinizin hiçbir önemi yok. Söyledikleriniz içinde doğru kabul edebileceğim ‘eleştirilerinizin’ dahi önemi yok. Çünkü düşmanca karalama ve iftiralarınızın yanında söyledikleriniz içinde bir iki doğru kırıntısı varmış gibi görünmesi durmuş bir saatin bile günde iki kez doğru göstermesi ile eşdeğer. Üstelik söylenen kadar bu söylenenlerin kimin tarafından söylendiği bizim için bir o kadar önemlidir. Bizler kendi yanlışlarımızı gerçek dost ve yoldaşlarımızla paylaşıp, yüreklice öz eleştirimizi yapabilecek özgüvene sahibiz. Ağızlarını ‘namluya’ sözlerini ‘kurşuna’ dönüştürüp bizleri yaylım ateşine tutanlar; kendimizi savunma ve karşılık verme hakkımız olduğunu unuttular. Hatırladıklarında kimin ayakta kaldığını hep birlikte göreceğiz. Ağızlarını ‘namluya’ sözlerini ‘kurşuna’ dönüştürüp bizleri yaylım ateşine tutanlar; kendimizi savunma ve karşılık verme hakkımız olduğunu unuttular. Hatırladıklarında kimin ayakta kaldığını hep birlikte göreceğiz. Nehrin yeraltından yüzeye çıktığı, sert kayalara çarparak aktığı, derin vadilerden geçerek mecrasını açmaya çalıştığı bir demdeyiz. Bu coşkun akışın temposuna ayak uyduramayanlar suyu bulandırmaya ve mecrasından saptırmaya çalışmalarının boşuna bir çaba olduğunu görecekler. Bizlere örgütümüzün düzenlediği bir cemde, kendi kitlemizin önünde ağır hakaretlerde bulunanlar, tehdit edenler ve buna çanak tutanlar; Yol uğruna verilen mücadelenin aynı zaman da bir ‘hakka yürüyüş’ eylemi olduğunu, ‘baş açık, yalın ayak’ bir yürüyüşü seçenler olarak başımıza gelecek her şeyin kabulümüz olduğunu iyi bilsinler. Evet Sayın Koçak ‘her ağacın kurdu özünden olur.’ Ama biz Ulu Çınarın içinin boşaltılarak çürütülmesine izin vermeyeceğiz: Kurtlar ayıklanacak.
11
SERÇEÞME
Islah Olacak Yan da Kalmamış Ahmet Koçak HBVKT Derneği, elektronik postayla bize “Serçeşme mi? Şerçeşme mi?” başlıklı ve Zeynel Can imzalı bir yazı gönderdi. Hemen ardından bu yazı HBVKT Derneği ve HBVAK Vakfı’nın internet sitelerinde yayımlandı. Bu yazının tamamını dergimiz sayfalarında okuyacaksınız. Bu yazı, ilk bakışta dergimizin 31. sayısında yayımlanan “Pir Abdal Musa Sizi Islah Eylesin” başlıklı benim yazıma bir yanıt olarak yazılmış. Ancak, dikkatli okunduğunda ve adı geçen dernek ve vakfın dergimizi yasaklamasıyla birlikte ele alındığında, bu yazının üstü kapalı biçimde çok daha kapsamlı sorunlara yanıt getirmeye çalıştığı görülüyor. Önce bu yazıyı kendi internet sitelerinde yayımlayan örgütlere bir hatırlatma yapalım: Benim yazımı da sitelerine koysalardı, en azından dergimizi okumayan üyeleri de benim ne dediğimi öğrenmiş olurdu ve üyelerinin “Bu mesele de nereden çıktı? Olayın özü nedir?” gibi sorularıyla karşılaşmazlardı. Bu örgüt ve sitelerin yöneticileri, yazıma sansür uygulayarak, aslında ne kadar “demokrat” olduklarını bir kez daha gösterdiler.
Kimin Yanıtı Önce Sayın Zeynel Can’ın yazısının kimin yanıtı olduğu sorununu aydınlatalım. Zeynel Can’ı, bizden daha iyi tanıyan bazı örgüt yöneticileri derler ki, “Yahu, bu Zeynel Can ne kadar aydın kişiymiş de biz bilmiyormuşuz. Bugüne kadar yazdıkları bir daktilo sayfasını geçmezdi. Sizi eleştirdiği yazı beş daktilo sayfası. Doğrusu şaşırmadık dersek yalan olur.” Doğal olarak biz bu yanıtın “örgütsel disiplin içinde” yazıldığı imasına değil, altında imzanız olan sizin tarafından yazıldığına inanmak isteriz. Ancak Zeynel Can yazısında, benim yazıma yanıt verirken, bana daha geniş bir suçlama yapıyor. Benim yazımın Tekin Özdil, Ercan Geçmez ve kendisinin şahsında “Alevi hareketine karşı duyulan kin ve husumet duygularının dışa vurumudur. Bunun nedenlerini hareketin içinde olanlar gayet iyi biliyorlar. Bu ayrı ve uzun bir yazının konusu.” diyor. Bu satırlar bana söylemek istediklerinin benim yazıdan daha kapsamlı olduğunu gösteriyor. Şimdi Zeynel Can’dan ve ilgili diğer canlardan en kısa zamanda beklediğimiz böyle ayrı ve uzun bir yazıyla bu konulardaki görüşlerini açıklamalarıdır. Kaçak dövüşen pehlivan usulü, “hareketin içinde olanlar … biliyor” gibi anlamı karnında gizli konuşmaların kimseye faydası yoktur. Serçeşme’nin izlediği Yol’da açık konuşulur. Zeynel Can ne biliyorsa söylemelidir. Ancak bu yola demokratik Alevi-Bektaşi örgütleri ya da hareketi içindeki-dışındaki tüm Alevi-Bektaşi kamuoyu, onun görüşlerini ve bana yönelttiği suçlamaları öğrenme olanağı bulur. Hepimizin bildiği gibi kin ve husumet Alevilikle bağdaşmayan duygu ve davranışlardır. Böyle duygu ve davranışlarla ceme bile girilmez. Kimde varsa, yüzüne söylenir, bir an
12
“Cahiller kendini aklar Kâmiller özünü yoklar Kurudu çaylar ırmaklar Serçeşme’nin gözü kaldı” Dertli Divani Tilkinin aslana karşı koyması Kalleşliği kahramanlık sayması Kötülerin kendi kendin övmesi Yaralar yaralar yaralar beni Hüdai önce gidermesi istenir. Kim kin ve husumet besliyorsa, onun eleştiri ateşinden geçmesi hepimize yarar getirir.
Bak Sen Şu İşe Zeynel Can dergimize ve dergimizin yönetimine yakıştırdığı güç ve hevesi şöyle dile getirmiş: “Ellerindeki dergiden aldıkları güçle kendilerini ‘aslan terbiyecisi’ yerine koyarak ‘istediğini istediği gibi hizaya getirme’ hevesleri hiç eksik olmadı bu arkadaşların.” Bunu, “yüz binlerce üyesi, binlerce kadrosu” ve yüzü aşkın şubesi olan bir örgütün yöneticilerinden biri söyleyince çok şaşırtıcı oluyor. Madem dergi bir güç kaynağı, neden bir dergi çıkartmıyor bu örgütler? Belki Zeynel Can duymamıştır. Bir kez daha anlatalım: Serçeşme çıkmadan önce, bugün kin ve husumet duyduğumuzu söylediğiniz demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin adı geçen yöneticilerine, örgütlerin öncülüğü ve girişimiyle çıkacak bir dergiye ne kadar çok gereksinim duyulduğunu biz anlatmıştık. Onlar bunu uygun görmedikleri için dergi çıkartmak için biz kolları sıvamıştık. Serçeşme’yi 2004 yılı Ağustos ayı başında çıkartmaya hazırlanırken, deneme sayısını fikirlerini almak için kendilerine göndermiştik. Bizim dergi konusundaki boşluğu doldurmaya kararlı olduğumuz anlaşılınca, aniden bir dergi furyası olmuştu. Örgütler birden yıllardır çıkamaz durumda olan dergilerini canlandırmaya karar verdi. O ay, Serçeşme ile birlikte birkaç dergi daha yeniden yayın hayatına dönüverdi. O dergilere bakınca, aynı yöneticilere, “Siz bu dergileri üç sayı bile çıkaramazsınız” demiştik ve eklemiştik, “çünkü siz dikensiz gül bahçesi istiyorsunuz, öyle ne kokar-ne bulaşır bir derginin kimseye faydası yoktur!” Yola gereken dergi, “Yayın yönetiminde bağımsızlığı olan, yani örgüt yöneticilerinin keyfine göre davranmaya zorlanamayacak bir kuruluş yapısı ve buna uygun yetkinlikte yöneticileri olan bir dergidir.” demiştik. Böyle bir derginin Alevi-Bektaşi hareketinin çeşitliliğini yansıtması, her düşünceye saygı göstermesi gerektiğini belirtmiştik. Derginin, “örgütsel” bir Alevilik-Bektaşilik anlayışını, görüşünü dayatmaya çabalamaması gerektiğini belirtmiştik. Bunun yerine yazarı belli yazılarla yürütülen fikir tartışma-
larına ve eleştiriye ağırlık vermesi gerektiğini söylemiştik. Yola bugün ancak böyle bir derginin hizmet edebileceğini ve ancak böyle bir derginin yaşamını sürdürebileceğini belirtmiştik. Ayrıca, demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin zaten sınırlı olan kaynaklarını dağıtmanın Yol’a bir yararı olmayacağını, tam tersine, geniş kesimleri kapsayan ve güçlü bir yayın gerektiğini belirtmiştik. Sözde değil özde böyle düşündüğümüz için üzerimize düşeni yapmaya hazır olduğumuzu da belirtmiştik: “Yayın ilkelerini çiğnemeden dergiyi sürdürmeniz koşulu ile Serçeşme’nin tüm haklarını 1 YTL karşılığı devrederiz; bu 1 YTL’yi de örgüte bağış olarak veririz!” demiştik. Bu öneri kabul edilirse, bugüne kadar yaptığımız gönüllü hizmeti hiç azaltmadan, aynen vermeye devam edeceğimizi de eklemiştik. Yanıt, açık söylenmese de hayır oldu! Biz doğru bildiğimiz ilkeleri hayata geçirerek Serçeşme’yi günümüze kadar taşıdık. Şimdi Zeynel Can “dergiden aldıkları güçle” diye konuşuyor. Bak sen şu işe! Ellerindeki örgütsel güçle, nice yönetimleri ve dik başlı gördükleri canları dilediği gibi hizaya getirmiş olanlar, bunu yaparken örgüt içi demokrasiyi iğdiş edenler, bunları bildiği, gördüğü halde sesini çıkarmayanlar, şimdi bu uygulama ve yaklaşımlarını eleştirenlere dönüp, “insanları hizaya getirme hevesleri hiç eksik olmadı” diyor. Bak sen şu işe!
Eleştiriden Kim Korkar Bu canlar o gün bizi dinlememişlerdi, ama hayat bizi doğruladı. Ne o örgüt dergileri yaşadı, ne de bu örgütler fikirlerin gücünden yararlanmak için başka mekanizmalar kurabildi. Daha da kötüsü gün geçtikçe farklı fikirlerden ve eleştiriden korkar, kaçar hale geldiler. Bugün yaşadıkları örgütsel sıkıntıların ardında yatan da bu zaaflarıdır. Eleştirilerin, kendi kişiliklerine değil, örgütte tuttukları yer nedeniyle kendi somut davranışlarına yöneldiğini görmek istemiyorlar. Eleştirinin, demokratik bir denetim aracı olduğunu görmezden gelenler, “örgütlerin iç işine karışmayın” diye sızlanıyorlar. Demokratik denetimden kaçanlar, “dediğim dedik, çaldığım düdük” tavrıyla, keyfi ve çıkarcı davranış batağına saplanmaktan kaçamaz. Örgütlerimizin yakın tarihi, dergimizde yayımlanan eleştirilerin haklı olduğunu tüm gören gözlere gösteriyor. Ama görmek istemeyene, göstermek olanaksızdır. Zeynel Can da şöyle yazmış: “… eleştirilerinize gelince. Bu konuda söylediklerinizin hiçbir önemi yok. Söyledikleriniz içinde doğru kabul edebileceğim ‘eleştirilerinizin’ dahi önemi yok. … söylenen kadar bu söylenenlerin kimin tarafından söylendiği bizim için bir o kadar önemlidir.” Eleştiriden kaçmanın bundan güzel yolu olur mu? Biz arkadaşlara parmağımızla Ay’ı işaret edip “Ay’a bak!” diye sesleniyoruz. Onlar ise Ay’a değil, parmağa bakmakta ısrar ediyor. Ne yapalım? Umut edelim ki bir gün haklı eleştirilerimizi kendilerinin uygun gördükleri bir arkadaşları da onlara söyler.
Sayı 33
SERÇEÞME
Cevap Hakkı Dergimizin yayın ilkelerinden biri, basın ahlakının temel ilkesi olan yayımlanan görüş ve eleştirileri yanıtlama, karşı görüş belirtme hakkıdır. Serçeşme’nin eleştirilerden rahatsız olan örgüt yöneticilerine ısrarla bu haklarını kullanmalarını önerdiğini belli ki Zeynel Can da biliyor. Ne var ki kendilerine yönelen eleştirilere bir satır bile yazılı yanıt veremeyenlerin arkasına sığınmaya çalıştığı, “horoz döğüşü” yapmayız ya da “derginizde yayınlanan eleştirilere yanıt verirsek tirajınız artar” gibi gerekçeleri aklına uygun buluyor. Örgüt çalışması adına kapalı kapılar arkasında iş çevirmeye alışanlar, fikir tartışmasında ve eleştiride açıklığı savunanları böyle susturacağını ve eleştirileri böyle savuşturacağını sanıyor. Ama bu umarsız bir tutumdur. Daha kötüsü, Zeynel Can dergimizin açıklığı savunan tutumunu karalamak için eleştirilere yazılı yanıt verilmesi isteğimizi “kurnazlığın tuzağı” olarak niteliyor. Diyor ki, biz sizin baskı sayınızı arttırma kurnazlığınızın tuzağına düşmedik. Bu nedenle “Ekmek peşinde olanlar ekmeklerine yağ sürülmeyince düşman kesildiler.” diye yazıyor Aynı havayı genel başkanların emirnamesi de çalıyor, ama bunlar iyi saz dinlemeye alışmış kulaklara boş tıngırtı gibi geliyor. Dergimizin dağıtımını daha yeni yasakladınız. Ondan önce şubeleriniz dergimizi dağıtıyordu, yani “ekmeğimize yağ sürmeye” devam ediyordunuz. Madem bizim derdimiz “yağlı ekmekti”, size niye birden “düşman” olduk dersiniz acaba? Kendi söylediğinizi duyuyor musunuz? Söylediklerinizde bir mantık hatası görmüyor musunuz? Kimlerin “yağlı ekmek” peşinde olduğunu, demokratik Alevi-Bektaşi hareketinde herkes gördü. Örgütlerin sırtına basıp milletvekilli olma sevdası peşinden koşanların, Pir adına düzenlenen etkinliği siyasete pazarlayanların lügatinde “gönüllülük” sözcüğü var mı, bilmiyorum? Ama Serçeşme gönüllülerin emeği, katkısı ve yüreği ile çıkıyor ve yaşatılıyor. Ne Esat Korkmaz ne de Ahmet Koçak Serçeşme dergisinden para kazanmamışlardır. Böyle bir beklentileri de yoktur.
Kişisel Saldırı Bu ana konuların dışında Zeynel Can’ın yazısının çoğu, benim fikirlerimden çok kişiliğime yönelik saldırılardan oluşuyor. Bunların tümüne yanıt vermek gibi bir niyetim yok. Lakin birkaç şey söylemeden geçemeyeceğim. Zeynel Can benim düşünce fakiri olduğumu, eklektik ve ukalaca ulemalık tasladığımı, uyanık tezgâhtar kurnazlığı ve bezirgânlık yaptığımı, haddimi bilmediğimi ve nefesimin yetmeyeceği derinliklere daldığımı tespit etmiş. Ayrıca yüreğimi sağır ve vicdanımı kör bulmuş. Zeynel Can’ın yazısında kişiliğime yönelik bu saldırılarının hiçbiri somut bir olay ya da yazımda geçen bir sözle ilişkilendirilmiş ve gerekçelendirilmiş değil. Belki Zeynel Can’ın vurgulamaya pek özen gösterdiği “örgütsel bir yapı içinde işleyiş” açısından bu karalama sözlerinin bir anlamı vardır. Ama Serçeşme’nin Yol’unda böyle kem sözleri ulu orta etmenin edep-erkân dışı davranışlar sayıldığını her halde o da duymuştur. Genel Başkanlar tüm şubelere gönderdikleri emirnameyle Serçeşme’yi yasaklarken, gerekçe olarak “istenilen düzeyde bir bilgi akışına imza atamayan” bir dergi olduğunu, “sayfalarını doldurmak için bazı yayın ilkelerinden
Eylül 2007
ve ahlaki yayın anlayışından uzaklaştığını” söylüyorlar. Onların bu suçlamaları da Zeynel Can’ın suçlamaları gibi somut söz ve eleştirilerle ilişkilendirilmezse edep-erkân dışı kem sözler olarak kalmaya mahkûmdur. Ben ise Yol’un taliplerinin kem sözlerden feyz alacağına, düşünce zenginliğine kavuşacağına, “insan-ı kâmile” doğru ilerleyeceğine inanmıyorum. Kem söz, kötü niyet, gizli düşünce varsa ona lanet!
İftira Becerisi Zeynel Can, genel sözlerinin ardında benim yazımda eleştirdiğim Abdal Musa Etkinlikleri’nde yaşanan olayı da ele alıyor. O konuda da, benim yazımda kendisine “iftira” attığım savını ileri sürüyor. Ancak laf kalabalığı yapıyor, yazdıklarımda neyin iftira olduğunu söylemiyor. Ama baştan kabul ederim ki, iftira konusunda yöneticileri kadar maharetli değilim. O mahareti ABF kongresinde gördük. Anlaşılan çabuk unutmuşsunuz. Size ve okuyucularımıza iftira konusundaki yetkinliği bir kez daha hatırlatalım: Yöneticileriniz bir kongreyi kazanmak için yıllardır birlikte çalıştıkları ve derneğinizin genel başkanlığını yapmış bir canı ve yine ABF’de yöneticilik yapmış bazı canları “derin devletin adamları” diye karaladı. Bugüne kadar bu konuda bir özür de dilenmedi. Üzerini örteriz, unutturup gideriz sanmayın. Dergi bu işler için var. Alevilere-Bektaşilere Serçeşme, iftira gibi yol düşkünü bir davranışı gösteren yöneticileri olduğunu unutturmamak için lazım. Sayın Can, Antalya’daki örgütün özelinde yaşanmış bir ihraç olayını ve ardından iki örgütün ortaya çıktığını anlatmış. Genel Merkez’in bu konuda aldığı kesin ihraç kararının doğruluğuna inanarak arkasında durduğunu belirtmiş. İhraç edilen kişilerin kurduğu derneğin başkanının Serçeşme’nin temsilcisi olduğunu belirtmiş. Kendisine ben de bir hatırlatma yapayım, adalet âdil gerektir. Alevi-Bektaşi adaletinin yeri ve verilmiş bir cezanın nasıl kaldırılacağının yöntemi bellidir. Bunun yeri meydandır, yaptırımı canların vicdanıdır. Bu canlar için örgütünüzün neden ihraç kararı aldığını, Genel Merkez’inizin bu kararı nasıl kesin ihraç kararı haline getirdiğini gerekçeleriyle birlikte açıklarsanız, Alevi-Bektaşi kamuoyu aydınlanır. O zaman taraf olanlar görüşlerini açıkça söyler. Bu kararın alınmasında bir başka iftira yatıyorsa, o da konuşulur. Yaptırımı neyse, o kararı alanlar da ona katlanır. İftira konusunu kapatmadan önce bir noktaya daha değineyim. Zeynel Can, benim ile birlikte ihraç edilmiş canların, Abdal Musa Etkinlikleri’nde “çirkin bir tertip” düzenlediğini öne sürüyor. Bu tertibi boşa çıkartmak için nasıl zecri tedbirler aldığını da anlatıyor. Sözlerini aba altından örgütsel sopa göstererek güçlendiriyor: “Bir dahaki sefere bu kadar sabırlı ve anlayışlı davranmayacağız!” Bu tavrını Alevi-Bektaşi Yol’unun edep-erkânına nasıl yakıştırdığını kendisine sormak lazım! Ben yazımda, tüm canların gözü önünde yaşanan olaylarla ilgili olarak izlenimlerimi, düşüncelerimi ve eleştirilerimi aktardım. Sayın Can, şimdi aynı olayları siz de kendi gördüğünüz gibi yazdınız. Benim bir konuda içim rahat: Beni bilen, benim yazdığımın doğru olduğuna inanır. Varsa sizin yazdıklarınıza bir inanan, o da size inansın!
Ağacın Kurdu Kendindendir Son bir noktaya daha değineceğim. Alevi toplumunun etiyle tırnağıyla kurduğu demokratik örgütlerin, yöneticilerimizin elinde ne hale geldiği konusunda benimle benzer düşünen başkalarının da olduğunu biliyorum. Örneğin gazeteci Musa Ağacık’ın Hubyar internet sitesinde <www.hubyar.org> yayımlanan yazısını okumanızı tavsiye ederim. Aşağıya bir bölümünü alıyorum: “Sorarım size Sayın Aleviler-Bektaşiler! Bugün herhangi bir dernekte, vakıfta, federasyonda dünü özümsemiş, bugünü anlayan, yarına ışık tutan bir yönetici var mı? Nitelikli eğitim-öğretim faaliyetiyle örnek olan, Alevi- Bektaşi öğretisini araştıran, gençliği seferber eden bir çalışmaya rastladınız mı? (…) Dernek, Vakıf ve Federasyonların yöneticileri, ivedilikle kişisel sürtüşmelerini ve koltuk kapma yarışlarından sıyrılıp her geçen gün daha fazla insanımızın asimilasyonla yüz yüze olduğunu kavramalı ve de uyanmalıdırlar. Sözün özü, sorun dışımızda değil içimizde, örgüt yapılarımızın çapsızlığından, halkımızın meraksızlığından, cehaletinden, vurdumduymazlığından kaynaklanıyor”. Ağacık’ın bu tespitlerine benzer eleştirileri dergimizin sayfalarında da okumuşsunuzdur. Bu eleştiriler, örgütlerimizin yanlışa sürülmemesi, doğru yönde yürümesi için yapılmış dost uyarılardır. Yöneticileri eleştiren bu görüşleri dile getirmek, örgüt düşmanlığı, örgüt içişlerine karışmak değildir. Bireysel sürtüşmeler Yol’a ve örgütlere zarar vermekten öteye gitmez. Dergiyi bu tür tartışmalara boğmak da istemiyoruz. Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün kişisel çıkarlara alet edilmeden yaşamasının gerekliliğine can-ı gönülden inanıyoruz. Eğer siz de inannıyorsanız eleştirilere açık olmalısınız. Biz de aynen sizin gibi “Ulu Çınarın içinin boşaltılarak çürümesine izin vermeyeceğiz. Kurtlar ayıklanacak” diye düşünüyoruz. Yalnız kurtların kim olduğu konusunda görüşlerimiz birbirine zıt. Sözlerimi geleneğin üstatlarından Gaybi’ye bırakıyor, cümle canlara aşk-ı muhabbetlerimi sunuyorum.
GAYBİ
Hak Denilen Özündür Tac ma’rifet tacıdır sanma gayri tac ola Taklid ile tok olan hakikatte aç ola Düşe düşüp aldanma kendin hayrete salma Senden özge ne vardır ta’bire muhtaç ola Sana âlem görünen hakikatte Allah’tır Allah birdir va’llahi sanma ki birkaç ola Bir ağaçtır bu âlem, meyvesi olmuş âdem Meyvedir maksud olan sanma ki ağaç ola Bu âdem meyvesinin çekirdeği sözündür Sözsüz bu âdem âlem bir anda tarac ola Bu sözlerin me’ali kişi kendin bilmektir Kendi kendin bilene hakikat Mi’rac ola Hak denilen özündür özündeki sözündür Gaybi özün bilene rububiyet tac ola. Tarac: Yağma, talan Rububiyet: Efendilik, rabblık
13
SERÇEÞME
YAZARIN ALEV YAYINLARI’NDAN YAYINLANMIŞ MARKS GERÇEKTE NE DEDİ ADLI KİTABINDAN BİR BÖLÜMÜ SUNUYORUZ
İnsan Olmaya Geldik - Bölüm III Yusuf Zamir
T
ARİHİ yapan insan faaliyetidir. İnsan faaliyeti, her aşamada edindiği nitelikleri yansıtan toplumsal biçimlerde kendisini örgütler. Tarihsel–toplumsal gelişmenin sonsuzluğu, sonsuz sayıdaki faaliyet biçimlerinin birbirlerine aritmetik olarak eklenmesi demek değildir. Gelişmenin sonsuzluğu, ortaya çıkan her yeni faaliyet biçiminin kendisinden daha yüksek gelişmenin önkoşullarını kendi içinde yaratmasıyla, hareketin süreklilik arzetmesi demektir. Böylece tarihsel gelişme, basitten karmaşığa, aşağıdan yukarıya doğru eğilim gösteren, sonsuz bir hareket olarak görünür.
İnkârdan İnkârın İnkârına Tarihin hareketi, insana yabancılaşmış faaliyetteki niceliksel değişikliklerin niteliksel değişikliklere dönüştüğü, insana yabancılaşmış faaliyetteki zıtlıkların birbirleriyle mücadele ettiği bir diyalektik inkâr zinciri olarak belirir. İnsan faaliyeti, ulaştığı her aşamada, önceki faaliyet aşamasını inkâr eder. Her yeni inkâr halkası, önceki inkâr halkasını hem inkâr eder hem de ondaki maddi içeriği alıp yeniden biçimlendirerek kendi içinde muhafaza eder. Tarihsel–toplumsal gelişme hareketi doğrusal değil, spiraldir. Önceki inkâr aşamasının inkârıyla varılan gelişme aşaması, spiralin aşağısındaki aşamanın dikeyinde yer alır. İnkârın inkârı uğrağında, gelişmenin öncesindeki bazı unsurlar, ama bu kez bambaşka bir biçimde yeniden belirir. Spiral gelişme deyimi bunu anlatır. Tarihsel hareketin yüzeysel yorumu, tarihi, ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum diye peşpeşe gelen sosyo–ekonomik yapılar dizisi olarak takdim eder. Bu şema, insan faaliyetinin tarih boyunca aldığı toplumsal biçimlerden hareket ederek tarihi açıklamaya çalışır. Yüzeysel yorum, tarihi, tarihin şafağındaki insan faaliyetini bugünkü insan faaliyetine bağlayan iç bütünlüklü bir hareket olarak kavramaz. Yüzeysel–şematik yorum, tarihi, inkâr içinde inkârın inkârı mücadelesini veren insan faaliyeti olarak görmez. Yüzeysel yorumun kompartımanlar dizisi, insan faaliyetinin iç–bütünsel gelişme hattını tutarlılıkla yansıtsa idi, kapitalizmin feodal ilişkilerden doğmuş olması gerekirdi. Ücretli emek–sermaye ilişkisinin feodal toplumun bağrında doğmuş olması, serf–feodal bey ilişkisinden doğduğu anlamına gelmez. Ücretli emek–sermaye ilişkisi, feodal ilişkilerden değil, fakat feodal toplumun bağrında kendi evrimini sürdüren özel mülkiyet, mübadele, meta, değer, para ilişkilerinden yükselmiştir. Özel mülkiyet, mübadele, meta, değer, para gibi insana aykırı toplumsal ilişkiler, yabancılaşmış emeğin tezahür biçimleridir. İnsana yabancılaşmış emek, insan–doğa alışverişinin sapkınlaşmış hali demektir. Yabancılaşmış emek, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birbirinden kopageldiği tarihsel kırılma hattı boyunca ortaya çıkmıştır. İnsan– doğa alışverişinin sapkınlaşması, insan–insan ilişkilerini de sapkınlaştırmış ve insana aykırı toplumsal ilişkileri yaratmıştır.
14
“İnsan ancak tarihsel süreç içinde birey haline gelir. İnsan, başlangıçta bir canlı türü varlığı, bir klan varlığı, bir sürü hayvanıdır. Kesinlikle politik anlamıyla bir ‘zoon politikon’ değildir. Mübadele, bireyselleşme sürecinin başlıca araçlarından biridir. Mübadele sürü düzenini gereksiz kılar ve çökertir.” İnsan faaliyetinin tarihsel hareketini anlamak için, insan faaliyetinin bütün geçmişini bugünün gerçekliğinde yeniden üreten ilişkiyi bulmak gerekir. Ücretli emek–sermaye ilişkisi, ilkel komünal toplulukların çözülüşünden bu yana gelişegelen inkâr hattının günümüzdeki tezahürüdür. İnkâr hattı, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birliğinin inkâr edilegeldiği tarihsel kırılma hattıdır. Yabancılaşmış emek, inkâr hattı boyunca evrimleşerek, en gelişkin tezahürüne ücretli emek–sermaye ilişkisinde ulaşmıştır. Ücretli emek–sermaye ilişkisi, yabancılaşmış emeğin dününü bugünde temsil etmektedir. İnkâr ilerledikçe, yabancılaşmış emeğin toplumsal tezahür biçimleri de, birbirleriyle karşılıklı etkileşim içinde kendi iç evrimlerini geçirmeye koyuldular. Yabancılaşmış emeğin tezahür biçimleri bir yandan olgunlaşırken, bir yandan da eski biçimlerden yeni yeni biçimler doğmaya başladı. En sonunda yabancılaşmış emeğin en gelişkin toplumsal biçimi olan ücretli emek–sermaye ilişkisi ortaya çıktı. Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının başlangıçtaki birliğinin inkârı, emeğin üretici güçlerinin yetersizliğinden doğmuştur. O halde inkârın inkârı, üretici güçlerin insanı doğa güçlerinin tahakkümünden kurtaracak kadar gelişmesi temelinde mümkün olabilir. Ücretli emek–sermaye ilişkisinin tarihsel mazereti, emeğin üretici güçlerini, tek yönlü de olsa, insana aykırı biçimler altında da olsa geliştirmesidir. Bu gelişme, inkârın inkârının maddi koşullarını döşemektedir: “Emeğin, üretici faaliyetin, kendi koşullarına (emeğin maddi koşullarına – YZ) ve kendi ürünlerine karşı yabancılaşmasının ücretli emek–sermaye ilişkisinde görünen bu en uç biçiminin zorunlu bir geçiş aşaması olduğunu daha ilerde göreceğiz. Bu en uç yabancılaşma biçiminin, hâlâ tersine dönük ve başaşağı bir biçimde de olsa, üretimi sınırlayıcı bütün önvarsayımları aşma potansiyelini kendi içinde taşıdığını göreceğiz. Dahası, bu en uç yabancılaşma biçiminin, üretimin koşulsuzluk önvarsayımlarını, bireyin üretici güçlerinin evrensel gelişimi
için gereken bütün maddi koşulları yarattığını ve ürettiğini göreceğiz.” 1 Ücretli emek – sermaye ilişkisi, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının yeniden birleşmesini sağlayacak toplumsal devrimlerin maddi koşullarını döşeyen tarihsel bir zorunluluk olarak anlaşılmalıdır: “Üretimin koşulları ile işçinin başlangıçtaki birliğinin (emekçinin kendisinin üretimin nesnel koşullarına ait olduğu köleciliği ayırıyoruz) başlıca iki biçimi vardır: Asyatik komünal sistem (ilkel komünizm) ve aileye dayalı (ve ev endüstrisiyle bağlantılı) küçük çaplı tarım. Her ikisi de embriyonik biçimlerdir. Her ikisi de emeği toplumsal emek olarak geliştirmeye ve toplumsal emeğin üretici güçlerinin geliştirmeye elverişli değildir. Bundan ötürü, bir ayrılık, bir kopuş, emek ile mülkiyet antitezi zorunluluktur (mülkiyetten üretimin koşullarındaki mülkiyet anlaşılmalıdır). “Bu kopuşun en uç biçimi ve aynı zamanda toplumsal emeğin üretici güçlerinin en kuvvetli geliştiği biçim, sermayedir. Başlangıçtaki birlik, ancak sermayenin yarattığı maddi temel üstünde ve bu yaratım süreci içinde işçi sınıfının ve bütün toplumun geçireceği devrimler aracılığıyla yeniden kurulabilir.” 2 Doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birlik–ayrılık–yeniden birlik spirali üstünde hareket etmekte olduğu soyutlamasıyla günümüze bakınca, kapitalizmin kendisinin komünizme (sosyalizme) geçişten ibaret olduğu görülür: “Ricardo’cu okul, kapitalist ile ücretli emekçi ilişkisini... doğal bir yasa olarak görür. Daha sonraki iktisatçılar bir adım daha atarak, Jones gibileri, bu ilişkinin yalnızca tarihsel mazeretini teslim ettiler. Fakat, burjuva üretim tarzının ve ona tekabül eden üretim ve dağıtım koşullarının tarihsel olduğunu kabul ettiğiniz anda, onları üretimin doğal yasaları gibi görme hayali de tuzla buz olur ve yeni bir toplumun, yeni bir ekonomik sosyal formasyonun manzarası gözler önüne serilir. Kapitalizm bu yeni topluma geçişten ibarettir.” 3 Ücretli emek–sermaye ilişkisi, özel mülkiyet, mübadele, meta, mübadele değeri, para gibi yabancılaşmış emeğin katılaşmış tezahürlerinden evrimleşmiştir. O halde, kapitalizmin komünizme geçiş olduğu önermesi, yabancılaşmış emeğin “özgür yaratıcı faaliyet”e geçiş olduğu önermesiyle aynı anlama gelir. Tarih, en yüksek soyutlama düzeyinde, başlangıç birliği–ayrılık (inkâr, yabancılaşmış emek) –yeniden birlik (inkârın inkârı, özgür yaratıcı faaliyet) spirali üstüne oturduğuna göre, tarihin akışı içinde komünist (sosyalist) toplumun başlayacağı moment, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının yeniden birliğinin sağlanacağı, yani yabancılaşmış emeğin ortadan kaldırılıp, yerine özgür yaratıcı faaliyetin geleceği momenttir.
Sayı 33
SERÇEÞME
www.marxists.org sitesinden alınmıştır.
İnsan faaliyetinin şimdiye kadarki tarihi aslında insanın insanlaşma yolundaki mücadele tarihidir. Bu açıdan bakınca, insanın insanlaşma yolundaki tarihsel menzilleri klan varlığı–kişisel bağımlılık–birey (yalıtık birey)–özgür birey (toplumsal birey) olarak görülür.
Klan Varlığı – Kişisel Bağımlılık İnsan, tarihin şafağında birey olarak zuhur etmemiştir. İnsan, tarihsel bir süreç boyunca gelişegelen kendi faaliyetinin bir sonucu olarak birey haline gelmiştir. İnsanları ait oldukları ilkel komünlerden, kapalı cemaatlerden çözerek bireyselleşme sürecine sokan mübadele ilişkisidir. İlkel komünal topluluklarda emeğin üretici güçleri son derece yetersiz olduğu için insanın doğayla alışverişi dar bir çerçevede cereyan ediyordu. Topluluk bütün faaliyetlerini komün halinde sürdürüyordu. Ne üretiliyorsa daha baştan ortak emekle üretiliyor, onun için de ortaklaşa tüketiliyordu. Herkes bütünün içinde erimiş haldeydi. İhtiyaçlar genellikle doğada hazır bulunanları toplayarak ya da avlayarak karşılanıyordu. İhtiyaçlar doğanın doğrudan sunduklarının ötesini zorlayacak, yani doğayı dönüştürmeyi zorlayacak kadar gelişmemişti. Dolayısıyla insanın insan olma nitelikleri, insanın doğadan farklılaşması belli belirsizdi. İnsanlar kendilerini doğanın basit bir uzantısı olarak algılıyorlardı. Bu nedenle, “insan, başlangıçta bir canlı türü varlığı, bir klan varlığı, bir sürü hayvanı” idi: “İnsan ancak tarihsel süreç içinde birey haline gelir. İnsan, başlangıçta bir canlı türü varlığı, bir klan varlığı, bir sürü hayvanıdır. Kesinlikle politik anlamıyla bir ‘zoon politikon’(*) değildir. Mübadele, bireyselleşme sürecinin başlıca araçlarından biridir. Mübadele sürü düzenini gereksiz kılar ve çökertir.” 4 Tarihin asıl gelişme hattı, inkârdan inkârın inkârına hattıdır. Mülkiyet, mübadele, meta, değer, para ilişkileri, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının birbirinden ayrılageldiği tarihsel hat boyunca ortaya çıkmıştır. İnsanlar arası kişisel bağımlılık ilişkileri, yani kölelik, serflik ilişkileri ise, doğrudan üreticiler ile üretimin maddi koşullarının ayrılığını değil, fakat ait olduğu tarihsel koşullara özgü birliğini ifade eder. “Kölelik ve serflik ilişkilerinde böyle bir ayrılma (doğrudan üreticinin üretimin maddi koşullarından ayrılması – YZ) sözkonusu değildir. Sadece toplumun bir kesimi, öteki kesimine kendi yeniden üretiminin salt inorganik ve doğal bir koşulu olarak muamele eder. Kölenin kendi emeğinin nesnel koşullarıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Emek, ister köle ister serf biçiminde olsun, üretimin inorganik bir koşulu olarak, toprağın bir eklentisi kabilinden çift öküzleri gibi öteki doğal varlıklarla bir tutulur.” 5 İnsanlar arası kişisel bağımlılık ilişkilerinde, yani köleci ve feodal ilişkilerde, doğrudan üretici üretimin maddi koşullarının bir unsuru olarak varlık bulur. Yani doğrudan üretici ile üretimin maddi koşulları, mübadele ilişkisinin zorlamasıyla henüz birbirinden ayrılmış değildir. Üretimin canlı ve cansız bütün unsurları bir bütün olarak egemenlerin mülküdür. Mübadele ilişkisinin kapalı toplulukları çözme süreci, uzun bir tarihsel dönem boyunca hüküm süren kişisel bağımlılık ilişkilerince
Eylül 2007
baskılanmıştır. Mübadele, meta, değer, para ilişkilerinin gelişme süreci, binlerce yıl boyunca kişisel bağımlılık ilişkilerine göre ikincil bir yer tutmuştur: “Eski Asyatik ve öteki eski çağ üretim tarzlarında, ürünlerin metalara dönüşmesi ve bundan ötürü de insanların meta üreticilerine dönüşmesi ikincil bir yer tutar. Ne var ki, bu ilkel topluluklar dağılmaya yüz tuttukça bu yerin önemi artar. Gerçek tüccar kavimler, Epiküros’un tanrılarının gezegenler arasında ya da Yahudilerin Polonya toplumunun gözeneklerinde yaşaması gibi, eski dünyanın ancak çatlaklarında yaşarlardı.” 6 Ancak, tarihin asıl gelişme hattı açısından bakıldığında, ikincil olan mübadele, meta, değer, para ilişkileri değil, fakat kölelik, serflik ilişkileridir: “Kölelik, serflik gibi ilişkiler (bu sadece Avrupa bakış açısındandır, örneğin Doğu’daki genel kölelik için geçerli değildir) her ne kadar topluluğa ve topluluk içindeki emeğe dayalı mülkiyetin zorunlu ve mantıksal bir sonucu ise de, daima ikincildir, türevdir, asla orijinal değildir.” 7 Köle–köle sahibi ya da serf–toprak sahibi ağırlıklı toplumlar, üretici güçlerin az gelişmişliği temelinde, kişiler arasındaki boyun eğme– boyun eğdirme ilişkileri üzerine kuruludur. İnsanın insan üzerinde çıplak tahakkümü vardır. Bu toplumlardaki tahakküm ilişkileri insanlar arasındaki doğrudan toplumsal ilişkiler olarak belirir. İlişkilerin doğrudanlığından ötürü, bu toplumları çözümlemek son derece kolaydır: “Bu eski toplumsal üretim organizmaları, burjuva toplumuyla karşılaştırıldığında, son derece basit ve saydamdı. Ama bunlar, ya ilkel kabile topluluğuyla göbek bağını henüz kesip atamamış olan insanın birey olarak olgunlaşmamışlığı üzerine kuruludur ya da düpedüz boyun eğdirme ilişkileri üzerine kurulur. Bu eski toplumsal üretim organizmaları, ancak, emeğin üretici gücünün düşük bir gelişme düzeyini aşamadığı, bu nedenle de, maddi yaşam alanında insan ile insan ve insan ile doğa arasındaki toplumsal ilişkilerin karşılıklı olarak dar olduğu zamanlarda ortaya çıkıp yaşayabilir.” 8 İnsanın doğa güçleri karşısındaki yetersizliği, üretimin nesnel koşullarının “yabancı bir kudret olarak insanlar üzerindeki tahakkümünü” doğurur. Doğanın yabancı bir kudret olarak insanlar üzerinde tahakküm kurmasından
ötürü, hem feodal toprak sahibi hem de tarım emekçisi toprağa yapışık olarak vücut bulur. Toprağın tahakkümü altında biçimlenen serf– feodal bey ilişkisi, nesiller boyunca oluşagelen örfe, gelenek ve göreneklere dayalı bir toplumsal–siyasal yapılanma yaratır. Serf–feodal bey ilişkisi bu anlamda siyasal bir ilişkidir: “Feodal toprak sahipliğinde, toprağın yabancı bir kudret olarak insanlar üzerindeki tahakkümünü buluruz. Serf toprağa bağlıdır. Aynı şekilde, beyliğin mirasçısı büyük oğul da toprağa aittir. Toprak onu miras olarak alır... Beyin topraklarında çalışanlar, ... bir yanlarıyla serf olarak onun mülküdürler, öte yanlarıyla da hürmet, tabiyet ve yükümlülük bağlarıyla ona bağlıdırlar. Demek ki, beyin serfler ile ilişkisi doğrudan doğruya siyasaldır, hatta insan, duygusal yanı da vardır.” 9 (Devamını gelecek sayımızda okuyabilirsiniz.) NOTLAR: 1
2
3
4
5
6
7
8
9
(*)
K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 – Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 515. K. Marks, Artı–Değer Teorileri, (İng.), c. 3, s. 422. K. Marks, Artı–Değer Teorileri, (İng.), c. 3, s. 429. K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 – Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 496. K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 – Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 489. K. Marks, “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”, Kapital, 1867, (İng.), c. 1, s. 83. K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 – Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 495–496. K. Marks, “Metaların Fetişizmi ve Bunun Sırrı”, Kapital, 1867, (İng.), c. 1, s. 83–84. K. Marks, 1844, Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, (İng.), Progress Publishers, s. 61. Politik hayvan, yani şehre ait hayvan. Aristo, ileri sürdüğü bu deyimle, insanın kendi doğal mükemmelliğine ancak şehir yaşamı içinde ulaşabileceğini anlatır. Yunanca’da polis şehir, politik de şehre ait anlamına gelir. Politik’in Latince karşılığı civic’tir. Civic toplum, yani sivil toplum şehir toplumu demektir. Şehre burg da denir. Burg tarzı toplum, yani burjuva toplum da şehir toplumu anlamınadır. Bu çalışmada kullandığımız sivil toplum ya da burjuva toplumu terimleriyle, ücretli emek-sermaye ilişkisi içindeki yalıtık bireylerin sapkın faaliyetinden oluşan toplumu kastediyoruz. - YZ
15
SERÇEÞME
“HAMDULLAH ÇELEBİ’NIN SAVUNMASI” KİTABINDAN BİR BÖLÜM: 1826 YILINDA KIRŞEHİR ŞERİAT MAHKEMESİNDE YARGILANAN
Hamdullah Çelebi’nin Savunması - Bölüm I Yayına Hazırlayanlar: İsmail Özmen - Yunus Koçak Kırşehir Kadısı Baş Kadıdır, muavini Niğde Kadısı vardır. Kırşehir Müftüsü ve Müftü muavini de mahkeme müşaviri olduğu beş kişilik heyetle mahkeme başlamıştır. Hamdullah Efendi her günün sonunda mutlaka idam edileceğine inanarak, her gün öleceğini düşünerek, korkusuzca, darağacının dibinde son sözünü söyler gibi cevap vermiştir. Hacı Bektaş Dergâhı’ndan sekiz kişi idam edilmek için mahkemeye getirilmiştir. İfadeleri alınırken yalnız Hamdullah Efendi’nin elleri çözülür; diğerlerinin çözülmeden ayakta Çelebi’nin arkasında dikilerek dururlar. Mahkeme Kadısıyla postta oturan vazifeli beş kişilik Mahkemeyi Şeriye erkânı vardır. Erkânın arkasında, ayakta bekleyen iki de cellât
vardır. Cellâtlar taberlerini omuzlarına koymuşlar, elleriyle taberlerin sapından tutmaktadırlar. Kırşehir Şeriat Mahkemesinde, Ser Kadı: Hacı Müfit Efendi, Kâtip: Mevlana İsmail Efendi; Müftü: Hacı İlmullah Halim Efendi, Müşavir Miri Alay Kaimmakam: Abdullah Hüseyin Efendi; Konya Kadısı: Aksaraylı Abdul Kayyum Efendi bulunmaktadır. Hamdullah Çelebinin kavası (atların bakıcısı) seyisleri Hacıbektaş tan Kırşehir’e gelmişler, mahkemenin neticesini beklemektedirler. Bazıları müsaade alınarak mahkeme sarayına girmişler, Çelebi’nin konuşmasından aldıkları notları yazmışlar, bazılarını da Hamdullah Efendi’nin sürgününden sonra kendisinden sorarak yazmışlardır.
10 - 20 Şaban şerif [Hicri] 1243 Tarihinde Kırşehir Kadılığında Mahkeme Tutanağı Kadı: Şeyh Efendi esamenizi iyice anlatın! Şeyh Hamdullah Çelebi: Adım Mehmet Hamdullah; annemin adı Rahime, babamın adı Seyit Şeyh Feyzullah Efendi, tevellüdüm 1183’dür. Pir-i Horasan Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli sulbü ve soyumdur. Onun şerefli vakfı mütevellisi meşihatıyım. Evladiyelik, velilik ve vakıf mütevelliliği reisliği ecri almaktayım. Halife padişah üçüncü Selim Han’dan Aliy-ül Âlâ Efendilik payesini belgeyi sultaniye almıştım. Kadı: İbrahim Selamet Efendi, sen anlat bakıyım. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, ben de Şeyh Çelebi Hamdullah’ın küçük kardeşiyim. Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin soyu sulbü olurum. Vakıftaki görevim, postnişin olan Şeyhe muavinliktir. Adım İbrahim Selamet. Babam Çelebi Şeyh Feyzullah Efendi, Anam Rahime Ana’dır. Dergâhtan mütevellilik maaşı ve evladiyelik maaşı alırım. Her türlü vergi bağışıklılığım vardır. Öşür, hayvan vergisi, arazi vergisi, ev vergisi vermemekteyim. Halife padişah Dördüncü Sultan Mustafa Han Hazretlerinden Efendilik unvanı almışım. Tevellüdüm, [H:] 1185’dir. Kadı: Memiş bin Habib, sen Esameni söyle. Cevap: Adım. Habib, Dergâhta görevli Memiş Ağa’nın oğluyum Babam ölünce görevine ben devam ettim. Anam Malhatun, tevellüdüm 1198’dir. Kadı: Koçar bin Halil İbrahim, sen esameni söyle. Cevap: Göçerlerin Hacının oğluyum. Anamın adı Hadıca. Dergâhda meydancılık görevi yaparım. Tevellüdüm 1201’dir. Kadı: Resul bin Derviş Hüseyin, sen esameni söyle. Cevap: Anamın adı Safiye Cennet, babam Dergah’ın seyisi. Ölünce o görevi bana Çelebiler verdi, ben devam etmekteyim. Çelebinin at arabacısıyım. Adım Derviş Hüseyin. Tevellüdüm 1215’dir. Kadı: Durak bin Hüseyin Balım, sen esameni söyle. Cevap: Adım Hüseyin Balım. Anamın adı Safiye. Babam Dergâhın kilerine bakardı, ölünce onun görevini Çelebi bana verdi. Tevellüdüm 1195’dir. Kadı: Derviş Yusuf sen esameni söyle. Cevap: Babamın adı Şahkulu. Adım Derviş Yusuf. Dergâhın muhasebe görevini Şeyh Çe-
16
lebi Hamdullah Efendi bana veridi, ben yapıyordum. Tevellüdüm 1187’dir. Kadı soruya Hamdullah Efendiden başlar. Soru: Şeyh Efendi anladık anlamasına, amma öyle kebir-i mühimme bir mevkiin Reisi iken niçün adamlarının Şeriat-ı Muhammedi’ye aykırı ve inkârcı küfür ve kâfirlik durumlarına mani olmadın? Ayrıca beldeyi fesada verdin, Müslüman Askeri Sekban-ı Cedid’i hazmedemedin. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, adamlarım dediğiniz Oğuz Türkmenlerimizdir, çoklukla köylerde yaşamaktadırlar. Konargöçer olanları da vardır. Onların Şeri’at-ı Muhammedi’ye inkârları ve aykırı halleri yoktur. Sen zan ve şüphe ile söylüyorsun mahkemeye Kadı Efendi. Bu zan da senin içinde küfrü günahdır. İkaz: Mahkememize hürmet ve kıyam ederek cevap ver. Soru: Neden Bektaşilerin, yeniçerilerin devletli İslam Halifemize kazan kaldırışına mani olmadınız? Sen neden bunları duyduğun halde Bektaşileri iyiliğe telkin teselli etmedin? Bir de üstüne kasabaya fesadı soktun, küfre girdin? Sen küfür ehli oldun. Bunları nasıl inkâr edeceksin? Anlat bakıyım. Cevap: Kadı Efendi Hazretleri, sen şunu bilesin, bana inanasın, ben din adamıyım. Hiçbir lahza bile kötülüğe, küfre, fesada pişiva olmam. Kebir-i İslam, Pir-i Horasan Vakfı Mürşidiyim. Bana küfür yüklemenizi, beldeye fesat soktu demenizi ben kabul etmem; Allah ve Peygamberi de kabul etmez. Bugün dünya var, yarın âhiret var, bunu bilesin. Soru: Padişahımız, devleti İslam, Halifeyi Müslüman Hazretlerine kötü zanda bulunan bir kişi küfrü delalettedir, küffardır. Katledilmesi dinimizin kutsal emridir. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, padişahlarımıza tarih boyunca bağlılığımızı bildirmişiz. Kan dökmeyen, zalim, gaddar olmayan Halifelerimizin eteğini öpmüşüz. Onların Kadılarına, Mahkemeyi Şeriatlarına hürmetimizi bildirmişiz. Suçsuz yere ahalisini katleden kanını döken kim olursa olsun, reddi mahbup ve matluptan yaddır. Soru: Şeyh Efendi ne demek istiyorsun? Ağzından baklaları çıkar. Ehli Sünnetiz Elhamdülillah. [Elyazmasından iki satır okunamadı] Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, sizler Sünni ve surette Müslümansınız. Bizler ise sirette, içten, soydan, sulbden, özden muameleten Müs-
lümanız. Ehl-i Beyt bendelerine yapılan kanlı katliamlarla, zülüm ve kötülüklerle İslam ve Müslüman olmaya hak ahlakına hiçbir devirde suret Müslümanlığı yakışmamıştır. Bu Ali Resul’e, Ehl-i Beyt’e işlenen cinayetten sonra kendilerine Müslümanlık adının yakışmadığını görerek bizzat kendileri Sünni adını koymuşlardır. İslam ve Müslüman demek olur ki, Ali Resulün mübarek ruhuna eziyet olacağından bu kadar tarafıynan kanını dökemez. Soru: Şeyh Efendi, senin dediğin Ümmeyeoğluları hükümetini geçelim. Dört hak mezhep üzere Abbasoğluları gibi ve dört hak mezhep üzere Selçuklular gibi ve Halife-i Raşiddin nasıl Şeria-ı Muhammediye’yi adaletle İslam’a yakışır adaletle götürmüşlerse bu devleti İslam, Halifeyi Müslüman içinde bulunduğumuz dini Şeriayı da dinin emirleri üzere götürmekteyiz. Şüphe eden kâfiridir. İtirazın var mı? Cevap ver. Cevap: Kadı Efendi Hazretleri, Birincisi, dört hak mezheb de hak olmaz. Hak birdir, iki de denmez, dört de denilmez. Semavi dinlere mezheb diyecekseniz Hz. Musa’nın Tevrat’ında ahkâmı vardır. Hz. Davud’un Zabur’unda ise ahkâm Tevrat’a bağlıdır Ayrıca mezhebi yoktur. Hz. İsa da İncil’in ahkâmı vardır. Kuran-ı Kerim’in de İslam ahkâmı vardır. Dört semavi kitapta üç mezhep vardır. Allah’ın vahyettiği ecdadım Hz. Muhammed’in bizlere tebliğ ettiği İslam’ın bir tek mezhebi vardır. O da İslam ve Müslüman ahkâmıdır. Hz. Peygamberin Ali’nin evladına işlenen cinayetlerle kanını döken katilleri asla Müslüman kabul edemeyiz. Suçsuz yere kan dökenler İslam olamazlar. Senin dört mezhep dediğin kişiler ne Peygamberin yüzünü görmüştür, ne meclisinde bulunmuştur, ne soyu sulbünden gelmiştir. Dinimizde bir mezhep vardır oda İslamdır. Mensubu olduğum Gürüh-u Naci toplumu olan bizler İslam umdelerini yerine kusursuz olarak getiriyoruz. Hz. Peygamberin Ali’nin evladının, Ehl-i Beyti’nin kanını döküp katil olan kişiler kendilerine İslam adını, Müslüman adını bile yakıştıramamışlar da biz Sünni’yiz demişlerdir. Efendim bu da gerçektir. Suçsuz yere ahalinin kanını dökmek İslamiyet’le ilişkisini kesmek demektir. Benim
Sayı 33
SERÇEÞME savunmam budur. Kabul etmek, etmemek siz efendime aittir. Kadı: Kes, kes Şeyh Efendi, bu kadar mantıksız, kaynaksız kitaba mezhebe uymayan kelimeleri söyledin ki kendi dilin ile idam ipini boynuna takmak mı istiyorsun? Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, benim idamdan korkum yoktur. Doğru Müslümanlık yolundayım, doğruyu söylüyorum. Kadı: Şeyh Efendi, dört halifenin izinden giden Emeviler olsun, Abbasiler olsun, Selçuklu Sultanları olsun Osmanlı Sultanları olsun Sünnetten senetten ayrılmamışlardır. Bunlara dil uzatmak küllühüm kâfirliktir. Bunların izinden gitmeyen zındıktır. Bunların doğru yolda olduklarını kabul edip dille beyan etmen gerekir. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, kan döken zalim kimler olsa asla Müslüman diyemem. İslam kanını hükümdar tahtı için döken bu saydığın devletlerin hükmettiği topraklarda, Gürüh-ü Naci olan biz Müslüman Oğuzların kanları hiç kurumamıştır. Kan döken zalim için bana Müslüman dedirmek mi istiyorsun? Bizden hiç kimse bunlara Müslüman diyemez! Sünni diye biliriz. Kadı Efendi çok kızmıştır. Hızlı hızlı demir topuzunu önündeki tunç kafese vurarak, Kes be seni bi-edeb Şeyh! Şu anda idamının kokusunu almıyor musun? Mahkeme-i Şeria-ı Muhammediyye önünde sebn-i lisandan (sözle hakareten) dolayı ayrıca dayak cezası veririm. Bu konuşmaları daha mahkememiz önüne getirme ağzına da alma. Sonra aklına haa... Çavuşlara, “Alın alt kata bu Şeyhi” der.
Ertesi Gün Kadı: Anlat Şeyh Efendi. İdamın kokusunu alıyorsun, değil mi? Benzin de çok bozuk. Şeriatın kestiği yer acımaz. Kah kah gülüşürler. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, güruh-u eşkiya olan çavuşlarınız bana geceleri çok zalim, gaddar davranıyorlar. Kadı: İslam Halifesinin Müslüman Asâkir-i Mansure-i Muhammediye askerlerine güruh-u eşkıya diyemezsin. Yeniçeriler eşkıya gurubu idiler. Cezalarını buldular. Şeyh: Kadı Efendi Hazretleri, sen Sünni güruhuna İslam dememizi mi istiyorsun? Bizlere hiddet şiddetle kabul ettiremezsin. Asla Müslüman diyemem. Kadı: Şeyh Efendi, aklını başına toparla, düşün. Elhamdülillah Müslümanız; askerimiz de Müslüman, Mahkeme-i Şeria’mız da Müslüman, Devleti Halifemiz Padişahlığı ülkesi de Müslümandır. Mecbur kabul edeceksin. Ben sana kabul ettirmesini biliyorum. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, asla acıma hissi olmayan zalim, gaddar, bu kadar merhametsiz kişileri kabul edemem. Hiçbir gerçek eren, eşkıya güruhuna İslam veya Müslüman dememiştir. İstanbul’da Belgrat Ormanlarında, Istranca Ormanlarında diri diri yakılan on binlerce oğuz Türkmenlerimiz olan Müslümanları yakan şaki nasıl olur da Müslüman adını alır? Kadı: (Tokmağını tunç zile vurarak bağırdı) Vay dinsiz vay! Sen buraya hesap sormaya gelmedin. İdam olmaya geldin. Gereksiz sözleri söyleme. Adabını takın! Sus!
Eylül 2007
Konya Kadısı Aksaraylı Abdul Kayyum Efendi (Kibar bir eda ile kadıya rica etti): Şeyhe müsade et, konuşsun; konusunu bitirsin. Kadı: Şeyh efendi, Şeyh efendi, konuş, konuş dinlenilmesine karar alındı. Devam et. Hamdullah Efendi: Kerbelâ’da Hz. Hüseyin şehitliğinde, “Kan döken bu şaki güruhu asla İslam olamaz.” buyurmuştur. Ve “Bu şaki güruhuna mahşerde dedem şefaat etmeyecek.” demiştir. Hz. Peygamberin sevgili kız torunu Zeynep kanlı zalim olanlar için “Eşkıya güruhunu asla İslam, Müslüman adıyla anmayınız” diye bize vasiyeti vardır. Kan dökerek, hiddet, şiddet ile bizlere zor ile Müslümanlığınızı söylettiremezsiniz. O tarihten sonra gelen erenlerden, evliyalardan, imam veya meşayihten kimse Kerbelâ katillerine ve benzeri olayları meydana getirerek kan dökenlere asla İslam ve Müslüman denilmeyeceğine yeminle bildirmişlerdir. Kadı: Haddi aşıyorsun Şeyh Efendi. Kadirini kendin ayağımın altına atıyorsun. Sen, biz Sünnet vel cemaat ehline olmayan, bulunmayan kusurunu söylemek için Mahkeme-i Şeria’ya dikilmedin. Devleti İslam Halifeyi Müslüman Efendimize asi gelmiş suçlu kâfir yeniçerilerin taraflısı, suçlarının ortağı olarak dikiliyorsun. Senin Müslümanlığımızı kabul etmen etmemen sünnet ehli oluşumuzun şerefine leke olamaz. Bunu bilesin.
Ertesi gün Müftü Hacı İlmullah Halim Efendi Soruyor: Şeyh Efendi, mensuplarınız namaz kılmıyorlar. Bu zındık, dinsiz topluluğu neden Ehli Sünnet yoluna iltihak etmelerini emredip, namaza müdavim olmuyorlar? Siz bu zındıkların cezasının verilmesinde izlediğiniz yolu anlatınız. Cevap: Efendim Müftü Hazretleri, namaz kişinin kendine ait bir ibadettir. Topluluğu ilgilendirmez. Kişi isterse evinde kılar Allah’tan sevabını alır. İsterse kılmaz Allah’ta inkâr etmeyen, kazaya koyana cezasını vermez. Bize de ceza vermek düşmez. Kişi ne kadar Allah’a yaklaşırsa yaklaşır, uzaklaşırsa uzaklaşır. Allah’la kulunun arasına giremeyiz. Bizim dergâhımızda böyle bir ceza uygulanması yoktur. Müftü: Vay dinsiz vay! Namaz nasıl ferdi ibadet olabilir? Cemaatle kılmak mecburiyeti vardır. Düzgün sırayla namaza durulacaktır. Hem de o kadar sık omuzlar bir birine dayanacaktır ki şeytan araya giremesin. Sen nasıl namazı kişi yalınız başına isterse evinde kılar istemezse kılamaz dersin? Eeeeyy… Cevap: Efendim Müftü Hazretleri, camide omuzların sıklıkla birbirine dayanması “Şeytan ileriye geçmesin diyedir” diyerek sizi kandırmalarına inanmayınız. O uygulama Şam Emevi camisinde haksız zalim olan Muaviye ve Yezit veya Emevi hükümdarlarından birisi mihrabda iken bir kişi ileriye geçerek suikast yaparak yaralamasın, öldürmesin diye uyduruk bir tedbirdir. Dinen alakası yoktur. Aynı Şeytan yalanı zamanımızda devam etmektedir. Müftü: Şeyh Efendi, neden namaz kılmıyorsunuz? Namaz kılarken Kuran okumuyorsunuz? Yaptırılan tahkikatta Türkçe dua ile iktifa ettiğiniz, Kuran okumadığınız anlaşılmıştır. Kuran’ı inkâr ettiğiniz anlaşılmıştır. Bu sorulara ne diyeceksiniz? Mensuplarınız ne söylüyor? Onu anlat mahkememize. (Devamı 18. Sayfada)
Hamdullah Çelebi’nin Savunması (Bir İnanç Abdalının Çileli Yaşamı) YAYINA HAZIRLAYANLAR: İSMAİL ÖZMEN - YUNUS KOÇAK Ankara, 2007 ISBN: 978-975-01625-0-3 13,5 x 19,5 cm Boyutunda 264 Sayfa Temin etmek için yayına hazırlayanlara başvurabilirsiniz.
Önsöz’den
B
U KİTAP 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda, ilk bakışta Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması olayı da bahane edilerek, inançlarından dolayı o tarihlerde Alevi-Bektaşi cemaatinin simgesi, başı ve temsilcisi durumunda bulunan Hacı Bektaş Dergâhı postnişini Hamdullah Çelebi’nin ne şekilde yargılandığını, onun adında tüm Alevi-Bektaşi inancının resmen ve özel olarak kurulan bir mahkemede itham edici bir şekilde nasıl çirkince yargılandığını, en ince detaylarına değin inerek nesnel biçimde incelemenizi ve değerlendirmenizi sağlamak için tarihin şu sağır karanlığında yitmeye ve unutulmaya terk edilmiş, içeriği itibariyle, ana hatlarıyla insan haklarına aykırı, özellikle yaşama ve inanç hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir yargılamanın âdeta fotoğrafını göreceğinizden eminiz. Önemli bu tarihsel olayı, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ibret verici bir yarıgılama şeklini sizlere sunmaktan kıvanç duyuyoruz.
HASRETİ (HAMDULLAH ÇELEBİ)
Nefes’ten Hasreti’yem ikrâr iman Ali’ye Sırr-ı settar Hacı Bektaş Veli’ye On şek getiren Mervan kuluya Ehl-i beytten gayrı damân var mıdır
17
SERÇEÞME
ÂŞIK VELİ (1793 – 1863)
Şah Velâyet Gel Yetiş Bu gün müminlerin Kerbelâ günü Mürvet pirim Şah velâyet gel yetiş Medine de duyan Uhd’daki ünü Mürvet pirim şah velâyet gel yetiş
Hamdullah Çelebi’nin Savunması
İlmin deryasını içtiğin gibi İfridin bendini açtığın gibi Ejdarhayı iki biçtiğin gibi Mürvet pirim şah velâyet gel yetiş (...)
Cevap: Efendim müftü Hazretleri, bizler salâtı daimdeyiz. Daima Allah’la beraberiz. Salâtı inkar etmiyoruz. Cem cemaatimizin toplantısında Türkçe dua ettiğimiz doğrudur. Bazı Kuran da okuduğumuz vardır. Kuran’ın dua olan kısımları okuruz, mesela Fatiha gibi. Kuran’ın düşünüp, fikir etmek, ibret almak için geldiğine inanıyoruz. Allah’ın bizlere “Düşünün, ibret alın, tefekkür olun, aklınızın kullanın” ilahi hitabını. Allah’tan aldığımız bu emri gerisin geriye Allah’a göndererek, “Ey Rabbimiz düşün, ibret al, tefekkür kur, hisse al bilesin ki şöyle şöyle oluşlar olmuştur” diye Allah’a Kuran’da geçen olayları anlatmanın ibadet olamayacağına inanıyoruz. Dua olan kısımlarını da okuyoruz. Müftü: Şeyh Efendi, mahkemeye sapık fikrini anlatma. Kuran’ın hiçbir ayetini diğer bir ayetine tefrik, tercih edemezsiniz. Tümü Allah’ın emridir, sözüdür. Her rekâtta bir ayet okunur. Ayetin manası sizi ilgilendirmez. Manasını anlamadan okunan, uyulan daha sevaptır. Kâfirliğinizi ve küfrünüzü anlatıp durma. Cevap: Efendim Müftü Hazretleri, Kuran-ı Kerim’in her ayeti Allah sözüdür. İlahi emirdir. Siz Ehl-i Sünnetler bildiğiniz gibi devam ediyorsunuz. Biz Müslümanlar, hayâ ederiz ki Allah’ın divanına durunca, “Rabbimiz bilesin ki Âdem ile Şeytan’ın, İbrahim ile Nemrud’un, Yusuf’la Züleyha’nın, Musa ile Firavun’un aralarında şunlar, şunlar geçmiştir. Tarihi kıssalarda şöyle şöyle olmuştur” diye Allah’a tekrar hatırlatmak için Kuran okumuyoruz. Amma kendimiz öğrenmek için okuruz. Biz ayinlerimizde cemaatçe Türkçe olarak Allah’tan istediklerimizi terennüm ederiz ki Kuran’daki tarihi kıssaları tekrar Allah’a hatırlatmaya gerek kalmaz. Biz Allah’tan akşamımızı, sabahımızı, vakitlerimizi hayırlı getirmesini; göklerden hayırlı rahmetler yağdırmasını; yerden hayırlı bereketler vermesini; bekârlarımıza hayırlı evlendirmeler; hastalarımıza şifalar vermesini ve bütün ihtiyaçlarımız için Allah’tan yardım bekleriz. Müftü: Çok uzattın Şeyh Efendi. Duanızın kabul olmadığı da bellolmuştur. Allah zevalınızı ve belalarınızı tümünüzün birden vermiştir. Dini sapık kimseler olduğunuz meydana çıkmıştır. Ehli Sünnetten olmadığınız için dünyada münkariz, Ahrette Cehennemlik olmuşsunuz. Kadı: Şeyh Efendi, Şeyh Efendi! Dinsiz Şeyh Efendi! Allah’a şekil vererek, kendinize benzettiğinizi anlat bakalım. Onu nasıl uydurdunuz? Cevap: Efendim Kadı hazretleri, Allah ayrı, yarattığı âlemler, Arz Semavat ayrı değil. Halik-i Âlem her yerde hazır, nazırdır. Bir yerdedir demek, başka yerde olmamasını söylemektir. Biz dergâhımızda mensuplarımıza Allah kulundan ayrı ve uzaktadır diyemeyiz. Allah kulun aynısıdır da diyemeyiz, gayrıdır da diyemeyiz. Her yer Allahın mülküdür. Her şey Allah’ın tasarrufundadır. Yeryüzünün her yeri Allah’ın malı mülküdür. Kendisi de başında
Sevgili Hamdullah sürgüne gitti Zalim sekbanlar çok kötülük etti Aç yayan işkence canına yetti Mürvet pirim Şah velâyet gel yetiş Kerbelâ’nın Horasın’ın dervişi Acep duyarm’ola Rumdaki işi Urum diyarının Hacı Bektaşı Mürvet pirim Şah velâyet gel yetiş Hani teslim hani hırka hani taç Kemerbeste Kalenderler verdi paç İman ehli olan işi gayet güç Mürvet pirim Şah velâyet gel yetiş Dervişlerin tac’ı başından indi Sene bin ikiyüz kırk iki kondu Yalvaralım idip iyleyen kendi Murvet pirim Şah velâyet gel yetiş Veli’m eydür çağıralım pirime Acep bir yol bakmazm’ola zarıma O halimiz bildir gani kerime Mürvet pirim Şah velâyet gel yetiş
Şah-ı Merdan Aşkına On iki aydır sevdiğime çok hasret Varayıdım Şah-ı Merdan aşkına Nasıl gider bu sinemden kesret Göreyidim Şah-ı Merdan aşkına Kırk gündür gördüğüm yoktur düşümden Pusu mihnet gitmez oldu başımdan Irmak köprüsünden Fehrat taşından Varayıdım Şah-ı Merdan aşkına Gönül karıştı hublar göçüne Efendisi kalmaz kulun suçuna. Saat dörtte Amasya’nın içine Gireyidim Şah-ı Merdan aşkına Mubarek yazana görünce gözüm Gül yüzlü yar ile varıdı sözüm Diz çöküp mubarek dizine yüzüm Süreyidim Şah-ı Merdan aşkına Efendimde soruncağız hallerim Dudulu kumrulu olur dillerium Bülbül oldum hasretine güllerin-m Dereyidim Şah-ı Merdan aşkına Efendim doldurup verince camı Orada açılır Kırkların Cemi Kendisinde olur yaremin emi Sarayıdım Şah-ı Merdan aşkına Veli’m eder bu melhemin dadına Aşık yanar maşukunun oduna Küllü maksuduma her muradıma Ereyidim Şah-ı Merdan aşkına Sayın Yunus Koçak’ın kütüphanesinde bulunan bir elyazma mecmuada Amasya sürgünü sırasında Çelebi’sini yalnız bırakmayan Aşık Veli’nin nefesleri vardır. Ayrıntılı bilgi kitapta bulunabilir.
18
(Baştarafı 17. Sayfada)
hâzır, nazırdır. Yalnız bir yere, Camiye, Mescide, dergâha Allah’ın evidir, Allah’a yalnız orada ibadet edilir diyemeyiz. Hiçbir yarattığını Allah benzetemeyiz. İşte Allah’tır diyemeyiz. Ama hiçbir yarattığını da Allah’tan ayrıdır diyemeyiz. Kadı: Şeyh Efendi, Şeyh Efendi, yuh sana be! Dergâhınızda Acem düzmesi söyleyen şairlerinizin En-el Hak dediklerini niye saklıyorsun? İtiraf etsen de saklasan da biliyoruz küllühüm kâfirsiniz. Mahkeme-i Şeria’nın sonunun hayatının da sonu olduğunu bilmiyor musun? Doğruyu söyle, haydı bakalım... Cevap: Efendim Kadı hazretleri, ölüm hayatın sonu değil. Yaşayış oradan sonra başlayacaktır. Babam Feyzullah Efendi ve Dedem Şiri Bektaş Efendi yüzlerce nefes, düvazimam söylemiştir. Bu fakır Çelebi Hamdullah da yüzlercesini söylemiştir dergâhlarımızda, toplantılarda söylenmektedir. Kişi Hakk’a ulaşmak için yetiştirilir. Talkınlarımızla Hakk’a ulaşmak olur, ama kul Hak olamaz. Yaratılan kalkıp da bir arz, bir semavat, ayrı bir âlem yaratmaya kalkışamaz. Böyle bir iddiada eden hiç olmamıştır. Olsa bile deli diye oradan uzaklaştırırız. Kadı: Şeyh Efendi, vaktiyle şu konuşmanız duyulmuştur: “Bu Şeriat hükümleri zamanımıza göre değişmesi gerekir.” Bu lafınız küllühüm kâfirliktir. Kâfirin katli vaciptir. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, demedim, amma desem de küfür olamaz, çünkü mecelle, dinimizin temeli olan Kuran-ı Kerim’den alınmış kabul edersiniz. Bu kadar geniş kanun maddeleri vardır. Bu maddeler tam Kuran ayetlerinden alındığı halde belki de yetmiş defa değişmiştir. Bunu siz de bilirsiniz. Bütün fıkıh âlimleri de bilir ki şu anda maddelerin ihtiva ettiği kanunu konular Kuran-ı Kerim’in hiçbir ayeti ile tıpa tıp uyuşamaz. Çekişir durur. Sizin dinimiz dediğiniz konular, mahkemede ve şeriatı şerifin içinden ayıklanmış sıyrılmış çıkmıştır. Şimdi siz Müslüman adına, dinimiz adına dediğiniz doksan dokuz konu sayılsa bir tanesi dinimiz adına hayatımızla alakası yoktur. Bu küfür olmuyor da “Bizzat Allahın Resulü içinde de olsa zamanımıza göre ayetlerin hükmünü değiştirdi” sözümüz mü küfür oluyor? Zaten Kuran demiyor mu ki anlayasınız diye Arap olduğunuz için Arap lisanı üzere bu Kuran’ı size indirdik. Akıl edin, akıllı olun, akıl sahiplerine Kuran’da iyiliği, kolaylığı indirdik demiyor mu? Oğuzlarımızın bunu anlaması için Arap mı olmasını istiyorsunuz? İnkâr etmemek şarttır. Bu şarta göre namaz kılmayan inkâr etmediği müddetçe kâfir olmaz, katli de vacip değildir. Amma siz savmü salât etmiyor diye Oğuzlarımızdan çoğunu idam ettiniz. Müftü: Sus, sus günahkar oluyorsun Kadı: Tabii ki katli vaciptir. Cevap: Kadı Efendi Hazretleri, eğer katli vacip olsaydı salâtın kazası olmaması gerekirdi, çünkü salâtın kazası vardır. Kadı: Hacca gitmek ömründe hali vakti yerinde olana farz, gitmeyen kâfirdir. Katli vaciptir. Salât ve Savm (namaz ve oruç) da terk edenin katli tabii vaciptir. Kadı bağırarak kâtibine “Hacı Mevlana İsmail Efendi, Şeyhin konuşmasını yasaklıyorum. Ne derse asla yazma” dedi. (Devamı gelecek sayıda)
Sayı 33
SERÇEÞME
Seçimlerden Önce - Seçimlerden Sonra Haşim Kutlu Anti demokratik, bürokratik yapılanmaların yarattığı sorunlar, “Sizden mi bizden” mi yaklaşımlarından tutun da, bürokratik yapının şu veya bu hesabına uymayanların ötelenmesi, ötekileştirilmesine kadar birçok uygulama görülmektedir. Alevi aydınlarına, akademisyenlerine, onların ürünlerine de aynı bürokratik zihniyet karşılık vermekte, bizden-sizden ayrımı yapmaktadır.
Alevi Hareketinde Bürokratlaşan Yönetimler ve Yolca Olmayan Uygulamalar 24 Temmuz 2007 TANTIK Alevilik bağlamında Yol’a girişin, yani “Alevi Olma”nın en temel koşulu, “İkrardan Gelme”dir. Bu günkü yaşayan Alevilik ise -istisnalar hariç- sadece kökeni ifade etmek bağlamında Aleviliktir ve yaşayanlar, Alevi olma koşullarını yerine getirmekten uzaktır. Bu çerçeveden anlaşılmak üzere, biz, her ne kadar bir “İkrar Meydanı” olarak görmemiş olsam ve bu bağlamda oldukça ihtiyatlı yaklaşmış da olsam, Modern Alevi Hareketi’nin ağırlıklı gövdesini oluşturan örgütlerin yönetimlerince, 2006 Ağustosundaki “Hünkârı Anma” etkinliklerinde gerçekleştirilen, “Birlik Cemi”ne değer vermiş ve desteklemiştim. Birlik Cemi, Alevi-Bektaşi süreğinin Mürşitlik makamı önünde ve bizzat onun yürütücülüğünde gerçekleşmişti ve bu gerçekleşme biçimine ,kaygılarımı saklı tutarak, anlam vermeğe çalışmıştım. (Bilgi için bkz. “Aleviler Bölündüler mi” başlıklı makale: www.koxuz.biz) Anlam verdiğimiz bir başka etkinlik daha olmuştu orada. Birlik Meydanı’nın açıldığı Hünkârı Anma Etkinliğine, başından beri devlete hükümran olan Asker Sivil Bürokrasi de müdahaleci olmuş, Birlik Meydanı’na bir başka Meydan açarak cevap vermekle kalmamış, “Emekli Asker Hareketinin” bir üyesi olan Belediye Başkanı direktifleriyle, Alevi örgütleri o etkinlikten dışlanmıştı. (Geniş bilgi için Bkz. Semah Dergisi, Sayı 9, “Hünkâr Emir Komuta Zincirine Sığmaz” başlıklı yazı). O etkinlikte, Emekli General Rıza Salmanpakoğlu, sadece bir emekli asker ve bir belediye başkanı değildi. Belirttiğim gibi, 2006 yılının sonlarında ve 2007 yılında giderek daha net olarak ortaya çıkan, “kuvva-i milli” ya da “vatansever güçler” gibi isimler altında örgütlü emekli subay hareketinin bir üyesiydi. Onun hem belediyeciliğinde hem de Hacıbektaş gibi, Alevi camiasının özellikle bir kısım süreklerince merkez kabul edilen bir yerin belediye başkanlığında, temel olarak aynı saiklerle bulunmaktaydı ki, bu nokta bizzat Hacıbektaşlıların da kestiremediği noktaydı.
O
Eylül 2007
2006 Hünkârı Anma etkinliklerinde ortaya çıkan bu karşılıklı duruşta, tabii ki, doğal olarak, Alevi Örgütlülüğünün yanında yer almıştım. Ama bu tutumun, hem örgüt iç işlerliğine hem dışa dönük, demokrasi ve özgürlük çalışmalarında daha köklü ve anlamlı yönelimlerin başlamasına vesile olacağını beklemiştim. Çünkü “Siyasete Müdahale” söylemleri de aynı günlerde dillendirilmeğe başlamıştı. Amiyane tabirle belirtecek olursam bu maçın rövanşının mutlaka alınacağını, diğer örgütlü demokrasi dinamiklerine olduğu gibi Alevi Hareketi’nin örgütlü düzeylerine de, eğer deyim yerinde ise, bir “balans ayarı” yapılmasının planlanacağını, her vesileyle belirtmiştim. Bu müdahalenin hangi biçimlerle ve hangi yollardan yapılabileceğini, elbette kestirmek olası değildi. Ancak açığa çıktıkça bilinebilirdi. Alevi Hareketinin bu gelişmelere muhatap olan tüm yapılarının, o günlerde, özellikle belediye Başkanının şahsında ifade ettikleri tepkilenmeleri hesaba katmazsak, aslında, bu ve benzeri sorunların esas kaynağına yönelmek gibi bir zihniyet refleksleri olmadı. Kışla müdahalelerini hiç görmek istemediler.(Bilgi için bkz. “Alevi Hareketi Demokrasi Mücadelesinde Netleşmek Zorundadır”, “Bu Değirmen Daha Çok Su Götürür”, “Kürt Halkı Barış İstiyor Ya Aleviler” başlıklı makaleler: www. koxuz.biz) Ama bunun yanında, kışla laikliği bağlamında, muhalefet söylemlerinin esası, AKP şahsında anti-şeriatçılık oldu! Aynı nedenlerle bu anti-şeriatçılıkta işlevsiz, kendini boşa çıkartan bir işlev gördü. Kışlacı laiklerin, “bu kış şeriat gelecek” türünden Alevileri ve Metropoliten bürokrasiyi ürkütmeye yarayan çığırtkanlığa hizmet etti. Bu bağlamda, o günlerden başlayarak, hemen her zeminde dillendirilmeğe çalışılan “Siyasete Müdahale” anlayışı da, özü itibariyle bu zeminden kopmadan yürütüldü. Özellikle, başını AABK ve AABF yönetimlerinin çektiği ekip, siyasi demokrasi ve özgürlükler zemininde, temel problemleri dillendiren, birey ve yapı temsilcilerini duymazdan, görmezden geldiler. Doğru söyleyen dokuz köyden kovulur hesabı, bütün uyarıları öteleştirdiler, ötekileştirdiler... Tabii ki bunlar nedensiz değildi!..
***
Ne yazık ki dışa dönük beklentilerimizde rol oynayan bürokratik hesaplar, içe dönük çalışmalarda da rol oynadı. Yönetimlere egemen olan bürokratik hesaplar, “Milli Hassasiyetler” zemininden kopmadığı, kopmak da istemediği gibi, bu anlayışının bir iç tezahürü olarak yansımasını, örgüt yapıları içine de sokmakta sıkıntı çekmediler. Alevi örgütlenmesinin içine darbeciliği soktular. Yukardan ve dışardan müdahalelerle, örgüt yönetimleri değiştirdiler. Avrupa’dan gidip Türkiye’deki ABF’nin meşru yönetimine, sonradan daha net ortaya çıktığı gibi, hiç de yol ve erkânca olmayan yöntemlerle müdahale edip yönetim değiştirdiler. Bu müdahale de yukarda işaret ettiğim süreç içinde gerçekleşti. ABF yönetiminin bir üyesi olarak Kamil Ateşoğulları, Yol TV’nin kuruluşu da dahil olmak üzere, olumsuzluklar zinciri biçiminde yaşanmış ilişkileri, “Gök Kubbenin Altında Hiç Bir Şey Gizli Kalmasın - Araba Devrilmeden Önce” başlıklı yazısının girişinde, şunları belirterek, bilmek, öğrenmek ve ge-
reğini gerektiği gibi yapmak isteyene, bir arka plan bilgisi sunmaktadır: “Bugüne değin ABF olağanüstü kongresi ile ilgili olarak çoğu kasıtlı ve tek yanlı çok şey söylendi. Çok şey yazıldı. Kişiliğimden ve öğretimden, inancımdan aldığım yol terbiyesi gereği hep sustum. Ne var ki, ‘gemileri yakmış’‚ gözü kara bir ekibin uzun erimde Alevilere ve Alevi örgütlerine verecekleri zararları da düşünerek- daha önceki parti deneyinden bilindiği gibi- yazarak sağduyu sahibi, objektif düşünen ve toplumsal çıkarı kendi çıkarından üstün tutan insanlara duyurmayı görev bildim...” (Yazının tamamı için Bkz. Serçeşme Dergisi, Sayı 29, Kamil Ateşoğulları imzalı aynı başlıklı yazı) Birlik yönetimlerine yukardan müdahaleleri, yine aynı günlerde kimi arkadaşlara yönelik ajanlık suçlamaları eklendi. Bu çalkalanma durulmak yerine, adeta Hünkârı Anma şenliklerinde ortaya çıkan karşılıklı duruşta, karşı tarafın “rövanş alma” uygulamasını esinleten, Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ın kimi TV kanallarında yaptığı ve “ajanlık” suçlamasını kışkırtan açıklamaları, karışan ve ne Yola-Erkâna, ne de demokrasiye yakışmayan bu zeminin tuzu biberi oldu. Örnek olsun, Kelime Ata, bir yazar, bir gazeteci ve o bir Alevi. Herkesin tanıdığı Atilla Erden gibi “Derin Devletin Adamı” olmakla suçlananlardan biri. Kelime Ata, suçlanmanın nerede, nasıl ve hangi ilişkiler ağının sonucu suçlandıklarını “‘Derin Devletle’ Yüzleşememek” başlıklı bir yazı ile kamuoyuna açıkladı; “Kimler Derin Devletle Yüzleşebilir” sorusunu bir ara başlıkla soran Kelime Ata, açıklamanın bir yerinde şunları belirtiyor: “...Eğer birden fazla Alevi örgütünün yöneticiliğini yapan bir kişi çalışma arkadaşlarını derin devletin adamı olmakla suçluyorsa, bu yönde şüpheler taşıyorsa gereğini yapmalı; öyle değil mi? Kendi örgütü içindeki derin devletin uzantılarının elini kolunu kesmeli, onu örgütten atmalı, bunu da kamuoyuna iletmeliydi? Ama öyle olmadı... 9 Aralık 2006 tarihinde Alevi Bektaşi Federasyonu’na bir dilekçe verdik. Altında Fevzi Gümüş ve Kelime Ata imzası vardı. Bu dilekçe de, Alevi örgütlerinin çok çetin bir mücadele verdiği dolayısıyla sağlıklı unsurlarla yoluna devam etmesi gerektiğini vurgulayıp, ‚derin devlet’ iddialarının açıklığa kavuşturulmasını istedik. Meselenin Alevi yol erkânına göre çözümlenmesi talebinde bulunduk. Bunun anlamı şuydu: Bir cem yapılsın, iddialar, şüpheler paylaşılsın, suçlu kim ise kamuoyuna ilan edilsin. Ya, bizler bu örgütlerin kapısından girmemeliydik ya da iddianın sahipleri hakkında gereken yapılmalıydı...” (Yazının tamamı için Bkz. Serçeşme Dergisi, Sayı 28) Ne Kelime Ata’nın ne de Ateşoğulları’nın açıklamaları yanıt bulmuş değil. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik arayanlar, bunları yok ederek, yok sayma mantığını, anlayışını taşıyarak bu hedeflere ulaşabilirler mi? Hiç kimse bu gibi (Devamı 20. Sayfada)
19
SERÇEÞME (Baştarafı 19. Sayfada)
Seçimlerden Önce - Seçimlerden Sonra gelişmeleri, olumsuzlukları, adeta ne şiş yansın ne kebap örneği, Alevi hareketinin “çocukluğuyla, yeni oluşuyla, bu bağlamda acemilikleriyle” açıklama içine girmemelidir. Çünkü böyle anlayışlar, adalet duygusunun yitmesine hizmet eder, yapanın yanına kar kalsın hesabı bir tutuma hizmet eder. Bu güvensizliği, altta kalanın canı çıksını körükler ve bu zeminde asla demokrasi olmaz. Burası, “Hak Meydanı” değil “Na-hak Meydanı” olur. Amir-Memur ilişkisi bağlamında “Gör Meydanı” değil “Kör Meydanı” olur. Dahası da va: Talip bağlamında tabii ki Alevi hareketi, kendisi olarak, kendi hakları için bugün tarih sahnesine çıkmış yeni bir hareket olarak, tabii ki acemilikleri olacak. Tabii ki bu hareket, kendi dışından ona biçilen rollerin Alevisi olmak zorunda değildir. Bu çerçevede, kimsenin güzeli ve doğrusu da olmak zorunda değildir. Asırların hırpalanmışlığı, üzerinde oynanmışlığı, kirlendirilmişliği bağlamında, bugün ayağa kalkıp kendisi olmaya çalışırken, tabii ki, bütün kiri-pasıyla ayağa kalkacak. Bir yandan yürüyecek, bir yandan hem kendi özüyle, hem kendisini o duruma düşüren egemenlikle yüzleşecek. Hem savaşacak hem arınacak ve güzelleşecektir. Burası gerçektir ve her vesileyle bu noktayı de belirtmişimdir. Ne ki, yönetimlerin hiçbirisi, bütün sürekleriyle Alevilik adına ve onun iradesi adına hareket edenlerin hiçbirisi, böylesi masum gerçeğin arkasına sığınamaz, sığınmamalıdır da. Bugün onun adına, onun örgütlülüğüne yön vermeye çalışan yöneticilerin hiçbirisi, böylesi demokratik kitle mücadelelerinde ve örgütlülüğünde, ne dünkü çocukturlar ne de acemidirler. Eğer bütün olan biteni tersinden okumamışlarsa, geriye gitmeğe gerek yok son 40–50 yılın, bu bakımlardan toplumsal pratiği öğretici derslerle dolu ki, bu derslerin bir bölümünden, özetle, “Siyasete Müdahale ya da Alevi Partisi Kurmak” başlıklı makalemde sözettim. Kaldı ki, “devletlü” olmak dürtüleriyle hareket eden, bu özlem ve beklentileri için geçmiş bütün tarihlerde, “ortaklık Toplumu” zeminini istismar eden çok sayıda birey ya da hanedan da görülmüştür. Bu günkü kuşakların yaşadığı hafıza kaybı, bu türden yaşanmış, olmuş-bitmişlerin gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Bu gibi girişimlerin, bu topluma ödettiği bedellerin tortularını yaşadığımız bu düzlemde, benzer kalkışmalara tahammül etmemiz beklenmemelidir. Sonuç olarak, içe dönük yansımalar ve uygulamalar, burada önemle üzerinde durduklarımdan ibaret değil, çatı örgütlerinden aşağıya doğru inildikçe, yukarılarda oluşan anti demokratik, bürokratik yapılanmaların yarattığı çok sayıda sorunla karşılaşmak mümkündür. “Sizden mi bizden” mi yaklaşımlarından tutun da, bürokratik yapının şu veya bu hesabına uymayanların ötelenmesi, ötekileştirilmesine kadar birçok uygulama görülmektedir. Alevi aydınlarına, akademisyenlerine, onların ürünlerine de aynı bürokratik zihniyet karşılık vermekte, bizden-sizden ayrımı yapmaktadır. Tabii ki aşağıdan yukarıya doğru, demokratik bir talip sorgulaması geliştirilemezse, sonuç, bu bürokratik yapıların kastlaşmasını getirir. Bu da, dünden bu güne, bütün demokratik kitle örgütlerinin başına gelene yol açar. Böylesi bir zeminde ne özgürlük filizlenir, ne de o diyara demokrasi uğrar!
20
22 Temmuz seçim arifesine gelinen bu süreçte, iç işlerlikler bakımından, belirtildiği üzere, bu gibi daha bir dizi kırılma noktası tespit edilebilir ve bunların hiçbirisi tesadüfî olay ve olgular değildi. Bu uygulamaların her birinin altında yanıtlanmayı bekleyen hâlâ bir dizi çangal bulunmaktadır. Bizler, Alevi örgütlerinden ve örgütlülüğünden yanayız. Her zaman yerimiz onların yanı olacaktır, ama bizler bürokratik kastlaşmaya karşıyız ve bunu doğuran nedenlerin, etkenlerin hep takibinde olacağız. Aşk ile!
Siyasete Müdahale ya da Alevi Partisi Kurma 19 Ağustos 2007
22
TEMMUZ seçimlerinin ortaya çıkardığı sonuçlar, ilgili birçok çevre tarafından çeşitli düzeylerde tartışılmaktadır. Bu bağlamda, Modern Alevi Hareketi de, gerek kişisel gerekse resmi düzeylerde, seçimin ortaya çıkardığı sonuçları değerlendirmeye ve kendi anlayış ve hedefleri açısından sonuçlar çıkarmağa çalışmaktadır. Tabii ki genelde yapılan değerlendirmeleri dikkatle izlemekle beraber, kişisel olarak daha çok Modern Alevi Hareketinin her konuda olduğu gibi seçim konusunda da yaklaşımları, çözümleme, tutum ve davranış geliştirmeleriyle ilgili olduğum bilinmektedir. Bu cümleden anlaşılmak kaydıyla, bu yazımda da Alevi Hareketinin, yaşanan seçim sürecine ve seçim sonrası ortaya çıkan sonuçlara yönelik değerlendirmelerini esas alacağım. Ne ki, yapılan değerlendirmelerin her bir ayrıntısı üzerinde durmak yerine, seçim öncesi süreçte de olduğu gibi Alevi Hareketinin kendisini tutsak ettiği, temel anlayış ve yaklaşımları üzerinde duracağım. Bana göre bu yaklaşımın altında yatan yanlışlık, ister düzeyde isterse resmi düzeylerden yapılmış olsun, sonuçlara ilişkin yapmış oldukları değerlendirmelere, çıkarsamalara da yansımaktadır. Bu bağlamda da, burada üzerinde durmak istediğim yaklaşımın birisi, seçim sürecine giden bir yılı aşkın süre içinde, özellikle AABK.nun başını çektiği “Siyasete Müdahale”, ikincisi ise, aynı bağlam içinde son zamanlarda örtük bir şekilde dillendirilen “Parti Kurma” konusudur. Her ne kadar dernekler, federasyonlar ve nihayet konfederasyonlar olarak yukarı doğru örgütlü bir yapı görüntüsü vermiş olsa da genelde parçalı karakterlidir. Bu nedenle, gerek tekil düzeyde gerekse tikel düzeyde bu yazıma konu teşkil etmeyecek durumda olanlar vardır, bu parçalı yapılanma içinde..Bu bakımdan söyleyeceklerimin muhatabı değildirler. Ben, daha çok genele etkin durumda olan, onu yönlendiren ve biçimlendirmeye çalışan anlayışlarla ilgiliyim. Herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, bunu, önemle belirtmek istiyorum.
Kimi Temel Noktalar Belirttiğim konuya girmeden önce, söyleyeceklerime zemin teşkil etmesi bakımından öncelikle ve özetle aktarmak isteğim kimi temel noktalar bulunmaktadır. Şöyle bulunmaktadır:
Alevilerin, toplumsallık kazanmış ve kendisini kabul ettirmiş, güçlü bir örgüte gereksinimi vardır. Net bir ifade ile parti değil güçlü demokratik Alevi Örgütü. Bugünkü örgütlü Alevi Hareketi’nin varoluş gerekçesini, bizzat Cumhuriyetin, başından beri oluşturduğu, Anayasal yapılanmasındaki inkâr ve “yok sayma” oluşturur. Kuşkusuz, sistem olarak oluşumun “yok saydıkları” Alevilerden ibaret değildir. Aynı kapsam içinde Ezidiler ya da Süryaniler gibi başka yok sayılanlar da vardır. Bunlar aynı kapsam içinde olanlardır, ama aynı kapsam içinde olmayıp da sistemin oluşmasına temel teşkil eden, ama birbirinden farklı kategori ve kapsamlarda yok sayılanlar da vardır. Bunların arasında “sınıfsız ve imtiyazsız” deyimi ile işçi sınıfının yok sayılması gibi; “memleketin efendisidir” anlamı yüklenerek, yoksul ve topraksız köylülerin yok sayılması gibi; Türk’ün dışında kalan tüm etnik yapıların yok sayılmaları; kadın cinsinin yok sayılması gibi, temel toplum kategorileri de bulunmaktadır. Bunlar Cumhuriyetin Anayasal düzeninin, derece derece yok saydıklarıdır. Cumhuriyetin siyasal düzeninin niteliğini ortaya koyan en temel ölçüyü, açıktır ki, daha başından itibaren, bu yok sayılanlara karşı alınan tavır, tutum ve politikalar vermektedir. Bu, cumhuriyetin siyasal düzeninin niteliğini belirleyen ölçü olduğu gibi, siyaset meydanında yer alan ve demokrasi, özgürlük, eşitlik, hak, hukuk arayan bütün birey, gurup ve yapılanmalar için de temel ölçüyü vermektedir. Anayasalarda “Kişi Hak ve Özgürlükleri” başlığı altında ifade edilen, akademik-sendikal hak ve özgürlükler, cumhuriyetin başından beri “yok sayılan toplum kategorileri” ana başlığı altında ifade edildiğinde, ancak doğru anlamlarına kavuşurlar. Aksi halde de ne bir anlam ifade ederler ne de çözüm bulurlar. Bu güne kadar verilen demokrasi ve sosyalizm mücadelelerinde kavranılmayan, hep duvara çar pıp kendini vuran ya da tekrar eden nokta burası olmuştur. Bu temel zeminin kavranması için komünist olmak gerekmemektedir, ama bu zemin görülmeden de, kişisel anlayışıma göre, komünist olunamamaktadır. Bu zemin, asgari düzeyde siyasi demokrasinin ve demokrat olabilmenin, Türkiye gerçeğinde olmazsa olmaz, ölçülerini vermektedir. Bu ölçünün taşıdığı ölümcül önemi en iyi bilenler, sistemi bu zeminde oluşturanlardır. Bu nedenledir ki aynı erk tarafından yapılan ve bozulan anayasal düzenin, “değiştirilemez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez” hükümleri olarak yer vermişlerdir bu ölçülere. İçinden geçmekte olduğumuz tarih evresinde, cumhuriyetin başından beri dayattığı bu ezber bir ucundan bozulmuştur. Birçok noktada, düşünsel olarak henüz ciddi handikaplar yaşansa da, pratik olarak yok sayılanlar, var olduklarını ve bu bağlamda demokrasi ve özgürlük istediklerini belirtmek üzere siyaset meydanındadırlar. Örgütlü Alevi Hareketi, Aleviler olarak, denilebilir ki en son Dersim Katliamından sonra bir daha meydanlarda gözükmüş olmasalar da,
Sayı 33
SERÇEÞME
bu gün meydandadırlar. Sadece Kürt kökenli oldukları için bugüne kadar hiç bir çevrenin dikkate bile almadığı, bölgemizin en kadim din topluluğu olan Ezidiler, Süryaniler keza meydandadırlar. Siyaset meydanına eskilere ilaveten yeni olarak çıkanlar, sadece bunlardan ibaret değil tabii ki. Kadınların cins hareketi, çevreciler, insan hakları savunucuları, doğacılar, vicdani retçiler, vb., demokrasi, özgürlük ve eşitlik istemleriyle meydandadırlar. Sözü şuraya getirmek istiyorum: Modern Alevi Hareketinin sürece etkin olan yönetimlerince bir yılı aşkın bir süredir dillendirdikleri “Siyasete Müdahale” anlayışı bağlamında, Aleviler, Alevi sorunsalı için, cumhuriyetin başından beri var oldukları halde, inkâr politika ve uygulamalarını reddedip, hak, hukuk, adalet için, dün değil de, ancak bugün meydana çıkıp istemde bulunabiliyor ise bugün için zaten siyasete örgütlü bir güç olarak müdahale etmiş durumdadırlar. Hareketin çıkışını, taleplerin kazanımına çevirmek ise, bu yürüyüşün sağlam ve güçlü olmasına, dahası, toplumsallık kazanarak kendisini dayatmasına bağlıdır. Bu ise, belirttiğim gibi bir süreç işidir. Sağlam ve güçlü olmak, toplumsal bir nitelik kazanmakla mümkündür. Toplumsallık ise iki yönlü hareket tarzıyla anlam kazanır. Birinci olarak içe dönük yüzü ile; ikincisi ise dışa dönük yüzü ile. İçe dönük yüzünde, örgütsel varoluş, bütün yönleriyle, Alevi toplumuna kavratılması, öne sürülen taleplerin, sadece örgüt üyesiyle sınırlı kalmayıp olabildiğince, Alevi kitlesince de kabul görmesine ve taraf olmasına çalışma yer alır. Öteki yüzünde ise, Alevi sorunsalının ve taleplerinin toplumun diğer kesimlerince de kabul görmesini sağlama yer alır. Bu ise, örgütlü demokrasi ve sosyalizm güçleri üzerinden yürütülecek bir politikayla gerçeklik kazanabilir. “Siyasete Müdahale” söyleminin dilendiricilerince, şu son yirmi yıllık süreç boyunca, bunca emeğe, bunca bedele karşın, ne belirttiğim temel toplumsal zemin, ne de bu son belirttiklerim, görülebilmiş değildir.
Önemli Dersler Bu bağlamda, 22 Temmuz seçimleri, modern Alevi hareketinin son yirmi yılı aşkındır yürüttüğü örgütlülüğün, niteliğini ve çapını görebilmek açısından son derece önemli derslerle dolu olmuştur. Bunlardan en çarpıcı olanı, hemen yukarda da belirttiğim gibi, seçimlerden en az bir yıl öncesinden itibaren dillendirilen “Siyaset Müdahale” başlıklı politika ve uygulaması olmuştur. Daha ilk dillendirildiği andan itibaren yakından takibinde oldum. Dillendirmeye çalıştığım anlayışım temelinde, hem, güncellik açısından “Siyasete Müdahale”nin ne anlama geldiğini hem de, gerçekten “Demokratik ve Laik Türkiye” hedefinde, demokrasinin ve özgürlüklerin neresine oturduğunu, müdahele nin hangi zimenlerde kendisini açığa vuracağının mutlaka açıklığa kavuşturulması gerektiğini, hem sordum hem de uyardım. Bunları, burada tekrarlamak istemiyorum. Dileyen okuyucu, “Siyasete Müdahale ya da Geç Kalmak Felaket Getirir”, “Şimdi Değilse Ne zaman”, “Henüz Son Sözü Söylemedik” başlıklı makalelerime bakabilirler. (Bkz. Koksüz internet sitesi: www.koxuz.org) “Siyasete Müdahale” anlayışı, başından beri tarafımdan, hem desteklenmiş hem de her
Eylül 2007
vesileyle açıklık istenmiştir. Desteklenmiştir, çünkü yukarda da belirtildiği gibi Alevi örgütlüğünün varlık nedeninin bizzat kendisi, bir siyasete müdahale anlamı taşıyorken, bu söylemle, Alevi örgüt yönetimlerinin, Alevi sorunsalının kendisinin de önemli bir bileşeni olduğu, cumhuriyetin başından beri varlığını koruyan ama inkârdan gelinmiş, yok sayılmış, temel problemlerine köklü bir yaklaşımla, hem sahiplenme hem de bu problemlerin çözümü doğrultusunda yeni ve köklü bir atılım gerçekleştirilme olasılığına inanılmıştı. Bunca olan bitenden sonra, demokrasi ve özgürlükler adına, yıllardır ödenen bedeller karşılığında çıkarılabilecek en önemli ders bu olmalıydı ve beklenti bu bakımdan haklı bir beklentiydi. Diğer yandan, her vesileyle açıklık istenmiş ve uyarılmıştı. Çünkü bu “yeni” söylemin dillendiricilerinin, bir başka söylemle, proje sahiplerinin ortaya koydukları hiç bir pratik, beklenen açıklığı vermiyordu. Dahası, söylendiği kadarıyla bile temsil ettikleri kitle uyarılmıyor, bu doğrultuda bir bilgilendirmeye ve kitlenin yürütülecek politikaya sahiplenmesini sağlayacak bir yaklaşıma gereksinim dahi duyulmuyordu.
Alevi-Bektaşi Meclisi Bunun yerine “Alevi-Bektaşi Meclisi” gibi görünüşte hem bir büyüklük gösteren hem de kulağa çok da hoş gelen toplantılar düzenleniyordu, ama bütün bu çalışmalar “Siyasete müdahale” politikasına ya da programına açıklık getirmekten uzak, Alevi hareketinin yönetimlerine yerleşmiş dar, gittikçe de kastlaşma eğilimindeki bürokratik yapının, kendi çıkar hesaplarına dönük anlayışlarının ve hesaplarının
HÜDAYİ
Hırsızlar Bahçıvanım derler bağı bilmezler Gülüş hırsızları gül hırsızları Yürekler dağlayan dağı bilmezler Gülüş hırsızları gül hırsızları Onlar çok bilendir derine dalar Doluya boş verir boş ile dolar Sazını sözünü ömrünü çalar Düzen hırsızları tel hırsızları Ceme cemiyete harami dolmuş Gerçek er yerini yalancı almış Cahil cühelanın aklını çelmiş Yolcu hırsızları yol hırsızları Kargalar her seher etseler zarı Onlara yol vermez gönül diyarı Kovana boş girer yabani arı Emek hırsızları bal hırsızları İpek halı diye kıldan çul dokur Altının yerini tutar mı bakır Şansını belirler bahtını okur Umut hırsızları fal hırsızları Bizi böyle bölük bölük bölmüşler Nefse uyup hakikati silmişler Ocakzadeliği nerden almışlar Ocak hırsızları kül hırsızları Hüdayi’yim düştüm çileye gama Yaralar bak yürekte yama yama Hırsızın hırsızdan farkı yok ama Onlardan şerefli mal hırsızları
meşruluk kazandığı zeminlerden öteye geçmiyordu. O gibi toplantılarda, kimler neyi belirtmiş olurlarsa olsunlar, ortak bir eğilim olarak neleri talep etmiş olurlarsa olsunlar; yönetim adına oluşmuş bu bürokratik kast, kendi istek ve eğilimlerine ya da hesaplarına uygun yürümeyi esas almış durumdaydılar. Gerçeğin tam da böyle olduğu, sonraki pratiklerinde gün gibi açık hale geldi. Siyasete müdahale ve aynı bağlamda seçim sathı mailine girildiğinde dillendirilen, “sol-sosyal demokrat iktidar” söyleminin altından çıka çıka CHP çıktı. Dahası, CHP’den milletvekili adayı olmak pratiği çıktı!.. “Alevi-Bektaşi Meclisi”ndeki ortak eğilim; daha sonraları, ABF Genel Sekreterliği imzasıyla yayınlanan bildiride de ifade edildiği gibi, (T. Eser imzalı, “Demokrasi İçin Sivil Refleks Bekliyoruz” başlıklı bildiri için Bkz.: www.alevi.com) ülkenin temel meselelerine az-çok bir yaklaşımı ifade edip, bu doğrultuda Alevi örgüt yönetimlerinden görev beklerken, onlar, siyasete müdahaleyi, kışla laikliğinin “durun” dediği zemine kilitlemiş, özellikle Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) yöneticileri, kendi örgüt yapısının dahi bilgisi dışında, CHP-DSP koalisyonunun kapısına adaylık nöbetine dizilmişlerdir. Konu açığa çıktığında da “başkanlar toplantısı” gibi toplantılar düzenleyerek, bürokratik yapıya onaylatmışlardır. Onaylattıkları zeminde bile kışla laikliği ya da ulusalcı hassasiyet zemininde AKP karşıtı, ama CHP yanlısı bir politik zemin üzerinde olmuşlardır. “Sol-Sosyal Demokrat” başlığı altında dillendirilen söylemin eni-konu hep bu olmuştur.
Alevi Partisi Hal böyle olunca, özellikle AABK başkanlığınca bir süreden beri dillendirilen, “Aleviler olarak, kendimizi ifade edebileceğimiz bir parti adresi bulabilmiş değiliz” söyleminin de, tıpkı siyasete müdahale politikası gibi, demok rasi ve özgürlükler çerçevesinde, ülkenin içinde bulunduğu temel problemlere yaklaşımı esas alan bir gerekçesi bulunmamaktadır. Siyasete müdahale ortaya çıkan durum gibi, örgüt bürokrasisinin geleceğe dönük hesaplarına dayanmaktadır!... Açıktan söylenmese de kendi aralarında dillendirdikleri, konunun, bir “Alevi Partisi” kurma hesapları olduğu gün gibi ortadadır! Alevilerin ve ülkenin bir Alevi partisine gereksinimi bulunduğunu sanmıyoruz. Bu yönden yaşanmış geçmiş deneyimler, bu bakımdan yeterince öğretici derslerle doludur. Ama yukarılarda önemle belirttiğim, çözüm bekleyen temel problemler açısından, bu problemlerin temel bir bileşeni olarak Alevilerin, gerçekten, diğer demokrasi ve özgürlük dinamikleri gibi güçlü, her bakımdan toplumsallık kazanmış ve kendisini kabul ettirmiş, demokratik kitle örgütlülüğü bağlamında, güçlü bir örgüte gereksinimi vardır. Net bir ifade ile parti değil güçlü demokratik Alevi Örgütü. Alevi sorunsalı, bir demokrasi ve özgürlükler sorunudur. Gerçekten demokratik ve gerçekten lâik bir ülke gerçeğine ulaşıldığında, Alevi sorunsalı da zaten çözüme kavuşmuş olacaktır. O noktada Alevilerin “siyasete müdahaleleri” de kalmayacaktır ya da muhteva değiştirecektir, ama demokrasinin ve özgürlüklerin bir güvencesi olarak örgütlü duruşu hep varolacaktır.
21
SERÇEÞME
Hüseyin Çırakman ile Söyleştik Bölüm I Ahmet Koçak Ben bir de sosyal güvenceden yoksulum. Ne Alevi toplumundan ne Sünni toplumundan ben beş kuruşluk bir fayda görmedim göremedim. Kime yardım edin dediysem yüzünü çevirdiler. Bu toplumdan bu halktan ben bir şey anlayamadım. Nasıl olmak gerekir, ikiyüzlü olmak mı gerekirmiş? Dürüstleri sevmiyorlar. Bende başka türlü olamıyorum. Şimdi, ben oğluma bağımlıyım. Beyin damarlarımdan altısı tıkalı. Oğlum beni muayene ettiriyor, tedavi masraflarımı karşılıyor. Ben bir halk ozanı olarak en azından bir işçi kadar yaşayabilmeliydim, o da yok. Sosyal güvence; emeklilik hiçbir şey yok mu? Hüseyin Baba öncelikle hayat hikâyeni anlatır mısın? 1930 yılında Çorum’un Sungurlu İlçesine bağlı, Körkü Köyünde doğmuşum. Benim babam çiftçiydi. Az bir toprağı vardı, onu ekip biçerdi. Ancak yememize yetecek kadar çıkardı. Babam 1950’de vefat etti. Üç kardeştik. Bir kız, birde erkek kardeşim vardı. İkisi de vefat etti. Askerden geldikten sonra evlendim. İki oğlum oldu. Çocukları okutalım dedik, köyde okul yoktu, Ankara’ya geldik. Ankara’da bir gecekondu kurduk. 1963’ten beri buradayım. Burada beş oğlan bir kız oldu. “Efendim bir baltaya sap olamadım”. Halk diliyle öyle söylerler; çaldık çağırdık, karnımızı ancak doyurduk. On üç kitap yayınladım. Türkiye’de ne kadar antoloji varsa hepsinde benim hayatım var. Ozanlığın dışında başka bir işle meşgul oldun mu? Hayır. Sadece bir buçuk sene TRT’de evrak getir götür hizmetlisi olarak çalıştım. O da işime gelmedi. Ali İzzet geldi “konsere gidelim” dedi gittik, bir daha geri gelmedim. TRT’den çıkardılar. Ondan sonra arkadaşlarla ekip kurduk, sazı öğrendim. Turneye çıktık. Yurtiçi yurtdışı konserlere katıldık. Almanya’ya, Fransa’ya, Yugoslavya’ya, Avusturya’ya gittik. Seksen’den, içerden çıktıktan sonra İsviçre’ye gittim. Bir buçuk sene kaldım. Bu arada cezaevine girme nedeninizi de anlatabilir misiniz? Ahmet Bey, ben sazımla halkın içinde halktan yana bir tavır koyuyordum, emekten yana. İnanmıştım gene de öyle inanıyorum. Alın terine, emeğe büyük önem veriyordum. Onu tuttum çünkü Atatürk’ün verdiği savaş emperyalizme karşı bir mücadeleydi. Emperyalizmin ülkemizi arpalık edeceğini herkes biliyordu. Emperyalizm, kapitalizm, faşizm, bunlara karşı halkta tepki oluştu, bende içindeydim. Yetmişli seksenli yıllarda örgencilerden, aydın kesimde bu vardı. Sazımızı çaldık, halktan yana tavır koyduk, derken göze battık. Üç oğlumla beni aldılar, götürdüler Mamak’a. Mamak’ta hayli işkence gördük askeri cezaevinde, ben takipsizlik kararı aldım. Oradan çıkınca doğru İsviçre’ye gittim. Ben yokken ateş atmışlar, evi yakmışlar, çoluk çocuk perişan oldu. Ondan buyana kafamızı kaldırıp da rahat bir nefes alamadık.
22
Yok yok. Hiçbir şey yok. Yardım almak için Kültür Bakanlığına başvurmadınız mı? Vurdum vurdum. Kültür bakanlığı işveren olmuyor. Sanatçı kimliği veriyor, işveren olmuyor. İşveren olmayınca da sigorta yapamıyoruz. Onu da denedik. Kültür Bakanlığı böyle benim gibi mağdur olanlara iki ayda bir yardım vermeye başladı. O parayı ne kadar zamandır alıyordunuz? Bir, iki yıldır devam ediyordu. AKP iktidara geldikten sonra kesildi. AKP iktidarından önce veriyorlardı. Yazı da yazdık, eşe dosta yazdırdıkta bir faydası olmadı. Sanata hor bakıyorlar. Hani Atatürk demişti ya -sanata hor bakan bir milletin hayat damarlarından birisi kopmuş diyordu. Kurban olduğum Atatürk hiç damar kalmadı bizde, hepsi koptu. Keşke şimdi Atatürk gibi bir tane daha çıksa da beş oğlum daha var onların başında omzuma tüfeği takıp bende mücadele vermeye gitsem. O kadar bezdim ki yani. Bana yazı geldi Kültür Bakanlığı’ndan sakladım duruyor. Diyor ki, size vereceğimiz yardımı, sinema sanatçılarına vereceğiz diyor. Sanat düşmanlığı var. Bu günkü AKP iktidarı, ‘sinema sanatçılarına yapacağız bu yardımı’ diye kesti. Sinema sanatçılarına da versinler. Onlar sanatçı da, halk ozanları sanatçı değil mi? Oradan kesip oraya niye veriyorsunuz, verecekseniz yine verin. Niye onları birbirine karşı getiriyorsunuz. Onlar da karşı çıktılar. Tiyatrocular karşı çıktılar, onlarınkini de kestiler. Sanat düşmanlığı var. Niyet üzüm yemek değil bağcıyı dövmek. Peki, Hüseyin baba Çorumlu bir halk ozanımızsınız. Çorum’un halk ozanlarını da işlediniz, incelediniz bunu kitap haline getirdiniz. Şu ana kadar kaç kitap yayınladınız? On üç kitap yayımladım, çeşitli kuruluşlardan, belediyelerden yardım alarak. “Çorumlu Halk Ozanları”nı yazdım. Bir de Türkiye’de, genelinde tanınmış, bilinen, çemberi yarıp dışarı taşan kendini tanıtan ozanları da tanıtan kitap yaptım. Kendi param olmadığı için çok
zorluk çektim. Satışı da zor, halk okumuyor, kitap okumuyor, halkımız okumayı sevmiyor. Tavlanın, dominonun, iskambilin her türünü biliyorlar, okumayı bilmiyorlar. O taşların, o oyunun hepsini biliyorlar. Bir kahveye girdin mi bir bak, fabrika gibi çalışıyor her kahve ama okumaya geldin mi hiçbir şey bilmiyorlar. Gelen ağam, giden paşam diyorlar. Geleneksel halk ozanlarımız üzerine de çalışmalar yaptın. Bu çalışmanda kimlere yer verdin? Biraz bahseder misiniz? Mesela şehit Nesimi, Virani, Fuzuli, Yemini, Hatayi, Pir Sultan Abdal Alevi-Bektaşilerin yedi büyük ulu ozanları bunlar aynı zamanda Sonra şeyi anlattım, inanç bazında Hacı Bektaş Veli ve Şah İbrahim Veli’yi anlattım. Bak şimdi biz küçükken şu söylenirdi benim ezberimde “seksen bin Rum eri, doksan bin Horasan Piri, yüz bin gayb erenleri” sen bilirsin, duymuşsundur. Şimdi ben kendi kendime soruyorum seksen bin Rum erinin başında Hacı Bektaş Veli var. Doksan bin horasan pirinin başında kim var, bir türlü söyleyen yok. Şah İbrahim Veli, Erdebil tekkesi var. Safevi devletini kim kurdu Şah Hatayi. Şah Hatayi’nin dedesi kim Sadrettin Safayettin Cüneyt. Onlar nerde yetişti büyüdü, Erdebil’de. Erdebil’i hiç söyleyen yok. Alevilerin kaynağı, Türkiye’ye gelenler oradan geldi. Tunceli’ler kendileri söylüyor. Erdebil’den buraya geldik diyor. Doksan bin Rum erenleri, Horasan erenleri dedikleri Şah İbrahim Veli mi? Pir Sultan Abdal’ın deyişi var diyor ki; Sorarsanız benim özge pirimi Yüzü benli Şah İbrahim Veli’dir Dardan alıp o kurtardı serimi Yüzü benli Şah İbrahim Veli’dir Hızır Paşa idi bizi astıran Taşlan bunu diye halka gösteren Pençe vurup kale kapısını kıran Yüzü benli Şah İbrahim Veli’dir Horasan’dan Çin’i Mecina sesi Dedi şahtan gelir aşı akçesi Ayda bir kez meyve verir bahçesi Yüzü benli Şah İbrahim Velidir Musalladan dedesini kaldıran, Yedi günlük ölüyü diri kıldıran Kara direğim ezdirmeye gönderen Yüzü benli Şah İbrahim Veli’dir Pir Sultan’ım adım dergâhtır ulu Erdebil süreği kırkların yolu Musayı Kazımın ikinci oğlu Yüzü benli Şah İbrahim Veli’dir Şimdi hepsini birbirine katıyorlar. Bektaşilik, Hacı Bektaş Veli’nin getirdiği bir şey değil. Yüz sene sonra Balım Sultan’ın kurduğu bir yol. Mevleviliğin, Mevlana’nın oğlu Velet’in kurduğu bir tarikat olduğu gibi. Şimdi musahipliler, erkânlılar Şah İbrahim talibidir. Onlar niye demiyorlar ki pirimiz üstadımız Şah İbrahim Veli’dir. Dillerimi dönmüyor, dilleri boğazına mı gidiyor. Siz Hacı Bektaş Veli’yi anmıyorsu-
Sayı 33
SERÇEÞME
HÜSEYIN ÇIRAKMAN
Haberimiz Yok Tabiatın dengesini Bozuyoh haberimiz yok Yuvarlak atom üstünde Geziyoh haberimiz yok Ölüm saçar kirli hava Görülmez dağ ile ova Buna dayanamaz doğa Üzüyoh haberimiz yok nuz diye onları kınayan mı var, kınasınlar. Ben böyle inanmıyorum. Ona da saygım var, onu da severim ona bağlı olan onu söyler. Dört veli var, inkâr olunmaz. Ahi Evrani Veli, Şah İbrahim Veli, Hacı Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli. Bunu neden inkâr ediyorlar. Bunların hepsi de saygı duyulacak adamlar bunlar. Herkes pirini arzular değil mi ayıp değil bu. Yazdığım kitaplar bunlar. Bunun dışında kendi siz kendi eserlerinizi yayınladınız. Yaptığınız iş bir kültür hizmeti, aynı zamanda… Kültür hizmeti de bir elimden tutan olsaydı, ben daha çok kitap yayınlardım. Daha çok iş yapardım. Bak burada bir gecekonduda ömür tüketiyorum. Burası tapusuz, hazinenin. Yakında burdan da göçürecekler bizi. Burayı da elden alabilirler diyorsun. Yetmiş altı yıllık yaşamın özeti bu. Öyle öyle. Benim kitapta bir şey var, anlatıyorum hayatımı, “işte ben buyum bir damla suyum” diyorum. Biraz geriye dönerek sizin tanıklık ettiğiniz altmışlı yılları sizden dinlemek isteriz. Altmışlı yıllardaki siyasal yaşam hareketliydi. Hem Türkiye’de, hem dünyadaki siyasal hareket birçok kesimi içersine çekiyordu. Halk ozanlarımızın birçoğu da o yıllarda gerek İşçi Partisi olsun, gerek sol eğilimli siyasal yapılar olsun eğilim gösteriyorlardı. Zaten halk ozanları geleneklerine de ters düşmedikleri için sol hareketin içinde buldular kendilerini. O dönemleri sizden dinleyelim. Neydi o dönemler sizi o hareketin içersine iten şeyler, koşullar nelerdi? Ümit bağladık. Halkta ümit bağladı. Bu bozuk düzeni devirip yerine hesap soran sosyalist bir düzen kurup, emekçiden yana tavır koymak hepimizin ödevi oldu, görevi oldu. Ona göre şiir yazdık, öyle inandık. Alın terinden de güzel kazanç olmayacağını herkes söylüyor. Zaten işçiyle köylü çoğunlukta olduğu için onların iyi yaşaması için güzel bir yönetim gerekiyordu. Emperyalizm olmuyor, kapitalizm olmuyor, faşizm olmuyor, sosyalizm oluyor. En güzeli buydu. Sonra o dönemde aydın kesimde bunu işliyorlardı halka, gazeteler, dergiler, mitingler toplantılarda. Bizde çalıp o işi yapıyorduk. Hatta 6. Filoya karşı, “Amerika katil katili” söylemişti Mahsuni. O dönemler Mahsuni vardı, Kul Ahmet vardı, Kul Hasan vardı çok arkadaşlar vardı. Biz turnelere gidiyorduk Türkiye’nin her tarafına ama çokta ilgi görüyorduk. Yılmadan mücadele ediyorduk. Bizim yanımızda olanlarda oluyordu. Onlara bir birikim oldu seksende, birçoğuyla birlikte beni de içeri attılar. Ağzım,
Eylül 2007
gözüm kırıldı. Hani derler ya “tilki tilkiliğini bilene kadar post elden gidiyor”. Bizim post elden gitmeden takipsizlik kararıyla çıktık. Ama can elden gidiyor, post duruyor da.
Herkes düşünür kârını Bırakır kirli varını Yarınların mezarını Kazıyoh haberimiz yok
O günden bu güne uzun bir süre geçti, kırk yedi yıl olmuş. Kırk yedi yıl içerisinde gelişen bu süreci değerlendirelim. Dünyanın birçok bölgelerinde yaşayan toplumların bir umudu vardı, sosyalizm umudu vardı. Avrupa, Latin Amerika ülkelerindeki o hareketlilik insanlara bir umut veriyordu. Ama sonuç olarak gördük ki o umut kötü bir yenilgiyle sonuçlandı, bu güne geldik. Bu kırk yedi yıllık süreci özetler misiniz? Bugünkü geldiğimiz durum ne? Bir de bunu değerlendirelim. Ne oldu da o umutları kaybettik.
Bilmesi gerek herkesin Gidiş felakete kesin Geleceğin reçetesin Yazıyoh haberimiz yok
12 Eylül’den sonra halk pasifize oldu, her şeyini yitirdiler. Aç kalan oldu, işsiz kalan oldu, işten çıkarılan oldu, bir de partizan davranma oldu onun ötesinde bir de dincilerin örgütlenmesi var, şeriatçıların örgütlenmesi var. Çok sıkı, çok geniş kapsamlı kendi adamlarını köşe başlarına, içlerine ala ala; dürüstleri, emekçileri Alevi toplumunu irdelediler. Başına vurulmuş, anası ölmüş kuzu gibi oldu halk. Ondan sonrada ümitsizlik başladı, işsizlik başladı, fabrikalardan çıkarıldı. Derken halk başıboşluğa geçti. Halk bu sefer hayalini gerçekleştirmenin peşinden koşma yerine, bir lokma ekmek bulmak için namerdin kucağına düştü. Çizgisini bıraktı, düşüncesini bıraktı, felsefesini bıraktı, aç ölmeyeyim diye namerdin kucağına düştü. Akşam kötü dediğine sabah iyi demeye başladı. Bu ikiyüzlülüğü halka açlık, sefalet, bu dinci örgütlenme getirdi. Halkın kırmaşacağı kalmadı, ezdiler. Bir de Alevi köylerine zorla camii yaptılar. Hâlbuki benim köyümde camii yok, yapamazlar. Gider durdururum, o bilgim var benim. Allah diyor ki “yeryüzünü size mescit kıldım” diyor. Camii şart mı, başka yerde kılarım kılacaksam. Müftüyle de konuşurum ben hepsiyle de konuşurum. O bilgim var benim. Hakk’ı arayacak bilgim var benim. Köye cemevi yaptılar, benim kendi köyüme cemevi yaptılar. Hükümete müracaat ediyorlar, biz buraya camii yapacağız bize yardım edin. Kum veriyorlar, çimento veriyorlar öyle kaldı işte. Minaresi yok, namaz kılan da yok. Cemevi de oluyor, camii de oluyor, öyle bir şey. Çok köylere hocalar verdiler. Yani dediğim Kuyucu Murat’ın zamanında, padişahın zamanında, Kanuni’nin zamanında zorla yapılanı, 12 Eylül yine aynı taktiği uyguladı, camiiler yaptılar köylere. Hak arayan olmadı. Hak arama diye bir şey kalmamış halkta. Hak arama yollarını ne öğreniyorlar, ne biliyorlar. 12 Eylül’den bu yana daha o korku var bu millette. Avrupa’dakiler rahat, gel de burada yap bunu. Çok zor burada, çoook zor.
Deniz, kara, hava kirli O yemyeşil doğa kirli Kuyu kirli, kova kirli Süzüyoh haberimiz yok Çırakman’ım koru canı Bu hakkı herkese tanı Felaketin parmağını Çözüyoh haberimiz yok
Yaşamıyorum Hayat bana yük olmaya başladı Tonaj ağırlaştı, taşıyamıyorum. Dert, sıkıntı yüreğime işledi İnsanım, insanca yaşıyamıyom. Bir emirle kaderimi yazmışlar İliğime, benliğime sızmışlar Ben ölmeden mezarımı kazmışlar İzinsiz başımı kaşıyamıyom Sanki bir kuyunun ipi gibiyim Zamansız savrulan tipi gibiyim Yıllanmış şarabın küpü gibiyim İçimi kâğıda döşüyemiyom Haksızların ataşında yanmışam Eyvah bana, gösterişe kanmışam Soğuk yüze baka baka donmuşum Gayri karda, kışta üşüyemiyom Toprak diye eşeledim taş çıktı Kuru diye kahve aldım yaş çıktı Hep karşıma aksi aksi baş çıktı Bir tek ampul kadar ışıyamıyom Çırakman’ım, çok ileri gitmişler Ağaç gibi bize konup ötmüşler Bizi yoksullukla nikâh etmişler Medeni hukukla boşuyamıyom
23
SERÇEÞME
Bir Sorgunun İzinde Kalmak
EYÜP CEYLAN (ŞAŞKIN EYÜP)
Gönül Kırmak Kolaylaştı İnsafsızlık boydan aştı Gönül kırmak kolaylaştı Mermiler yolunu şaştı Tene değil, cana geldi Canlar terk etti inini Bilmediler nedenini Cazgırlar kustu kinini Belalar susana geldi Meyve verenler taşlandı Hizmet edenler haşlandı Yorgun gönüller yaşlandı Yaz geçti hazana geldi Günah keçisi bulundu İdam fermanı okundu Söylenen sözler dokundu Taşlar bir kurbana geldi Kimi vurdu kimi kırdı Kimi ürmeden ısırdı Kurban yolunu şaşırdı Bir acayip hana geldi Hanın etrafı duvardı Kurban hancıya yalvardı Şahın huzuruna vardı Candaki canana geldi Zormuş bu handa yaşamak Merdiveni kırk basamak Gerçekleri yakalamak Çok ters bir zamana geldi Şah önünde diz çöküldü Gerçek ortaya döküldü Baş eğildi, bel büküldü Eyüp yana yana geldi
Savrulduk Karanlığın fendi ışığı yendi Beş bin yıllık özümüzden vurulduk Düşman keşfetti zayıf yanımızı Riyakar meclisine buyurulduk Kendi yolumuzda ısrar etmedik Canımızı canlara yar etmedik Hak lokmasına itibar etmedik Muhanet sofrasında doyurulduk Kimimiz üç kuruşla havaya girdi Düzene boyun eğdi, hizaya girdi Pek çok hamura yanlış maya girdi Hain eller tarafından yoğrulduk Kimi ne düşündü, ne akıl yordu Ne aslını merak etti, ne sordu Öyle ham idik ki, pişmemiz zordu Daha ocağı görmeden kavrulduk Geçim kaygısından telaşlı olduk Yüzler gülmedi, çatık kaşlı olduk Pirin huzurunda dik başlı olduk Arabın devesi gibi doğrulduk Kimi başa geçti, başa dert oldu Kimi halkını sattı, namert oldu Kimi yobaz sürüsüne fert oldu Dökülen yapraklar gibi savrulduk
24
Hasan Harmancı
A
LEVİLİĞİN roman tarihi içindeki yerinin ne olduğunu bilmek kolay. Son zamanlarda bu konuyla ilgili olarak İlhan Cem Erseven’in ‘Çağdaş Türk Romanı ve Öyküsü’ adlı çalışmasıyla genel bir tartışmanın içindeyiz. Ancak Alevi yazınının kaynakları arasında anı-roman-belge karışımı bir çalışma pek bulunmuyor. Bu tarzda bir çalışmayı İsmail Kaygusuz sundu bize; ‘Savaşlı Yıllar’. Bu çalışmayı bu haliyle bir deneme de sayabilirsiniz. Bu çalışma kategorik olarak roman sayılmasına karşın içinde kullanılan belge ve bilgiler yaşanan bir dönemi ve yaşayan insanları ele alıyor. Ele aldığı insan kümesi bir de yaşamını hala sürdürüyorsa bu romancı açısından da okuyucu açısından da daha ilginç olur. ‘Savaşlı Yıllar’, ‘Kürt Alevisi’, ‘Türk Alevisi’ ve nihayetinde ‘Dönme Alevisi’nin de eklendiği dönemi anlamak için güzel bir çalışma. Kaygusuz sanki böyle bir dönemin gelip bizi bulacağını düşünmüş. Sadece bu kimsenin açıklayamayacağı dönemi ele almamış elbette. En çok da Kurtuluş Savaşı yıllarını Alevilik açısından anlayacaksınız. Bu anlama savaşın kendisi ve mekanı ile ilgili değil. Savaşın yarattığı psikoloji ve savaşın arka kapısını, savaşın yoksunluğunu göreceksiniz. Aleviliğin bu dönemde de kendini var etmek için nasıl mücadele ettiği ile karşı karşıya kalacaksınız. Bu da yetmeyecek. Aleviliğin insanlar arasında nasıl yaşandığını ve hem üretim ilişkisini göreceksiniz, hem de kentlerle ve Sünnilikle ilişkisini nasıl bir cenderede yaşadığını göreceksiniz. Kaygusuz’un kitabında kullandığı dil, Alevi öğretisinin, felsefesinin anlaşılması açısından da çok canlı bir dil. Bütün bu özelikleri bir arada toplayabilen bir roman ‘Savaşlı Yıllar’. Alevilik tartışmalardan korkulmayacak bir alan olmasına karşın, yanlış amaçlar için tartışıldığında veya araştırıldığında içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Ancak Alevilik ile ilgili çalışmalara nasıl bir boyut katacağımız özellikle araştırma sahasında çok sorunu beraberinde taşıyor. Aleviliğin bir tarih birikiminin üzerinde kendini sürdürmesi, yaşamında da bu tarihi birikmeyi savunması ve sürdürmesi sorunu devamlı kılıyor. ‘Savaşlı Yıllar’ yaşamımızın değişmezlerini ve değişebilecek noktalarını önceden gören bir dilin konuşması gibi çıkıyor bu anlam da karşımıza. İki ayrı bölüm olarak tasarlanan romanın birinci bölümünü, Alev Yayınları, 1991 yılı içinde “Savaşlı Yıllar I, Son Görgü Cemi” adıyla yayınlamıştı. İkinci bölümü ancak yeni yayınlanabildi. Bu bile iyi diyeceksiniz romanı okumaya başladığınızda. Birinci bölümün yayınlanmasının hemen ardından kitap hakkında açılan dava da; “Yazar, romanında Adana’dan Erzincan çevresinden bazı örneklemelerle Ermenilerin de Türkleri öldürdükleri ve onlara yaptıklarından sözetmiş. Ama, Türklerin Ermenilere yaptıklarına daha fazla yer vermiş bulunmaktadır.” gibi saçma bir bilirkişi raporuyla karşı karşıya kalıyor davalarda. Bir propaganda kitabına olarak nasıl yazılmaz Alevilikle ilgili bir rokan değil mi. Ancak öyle bir kitap değil bu roman. Aleviliğin tüm damarlarını yakalayabileceğiniz bir kitap. Aleviliğin insanlığa zor koşullarda katkılarını göreceksiniz. Gerçeğin, zorun bir felsefe açısından inanç
açısından nasıl algılandığını en iyi böyle bir kitapta okuyacaksınız. Belleğinizin gerisine attığınız dilinizi tazeleyeceksiniz bu kitapla. Tarih de çalışan bir arkeolog olan Kaygusuz zaman ve mekan kurgularının yanında insan ilişkilerinin ekonomik ve sosyal gidişini de iyi görerek hazırlamış romanını. Yazar bunu en iyi kendisi dile getirmiş kitabın önsözünde; “Benim anlayışımda, içinde bulunduğumuz zaman da tarihin bir parçasıdır: Toplum olarak, birey olarak, hatta devlet olarak çok yararlı doğruları ve büyük yanlışları yaşayarak, tarihin bize en yakın anını, yani şimdiyi tanıdığımız ve ona damgamızı vurduğumuz gibi; tarihin bize uzak anlarını, yani geçmişimizi de doğru ve yanlışlarımız, yiğitlik ve kahpeliklerimizle tanımak/tanımlamak ve yüksünmeden onlarla yüzleşmek çağdaş insan ve demokratik birey ve toplum olmanın gereğidir.” Bir yazıya bu bilinçle ve tarafsızlıkla yaklaşılınca, biraz da sonucunu veya beklentilerini bilmek gerek. Kaygusuz da öyle bir işleyiş görmüyorsunuz ama. O yeni sırları da size bırakıyor. Yazdığını sadece bir roman biçimiyle ele almadığı için hepimizin anlağında anılara dönüşmüş yaşantılarla bu romanın sürebileceğini ve Aleviliğin kendisini bitmez sayfalara taşıyabileceği bir kanal açmış oluyor. Ona göre, “‘Savaşlı Yıllar/Çileli Günler’ bir tarih kitabı olmadığı gibi, sadece belirli bir dönemin olaylarını, kişilerini anlatan tarihsel roman da değildir. Ama yeri geldikçe ilgi bağı kurularak, yakın ve uzak geçmişimizden bazı önemli tarihsel olaylardan da sözedilip irdeleniyor.” Bunu son zaman tartışmalarıyla birleştirdiğiniz de bunun öylesine söylenip geçilen bir söz olmadığını göreceksiniz. Bütün bu karışık tarih birikiminin yanında daha çok sizi çekecek olan bir niteliğe de sahip bu roman. Bu kitapta, “İnançlarını ortak yaşama geçirmiş; yönetimi, adaletin suçlama, yargılama, cezalandırma ve aklanma veya bağışlanma süreçlerini bu inançlarının uygulamalarına bağlamış; tapınçlarından, yemeiçmelerine ve çalışmalarına dek ortaklaşalık ve özeleştiri ilkeleriyle yaşayan bir kırsal toplumun savaşlar içinde geçen yılları anlatılıyor. İnancının gerektirdiği özyönetim ve adalet anlayışı içinde ortak üretip, aralarında eşit üleşen, kendine yetme çabasıyla ayakta duran; kusuru hep kendinde arayıp toparlanması, ayağını yorganına göre uzatması gerektiğine inandırılmış barışçıl, ama edilgen bir ahlak ve dirlik-düzenlik anlayışına sahip Alevi köylük yerinde savaşlı yıllar!” ve bu yılların size yansıyan boyutunu çekinmeden fark edeceksiniz. Okuyan her alevinin biraz da orada olma, biraz da Kaygusuz’un kullandığı dile sahip olma ve o kültürel birikime anlatılanlara özeneceğinizi göreceksiniz. Kendinizi özeleştiriye tutacaksınız. Bir yandan yaşam korkularınız ve çocuklarınızın kent yaşamında asimilasyonunu düşüneceksiniz, bir yandan da önlem almak için felsefi birikim edineceksiniz. Bu kitaptaki yaşamlar hala yaşadığınız yaşamlar olacak. Size tarih birikimi içinde yakıştırılan ve güvensizliğinizi çoğaltan baskıları yırtacaksınız. Çocuklarınızla, dostlarınızla ortak okuyacak ve kültür-kişiliğinizle baş başa kalacaksınız. Kitabın birinci bölümünde yazarın da önsözde özetlediği gibi;
Sayı 33
SERÇEÞME
SİVAS’IN ALEVİ KÖYLERİNE TECRİT VE TEHCİR POLİTİKALARININ UYGULANMASINA DEVAM EDİLİYOR “Alevilerin toplu tapınması olan görgü cemlerinde, dâr meydanında hiç bir can yapmış olduğu bir kusuru-kabahatı saklayamaz; ‘heybesinin her iki gözünü boşaltır ve döktüğünü doldurmak ağlattığını güldürmek zorunluğu’ vardır. Bu tören boyunca edeb erkân içinde diz kurmuş kıpırdamadan oturan ve dâr çekenlerin yorgunluklarına ortak olan cemaattan sorulurlar. Cemde bulunanlar toptan razılık vermeden dârdan inemezler. Kitabın bu birinci bölümünde Boyveren canların itirafta bulunduğu, yani heybelerinden boşalttıkları ya da Pir huzurunda kendilerini savunmak için anlattıkları olaylar ayrıntılanır: 1900’lerin başından itibaren, korkunç ve yürekler burkan olaylar; Makedonya, İstanbul, Adana, Sivas ve Erzincan’dan savaş olayları, terör, şiddet ve ölümlerden kesitler! Köy Erzincan’dan, Kemah-Eğin ve Arapkir üzerinden Harput’a (Elazığ) giden yol üzerinden bulunduğundan, 1915 yazında tanık oldukları ve içinde yaşadıkları Ermeni sürüşü sırasında yapılan yağmalar, baskı, saldırı ve kırımlar” çıkacak karşınıza. Okuduğunuzda nasıl bir kültüre ve felsefe, inanca, öğretiye ve dile sahip olduğunuzu göreceksiniz. Yazarın iddiası, “büyük çoğunluğu yaşanmış, ama yer ve zaman birlikteliği olmayan öykülerin çok kez kendi içlerinde bağımsız” biçimde işlendiğidir. Anlatımın gücü ve yaşananların an an varlığı bu duyguyu zorluyor. İnanmayı engelliyor. Ancak Kaygusuz belgelerini ve bilincini, Alevi kimliğini ve kişiliğini birleştirince ölümsüz bir eseri bir divan gibi karşımıza çıkarmayı da biliyor. Bu nedenle bazı karmaşalar her yazarın zorluğu olabilir.Romanda, “Kişilerin köken birliğinden ve yakından uzaktan düğüm atmalar, bazen ancak hissedilebilen bağlarla; dışavurumlar, geriye dönüşler, geleceğe atlamalar, çağrışımlar gibi biçimsel denemelerle bütünlüğe ulaştırma çabasına giriştim” diyor bu nedenle. Bu karmaşa bir tarafa bu çalışma, “Özdeki birbirinden ayrılmaz bütünlük ise, toplumun geçmişi, şimdisi ve geleceğini etkileyen savaşlı yıllar tragedyası” olarak niteleniyor yazar tarafından. O tragedya hala sürüyor mu, yoksa yürekleriniz de yaşamak yerine çocuklarınıza, geleceğinize bıraktığınız bir miras mı onu siz okuyarak kendiniz de bulacaksınız. Bulamadığınızda bu tragedyayı yaşayanın kendiniz olduğunu unutmayınız. Baştan söylemek gerek çünkü bu anlatı kendinizden kopmuş bir romanı okumaya dönüştüğünde artık sizin parçası olmadığınız bir kültür karşısında olduğunuzu bilin ve bu günlerde Aleviliğe yeni sıfatlar kazandırıldığı gibi, siz bir ‘dönme’sinizdir artık. Hemen hepsi, köyümde benim ve benden önceki kuşağın duyup işittiği ve bildiği yaşanmış gerçek olaylar ve olayları yaşayan, yaratan gerçek kişilerdir. Ancak yanlış algılanma ve anlaşılmalar nedeniyle kimse rahatsız olmasın diye isimlerin, daha doğrusu lakapların çoğunu değiştirme gereği duydum. Bu da yazarın okuyacakları heyecanlandır-
Eylül 2007
ması ve bu romanın devamının olabileceğine dair ümidi ve sürprizidir hepimize. “Orta yerindeki tepeleme meşe közü Büyük Ocak tekkesini ısıtmaya yetiyordu. Kara direğin önündeki iki buçuk-üç metrekarelik alanda diz boyu yükseklikteki bu kor yığını, ayini cemin 12 hizmet sahibinden biri olan ‘süpürgeci’ Zeynel’in sabahın köründe yakmaya başladığı kucak kucak çalı çırpı, meşe dalları ve bir koca kütük sayesinde oluşmuştu. Kış boyunda, dede geldiğinde yapılan görgü cemi sırasında, yenilen içilen herşey ortak yapılıp üretildiği gibi, ısınmak da ortaklaşaydı. Görgüye katılan her evden şelek şelek kuru çalı çırpı, meşe odunu, kuru ardıç ve dut kütükleri getirilip, tekkenin uzun yolağının bitişiğindeki odunluğa yığılmıştı. Görgünün canları, yani ak sakallı Hüseyin Dede’nin talipleri Onarlılar, evlerinde kuru sütleğen otları ve hayvanların önünden artan saman ve ot kökleriyle tutuşturdukları tezek ateşiyle ısınırken, görgü yapılırken Büyük Ocak’ı ısıtmak için güzden ne yapıp edip birkaç yük odun hazırlıyorlardı.” Bakalım ne oldu başka... Tarihi yaşayanlar mı haklı, tarihi çarpıtanlar mı. Her şey açıkta...
İSMAİL KAYGUSUZ
Savaşlı Yıllar Son Görgü Cemi - Çileli Günler ISBN 975-335-055-4 25 x 23 cm boyutunda 374 sayfa Alev Yayınları, 2006 Tel: 0212 519 56 35
Basına ve Kamuoyuna 1947’de yaşanmış kanlı gerilimden bu yana, sosyaldemokrat ve Alevi kimliği ile tanınan Sivas Şarkışla Yahyalı köyü üzerinde oynan kirli oyunlar, artık daha amansız ve köylüleri canından bezdirip daha da önemlisi yaşam şartları ellerinden alınıp, tehcire zorlanmaktadırlar. Daha önce Akçakışla nahiyesi tarafından siyasi güç ve açık şiddet kullanılarak yaylamız 1947 yılında gasp edilmeye çalışılmıştır. Bu olay nedeni ile arada bir husumet olmuş ve bu güne kadar bizlerin sağduyulu davranışları ile kötü olaylara meydan verilmemiştir. Uzun yıllar verilen mücadele sonucunda alınan ve şimdi Yahyalı köyüne ait olan yaylamızdan sonra bu kez de, Yahyalı köyü, köylüsü için hayati öneme sahip ve bu köyün toprakları üzerinde olan suyumuz, çeşitli politik oyunlarla elimizden alınmaya çalışılmaktadır. Bölgemizde bulunan civar köylerinin bile yararlandığı ve nüfus olarak daha yoğun olan Yahyalı köyünün suyu, Akçakışla nahiyesine götürülmek istenmektedir. Köylülerimizin merasını suladığı ve içme kaynağı olarak kullandığı suyu ellerinden almak için, İller Bankasından çok ciddi miktarda ödenek çıkartılmış, köy muhtarı ve heyetine bunun yanı sıra köy halkına, haber vermeden sessiz sedasız yıldırım hızıyla uygulamaya geçmişlerdir. Uygulamalardan haberdar olan köy halkı haklı olarak kendi arazilerinde yaşanan bu uygulamaya karşı çıktıklarında devletin kolluk kuvvetleri tarafından şiddete maruz kalmışlardır. Hali hazırda Akçakışla’nın hemen 3 km yakınından gürül gürül akan Kızılırmak’ın suyunu kullanmak yerine, daha pahalıya mal olan ve 35 km mesafedeki Yahyalı köyünde bulunan suyun taşınması için çalışmalar yapıldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Ellerinde; daha başka basit ve ucuz olanaklar varken Yahyalı köyünün yaylasından sonra suyuna da göz dikilmesi açıkça burada yaşayamazsınız bu topraklardan gidin demekten başka bir şey değildir. Bu politikanın nedeni bizzat Alevi köylerine karşı asimilasyon ve tehcir uygulamasının her zaman gündemde olmasıdır. Kesinlikle devletin ilgili kurumlarının tarafsız olması gerekir. Fakat görüyoruz ki tarafsız değiller. Daha düne kadar devlet yetkilileri söylemlerin de Alevi toplumuna eşit mesafede olacaklarını beyan etmişlerdi. Bizimde beklentimiz de bu yöndeydi. Ancak görüyoruz ki, Türkiye’de asvatsız köy yolu yoktur diyenler, 7 yıldır yapılması için yollarımız hakkında verdiğimiz dilekçeler bile hiçbir kabul görmezken, Akçakışla nahiyesinin seçim öncesi almış oldukları söz üzerine, bir talepleri ile 35 km’den suyumuzun alınması için devlet organları yetki vermiş ve ciddi bir meblağ da ödenek çıkarmışlardır. Yahyalı köylüleri olarak, haklı davamızın lehimize sonuçlanıncaya kadar arkasında olacağımızın her türlü yasal ve anayasal yollardan hakkımızı arayacağımızı kamuoyuna ve halkımıza duyururuz. Yahyalı Köyü Halkı / 20 Ağustos 2007 “Karşınızdaki adamın size yaptığı küfür ve fenalığa sabredin... Sabreden insanlığını ispat etmiş demektir...” Başköylü Hasan Efendi
25
SERÇEÞME
Eski Türklerin Dini Şamanizm ve Anadolu Aleviliği Burhan Kocadağ
E
SKİ Türkler’in dini, “Gök Tanrı” dinidir. Gök Tanrı, Asya’da bozkır topluluklarının göçebe yaşamlarından kaynaklanan ağırlık merkezini oluşturur. Hunlar-Göktürkler-Uygurlar v.b. Türkî devletlerde Gök Tanrı, kutsal varlıkların başında gelir. Gök Tanrı düşüncesi, toprağa yerleşmiş yerleşik topluluklardan çok, genellikle avcılıkçobanlık ve hayvancılıkla geçinen göçebe topluluklarda görülür. Bilge Tonyukuk’un yazıtlarında birçok kez adı geçen Tangri ya da Tengri, Türkler’de ulusal bir Tanrı kimliğini taşır. Şamanizm’de de aynı şekilde Doğa tapıcılığı ve dolayısıyla Gök Tanrı inancı egemendi. Bütün gezegenlerin Güneş etrafında, belli yörüngeler içinde dönmeleri gibi, “Bütün evren Semah döner” misali, kopuzların ilahi nağmeleri arasında Semah dönülür ve Cemler yapılırdı. Bu Cemlerde Kamlar ya da Şamanlar, bugünkü Dedelerin yerini tutarcasına vecde gelerek kerametler gösterirlerdi. Ateşe girmek ve kor halindeki bir demiri diliyle yalayarak soğumuş duruma getirmek veya kaynar kazandan elleriyle kemikli et parçalarını çıkarmak gibi olağanüstülükler gösterirlerdi. Kimileri, bu ve benzeri olağanüstülere sihirbazlık derlerdi. Mete Han, İ.Ö. 170 dolaylarında Çin hükümdarlarına yazdığı bir mektupta, kendisini tahta Gök Tanrı’nın çıkardığını bildirmiş ve Gök Tanrı yardımıyla, askerlerinin gayreti ile çevresinde bulunan 26 ulus ya da devleti (Gansu’dan ve Kuzey Tibet ile Batı Türkistan’a kadar uzanan komşu illerde büyük bir imparatorluk kurduğunu belirtmiştir.) (1) Eski Türkler, Doğa’da gizli güçlerin bulunduğuna inanırlardı. Buna kanıt olarak Orhun Anıtları’ndaki (Yer-Su) kutsal sözcükleri gösterilebilir. Aynı inanış, (Yir-suv) biçiminde Uygur Türkleri’nde de vardı. Doğal güçlere inanma aşağı-yukarı bütün ilkel dinlerde vardı. Yanardağ, deniz, ırmak, ateş, fırtına, gök gürültüsü, yıldırım Ay, yıldızlar, Güneş v.b. doğa olguları karşısında duyulan hayret, korku ve saygı dolayısıyla bu, olguların Tanrı’laştırılmasından doğmuştur. Yakın zamanlara kadar Kameri Mezhebi’yle Ay’a tapınma inancı vardı. Ay tutulmalarında kurbanlar kesilir, tenekeler çalınırdı. Bundan amaç, şeytanlar ürksün ve Ay tutulmaktan kurtulsundu. Eski Doğu inançlarının birçoğunda “Toprak Ana”, en çok saygı duyulan Tanrıça’dır. Doğu Anadolu’da, bugünkü Şafii Zazalar’da Gök Tanrısı’na “Homay” denilmektedir. Bu Homay Tanrıça, bir nevi dişi kabul edilir ve Homay Ana, bizi korusun demektedirler. Bununla birlikte genel eğilim eski Türk Dini’nin yeri gökyüzünde olan ve cisimleşmemiş, (maddeleşmemiş) bir tek Tanrı inancına dayandığı doğrultusundadır. Her hangi bir nedenle başlarına bir iş geldiğinde, başlarını göğe kaldırırlar ellerini açarak gökteki Tanrı’ya yalvarırlardı. Bu gün bile bu inanç devam etmekte ve Tanrı, gökyüzünde aranmaktadır. Konuşmalar arasında kuşlar ve tavuklar bile su içerlerken, başlarını yukarı kaldırarak gökteki Tanrı’ya şükredermiş inancıyla “Tavuklar ve kuşlar su içer Allah’a bakar” demektedirler. Gökyüzündeki Doğa varlıklarının büyük rol oynadığı bu eski halkların dinlerinde özelikle dikkati çeken nokta, bütün eski ulusların Güneş’i, Ay’ı ve Yıldızları Tanrı olarak tanı-
26
malarıdır. Oysaki Eski Türkler’de bir tek Gök Tanrısı’na inanılırdı. Eski Türk Dini Güneş-Ay ve Yıldızlara değil hepsini içine alan ve gökle simgelenen Tanrı inancına dayanmakta, öbürleri ise ikinci derecede: kutsal sayılmaktadır. “Gök Tanrı” dini Türkler’e özgü bir inanç sistemidir. Şamanist inancı da zaten bunu içermektedir. Böylece Gök Tanrı bütünüyle manevi bir güç durumuna yükseltilmiştir. Gök Tanrı dininin Türkler’e özgü bir inanç olduğu, “Tengri-Tanrı” sözcüğünden anlaşılmaktadır. Hunlar’da bu böyle olmuştur. Asya’dan Mezopotamya’ya göç etmiş Sümerler vasıtası ile de Tanrı sözcüğü, beş bin yıldan beri Mezopotamya’da söylenir olmuştur. Şamanizm, çok eski bir Asya dinidir. İslamiyet’ten bin yıl öncesinden eski Türkler arasında yaygındı. Şamanizm’de Doğa, üstün bir güç olarak kabul edilmekle birlikte, Doğa’yı yöneten bir Gök Tanrı inancı vardı. Günümüzdeki Anadolu Aleviliğin inanç, ibadet ve uygulamalarında Şamanizm kültünün temel izleri vardır. Alevilikteki Dede-Baba sözcüklerinin yerinde o zamanlar Şaman veya Kamlar vardı. Bunlar din liderleriydi. Eski Türkler’in ulusal Enstrümanları Tar ve Kopuz’du. Bugünkü bağlamanın yerini tutan kopuzun sihirli nağmeleri arasında kadın ve erkek bir arada, yarım daire biçiminde, cemal cemale bakarak oturulur, Cem ayini yapılırdı. Bu cem ayinlerinde Gök Tanrı’ya dua edilir, Semah dönülürdü. Semah’tan maksat, bütün gezegenlerin Güneş’in etrafında dönmesinden esinlenerek tüm Evren’in ya da dünyamızla birlikte bütün gezegenlerin Gök Tanrı’nın etrafında dönmesi tasvir edilmektedir. Şamanizm’de kurban kesilmeden hiç bir ayin yapılmazdı. Her ayinde Şamanlar ve Kamlar kerametler gösterirlerdi. Kimileri de bunu bir nevi sihirbazlık olarak düşünürlerdi. Şaman kavramı, Hindistan’daki Pali dilinde, ruhlardan esinlenen kişi anlamına gelen Samana sözcüğünden türemiştir. Şaman kavramının kaynağı, Sanskritçede Budhacı rahip anlamına gelen Sramana sözcüğüdür. Şaman’ın sözlük anlamı, gelecekten haber verme, büyü yapma gibi görevleri olan ve ruhlarla ilişki kurarak kerametler gösteren, hastalıkları iyileştirdiğine inanılan din adımı demektir. Kimi zaman bunlara “Kam” da denilirdi. Şaman kavramı Mançu dilinde oynayan, hareket eden anlamına gelmektedir. Eski Türkler’de Şaman sözcüğü değil, “Kam” sözcüğü kullanılmıştır. Şaman daha sonra eklenmiştir. Eski Türkler’in tapınaklardaki din törenlerini yöneten özel görevliye “Kam” adını verdikleri, Türkler’le ilgili bilgileri veren Çin kaynaklarından anlaşılmıştır. Şamanlığın yapısında Tanrılar ile Doğa ve insanlar arasında sürüp giden, kopmayan bir bağlantının bulunduğu inancına rastlanır. Bu yaygın inanca göre Tanrılar, insanları yönetimleri altındaki ruhlarla etkilerler. Bir Tanrı hiç bir zaman insana doğrudan doğruya buyruk göndermez, gerekli yasakları koymaz. Şamanlık, bütün Orta Asya’da yaygın olmakla birlikte Asya bozkırlarındaki Türkler arasında daha farklı idi. Göktürkler, ateşin kutsallığına inanıyorlardı. Bizans elçisi Zamanrkhos M. Ö. 569 yılında Orta Asya’ya gittiğinde, Göktürkler onu ve beraberinde olan heyeti,
alevler üstünde atlayarak kötü ruhlardan arındırdıklarını ve kendilerinin de yalınayak bir şekilde ateşin üstünde Semah dönerek ateşi söndürdüklerini belirtmiştir. Ayrıca Bozkır Türkleri’nin inançları arasında ocağa, evin eşiğine atalara saygı, yeryüzündeki doğa parçalarından her birinin bir ruhu bulunduğu düşüncesinden kaynaklanan dağ, tepe, kaya, ırmak, göl, su kaynağı, ağaç, orman v.b. yerlerin kutsallıklarına inanış (yer-su) Güneş, Ay, Yıldız, gök gürültüsü, şimşek gibi; doğa olaylarının ve yerlerinin birer gizli sahipleri olduğu, iyilik-kötülük gibi ruhların bulunduğu bunlarla birlikte “Umay” adı verilen bir Tanrıça’nın da bulunduğuna inanıyorlardı. (2) Günümüzde bile Doğu Anadolu Alevileri ve bir kısım Sünni Zazalar (Dimili-Daylemi)ler Homay bizi korusun derler ve sabahleyin Güneş ışınları köy evlerine vurduğunda, ellerini açarak dua ederler. Bu gelenek ve inanış biçimi Şamanizm’den kaynaklandığı gibi Zerdüştlükten gelen bir etkilenimdir. Şamanizm’de İyilik Tanrısı ve Kötülük Tanrısı olmak üzere Tanrılar ikiye ayrılır. Ruhlar da Tanrılar gibi iyilik ve kötülük olmak üzere ikiye ayrılırlar. İyi ruh “Bay Ülgen”, kötü ruh “Erlik” adlarıyla adlandırılmıştır. Bay Ülgen, aynı zamanda iyi ruhların başında bulunan onlara buyruk veren bir Tanrı’dır. Kötü ruhların başındaki “Erlik”in 9 oğlu vardır. Bunlar: 1- Karas, 2- Mattır, 3- Şıngay, 4- Kömürkan, 5Badış Bıy, 6-Yabaş, 7- Temirkan, 8- Uçarkan, 9- Kereykan’dır. Karanlıklar içinde yaşayan bu kötü ruhların her birinin görevi ayrıdır. Kötü ruhları yöneten Erlik’in ayrıca 9 tane de kızı vardır. Bunlardan en ünlüleri Kiştay Ana ve Erke Sultandır. İyilik Tanrı’sı “Bay Ülgen”in yönettiği iyilik ruhlarına, Yayık, Suyla, Karlık, Utkucı v.b. adlar verilirken, kötü ruhlara da “Şeytan” anlamına gelen “Yek” adı verilmektedir.
Şamanlık’ta Törenler Şamanizm’de yapılan toplu tapınmalara, dualara ve kesilen kurbanlara, verilen lokmalara “Tören” adı verilir. Törenler, genellikle iki türlüdür. Birincisi, haftanın belli gününde yapılan kurbanlı ayindir. Fazla uzun sürmez. İki saati: kapsamaktadır. İkincisi ise, durum gereği önceden belirlenmeyen günlerde, belirli kurallara göre daha uzun sürebilen musahiplik-kardeşlik gibi törenleri içeren ayinlerdir. Her iki ayinde de kurbanlar kesilir, ayinler yapılır ve ayın sırasında vecde gelinerek kopuzların eşliğinde Semah dönülmektedir. Semah, gökyüzü anlamına gelen Sema’dan kaynaklanır. Bununla birlikte ayrıca yılın belirli günlerinde yapılan ve bayram niteliğini taşıyan törenlerin ayrı ayrı adları vardır. Moğollar’ın, Uygurlar’ın ve Türkmenler’in ilkbahar ve sonbaharda yaptıkları iki tören (Ayin) daha vardır. İlkbaharda yapılan törene “Örüs Sara” – “Sürüleri otlatma ayı”, sonbaharda yapılan törene de “Sağan Sara” (Ak-Ay) töreni denilir. Sonbahar töreni 28 Ağustos’ta, ilkbahar töreni de Nisan başlarında yapılırdı. Bütün törenlerde kurban kesme geleneği vardır. Ayrıca, ilkbahar aylarının başında da mezar kaldırma törenleri yapılmakta idi. Bütün bu gelenekler, Doğu Anadolu Alevileri arasında hala uygulana gelmektedir.
Sayı 33
SERÇEÞME Şamanlık’ta her hayvan kurban edilmez. At, büyükbaş ve küçükbaş hayvanların erkekleri kurban edilmekte idi. Şamanlık’ta saz, söz ve edebiyat önde gelir. Destan türünde sözlü edebiyat önemli idi. Orta Asya halklarından Buryatlar arasında Şamanlar, zengin bir sözlü destan edebiyatının koruyucuları olmuşlardır. Yakut Şamanları’nın sözcük dağarcığının 12.000 sözcüğü bulmasına karşılık, halkın kullandığı sözcük sayısı 4.000’i geçmez. KazakKırgız Şamanların (Bakşı), birer şarkıcı, şair, müzisyen, kâhin, hekim ve halk gelenekleri ile öykülerini yürüten fahri görevlileri vardı. Yakutlar’daki “hayvan ana” – “Göksel eş” kavramları, ana hukukuna dayalı aile ilişkilerinin kalıntısıdır. Yakutlar’da ilkbahar ve yaz mevsimlerinde adına şenlik düzenlenen bereket ve doğum Tanrıçası “Ayzıt” için de Altaylı Şamanlar’ın yüce Tanrı saydıkları “Bay Ülgen” için de aynı şey söylenebilir. 9 erkek ve 9 kız çocuğu olduğuna inanılan Bay Ülgen, daha çok bir bereket Tanrısı’dır. Ürünün bolluğu ile nitelikli olmasıyla ilgilidir. Bu da toprağa bağlı güney kültürleri kökenlidir. Şamanlık öğretisi genelde, Türkler’in dışında Tunguzlar’da, Moğollar’da, Mançular’da, Eskimolar’da, Kafkaslar’da, Hindistan’da, Çin’de, Endonezya’da, Malezya’da, Avustralya’da, Büyük Okyanus adalarında, Alaska’da, Gröndland ve İzlanda’da, Kuzey Amerika’da, Guyana’da, Amazon bölgesi’nde ve Afrika’nın birçok yerinde görülmüştür. Bu nedenle ölülerin ruhları ile ilişkiler Kuzey Amerika Kızılderilileri, Eskimolar ve eski Keltler arasında görülmüş ve pek çok araştırmacı tarafından belirlenmiştir. Şamanlık inancına göre evren üst üste katlardan kuruluydu. Katlar, belirli engellerle birbirinden ayrılmıştı. Evren üzerinde yukarıda 17 kat ışık evrenine karşılık, aşağıda yerin dibinde 7 ya da 9 kat karanlıklar evreni bulunuyordu. İnsanlar bu iki evren arasındaki yeryüzünde, koruyucu bütün iyi ruhlar, kahramanlar ve Tanrılar, ışık evreni’nde, zararı ruhlar ve kötülük Tanrıları da karanlık evrende yaşıyorlardı. Gök’ün en üst katında oturan Bay Ülgen’in 9 kızı ve 9 oğlu vardı. Oğulları: Karşıt, Burakan, Yaşılkan, Burçakan, Karakuş (Kartal), Baktıkan, Erkanım adlarıyla gökte oturuyorlardı. Kızlarının özel adları yoktu. Genel olarak “Akkızlar” ya da “Kıyan” adlarıyla belirtiliyorlardı. Güney Altaylılar Tanrı’ya “Kuday”, Moğollar’sa “Kayrakan” adlarını veriyorlardı. Moğollar’a göre Kayrakan’dan başka Tanrı yoktu. Kayrakan’ın üç oğlu vardı. Bunlar Ülgen-Kızakan ve Mergen idiler. İyi ruhlar Kızakan ile Mergen adları altında toplanıyor, kötü ruhları yönetene Erlik deniliyordu. (3) Şamanizm’e göre bütün evren ruhlarla doludur. Dağlar, göller, ırmaklar (Yer-Su) hep canlı öğelerdir. Bu nedenle daha güçlü olanlardan, daha eksiklerin yardım dilemeleri gereği, onlar da dağlardan, ırmaklardan, ormanlardan yardım dilerler ve yüksek tepeleri, gölleri ve ağaçları kutsal bilirler. Bu tür dualardan anlaşılıyor ki, Şamanist Türkler, dağların ruhu olduğunu benimsemekle birlikte, doğrudan doğruya dağlardan yardım istiyorlar Bu dağ kültü tipik bir biçimde Moğol inanışlarında da geçmektedir. Temuçin her sabah, kutlu dağ olan Burhan Haldun tepesine çıkarak dua etmesini, gençliğinde o dağa sığınıp merkitlerden kurtulmasına bağlamakta ve dağın kendisini koruduğuna inanmaktadır. Moğollar’ın Gizli Tarihi kitabının 103. sayfa-
Eylül 2007
Ancak, Kara Albastılar, tehlikelidirler ve sadece “Ocaklı” tabir edilen çok kuvvetli Şamanlar (Dedeler) tarafından negatif etkileri ortadan kaldırılabilir ve kovulabilirler. Şamanlar’da ayinleri Şaman ya da Kamlar yaparlardı. Her ayinden önce kurbanlar kesilir ve lokmalar yenildikten sonra belirlenen yerde ayin yapılır. Ayinlerde kadın-erkek bir arada, yarım ay şeklinde otururlar, Şama ya da Kamların rehberliğinde kopuz denilen bağlamaların eşliğinde çalınan ilahilerle ayine başlanırdı. Bu ayinlerde Şaman ya da Kamlar, vecd içinde kendilerinden geçerek kerametler gösterirlerdi. Bu kerametler arasında ateşe girme, kızgın demiri yalayarak söndürme ya da kaynayan et kazanından eliyle et çıkarma gibi ritüeller vardır. Kimi zaman da Göğe çıkma törenleri yapılırdı.” (4)
sında belirtildiğine göre Temuçin boynuna ve külahını eline alıp kutsal dağ yönündeki Güneş’e döndü ve dokuz kez diz çöküp tövbeistiğfar etti. Bu dağ kültü kimi değişikliklere rağmen Anadolu Alevliğinde hala yaşamaktır. Aleviler bu dağların ulu tepelerine saygı ve korku ile bakmaktadırlar. Bu nedenledir ki Varto’da Hazır Baba, Göşkar Baba, Hanşeref Baba; Tunceli’de Munzur dağında Düzgün Baba; Erzincan, Malatya, Arguvan gibi yerlerde yatırlar hep yüksek tepelerdedir. (3a) Şamanizm konusunda Ergun Candan, “Türkler’in Kültür Kökenleri” kitabının 121– 122. sayfalarında şu bilgiyi vermektedir: “Temeli Siriusyen kültüre dayanan Gök Tanrı Dini’ne mensup olan Türkler, zaman ilerledikçe, o eski inançlarını, daha sonra Orta Asya’da ortaya çıkan Şamanizm ile birleştirdiler. Şamanizm, Orta Asya’da, Altay yörelerinde ve Sibirya dolaylarında yayılmış, baştan sona majik ritüellerle dolu bir dindir. Şamanizm’in temel anlayışında, ruhlarla, doğa ve insanlar arasında sürüp giden, kopmayan bir bağlantının bulunduğu inancı vardır. Kaşgarlı Mahmut, ünlü eseri Divanü Lügat-il Türk’te “Kam” sözcüğünü “Kâhin” olarak tercüme etmiştir. Kam yerine Şaman sözcüğünün kullanılmaya başlanması çok daha sonralara dayanır. Şaman, kendi özel yöntemleri ile ulaştığı vecd durumunda, ruhunu göklere yükseltmek, yeraltına inmek ve o bölgelerde dolaşmak üzere, bedeninden ayrılan bir trans rehberidir. Bunun içindir ki, Şamanizm putperest bir dini inanç değildir. Şamanizm inancında, yeni doğum yapmış kadınlar kırk gün yalnız bırakılmazlar. Çünkü Albasan denilen kötü ruhlar, kadına zarar verebilir. Eski Türkler’in geleneklerinde iki türlü Albastı’dan söz edilir. Bunlardan birincisi “Kara Albastı”dır ki, Anadolu’da günümüzde halen halk inançlarında yaşayan kötü ruh “Karabasan” sözcüğüne karşılık gelir. Diğeri ise “Sarı Albastı”dır. Sarı Albastılar, Şamanlar’ın okudukları dualar ve ilahilerle rahatlıkla kovulabilirler. Bunlar, çoğunlukla lahusa kadınlara görünürler.
Şamanizm’de Tanrı-Evren ve insan bir bütündür. Buna dayalı olarak daha sonraları Hurufilik doğmuştur. İnsan, Tanrı, bir bütün olduğu içindir ki “Enel Hak” kavramı ortaya çıkmıştır. Şamanizm inancında, Hızır inancı da yer alır. Bunun içindir ki, kimi zaman Hızır ayinleri de yapılırdı. Anadolu halk inancına göre Hızır’ın kim olduğu belli değildir. Çünkü onu tanımak mümkün değildir O,her hangi bir insan gibi aramızda dolaşabilir ve bizimle irtibat kurabilir. Şaman inancına göre Güneş ve Ay sürekli olarak birlikte kötü ruhlar karşı savaşmaktadırlar. Kimi zaman bunlar doğal olarak tutuldukları vakit bunları kötü ruhların elinden kurtarmak için davullara tenekelere vurup gürültü ederek kötü ruhları kaçırttıkları inancı içindedirler. Elbette ki bu tür davranışlar ilkeldir. Aynı gelenek Anadolu’nun kırsal kesimlerinde de uygulana gelmektedir. Şaman’ın evi, Şamanlık kültüne göre ilişkin eşya ile süslenmiştir. Davulun bir yanında erenler (ongunlar) sıralanmıştır. Bunların içinde bir de tahta kılıç vardır. Şamanlar, törenleri sırasında iyice coştuklarında davulların yanı sıra bir de tahta kılıç kullanırlar. Bu kılıçlarla kötü ruhları kovaladıkları inancı içindedirler. Hacı Bektaş Velâyetnamesinde Haz. Pir, Hoca Ahmet Yesevi’nin nefes oğlu Kutbüddin Haydar-ı kurtarmak için görevlendirdiğinde, belinde Hoca Ahmet Yesevi, bir tahta kılıç bağlar. Aynı kaynakta Rumeli’ni yola getirmek için görevlendirilen Sarı Saltık’ın belinde bir tahta kılıç vardır. Bir tahta kılıç Hacı Bektaş halifesi Hacım Sultandır. Hacım Sultan, bu tahta kılıcı bir saka katırı üzerinde denemiş ve katırı ikiye bölmüştür. Aynı şekilde Orhan Gazi’nin Bursa kuşatmasında, kuşatmaya katılan Abdal Musa, Abdal Murat-Geyikli Baba ve Doglu Babalar da kullanmışlardır. Bu tahta kılıçlardan maksat, insanları öldürmek değil, yola getirmektir. Bin yıldan beri Anadolu’da Alevilerin uyguladığı inanç-ibadet-semah ve musahiplik ile gelenek ve görenekler, İslamiyet öncesine dayanan Şamanizm’in ta kendisidir. Hz. Ali ve ehlibeyt sevgisi ise Abbasiler döneminde kabul edilen İslamiyet’le başlar. Bu bağlılık sadece bu sevgiden öteye gitmez. NOTLAR: 1. age s. 23 2. age s. 29–33 3. age s. 28–39 3a- Nejat Birdoğan, Alevilik- s. 472–473 4. Ergun Candan, Türkler’in Kültür Kökenleri, s. 121–122–123–124–125–126–147
27
SERÇEÞME
Alevi Örgütlerinin Demokratik Refleksleri Zayıflıyor mu? Recai Özdemir Değerli dostlar; Ülkemizin ve buna paralel olarak Alevi örgütlerinin gündemi çok yoğun. Alevi örgütleri olarak önümüzde Hacı Bektaş Veli Anma Etkinlikleri var. Biliyoruz ki gündemimiz/gündeminiz yoğun. Ancak bütün bu yoğunluk içinde Alevi örgütlerinin ülkede gelişen olaylara ilişkin tutumlarını, siyasal ve toplumsal olaylara ilişkin düşüncelerini de merak ediyoruz. Alevi örgütlerinin ülkede yaşanan kimi olaylara ilişkin sus-pus olmuş tavrını anlamakta güçlük çekiyoruz. Daha dün vahşi kapitalizmin en barbarca yansıması olan fındık işçilerinin yaşadığı dram, ceset tarlasına dönen karayolları, Dikmen’de evsiz bırakılan insanlar, Türkiye’nin başkentinde susuz bırakılan milyonlar, Kamu Emekçilerinin grevli-toplu sözleşmeli sendika taleplerini bir kez daha yükseltmeleri, Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve en son olarak beni bu yazıyı yazmaya iten Hopa’da ki faşist saldırı. Kemalpaşa Halk Festivali’nde insanlık dışı bir saldırıya maruz kalan demokrat insanlar. 2 Temmuzlarda, 12 Martlarda bizlere omuz veren, acımızı paylaşan, bizimle birlikte haykırıp, bizimle birlikte ağıt yakan insanlar. Sormadan edemiyorum, nerede kaldı bizim Demokratik Kitle Örgütü (DKÖ) niteliğimiz? Nerede kaldı demokratik, insancıl, dayanışma ruhuyla dolu tepkilerimiz? Hani nerede dayanışmacı-kollektif-toplumcu bilincimiz? Sevgiyle bezenmiş, inançla yoğrulmuş yüreğimiz nerede? Tüzük maddelerimizin daha ilk sırasına koyduğumuz ilkelerimiz nerede? Örgütlülüklerimizin bir mezhep örgütü olmadığını,
sadece Alevi yurttaşların değil, bu ülkede yaşayan tüm insanların sorunlarını sahipleneceğimizi yazmadık mı o tüzüklere? “Türkiye’nin sorunları çözülmeden, Alevilerin sorunları çözülmez” dememiş miydik? İnsanlarımızın tüm meselelerini sahiplenen, kucaklayan ve çözüm için katkı koyan bir anlayışa sahip olacağımızı söylemedik mi? Doğa, çevre, insan hakları, kadın ve işçi hakları, eğitim, sanat, kültür ve toplumsal alandaki her gelişmeye duyarlı olacağımızı daha yola çıkarken söylemedik mi? Peki nerede kaldı bizim demokratik reflekslerimiz? Bu soruları kendi kendime sormadan edemiyorum. Alevice duruşumuz, Pirsultanca direnişimiz, Hünkâr gibi sevgi dolu kucağımız, tüm kâinatı kucaklayan kollarımız nerede? Uzatalım ellerimizi dost ve musahip örgütlere. Dayanışmayı örelim, acılarını paylaşalım, destek olalım, destek isteyelim. Bir basın açıklaması yapamıyorsak, telefon edelim dost örgütlere. Evi yıkılan insanlara ev alamıyorsak, bir tas çorba götürelim. Hiçbir şey yapamıyorsak fındık işçileri için bir kilo fındık alıp ilgi(siz)lilere postalayalım. Üzerine de şu notu düşelim; “Dikkat üzerine kan damlamış olabilir...” Bir çığlık olalım ölenler, öldürülenler için. Bir isyan olalım tüm ezilenler için. Sel olamıyorsak yüreklerde yanan ateşlere, bir damla olalım. Aslında biliyorum bunları neden yapamıyoruz. Alevi örgütlerinin arkasında tarikatlarda olduğu gibi sermaye grupları yok. Elimizde bir kısım yurttaşa devlet tarafından bol-kepçe dağıtılan imkânlar yok. Örgütlerimizde kadro sorunu, yetişmiş insan sorunu var, “var” ile
Cem ve Kültür Evleri Mustafa Özcivan
H
ACIBEKTAŞ’ta cemevi var mı? diye sorulduğunda, (Garip Dede, Şahkulu, Karaca Ahmet) gibi kuruluşlar ya da bazı özel kişilerin yaptırdığı yerler ile Ulusoy ailesinin evleri gösterilir. Oysa Hacıbektaş’ta Cumhuriyet döneminde ilk Cem’in ve Cemevi’nin yapıldığı yer, Hacıbektaş Çayırbağı çiftliğinde. Tarikata girme, musahip kardeş edinme ve kış aylarında her haftanın perşembe akşamları cem yapma geleneği Çayırbağı’nda başlatıldı. İlk cemler 1959 yılında gizli yapılırdı. Cemleri, Lütfü Ulusoy (Lütfü Dede) yönetirdi. Lütfi Dede, bilgili, birikimli, babacan, hoşgörülü, tam bir Alevi dedesi. (6 Mayıs 1981’de Hakk’a yürüdü) İki yıllık gizli cem yapma süreci sonunda 1961 yılında Çayırbağı halkı Lütfü dedenin öncülüğünde Cemevi yapma kararı aldı ve 1961 yılı baharında inşaata başlandı. İnşaat diyoruz öyle planlı projeli imarlı arsalı falan değil, hazine arazisi üzerine, kerpiçten üzeri toprak örtülü büyükçe bir oda, giriş de bir hol ve küçük bir kiler. Kerpiç’ler imece usulü dökülmekte, herkes gücü ölçüsünde malzeme ve iş gücü ile katkıda bulunmakta... Böylesi toplumsal bir dayanışma ve birlikteliğin sonucu 1961 yılı sonbaharında Hacıbektaş’ın ilk cemevi yapılıyor... 1959 yılında ilk cem töreni Tahir Turan’ın (Tayım Çavuş diye bilinir) evinde, Lütfü dedenin öncülüğünde yapıldı. Çayırbağı’nın ileri gelen sakinleri (Fettah Onbaşı, Tahir Çavuş,
28
Okkanın Hacı, Memişin Yusuf, Şabanın Hüseyin, Hamidenin Halil, Ferhat Onbaşı, Haydar Kaim, Dede Karabacak…) Lütfü dedeyi kendilerine rehber seçtiler, onu dede olarak kabul ettiler. Cem her ne kadar gizli yapılsa da çevrede biliniyordu, Hacıbektaş’tan ceme katılmak ve tarikata girmek için insanlar Çayırbağı’na gelirlerdi. (İsmet Çetin, Kemal Akdere, Çitiroğlu Mehmet, Göçeroğlu Ahmet, Uzun Fettah, Eşkinin Sefer, İbrahim Şahinli, Cin Bektaşın Bekri…gibi isimler akla ilk gelenler) Gözcüler sürekli belanı hameşin tepeyi (yöresel isim) takip ederler, arabaların ışıkları Çayırbağı’na dönünce hemen dedeye haber verirlerdi. Yine cem yapılacak bir Perşembe günü, Hacıbektaş’tan Enver Kaya haber yollar, dikkat etsinler cem basılacak diye, fakat herhangi bir baskın olmaz. Lütfü Ulusoy’un 6 Mayıs 1981’de Hakk’a yürümesiyle gelenek ve cem törenleri aksadı. Bir süre sonra Çayırbağı göç vermeye başladı, geleneği ve cemi yürüten yaşlılar, zâkirler bir bir Hakk’a yürüdü sanki bir dönem sona erdi. Bu gün cemevinin tapusu belediyenin üzerinde. Başkanlık dönemimde bazı bakım ve onarımlarını yaptırdım, ama sürekli bakım gerekiyor, sanki bir döneme tanıklık etmek istercesine zamana karşı direniyor o kerpiç bina. Kimseler görmese de, 16 Ağustoslarda, Tunceli’den, Adana’dan gelenlere kucak açıyor. Yılda birkaç günde olsa hizmet vermeye devam ediyor…
“yok”un diyalektik acımasızlığını yaşıyoruz, kim bilir... Lafa her girişimizde ifade ettiğimiz “Türkiye’de bilmem kaç milyon Alevi var” sözü havada kalıyor. Aslında ağzımızdan çıkan her “Alevi örgütlülüğü” sözü, örgütsüzlüğümüze işaret ediyor. Çünkü her açıdan zayıfız. Bu yüce yol, bu kadim inanç ve bu örgütlenme çabası bir avuç yürekli, fedakâr insanın, insanüstü çabasıyla yaşatılmaya/sürdürülmeye çalışılıyor. Bu sorunların çözümü Alevi örgütlerinin kabuğunu kırmasından geçiyor. İçine kapanmış, tabanıyla buluşamayan, Demokratik Kitle Örgütleri ile sıkı bir ilişki ağı kuramamış Alevi örgütlülüğünün, ne Alevilerin sorunlarına nede Türkiye sorunlarına çözüm üretmesi, çözüme katkı sunması beklenemez. Alevi örgütlerinin yüzünü tabanına, emekçi halka dönmesi gerekiyor. Tabansız bir örgütlülük, tabela örgütü olmaktan öteye gidemez. Her başımız sıkıştığında, şubelerimizin kiralarını, elektriksu faturalarını ödeyemediğimizde hatırı sayılır -sayıcıda az- Alevi esnafın kapısını çalmaktan vazgeçelim. Yüzümüzü halka dönelim, sırtımızı baş eğmeyen inancımıza verelim. Sivasları, Çorumları, Maraşları bir an olsun unutmadan, örgütlülüğün önemini aklımızdan çıkarmayalım. Artık çok iyi biliyoruz ki örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez. O yüzden bilincimizi ve örgütlerimizi diri tutalım. Bu zorlu yolculukta Hızır yardımcımız, Pir Sultan yoldaşımız ola. Dostça selamlar. 4 Ağustos 2007 O dönemde insanlarımız inanç ve geleneklerini yaşatmak için her türlü baskıcı düzene karşı, bizlerden daha cesur, daha örgütlüydü, birbirlerine karşı çok daha fazla hoşgörülüydü. Alevi Bektaşi örgütlenmelerinin en üst düzeyde olduğu günümüzde Alevilerin serçeşmesi Hacıbektaş’ta, geçte olsa Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği hayata geçirildi. Bir yıllık bir çalışma sonucunda her türlü engellemeye her türlü baskıya rağmen iyi şeyler de yaptı ve yapmaya devam ediyor. Hacı Bektaş Kültür Derneği, Alevi toplumuna ve Hacıbektaş’a yakışır hepimizin gurur duyacağı bir projeyi, Hacı Bektaş Veli Cem ve Kültür Evi projesini hayata geçirme amacı ile bir kampanya başlatıyor. Bu projenin başlaması ve hayata geçmesi, tüm Alevi örgütlerinin yanında yerel yönetimin de projeye destek vermesi ile mümkün. Bunun bilincindeyiz. Birlik ve beraberliğimizi gösterme zamanı… Yerel yönetimin ve tüm Alevi örgütlerinin önyargıdan uzak, bu projeye sahip çıkacakları, her türlü desteği verecekleri inancındayım. Bu anlamda yapacakları olumlu açıklamalar bizlere cesaret ve umut verecektir. 1959’da hiç eğitim görmemiş, doğdukları yerden başka bir yere gitmemiş, inançlarını ve kültürlerini yaşatmak için her türlü baskıya direnmiş, kerpiçleri inançları ile yoğurarak direniş abidesi, sembol cemevleri yapmış, elleri öpülesi insanlarımızdan, yaşayanların gururlanacakları, Hakk’a yürüyenlerin ise ruhlarını şad edecek anıt bir eser için, kolları sıvamaya var mısınız? Haydi, hep birlikte Güç olmaya, Umut olmaya, Birlik olmaya… 11 Temmuz 2007
Sayı 33
SERÇEÞME
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI
PSAKD SULTANBEYLİ ŞUBESİ BASIN AÇIKLAMASI
Sorumsuzluk, Ayrımcılık ve Pervasızlık Sürüyor “Zalimin zulmüne karşı çıkmamak mazluma yapılabilecek en büyük kötülüktür. Ben zalimlerle birlikte varlık içinde yaşamayı alçaklık, zalimlere karşı gelerek bulacağım ölümü ise yücelik sayarım.” Bundan yüzyıllar önce İmam Hüseyin böyle demiş ve zalim Yezid’e karşı direnmiş, boyun eğmemiş, onurluca Kerbelâ’da can vermişti. Bugün ise sorumsuz, tutarsız ilkesiz Doğan Grubu’na bağlı Kanal D isimli burjuva kanalı “Kavak Yelleri” isimli dizide onun ismini aşağılayarak bir köpeğe verme pervasızlığını göstermiştir. Bu dizinin senaristleri, yönetmenleri Hz. Hüseyin’in kimliğini bilmiyorlar mı? Onun Aleviler için, Pir Sultan torunları için önemini bilmiyorlar mı? Elbette ki biliyorlar ve bu tutumlarını kasıtlı olarak sürdürüyorlar. Güner Ümit isimli bir program sunucusu da buna benzer bir tutum sergilemiş ve sonunda Star Tv Alevilerden özür dilemiştir. Bugünde Kanal D ve tüm sorumlular Alevilerden özür dilemelidir. Biz Pir Sultan’ın torunları ve onun günümüzdeki avazı olarak Kanal D’yi hesap vermeye çağırıyoruz. Aleviler olarak tüm halkımızdan da bu kanalı özür dileyinceye kadar izlememeye davet ediyoruz. Kışkırtmalara son, inançlara saygı istiyoruz! Pervasızlar cezalandırılsın! İmam Hüseyin Onurumuzdur!
PSAKD MAMAK ŞUBESİ BASIN AÇIKLAMASI
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş Derhal Görevden Alınmalıdır Sivas katliam sanığı Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından tutuklama emri ile aranan İhsan Çakmak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde üç yıldır memur olarak çalışırken 4 Mayıs 2007 tarihinde yakalanarak, Bayrampaşa Cezaevine konulmuştur. Katliam sanığını kamu eli ile barındıran ve besleyen Kadir Topbaş’ın derhal görevinden alınıp, yargı önüne çıkartılması talebiyle Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Mamak Şubesi olarak imza kampanyası başlatmış bulunuyoruz. Söz konusu toplanılan imzalar belirleyeceğimiz ileriki bir tarihte İçişleri Bakanlığı’na sunulacaktır. 21.08.2007 www.pirsultanabdalmamak.com
Yönetim Kurulu Adına Mustafa Karabudak / Şube Başkanı
Bu konuda ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu din dersleri konusundaki kararı üzerine PSAKD Genel Başkanı Kazım Genç ile yaptığımız söyleşiyi gelecek sayımızda okuyabilirsiniz.
Eylül 2007
Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın ................... +49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ..................... +49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik .................... +33.6.82 07 67 16 Evry Erdal Bulut ................................ +33.6.12 65 20 50 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ........ +31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören ............... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ...... +44.7768 220 762 İsviçre: Basel İbrahim Bakır .................. +41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Haydar Dede ..............0342.250 64 77 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven ..........................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ......................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü .........................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ......................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu...............................0543.682 38 99 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50
29
SERÇEÞME
(MAÇKA–1925 / İSTANBUL–12 KASIM 2003)
İsmet Zeki Eyuboğlu Süleyman Zaman
İ
SMET Zeki Eyuboğlu 1925’te Maçka/ Trabzon’da doğdu. İlköğrenimini ve ortaöğretiminin ilk bölümünü (ortaokulu) doğduğu yerde, Liseyi İstanbul’da Vefa Lise’sinde okudu (1948). Yükseköğrenimini ise İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe – Klasik Filoloji Bölümü’nde tamamladı (1953). Tarih konusunda da eğitim gördü. Bir süre felsefe, edebiyat ve tarih öğretmenliği de yaptı. Daha sonra öğretmenliği bırakarak Anadolu uygarlığı, halk kültürü, halk bilgisi varlıkları, Türk Dili konularına yöneldi. Kısa sürede bu konularda akademik bir unvan kazandı. Çalışma ve araştırmalarını bağımsız yazar olarak sürdürdü. Almanca, Latince ve Farsça’dan çeviriler de yaptı. Çok derin felsefi bilgisi, Türkçeye olan egemenliği ve dili çok iyi kullanmasıyla aranan bir bilge oldu. İsmet Zeki Eyuboğlu, bir yazar, çevirmen ve araştırmacı kimliğiyle Anadolu kültür kalıtına çok değerli eserler bırakmıştır. Eyuboğlu filoloji eğitiminin kendine kazandırdığı dürtüyle ele aldığı her konunun etimolojik kökenine kadar iniyor ve her konuyu derinlemesine inceleyerek en zor olan konuları bile rahatlıkla herkesin anlayacağı bir konuma getiriyordu. İsmet Zeki Eyuboğlu, daha gençlik yıllarında mistizme merak sarmıştı. Çevresinde olup biten gizemli şeyler ilgisini çekiyordu. Daha küçük yaşlarda bu eğilim onu Nakşibendî tarikatıyla buluşturdu. İsmet Zeki Eyuboğlu Nakşibendî tarikatında altı yıl kaldı. Burada dervişçe yaşıyordu. Bu tarikatı en ince ayrıntısına kadar tanıyordu. Ama kendisindeki araştırma ve sorgulama yetisi, onu bu tarikatın sınırlarında tutmaya engeldi. O kendi içindeki özgürlüğü keşfetmişti. Dolayısıyla belli sınırlar ve kurallar gerektiren tarikat yaşamından kendini kurtardı. Bu kurtuluştan sonra kendini tamamen Anadolu ve Anadolu uygarlığı konusuna verdi.
İsmet Zeki Eyuboğlu yaptığı araştırmalar sonucunda Anadolu’nun eski geçmişiyle, bugünü arasında sürüp giden bir uygarlık bağıntısının bulunduğunu, Anadolu insanının çağlar boyunca değişik göçler yüzünden karışıp kaynaştığını ve bu kaynaşma sayesinde bir uygarlık birikiminin varlaştığını; Türk insanının veya Anadolu’nun bu senkretik uygarlık ürünleriyle kimlik ve kişilik kazandığını belirten kitaplar ve makaleler yazdı. Eyuboğlu bu konuda bugün Anadolu İnsanının yaşadığı uygarlık kalıtlarıyla, dil, felsefe, tarih, mimarlık, tiyatro, yontu, halkbilgisi ve yazın türlerinden verdiği örneklerle kanıtlarını ortaya koydu. Ya da koymaya çalıştı. Eyuboğlu bu topraklarda yaşamış veya yaşanmış olan, din, mezhep, tarikat, dil, sanat, felsefe, tasavvuf gibi konuları derinlemesine inceleyerek gün ışığına çıkardı. İnsan psikolojisini ele alan konuları yazdı. Orta yaşlara geldiğinde özellikle 1960’lardan sonra toplumcu gerçekliğe yöneldi. Dünyadaki ve ülkemizdeki toplumsal olayları sorgulamaya ve bu olayların temel nedenlerini çözümlemeye dönük eserler üretmeye başladı. Tarihçi yönüyle, felsefi yönünü birleştirip, Anadolu üzerine derin bir araştırmaya girdi. Türk kültürüyle, eski Anadolu uygarlıkları arasındaki bağıntıları, etkileşimleri inceledi. Bu konuda derin araştırmalar yaptı ve birçok eser üretti. İsmet Zeki Eyuboğlu folklor ve dil konularında çok önemli araştırmalarda bulundu. Birçok dergi ve gazetelerde yazıları yayımlandı. Özellikle Yelken, Soyut, Yeni Ufuklar, Yansıma, Aydınlık gibi dergilerde ve Cumhuriyet gazetesinde sayısız makaleleri yayımlandı. Yeni ve eski edebiyat üzerine inceleme ve eleştiri yazılarıyla tanındı. Özellikle Vergilius (İ.Ö. 70–İ.Ö. 19 yaşamış Latin Şair); Ovidius (İ.Ö. 43–İ.S. 18’lerde yaşamış Latin Şair); Lucretius (İ.Ö. 98–İ.Ö. 55’lerde yaşamış Latin Şair) gibi
Eserleri
Anadolu Halk İlaçları (1977), İnsanın Boyutları (1979), Alevilik-Sünnilik, “İslam Düşüncesi” (1978); Anadolu Büyüleri (1978), Sevgi Büyüleri (1978), Şeyh Bedrettin ve Varidat (1980), Kendi Sözleriyle Atatürk İlkeleri (1981), Anadolu Uygarlığı (1981); Atatürk’ten Özdeyişler (1981), Bütün Yönleriyle Bektaşilik-Alevilik (1980), Geçmişin Yaşama Gücü (1982), Günün Işığında Tasavvuf, Tarikatlar ve Mezhepler Tarihi (1987), Anadolu Halk İlaçları-Bitkiler, Büyüler, Macunlar, Yıldızname (1987), Mevlana (1988), Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü (1989), Türkçe Kökler Sözlüğü (1989), Şeytan Ayetleri Söylencesi (1989), Zerdüşt’ün Şiirleri (1989), Hacı Bektaş Veli (1989), Uygarlığın Çıkmazları (1990); Tarihin İlkeleri (1991), Alevi-Bektaşi Edebiyatı (1991), Pir Sultan Abdal (1991), Yunus Emre (1991), Abdal Musa (1991), Hatayi (Şah İsmail) (1991), Sömürülen Alevilik (1991),
Yazarlığının ilk ürünleri Türk Folklor Araştırmaları Dergisi’nde yazdığı Karadeniz Folkloru’yla ilgili derlemeleridir (1948–1958). Daha sonra Fatih Sultan Mehmet için, zamanından günümüze, yazılmış şiirleri bir araya toplayıp bir antoloji yayımladı. Bu kitabın adı Destanlar İçinde Fatih (1953). Almanca, Latince, Arapça, Farsça gibi dillerden çeviriler yaptı. Çeviriler dışında Dünya, Cumhuriyet, Soyut, Varlık, Yansıma, Türk Dili, Aydınlık, vb. yayın organlarında birçok araştırma - incelemesi yayımlandı. Destanlar İçinde Fatih (1953), Antoloji. Divan Şiirinde Sapık Sevgi, (inceleme, derleme, 1968) Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar (1968), Baki (1972), Nietzsche (1972), Tanrı Yaratan Toprak, Anadolu (1973), Anadolu İnançları (1974), Anadolu İnançları - (Anadolu Mitologisi adıyla genişletilmiş bs., 1987), Cinsel Büyüler İki Cilt, (1975), Karadeniz Aşk Türküleri (1976),
30
Latin şairleriyle, Alman düşünürlerinden çeviriler yaptı. Yazarın, seçilmiş konularda incelemeleri ve antoloji kitapları da vardır. İsmet Zeki Eyuboğlu çok üretkendi. Her olayı ve olguyu araştıran ve sorgulayan yanıyla çalışkan bir kişiliğe sahipti. Olanla yetinmeyen, kendisini yeniden var eden, bilgiye susamış bir insandı. İnsanlara çok şey öğretti. Çok önemli bilgiler ve belgeler bıraktı. İsmet Zeki Eyuboğlu; ünlü yazar ve araştırmacı Sabahattin Eyuboğlu, şair ve ressam Bedri Rahmi Eyuboğlu ve Mimar Mualla Eyuboğlu’nun kuzenidir. Gerçekten de Eyuboğlu ailesi Türk yazının, sanatının, felsefesinin, folklorunun çok değerli simalarıdırlar. Anadolu kültürüne sayısız eserler sunmuşlar ve büyük katkılarla dünya kültürüne de önemli kalıtlar eklemişlerdir. Eyuboğlu ailesi bu toprakların yüz akıdırlar. Anadolu’nun aydınlık yüzleri ve ışık saçan güneşidirler. Yazar İsmet Zeki Eyuboğlu, lenf kanserine yakalanmıştı. Bu onulmaz hastalık nedeniyle 12 Kasım 2003 tarihinde İstanbul’daki evinde yaşamını yitirdi. Cenazesi doğum yeri olan Maçka’ya götürüldü ve cansız bedeni Maçka’da toprağa verildi. Bedeni doğduğu topraklarla kucaklaştı. Yazar, araştırmacı, çevirmen ve felsefeci İsmet Zeki Eyuboğlu’nun kaybı ülkemiz için çok önemli bir aydının kaybıydı. İsmet Zeki Eyuboğlu, yeri kolayca doldurulamayacak bir aydındır. Kaygusuz Abdal (1992), Abdal Musa (1992), İslam’ın Çöküşü (1997), Felsefe Açısından 12 Eylül – Boşluğun Egemenliği (1997); Gülen Anadolu (1997); Gelin Canlar Söyleşelim (1997); İslam’da Bölünmeler, Çelişmeler (1997); Âşık Sadık (1997), Taşoluğun Başında (Şiir, 1998).
Çevirileri: Gezgin İle Gölgesi, F. Nietzsche (1992), (Alman Filozof) Hz. Ali’nin Şiirleri, (1997), Vergilius, Sığırtmaç Türküleri, (1995), (Latin Şair) Pascale, Düşünceler, (1996), (Fransız Filozof) Ovidius, Aşk Sanatı, (1987), (Latin Şair) Tragedyanın Doğuşu, Nietzsche, (1967) Tarih Üstüne, Nietzsche, (1966), Kazak Kızı Nyuşa, Konsalik, (1966), Yedi Askı, İmreulkaya, (1985), Felsefe Nedir, K. Jaspers, (1986), Pratik Usun Eleştirisi, E. Kant, (1989), (Alman Filozof) Söylev (Nutuk), Atatürk, (1986), (Nur Ardakoç takma adıyla)
Sayı 33
SERÇEÞME
Sarı Selçuk Dede Anıldı Metin Özdemir
S
ARI Selçuk Dede Anma Şenliği, 5 Ağustos 2007 Pazar günü, Afyonkarahisar’ın Sandıklı İlçesi’ne bağlı Selçik köyünde gerçekleştirildi. Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin düzenlediği etkinliğe; Antalya Radyo Akdeniz, Sandıklı Gün Fm, Antalya Kilim Türkü Evi sponsor olarak katkıda bulundular. Saat 16.00’da saygı duruşu ve İstiklal Marşı’nın okunmasıyla başlayan etkinlik, Dernek Başkanı Yusuf Yıldırım ve Genel Sekreter Yusuf Coşkun’un günün anlam ve önemini belirten açılış konuşmalarıyla devam etti. Dernek çalışmaları ve yapılan etkinlikler hakkında izleyicilere bilgiler veren dernek yöneticileri; “Sarı Selçuk Dede” adına böyle bir etkinliği ilk kez gerçekleştirmekten mutluluk duyduklarını ve bu tür etkinliklerin devamının geleceğini belirttiler. Açılış konuşmalarının ardından, köy gençlerinin 2001 yılında bir araya gelerek temellerini oluşturdukları Selçik Köyü Semah Ekibi’nin etkinliğin ev sahibi olarak açılışta döndükleri
semahlar göz doldurdu ve seyirciler tarafından ilgiyle izlendi. İlk olarak Ozan Yıldırım ve Gülbahar Top’un sahne aldığı şenlikte, yine Selçik Köyü’nde yetişen genç ozanlardan Mustafa Eroğlu ve Nesimi Şen izleyenlere türküleriyle coşkulu dakikalar yaşattılar. Türkülerin ve deyişlerin söylenmesinden sonra sahneye çıkan Kayabelen Semah Ekibi, âşıkların Alevi kültürüne göre; İki Nefes, bir Duvaz-ı İmam okumalarının ardından semaha başladı. Hiçbir
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır
değişime uğramadan cemlerde uygulandığı şekliyle dönülen semahlar beğeniyle izlendi. Ardından Orhan Cem Karamanav adlı dört yaşındaki çocuğun İstiklal Marşı’nın on kıtasını ezbere okuması dakikalarca ayakta alkışlandı ve izleyicilerden büyük takdir topladı. Sarı Selçuk Dede Anma Etkinliği’ne ve Selçik Köyü’ne katkıda bulunanlara onurluk verilmesiyle devam eden etkinlikte, saat 18.00’de misafirlere etli pilav ikram edildi. Katılımcılar Sandıklı’nın tek Alevi köyü olması bakımından, Selçik Köyü’nde böyle bir anma gününün düzenlenmesinin kendileri için onur verici olduğunu ve ilk olması açısından büyük bir adım olarak gördüklerini ifade ettiler. Etkinliğe katılan yaklaşık 2000 kişilik coşkulu kalabalık, Gülhan Güneş ve Hakan Taşdemir’in sahne almasıyla, türkülere hep birlikte eşlik etti ve halaylarla geceye renk kattılar. Gecede Türk Halk Müziği yorumcularından İlyas Şimşek’de söylediği eserlerle izleyenlere güzel bir dinleti sundu. Şiirler, türküler ve halaylarla oldukça coşkulu geçen etkinlik katılımcıların yoğun ilgisi üzerine Saat 24.00’e kadar sürdü. Son olarak kapanışta, Selçik Köyü Semah Ekibi’nin tekrar semah dönmesinin ardından, Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Yönetim Kurulu ve Tertip Komitesi üyeleri, 1. Sarı Selçuk Dede Anma Etkinliği’ne katılımlarından dolayı izleyenlere ve katkı sunanlara teşekkür ettiler. Dernek yönetimi tarafından, Selçik Köyü Sarı Selçuk Dede Anma Etkinlikleri’nin bundan sonraki yıllarda, geleneksel olarak Temmuz ayının son hafta sonunda yapılacağı açıklandı.
Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30
Eylül 2007
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
AKP HÜKÜMETİ SİYASİ İSLAMIN ÖNÜNÜ AÇACAK BİR ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ YAPMAK ÜZERE PAÇALARI SIVADI
Yeni Liberal Bir Anayasa mı Dediniz? Bize Yetmez! Esen Uslu
T
ÜRKİYE’de bugüne dek Anayasaları hep asker-sivil devlet memurları hazırladı. Bu anayasaların çatılarını iktidarı ele alan askerler ve onların devlet içindeki baş şakşakçısı durumundaki üniversiteler çattı. Bu anayasaların hazırlanırken asker-sivil devletlûlar halka nasıl bir devlet istediklerini sormadı, aksine halkın istemlerini bastırmak esas alındı. Sonra da bu anayasalar oya sunulup “halkın rızası” alınmış oldu. Demokrasinin olmadığı yerde, halkın rızası olur mu? AKP Hükümetinin gündeme getirdiği yeni taslağın özü de şimdiye kadar yapılmış anayasalardan farklı değildir. AKP yönetimi, bu anayasa taslağının “askere karşı” yapıldığı imajını yaymaya çalışıyor. Bu göz boyama çabası boşunadır. AKP taslağının çerçevesi, askeri müdahale tehdidi ile yaratılan ortamda, başbakan ve genelkurmay başkanının yaptığı gizli görüşme ve uzlaşma ile çizilmiştir. Bu taslak liberallik gösterilerine karşın halkın istemlerine kulaklarını tıkayacaktır. Bu anayasa, Türkiye’de devletlûların keyfi ve zorba egemenliğinin önüne geçmeyecektir. Bu taslakla yapılmak istenen şey, siyasi İslam’ın önünü açmaktır. Gizli görüşmeyle varılan uzlaşmanın özü, emekçi halkın, Kürt sorunu, Alevi sorunu, azınlıklar sorunu olarak dolaylı şekilde dile getirilen kapsamlı demokrasi özlemine; yaklaşan derin ekonomik krizlerle birlikte yeniden yükseleceği apaçık olan işçi-emekçi hareketine karşı, devletin siyasi İslam’la bir engel oluştuma çabasıdır. Asker-sivil devletlûların “laiklik” söylemi kafaları karıştırmasın. Bu ay içinde yıldönümünü lanetle andığımız 12 Eylül faşist darbesi ile kurulan bu rejimde siyasi İslam’ın önünü açan onlardır. Bugün AKP’nin, siyasal İslam’ın bütün renklerini ve tarikatlarını peşine takarak bu kez liberal görüntüsü altında, işçi-emekçi halkın kapsamlı demokrasi isteminin önünü kesmede kullanılmasına onay veren de onlardır. Bu hedef, Avrupa Birliği’nin Türkiye’de demokrasi sorununa yaklaşımı ile de uyuşmaktadır. Biraz daha liberal, ama “aşırılara” fırsat vermeyen, devlet denetiminde siyasi İslam’ın, “aşırıları ve aşırılıkları” önlemede devletin hizmetinde olduğu kontrollü bir demokrasi beklentisi, AB’nin de politikasının ruhudur. Bugün AKP’nin devletlûlarla uzlaşarak hazırladığı ve Atatürkçülüklaiklik üzerine bir iki kayıkçı dövüşünden sonra yasalaşacak olan anayasa taslağının özü budur. Halkın demokrasi özlemlerinin önünü kesmeyi amaçlayan bu anayasa taslağı tüm liberal (özgürlükçü) söylemine karşın, özü itibariyle gerici bir anayasa olacaktır.
Seçilmemiş Yöneticiyle Demokrasi Olmaz
A
NAYASANIN gerçekten demokrat olup olmadığını sınamak için şu soruyu sormak gerekir: Bu taslakla seçilmemiş, halka hesap verme sorumluluğu olmayan, verdikleri kararlara ve yaptıkları işlere karşı dava açmak bile yasalarla engellenmiş, ayrıcalıklı ve dokunulmazlığı olan yöneticiler yerinde kalacak mı? Emekçi halkımız seçilmemiş yönetici istemiyor! Bu demokrasinin olmazsa olmaz temellerinden biridir. Osmanlı artığı vali, kaymakam, vb., merkezden atanmış yönetici istemiyoruz. Seçilmişlerden çok daha fazla yetkiyle donatılmış, ayrıcalıklı ve dokunulmazlığı olan merkezden atamalı yönetim ortadan kalkmalıdır. Her türlü yönetici, serbest seçimle görevlendirilmelidir. Her yönetici seçmenine düzenli olarak hesap vermek zorunda olmalıdır. Seçmenler, yanlış işini gördükleri bir yöneticiyi her an geri çağırabilmeli, görevden alabilmeli, yerine yenisini seçebil-
meli, yanlışı olanı yargıya yollayabilmelidir. Yönetimlerin kulladığı tüm bütçeler ve kesin hesaplar halka açık olmalı, gizli fonlar kaldırılmalıdır. Yöneticilerin maaşı, vasıflı işçi maaşını geçmemelidir. Avrupa Birliği zoruyla geçirilen uyduruk bir kamu ihale kanunun bile kenarından, köşesinden kemirilerek son bir iki yılda nasıl kuşa çevrildiğini gördük. Bal tutan parmağını yalar misali, keyfi ve dokunulmaz yöneticilerin elini kamu fonlarına daldırmalarının, rüşvetin ve görevi kötüye kullanmanın önüne ancak böyle geçilebilir. Bu, dokunulmaz ve ayrıcalıklı “memur” statüsünün ortadan kaldırılması demektir. Tüm kamu işçileri nesnel ölçütlerle, eğitim, bilgi ve yetkinlik temelinde işe alınır; dürüstlük ve liyakat temelinde işlerinde kalabilir. Onlar da tüm işçiler gibi sendikalaşma, toplu sözleşme ve grev hakkıyla donatılmıştır. İşlerini görebilmeleri için kendilerine verilmiş sınırlı yetkilerden başka bir yetkiye sahip değildir. Tüm eylem ve kararlarına karşı yargı yolu açıktır. Yönetimin, “sürgün” gibi ceza uygulamasına olanak yoktur. Demokratik bir devlet yapısı, halkın yönetime en geniş katılımı ile sağlanabilir. AKP’nin anayasa taslağı halkımızın bu kapsamlı demokrasi istemlerinin yakınına bile yanaşamaz.
Paralı Asker İstemiyoruz
A
SKER-SİVİL devlet bürokrasisi ile AKP’nin anlaşması kendisini, paralı asker ordusunun kurulmasına doğru bir adımın sessiz sedasız atılması ile gösterdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin 19. yüzyıl burjuva demokratik devrimlerinden devraldığı en önemli miraslardan biri olan zorunlu askerlik hizmeti belli ki artık devletin boynunda bir yüktür. Zorunlu askerlik hizmetine gelen gençleri, kendi halkının üzerine sürmek kolay iş değildir. Bunu güvenceye almak için tüm gençlik ve tüm ülke çapında bir psikolojik savaş yürütülmesi gerekmektedir. Tüm gençliği ve halkı “düşmana” karşı bilemek ve öyle tutmak için, tekelci medya büyük bir çabanını içine girmiş durumdadır. Gönüllüler arasında seçerek paralı bir vurucu güç oluşturmak, hem liberallerimizin vicdanlarını daha az rahatsız(!) eden bir çözümdür, hem de aynı vurucu etkiyi daha ucuza elde etmeyi sağlar. Son yıllarda adım adım gündeme getirilen profesyonel ordu, yani paralı askerlere dayalı ordu modeli, emperyalist ana ülkeler ordusunun günümüz modelidir. Sorun çıkartmadan, kolayca emperyalist maceralara sürülecek böyle bir ordu, her türlü maceraya dalmaya hazır olan ve emperyalist hiyararşide yükselmek isteyenlerin özlemidir. Bu özlemi, günümüzün karmaşık silah sistemlerinin sadece uzun süreli hizmet yapan paralı askerler tarafından öğrenilebileceği gerekçesiyle gizlemeye çalışırlar. Ancak paralı askerlerin, hiç ağza alınmayan bir başka avantajı (!) kritik durumda ordunun halka karşı kullanılmasını kolaylaştırmasıdır. Bu nedenle demokratik bir devlette, kadın erkek herkese eşit askerlik hizmeti yükümlülüğü olmalıdır. Tüm gençler en modern silahların kullanımını öğrenmelidir. Herkese silah taşıma hakkı; silah üretiminin, satın almalarının, dağıtımının üzerinde halkın denetimi olmalıdır. Kayıp(!) silah ve patlayıcıların, çetelerin önüne ancak böyle geçilebilir. Bunları gündeme bile getirmeyen bir anayasa demokratik olamaz. Olsa olsa siyasi İslam’la devletlûların uzlaşmasını özgürlükçü söylemler ardına gizleyen bir anayasa olabilir. Böyle bir anayasaya, gerçek laik demokrasiden yana tüm Alevi-Bektaşiler baştan hayır diyecektir!