Serçeşme, Sayı 34

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

DİKKAT, BU DERGİNİN HBVKTD VE HBVAKV ŞUBELERİNE GİRMESİ BİR EMİRNAMEYLE “YASSAH”LANMIŞTIR!

ALEVİLİKTE BİLİNÇ YIRTILMASI

Bu Sayida

Sûfi gelenekte, dünyasal olanın “olumsuzlanması”, dünyanın kendisinin değil, insanın dünyayla olan “ilişkisinin” olumsuzlanmasıdır.

İsmal Özmen - Yunus Koçak Hamdullah Çelebi’nin Savunması - Bölüm II Ölümünün 40. Yılında Ernesto “Che” Guavera’yı Saygıyla Anıyoruz

Müfd Yüksel İcazetname - Çevrimyazı Esat Korkmaz Kutsal Dans Demr Küçükaydın Halaçoğlu’na Yanlış ve Gerici Eleştiriler Kâzim Genç le Söyletk Öznur Tanal Abdal Musa Dergâhı’nın Kazanları Hâlâ Kaynıyor Yusuf Zamr İnsan Olmaya Geldik - Bölüm IV Snan Ulusoy Var Olabilme Ham Kutlu Öfkeyle Kalkanın Sonu Hüsrandır Özgür Savaçı Ali Kaykı’nın Şiirleri Hasan Öztürk Derviş Kemal Özcan Hüseyn Çırakman le Söyletk - II Burhan Kocada Devrimlerin Işığında Doğu Anadolu Erdal Zek Aslan Safavi Devleti - Bölüm I Al Kayki Öz İçinde Özdür Aşk Lütf Kalel Sosyalist Şeyh Bedreddin Ek: İsmal Kaygusuz: Diyanet İşleri Başkanı Neler Söylüyordu ve Ne Yapmak İstiyorlar

Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

Y

AŞANAN halde Alevilik kendini “koruma” ya da “anlatma” konusunda “yüksek bir gerilim” yaşıyor: Ortaya çıkan “bilinç yırtılmaları”, giderek bilincin “dağılması” Alevi ile çevresi arasına bir “yabancılaşma” sokuyor. Ortodoks inançlardaki “din” terimini karşılayan Alevilikteki “aşk” terimi, “kültürel” yanından arındırılarak “utanç verici fizyolojik bir eylem”e indirgeniyor. O zaman her Alevi, kendi inancından “sakınmaya” başlıyor. Aşk, sistemin yargısına taşınıyor ve “evrimini” tam olarak tamamlayamamış bir “ruh durumunun” dışa vurumu olarak algılanıyor artık. Kendi özgünlüğümüze “taşınmak” istiyorsak eğer, “sistemin ezberi durumundaki bu aşkı” alnından vurmalıyız. Bunu başaramazsak aşkımız, “günlük yaşamımızı kolaylaştıran” bir “aygıt” olup çıkar. Böylesi bir aşkı “farkındalık” sancıları ile “beslemeye” kalkarsak “sırrımız çatlar”. Özünde Alevinin aşkı, nedeni “sır” olduğu için “sırdır”. Bu sırrı taşıdığı için her Alevinin “sır yanı”dır aşk. Aşk “sırrı” ile yüklü her Alevi, dünya halklarının kardeşliğini düşünen, her türlü güzelliğin demokrasiden doğacağını savunan bir “yurtsever”dir her şeyden önce.

Nefesimize Dönelim Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” dediği noktaya taşınıldığında “Hakk’la Hak olan” insan-ı kâmil, “zaman ve mekândan bağımsız” , yani “düşünsel deneyim” yaparak aşka ilişkin bilincini “eylemsiz duruma” getirebilir; zamanın ve mekânın yerine geçer bir bakıma. Bu aşama aynı zamanda “nefsin ölmesi” ile bir “gönül yaşamının” başladığını kanıtlar. Böylesi bir gönül yaşamı sürmeye başlayan her Alevinin gönülleri ferahlandıran manevi gücü “nefes” olarak algılanır. Diğer yandan “nefes”, gönül bilgisinden oluşan bir “gönül lokması”dır: Acıkan gönüller gönül lokması ile doyurulur. “Gönül lokması” sunarken bir Alevi şöyle haykırır:

a. Bizler, bizi ebedi gerçeğin özüne götüren “birlik dolusu”nu içtik, bu nedenle şaraba gereksinmemiz kalmadı.

b. Asıl gerçeğe, ebedi gerçeğe ulaşarak Hakk’a kavuştuk; bunun için mihraba gereksinmemiz kalmadı.

Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

Fyati: Ytl  /   /   Ekm  Sayi:

Aşkımız Sistemin Ezberi Değildir

34

c. Bizim yolumuzda canın önemi yoktur, biz cananı arıyoruz. Gönlü Kâbe bilir, gönüle ulaşma yolunun kurallarına uyarız. Biz; bu nedenle insana secde ederiz; bizim için bundan başka bir ibadet biçimi yoktur.

d. Kuran’ın gerçeklerini ortaya çıkaran bizleriz. Biz Kuran’ı insanın yüzünde bulur ve oradaki Kuran’ı okuruz. Bize başkaca Kuran gerekmez.

e. Bizler, ebedi gerçekler peşinde koşmaktan yanıp yakınan ama yılmayan insanlarız. Ezel-

de evet dedik ve bu sözümüzden asla dönmeyiz. Biz zaten meleklerle dostuz. Bu nedenle günah-sevap melekleri bizim günahımızı-sevabımızı yazmayı bırakmıştır artık. Özgün nefesimize döndüğümüzde, aşkımızla buluşacağız ya da ona rastlayacağız; halk katında geçmişin içinden süzülüp gelen bâtıni bilincin/inancın; bu bilinç/inanç tarafından kotarılmış bir “toplumsal tasarımın”; bu tasarımı ölmez kılan özlemin Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Şeyh Bedreddin vb. kimliklere bağlanarak yaşama taşınan, ezilen-horlanan insanın “kurtuluş çığlığı” ile tanışacağız. Kendini yitiren insanın yeniden bedeniyle buluşmasını, doğayla kucaklaşmasını ve kültürel olanaklarını harekete geçirmesini sağlayan “zil sesi” olarak aşkımız hemen her insana şöyle “fısıldayacaktır”: Dünyayı dünya ile açıkla; (Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)

Biz daha doğmadan “kültür tarlamızda” hasat yapan, doğduk-büyüdük bizlerden öğretmenliğini esirgemeyen Koca Çınarımız Fikret Otyam, bir rahatsızlık geçirdi. Çok ciddi olmadığını öğrenmemiz, yaşam tesellimiz oldu. Bu sayı yazısını yayımlayamıyoruz. Bir süre hastanede rahatsızlığının “seyri” izlendikten sonra aramıza katılacaktır Ustamız. O günlerin tez ama tez gelmesini istiyor, acil şifalar diliyoruz Sevgili Fikret Ağabeyimize.

Aşkımız Sistemin Ezberi Değildir doğa, insan ve toplumu özgürleştir ve kâmil toplum tasarımını insanlığın kurtuluş düşüne bağla. Unutma bu senin temel yükümlülüğündür. Demek ki bizim aşkımız bir “bilgelik öğretisi”dir: Bilgelik öğretisi, “yaşam bilgesi” olmakla yaşamın hizmetine sunulabilir. Tam da bu nedenle hemen her birimiz, “ihanete” uğramış ve unutulmaya terk edilmiş “yaşam bilgeliği”nin peşinde koşar dururuz.

Gönül Körlüğü İnsan “kaybetmeyi” ister mi? Bugün istiyor: Kaybetmek acı olmasına acıdır, ama diğer yandan “acı”, olabildiğince olanaklı, olabildiğince gerçektir. Bu gerçeği “hissetmemek bir gönül körlüğüdür”: Sistemin sana sunduğu “amacı” aşırı abartırsan, “duygu” yönüyle kendini “silersin”, aklın vicdandan ne kadar da çok uzaklaşabileceğini “kanıtlarsın”. Eh sistemin amacını elde etmeyi “kazanmak” olarak algılamaya başladığında “zenginliğe” fakirliğe alıştığından “daha kolay” alışırsın bunu da unutma.

ÖLDÜRÜLÜŞÜNÜN 40. YILINDA

Esat Korkmaz ve Ahmet Koçak’ı Salı geceleri saat 22 ile 23.15 arasında Düzgün TV’de Hiçlik Meydanı programında izleyebilirsiniz. Türksat 2A/1C Frekans: 11770 SR: 2177 (V) - FEC: 3/4

yayınları

Hasta la Victoria Siempre

Divanyolu Cad. Erçevik İşhanı No: 54/211 Cağaloğlu - İstanbul Tel: 0212 526 60 28 www.demosyayinlari.com.tr

Daima zafere doğru

TURAN ALPTEKİN

Bir Ene’l Hak Şiiri Yunus Emre Âşık Yunus ve Yunuslar

demos

2

Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi

Ernesto “Che” Guavera 14 Haziran 1928 - 9 Ekim 1967 Sayı 34


SERÇEÞME

AHMED SERVET BEYBABA’NIN TRAKYA’DAKİ KANBER BABA POSTUNA TAYİNİ İÇİN

Mehmed Ali Hilmî Dedebaba’nın Ahmed Servet Beybaba’ya Verdiği İcâzetnâme (İcazetnâme Hicri 1301 Tarihinde Recep Ayında Verilmiştir) Çeviren: Müfid Yüksel

Ol Masdar-ı Kâinât ve ol Mefhar-ı Mevcûdât Resulu’sSakaleyn ve Hüden ve Rahmeten Lilâlemîn. Habîb-i Hüdâ, Şefî’-i Rûz-ı Cezâ Cenâb-ı Hazret-i Muhammed Mustafa Efendimizin Ravza-i ensâb-ı mutahharalarında perverişyâb olup pîşvâyı tarîkat, rehnümâ-yı Hâdî-yi râh-ı Hakîkat, Hayru’lBeşer sâkî-yi Kevser Esedullahu’l-Gâlib Aliyyibni Ebî Tâlib Efendimiz Hazretlerinin hadîka-i silsile-i Hâşimiyyelerinde teferru’ eden şecere-i mübâreke-i nûrâniyyenin semerât-ı hidâyet-âyâtından bulunan ve merkez-i mâmûre-i hâkda gavs-ı a’zam ve kutbu’l-Aktâb olan heykel-i nûrânî sırr-ı Subhânî pîrimiz, efendimiz Es-Seyyid Muhammed Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî Kuddise Sirruhu’l-Âlî Ve’l-Celî Hazretlerinin tarîkat-ı ‘aliyyesine intisâb eden ve rişte-i irâdetlerine müteallik ve merbût olan âşıkân, sâdıkân, muhibbân, dervîşân-ı hakîkat-nişânların mâlumları olsun ki, Rumeli kıt’asında Edirne vilâyeti muzâfâtından Havsa kazâsında kâin Kanber Baba Kuddise Sirruhu Hazretlerinin zâviye-i şerîfesi postuna Reşâdetlu Ahmed Servet Baba’nın ik’âdıyla tâlibîne Seyyid Ali Sultan Kaddese Sirrehu’l-Mennân Efendimiz Hazretlerinin seyr-i süluku üzere erkân-ı tarîkat-ı Bektâşiyye’yi tâlîm eylemesine hasbe’t-Tarîka ruhsat ve icâzet verilmesi hakkında kazâ-i mezbûrda vâkî Âriz Baba Kuddise Sirruhu Hazretlerinin zâviye-i şerîfesi postnişîni Reşâdetlu Es-Seyyid Mehmed Tevfîk Baba Hazretleri tarafından vukû bulan tavsiye ve inhâ ve hüsn-i şehâdet üzerine mumaileyh Reşâdetlu Ahmed Servet Baba’nın Şerîat-ı Muhammediyye ve tarîkat-ı Ahmediyye erkânının icrâsına dikkat ve sırât-ı müstakîmden ser-i mû inhirâf etmemeğe ve âdâb-ı tarîkatla müeddeb olmağa himmet ve âyende ve revendeye hüsn-i nazarla hizmet. Ve’l-Hâsıl zâhiren ve bâtınen müstahsen hareket etmesi me’mûlümüz idüğünden dergâh-ı mezbûr postuna kuûd ile muhibbân, âşıkân, sâdıkânın kendisinden yed tutup ikrâr-bend olmalarına ruhsat ve bâbâ-yı mumaileyhe işbu icâzetnâme verildi. Cümlenizin mâlumu olsun. Ve icâzetimize i’timâd kılınsın

Kanber Baba zâviye-i şerîfesi postuna Ahmed Servet Baba’nın ik’âdıyla tâlibîne Seyyid Ali Sultan seyr-i süluku üzere erkân-ı tarîkat-ı Bektâşiyye’yi tâlîm eylemesine hasbe’t-Tarîka ruhsat ve icâzet verilmesi hakkında Âriz Baba zâviye-i şerîfesi postnişîni Mehmed Tevfîk Baba tarafından tavsiye ve şehâdet üzerine mumaileyh Ahmed Servet Baba’nın Şerîat-ı Muhammediyye ve Tarîkat-ı Ahmediyye erkânının icrâsına dikkat ve sırât-ı müstakîmden ser-i mû inhirâf etmemeğe ve âdâb-ı tarîkatla müeddeb olmağa himmet ve hüsn-i nazarla hizmet. NOTLAR 1

Mühür: Mehmed Ali Hilmî Dedebaba Mühür: Veliyuddin Çelebî

Ekim 2007

2

O Süleyman’dandır ve o Bismillahirrahmanirrahîm ile başlar. (Ayet-i Kerîme) Bu yolda hidayete erdiren Allah’a hamd olsun. Eğer Allah bize doğru yolu göstermemiş olsaydı, hidayete yönelmemiş olacaktık. Tevfîk, başarı ancak Allah’dandır. O, bize yeter ve o, ne güzel vekîldir. Nebîlerin, resullerin yolunda bizi hidayete sevk eden, velîlerin, mukarrebînin suluku ile nimetlendiren Allah’a hamd olsun. Göğü ve âriflerin bağrını irfan ve hakikat sırlarının yıldızlarıyla süslemiş, sâliklerin kalplerinin içini hidayet ve îkân nurlarıyla nurlandıran Allah’a hamd olsun. Salât u selâm ahirete değin Hakkalyakîn yoluna bizi ulaştıran, apaçık Şeri’atın âdâbıyla edeplendiren peygamberimiz Hz. Muhammed’in üzerine ve onun temiz âlinin ve hayırlı olan ashabının üzerine olsun. Amma ba’d. (Ve bundan sonra deriz ki:). Selâm hidâyete tâbi olanların üzerine olsun. Bu icâzetnâme, Recep ayında bir Cum’a günü, izzetli ve Şerefli Hicret’in 1301’inci yılında yazıldı.

3


SERÇEÞME

ALEVİ VE SÜNNİ GELENEKTE

Bâtıni gelenekte tasavvuf “edebiyattır”; öyleyse bir Alevi-Bektaşi ibadet edebilmek için “sanat yapmak” zorundadır.

Kutsal Dans Esat Korkmaz

S

ÛFİ inanç uygulamasında Tanrı ile yaşanmış bir “anı” yaratmak için “O’nu dansa kaldırmak” ya da “O’nunla dans etmek” gerekir. Anı, “etten yapılmış bir ruh”tur, bunu hiçbir zaman unutma. “Kıpırdamasını” istiyorsan eğer; Tanrı ile dans et. Ruhun “eti terk ederse”, Tanrı ile ilişkin kesilir, dans, yani ibadet edemezsin artık. Dağların denize kavuşma isteği, kendi bağrından çıkan dereciklerin “akarsu” olup okyanuslara akmasıyla; bir erkeğin bir kadını-bir kadının bir erkeği ya da yol insanının Tanrı’yı “kucaklama” arzusu, “gönlün akması” ile betimlenir. Ölçü verilmiştir: Akan dereleri yoksa dağlar, akan gönlü yoksa insanlar “dans edemez”, yani ibadet görevini yerine getiremez.

İnsanın Sır Yanında Beliren Dürtü

S

EMAH Alevilikte, cemdeki on iki hizmet sıralamasında yer alan, cem ve muhabbet toplantılarında müzik eşliğinde yapılan kutsal dansın adıdır. Sûfi gelenekten kaynağını alan ve bu terimin kazanımı durumunda bulunan “anlamlar” da tarihsel sürecinde Aleviliğe taşınmıştır. Taşınan kazanımlara kısaca değinelim: Bu bağlamda her şeyden önce semah, “fena-beka” deneyimi(*) sırasında yol erini “cezbe” durumuna sokan ve “Canan” olarak algılanan Tanrı’nın eğiliminin “somut” biçimde gerçeklenişidir, yani tanrısal “nedenin” sonucu olarak tanımlanan “vecd” halinin “simgesel” dışa vurumudur. Bu “gerçeklenişte” ya da “dışa vurumda”, tanrısal özleme bağlı olarak insanın “sır yanında” beliren sevinç-üzüntü, insan bedenini “sallanmaya ve dönmeye” zorlar. Anlaşılacağı gibi Alevilikte semah, ruhun-canın bir gıdası-yiyeceğidir: Can-ruh çorbasını hazırlama kapsamında, kutsal sanatsal bir çaba içine giren yol eri, kendini kendinden “kurtarmanın” ayrımına vararak dans eder; günahlarını “döker”; ölmeden evvel ölerek, yani yaşarken dirilerek “ölümsüzleşir”. Dans vahdet-i mevcut belirleyici bâtıni gelenek dışında vahdet-i vücut belirleyici tasavvufu kullanan kimi Sünni gelenekte de özellikle “kurumlaşma” gösteren Mevlevilikte(**) kullanılmaktadır. Mevlevilikte, “ölümsüzlük” nedeni olarak algılanan ve “sema” adı altında gerçekleştirilen kutsal dans, üzümleri ayaklarıyla çiğneyen işçilerin hareketinden esin alarak biçimlenen “manevi şarabı” üretme işini simgeler. Mevlevi inanç uygulamasında, kendinden geçip Tanrı’yla birleşme amacıyla dervişlerin topluca ve her biri olduğu yerde dönerek ya da hem kendi ekseni çevresinde dönüp hem de belli bir düzen içerisinde hareket ederek yaptıkları rakstır “sema”. Göklerden gelen çağrıya uyularak yapıldığına inanılır; bedenin zincirlerini kıran ve nefsi özgürlüğüne kavuşturan kutsal dans olarak inanca taşınır. Bütün bunların ötesinde, örneğin Hindistan kökenli Çişti tarikatında simgesel anlamda evliyanın “miracıdır” kutsal dans. Sûfi gelenekte semah, kutsal bir dans olarak algılanır. Vecd durumunda iken insanı harekete geçiren şeyin tanrısal güç olduğuna inanılır. Sûfi geleneği en fazla besleyen kimlikler arasında yer alan Attâr’a göre vecd, tanrısal özlemle insanın “sır” yanında beliren bir “alev”dir. Vecd alevinde kavrulan yol insanının bedeni sevinçten ya da üzüntüden sal-

lanmaya-dönmeye başlar. Vecd durumunda yapılan semah sonucu, kimi sûfiler bilincini yitirir; kimi özel durumlarda “bilinç yitirme” durumu yıllarca sürer. Bu süre içinde o sûfiden ibadet yükümlülükleri düşer. Gerçekte dans ve dönme-dönüş hareketleri, uzak geçmişin dinsel etkinliklerinin tümünde vardı: “Mutlak oyun” olarak algılanan bu kutsal dans, Yunanlılarda tanrıların hareketleri olarak düşünüldü. Bu kapsamda Apollan ve Dionysos törenlerinde belirli özellikleri olan dans hareketleri yapıldı. İlksel topluluklarda ise dans, “büyüsel” bir niteliğe sahipti: Yağmur yağdırmak, bereket dilemek ya da kazanmak için yapılan ayinler, dans belirleyiciydi. Kutsal dans, namazın-ibadetin vermediği bir manevi gücü veren bir “deneyim” olarak algılandığı için sûfilik dışı inanç uygulamalarında yeri yoktur: Örneğin Hıristiyan Kilise babaları, “dansın olduğu yerde şeytan vardır”, diyerek kesin bir yasaklama tavrı içine girmişlerdir. Ortodoks İslamlık farklı davranmamış, her türlü müzikli ve ritmik hareketi yasaklamıştır. Böyle olmakla birlikte kimi Sünni tarikatlarda, özellikle Mevlevilikte dinsel dans vardır. Mevlevilik, bu dönüş hareketlerinin kurumlaştığı tek Sünni tarikat durumundadır.

Kan İçinde Raks

B

ÂTINİLİKTE “kutsal dans”, 900’lü yılların başlarında kurumlaşmış olmalı. Bu kurumlaşmada Hallac-ı Mansur’un zincirlenmiş durumda darağacına giderken yaptığı “raks”, belirleyici olmuştur. Hallac-ı Mansur’un manevi özgürlüğün son adımı olarak algılanan “kan içinde raks”ı, fena-beka deneyimi olarak sûfi dünyaya taşınmıştır. “Kan içinde raks”, sûfinin, evliyanın, ermişin ya da bilgenin “miracı” kabul edilmiştir. Alevilikte semah dendiğinde, sahibini semahçının (pervanenin) oluşturduğu, semah dönme hizmeti anlaşılır. Kırkların Cemi’nde, toplumsal akılla yıkandıktan sonra gerçekleştirilen semah; kul durumundan yorum ve yetenek varlığı durumuna dönüşen insanların, kadın erkek ayrımına gitmeden yaşama geçirdikleri teatral nitelikte ilk toplu davranıştır. İnanç tanrısına değil, insan tanrıya ve onun sorumluluklarına yönelik toplu bir tapınmadır bir bakıma. Semah, Alevi dinsel söylence ürünlerinin “sanatsal” biçimlendirilişidir; bu da ortodoks dinde “sonun başlangıcı” ve felsefi dinin, yani din anlamında “aşkın” doğuma hazırlanmasıdır. Çünkü, burada doğaüstü güçlerin insansal olarak biçimlendirilişi bu güçleri “insansal” kılmakta, öbür dünyaya ilişkin güçler olmaktan çıkarmaktadır. Demek ki semah, mutluluk içgüdüsünü tatmin edebilmek için kendini söylence dünyasına taşıyan insanın özünün, “görünüşlerinden” ya da “ortaya çıkışından” başka bir şey değildir. “Semah, Arapça kökenli bir sözcüktür. ‘işitmek, uçmak, gökyüzü’ gibi sözlük anlamları vardır. Ayrıca terim olarak, müzik ezgilerini dinlemek, vecde gelip devinmek, kendinden geçip oynamak, dönmek demektir. Bu nedenle Alevilerin yaptıkları ritüel dansa semah, Mevlevilerin yaptıklarına ise sema denmektedir. Semah adının ne zamandan beri kullanıldığı bilinmemekle beraber, Orta-Asya Şaman ve diğer Uzak-Doğu inanç kalıntılarını taşır. Bu nedenle gökbilimsel danslardan sayılır. Semahların eski dönemlerdeki izleri oldukça belirsizdir. Eldeki verilere göre, semahların İsa’dan önce de oynandığı ileri sürülmektedir. İlk olarak ateş çevresinde yapılan ritüel Şaman dansları, daha sonraları tasavvuf ve İslamlığın etkisiyle cem denilen toplantılara girmiştir. Anadolu öncesi biçimi hakkında fazla bilgimiz yoktur. Anadolu’ya göç eden Oğuzlar tarafından getirildiği düşünülmektedir. Benzer dans figürlerine Erken Çin dönemi kaynaklarında da rastlanmaktadır. Bunlar kadın-erkek birlikte, yalnızca kadınların ya da erkeklerin oynadıkları dans-oyunlarıdır. Semahların doğuşu konusunda ise Alevi-Bektaşi inancında Kırklar Cemi olayı vardır. Aleviler ilk semahın Kırklar Meclisi’nde oynandığını kabul ederler... Semahlar, her ne kadar çıkış kaynağı olarak Kırklar Meclisi olayına indirgense de aslında İslamlık öncesi, OrtaAsya çoktanrılı inançlardan, gökbilimsel danslardan kalıntılar taşır. Semahta gezegenlerin, Güneş çevresinde dönüşleri simgelenir ki bu da çoktanrılı inanç sisteminden geldiğini gösterir.... Cem töreninde mürşit postunda oturan Dede, Güneş’i temsil etmektedir. Diğer

4

Sayı 34


SERÇEÞME oyuncular ve anabacılar, yıldızları ve gezegenleri oluştururlar. Semah oyununda ellerin yukarı kalkması Gök-Tanrı’ya, yere doğru uzanması Yer-Tanrı’ya olan inancı ve tapınmayı anlatır. Ayakların yere vuruşuyla kötü ruhlar kovulur. Ellerin göğüste çapraz olarak birleşmesi, tüm insanlığı kucaklamak ve sevgi dağıtmaktır... semahlarda İslami motifler fazla yer almaz. Yalnızca Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Hacı Bektaş Veli sevgisi, Ehlibeyt ve 12 İmam kültü, ulu sayılan kişilere saygı ve bağlılık aşırı biçimdedir. Dairesel dönüşlerde bir gülün biçimleriyle bir atın yürüyüşünü ya da turna kuşunun uçuşunu, kanat süzüşünü görürüz....”1 Görüldüğü gibi Alevilikte “geriye dönüş tapımı” nedeniyle inanç kaynağı ile nesnel kaynak her zaman “aynı yerde” bulunmaz. Geriye dönülerek yaratılan inanç söylencesine göre semahın kaynağı, Kırklar Meclisi’dir: Hz. Muhammet Miraç dönüşünde, Kırklar Meclisi’ne uğrar; Selmanı Farisi bir üzüm tanesiyle içeri girer ve Hz. Muhammet’e, “Ey yoksulların hizmetçisi! Bu üzüm tanesini bize paylaştır”, der. Cebrail bir tabak getirir ve Hz. Muhammet, onun içinde üzüm tanesini ezip şerbet yapar; bu şerbet, Kırklar’dan birinin dudağına değince tümü kendinden geçer; kalkıp, “Ya Allah!”, diyerek semaha dururlar. Cem ve muhabbet toplantılarında semah dönülmesi, Hz. Muhammet’in Kırklar Meclisi’nde semah dönmüş olmasının bir kanıtı olarak algılanır. Bele bağlanan şed ve tülbent o gece Hz. Muhammet’in kırk parça edilmiş sarığının Kırklar tarafından bellerine bağlanmış olmasının anısını simgeler. Alevilik inanç uygulamasında semah, Hz. Ali başkanlığında toplanan Kırklar Meclisi’nde yapılan semahı anmak için gerçekleştirilen bir dinsel ibadettir; kesinlikle bir “oyun” olarak kabul edilmez. Hacı Bektaş Veli bu konuda; “-Semah ariflerin aleti, muhiplerin ibadeti, taliplerin maksududur. Hakka ki bizim semahımız oyuncak şey değil, ilahi bir sırdır, mecazi değildir. O kimse ki semahı bir oyun sayar; o, cifedir, namazı kılınır kimse değildir”, der. Semahın yalnızca erkekler ya da yalnızca kadınlar tarafından dönülen biçimleri varsa da büyük çoğunluğu kadın-erkek birlikte icra edilir. Semah sırasında, ünlü Alevi-Bektaşi şairlerden özel bir ezgi eşliğinde nefesler okunur; ayaklar çıplaktır; el ele tutuşmak yoktur; karşı karşıya geçilir ya da halka oluşturulur, kollar ileriye uzatılır ve geri çekilerek göğüse kavuşturulmak suretiyle hareket yinelenir; ayaklar, çalınan ezginin temposuna uygun, ayak parmakları birbiri üzerine konularak yürünüp dolaşılır. Semahlar ağırlama, canlanma ve yeldirme bölümlerinden oluşur; buna bağlı olarak ağır, orta ve hızlı olmak üzere üç bölümlü dönülür. Ağır semah nefesleriyle başlayan bu kutsal dans, giderek nefeslerin ritmine göre hız kazanır; semah sırasında yorulan olursa birinin dizine niyaz ederek onu semaha kaldırır ve kendisi çıkar; nefesin son beyiti olan şah beyitte yazanın adı geçince semah kesilir, ozana saygı gereği biraz durulur ve yeniden semah dönmeye başlanır. Semah yapanlar, meydanda açılan boşlukta, oldukları yerde değil, dolaşarak oynarlar; mürşit/dedenin oturduğu kısma gelince semahçılar, çerağ tahtı denilen bu kutsal yere sırtlarını dönmezler; yüzleri çerağlara dönük, elleri göğüslerinde bağlı ve boyunları hafifçe öne eğik biçimde geçerler ve yeniden dolaşarak semaha devam ederler. Belli başlı semah türleri şu şekilde sıralanabilir: l) Çoban Baba semahı, 6) Dem geldi semahı, 11) Gönüller semahı, 2) Miraçlama, 7) Turnalar semahı, 12) Ya Hızır semahı, 3) Ali nur semahı, 8) Kırat semahı, 13) Nevruz semahı, 4) Çark semahı, 9) Erkân semahı, 14) Muhammet-Ali semahı ve 5) Kırklar semahı, 10) Gençler semahı, 15) Hacı Bektaş semahı.

NOTLAR: 1 (*)

(**)

İlhan Cem Erseven. Fena deneyimi: Yol erinin, duygularından ve iradesinden sıyrılarak benliğini Tanrı’nın varlığında yok etmesi durumu. Beka deneyimi: İnsana özgü bütün niteliklerden ve ilişkilerden sıyrılarak tanrısal özde sürekli olarak kalma durumu. Aleviliğin-Bektaşiliğin Mevlevilik ile belirleyici anlamda bir akrabalığı yoktur. Geçmişte Mevlana sağ iken Mevlana’nın etkin olduğu kent koşullarında Şems’in temsil ettiği felsefe-öğreti-inanç Bâtıni kol olarak algılanıyordu. Şems aracılığıyla Mevlana ve Mevlana hareketiyle bir akrabalık kuruluyordu. Mevlana’nın ölümünü izleyen süreçte Şems ve Şems düşüncesi boğuldu. Dışarıdan bakıldığında Alevilik-Bektaşilik ile Mevleviliğin yan yana duruyor gözükmesi, en entelektüel Sünni tasavvufu kullandığı için doğal olarak Bâtıni tasavvufu kullanan Aleviliğe-Bektaşiliğe yakın konumlanmasından kaynaklanır. Mevlevilik kentlerde Selçuklu egemeninin beşinci kolu olarak örgütlenmiş Sünni bir tarikattır. Alevilik-Bektaşilik kırda, temel üretim zemininde belirleyici üretici güçleri örgütleyen ve egemene karşı duruş alan Bâtıni bir tarikattır/yoldur. Tarih Alevilik-Bektaşilik ile Mevlevilik arasında bir akrabalık bulunmadığına tanıklık eder. Selçuklu yönetimini sarsan Moğol saldırıları, güneyden gelen Araplaştırıcı inanç akımları, toplumsal mutluluğu doğrudan çalışmada, üretimde değil de kılıçların ucunda arayan egemen yargı, Anadolu insanını kaygılı bir ortamın içine itti. Fars toprağından gelen tasavvuf akımı değişik yorumlara uğradı; bu yorumlar, birbirleriyle uzlaşmaz tarikatların/yolların doğmasına yol açtı. Yasakçı, baskıcı, sınırlandırıcı, ürkütücü bir tutumu benimseyen; yaşamın tüm girinti çıkıntılarına girmeye çalışan; bireyi belli değişmez görevlerin tutsağı durumuna sokan şeriatçı İslamlığın egemen olduğu kentlerde Sünnilik adına “sosyal barış” öneren tarikatlar ve ideolojiler şekillendi. Yerleşik tarım ve otlatıcılık temelinde üretici köylüler ve göçerler şeriatçı İslamlığa karşı, toplumsal eşitliğin sağlanması adına Bâtıni tarikat/yol ve ideolojiler altında toplanmaya başladı. Bu tutumların kurumsallaşması sürecinde tüketici ve varlıklı kesimlerde yaygınlık kazanan, giderek meşru sultanlarına isyan eden Türkmenlerin büyük bir günah işlediğini, öldürülmeye müstehak asiler olduklarını, merhamet edilmeyerek tümünün kılıçtan geçirilmelerinin gerektiğini savunan Mevlevilik ve şeriatçı İslamlığı ideoloji edinen Selçuklu egemeniyle tam bir hesaplaşmaya girdi Bektaşilik. Toplumsal haksızlığa duyarlı kırsal kesimde hızla yaygınlaştı. Bu kapışmadan, tüm Sünni baskı ve kuşatılmışlığa karşın Anadolu insanının sesi Bektaşilik yengiyle çıktı ve bugünlere taşındı.

Ekim 2007

MEHMET UZUN (1958 - 2007)

Em Jı Bîr Nakın Unutmayacağız

M

EHMET UZUN, bir süreden beri çekmekte olduğu mide kanseri nedeniyle 11 Ekim 2007 günü Diyarbakır’da yaşamını yitirdi. Ünlü Kürt edebiyatçı ve barış savaşçısının cenazesi 13 Ekim günü Diyarbakır Ulucami’den kaldırıldı. Cenaze törenine katılanlara Yaşar Kemal, Şerafettin Elçi, DTP Başkanı Ahmet Türk ve Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir konuştu. Mehmet Uzun Mardinkapı Mezarlığı’na defnedildi. 1977 yılından sonra İsveç’te yaşamak zorunda kalan Uzun’un Kürtçe, Türkçe ve İsveççe yazdığı kitapları yirmiye yakın dilde yayımlandı. Uzun’a karşı Türkiye’de çok sayıda dava açılmıştı. İsveç Yazarlar Birliği Yönetim Kurulu üyeliği yapan Uzun, İsveç Pen Kulübü’nde ve Uluslararası Pen Kulüp’te çalıştı. Uzun, İsveç Gazeteciler Birliği ve Dünya Gazeteciler Birliği’nin de üyesiydi. Mehmed Uzun, “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık” ve “Nar Çiçekleri” adlı kitapları nedeniyle en son 2001 yılında yargılanmıştı. Türkiye Yayıncılar Birliği’nin Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü’ne, Berlin Kürt Enstitüsü’nün Edebiyat Ödülüne, İskandinavya’nın ünlü Torgny Segerstedt Özgürlük Kalemi Ödülüne ve İsveç Akademisi’nin Stina-Erik Lundeberg Ödülü’ne layık görülmüştü.

5


SERÇEÞME

Halaçoğlu’na Yanlış ve Gerici Eleştiriler Demir Küçükaydın Bu yazı www.koxuz.org internet sitesinden alınmıştır

H

ALAÇOĞLU bazı Kürtlerin Kürtleşmiş Türk, bazı Alevilerin de Ermeni kökenli olduğunu söylediği için eleştiriliyor. Ama hep yanlış yerlerden eleştiriliyor. Çünkü onun eleştirmenleri de onunla aynı gerici varsayımları paylaşıyorlar. Halacoğlu’nun devrimci ve demokratik bir ulusçuluk açısından değil; aynı dile, dine, etniye, soya, tarihe dayanan ulusçuluk içinden eleştiriyorlar. Ve bu giderek olguların inkârına kadar gidiyor. Halaçoğlu nasıl eleştirilmeli? Bunun nasıl olacağının ve olması gerektiğinin metodolojik ilkesini zamanında Tersinden Kemalizm başlıklı kitabımızda, Beşikçi Eleştirisi’nde kısaca ele almıştık. O bölümü buraya tekrar aktararak, Halaçoğlu’nu eleştirenlere, bu eleştirinin nereden olması gerektiğine dair bir devrimci demokratik duvarcı sicimi, bir metodolojik temel sunmayı deneyelim. Devrimci demokratik bir eleştiri, Halaçoğlu’nun Türk Tarih Kurumu Başkanlığı’ndan alınmasını talep etmez; resmen Türk Tarih Kurumu diye

bir kurumun varlığını sorun eder ve bunun kapatılmasını talep eder. Gerçekten demokratik bir ülkede, devletin dil, din, etni ile tanımlanmış bir ulusu olmaz; o bunlarla tanımlanmaya karşı kendini tanımlar. Ama orada kendini Türk olarak kabul edenler, tıpkı bir gerçek laik ülkede her hangi bir cemaatin kendi arasından bağış toplayarak örneğin bir ibadet yeri açabileceği gibi, tıpkı bir spor kulübü kurar gibi, bir araya gelip, bir Türk Tarih Kurumu kurabilirler, tıpkı bir Kürt Tarih Kurumu, bir Ermeni Tarih Kurumu kurabilecekleri gibi. Ve Türk Tarih Kurumu içinde, Türklerin Orta Asya’dan mı geldiği yoksa, Müslüman olmuş Ermeni ve Rumlardan mı ortaya çıktığı üzerine, hiç bir politik anlamı ve sonucu olmayan tartışmalar yapabilirler. Veya Kürt Tarih Kurumu içinde Kürtlerin Medlerin torunları mı olduğu veya Kürtleşmiş Türkler mi olduğunu tartışabilirler. Ve bu tartışmaların hiç bir politik anlamı ve sonucu olmaz. Ve gerçek bir demokratik cumhuriyet bu özgürlüğü garanti eder.

YAZARIN ‘TERSİNDEN KEMALİZM: İSMAİL BEŞİKÇİ ELEŞTİRİSİ - ALEVİLİK, DİN, BİLİM VE POLİTİKA ÜZERİNE’ KİTABINDAN

Bilimsel Özgürlük Yerine Ahlaki Eleştiri

B

EŞİKÇİ’nin devletin laik olmayan yapısını, anti demokratik yapısını sorgulamaması, Alevilere hitap ettiğinde onu bir teologa dönüştürmekteydi. Sapkınlık özgürlüğünü savunan gerçek bir demokrat veya laik değil, sapkınlıklara karşı çıkan bir teolog ve engizisyon yargıcı ile karşı karşıya kalıyorduk. Aynı konum, bilim adamlarına yöneldiğinde, onu bu sefer bir ahlak zabıtasına dönüştürmektedir. Karşımıza bilimsel araştırmaların özgürce yapılacağı bir sistemi savunan bir demokrat değil, bilim adamlarına en azından toplumsal bilimler alanında özgürce araştırma yapma olanağı tanımayan bu sistemde, onları kendisi gibi tüm sonuçları göze alarak davranmamakla eleştiren bir ahlakçı çıkmaktadır. Kısaca bunu görelim. ***

B

EŞİKÇİ, yazısının bir yerinde, Alevileri iknayı bırakıp, bu sefer bilim adamlarına yönelmekte ve onlara şu sözlerle yönelmektedir. “Doğada örneğin bir kaya nasıl ‘kaya’ olarak algılanıyorsa, toprak olarak algılanmıyorsa, sosyal bilimlerde de örneğin Alevi, ‘Alevi’ olarak, Müslüman, ‘Müslüman’ olarak, Kürt ise ‘Kürt’ olarak algılanmalıdır. İşte bu noktada söylemeye çalıştığım çok açıktır. Tarih, sosyoloji, siyaset bilimleri, antropoloji, iktisat gibi sosyal bilimler alanında; hukuk gibi normatif bilimler alanında; psikoloji gibi insan bilimleri alanında çalışan profesörlerdir. Profesörler veya profesörlerin çok büyük bir kısmı böyle yapmıyor. Hakikati araştırmak, duygusuyla, endişesiyle değil resmi görüşe hizmet etmek endişesiyle hareket ediyor. Örneğin Kürt’ü Türk olarak algılıyor, Kürt’e Türk muamelesi yapıyor. Alevi’yi Müslüman olarak algılıyor, Alevi’ye Müslüman muamelesi yapıyor. Böylece olgulardan değil resmi görüşün bilgilerinden hareket etmiş oluyor. Başka bir deyişle resmi görüşü, resmi ideolojiyi bir daha doğrulamak, bu bilgiye meşruiyet vermek, ciddi bir yönelme, ciddi bir hareket noktası oluyor. Kanımca sosyal bilimlerdeki tıkanmanın, sosyal bi-

6

limlerde gelişme sağlanamamasının temel nedeni budur.” Beşikçi, bilimsel araştırmanın sonuçlarının her türlü politik sonuç ve dolayısıyla kaygıdan azade olarak yapılabilecek koşulları, yani gerçek laikliği ve demokrasiyi savunmadığı için, bilim adamlarının politik kaygılarla sonuçlar çıkarmaları karşısında, bilim adamlarına saldırmakta, onlardan politik sonuçlarına rağmen o politik sonuçlar yokmuş gibi, o sonuçları göze olarak sonuçlar çıkarmalarını istemektedir. Yani onları üstün ahlaklı insanlar olmaya davet etmektedir. Denilenin bu olduğu çok açıktır. Devletin bir resmi görüşü olması tartışma konusu yapılmıyor, bilim adamlarının bu resmi görüşe karşı durmamaları eleştiriliyor. Bu tavır ne demokrat bir tavırdır ne de bilimseldir. Bu ahlaki bir tavırdır. Bilimin bizzat kendisi ortaya koymaktadır ki, eğer bilimsel vargıların politik sonuçları olursa, ortadaki tartışma artık bilimsel değil politik bir tartışmadır. Politik konumlar ise insanların çıkarlarıyla yakından bağlantılıdır. Ve yine bilimsel olarak bilinmektedir ki, insanların çıkarlarına aykırı olursa, matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olur. Bir demokratın görevi, nasıl sapkınlıkla mücadele değil, sapkınlık özgürlüğü için mücadele ise; bir bilim adamının ve demokratın görevi de bilim adamlarının ahlaksızlığıyla, korkularıyla mücadele değil; en ahlaksız bilim adamlarının, en korkak bilim adamlarının bile, her hangi bir konuyu en küçük kişisel ve politik kaygı duymadan, yani politik sonuçlara yol açmayacak şekilde, bilimsel kaygılarla tartışabilme özgürlüğünü elde edeceği koşullar için mücadeledir. Yani devletin yapısı ve biçimine karşı mücadeledir. Beşikçi ise bunu yapmıyor, devletin yapısını ve biçimini; örneğin Alevilik üzerine bir tartışmanın politik sonuçları olmasını sorgulamıyor; bilim adamlarını ve onların ahlakını; onların bu sonuçları göze alamamalarını sorguluyor. Bir biyolog terliksi hayvanın bir bitki mi hayvan mı (çünkü bu tek hücreli aynı zamanda kendi içinde klorofil de bulundurur. Yani aynı zamanda ototroftur, hem bitki hem de hayvan

özellikleri taşır) olduğunu tartışırken, ne kadar korkak olursa olsun, ne kadar ahlaksız olursa olsun, bu tartışmanın sonuçları onun korkması için bir neden oluşturmayacağından bu tartışmayı tamamen bilimsel kaygılarla yapabilir. Devrimci demokrat birisi, ya da gerçekten sosyolojinin, toplum bilimlerinin, en azından din; dil, kültür, soy, tarih gibi alanlarda gerçekten bilimsel bir kaygıyla araştırmalar yapmasını isteyen bir bilim adamı da, aynı biyologların koşullarının sosyoloji alanında da geçerli olması için mücadele etmeli onu savunmalıdır. Bunun bir tek koşulu vardır, din söz konusu olduğunda, gerçek bir laiklik. Uluslar, ırklar vs. söz konusu olduğunda da ulusun tanımından her türlü ırk, soy, kan, dil, dinin dışlandığı, bunların politik bir anlamının olmadığı ve hepsinin eşit olduğu bir demokratik cumhuriyettir. Gerçek laik bir demokratik cumhuriyeti savunmayan her muhalefet ister istemez en çelişkili durumlara düşüp en gerici tavırları savunur durumda kalır. Beşikçi’nin başına gelen de budur. O, “Sosyal bilimlerdeki tıkanmanın, sosyal bilimlerde gelişme sağlanamamasının temel nedeni”ni, devletin yapısında değil, profesörlerin “Hakikati araştırmak, duygusuyla, endişesiyle” hareket etmemelerinde buluyor. Sorunu devletin yapısında, dolayısıyla o devleti ortaya çıkaran sınıf ilişkilerinde ve sınıfların güçlerinde değil, profesörlerin ahlakında veya cesaretinde görüyor. Ahlaklı ve cesur olmakla bilimsel araştırmaların gelişmesi ve sonuçlar arasında zorunlu bir ilişki de yoktur. İşte Sayın Beşikçi, ahlak söz konusu olduğunda, yani ahlaklı olmak ve sonuçlarına katlanmak söz konusu olduğunda, hiçbir bilim adamının eline su dökemeyeceği bir noktada bulunuyor, ama yine bu yazıda görülüyor ki, bu insani yüksek nitelikler, onun sosyolojiden argümanlar getiren bir teolog olmasını; yani dediklerinin aslında zerrece bilimsel değeri olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Beşikçi aslında devletin ‘resmi görüş’ü veya ‘resmi ideoloji’si olmasını sorun etmiyor; bunun bilimsel olmamasını sorun ediyor; Beşikçi’nin eleştirdiği, devletin ‘resmi görüş’ü olması değil, bu görüşün bilimsel olmamasıdır. Bu nedenle devletin yapısına yönelecek yerde, Alevilere ve bilim adamlarına yönelmektedir.

Sayı 34


SERÇEÞME Alevilere yöneldiğinde, onlardan Aleviliğin ayrı bir din olduğunu kabullenmelerini, bilim adamlarına yöneldiğinde, onlardan kendisi gibi hapislerde çürümelerini istemektedir. Bu tavır ahlaki bir tavır olabilir ama bu tavır demokratik değil, anti demokratik bir tavırdır. Ve aslında Beşikçi karşımıza bir demokrat olarak değil, bir ahlakçı teolog olarak çıkmaktadır. En iyi engizisyon yargıçları ahlakçı teologlardan çıkar. Ama bu ahlaki tavır, politik olarak bir ahlakçılıkla sonuçlanmaz sadece, sosyolojik olarak da olguları olduğu gibi ele alıp açıklayamamakla sonuçlanır. Sosyologun görevi, nasıl Alevilerin kendilerini nasıl görmeleri gerektiğini söylemek değil, onları oldukları gibi ele alıp neden öyle olduğunu araştırmaksa, aynı şekilde, bilim adamlarının nasıl davranmaları gerektiğini söylemek değil, onların davranışını olduğu gibi ele alıp açıklamaktır. Bilim adamları birkaç istisna dışında aynen Beşikçi’nin dediği gibi davranmaktadırlar. Ama neredeyse hepsi böyle davrandığına göre, ortada ahlaki vaazlarla veya eleştirilerle düzeltilecek bir sorun değil, açıklanması gereken, nedenlerinin ortaya çıkarılması gereken bir sorun var demektir. Ancak bu nedenler ortadan kaldırıldıktan sonra, o sonuçlar da ortadan kalkabilir. Bilim adamlarının bu davranışlarının nedeni araştırıldığında, bilimsel araştırmanın sonuçlarının politik sonuçları olduğu durumlarda bilim adamlarının bilimsel değil kişisel, ideolojik ve politik kaygılarla araştırmalar yapıp, konular seçip, sonuçlar çıkardığı görülür. O halde, bu durumun ortadan kaldırılması gerekir. Bu ise ancak devletin din, dil, soy, kültürü politik alanın dışında bırakmasıyla yani ulusun, dili, dini, tarihi, soyu, ırkı olmamasıyla mümkündür. Yani bilim adamlarının niye öyle davrandığı sorusunu sorup, soruna bilimsel ve sosyolojik yaklaşsa bile sosyolog olarak çıkaracağı sonuç, bilim adamlarına ahlaki vaazlar vermek değil, devletin sistemini değiştirmek gerektiği olurdu. Diğer bir deyişle, bilim adamlarını eleştirmek, sadece politik olarak değil, aynı zamanda sosyolojik olarak da yanlıştır ve bilimsel araştırmaların geriliği konusunda yanlış bir açıklamanın sonucu olarak var olabilir. ***

B

İLİM adamlarını suçlayarak, politik olarak devletin yapısını tartışmayarak ve gündemden düşürerek onu olumlayan Beşikçi, bir bilim adamı; bir sosyolog olarak da bindiği dalı keser. Sosyal bilimlerin, sosyolojik tartışmaların politik kaygılardan azade olarak yapılmasının koşullarını engellemiş ve bu günkü sistemi olumlamış olur. Onun eleştirisi sosyologları bilim dışı kaygılarla sonuçlar çıkarmaya zorlayan sisteme değil; bilim adamlarına ve Devlete ahlaki bir eleştiri olarak kalır. Beşikçi, örneğin bilim adamlarının bilim adına en basit bir olguyu, örneğin Kürtçe’nin ayrı bir dil olmasının inkâr etmesini eleştirirken, bunu onların ahlaki olarak dürüst olmadıkları şeklinde bir eleştiriye indirger. Aslında onların bunu inkâr etmelerinin nedeni, tam da devletin din, dil, etni, kültür karşısında tarafsız olmaması, ulusun dile, dine, soya vs. göre tanımlanması ve dolayısıyla bunun politik sonuçları bulunmasıdır. Bilim adamları/kadınları, bu sonuçların var olan egemen sistemle çelişeceğini gördükleri; korktukları, işlerinden olmak istemedikleri; Beşikçi gibi hapiste yatmak istemedikleri için

Ekim 2007

en basit gibi görünen olguları bile inkâr etmektedirler. Ancak, örneğin, Kürtçe’nin ayrı bir dil olup olmamasının politik bir sonuca yol açmadığı koşullarda; bütün dillerin eşit olduğu bir toplumda, bilim adamları kişisel kaygılardan azade olarak, (tıpkı bir hayvanın şu veya bu tür içinde sınıflanmasının politik bir sonucunun olmadığı bir biyologlar tartışmasında olduğu gibi) Kürtçe’nin hangi dil ailesinden olduğunu tartışabilirler. Ama bunun için de ulusun dile göre tanımlanmaması gerekir. Yani bilim adamlarının değil, bu sistemin, devletin yapısının değişmesi gerekir. Bilimsel olarak böyle bir tartışmanın da elbette yeri vardır ve olmalıdır. Biyoloji gibi, türlerin anatomilerinin çok belirgin tanımlar içinde bulunduğu bir bilimde bile, bir çok canlının hangi türe ait olduğu ya da ayrı bir tür mü olduğu yönünde biyologlar arasında bir çok tartışma olur. Özellikle geçiş biçimlerinde bu sınıflama olağanüstü zordur. Bir ornitorenk kuş mudur, memeli midir? Yavruları yumurtadan çıkar ama süt gibi bir sıvıyla besler onları. Ya da öyle ortak yaşamlar vardır ki, ortadakinin bir tek canlı mı yoksa, iki ayrı canlının ortak yaşamı mı olduğu söylenemez. Biyoloji gibi, sonuçların hiçbir politik anlamının bulunmadığı, yani en azından bu gün için bulunmadığı bir bilim dalında bile bilimin uzak sınırlarında kesinlik böylesine uzak iken, elbet sosyal bilimler alanında veya linguistik alanında bu tür tartışmaların olması son derece olağandır ve de yapılmalıdır. Politik kaygılardan azade böyle bir tartışmada pek ala en saçma gibi görünen tezler bile, içlerinde belli bir hakikat payı taşıyabilirler ve hakikatin unutulmuş ya da dikkatlerden kaçmış bir yönüne dikkati çekebilir; onun tüm karmaşıklığı içinde kavranmasına katkıda bulunabilirler. Bu en açık Türkçe, Zazaca ve Kürtçe bağlamında görülebilir. Kürtçe ve Türkçe çok farklı dil ailelerinden oldukları için ortada pek bir sorun yoktur. Ama Zazaca ve diğer Kürt lehçelerinin arasındaki ilişkide bu açıkça ortaya çıkar. Zazaca hem ayrı bir dilin hem de bir lehçenin özelliklerini gösterir. Ama bu tartışmanın bütünüyle, politik sonuçlar dolayısıyla politik kaygılar taşımayan saf bilimsel, linguistik amaçlarla yapılması başkadır, politik sonuçları olacağı düşünülerek yapılması başkadır. Ayrı bir ulus olma hakkının ancak ayrı bir dil ile olabileceğini kabul eden bir anlayış ile bunun bilimsel bir tartışması yapılamaz. Orada artık politik bir tartışma vardır. Bu politik tartışma karşısındaki devrimci demokratik politik tavır ise, ulusun dile ve dine göre tanımlanmasına karşı çıkmak olabilir. Böylece hem ulusal baskıya karşı çıkılmış, hem de bilimsel tartışmanın politik kaygı ve amaçlardan azade olarak yapılmasının koşulları için mücadele edilmiş olur. Zaten demokratik bir ulusçuluk ve laiklik anlayışı ile sosyal bilimlerde ilerleme arasında korkunç bir ilişki vardır. Din, dil, kültür gibi son derece önemli toplumsal fenomenlerin politik anlamının olduğu bir devlette bu tartışmaların sırf bilimsel kaygılarla yapılması olanaksızdır. Örneğin, Kürtçe’nin ayrı bir dil olduğundan söz etmenin politik sonuçların olduğu bir sistemde Kürtçe’nin ayrı bir dil olup olmadığı üzerine bir tartışma bilimsel kaygılarla yapılamaz. Beşikçi ise, eleştirisini bir bilim adamı, bir sosyolog olarak bunun olanaksızlığına yoğunlaştıracak ve ulusun örneğin, dile, dine, etniye ve kültüre göre tanımlandığı bir ülkede, tarih ve sosyal bilimlerin bu konuları sırf bi-

limsel kaygılarla özgürce tartışmasının koşullarının olamayacağını söyleyecek ve devletin yapısını tartışmaya sokacak yerde; devleti bu konuda baskı yapmamaya; bilim adamlarını da korkmamaya, cesur olmaya çağırmaktadır. Bu demokratik bir tavır değildir. Bu son duruşmada ahlaki bir eleştiriden başka bir şey değildir. Bir sistem insanların veya bilim adamlarının cesur ve yiğit olmaları gerektiğine göre değil, aksine insanların ve bilim adamlarının herkes kadar namussuz, kurnaz, korkak ve çıkar peşinde olduğu varsayımına dayanarak eleştirilebilir. Bilim özgürlüğünü savunan bir eleştiri, devrimci ve demokratik bir eleştiri olmak zorundadır. Yani o korkak ve çıkar peşindeki sosyologların, tıpkı o korkak ve çıkar peşinde olan ama bir canlı türünün şu veya bu aileden sayılmasının politik bir sonucu olmadığı için fikirlerini korku duymadan savundukları için korkak ve çıkar peşinde oldukları görülmeyen, biyologlar veya paleontologlar gibi, bulgularının sonuçlarının kendileri için, bir sorun yaratmayacak koşullarda çalışmasını sağlamayı hedeflemelidir. Bunun ilk koşulu da dil, din, etni, gibi ayrılıklar karşısında devletin nötral olması; yani ulusun, politik olanın bunlara göre tanımlanmamasıdır. Somutlarsak, örneğin memurlardan dürüstlük ve keyfi olmama beklenmemeli; aksine onların ahlaksız ve keyfi olacakları var sayılarak böyle davranmalarını engelleyecek bir yapı, yani siyasi biçim hedeflenmelidir. Örneğin, bütün memurlar seçilmeli; gelirlerinin ortalama işçi ücreti ayarında olması sağlanmalı; sürekli örgütlü halk tarafından denetlenmeli; memurların tayin ve terfi işlemlerinde onların amirlerinin ya da devletin gizli servislerinin raporları değil; bağımsız memur sendikalarının tutacakları siciller belirleyici olmalı vs.. Böyle koşullarda, en namussuz ve keyfi memurlar bile namuslu ve kurallara uygun davranmak zorunda olur. Aksine bir sistemde, en namuslu memurlar bile keyfi ve namussuz olmak zorundadır. Yani bilimselliğin koşullarına da karşı çalışır Sayın Beşikçi’nin bir şeyleri kanıtlamak için kabul ettiği gizli varsayımlar. Kendisine karşı mücadele ettiklerini silahlandırdığının; kurbanı olduğu sistemi güçlendirdiğinin farkında değildir Sayın Beşikçi, bilim adamlarının korkaklığını veya ahlaksızlığını bilimsel gelişme olmamasının nedeni olarak gösterirken.

DEMİR KÜÇÜKAYDIN

Tersinden Kemalizm İsmail Beşikçi Eleştirisi Alevilik, Din, Bilim ve Politika Üzerine ISBN: 979-9756-6204-01-5 14x20 cm boyutunda, 400 sayfa Aralık 2004, Ankara, Araf Yayınları

7


SERÇEÞME

AİHM’DE DEVAM EDEN ZORUNLU DİN DERSİ DAVASI ÜZERİNE

Kazım Genç’le Söyleştik Ahmet Koçak KAZIM GENÇ ile bu söyleşi Eylül ayı içersinde yapılmıştı. Biz bu söyleşiyi yayımlamadan dava sonuçlandı. Konuyla ilgili PSAKD Genel Merkezi’nin basın açıklamasını da söyleşiye ekledik. AİHM’nin, zorunlu din dersiyle ilgili verdiği son karara gelmeden önce bu başvuruyu bir değerlendirelim. Hasan Zengin isimli vatandaşımızın AİHM’e başvuru sürecini değerlendirir misiniz? Bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek istiyorum. AİHM’nin bizim Türkiye’den açtığımız zorunlu din dersleri ile ilgili verilmiş ve bize ulaşmış bir karar hâlâ yok. Benzer bir davayı Norveç üzerinden, Norveçli bir yurttaş açmış. FolgeroNorveç davası diye geçiyor. Bu davayı normal dairesi kabul etmişti. Hükümetin itirazı olmuştu, hükümetin itirazı üzerine büyük daireye gitmişti. Kısmen bizim yerel mahkemenin kararını temyiz gibi bir durum, Yargıtay’ın kararı gibi. Şimdi büyük daire verdiği kararla çocuklara ebeveynlerinin inançları dışında bir eğitim verilemeyeceği, verilen eğitimin sorgulanması ve diğer inançlara/dinlere de olanak tanınması ve insanlara ancak isterlerse istedikleri inancın öğretilebileceği yönünde bir karar verdi. Bu karar bizim davamız için de çok önemli bir karar. Emsal teşkil edecek olmasından mı? Bire bir emsal teşkil edip, bire bir bu şekilde çıkmasını gerektirecek bir karar. Dolayısıyla bizim Hasan Zengin üzerinden açtığımız davanın kararı daha bize gelmeden fotoğrafı bize gelmiş oldu. Bu nedenle o haber yapıldı. Haberde bir yanlışlık yok. Netice olarak Hasan Zengin’le ilgili açtığımız davada da biz kararın verildiğini öğrendik, imzaların tamamlandığını da öğrendik. AİHM’de, Türkiye’deki gibi şimdi bu tarihlerde adli tatilde, adli tatil sonrası bu kararın geleceğini bekliyoruz. Peki, bu karar geldi, bundan sonra ne olacak? Şimdi başa dönüp olayların sürecini anlatayım. Hasan Zengin arkadaşımız 2000’li yıllarda İstanbul’da valiliğe başvurup “kendisinin Alevi bir yurttaş olduğunu, dolayısıyla çocuğunun da Alevi olduğunu, ilköğretim okullarında zorunlu din dersi olarak okutulan, din kültürü olarak okutulan inancın kendi inancı olmadığını ve kendisinin düşündüğü inançta olmadığını bu nedenle de çocuğuna bu eğitimin verilmemesini istiyor”. Doğal olarak tabii o günün şartlarında valilik reddediyor. Hâlâ da reddediyorlar. Bunun üzerine idare mahkemesinde dava açıyor. İdare Mahkemesi davayı Anayasa’nın 24. maddesiyle, Milli Eğitim Temel Kanunu’nun 12. maddesini baz alarak reddediyor. Temyiz ediyor, Danıştay’a gidiyor, Danıştay da aynı gerekçeyle mahkemenin ret kararını onaylıyor. Dolayısıyla Türkiye’de iç hukuk yolları tükenmiş oluyor. Ve bu karar Hasan Zengin arkadaşa 5 Temmuz 2003’te tebliğ ediliyor. 5 Ocak 2004 son tarihti. Hasan Zengin Eylül ayında bize başvurdu. “Ben bu davayı bu aşamaya kadar götürdüm, bu davanın AİHM’ne gitmesi ge-

8

rekiyor. Ancak benim bunu götürebilecek ne ekonomik durumum, ne de hukuki bilgim var. Siz sahiplenir misiniz?” dedi. Başvuru bana Av. Eren Keskin üzerinden geldi. Biz bunu yönetim kurulumuzda tartıştık. Yıllardan beri Alevi örgütlerinin bir bütün olarak verdikleri zorunlu din derslerinin kaldırılması mücadelesinde önemli bir adımdı. Yönetim kurulumuz karar aldı. Karar defterimizde yazılıdır; bu davaya sahip çıkılması ve yürütülmesi konusunda. Genel başkanları olarak bizi yetkili kıldılar. Biz Hasan Zengin arkadaştan vekâlet, evrakları ve belgeleri aldık. Hem hukuki anlamda hem Alevilik anlamında çalışmalar yapan arkadaşlarla dava dilekçesinin detayını nasıl hazırlamamız gerektiğini konuştuk. Dilekçemizi Aralık’ın sonlarında yetiştirdik. 2 Ocak 2004’te de AİHM’ne faksla gönderdik. Çünkü üç gün sonra süre bitecekti. Davada bizim iki tane önemli talebimiz oldu: Birisi zorunlu din eğitiminin Alevileri asimile etmeye yönelik çok önemli bir araç olarak kullanıldığı ve bu nedenle biran önce son verilmesi gerektiği. İkincisi, Türkiye’de çok önemli bir Alevi nüfus olduğu, nüfusun 1/3’ünü kapsayan, orana tekabül eden 20–25 milyon Alevi olduğu ve bunların hepsinin bu sıkıntıyı yaşadığı; bunların dışında zorunlu din eğitimi görmek istemeyen insanların da varlığının çok olduğunu belirterek bu davanın öncelikli görüşülmesini talep ettik. AİHM’nde davalar genelde altı yedi yıl sürüyor. Mahkeme bu davada bizim öncelikli görüşülme talebimizi kabul etti. Bu da davanın yedi sekiz yıla yayılmaması, üç-dört yılda sonuçlanması gibi bir olanak sağladı. Biz davayı açtıktan, 2 Ocak’tan sonra ben 18 Ocak’ta Almanya’ya gittim. Dilekçeyi fakslamıştık ama ekleri göndermemiştik. Ekler nedir? İşte, ilköğretim okulunda okutulan 4, 5, 6, 7 ve 8. sınıfların ders kitapları. Keza Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin nasıl eğitiminin yapılacağına ilişkin MEB Talim Terbiye Kurulu tarafından hazırlanmış olan ilköğretim okulları Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi müfredat programını gönderememiştik onu aldık. Bu müfredat programı Talim Terbiye Kurulunun 19/9 2000 tarih ve 373 sayılı kararıyla uygulamaya Kazım Genç Serçeşme Bürosunda, Eylül 2007

konulmuş, öncesi biraz daha farklıydı. Bunları götürdük. Dilekçemizin kabul edildiği konusunda bize bilgi geldi ama dava konusunda uzun bir süre cevap gelmedi. En son 2004 Kasım’ında, Ocak’ta açtığımız davaya Kasım ayında cevap geldi. Kasım ayında gelen cevap bizim açımızdan davanın olumlu yönde yürüdüğünün önemli göstergesiydi. Bizim o gönderdiğimiz müfredat programı ders kitapları üzerinde AİHM inceleme yapıyor, bilirkişi incelemesi ve tespit yapıyor. Yaptığı tespit çok önemli: Diyor ki; “Ders kitapları üzerinde yapılan incelemede 4, 5, 6 ve 8. sınıf ders kitaplarında İslamiyet’in ritüellerinin ve genel ahlaki bilgilerin verildiği 7. sınıf ders kitabının sadece 15 sayfalık bölümünde İslamiyet, Hıristiyanlık, Musevilik, Budizm ve Vahabilik bu beş din hakkında genel kültürel bilgi verildiği on beş sayfalık bölüm dışındakilerin de yine yedinci sınıf ders kitabında İslamiyet’in ritüellerine ve genel ahlaki bilgilere ayrıldığına dolayısıyla dersin adının Din Kültürü olmasına rağmen dinler hakkında bir genel kültür eğitiminden ziyade İslamiyet’in eğitiminin yapıldığı görülmüştür.” Bu çok önemli bir tespitti. Bizim dayandığımız da buydu zaten: Din Kültürü yapılmamakta bir inancın eğitimi yapılmaktadır. Hükümetin cevabı gelmişti. Hükümetin cevabı çok enteresandı. “Biz zorunlu din eğitimi yapmıyoruz, yani bu, matematik, fizik, kimya gibi okumaları gerekli olan zaten zorunlu derslerden” diye savunmalar yapmışlardı. Çok enteresandı bu konular. Hükümetin cevabı gelince biz genel bir değerlendirme ile cevap verdik. Sonra bizden dostane bir çözüm önerisi isteyip istemeyeceğimizi sordular. Biz dostane çözüme dedik ki yani bizim isteyeceğimiz dostane çözüm, “zorunlu din dersinin kalkmasıdır” zaten. Sonuçta nedir dostane çözüm, zorunlu din eğitiminin kalkması, Milli Eğitim Temel Kanunu’nun değişmesi, müvekkilin mağduriyeti nedeniyle zararlarının tazmini olabilir, dedik. Bunu da sanıyorum 2005’in Ekim, Kasım aylarında falan verdik. 2006’nın Haziran ayında, 8 Haziran’da kabul edilebilirlik kararı verildi. Yani davanın ciddi olduğu, dosyanın tamamlandığı, nihai karar verme aşamasında bir sakınca bulunmadığı, bu nedenle dosyanın kabul edilebilirliği yönünde bir karar verildi. Ve biz bir duruşma talep etmiştik, duruşma talebimiz kabul edildi. 3 Ekim 2006’da da duruşma yapıldı. Duruşmanın başarılı geçtiğini düşünüyorum. Portekizli yargıç hükümete sordu, dedi ki; “Zorunlu din eğitimi veriyorsunuz, peki ateistlere ne yapıyorsunuz” diye sordu. Hükümet temsilcisi dedi ki; “Böyle bir başvuru olmadı, olduğunda değerlendireceğiz” dedi. Yani dedi ki biz tek eğitim yapıyoruz herkes buna uymak zorundadır. Biz orada yargıç arkadaşlara sorduk, “duruşma bugün oldu ama ne zaman karara bağlanır”. Bize Haziran, Temmuz–2007 de karara bağlanabileceği söylendi. Enteresandır çıkmadı tabii. Bizim duruşmamız 3 Ekim’deydi bizden önce mesela 15 Eylül 2006’da %10 ba- ``

Sayı 34


SERÇEÞME

PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ GENEL MERKEZ

Basına ve Kamuoyuna Zorunlu Din Dersi Eğitimi; Eğitim Özgürlüğünün İhlalidir. Hiç kimseye, dini inancına aykırı eğitim verilemez. Laik ve demokratik rejime sahip devletlerin tüm dinlere eşit mesafede durması zorunluluktur. Yeni Anayasada Zorunlu Din Dersi olmamalıdır. 12 Eylül Anayasası’nın 24. Maddesindeki “Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” Hüküm nedeniyle, yıllardan beri çocuklarımıza “zorunlu ders” olarak din dersi verilmekte ve bu yol ile Aleviler asimile edilmekte, çağdaş, bilimsel, demokratik eğitimden her geçen gün uzaklaşılmaktadır. Zorunlu din dersleri temel insan haklarına aykırı olduğundan, Alevi örgütlerinin yıllardan beri kaldırılması için verdikleri demokratik mücadele, örgütlülüğümüzün önderliğinde verilen hukuki mücadele ile sürdürülmüştür. AİHM’nin vermiş olduğu karar; ülkemizin demokrasi ve laiklik mücadelesinde bir kazanım olarak yerini almıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu için 2004 yılında açmış olduğumuz dava ile ilgili olarak AİHM kararını 09.10.2007 tarihinde açıklamıştır. Bu kararda esas olarak; a) Devletin değişik din, inanç ve kültürlere karşı tarafsız ve nötr olma yükümlülüğüne ve dini toplulukları tek bir çatı altında toplamak için önlem alma gereksimi olmadığına, b) Demokratik bir toplumda sadece çoğulcu bir eğitimin öğrencilere din, vicdan ve düşün`` rajıyla ilgili davanın duruşması vardı, onun

kararı 13 Şubat 2007’de açıklandı. Ama bizim bu kararımız sanıyorum hükümetin baskısıyla da olabilir, “biz anayasayı değiştiriyoruz biraz sürüncemede kalsın” şeklinde de demiş olabilirler. Böyle bir yaklaşım gitmiş olabilir, gitmiştir demiyorum, yanlış değerlendirme olmasın. Ama Eylül ayı içinde bu kararın geleceğini kuvvetle umuyoruz. Peki, karar dediğiniz gibi olumlu çıktı. AİHM hükümeti ya da Türkiye Cumhuriyeti devletini suçlu buldu. Suçlu değil de, Anayasa’nın 24. maddesiyle Milli Eğitim Temel Kanunu’nun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve ek protokollerine aykırı olduğunu tespit eder ve bunun düzeltilmesini ister. Nasıl olacak bundan sonra? Yapılacak olan tek şey, bu kararla iş bitmiyor. Hemen birden bire zorunlu din dersleri kalkmıyor.

Hayır, hayır. Zaten 2 No’lu Daire’dedir bu dava. 2 No’lu Daire bu kararı verdiğinde Hükümet’in önünde iki yol var. Bir, üç ay içinde bu karara itiraz edebilir. Bu karara itiraz ettiğinde Büyük Daire’ye gider. Norveç davasında karar vermiş

Ekim 2007

ce özgürlüğü çerçevesinde dini olgu hakkında eleştirel bir yön kazandırabileceğine, özgürlüğün, dini boyutu içinde, inananlar için olduğu kadar farklı inanç mensupları ve inanmayanlar içinde önemli olduğuna, c) Devletin eğitim programlarına din dersi koyması halinde, öğrencilerin dini eğitim ile ebeveynlerinin dini veya felsefi inançları arasında kalmalarının engellenmesi gerektiğine, d) Türkiye’de Hıristiyan ve Musevi öğrencilerin din derslerinden muaf tutulabildiklerini, ancak bunun için bu inançlardan olan ailelerin önceden okul yönetimini bilgilendirmeleri gerektiğini, bu durumun ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili maddesiyle çeliştiğine, e) Türkiye’de din derslerinde İslam dini dışında başka bir dinden veya felsefeden olan çocuk ve aileler için hiçbir uygun seçenek olasılığı bulunmadığı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin eğitim hakkıyla ilgili maddesiyle güvence altına alınmış özgürlüklerinin ihlal edildiğine, f) Din derslerinden muaf tutulma uygulamasının da uygun bir yöntem olmadığı, zira bu uygulamanın öğrenci ve ailesini dini veya felsefi inançlarını açığa vurmaya zorlanacağına; karar vermiştir. AİHM’nin bu kararının, ülkemizde verdiğimiz demokrasi mücadelesinin bir kazanımı olduğu açıktır. Umuyor ve diliyoruz ki; ülkemizde yeni bir Anayasa tartışmaları yapılırken; AİHM’nin bu kararı dikkate alınır. Bu sadece Alevi Toplumunun sorunu değil, bilimsel-demokratik laik eğitim isteyen tüm toplum kesimlerinin sorunudur. AİHM’nin kararı din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin uygulamadaki müfredatı ile AİHS’nin ek 1 no’lu protokolün 2. maddesindeki eğitim özgürlüğüne aykırı olan Büyük Daire’ye gider. İki, itiraz etmeyebilir. İtiraz etmezse karar kesinleşir. Karar kesinleştiğinde yapacağı: Bir, Anayasa’nın 24. maddesini değiştirmek; iki, Milli Eğitim Temel Kanunu’nu değiştirmek; üç, Din Kültürüyle ilgili müfredatı olduğu gibi kaldırmaktır. Biz bu kararı, tabii karar geldiğinde daha detaylı, daha doğru değerlendirme yapılması olanağı olacaktır. Şimdiki tahmini bir değerlendirmedir. Kararda zorunlu din eğitiminin sözleşmeye aykırı olduğunun tespit edileceğini ve insanlara, isterlerse istemleri doğrultusunda dini bilgiler verilebileceği yönünde karar verileceğini düşünüyoruz. Öyle olursa devlet, siz okumak istiyor musunuz, okumak istemiyor musunuz diye sormak gibi bir yol izlerse en yanlışını yapmış olur. Çocuğunuz dördüncü sınıfa geldi. Eğer din eğitimi almak istiyorsanız okul idaresine dilekçe vereceksiniz. Yani bu hak sizde olacak, hiç kimse sizden talep etmeyecek. Dilekçe vereceksiniz; bir “ben Aleviyim”, iki “ben çocuğuma Alevi din eğitimi verilmesini istiyorum” diyeceksiniz. Böyle çift seçmeli hakkınızın olması lazımdır. Yoksa “evet ben çocuğuma din eğitimi verilmesini istiyorum” dediğimizde tekrar Sünni İslam’ı okutacaklarsa, İslam’ı okutacaklarsa ve siz ben Aleviyim dediğinizde tekrar vermeyeceklerse bu verilen kararın hiçbir hükmü olmaz ve bu tür uygulama tekrar AİHM gitmek zorunda kalır.

görülmesi karşısında; AKP hükümetinin gündeme getirdiği ders sayısını ikiye çıkarma seçeneğinin kabul edilebilir yanı yoktur. Hükümetin seçmeli ders konusundaki “dersi almak istemeyenler başvursun.” yaklaşımı, kişinin inancını açıklamaya zorlamanın yanında, kişinin devlet ve mahalle baskısına maruz kalmasına neden olacağı çok açıktır. TBMM’ni ülkemizin bu en önemli ve yıllardan bu yana süren sorunu karşısında gerekli yasal düzenlemelerin yapılması konusunda göreve çağırıyoruz. Siyasi partilerimizin din üzerinden siyaset yapmamaları ve dinsel referanslarla hareket etmemelerini bekliyoruz. Demokratik ve laik bir ülke hepimizin özlemi, bir arada barış içinde yaşamamızın da güvencesidir. Bu nedenlerle, yeni bir anayasa tartışmalarının ve çalışmalarının yapıldığı bu günlerde, AİHM’nin kararı karşısından, din eğitimine Anayasa’da yer verilmemelidir. Din eğitiminin Anayasa’da yer alması AİHM kararının ihlali anlamına gelecektir. AİHM kararı ülkemizde çok yoğun tartışmalara neden olan “Anayasa’da din eğitimi” sorununu çözmüş bulunmaktadır. Bu nedenle hükümetin bu karara itiraz etmeyerek, sorunu çözmekte AİHM kararını emsal olarak alması gerekmektedir. Kararın oy birliği ile verilmiş olması, yapılacak olan itirazın sonuçsuz olacağının açık göstergesidir. Bilimsel ve demokratik bir eğitim için sadece Alevilerin değil, Türkiye’nin sorunu olan zorunlu din derslerine karşı tüm canlarımızı dava açmaya davet ediyoruz. Çocuklarına zorunlu din dersi verilmesini istemeyen aileler, bulundukları il ve ilçelerde mülki amirliklere başvurarak çocuklarının dersten muaf tutulmasını istemelidirler. Bu taleplerine olumlu cevap verilmediği takdirde, alevi örgütleri davalarına sahip çıkacak ve yürütecektir. Konu kamuoyunun ve basının bilgisine saygı ile sunulur. 11 Ekim 200 Av. Kazım Genç, Genel Başkan İşin doğrusu insanların, din eğitimi alıp almadığına insanlar kendileri karar verecek ve hangi inancın eğitimini almak istediklerine insanlar kendisi karar verecek. Kendisi isteyecek. Arz talep meselesi diyorsunuz. Hayır, arz talep meselesi değil, kendisinin özgür iradesi olacak kişinin. Devlet talep etmeyecek, devlet hizmet sunacak. O hizmetini nasıl sunmak gerekir, onu da bir değerlendirelim. Mesela biz Aleviliğin devlet kanalıyla öğretilmesini doğru görmüyoruz. Çünkü devletin Aleviliğe resmi bir bakışı var. Devlet bir kere bu bakışından vazgeçmelidir. Devletin Aleviliğe resmi bakışı, İslam’a bakışı, Hıristiyanlığa resmi bakışı var. Bunlardan devlet vazgeçmelidir. İnançlara, devlet uzak noktada durmak zorundadır. Din dersinin seçmeli ders olarak değil, tamamen kaldırılmasını mı doğru buluyorsunuz? Biz devletin din eğitimi yapmasını asla doğru görmüyorsunuz. Devlet yapılan din eğitimini denetleyici olabilir. Şimdi Alevilik öğretilecek, Aleviliğin müfredatını Türkiye’de Alevilerin sivil toplum örgütleri tespit etmelidir ve öğretmenleri sivil toplum örgütleri atamalıdır ve maaşını devlet vermelidir. Yoksa devlet (Devamı 10. Sayfada)

9


SERÇEÞME (Baştarafı 9. Sayfada)

kendi resmi bakışıyla Aleviliği öğretecekse bu doğru bir uygulama olmaz. Devletin yapacağı şudur; Alevilerin tespit ettiği müfredat ve Alevilerin atadığı Aleviliği öğreten öğretmenler cumhuriyetin temel niteliklerine uygun bir eğitim yapmakta mıdır, yapmamakta mıdırlar, bunu denetleyebilecektir. Aynı şekilde İslamiyet için de geçerli, diğer bütün inançlar için geçerli. İslamiyet için de geçerli, Hıristiyanlık için de geçerli. İslamiyet’in eğitimini verirken Diyanet İşleri Başkanlığı bu nedenle lağv edilmelidir. Yani dinler bir tarafta devlet uzak bir noktada dediğimizde bu durum DİB da kapsar. Diyanet İşleri Başkanlığı lağv edilmelidir. Onların da sivil toplumları, kendi müfredatlarını, kendi hocalarını atamalı ve devlet, bir Hizbullah yaklaşımı ile mi eğitimi veriliyor, bir Hamas yaklaşımı ile mi eğitim veriliyor bunu denetleyip, cumhuriyete ve laikliğe uygun bir sistemin yerleşmesini sağlamalıdır. İstanbul Büyükşehir Belediyesinde memur olarak çalışırken 4 Mayıs 2007 tarihinde yakalanan Sivas davası sanıklarından İhsan Çakmak ile ilgili Mamak şubeniz tarafından basın açıklaması yapıldı. İstanbul Büyükşehir Belediye başkanının istifa etmesi yönünde yapılan bu açıklama hakkında kısa bir değerlendirme yapar mısınız? Aslında İhsan Çakmak özelinden genele bakıp, genel bir değerlendirme yapmak gerekir. Genel şudur; Sivas katliamını devletin bir yerinden birileri organize etti, planladı programladı ve sahneye koydu. O devletin bir yerinden birileri organizasyonu planlayanlar ve sahneye koyanlar, sahneye koyduktan sonra da bunun sanıklarını her fırsatta koruyor, gözetliyor ve sahip çıkıyor. Yani birileri o gün yurtdışına kaçırılmışsa bu birilerinin başarısı değildir, o devlette bunu planlayan, programlayan birilerinin başarısıdır. Tabii İhsan Çakmak olayı daha yeni, evvelki sene 8–10 yıldır Sivas’ta yaşayanlar yakaladı iki kişiyi. Bunlara devlet sahip çıkıyor ve koruyor. İşte emniyeti yakalamıyor, jandarması yakalamıyor. Belediyeyi devletin birimi sayacaksın, resmi kurumdur, o çalıştırıyor. Bu çok açık. Yani Sivas katliamının yaratanları da yani planlayan programlayanları da maşalara yaptırdılar o işi kendileri korudular çekildiler bir kenara, şimdi o maşaları çeşitli şekillerde korumaya çalışıyorlar. Bu da onun tipik bir örneği. Nuh Muhammet Yüksel’di sanıyorum Almanya’da bir dönerci dükkânı açmış çalışıyordu. Cafer Erçakmak yıllardan beri yok. Böyle bir durum var. Tabii İhsan Çakmak’ın belediyenin sabıka kaydı almadan, istemeden veya sabıka kaydı olmasına rağmen çalıştırıyor olması kabul edilir bir şey değil. Bizim şehit ailelerinden bir arkadaş Mamak şubemiz üyelerinden olması nedeniyle Mamak şubemize başvurmuş, Mamak şubemiz de bu konuda bir çalışma yapmış. Bu çalışma tabi ki bizim görevimizdir. Neticesi ne olur, onu gelecek gösterir. Zaten hemen sitemize koyduk, sitelerimizde yayınladık. Diğer siteler yayınladılar. Yani biraz daha altyapı çalışması yapılıp öyle yaşama geçmesini, biraz daha başarılı olabilirdi, başarı konusu daha yüksek olabilirdi. Söyleşi için çok teşekkür ederim. Ben teşekkür ederim. Bana olanak verdiniz.

10

Abdal Musa Dergâhının Kazanları Hâlâ Kaynıyor Öznur Tanal, Antalya İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Folklor Araştırmacısı, 11 Eylül 2007 - Antalya

A

sayılan Kaygusuz Abdal’dır. BDAL Musa DergâKaygusuz bu dergâha kırk yıl hı, Antalya İli, Elmalı Canlar Merhaba, hizmet etmiştir. İlçesi’ne bağlı Tekke Abdal Musa Dergâhı’nın Köyü’nde 14. yüzyıl AnadoYeniçeri Ocağının kaldırılmabulunduğu Antalya’nın lu Urum Erenlerinden Abdal sından sonra dağılan tekkeler Musa Sultan tarafından kurulElmalı İlçesine bağlı arasında Abdal Musa tekkesi de muş, Anadolu Alevi-Bektaşi Tekke köyünde nasibini almıştır. 1242 (1829) Kültüründe Hacı Bektaş-ı Veli yaşayan bir geleneği da hükümetçe görevlendirilen Dergâhından sonra en çok memurlar tarafından, dergâhgözlemledim, saygı duyulan, ziyaret edilen ta mevcut bütün eşyalar ve yazmaya çalıştım ve ve kurbanlar kesilen bir inanç binlerce canlı hayvan satılıp sizlerle paylaşmak merkezidir. Abdal Musa, Hacı dergâh defteri İstanbul’a göndeistedim. Bektaş’ın önde gelen ardıllarilmiştir. Sağlıcakla. rındandır (Alevilikte: halifeTürbe 14. yüzyılda Selçuklu lerinden). Söylenceler O’nu mimarisiyle yapılmıştır. Abdal Anadolu’nun gözcüsü olarak Musa’nın sandukasının başucunda “seyyid” gösterirler. Abdal Musa Dergâhının bahçesinolduğunu gösteren yeşil imamesi durur. de bulunan bir tabelada yaşamı ve kişiliği ile Değişik dönemlerde onarım gören Tekke zailgili şu bilgiler bulunmaktadır; man içinde yıkılmış, günümüzde ise sadece Abdal Musa Türbesi kalmıştır. Türbede Ab“Abdal Musa Sultan, Horasan eren ve erdal Musa’nın, annesi, babası, kız kardeşi ile mişlerinden, ünlü bir ozan ve düşünürdür. Kaygusuz Abdal’ın kabirleri vardır.” Aslen Horasanlı olup oradan Azerbaycan’ın Hoy Kasabasına gelmiş ve bir süre orada Abdal Musa inancı ve kültürü, her yıl Hayaşamış olduğundan ‘Hoylu’ olarak taziran ayının üçüncü haftasında türbesinin bunınmıştır. Hacı Bektaş-i Veli’nin amcası lunduğu Tekke köyünde yapılan anma törenleHaydar Ata’nın oğlu olan Hasan Gazi’nin ri ve bütün yıl süren ziyaretlerle yaşatılmaya oğludur. 14 yüzyılda yaşadığı Osmanlıların ve gelecek kuşaklara aktarılmaya çalışılmakBursa’yı fethettiği yıllarda Orhan Bey’in tadır. Ziyaretçiler arasında Anadolu’nun dört askerleriyle savaşlara katıldığı ve büyük yabir yanından gelen insanlar olduğu gibi komşu rarlılıklar gösterdiği tarihi kaynaklarda yaAkçaeniş ile Kumluca ve Finike’nin Tahtacı zılıdır. Hacı Bektaş Veli’nin önde gelen haTürkmen köylerinin halkı da bulunmaktadır. lifelerindendir. Payesi ‘sultanlık’, mertebesi Tekke köyü halkı ise ruhlara dinginlik ve‘abdallık’tır. Pir evindeki hizmet postu ise, ren atmosferiyle Dergâhı sürekli “yoklamak”, “ayakçı postu” dur. Bu post, Bektaşi Tarikakendi hanelerinden ayrı düşünmemek, âdeta tındaki on iki posttan onbirincisi olup diğer adı özümsemekle birlikte her yıl ilkbahar ve son‘Abdal Musa Postu’dur. Ayakçılık, abdallık bahar aylarında bambaşka bir amaçla “ziyaret” mertebesidir. etmektedirler. Abdal Musa Sultan, kurduğu tekkesinde sayısız kişiler irşat etmiş (uyarmış) ve bunlar arasında büyük ozanlar yetişmiştir. Bunların en ünlüsü de Alevi-Bektaşi edebiyatının abidelerinden

Bunlardan ilki ilkbaharda, toprağın, suyun, havanın ve yeni bir yılın tohumlarının uyanışından önce bereketli bir yıl dileği ile diğeri ise elde edilen ürünlere, sağlığa ve bütünlüğe

Sayı 34


SERÇEÞME şükür amacıyla ürünlerin ve emeğin hasadının devşirildiği sonbahar aylarında yapılır. “Ziyaret” adı verilen bu gelenek köyde Bektaşi Yolu’nu sürdüren halkın guruplar halinde, belli günlerde yaptıkları kurban, dua ve niyaz gibi ayinlerden oluşmaktadır. Yapılan dilek ve şükür, kesilen kurbanlar, dua ve niyazlar aslında Allah’a yapılmakta, bu da Bektaşi İnancı doğrultusunda Allah’ın sevgili kullarından olduğu düşünülen inanç önderinin aracılığıyla, “O’nun yüzü suyu hürmetine” kutsal sayılan dergâhta gerçekleştirilmekle birlikte asıl amaç Abdal Musa Ocağını söndürmemek, Dergâhı’nın kazanlarını kaynatarak o hakça bölüşüm ruhunu yaşatmaktır. Çünkü o zamanlar herkes aynı kazandan yer, kimseye bir ayrıcalık sağlanmazmış. Dergâhın açık olduğu, buranın canlı bir inanç ve bilim merkezi olduğu 14. yüzyılda geçen bir hikâye o günkü ortak yaşamın, hakça paylaşımın nasıl özverilerle yürütüldüğünün en güzel fotoğrafıdır. Dergâhta, orada yaşayan dervişler dışında gelen açların doyduğu, susuzların kandığı, çıplakların giydirildiği, evsizlerin barındırıldığı zamanlarda bir gün akşama kavuşurken dergâhın aşçısı olan Derviş Hasan dergâhta hiç odun kalmadığını fark eder. Oysa yemeklerin yapıldığı kazanların kaynaması lazımdır. Hemen Dergâhın arkasındaki dağa gidip odun getirse yetişemez, gitmese olacak değil. Ne yapacağına çok fazla düşünmeden karar verir ve ayaklarını yanan kazanın altına uzatır. Bunu gören Abdal Musa Sultan dervişliğin bu son aşamasına ulaşmış olan Derviş Hasan’a âdeta imrenerek; “Ha budala ha” der. O günden sonra Derviş Hasan “Budala Sultan” diye anılır Âşık Sadık Doğan’ın; Odun keser doğruca Hiç söz etmez eğrice Hayır eder gizlice Hey Budalam Budalam, dediği ermiş ve türbesi Abdal Musa türbesinin üst tarafındaki Dur Dağı’ndadır. (Efsanenin Kaynak Kişisi: Akçaeniş köyünden Hamza Tanal) İşte bugün Tekke Köyü’nde yaşayan canlar Budala Sultan’ın kazanlarını söndürmemek için, yılda iki kez bu kutsal saydıkları görevi gözlerinde derin minnet ve teslimiyetle yerine getirirler. Ocağın devamlılığı Evliya Çelebi tarafından da anlatılmıştır: “Tekke yapıldığı günden beri mutfağında hiç ateş sönmemiştir. Tekkenin çok zengin vakıfları vardır. On binden fazla koyunu, bin camuzu, binlerce devesi ve katırı, yedi değirmeni ve daha birçok varlığı ile üç yüz elli yıl önceki Abdal Musa Sultan tekkesi çok büyük zenginliklere sahip bir kurumdur.” Bu ziyaret ve kurban hizmeti köyün dört gruptan oluşan dini örgütlerince yapılır. Bu dini örgütlenme ortalama 60–80 haneden oluşur. Her gurubun bir dini lideri, “Baba”sı, yürütülecek bütün hizmetlerin düzenlemesini yapan bir “Gözcü”sü, hizmetleri yürüten, “Pervane” denen erkekleri ve “Bacı”ları vardır ve guruplar Baba’nın adıyla anılırlar. Ziyaret için Baba ve Gözcü önderliğinde her haneden kişi başına para toplanıp kurbanlıklar, un, bulgur, yağ, ekmek, vb., alınır. Bunun yanı sıra gruptan adağı olanların kurbanları da bu şölene dâhil edilir. Sabahın erken saatlerinde ziyaret hizmetleri başlar. Öncelikle evlerinde zaten arınmış olarak gelen canlar türbe bahçesindeki şadırvanda kutsal saydıkları su ile abdest alırlar.

Ekim 2007

Kurbanlar Dergâhın dışında kurbanların pişirildiği alanda Gözcü’nün yönetiminde “Per vane” canlar tarafından kesilip hazırlanır, bacılar tarafından pişirilir. (5 Eylül 2007 günü katıldığımız törende sekizi ortak, dördü adak olmak üzere on iki kurban kesilmişti.) Kurbanlar pişerken türbe bahçesinde işten güçten neredeyse birbirini görmeyen canlar hasbıhal ederler. Burada önemli bir husus bu kutsal tören sırasında hem tarikata hem de şeriata uygun ibadetlerin aynı tören içinde yapılmasıdır. Kurban hizmetleri yürütülürken Baba önderliğinde bir gurup Abdal Musa, Budala Sultan türbelerinde ve daha sonra köy mezarlığında yatanları ziyaret edip niyaz ve dua ederler. Bu sırada Baba birçok dilek ve tövbe içeren Gülbank (Türkçe Dua) çekerken halk da sağ ellerini sol elleri üzerinde “mühürleyip” dara durur, “Allah Allah” diyerek onu onaylar, yakarışa katılırlar. İbadetin bu bölümüne “Tarikat Duası” denir. Kurbanların yenmesine yakın bu kez halkın toplu olarak katıldığı bir dua da türbe bahçesinde köyün resmi imamı tarafından Arapça olarak okunur. Bu duaya da “Şeriat Duası” adı verilir. Kurbanların yenmesine, türbe bahçesini kirletmemek için, kazanların kurulduğu alanda kurulan sofralarda Baba’nın başta verdiği tercümanla başlanır; “Bismişah, Allah Allah, Sofrayı Merdan, Nimet-i Yezdan, … Piran, Pir-i Horasan. Bereket-i Halil-i Rahman. Sofra Ali’nin, Nimet Veli’nin, Şefaat Muhammed’in. Sofra hakkına, evliya keremine, cömertler demine, gerçekler demine hû diyelim, hû.” Kurbanlar yendikten sonra Baba bir dua daha okur. “Bismişah, Allah Allah. Sır ola, nur ola, yediklerimiz tahur ola. Bu gitti, ganisi gele. Hak bereketini vere. Yiyip yedirenlere, pişirip taşıranlara, kazanıp getirenlere sağlık, sefalık, dirlik, birlik vere. Gerçeğe hû!” Daha sonra hizmet sahipleri dışında katılanlar yavaş yavaş dağılırlar. Bu imece kurban ve niyazlar aynı şekilde Nevruz ve Hıdırellez bayramlarında da yapılmaktadır. İbadetten ve bayrama, doğumdan ölüme yaşamın her alanında kadınla erkeğin, zenginle fakirin, köylüyle beyin ayrılmadığı bir dünya özlemi duyanlar için ne umutlu bir gelenek değil mi?

BERÇENEKLİ FEZALİ (HACI ÇIRIK)

Yobazla Erenler Gelin canlar birlik olalım diye Yobazla yola gidilmez erenler Tarih önünde canlar kıya kıya Yobazla dâr’a durulmaz erenler İnsanoğlu ilimde olan ışık Bizim İzzettin bilinmez karışık Görünen hali belli bakımlı şık Yobazla ceme varılmaz erenler Ayrı yol sürenler sağa yanaştı Gülüm sarım ekranlarda buluştu Teslim olanlar renklere karıştı Yobazla niyaz edilmez erenler İkrarımız insana can canadır Ayrılık bilinmez haktan yanadır Gizli saklı yaşadık bin senedir Yobazla gerçek sorulmaz erenler Bu yolda nice dede hoca oldu Eridiler kala kala hece oldu Ömür boyu başları eğik durdu Yobazla candan sarılmaz erenler Fezali beyhuda dolaşma boşa Huyu bozuk bela getirir başa Yürüyen kervanı uğratma taşa Yobazla yollar bilinmez erenler

İsyan İnsan olan isyan eder bu hale Hoca softa kılıklı dedeler var Hangi sıfatla yakışdın bu yola Hoca softa kılıklı dedeler var Kendi kimliğine olmuş yabancı Kafada taşıyor fes ile tacı Mantar gibi türedi yobaz yağcı Hoca softa kılıklı dedeler var Beyninden sulanmış bozuk alevi Nasıl kabul eder seni cem evi Mutlu etmek için o ağa beyi Hoca softa kılıklı dedeler var Tarihte yaşandı Yavuz Sultan’lı Yüzlerce asır yaşarız hep zanlı Yüz karası tarihin elleri kanlı Hoca softa kılıklı dedeler var Hangi kutup yarattı bilmem yerde Gitmez mi gözündeki kara perde Çağırdık Ali’yi kalınca darda Hoca softa kılıklı dedeler var Fezali fırtına geçer etme kam Yakıldı Bağdat ister yıkılsın Şam Gerçek olanla yürü eyleme gam Hoca softa kılıklı dedeler var HACI ÇIRIK, 1942 yılında Maraş’ın Berçenek köyünde doğdu. Maraş, Antep ve Adana’da işçilik yaptıktan sonra 1971 yılında Almanya’ya göçtü. Metal işleyen bir fabrikada işe başladı. 1972 yılında IG Metal sendikasına üye oldu. 2002 yılına kadar 36 yıl üyesi olduğu sendikanın işyeri temsilciliğini yaptı. Almanya’da Türkiyeli göçmen işçilerin kurduğu örgütlerde de çalışan Fezali, Almanya Alevi Birlikleri Fedarasyonu’nun kurucularından biri oldu. Bir yandan Mahzuni ile çocukluk anılarını kitaplaştırmakta olan Fezali’nin şiir ve edabiyat yanı sıra doğa sevgisi derindir.

11


SERÇEÞME

YAZARIN ALEV YAYINLARI’NDAN YAYINLANMIŞ MARKS GERÇEKTE NE DEDİ ADLI KİTABINDAN BİR BÖLÜMÜ SUNUYORUZ

İnsan Olmaya Geldik - Bölüm IV Yusuf Zamir

M

ÜBADELE, meta, değer, para ilişkileri geliştikçe, içinde geliştiği toplumsal havzanın ötesine taşma eğilimi gösterir. Özellikle para, cemaatler ötesi toplumsallığı çağıran en dinamik unsur olarak yükselir. Paranın kendisini sınırlayacak darlıktaki toplumsallıklara tahammülü yoktur: “Para ya da zenginlik hırsı, zorunlu olarak, antik toplulukların çöküşünü beraberinde getirir. Çünkü para antik toplulukların antitezidir. Paranın kendisi toplumsallıktır ve kendisinin üstünde duran başka bir toplumsallığa tahammülü yoktur.” 1

Birey (Yalıtık Birey) Eski toplumlarda insanlar, bir aşirete, camiaya, dinsel topluluğa mensubiyetle, toprak ağası nezdinde toprağa aidiyetle, esnaf-zanaatkar yapılanmasının spontane unsuru olmakla tanımlanırdı. İnsanın ait olduğu cemaatten çözülüp yalıtık birey haline gelmesi, meta ilişkilerinin genelleşerek burjuva toplumu ortaya çıkarmasıyla mümkün olmuştur: “Tarihte ne kadar gerilere gidersek, birey, dolayısıyla üretim yapan birey de o kadar bağımlı ve daha büyük bir bütüne ait olarak belirir: Önceleri birey, tamamen doğal bir şekilde ailenin ve aileden evrimleşen kabilenin bir parçasıdır. Daha sonraları da kabilelerin çatışmasından ve birbirleriyle birleşmelerinden meydana gelen değişik topluluk biçimlerinden birinin doğal parçası olur. Ancak on sekizinci yüzyıl burjuva toplumundadır ki, toplumsal örgünün çeşitli biçimleri, bireye, bireyin özel amaçlarını gerçekleştirme yolunda kullanılacak araçlar olarak, kendi dışındaki bir zorunluluk olarak görünmüştür. Ama bu görüş açısını, yani yalıtılmış bireyin görüş açısını üreten bu çağ, aynı zamanda, gelmiş geçmiş en ileri toplumsal (bu görüş açısına göre, evrensel) ilişkilerin çağıdır. İnsan, kelimenin tam anlamıyla bir zoon politikon’dur. İnsan sadece toplumsal bir hayvan değil, fakat kendisini ancak toplum içinde bireyselleştirebilen bir hayvandır.” 2 Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda doğrudan üreticilerin üretim araçlarıyla yan yana getirilip çalıştırılması, çıplak zor kullanımı temelinde oluşmuş kişisel tabiiyet pratiğine dayanırdı. Toplumun maddi yaşamının üretimi, kişisel bağımlılık pratiğini koruyup yeniden üreten siyasal tahakküm ile doğrudan doğruya bağlıydı. Burjuva toplumda ise maddi yaşamın üretiminin örgütlenmesi artık siyasetten ayrı ve otonom bir alanda yapılmaktadır. Bu otonom alanda, doğrudan üreticileri üretimin maddi koşullarının tahakkümü altına sokup çalıştırmak için doğrudan zor kullanımına gerek yoktur. Çünkü, üretimin maddi koşulları özel mülkiyet toplumsal biçimi altında belli ellerde toplanmıştır. İlkel sermaye birikimi süreci, geleneksel doğrudan üreticiyi mülksüzleştirerek ücretli emek ilişkisi içine girmeye zorlamıştır. Üretim araçlarından ve kişisel bağımlılık iliş-

12

Sermaye toplumunda insanlar, yabancılaşmış emeğin tezahürü olan ekonomik ilişkilerin taşıyıcısı olarak birbirleriyle temas kurarlar. İnsana yabancılaşmış faaliyetin yarattığı bu ilişkiler, dönüp insanı tahakküm altına alır. Ekonomik ilişkilerin takakkümü altında o ilişkilerin taşıyıcılığına düşen insanlar, kendilerine ve birbirlerine yabancılaşmış insansı bireylerdir. İnsansı bireyler, mahkum oldukları ilişkiden uyanamadıkları sürece, birbirleriyle doğrudan insan ilişkileri kuramazlar, birbirlerine insan muamelesi yapamazlar. Sivil toplumun insansı bireyleri birbirlerine şey muamelesi yaparlar. Bu nedenle sivil toplum sahici insan toplumu değildir. Yurtseverlik, insana aykırı faaliyetin ücretli emek - sermaye olarak yükseldiği çağın ideolojik kavramıdır, her ideolojik kavram gibi egemen sınıfın kavramıdır. Yurtseverlik, burjuvaziyi egemen kılan yabancılaşmış insan faaliyetinin zihne akarak oluşturduğu kavramlardan biridir. kilerinden azad edilmiş olan doğrudan üreticinin, yani işçinin, emek-gücünü kapitalistlere satmaktan başka çaresi yoktur. O halde “özgür” işçi, kendi “özgür” iradesiyle, emek-gücünü gidip üretimin maddi koşullarının mülkiyetini elinde tutanlara satmak zorundadır: “Sermaye altında işçilerin birliği, doğrudan fiziksel zorla, zoraki emekle, serf, köle emeğiyle dayatılmaz. İşçilerin birliğini dayatan olgu, üretim koşullarının yabancı mülkiyette bulunması ve üretim koşullarının zaten nesnel birlik –ki üretim koşullarının birikip yoğunlaşması demektir– halinde olmasıdır.” 3 Mübadele ilişkisinin genelleştiği toplumda, insanlar meta mübadelesi aracılığıyla birbirleriyle ilişki kurarlar. Ücretli emek - sermaye toplumunda insanların birbirleriyle ilişkisi, metaların birbirleriyle toplumsal ilişkisi olarak gerçekleşir. Metalar birbirleriyle kendiliklerinden ilişki kuramayacakları için, metaların sahibi olan insanlar metaları birbirleriyle temas ettirirler. Birbirleriyle mübadele ilişkisine giren metalardır. Metaların kendi aralarındaki bu temas

sayesinde, metaların arkasına saklanmış olan insanlar birbirleriyle dolaylı toplumsal ilişki kurarlar. Metalar arasındaki mübadele ilişkisinin dayandığı temel, kendisini insanlara meta hukuku olarak kabul ettirir. Meta hukuku, insana yabancılaşmış faaliyetin insanın dışında, insana düşman bir güç haline gelerek insanları tahakküm altına alması temelinden doğar. Meta hukuku, her biri belli bir ekonomik ilişkinin özgül karakterine bürünmüş olan yalıtık bireylerin sahte dünyasını düzenler: “Açıktır ki, metalar pazara kendi başlarına gidemezler ve kendi başlarına mübadele edilemezler. Bu yüzden, aynı zamanda sahipleri olan vasilerine başvurmamız gerekir. Metalar şeydir, bundan ötürü de metaların insana karşı direnme güçleri yoktur. Metalar böyle uysal olmasalardı bile, insanoğlu zor kullanabilir, bir başka deyişle, bunlara zorla sahip olabilirdi. Bu nesnelerin birbirleriyle meta olarak ilişki içine girebilmeleri için, bu nesnelerin vasilerinin, iradeleri bu nesnelere yerleşmiş kişiler olarak, birbirleriyle karşı karşıya gelmeleri gerekir. Vasilerin, karşılıklı rızaya dayanan bir anlaşma olmaksızın, hiçbiri diğerinin metaına el koymayacak ve kendi metaından vazgeçmeyecek şekilde hareket etmeleri gerekir. Bu nedenle, bu kişilerin, birbirlerinin özel mülkiyete sahiplik haklarını karşılıklı tanımaları gerekir. Böylece bir sözleşmede ifadesini bulan bu hukuksal ilişki, bu sözleşme gelişmiş bir yasal sistemin bir parçası olsa da olmasa da, iki irade arasındaki bir ilişkidir ve bu iki kişi arasındaki gerçek ekonomik ilişkinin yansımasından başka bir şey değildir. Bu gibi her hukuksal sözleşmenin konusunu belirleyen şey, işte bu ekonomik ilişkidir. Burada kişiler birbirleri için yalnızca metaların temsilcileri ve dolayısıyla sahipleri olarak vardırlar. Araştırmamız ilerledikçe göreceğiz ki, genel olarak, ekonomi sahnesinde görünen karakterler ekonomik ilişkilerin kişileşmesinden başka bir şey değildirler. Ekonomi sahnesindeki karakterler, bu ekonomik ilişkilerin taşıyıcısı olarak birbirleriyle temas kurarlar.” 4 Birey ya da yalıtık birey mübadele ilişkisi içindeki kişidir. Birbirlerinden yalıtılmış bireylerin karşılıklı faaliyetleri sivil toplumu oluşturur. Sivil toplumun bireyleri, emek-gücü metaı sahibi olarak işçilerden, geçim ve üretim araçları metaı sahibi olarak kapitalistlerden ve bu temelden türevlenen öteki ekonomik ilişki karakterlerinden oluşur. Mübadele ilişkisi, herkesin kendi kabuğunda yalıtılmış halde varlık bulmasını öngörür. Yalıtık bireyler, sırf kendi bireysel varlıklarının çıkarıyla ilgilidirler. Kendi bireysel varlıklarının çıkarı, bireylerin mübadele sürecine girerek geçim araçlarına ulaşmalarını dikte eder. Mübadele süreci mübadele değeri ve para tarafından dolayımlanmaktadır. O halde yalıtık birey sahip olduğu ya da ürettiği metaı parayla, parayı da geçim araçlarıyla mübadele etmelidir. Yalıtık bireyin kendi emek ürünü, ancak toplumsal bir süreçten, yani mübadele

Sayı 34


SERÇEÞME sürecinden geçtikten sonra kendisi ve öteki insanlar için bir ihtiyaç giderme nesnesi haline gelir. Mübadele ilişkisinin bu işleyişi, yalıtık bireyleri kendi iradelerinin dışında birbirlerine muhtaç kılar, onları karşılıklı bağımlılık içine sokar. Ücretli emek - sermaye ilişkisi, insanları bir yandan birbirlerinden yalıtık hale getirirken, öte yandan da sivil toplum denilen toplum illüzyonu altında “birleştirir”. Sivil toplum bireylerindeki eşitlik ve özgürlük bilinci, taşıyıcısı oldukları ekonomik ilişkinin zihinlerine yansımasıdır. Eşitsizliği gizleyen eşitlik ve yabancılaşmış güçlere esareti maskeleyen özgürlük bilincinin, mübadele değerleri mübadelesinde gerçek bir temeli vardır: “Mübadele değerleri mübadelesi, tüm eşitlik ve özgürlüğü üreten gerçek temelin ta kendisidir. Saf idealar olarak eşitlik ve özgürlük, bu temelin idealize edilmiş ifadeleridir. Hukuksal, siyasal, toplumsal ilişkiler biçiminde gelişmeleri ise sadece aynı temelin daha üst düzeylere taşınmasıdır.(...) “Özgürlük ve eşitlik, antik çağda ve Orta Çağ’da henüz ortaya çıkmamış birtakım üretim ilişkilerini varsayar. Doğrudan doğruya zora dayalı emek antik dünyanın temelidir... Genel mübadele değeri üretmeye yönelik olmayan emek ise Orta Çağ’ın temelini oluşturur. Oysa modern toplumda, emek ne zora dayalıdır ne de ikinci durumda olduğu gibi yüksek ve ortak bir bütün (lonca) vesayetinde gerçekleştirilir.” 5 Sermaye toplumunda insanlar, yabancılaşmış emeğin tezahürü olan ekonomik ilişkilerin taşıyıcısı olarak birbirleriyle temas kurarlar. İnsana yabancılaşmış faaliyetin yarattığı bu ilişkiler, dönüp insanı tahakküm altına alır. Ekonomik ilişkilerin tahakkümü altında o ilişkilerin taşıyıcılığına düşen insanlar, kendilerine ve birbirlerine yabancılaşmış insansı bireylerdir. İnsansı bireyler, mahkum oldukları ilişkiden uyanamadıkları sürece, birbirleriyle doğrudan insan ilişkileri kuramazlar, birbirlerine insan muamelesi yapamazlar. Sivil toplumun insansı bireyleri birbirlerine şey muamelesi yaparlar. Bu nedenle sivil toplum sahici insan toplumu değildir: “İnsan, özel birey olarak davrandığı sivil toplumdaki yaşamında öteki insanları araç olarak görür, kendisini bir araç derekesine düşürür ve yabancı güçlerin oyuncağı olur.” 6

Özgür Birey (Toplumsal Birey) Ücretli emek - sermaye ilişkisinin egemen olmasıyla, kişisel bağımlılık ilişkilerinin yerini nesnel bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık ilişkileri alır. Nesnel bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık ilişkileri, insanın içine hapsolduğu insana aykırı ilişkilerden kurtulmasının, böylece özgür bireyselliğin yaratılmasının maddi koşullarını hazırlar: “Mübadele değerinde, kişiler arasındaki toplumsal ilişki şeyler arasındaki toplumsal ilişkiye dönüşür. Kişisel güç de kişinin sahip olduğu maddi zenginliğin gücüne dönüşür. Mübadelenin toplumsal gücü ne kadar az olursa (ki bu aşamada mübadele, emeğin doğrudan ürününün doğal niteliğine ve mübadelecilerin doğrudan ihtiyaçlarına hâlâ yakından bağlıdır) topluluğun bireyleri birbirine bağlayacak gücünün de

Ekim 2007

o kadar büyük olması gerekir: Ataerkil ilişkilerde, antik topluluklarda, feodalizmde ve lonca sisteminde böyle olmuştur. Her bireyin sahip olduğu toplumsal güç nesne kılığındadır. Eğer nesne toplumsal gücünden soyundurulursa, toplumsal güç bu sefer de kişiler üzerinde kullanılmak üzere kişilerin eline geçmek durumundadır. “Başlangıçta tamamen spontane olarak gelişen kişisel bağımlılık ilişkileri, insan üretkenliğinin çok az oranda ve belli noktalarda ancak gelişebildiği ilk toplumsal biçimlerdir. Nesnel bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık ikinci büyük biçimi oluşturur: Genel bir toplumsal alışveriş sistemi, evrensel ilişkiler, çok yönlü ihtiyaçlar ve evrensel yetenekler sistemi ilk kez bu biçim içinde ortaya çıkar. Bireylerin evrensel gelişmesine ve bireylerin kendi komünal, toplumsal üretkenliklerini kendi toplumsal zenginlikleri olarak kendilerine tabi kılmalarına dayanan özgür bireysellik ise üçüncü aşamadır. İkinci aşama üçüncü aşamanın koşullarını hazırlar. Ticaret, lüks, para, mübadele değeri geliştikçe, bir yandan ataerkil, antik ve feodal koşullar çözülür, bir yandan da modern toplum serpilip büyür.” 7 Marks’ın yukarıda, ilkel komünal topluluklardan sonraki tarihsel gelişmeyi doğrudan üreticinin, yani insanın gelişimine referansla şöyle çözümlediğini görüyoruz: 1. “Başlangıçta tamamen spontane olarak gelişen kişisel bağımlılık ilişkileri ... ilk toplumsal biçimlerdir.” Asyatik, köleci, feodal toplumlar. 2. “Nesnel bağımlılığa dayalı kişisel bağımsızlık ikinci büyük biçimi oluşturur.” Kapitalist toplum. 3. “Bireylerin evrensel gelişmesine ve bireylerin kendi komünal, toplumsal üretkenliklerini kendi toplumsal zenginlikleri olarak kendilerine tabi kılmalarına dayanan özgür bireysellik ise üçüncü aşamadır.” Komünist (sosyalist) toplum.

Bilinç Faaliyetin Zihinsel Yansımasıdır İnsan, hayvanlar âleminden kendisini ayrıştırarak zuhur ederken, uyandırılmayı bekleyen hazır bir bilince sahip değildi. Bilinç, insan faaliyeti tarihsel süreç içinde geliştikçe, faaliyetin zihinsel yansıması olarak gelişmektedir. Bilinç, doğayı, dolayısıyla insanı dönüştüregelmekte olan insan faaliyetinin ayrılmaz unsurudur. İnsanın her faaliyeti bilinç unsurunu içerir. İnsan faaliyeti, bilinci de içinde barındıran öznel bir faaliyettir. Faaliyetin zihne akıp düşünce olarak belirmesi, faaliyetin doğası gereğidir: “Fikirlerin, kavramların ve bilincin üretimi, her şeyden önce, doğrudan doğruya insanların maddi faaliyeti ve maddi ilişkileri, yani gerçek yaşamın dili ile birlikte örülüdür. İnsanların tasavvurları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri, bu aşamada insanların maddi davranışlarının doğrudan dışarı akıp kendini anlatışı olarak görünür. Siyasetin, hukukun, ahlak anlayışının, dinin, metafiziğin vb. dilinde, halkın dilinde ifadesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Kendi kavramlarını, fikirlerini vb. üreten, faaliyet içindeki gerçek insanların kendisidir. Kendi kavramlarını, fikirlerini vb. üreten insanlar, üretici güçlerin ve bunlara tekabül eden karşılıklı

Egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşünceler olmuştur. Toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda toplumun egemen entelektüel gücüdür ilişkilerin -en geniş biçimleri de dahil olmak üzere- belli gelişme düzeyinin koşullandırdığı gerçek, faal insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varoluştan başka bir şey olamaz ve insanların varoluşu onların fiili yaşam süreçleridir. Bütün ideolojilerde insanlar ve koşulları sanki camera obscura’daymış gibi başaşağı çevrilmiş bir biçimde görülüyorsa, bu olgu insanların tarihsel yaşam süreçlerinden ötürü meydana gelir. Bu olgu, aynen nesnelerin gözün retinasına, fiziksel yaşam süreçlerinden ötürü, başaşağı yansıması gibidir.”8 Bugünkü toplumsal varoluşu yaratan insana yabancılaşmış faaliyettir. İnsana yabancılaşmış faaliyet çeşitli momentlerinde katılaşmıştır. Her bir faaliyet parçası, sanki insanın dışındaymış gibi görünen, insandan bağımsız, yabancı bir güç haline gelmiştir. Yabancılaşmış faaliyet içindeki insanlar kendi toplumsal faaliyetlerini kontrol edemezler. Faaliyeti yapan insanlardır ama yapılan faaliyet adeta insanların dışındadır, insanlara ait değildir. İnsana yabancılaşmış faaliyetin yarattığı insana aykırı toplumsal ilişkiler, insan yaşamını tahakküm altına almaktadır. Nasıl ki insanın yarattığı tanrı mistik bir güç haline gelip insanın yaşamını düzenlemekteyse, aynı şekilde, insanın kendi faaliyetiyle yarattığı mistik toplumsal ilişkiler de insanın yaşamını fiilen düzenlemektedir. İnsana yabancılaşmış faaliyet, insana aykırı, tuhaf, saçma toplumsal ilişki ve yapılanmalar olarak katılaşır. Bu insana aykırı toplumsal ilişki ve yapılanmalar fikir olarak, düşünce olarak zihne akar. Mevcut ilişki ve yapılanmaların kendisi tuhaf, saçma, akıl dışı, mistik olduğu için, onların zihinsel yansımaları da tuhaftır, saçmadır, akıl dışıdır, mistiktir. Mevcut sapkın, parçalı, tahakkümlü toplumsal faaliyet zihne akınca, özel mülkiyet, meta, değer, para, piyasa, ücretli emek, sermaye, hukuk, yurt, ulus, demokrasi, siyaset, devlet gibi kavramları doğurur. Bütün bu kavramlar ve onlarla işlem yapan teoriler, fiilen yaşanmakta olan insana aykırı toplumsal ilişkilerin zihinsel yansımalarıdır. İnsana aykırı ilişkileri dile getiren düşünceler, mevcut düzeni, dolayısıyla egemen sınıfı “akli” kılan düşüncelerdir: “Egemen sınıfın düşünceleri her çağda egemen düşünceler olmuştur. Yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda toplumun egemen entelektüel gücüdür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçlarını da kontrol eder. Öylesine ki, genel olarak konuşursak, zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların düşünceleri egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir. Egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan egemen maddi ilişkilerdir. O halde egemen düşünceler, bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidir, onun egemenliğinin fikirleridir.” 9 (Devamı 14. Sayfada)

13


SERÇEÞME (Baştarafı 13. Sayfada)

İnsan Olmaya Geldik

ÖLÜMÜNÜN 22. YILINDA

Ruhi Su Anıldı 20 Eylül 1985 yılında hayata gözlerini yuman Ruhi Su anıt mezarı başında anıldı. Ruhi Su’yu unutmayan dostları 22 Eylül Cumartesi günü Zincirlikuyu mezarlığında toplandı. Anmaya sanatçının oğlu Ilgın Su, Sadık Gürbüz, Ruhi Su Dostlar Korosu, Grup Yorum, dergimiz adına Esat Korkmaz, Salih Kalyon ve sanat camiasından birçok simanın yanı sıra Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay katılandı. Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı Yönetim Kurulu üyesi Sönmez Targan katılanları saygı duruşuna çağırırken şöyle konuştu: “Büyük insan Ruhi Su’yu ölümünün 22. yılında, onun sevgili eşi ve yoldaşı, geçen yıl 18 Ekim’de kaybettiğimiz yoldaş Sıdıka ile birlikte anıyoruz. İzlencemize geçmeden önce her ikisinin manevi huzurlarında hepinizi bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum. Mücadeleleri ve taşıdıkları bayrak hiçbir kez yere düşmeyecek.” Saygı duruşundan sonra DİSK Genel Sekreteri Musa Çam konuştu: “Büyük ozan Ruhi Su ve eşi Sıdıka Su’nun aramızdan ayrılması nedeniyle mezarı başında kendilerini saygıyla anıyoruz. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra büyük acılar çektiği ve bu acılarını dindirmek için, tedavi olabilmek için yurtdışına gitmek istediğinde 12 Eylül faşist darbesini yapan generallerin yurtdışına çıkmaya izin vermediği ve çok zor günler yaşadığı dönemi bugün de anımsıyoruz. Bunları unutmadığımızı, unutturmayacağımızı ve gelecek kuşaklara Ruhi Su’nun çektiği acıları aktarmanın tarihi bir görev olduğunu hepimiz bilmeliyiz. Ama talihsiz bir dönem yaşıyoruz. Bu böyle gitmeyecek böyle gitmemesi gerekiyor. Türkiye’de sola ve sosyalizme ihtiyaç var. Ruhi Su sonuna kadar solcuydu ve sapına kadar da sosyalistti. O kimliğiyle bu güne kadar yaşadı ve o mücadele de bundan sonra devam edecek.” Yapılan konuşmalardan sonra Grup Yorum ve Ruhi Su Dostlar korosu, Ruhi Su türkülerini seslendirdiler. Ruhi Su’nun mezarından ayrılan bir grup genç yaşta yitirdiğimiz öğrencisi Sümeyra Çakır’ın mezarını da ziyaret etti ve onun seslendirdiği türküleri söyledi.

14

Faaliyetin zihinsel yanı ile faaliyetin icrası işbölümüyle birbirinden ayrılmıştır. İşbölümünün fiili emeğe mahkum ettiği yığınların kendi faaliyetleri hakkındaki düşünceleri, çoğu durumda, kendilerinin dışında üretilir. Mevcut fiili yaşam süreçlerine tevekkülle boyun eğen mülksüzlerin kendilerinin ürettiği, kendilerine ait bir bilinci yoktur. Yabancılaşmış faaliyet içinde kaybolmuş mülksüzler, mülk sahibi sınıfların ürettiği düşünceleri “takma akıl” gibi taşırlar. İdeoloji, belli bir toplumsal-sınıfsal çıkarın dünya hakkındaki görüş, inanç ve değerlerini ifade eden, belli bir iç tutarlılığı olan düşünce sistemidir. İdeoloji, bireyleri belli bir toplumsal-sınıfsal çıkar doğrultusunda davranmaya iten düşünce kalıbıdır. İdeolojilerin ortadan kalkması, farklı toplumsal-sınıfsal çıkarların doğmasına yol açan yabancılaşmış faaliyetin inkâr edilmesine bağlıdır. İnsan - doğa alışverişi, insan - insan ilişkileri yabancılaşmış emek sapkınlığından kurtarılmadıkça, böylece evrensel insanlık saydam bir bütün olarak yaratılmadıkça, toplumda parçalanmışlık, kırıkkırıklık, sömürü, baskı sürecek, dolayısıyla farklı farklı toplumsal çıkarlar ve bu çıkarların ideolojileri olacaktır. Yaşanmakta olan dünya başaşağı durduğu için, onu dile getiren ideolojiler de başaşağıdır. İdeolojik kavramlar, düşünceler, ahlak anlayışları, hukuk normları, siyasal kabuller, insana yabancılaşmış faaliyetin çeşitli gelişme momentleri fiilen ortaya çıktıktan sonra, onların zihne akışı olarak belirir. Özel mülkiyet, mübadele, meta, değer, para, ticaret, sınıf, yalıtık birey, sivil toplum, siyaset, siyasal parti, devlet, yurt, ulus vb. insana yabancılaşmış faaliyetin çeşitli gelişme momentlerinin fikri ifadeleridir. İnsana yabancılaşmış faaliyet, insanların toplumsal insan olarak kendilerini üretmelerini engellemekte, onları birbirlerinden yalıtık kılmakta, böylece onların insan doğasını iğdiş etmektedir. Yalıtık bireyler, ancak sermaye sayesinde yan yana gelebildikleri için, sermayenin hareketinde kendi iğdiş edilmiş toplumsallıklarını, yani kendi insanlıklarının karikatürünü bulurlar. Ücretli emek - sermaye ilişkisi, insanları bir yandan birbirlerinden yalıtık hale getirirken, öte yandan da sivil toplum denilen toplum illüzyonu altında “birleştirir”. Birbirleriyle ancak metalar aracılığıyla dolaylı ilişki kurabilen yalıtık bireyler, meta alışverişinin yapıldığı pazar birliğinde bir toplumsallık illüzyonu görürler. Yalıtık bireyleri birbirine bağlayan pazar ilişkisinin yarattığı toplumsallık illüzyonu, ulus, ulus-devlet, sivil toplum, yurt olarak belirir. Ulus, ulus-devlet, sivil toplum, yurt, yabancılaşmış faaliyet içinde kaybolmuş insanların ancak tersine dönmüş biçimde duyumsayabildikleri toplumsallıklarıdır. Yurt, ilk bakışta coğrafi bir gerçekliğe işaret eder gibi görünür. Ancak coğrafyalar, doğanın hazır bir verisi olarak kendiliklerinden “yurt” değildir. Bir coğrafya parçasını yurt yapan, o coğrafya üstünde yaşayan insanların birbirleriyle günlük, spontane faaliyetleridir. Ücretli emek - sermaye toplumsal faaliyeti, bu faaliyete katılan yalıtık bireyleri bir pazar faaliyeti içinde birleştirir. Yurt, aynı pazarda birleşen mübadelecilerin spontane faaliyetinden türevlenen bir faaliyet momentidir.

Bugün yeryüzünde evrensel insanlığı yaratacak olan evrensel insan faaliyeti henüz ortaya çıkmamıştır. Bu koşullarda, ulusal pazar faaliyeti içine hapsolmuş yalıtık bireyler, yurt gerçekliğinde insan toplumunun ancak karikatürünü yaşamaktadırlar. Evrensel ilişkinin henüz yaratılamadığı koşullarda, yalıtık bireylerin yurt faaliyetiyle yarattıkları ancak bir toplum illüzyonudur. Yurtseverlik kavramı bu illüzyonun teorik ifadesidir. Yurtseverlik, insana aykırı faaliyetin ücretli emek - sermaye olarak yükseldiği çağın ideolojik kavramıdır, her ideolojik kavram gibi egemen sınıfın kavramıdır. Yurtseverlik, burjuvaziyi egemen kılan yabancılaşmış insan faaliyetinin zihne akarak oluşturduğu kavramlardan biridir. Sermaye çağının yarattığı yurtseverlik kavramı, insana yabancılaşmış faaliyet içinde kaybolmuş insansı bireylerin insana aykırı “toplumsal” varoluşlarının zihinsel ifadelerinden biridir. Özel mülkiyet toplumsal ilişkisi zihne akarak mülkiyet duygusunu yaratır. Yurtseverlik kavramı, mülkiyet duygusunun muhayyilede büyütülmesiyle varılan bir soyutlamadır. Marks’ın deyişiyle, “yurtseverlik mülkiyet duygusunun ideal (düşüncede soyutlanmış - YZ) biçimidir.”10 Mülkiyet ilişkisini zorunlu kılan toplumsal koşullar uzun bir tarihsel süreç sonunda ortadan kaldırılabilecektir. O halde, mülkiyet ilişkisinden doğan mülkiyet duygusu uzun bir tarihsel dönem boyunca insan zihninden silinmeyecektir. Çeşitli renklere bürünebilen, her kılığa girebilen, “yurdumuz bütün cihandır bizim”in yanına ilişiveren yurtseverlik ideolojisi, bu nedenle, bu uzun tarihsel süreç boyunca, inatçı bir geriye çekiş ideolojisi işlevi görmeye devam edecektir. Günümüzde ücretli emek - sermaye ilişkisinin küreselleşme süreci, bütün yeryüzünü dünya pazarında birleştirme yönünde ilerlemektedir. Bu sürecin bir parçası olarak, insana yabancılaşmış faaliyetin dünya pazarı momenti ile ulusal pazar momenti birbiriyle kapışmaktadır. Bu kapışma, kendisini, liberal küreselleşmecilik, Avrupa Birliği yanlılığı, sivil toplumculuk ile ulusalcılık, milliyetçilik arasındaki kapışma olarak göstermektedir. Her iki taraf da insana yabancılaşmış faaliyeti temsil etmektedir. (Yazının sonuncu bölümünü gelecek sayımızda okuyabilirsiniz.)

NOTLAR: 1

2

3

4 5

6 7

8

9

10

K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 223. K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 84. K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 590. K. Marks, Kapital, 1867, (İng.), c. 1, s. 88–89. K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 245. K. Marks, “Yahudi Sorunu Üstüne”, 1843, MIA. K. Marks, Grundrisse, Ağustos 1857 - Mart 1858, (İng.), çev. Martin Nicolaus, Penguin Books, s. 157–158. K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, Kasım 1845 - Ağustos 1846, MESY, (İng.), c. 1, s. 24–25. K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, Kasım 1845 - Ağustos 1846, MESY, (İng.), c. 1, s. 47. K. Marks, “Lui Bonapart’ın On Sekizinci Brumiyer’i”, Aralık 1851 - Mart 1852, MESY, (İng.), c. 1, s. 483.

Sayı 34


SERÇEÞME

Var Olabilme Sinan Ulusoy “Karanlığın içinde yanan bir mum, oranın Güneşidir.”

Tahta Perde Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. “Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak” demiş. Genç, ilk gün tahta perdeye otuz yedi çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence: “Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart.”demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki tahta perde de hiç çivi kalmamış. Babası ona: “Aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak, çok delik var. Artık hiçbir şey geçmişteki gibi güzel olmayacak. Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara, bir delik aynen kalacak, kapanmayacaktır. Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur, seni dinler, sana yüreğini açar”, demiş. İnsanoğlu hayatını değerlendirdiği gün, “Ben neyim?”, sorusuyla dünyasına müdahale eder. Böylesi bir durumda kişi kendi olma yoluna girmiş, özünü dâr’a çekmeye başlamış; “insanı kâmillik” denen o yüksek mertebeye ulaşabilmenin ilk adımını atmış demektir. Biz biliyoruz ki tasavvuf düşün yapısında en yüksek mertebe “insanı kâmil” olmaktır; insanı kamil olmak, “fenafillah” deneyimini yaşamış olmakla elde edilen bir “olanak”tır. Ama buraya ulaşmak insan için, “Dört Kapıdan, Kırk Makam”dan geçmek gibi zorlu bir mücadeleyi gerektirir. Bu mücadele zor; biz bunu yapamayız gibi nedenlerle kaçmak doğru mu? Hayır. Çünkü bu bizim “kültürel doğamıza” aykırıdır. İyi ama biz ne yapıyoruz? Hep kolay olana yönelip, rahatın rahatını aramıyor muyuz? Rahat yaşamak anlamında hepimizin

arzusu bu değil mi? Elbette ama ne geçmişte ne de günümüzde bu önümüze bir hedef koymamıza (insanı kâmillik gibi) ve bu hedefe ulaşmamıza engel değildir. Pek çok kişinin bilincinde dervişlik demek; meczupluk, perişanlık, deli-divanelik demek anlamına geliyor, yani anlam “kirlenmesi” oluşmuş. Bu “kirlenmeyi” sorgulamayacak mıyız? Hayat mücadelesi içinde “kişi olmak” çok para kazanmak, çok yüksek statü kazanmak ya da günümüz tabiriyle popüler olmak da değildir. Kişi olmak “adam” (insan) olmaktır. Verilen sözü zararımıza da olsa tutabilme yürekliliğini gösterebilmektir. Yapılan iyilikten karşılık beklememektir. İlim, ilim bilmektir İlim kendin bilmektir, Sen kendin bilmezsen; Bu nice okumaktır. Yunus Emre Bedenin büyümesi ve gelişmesi için beslenmesi gerekir. Eskiden günübirlik, sadece yaşamak için besleniliyordu. Bugün ise sağlıklı olabilmek; hastalanmadan, yıpranmadan daha uzun yaşayabilmek için besleniliyor. Eksik ve yanlış besinler alıp bedeni yıpratmak, ömrü kısaltır. Tıpkı bunun gibi ruh ve akıl da “acıkır”; eğer onları doğru beslemezsek “akıl ve ruh sağlığımız” bozulur.

Ruh Nasıl Beslenir? “Müzik ruhun gıdasıdır.” Aklımıza öncelikle bu atasözü gelir. Evet, müzik ruhun “gıdası”dır. Onunla besleriz ruhumuzu; hüzünlendiğimiz zaman ağıtlar dinleriz, neşelendiğimiz zaman oyun havaları. Her duygumuz için müzik yapmışızdır. Öyleyse ruhumuz için “doğru besini” seçmeliyiz. Bu doğru yerde, doğru zamanda, doğru söylemek gibidir. “Cenazeye giden ağlar, düğüne giden oynar.” İşte size püf noktası; doğru müziği doğru yerde ve doğru zamanda dinlemeliyiz. Müzik diye her tıngırtıyı dinlemek ruhumuzu “boş gıdalar”la beslemektir. Ruhumuzun açlığını sadece onu doyurmak babında yapmak, onun ömrünü kısaltmaktır. Ömrünü uzatmak için doğru beslemeliyiz. Unutmayalım ki müziğin sözlü olanı da var, sözsüz olanı da; bunu da doğru yer ve zamanda almalıyız

içimize. Ve sözlü müziği, sırf müziği güzel diye de dinlememeliyiz. “Nice insanlar gördüm üzerinde ceket yok, nice ceketler gördüm içinde insan yok”, özdeyişinde belirtildiği gibi içi boş sözlerle yapılan müzik “insansız ceket” gibidir. Nice müzikler vardır; söze gerek kalmadan anlatır anlatacağını.

Ya Akıl! O neyle beslenir? Tahmin edeceğiniz gibi o “bilgi” ile beslenir. Bilim adamlarının araştırmasına göre, insan beyni biyolojik gelişimini “iki yıl” gibi bir zamanda tamamlıyormuş. Ama akıl gelişimi ise “ömür boyu” sürdürüyormuş. İki yılda “kabımızı” yapıyoruz; yaşamımız boyunca da içini dolduruyoruz. Ama ne ile? “Bilgi” ile dedik; doğrusu, “doğru bilgi” ile demek gerekir. Büyük düşünür, Hünkâr Hacı Bektaş Veli bunu için mürşit olup yol göstermiş; “Ara bul.”, demiş. Ve peşinden eklemiş “Araştırma en büyük sınavdır.” Biz de doğru bilgiyi arayacağız, mücadelemizi sürdüreceğiz. Ama her sınava girenin yaptığı gibi bizim de hatalarımız olacak. Ama öyküdeki genç gibi hatalarımızı anlayıp, ders çıkarıp, temizleyeceğiz onları ve gelecekte daha az hata için önlem alacağız. Kabımızı mümkün olduğunca “doğru bilgi” ile dolduracağız ki aklımızın ömrü uzun ve sağlıklı olsun. Boş bilgi, yanlış bilgi akıllara zarar, Bu tür insanlar bilinçsizce yaşayanlardır. Yani bilmeden zarar edenlerdir. Kabımızı “yanlış bilgi” ile doldurursak akıl sağlığımız bozulur; bozuk akıl sağlığı kabımızı deler-çürütür. İşte bu tür kişiler değil midir, kötü adam dediğimiz, münafık dediğimiz insanlar. Matematikte olan eksi sonsuzluk ve artı sonsuzluk aslında her yerde vardır. Zıtlıklar dünyasının temelidir bence doğru ile yanlış, büyük ile küçük, iyi ile kötü. Tıp bunun gibi insanoğlu da şerlik (Muaviyelik) ile “insanı kâmillik” (Alilik) ya da zalimlik (Yezitlik) ile Hüseyinlik (mazlumluk) arasında bir yerdedir. Önemli olan nerede olduğumuz değil hedef olarak nereye yöneldiğimizdir. Var olabilmek, bu yolla Hakk’a ermek için öyküdeki genç gibi gerçeği görebilme yeteneği kazanmaktır. Bunun için “hayat tahtamıza” çakılan çivileri çıkarmak ve bilince erdiğimizde de çivi çakmamaktır. Yanlışı yapıp özür dilemek ile yanlışı yapmadan önlemek neyi anlatıyorsa; Allah’a tövbe etmek ile Allah’ı üzmemek için (sevdiğimizi üzmemek) günah (yanlış) yapmamak aynı şeyi anlatır. İşte Allah korkusu budur.

ANTALYA - HASANAĞA RESTAURANT SANAT GÜNLERİ

Sunum ve Dinleti 4 Ekim Perşembe akşamı Antalya, Kaleiçi’nde bulunan Hasanağa Restaurant’ın Sanat Günleri’nin bir parçası olarak Serçeşme Dergisi ile dayanışma etkinliği yapıldı. Hasanağa’nın işletmecisi İlyas Şimşek’in düzenlediği etkinliğin tüm geliri dergimize bırakıldı. Etkinliğe Fikret Otyam ile eşi fotoğraf sanatçısı Filiz Otyam, Antalya Temsilcimiz Eczacı Gülçin Akça, Abdal Musa Derneği’nin yöneticileri Almanya’dan ve Antalya’dan çok konuk canlar katıldı. Esat Korkmaz’ın yaptığı kısa bir konuşmadan sonra Mazlum Çimen bir dinleti sundu. Mazlum Çimen’e gitarıyla İbrahim Kasımoğulları eşlik etti. Ardından İlke Türkdoğan’da bir kaç parça sundu. Gecede anlamlı bir de törene şahit olduk. Fikret Otyam kırk yıl önce evinde yaptığı Nesimi Çimen’in ses kayıtlarının bir kopyasını Mazlum Çimen’e verdi.

Ekim 2007

15


SERÇEÞME

“HAMDULLAH ÇELEBİ’NIN SAVUNMASI” KİTABINDAN BİR BÖLÜM: 1826 YILINDA KIRŞEHİR ŞERİAT MAHKEMESİNDE YARGILANAN

Hamdullah Çelebi’nin Savunması - Bölüm II Yayına Hazırlayanlar: İsmail Özmen - Yunus Koçak Eski bir el yazmasından İsmail Özmen ve Yunus Koçak’ın günümüz diline çevirdiği Hamdullah Çelebi’nin Savunması (Bir İnanç Abidesinin Çileli Yaşamı) adlı kitaptan aktardığımız Hicri 1243 yılında Kırşehir Kadılığında görülen davada Hamdullah Çelebi’nin yaptığı savunmanın birinci bölümünü dergimizin bir önceki sayısında bulabilirsiniz.

Ertesi günü Kadı: Şeyh Efendi, sen ve mensuplarınız, Ebubekir’in Ömer’in Osman’ın sırası ile sevilmesi gerekirken ilk üç Halifeleri sevmeyip atlayarak Hz. Ali’yi sevmenin günah olduğunu bilmiyor musunuz? Ehli Sünnet vel Cemaatin kabul ettiği ayetle, hadisle beyan edilen yoldan niçün sapmaktasınız? Dinimize göre Ebu Bekir’i Ömeri’i Osman’ı sevmemek küfür ve kâfirliktir. Kâfirin katlı vaciptir. Eey? Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, Hz. Peygamberimiz buyuruyorlar ki benim ashabım gökteki yıldızlara benzerler. Hangisine uyarsanız yönünüze ve yolunuza rehberlik yaparlar. “Geceleri çölde kalan kişiye yıldızlar yönüne gideceği yoluna rehberlik ederler.” Hadisi gereğince fakir ve mensuplarımız olan Oğuzlarımız Hz. Ali’ye öncelikle uyuyoruz, seviyoruz. Biz Müslümanların Hz. Ali’yi bütün ashabın üstünde sevmemiz Allah’ın emriyledir. Hz. Muhammed’in gerçek hadislerine dayanmaktadır. Ashab olsun, ümmetten olsun, kan döken katilleri biz Müslümanlar sevmeyiz, çünki Allah Kuran-ı Kerim’inde “Lanetullahı alel kavmin kâfirin” buyuruyor. “Lanetullahı alel kavmin zalimin” buyuruyor. Hz Ali’nin ve Ehl-i Beytinin masumluğuna inanıyoruz. Hz. Peygamberden sonra en çok sevdiğimiz kişiler olmaktadırlar. Müftü: Şeyh Efendi, Şeyh Efendi, iyi anla! Ashabı bölüp bir kısmını, Ebu Bekir’i, Ömer’i, Osman’ı sevmeyişinden senin katlin vaciptir. Bunu bilesin ya Şeyh Efendi! Kadı: Şeyh, sen beldeyi fesada verdiğin zaman Sekban-ı Cedid’e selb-i lisanda bulunmuşsun. Bu hususta aleyhinde şahitlerini dinlemişiz. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, Sekbanı Cedid1 adını duyduğum gün idi. “Sekbanı Cedid’in yeni av köpeği bakıcısı kimseye söylendiğini duymuştum” dediğim doğrudur. Farsçada sekban-ı cedid, av köpeği bakıcısı demektir. Lügate bakabilirsiniz. Müftü: Senin tasvip ettiğin katledilen dinsiz Yeniçerilerin içinde yer alan Sekbancıbaşıyla karıştırmışsın Şeyh Efendi. O yakıştırma seninkilerin adıdır... O da biline.

16

Kadı: Şeyh Efendi doğru söyle, vakfınızın bulunduğu dergâhta mensuplarınızın toplantılarında kimlere lanet edersiniz? Muaviye ve Yezit’e lanet eder misiniz? Cevap: Kadı Efendim Hazretleri, suçsuz yere topluca ahalinin kanını dökenlere lanet ediyoruz. Hz. Peygamberimizin Ali’nin evladının Ehl-i Beytinin kanını döken Muaviye’ye, Yezit’e lanet ediyoruz. Yezit’in yaptığı o şenaati tensip eden, hafife alan, beğenenlere de lanet ediyoruz. Kadı: Şeyh Efendi, Allah tövbe edenin günahını af eder. Siz küfrü kebir günahı kebir üzeresiniz. Yezit ve Muaviye ölmeden tevbe etmiştir. Allah onları af etmiştir. Böyle bilesin, var mı diyeceğin? Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, Allah, Hz. Hüseyin katlinden Yezid’i, Muavye’yi af ederse onlara lanet ettiğimizden dolayı bizleri de kolayca af eder. Sen bizleri boşa küfür ve günahkârlıkla suçluyorsun. Bu da biline.

Ertesi Gün Kadı, solunda oturan çok haşmetli Müftü Efendiye de soru sorma hakkı verdi. Müftü: Şeyh Efendi, Müslüman’ım dersiniz. Ehli Sünnet takvası üzere tevbe estağfurullaha devam edenin günahlarının af olacağına inanmıyor musun? Cevap: Müftü Efendi, kişi işlediği günahı tevbe ile af ettiremez. İhlal edilen şeyi yerine getirmedikçe, döktüğünü doldurmadıkça, ağlattığını güldürmedikçe, yıktığını yapmadıkça, zararı ziyanı tazmin etmedikçe tövbeye devam etmekle, işlenmiş günah af olacağına biz Müslümanlar inanmayız. Allah af edecekse eder, O’na da mani olunmayacağına inanırız. Müftü: Şeyh Efendi, Ürgüp Ihlara tarafından gayrimüslim mücriminin keferelerin dergâhınıza gelip ayinlerinize bile katıldığı, onlarla hoş sohbet ettiğiniz duyulmuştur. Ayetlerle hadislerle muteberdir, keferelerle dost olmanın günah olduğu bilinir. Ayrıca Müslüman olmayanın Cennet’e gitmeyeceği bilinir. Bu kişilerle nasılda dostluk kurarsın? Bu işlediğin cürüm katlini gerektirir. Günahtır. Bu olaylara itirazın var mıdır? Cevap: Müftü Efendi Hazretleri, Kadı Efendi Hazretleri. Biz Müslümanlar siz Ehl-i Sünnetler gibi düşünmüyoruz. Bir defa: Gayr-ı müslümler Ürgüp’den değil, Kudüs tarafından, Kudüs Muhafaza Paşası Ahmet Paşa ile beraber Hünkâr Hacı Bektaş Veli Mukaddes Hazretlerinin türbesini ziyarete gelmiş ümeralardır. Sıfatı mukaddes Ahmet Paşa ile çokluk kurup gayr-ı müslüm başlarında Ahmet Paşa Hazretleri ile geldiler Üç gün misafirimiz oldukları doğrudur. Siz Ehli Sünnet cemaati de bilirsiniz ki biz Müslümanlar misafire çok değer veren Oğuz Türkmenleriyizdir. Misafirperverliğimizi siz Ehl-i Sünnet cemaati kişiler de tarihlerce takdir etmişsinizdir. İkincisi, biz Müslümanlar dergâhımızda din ve mezhep ayrımı yapmayız. Kişiye memleketine bakılmadan hürmet edilir. Üçüncüsü, bizim dergâhımız mensuplarımızın görüşü kişilerin din ve mezhebine bakıl-

madan her iyi insan, her iyi güzel ahlaklı insan Cennet’e girecektir diye inanıyoruz

Ertesi Gün Kadı: Neden kadınların dergâhın ayinlerinde toplu olarak bulunmasına mani olmuyorsunuz? Ehl-i Sünnet din âlimleri zikir halkalarında asla kadın bulundurmaz. Dinimiz iki kadını bir erkeğe denk şahit kabul eder. Mirasta erkeğin yarısı kadar pay alır. Siz nasıl olurda onları meclisinize alırda aynı mekân içinde oturabilirsiniz? Her hareketiniz katlinizi gerektirir. Küfrü kebir yapmaktasınız. Bunlar da malumumuzdur. Ne dersiniz? Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, sünnet ehli cemaatinin bilginlerinin uyguladıklarını duymuş, düşünmüşüzdür. Bizim dergâhlarımızda, Kuran’da sık sık geçen “ya eyyühelleziyne amenu” ayeti, Allah’ın kadın-erkek ayırt etmeden eşitliğe hitabı olarak bilinir. Ayrıca tarihten gelen eşitliği kabul ederek Hacı Bektaş Veli’nin “Erkek aslan, aslan da dişi aslan, aslan değil midir? Kadınlar da sizin bir parçanızdır. Onları cemaatinizde ayırt etmeden şereflice, hürmetlice değer verin” dediği sözüne inanarak kadın erkek eşitliğine alışılmıştır. O tarihten beri biz Müslümanlar kadın boşayan erkeği düşkün yaparız. Kadı: Şeyh Efendi utanmıyor musunuz? Böyle bir küfre delalete düşerek Sünneti çiğniyorsunuz, inkâr ediyorsunuz. Şunu bilin ve inanın ki, kadını almak farzdır, boşamak sünnettir. Erkeğe bu boşama salahiyetini Ehli Sünnet dini vermiştir. Dinimizin verdiği sünneti ihlal etmekte kâfirliktir, bunu da bilesin. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, biz Müslümanlar karı koca aile ocağında kadını daha önde muteber görmüşüz. Kadın boşamayı günah saymışız. Dergâhlarda kadın boşamak suçundan erkekler düşkün olmaktadır. Ben de böyle inanıyorum. Müftü: Şeyh Efendi, duymuşuz şu sapıklığınız devam etmektedir:. “Dinimiz akıl dini” dermişsiniz. Dinimiz akıl dini olsaydı inanmayı imanın şartı kabul etmezdik. Siz hiç düşünüp akıl etmez misiniz de dinimize iftira edersiniz? İkincisi, Ehlisünnet âlimleri, evliyaları kabul etmiştir ki dinde akıl İslam’a uyacaktır. Akıl dinidir diye kabul edemeyiz. Dinde değişikliği kabul edemeyiz. Duymuşuz siz bazı dini umdeleri değiştirerek, akla uydurmaya çalışarak küfürde kararlı olurmuşsunuz. Dinimiz akıl dini olaydı iman öne alınmazdı, çünkü o şeye öyle inanacaksın iman dinidir. Aklan bir şeyi düşünemezsiniz. Neyin dine uyduğuna bakar öyle kabul edersiniz. Dini o şeye uyduramazsınız. Ya inanırsın ya küfürde kalırsın. Küfrü kâfirin katli vaciptir. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, sizin Ehli Sünnet yolunuz kıyas-ı fıkha dayanır. Biz Müslümanlar İslam dinini akıl yoluyla evvelden beri uygulamaktayızdır. Buna böyle inanıyorum. İnanmasam da önüne geçmem mümkün değildir. Allah kitabında, “aklınızı kullanın” buyurur Akıl sahiplerine hitap eden Kuran’da akıl edenlere çok pay vardır. Emr-i hitap vardır.

Sayı 34


SERÇEÞME

Resim: Remzi Taşkıran

Dinde aklı kullanmak, dinde akılla fetva vermek, biz Müslümanlarda evvelden beri gelmektedir. Ehli Sünnet bilginleri ise kıyas-ı fıkh ile dini fetva-i şerifler vermişler. Kıyas-ı fıkhı dine uygulamak bu zamanımız da meydana çıkmamıştır. 1250 seneden beri devam etmiş gelmiştir. Sünnet vel cemaat ehli kıyasla fetva verirler. Bizim Müslümanlar akılla fetva verirler. Bu vebalı şahsıma yüklemeniz Allah’tan reva değildir.

Ertesi Gün Kadı: Şeyh Efendi, sorularıma doğru düzgün cevap ver. Dini sapık bir inanışın mensubu olarak yaşıyorsunuz. Küffar olarak öleceksiniz. Ehl-i Sünnet dininden ayrılmışsınız. Şu son günlerinde tevbe etmeniz gerekir. Ehli Sünnilik dininden çıktığınız kâfirliktir. Kâfirin katli vaciptir. Yaşamaktansa ölmeniz, öldürülmeniz daha hayırlıdır. İtirazın var mı? Anlat bakıyım. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, Ehl-i Sünnet dini diye bir din yoktur. Ulu Allah böyle bir din kurulması için vahy edipte bir peygamber göndermemiştir. Efendim Kadı Hazretleri, ben mahkeme erkânınıza kıyamla söylüyorum. İslamiyet kurulmadan evvel Mekke şehrinde iki aile arasında idareyi siz değil biz yürüteceğiz, öbür aile ise illa da biz yürüdeceğiz diye tartışmalar sürtüşmeler devam etmekte idi. Kadı: Eee Şeyh Efendi, anlat; anlat neler anlatacaksan, korkmadan anlat! Cevap: Efendim, bu iki aileden biri Haşimi ailesi, öbürü de Emevi ailesidir. Birbirlerine üst olmak için sürtüşmek devam ederken İslamiyetin kurucusu Haşimi ailesinden büyük ecdadım peygamber Hz. Muhammed, Allah’ın vahyi ile İslamiyeti kurmuştur. Hz. Peygamber ölene kadar Emevi ailesi Haşimilerin üstünlüğünü kabul etmişlerdir. Sonra Emeviler, Haşimi ailesinden olan peygamberin soyunu sopunu kılıçtan geçirmişlerdir. Bir tek İmam Zeynel Abidin kalmıştır. Emevi ailesi 83 sene tam manası ile hükümetin idaresini ellerinde tutmuşlardır. Türkler ve İranlılar ayaklanmış, Ebamüslüm adlı bir Emir’in riyasetinde. Emevi ailesini hükümet idaresinden uzaklaştırmış. Emevilerin Haşimilere yaptığı gibi Emevilerin hepsini kılıçtan geçirmişler. Peygamberin sülbünden, Hz. Fatma’nın rahminden gelen nesil olan İmam Cafer Sadık hükümet idaresini kabul etmeyince, Haşimi ailesinden Peygamberin amcası Abasın soyundan gelenlere hükümet idaresini Türklerin ve İranlıların Emiri Ebamüslüm teslim etmiştir. İslam âleminde tek siyasi aile kalmıştır. O da Haşimilerdendir, Abbasoğulları Halifeliği

Ekim 2007

ve dini Peygamberin soyu, sülbü olan İmam Cafer Sadık’tan ve Ehl-i Beyt ailesinden kıskanmıştır. Onların Halifeliği ellerinden alacakları kuşkusuna kapılarak onları devlet idaresinden ve din adamlığından uzaklaştırmıştır. Saltanatlarının rakibi olacağı korkusundan kurtulmak için düşündüler, düşündüler, mahkemeleri ve idare fıkhını değiştirmek yolunu buldular. Para zoruyla “İmam Azam” denen Numan Hoca’yı, Malik Hoca’yı, Hanbeliyi, Şafi İdris Hoca’ları mahkemelerin başına getirdiler. Adını da Sünnilik koydular. Sünnilik asla ve asla din ve mezheb değildir. Halife’nin sarayında hükümet etme siyasi grubudur. Haşimilerden olan Ehl-i Beyt ailesini siyasi idareden, mahkeme kararlarından, onların fikri fıkhını uzaklaştırmak için kurulmuştur. İşte, Sünnilik bundan başka bir şey değilken, sonradan dini mezheb oluverdi. Daha sonra bu mezheb din yerine geçti. Din yerine geçen bu Sünnilik mezhebini kuvvetlendirmek için devlet parası ile tarikatlar kurdurmuş, bu mezhebi desteklettirmişlerdir. Vebalı boynuma bidattır. İslam Âleminin Kuran’ında ve Peygamberinin kuralında böyle bir Sünni Mezhebin yeri yoktur. Ama hükümeti idare etmek için kurulan siyasi gruptur. Nasıl Emevi ailesi hükümet idaresini eline alınca Haşimilerin ailesini katletmişse, Abbası Halifeliği de hükümet idaresini eline alınca uyduruk olarak kurduğu Sünnilik ile Ehli Beyti katletmiştir. Kadı: Şeyh Efendi, Şeyh Efendi, sözü uzatmakla ömrünü biraz uzatmak istiyorsun, ama kendini haklı çıkarmak için söylediğin sözler idamını gerçekleştirdi de geçti bile. Miri Alay Kaiım Makamı (Müdahale ederek): Kadı Efendi Hazretleri, Şeyhin konuyu tamamlamasını ben de istiyorum. Tensip buyurun devam etsin. Kadı: Şeyh Efendi, kaldığın yerden devam et bakalım. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri ve Mahkeme-i Şeria’nın faziletli erkânı, hükümet idaresi Selçuklu ailesinin eline geçtiği zaman ise Türkmen düşmanlığı, Oğuzların katledilmeleri aynı hızıyla devam etmiştir. Selçuklu devleti [H.] 600 yıllarında Türkmen katliamına başladığı sıralarda, Oğuzlarımızın başında bulunan, Babalar, Dedeler tahammül edememişler, istemeyerek devletin idaresine karşı çıkmışlardır. Selçuklu devleti bu karşı durmayı kanlı şekilde [H.] 638 tarihinde bastırmıştır. Türkmenleri tam manasıyla kılıçtan geçirmişlerdir. Katliamdan arta kalan Babalılardan Barak Baba ve arkadaşları Mavara-ün Nehir de İlhanlı Devleti merkezine kadar gitmişler, Babalıların kanının alınmasını iste-

mişlerdir. Moğol hükümdarı Babalılarla dini inanış, fikir birliği oluşturmuşlardır. İntikam almak için ordularıyla Anadolu’ya girmişler. [H. 641] Kösedağı savaşında Selçuklular yenilmişlerdir. Karşılarında güçlü Selçuklu devleti yerine küçük küçük beylikler görmek istemişler. Her beyliğin başında bulunan beye müşavir olması için bir Baba atamışlardır. Beyliklerde Babalar müşavir, vezir, elçi olmuşlardır. Moğollar da bir siyasi idari hükümet yürütme grubudur. Babalılar inanışında olan Oğuzların, Türkmenlerin hakkını hukukunu korumuşlardır. Babalılar ve Hacı Bektaş Veli grubu olan Türkmenler katledilmemişlerdir. Selçuklu grubu olanlar katledilmişlerdir. Bu gruplar Hükümet idaresinin balını, kaymağını siz yemeyin biz yiyelim diye merkezi hükümetin etrafında grup olma topluluğudur. Din değildir, mezhep değildir. Cahiller onları din ve mezheb saymaktadırlar. Tarihte birisi gelmiş, öbürüsünü katletmiştir. Hükümetten uzaklaştırmıştır. Tarihte zaman gelmiş hasımlar dinsiz sayarak hükümet merkezinden katlederek uzaklaştırmıştır. Mahkeme-i Şeria’nın mühim erkânı olan sizlere kıyamımla sözlerime devam ediyorum. Osmanoğlu Beyliğinde de Babalılardan hatırlı müşavirler bulunmaktadır. Ecdadım Hacı Bektaş Veli Türkmenlerin dilinin, örfünün, adetlerinin, geleneklerinin korunmasını Osmanlı beyliğinden rica ederek istemiş. Beylik de himmet eyleyip, imparatorluk olursak, ordularımızla, beylerimizle, valilerimizle, sarayımızda hükümdarlarımızla hükmettiğimiz yerlerde Türkmenleri konar göçer olsun yerleştiği yerlerde olsun geleneğine, göreneğine, diline, örfüne, adetine engel olmak dursun, yardımcı olacağımıza kasem olsun demişlerdir. Osmanoğlu beyliği, imparatorluk olduktan sonra bu yeminlerine sadık kalmışlardır. Ama [H.] 930 senesinden sonra tarihte hiç misli bedeli görülmemiş Alevi katliamı yapmışlardır. Yazıklar olsun, lanetler olsun kanlı katil olan devlete de, kişilerine de. Hükmettiği hükümetinin idaresini tesirli etmek için dini bahane ederek, muhalif tarafı dinsiz gösterip, katletmektedirler. Devlet idaresini beğenmeyen olabilir. Her hükümette olmuştur. “Bizim gibi düşünmeyen kâfirdir” diye katledenler kendileri kâfirdir de, kâfirliklerinden haberleri olmayan gafillerdir. Sünnilik Mezheb değil, hükümet idaresinin çarkını yürütmek için kurulmuş gruptur. Sonraki tarihlerde dinin mezhebi olmuştur; daha sonraki tarihlerde de din olmuştur. Muhalif grupları da böylece din adına katletmeye devam etmektedirler. Allah tarih boyunca, suçsuz yere akıtılan kanların hesabını sormuştur. Anadolu’muzda binlerce devleti haksız akıtılan kan yıkmış. Yıkılmış yerleri yurtları kaybolmuş. Ahrette de dökülen kanın cezası ayrıca sorulacaktır. Kadı: Vay Şeyh Efendi, vay! Mahkemeyi bir celse uzatmakla ne kâfirlikten kurtulursun, ne de küfr-ü sapıklığından dolayı idamdan kurtulursun. (Bunu söyledikten sonra topuzunu tunç zile vurdu, günlük celseyi kapattı.) (Devam edecek) NOT: 1

Eskiden av köpeklerine bakan, bunları idare eden, yetiştirenlere Sekban denirdi. Bkz.: Hayat Büyük Türk Sözlüğü, sayfa 1048. Hayat Yayınları, İstanbul.

17


SERÇEÞME

Öfke ile Kalkanın Sonu Hüsrandır

K

ENDİNİ başından itibaren Türk ve Müslüman olarak yapılandıran devletin, soya-boya dönük tarihini ortaya çıkartmak üzere oluşturduğu, milliyetçi militan Türk Tarih Kurumu’nun bu günkü başı, Prf. Yusuf Halaçoğlu, “Kürt Alevisi diye bir şey yoktur, kendilerini Kürt Alevisi olarak adlandıranlar aslında, Ermeni dönmesi olanlardır” dediği için, kendisini bu açıklamaya muhatap gören her kesimden tepkiler almağa başladı. Burjuva basının Alevi uzmanları, bu vesileyle, aynı kapsamdaki “bilirkişilik”leriyle arzı endam ettiler. 1984’te Gölbaşı’nda yapılan gizli toplantı ile kalemlerini devlet hizmetine sunan bu “kirli kalemler”, aynı zeminde konuyu kaşımaya devam ediyorlar. (Örnek olsun, Bkz. 26 Ağustos tarihli Akşam Gazetesi. Rıza Zelyut imzalı, “Kürt Alevi Yoktur” başlıklı haber yazı). Halaçoğlu’nun durduğu yerde durarak, bir yandan Halaçoğlu’nu arkalamaya, diğer yandan da, muhatap olanları kışkırtmağa çalışıyorlar... Modern Alevi Hareketinin örgütlü yapıları ise, bu tür kaşımalardan, her zaman olduğu gibi en fazla etkilenenler. Yayın organlarında, çok çeşitli yönlerden tepkiler verdikleri yetmiyor, sokağa döküldüler, TTK’nu ve Başkanı Halaçoğlu’nu protesto edip istifaya çığırıyorlar. Bağımsız milletvekilleri soru önergeleri veriyor. vs.. Eğer saygısızlık kabul edilmeyecekse, açıkça belirtmek istiyorum. Konu ile ilgili olarak, başından itibaren, tek satır yazmak gelmedi içimden. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal/yapısal oluşum formatına karşı çıkılıp, doğru bir hat, doğru bir anlayış geliştirilmediği sürece, hangi ucunda yer alınırsa alınsın, bir başka söyleyişle, aynı zeminin ister demokratik diye adlandırılan, isterse “ırkçı–faşist diye adlandırılsın ve demokratik kabul edilen ucunda durarak öbür uca tepki gösterilsin, ne bu tepkiden, ne de ortaya konulan istem ve taleplerden doğru tarzda bir sonuç elde edilemez. Edilemiyor da. Hal böyle olunca, Türk ve Müslüman olarak tanımlanan bu yapının, soy-boy kimliği, bütün haşmetiyle ve doğurduğu sonuçlarıyla ortada durduğu sürece, bu kaşımaların, kaşımalara muhatap olanların, öfkeyle kalkıp zararla oturmalarından başka bir sonuç elde ettikleri görülmemiştir, gösterilemez de. Bunu hep yaşadım, gördüm, yazdım, karşı çıktım... Çünkü öyle bir yapılanma modeli ki, “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” olan bir modeldir ve bu modelin kendisi, doğası gereği her bakımdan tekçidir ve de kullanmayı hiç sevemediğim bir sözcükle tetikçidir. Tekçilik, şiddetle örülü bir mekanizma ile örülmüştür ve altında sadece acı vardır, kan vardır, zulüm vardır. Tetikçi özelliğini de bu özelliklerinden alır. Bu yapısal özellik, her nerede olursa olsun, dünyanın gündemine girdiğinden bu yana da, insanlık, sadece böylesi bedeller ödemek durumunda olmuştur, hâlâ da ödemektedir. Ve nihayet bu yapısal özellik her zaman ve her dakika hem “yok” saydıkları açısından, hem de “var” dedikleri açısından manipülasyona açıktır. Ufacık bir çingi bile ortalığı yangın yerine çevirmeye yeterli olmaktadır. Şimdiki gidişin de, özellikle Aleviler açısından, böyle bir sona doğru olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. İşte bu noktayı algıla-

18

Haşim Kutlu

Öteden beri, genel ve yaygın olarak sadece küfür anlamında söylenen “Ermeni ya da Ermeni dölü” Alevilerde de içselleşmiş durumda. maya başlamam yüzünden, duyumsadığım acı, yazmayı hiç istemediğim halde yazmaya zorladı beni. Her zaman olduğu gibi sağırların oynanacağını bile bile yazdım!... *** Yazdım. Çünkü ilgili herkese bir şeyler söylemek istiyorum. Tabi ki, Halaçoğlu’nun çıkışına muhatap olan herkese de bir şeyler söylemek istiyorum ama bu adamın çıkışından doğrudan etkilenen Alevi hareketine ve onun örgütlerinin yönetimlerine daha çok şey söylemek istiyorum. Birincisi; yukarıdan beri söylemeğe çalıştığım çerçeve bağlamında, tepkilenme anlık bir tepkilenme olarak ortaya çıkmıştır. Her zaman olduğu gibi manipüle edildiklerinin farkında bile değildirler. Birçok örnekle yaşandığı üzere, bu manipülasyonun arkasından olası karşılaşılacak sonuçlar, hiç hesaba katılmamaktadır. Anımsatalım; Sivas katliamı, böylesi manipülasyonlarla örülmüştür. İstanbul vaizlerinden Buldanlı’nın “Alevilik ne dindir ne de mezhep. Alevilik sapık bir inançtır” sözüyle manipülasyon başlamış, Aziz Nesin’in “Şeytan Ayetleri”ni yayımlaması bahanesiyle, durumdan vazife çıkartanlarca katliam, âdeta günler öncesinden planlanmıştır. Gazi Katliamı öngününde, yine benzer bir manipülasyon yaşanmış, tesadüfen, cıvık bir televizyon programında, “Kızılbaş gibi mi” tarzında, ağzından bir söz kaçıran sunucuya, bu aklın üreticisi olan devlet yapılanması atlanılarak gösterilen etki ve tepki, yine durumdan vazife çıkartmayı âdet haline getirmişlere istenilen vasatı sunmuştur. Bir şey daha var ki, üzerinden hiçbir şekilde atlanmaması gerekmemektedir. Ne tepkilenenler ne de etkilenenler, bu olay ve olgulardan doğru sonuçlar çıkartmamışlardır. Ne, kendilerini tanımak açısından bir kazanım sağlamıştır, ne de siyasi demokrasi programını oluşturmak bağlamında, bir zihinsel atağa yol açmıştır bu tepkilenmeler. Bu gerçeği o zamanlarda da dillendirdim şimdi de belirtiyorum. Midesine yumruk yiyen, karşı tarafa fırlamaz, yumruğu yediği tarafa düşer. Alevi hareketi de öyle olmuştur. İster kaba/kalın biçimlerle olsun isterse bunun incelmiş biçimleriyle olsun, o günden bu yana daha çok ulusçu/milliyetçi –isterseniz siz ona Sünnilik deyin– daha çok müslüman olarak çıkmıştır bu zeminden. Halaçoğlu’nun “Ermeni Dönmesi” diye gösterdiği Kürt kökenli Alevilerin bir çoğu bu gün, “öztürkük, Horasandan geldik” diyebiliyorlarsa, en önemli nedenlerden birisi, o günlerin sıcaklığında mideye yenilmiş olan yumruk değildir de nedir? Diğer bir kısmı da zaten kendini Türk gördüğü için Aleviliğe müktesep hak gibi bakmış gerisinin peşine bile düşmemiştir. Bu inkâr ve zulüm düzeninde kendini saklamak, gizlemek,

olduğundan farklı göstermekten doğal ne olabilir!?... İnsanları bu durumlara mecbur eden sistemi atla, onu görme, ona tutum alma ama kapı kullarına yüklen!.. Sözkonusu örneklere ilişkin mutlaka hatırlanması gereken daha başka yanlar da vardı. Bu tür tepkilenmenin bir sonucu, her iki ayrı tepkilenmede ayrı olarak, İstanbul vaizlerinden Buldanlı ve Star TV sunucusu Güner Umut, “Günah Tekesi” seçilmiş ve uçuruma bırakılmıştı - Güner Umut, devlet aklı olarak içselleşmiş ve dışavurulmuş zevzekliğinin bedelini hâlâ ödemektedir – görülen o ki Halaçoğlu da “Günah Tekesi” olarak uçurumdaki yerini alacaktır!.. Sonra… Sonrası yok, bu gidişle eski tas eski hamam!.. Ne yazık ki, Alevi hareketi ve onun düşün önderleri, belirtildiği gibi, o zaman doğru sonuçlar çıkartıp kendisini doğru tarzda hazırlamadığı için, bu gün de aynı zemindedir. Aynı şekilde, hesapsız-kitapsız tepkilenmekte, dahası, yine aynı şekilde “milli hassasiyetler” çizgisinin beri ucunda durarak, ırkçı-milliyetçi-kafatasçı diye tanımladığına karşı çıkmaktadır!.. İkincisi; Alevi hareketine, gerek düşünsel bağlamda gerekse pratik/örgütsel bağlamda önderlik edenler; bunca emeğe ve ödenen bedellere karşın, örgütlü-örgütsüz birçok demokrasi ve sosyalizm hareketlerinin de içine düştüğü temel açmazları, bir türlü göremediler. Göremedikleri için, ne düşünsel olarak ne de pratik olarak karşı çıktıkları, ya da olmamasını istedikleri ve olmasını istedikleri bütün taleplerinde, resmi çizginin dışına çıkamadılar, resmi çizginin belirlediği zeminde kalarak ona karşı mücadele yürüttüler. Şu dillere pelesenk olan “Türk-İslam Sentezi” dedikleri anlayışın ne olup olmadığını, bunun aslında, sadece bir ideoloji olarak kabul edilse dahi, bir çok biçimlerle kendilerinde de içsellemiş olduğunu henüz fark bile demediler. 1980’den bu tarafa, Alevilik üzerine yazılmış kitaplara, makalelere bir bakınız. Ezici çoğunluğu, kimileri kaba, kimileri incelmiş biçimlerle hep bu zemindedir. Gerçek durum böyle olduğu için, bu son olayda da, tepkilenmenin kendisi yanlış bir zeminde ortaya çıkmış olduğu gibi, bağlı olarak, tepki söylemi de yanlış ve hatta gerici tarzda dillendirilmiştir, dillendirilmektedir de. Eğer gerçek durum böyle olmasaydı, Alevi önderleri, nasıl ki devlete yönelttikleri, “Diyanet Kaldırılsın” talebinde olduğu gibi, öncelikle, adı “Türk Tarih Kurumu” olan, bu devlet kurumunun bizzat varlığını sorgular ve buna karşı çıkarlardı. Hoş, diyaneti bile “şeriatçılar” şahsında görmekteler ne yazık ki devlet şahsında değil!.. Devlet kendisini, “Türk oğlu Türk” olarak yapılandırdığı için- bunun tersini söyleyene, askeri, polisi, yargıyı, cezaevlerini gösterdiği için- bu kurumu da bizzat kendisi finanse ederek kurmuştur. Bu kurum, Türk ve Müslüman olan devlete bir “Türk Ulusu/ milleti” tarihi yazabilmek için kurulmuştur. Bu kurumun kurucuları olan, Atatürk’ün militan tarihçileri, Prof. Afet İnan, Ord. Prof. M. Ş. Günaltay gibiler, Halaçoğlu’nun bu gün kekelediklerini, daha yolun başında ortaya koymuş; bırakınız, Anadolu-Mezopotamya’yı, dünyanın her köşesini ve her milletini “Türk” yapmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün

Sayı 34


SERÇEÞME

Kasım Yeşilgül

okulları, üniversiteleri, esas olarak bu öğretiyle donanımlıdır. Tersini düşünen ve sorgulayanları hep kırmıştır bu çark. Bu bir halkın, her türlü resmiyetten bağımsız ve hiç bir siyasal sonuca yol açmayacak şekilde tarihini araştırmaktan, temelden farklı olan bir şeydir. Devlet kendisini bir soy ve boyla, dahası, bir dil, bir din ile tanımlayıp, “Benim adım, sanım budur, bunun tersini söylemek suçtur” dediği sürece, bu kurumun işlevi bundan başka bir şey olmaz. Bu zeminin incelmiş -pozitif- kabul edilen ucuyla, Halaçoğlu örneği kalın ve kaba -negatif- ucu arasında Çin Seddi yoktur. Esası itibariyle kabul gören, temeldeki bir olumsuzluğun, iki ucu olmasından ibarettir konu. “Ulus” deyince belki kibarlaşmış olur ama özünü dışlamış olmaz. Sonuç itibariyle milliyetçiliktir ve otantik Alevilik ile hiç bir bağlantısı yoktur. Onlar için, tarihlerinin hiç bir noktasında, millet, bu günkü yüklenilen anlam bağlamında, millet ya da ulus hiç bir şey ifade etmez. Milliyetçilik, bu günün sorunundur. Bütün tarihe, bu günkü ulusçuluk ya da milliyetçilik anlamını yükleyip açıklayanlar da milliyetçilerden başkası değildir. Üçüncüsü, saydığım yanlışları bir an için yok saysam bile, ister düşün önderlerinden gelsin isterse, örgüt önderlerinden gelsin, tepki ve söylemlerin kendi içlerinde bile bir tutarlılık bulunmamaktadır. Bunun en somut örneği, yukardan beri dillendirmeğe çalıştığım resmi yapılanma ve onun söylemlerinden kopmamanın, dahası bunun bir biçimde içselleşmiş olmasının bir tezahürü olarak: “Kürt Alevisi yoktur. Kürt Alevileri olanlar, Ermeni dönmesidir” belirlemesine karşı çıkışta kendini açığa vurmaktadır. “Kürt Alevisi” belirlemesine dönük tepkilenme ayrı bir çeşni, “Ermeni Dönmesi” belirlemesine verilen tepki, ayrı bir çeşni oluşturmaktadır. Kürt kökeni Alevi ayrı, Türk kökenli ayrı tepkinin sahibi olmaktadır ama hepsini, “Ermeni” nitelemesi ile “Dönme” nitelemesi, dahası ikisinin bir arada söylenmesi, garip bir şekilde aynı zeminde etkilemektedir!. Manipülasyon aklı da sanki yaraya tuz basar örneği, üstüne basa basa hem “Ermeni” demiş hem de “dönme” demiş. Öteden beri, genel ve yaygın olarak sadece küfür anlamında söylenen “Ermeni ya da Ermeni dölü” Alevilerde de içselleşmiş durumda. Tıpkı, atalarının ürettiği temel ve saygın “kavat, deyyus, dost,” gibi

kavramların ya da, “Kızılbaş gibi mi” sözüyle aynı içerikte olan “dürzü” gibi söz ve kavramların, düşmanlarının bunlara yüklediklerdi anlamla Alevilerde içselleşmesi gibi. Bu negatif beslenme durumu Halaçoğlu’nun kullandığı “dönme” negatifiyle tam bir kışkırtma özelliğine bürünmüş gibidir. Belki bu belirlememe karşı çıkanlar olacaktır. Karşı çıkacaklara, tepkileri örgütleyen, dillendiren zeminlere daha dikkatli bakmalarını öneririm. Hiç bir karşı çıkışta; AnadoluMezopotamya coğrafyasında yaşayan bütün halkların, otantik bağlamda Alevisi vardı ve bu gerçeği gören, tepki söylemlerini buna göre ifade eden bir tek yaklaşıma rastlayamadığınızı görmekte gecikmezsiniz. Modern bağlamda, bu kökenden gelen her halktan Alevi, bu gün de vardır. (İlgilenecekler için, Sevgili Mehmet Bayrak, Ermeni Alevileri araştırdı. “Ermeni Aşıkları (Aşuğları)” adıyla kitap olarak yayınladı. Ona bakabilirler. Ayrıca, Haşim Kutlu, Bozatlı Hızır ve Kızılbaş Kadın adlı kitaplara bakabilirler.) Bu hiç bir zeminde dillendirilmiş değil. Ne Kürt Alevisiyim diyen ne de Türk Alevisiyim diyenin aklının ucundan bile geçmemektedir Ermeni’nin Alevisi olacağı. Onun Alevi olmak için müslüman olmasının da gerekmeyeceği!. Zaten, bütün Aleviler Türklüğe yazılıp, Kürt kökenli Alevi de buna tepki olarak ortaya çıkanca, otomatikman Anadolu-Mezopotamya Aleviliği “iki milletli Alevi” oldu çıktı!.. Ermeniler mi, onlar zaten oldu bitti Hıristiyan’dı!.. Bir manipülasyon noktası da burasıdır işte!. Türkçülüğün yurdunda kalıp, onun altını oymak üzere kendilerini gizleyen Hıristiyan güçlerin maşaları!.. Halaçoğlu ve onu arkalayan “kirli kalemler”, dillendirdikleriyle bunu söylemeye çalışmıyorlar mı? Kaş yapayım derken göz çıkarmanın âlemi yoktur. Tam da bu noktada, bir bütün Alevi önderleri, Ermeniyim, Kürdüm, Lazım, Arabım, Çerkezim, ... Her halktan Aleviyim diyebildikleri an doğru zeminde olurlar. Tabi ki, ancak bu durumda, tuttukları yol, Alevi Yolu olur düşünceleri ve tarzları da Yolca olur. Sonuç olarak: Diliyorum ki bu tepkilenmenin sonu diğerlerinde olduğu gibi hüsranla bitmez. Diliyorum ki, bu kez olsun Alevi hareketi bu vesileyle gerçeği biraz olsun görür ve bu zaaflı yürüyüşünü güzelleştirir.

(1948-2005) Ölümünün İkinci Yıldönümünde Saygıyla Anıyoruz.

A

levi hareketindeki ve devrimci hareketteki yoldaşlığının ötesinde, birçoğumuzun, ağabeyisi, arkadaşı, dostu olan Kasım Yeşilgül, 4 Kasım 1948 yılında Sivas’ın İmranlı İlçesi’nin Arıklı köyünde doğdu. İlkokulu kendi köyünde bitirdikten sonra okumak için 1960 yılında Ankara’ya gitti. İlkokul, ortaokul ve liseyi Ankara’da okuyan Kasım Yeşilgül, daha sonra Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde yüksek öğrenime başladı. 12 Mart 1971 sonrası, ikinci sınıfta iken Akademiyi terkederek yurtdışına çıktı. Strasbourg Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nde öğrenim gördü, burada Yüksek Lisans yaptı. Daha sonra da Sorbon Üniversitesi’nde “İş Hukuku Master”i yaptı. Sorbon Üniversitesi’ndeki Master’ini “Fransa ve Türkiye Sosyal Güvenlik Hukukunun Karşılaştırılması” başlığı altında bir tez yazdı. Strasborug Üniversitesi Türkoloji bölümünde öğretim üyesi olarak görev yaptı. Aynı üniversitenin Sosyoloji Kürsüsünde, sosyal politikalar, sosyal mekanizmalar ve sosyal uyum konularında dersler verdi. Türkiye devrimci hareketine yaptığı katkılara paralel olarak, evrenselliğin önemine inanan Kasım Yeşilgül, son yıllarda Alevilikle ilgili birçok araştırmaya da imza attı. Kasım Yeşilgül, “Vahdet-i Vücut”, “Din ve İnançlara Yaklaşım Yöntemi”, “Aleviliğin Oluşturucu Unsurları” gibi birçok makaleye imza attı, bu konularda bir çok konferans düzenledi. Kasım Yeşilgül 1 Ekim 2005 tarihinde kanser tedavisi gördüğü Strasburg’da Hakk’a yürümüştü.

Geçen yıl ilkini Ağustos ayında yaptığımız “Boğazda Tekne Gezintisi”ni bu yıl 29 Eylül’de tekrarladık. Dergimiz yararına yapılan etkinliğe Serçeşme çalışanları, yazarlarımız ve dostlarımız katıldı. Geziye sanatçı dostlarımız Mazlum Çimen, Erdal ve Mercan Erzincan’ın yanı sıra yazar Ali Balkız da katıldı. İstanbul’daki demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinden ABF Marmara Bölge temsilcisi Ali Turan İldem, Bağcılar HBVKD Genel Merkezi yöneticileri ve PSAKD Sultanbeyli Şube Başkanı Sadegül Çavuş katıldı.

Ekim 2007

19


SERÇEÞME

TUTULDUK SEVDAYA

Derviş Kemal Özcan

Ali Kaykı’nın Şiirleri

Hasan Öztürk

Dr. Özgür Savaşçı

K

İMİ zaman posta kutusundan insanın hiç beklemediği ya da ummadığı bir mektup, bir paketçik çıkar. Gelen bu gönderi ya olumlu anlamda şaşırtır ya da derin kaygılara boğar sizi. Bugün, astronomik olarak 2007 yılının güz mevsiminin başladığı gece... Yaz dinlencesine birkaç hafta kala posta kutuma gelen bir paketçik ki içinde bir kitap olduğu her hâlinden belli. Çekip çıkardım içindekini; “Tutulduk Sevdaya” diyordu. Saçı sakalı ağarasıca (“uzun ömürlü olsun” anlamında bir Yörük temennisidir), candostum Ali Kaykı (Budak Ali) erenler bizi de düşünmüş ve imzalayıp göndermek nezaketinde bulunmuş. Yakın dostlarım bilirler, Temmuz ayı Münih’teki akademisyenler için çok yoğun geçer: Bir yandan yarıyıl kapanış sınavları, diğer yandan bir sonraki yarıyılın ders programını ilgili görevdeşlerle eşgüdümlü olarak hazırlayıp dekanlığa ulaştırmak; dinlence hazırlıklarını tekmillemek derken bir de bakarsınız, yılın en güzel ayı olan Ağustos gelip “Hadendi bakalım, denkleri hazırla”, der gibi kapıya dayanmıştır. Onca yoğunluğun içinde insanın mesleği ve branşı dışında, sırf zevk etmek için kitap okumaya ayıracağı zaman genellikle pek olmaz; çünkü yeteri kadar sınav kâğıdı okunmaktadır, çünkü gözler satır ve sayfa yorgunudur. Ama gel gör ki, “Tutulduk Sevdaya”yı elimize alıp şöyle bir göz atalım dememizle birlikte kitaba “tutulduk” kaldık. Hani bir şarkıcı hanımefendi diyor ya “Ben sende tutuklu kaldım”, aynı o türden... Ali Kaykı, 93 sayfalık bu mütevazı kitapta 74 nefesini bir araya getirmiş; ortak dostumuz İsmail Kaygusuz da güzel bir önsöz yazmış kitaba. Temiz bir baskı; tek kusuru âlem, dergâh, erkân, hâlâ, hankâh, kâmil, mekân, yâr gibi sözcüklerin takkesiz yazılmış olması. Önemli kavramlarımızdan birisi olan dâr 91. sayfada doğru yazılmış, ama 77. sayfada takkesiz. (Yeri gelmişken bir parantez açalım, dilimizde Türkçe, Farsça ve Arapça kökenli olmak üzere üç adet dar sözcüğü var: Türkçe dar, geniş’in karşıtı, Arapça dâr, diyârın tekili ve “ülke, dünya” anlamına geliyor. Farsça dâr ise dâra çekmek/durmak deyimindeki dâr...) Ozanımız bu şiirleriyle hayatın anlamlandırılmasının “sevda”sız mümkün olmayacağını kanıtlıyor sanki. Kitabı okurken, 1997 yılında Hakk’a yürüyen Bedri Noyan Dedebabamızın “Enel Aşk” ile “Aşk Risalesi” adlı eserleri aklıma geldi bir ara. Dedebaba o eserlerinde meâlen “Mansûr Enel Hakk demiş, Enel Aşk da dese olurdu, fakir Enel Aşk diyorum”, düşüncesini dile getiriyordu. Sürek bin bir olsa da yol bir, hele hele aklın yolu süreksiz bir... Ali Kaykı erenler de aynı şeyi söylüyor: Üç harf beş nokta olmadan, yani aşk olmadan, yani sevda olmadan, −Türkçesini söyleyelim− sevgi olmadan olmuyor.Gençler için öğretici, yetişkinler için iman tazeletici bu güzel eseri zevk ederek okudum. Aleviliğe/Bektaşiliğe ilgi duyan herkese salık veririm. Nefeslerine sağlık Budak Ali, emeklerinin Yüce Sevgili katında kabul ve makbul olduğundan hiç kuşkum yoktur. Aşk ile candostum. İllâ Hu! 23 Eylül 2007 Tutulduk Sevdaya – Şiirler, Ali Kaykı (Budak Ali), Alev Yayınları, 2007.

20

Y

IL 1984. Mevsimlerden yaz. Kavunun karpuzun olgunlaşmaya, bağların üzüm salkımlarını salgılamaya başladığı günler. Çocukluk arkadaşım, dostum, kafadarım Mehmet Altınay’la birlikte, eşlerimiz de yanımızda... Muayene tarihi geçkin, krem rengi Anadol’a, fırçayla yağlı boya sürerek, muayenesini yaptırdık. Binip, Uzunköprü’ye sürdük. Uzunköprü’ye ilk gidişim. Mehmet, Uzunköprü damadı. Rüknan’ın anası Yeniköy’lü, babası Eskiköy’lü. Uzunköprü’deki akrabalarını ziyaretti amaçları. Bizi de götürdüler. Beş gün kadar kaldık orda. Muhabbet ve dostluk dolu beş gün. Her gecemiz muhabbetle geçti. Henüz daha ilk muhabbet gecesindeyiz. Ali dayıyın evinde düzenlendi. İşte o gece. Saçları yeni yeni kırlaşmaya başlamış, sesi dolgun, kendisi olgun, yıllara vura vura direnmiş rengi hafiften solgun bir insan tanıdım. Derviş Kemal Özcan. Muhabbet başladığında, yıllardır elinden düşürmediği kemanını alıp, o dolgun sesiyle, sözleri kendine ait türkülerini söylemeye koyuldu. Saatlerce, gün ve gecelerce söylese, kendinden söylerdi ve bitiremezdi. Çünkü, birbirinden önemli ve değerli şiirleri binlerceydi.

Haydar-ı Kerrar Aşkıyla Erenler yoluna girdim Haydar-ı Kerrar aşkıyla Ben bu yola gönül verdim Haydar-ı Kerrar aşkıyla İlden ile yolcu oldum Çok yerlerde mihman kaldım Nice güzel dostlar buldum Haydar-ı Kerrar aşkıyla Gözümdeki pası sildim Dostluk neymiş iyi bildim Sizi sevdim size geldim Haydar-ı Kerrar aşkıyla Fakir aciz yol oğluyum Erenlerin sağ koluyum Bilseniz nasıl doluyum Haydar-ı Kerrar aşkıyla İrfan mektebini seçtim Sınav verip sınıf geçtim Dost elinden dolu içtim Haydar-ı Kerrar aşkıyla Böyle bizim hallerimiz Keman tutar ellerimiz Türkü söyler dillerimiz Haydar-ı Kerrar aşkıyla Derviş Kemal dilim dilim Rıza lokması yiyelim Hep birlikte hü diyelim Haydar-ı Kerrar aşkıyla 1930 yılında Yunanistan’ın Dimetoka ilçesine bağlı Babalar köyünde doğmuş. Aynı yıl içinde, annesi, babası ve abisiyle birlikte, Meriç nehrini geçerek, kaçak olarak Türkiye’ye sığınmışlar. Uzunköprü’ye iskan edilmişler ama, ev verilmemiş. Nüfus başına 15’er dekar kelem tarla verilmiş aileye. Bu sefer de bu toprağı işlemek

için hayvan ve tarım aleti yok. Çaresiz kalan babaları, Tekel bünyesinde bir işe girmiş. Saati 16 kuruşa çalışmaya başlamış. Bu dar ve yoksulluk günleri sürerken, Kemal’ın ilkokul günleri başlıyor. (1937–1942) İlçede ortaokul yok. Ortaokulu okumak için Edirne’ye gitmek, gidince de ev tutmak gerekiyor. Buna da güç yetmiyor. Böylece örgün eğitim faslı tükeniyor. Ne diyordu Mina Urgan? “Ben bu ülkede eğitim olanağı bulabilmiş, şanslı bir kişiyim. Bugün bu ülkede eğitim olanağı bulamamış ve sırf bu yüzden bir yerlere gelememiş tonlarca insan vardır” diyor. İşte, Derviş Kemal Özcan, bu canlardan, bu insanlardan biridir. Sonraki yıllar edinilen bir çift öküzle, ağır ve ilkel çiftçilik günleri başlıyor. 1950’de, Kocaeli İl Jandarma Komutanlığı Alay Kalemi’nde yazman olarak iki buçuk yıl süreyle askerlik. Terhisten sonra, Uzunköprü noterliğinde, 100 lira maaşla, özel yazman olarak iş yaşamına atılıyor. Gerek askerde, gerekse noterde çalışmaları sırasında, seri olarak daktilo kullanmayı geliştiriyor. 1955 yılında açılan bir sınavı kazanarak, Uzunköprü Adliyesi Sulh Ceza Mahkemesi bölümünde tutanak yazmanı olarak göreve başlıyor. Askerlik süresi dahil 30 yıllık memuriyet görevini tamamlayıp, 1983 yılında emekli oluyor. Tabii, bu arada evleniyor. Biri erkek, ikisi kız olmak üzere, üç evlatları oluyor. Derviş Kemal’de şiir, 1945 yılında başlıyor. 1956 yılına kadar tüm şiirleri aşk ve sevgili konusuna dayanıyor. 1956 yılında cem’e girip, el alıyor. Bu andan sonra tasavvufa yöneliyor. Ayrıca, çevresindeki yoksul yaşam ve çaresizlikler onu enterese ediyor. O andan sonra halktan toplumdan ve insandan yana yazmaya başlıyor. Öyle de sürüyor. Şiirlerini hiçbir yerde yayınlatamadığı için, adını bir türlü duyuramayan ozanımızın, bir çok şiiri, değiş türünde bestelenmiştir. 70’li yıllarda Feyzullah Çınar’dan bir türkü dinlerdik: Sen âdemi hakir görme Âdem sülb-ü nurdur hoca Bu dünyaya gelen herkes Hak indinde birdir hoca Kimde ne var kimse bilmez Evvel ölen ahir ölmez Aşikar etmeye gelmez Bu konumuz sırdır hoca... der ve sürerdi. Şiirlerinde ‘Derviş’ mahlasını kullanmaktadır. ‘Derviş’, gerçekte de göbek adıdır. Ömür boyu hep haklının yanında, haksızın karşısında oldu. Bu doğrultuda hep ezilenleri, horlananları ve yoksulları savundu. Sürekli barıştan, özgürlükten, çağdaşlıktan, eşitlikten, kardeşlikten, demokrasiden ve insanlıktan yana oldu. Hiçbir zaman yansız ve tarafsız olmadı. Şiirlerini de bu tema doğrultusunda yazdı. 1945 yılında Uzunköprü’ye bağlı Yeniköy’e gitmiş. Burada, bir köylü tarafından, dut ağacından, çok ilkel biçimde yapılmış bir keman görmüş. Kendinden rica etmiş. Köylü, 15 yaşında, aklı başında bu delikanlıyı kırmamış. Kemanı ona hediye etmiş. Kemanı alıp, yaya olarak köyden ayrılan Kemal, Uzunköprü’ye doğru yol alırken, daya-

Sayı 34


SERÇEÞME namamış ve yol kenarına oturup, önce kafasına göre bir akort yapmış. Keman çok kaba saba olduğu için, çenesinin altına sığmamış. O da, kemençe gibi, dizine koyup deneme yapmış. O güne kadar eline hiçbir çalgı aletini almamış olduğu halde, nasıl oldu bilinmez, o tarihte çok meşhur olan ‘Aslan Bacanak’ türküsünü çalmaya başlamış. 1951 yılında normal bir kemana kavuşmuş. Bu keman çene altına sığabilecek bir alet olduğu halde o artık kemanı diz üstünde çalmaya alışmış ve bu tarzını terk etmemiştir. Giderek, Almanya’da çalışan bir dostu, çok güzel bir keman göndermiştir. Ömrünün şu anına kadar o kemanı kullanmaktadır ve o güzel dostu sevgiyle anmaktadır. Tüm sazlara büyük bir ilgi ve sevgi duyduğu halde, perdesiz olup, kemana benzediğinden dolayı, keman dışında bir de cümbüş çalmaktadır. Şu zamana kadar, ilk ve tek basılı eseri, Mart, 1996 yılında Alev Yayınları’ndan çıkan ‘Şah Damarı’ isimli şiir kitabıdır.

Ey İnsanlık Sen Nerdesin Senelerdir arıyorum Ey insanlık sen nerdesin Dinle sana soruyorum Ey insanlık sen nerdesin Evin varsa numaran kaç Ara sıra telefon aç Tüm hainler sana muhtaç Ey insanlık sen nerdesin Bizleri hiç takmıyorsun Yüzümüze bakmıyorsun Meydanlara çıkmıyorsun Ey insanlık sen nerdesin Pis havadan boğuldun mu Halk içinden kovuldun mu Gizlendin mi kayboldun mu Ey insanlık sen nerdesin Aydına hor bakıyorlar Bazen kurşun sıkıyorlar Diri diri yakıyorlar Ey insanlık sen nerdesin Halkın imdadına ersen Zalim vicdanlara girsen Barış olur sen gelirsen Ey insanlık sen nerdesin Derviş Kemal geldiniz mi Halimizi gördünüz mü Yoksa siz de öldünüz mü Ey insanlık sen nerdesin

Derviş Kemal’ın Bazı Görüşleri

T

ANRI KAVRAMI; Evrendeki, insan dahil her tür varlığı doğa yaratmıştır. Bu nedenle, pek çok ismi olan Tanrı’nın bir ismi de ‘doğa’dır. Tanrı ne biçim bir varlıktır. Tanrı’ya hiç kimse bir biçim verememektedir. Ancak, Tanrı’nın her şeyi gördüğü, her sözü duyduğu ve her dilden konuştuğu, insanların tümü tarafından benimsenmektedir. Öyleyse Tanrı’nın gözleri, kulakları, ağzı, dili var demektir. Çünkü görmek, duymak, konuşmak, ancak o organlar sayesinde gerçekleşmektedir. Bu organlar da ancak bir başta bulunmaktadır. Bu olgular nazara alınarak, Tanrı’ya bir biçim verilmesi gerekirse... Hatta, şöyle bir anket yapılsa. Örneğin, bütün insanlara birer beyaz kağıt ve kalem verilse. Herkes, düşünüp, hayal ettiği biçimde Tanrı’nın resmini çizsen dense, her halde herkes bir insan resmi çizer. Çünkü, Tanrı insandan başka hiçbir şeye benzetilemez. Zaten, bilindiği gibi, Tanrı, insanı var ederken, kendi cemalinin aynısını insana vermiştir. Bu konuya şunu da ekleyebiliriz. Görünmediği halde var olan, karşıt deyişle, var olduğu halde görünmeyen nesneler mevcuttur. Elektrik akımı, hava, rüzgar ve ses gibi... Görünmedikleri halde varlıkları inkar edilemez. Bu nedenle, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu tartışma konusu yapılmamalıdır. Bu tür tartışmalar, zaman israfından başka bir şey değildir.

İ

NSAN; İnsan, dünyanın en mükemmel ve en gelişmiş varlığıdır. Bu denli akıl, fikir, zeka ve nefs ile donatılmış başka bir mahlukat yoktur. İnsan, mevcut yetenekleri gereği, çok üstün ve çok kutsal bir varlıktır. Bu nedenle, inançları, din, dil, ırk ve rengi ne olursa olsun, insanlar arasında fark gözetmeksizin, iyi, dürüst ve namuslu insanlara saygı göstermeliyiz. Bir heykeli kırıp parçaladığımızı düşünelim. Cansız olan heykel elbette acı duymayacaktır. Ama, o heykeli yapan heykeltıraş, hiç kuşkusuz üzülecektir. Bu bağlamda insanı ele alalım. Bir insanın kalbini kırarsak, onu döver veya öldürürsek, yaratıcıya karşı gelmiş, o’nu incitmiş ve büyük ölçüde sorumluluk altına girmiş oluruz. En azından kötü bir eylemi gerçekleştirmenin ezikliğini duyarız yüreğimizde. Erdemin zirvesine erişmenin yolu, insanları sevmekten geçer.

ONARLI HALİL DEDE 1224 yılında Türkiye’de bilinen en eski cemevini (Büyük Ocak, Şeyh Bahşiş Tekkesi’ni) yaptırmış olan ve Onar köyünün kurucusu Şeyh Hasan Onar Dede’nin soyundan gelen Halil Dede, bu ocağın son temsilcisidir. Kendisine uzun ömürler diliyorum. İ. Kaygusuz

Göster Bana Bu dünyayı kuran sensin Nerde senin hacatların Usta isen tezgâh hani Göster bana yaptıkların Hani kalfa hani çırak Göstermeğe yürek ister Herkes olmuş sanki melek Göster bana kullarını Kulum diye övünenler Suç işleyip sevinenler Sevap günah bilmeyenler Göster insanlıklarını Kör döğüşü gidiyorlar Birbirin tan ediyorlar Bilerek kin güdüyorlar Gel göster dostluklarını Halil Kaygusuz bir köle Kendini kapırmış yele İnanma mürayi dile Hep göster kusurlarını

İnsan Çok şükür yüce Mevla’ya Ol bizi insan yarattı İnanırız ol Allah’a Kendi sıfatından kattı Akıl fikir zekâ verdi Emrimi tut yeter dedi Helâl kazan helâli ye Haram sana yasak dedi İnsan her şeyden üstündü Melekler de secde etti İblis mağrur oldu azdı Lânet tokasına geçti

DERVİŞ KEMAL Kırklareli’nin Kofcaz ilçesi, Topçular köyünde 16 Haziran 2007 tarihinde onbirincisi yapılan Topçu Baba’yı Anma Etkinlikleri’nde konuk sanatçı Ali Ekber Eren ile birlikte.

Ekim 2007

Haram dağda kara benzer Yel estikçe erir gider Helâl yemek lezzetlidir Bir lokması bin can değer Halil Kaygusuz “lâ” demem Bilerek haramı yemem Ben kendimi bilir isem Başkasına kötü demem

21


SERÇEÞME

Hüseyin Çırakman ile Söyleştik Bölüm II Ahmet Koçak Halk şiiri, halk ozanlığı geleneği üzerine neler söyleyeceksin? Halk ozanlığı, halkın sesi, Hakk’ın sesi kabul edilmesi, bu inançta olması, bunu özümsemesi lazım. Halkın sesi, yani dürüst halkın sesi, Hakk’ın sesidir. Onu özümsedikten sonra bir fakirin ayağına diken batsa, yüreği sızlıyorsa, ozan halkın ozanıdır. Yoksa aç ölene tepeden bakıyorsa değildir. Neme lazım diyorsa değildir. Halkın gönül gözü, söyler dili, işitir kulağıysa, halk adına konuşuyorsa, onları sıralıyorsa özünde öyledir. Bir de bu işin içine sevgiyi katmak, sevgiyi iyi aşılamak lazım. Âşık olabilmek için aşkla cinselliği iyi bilmek, aşkı bunlara katmamak lazım. Mesela Seyit Nesimi ne diyor; “Gel gel yanalım ateşi aşka, Şule verelim ateşi aşka, Evvel aldandım pek kolay sandım, Durmadan yandım ateşi aşka, Aşk ehli ölmez yerde sürünmez, Yanmayan bilmez ateşi aşka, Seyit Nesimi terk etti resmi, Yandırdı cismi ateşi aşka” Yunus Emre diyor; “Ben gezerim yana yana, Aşk beni boyadı kana, Ne akıllıyım ne divane, Gel gör beni aşk neyledi” Şimdi, aşkı iyi anlamak lazım. Aşkı şehvetle, cinsellikle karıştırdın mı; aşk, aşk olmuyor, ölüyor. Nedir buradaki aşk? Tanrı aşkı mı, inanca göre Tanrının kendisi bir aşk mı? Güzel bir noktayı hatırlattın. Şimdi Tanrı aşkı mı diyorsun, insan Tanrıdan, Tanrı insandan uzakta mı? Sorduğunuz soruyu kendiniz yanıtlayın. Şimdi ahsen-i takvim diyorlar, ben insanı kendi sıfatımda yarattım diyor Allah. Araya aracı koymayın, ben şahdamarınızdan daha yakınım size diyor. Biz kimi arıyoruz boşlukta, dağda, taşta, havada, suda. Bize bizden yakın olan var da biz onu bilmiyoruz. İşte onu yakalamak lazım. Âşık olanlar iki şeye dikkat etmek zorunda: Birisi Hakk’ı, birisi de tasavvufu iyi bilecek, iyi okuyacak vahdet-i vücudu. Nedir vahdet-i vücut? Aşkı yakalayacağız herhalde. Aşkı yakalayamayız. Tabii ki yakalayamayız aşkı. Yunus Emre derken, “Ben gezerim yana yana aşk boyadı beni kana, ne akıllıyım ne divane.” Aşk delirtir de, aşk divane de yapar, aşk Mecnun da yapar, aşk Leyla da yapar. Hepsini yapar. Aşk ehli olan, aşkın yoluna düştü mü şikâyetçi olmayacak. Bir türkü var ya, “Evlerine vara gele yol sandım, ayağıma diken battı gül sandım.” Aşk böyledir, diken batıyor ayağına diken batıyor da gül sanıyor. Ahmaklığından değil, aşkın yollunda acıyı haz yapıyor adam, acıyı tatlıya çeviriyor. İşte onun için Allah’la bütünleşmek için bütün kötülüklerden

22

sıyrılırsa insan Hak oluyor. Mesela Allah diyor ki meleklere; “ben âdem yaratacağım.” Diyorlar ki Allah’a “ne yapacaksın âdemi biz sana ibadet yapıyoruz, hizmetini yerine getiriyoruz, isteğimiz, arzumuz yok, cinselliğimiz yok, bir şey yok” durun diyor durun, “ben yaratacağım âdeme gizleneceğim ondan zuhur edeceğim kainata.” Bundan büyük aşk mı olur. Yani bir gelişme oluyor Tanrı evrene de sığmıyor. Seyit Nesimi bunu iyi kavramış, “iki cihan bana sığar, ben bir cihana sığmam diyor.” Yani hem iki cihanı düşünüyor hem toplum içindeki yerini belirlemiyor, toplum içinde yadırgıyor derisini yüzüyorlar. Yani bütün kötülüklere bütün acılara katlanıyorsa, tahammül ediyorsa o adam aşk ehlidir. Ama şiire geldik mi, âşıklığa geldik mi burada ustaya hizmet etmek gerekir. Üstadımız, hocamız Âşık Veysel ne diyor; “saklarım gözümde güzelliğini, her nereye baksam sen varsın orda.” Adam kör gözüyle görüyor da biz niye göremiyoruz. Veysel kör değil elin dediğini diyorum. “saklarım gözümde güzelliğini her nereye baksam sen varsın orda, kalbimde gizlerim muhabbetini, koymam yabancıyı sen varsın orda.” Orayı temizleyecek, Allah’tan başkası girmeyecek o kalbe. O’nun sevgisi girecek ki, insan sevgisi de onun sevgisi; gülün, çiçeğin, tabiatın sevgisi de onun sevgisi. Güzellikler hep onun sevgisi. “Aşkımın temeli sen bir âlemsin, Sevgi muhabbetsin dilde kelamsın, Merhabasın dosttan gelen selamsın, Duyarak anlarım sen varsın orda, Veysel’i söyleten sen oldun mutlak, Gezer daldan dala yorulur ahmak, Biz ağaç misali sen dalda yaprak, Meyve çekirdeksin sen varsın orda.” Görsünler babam, görsünler ya. Bu anlattıklarınızın toplamına vahdet-i vücud mu deniyor? Vahdet-i vücud, tanrısal varlık olarak tek bir şey var. Bir tek kâinatta Tanrı var. Gerisi hayal mahsulüdür. İnsan hayaldir. Onu anlatır vahdet-i vücud. Bunlar çeşitli çeşitli dallar. Kötülüklere perhiz ede ede. Bir halk ozanının yetişebilmesi için yolu takip etmesi lazım ki o aşk geldikten sonra demelerini diyebilsin. Aşk zaten vardır da. Aşk bir baraj gibi kapağı çektikçe su akar ya, yüreği temiz olduğu müddetçe, kötülüklerden sakındığı müddetçe kapak yukarı çıkar su daha hızlı akar, aşk daha hızlı akar. İşte o zaman hem akıl, hem bilim, hem tasavvuf, hem aşk öyle vecde gelir ki o suyun içinden, balıklar gibi yetişir. Gıdasını alır. Aşkı çok sevmek lazım. Ozan olabilmek için bu gerekiyor mu? Gayet tabii. Bütün kötülüklerden sıyrılmak, Hakk’a yakın olmaktır. Hakk’a yakın olmak da yetmiyor, Hak’la bir olmaktır. Bir örnek vereyim; bir bardak çayın içine bir tek damla süt damlatsak ne olur o bir damla süt, kaybolur. Kendini Hak’ta kaybedecek insan ki, âşık olabilsin. Kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok edecek ki Tanrı var olsun. Tasavvuf bu işte.

Bu sırra, bu hakikate eren kişilere mi halk ozanı diyeceğiz. Hayır, eren kişilere değil, son aşaması. Olgunluk, Tanrıyla bir olma. Her kalemi eline alıp şiir yazan ozanım diye ortaya çıkıyor. Ozanlık bu kadar kolay mı? Değil değil. Şimdi âşık ile ozan farklıdır. Âşık, Ferhat Şirin gibi, Mecnun Leyla gibi, Arzu Kamber gibi her âşığın bir de Maşuğu vardır. Ona kavuşmak için âşık olur. Onun özünde didar yok, Tanrıya ulaşmak yok. O sevgiyi çok güzel görmüş bir hanım, ona âşık olmuş. Kirpiğine, kaşına, yüzüne, boyuna posuna türküler söylemiş. Ondan Hakk’a yükselebilir. Yani zâhiri aşktan da bâtıni aşka yükselebilir. Ama yoluna devam etmek isterse. Ben Mecnun’u buldum, muradıma erdim. Bundan sonra benim için hiçbir şey yok derse olmaz işte, eksik kalır. Belki de o yüzden Mecnun’la Leyla, Ferhat’la Şirin bir türlü birleşememiş. O, hikâye de ondan. Fuzuli yazmış bunu, hikâye de ondan. Aşkı biraz muallâkta bırakmış. Ama ozanlık daha farklı bir şey. Ozanlık şöyle oluyor; bireysel değil, toplumsal. Toplumun baskısını, zulmünü, açlığını, sefaletini, kötü yönetimini hepsini halk adına, o halkın içinde kendi ya onlarla eziliyor onlarla üzülüyor, onların adına türküler söylüyor, korkmadan haykırıyor. Dik duruyor Pir Sultan gibi. Herkes bir Alevilik tanımı yapıyor. Siz Aleviliği nasıl görüyorsunuz? Bence Alevilik, Safevi devletinden, İran’dan gelişi Şah Hatayi sülalesinden gelişinde hem yol olarak gelmiş, hem yaşam biçimi olarak gelmiş. Bu yol Hakk’a giden yol, insanın kendinden kendine gitmesi oluyor. Hak sende kardeşim, taşa toprağa gitmene gerek yok ki. Sen kendinden kendine gideceksin. Yani kötülüklerden arınma öğretisi Alevilik. Bir göle taş attın mı ilk önce küçük bir daire olur. Ondan sonra halka halka büyür, gelişerek gider. İşte o amaç var. Herkese ana, bacı, kardeş gözüyle bakmayı öğretmek, davranışı buna göre yapmak. Yurtta, ülkede insanlığı böyle geliştirmek için böyle kurmuşlar. Öbür taraftan da Tanrıyla bir olmak vahdet-i vücutta. Bunların toplamı Alevi Bektaşi felsefesi, yaşam biçimi, değil mi? Hiç var mı öbür inançta. Adam sıratı nizamı geçiyor, öyle saçmalıklar var ki. İsmail’e koç inmiş, tosun kesiyor adam sırtına bakıyor kaç kişi götürebilir bu, sıratı nizamdan diye köprüden geçerken. Bu dinle alay etmek, köprüden hayvan geçiyorsa, insan geçemiyorsa o hayvan insandan üstün demektir ya öyle saçmalık mı olur. Yani dediğim gibi bizim halkımız iskambilin her türünü biliyor. Kâğıdın her türünü biliyor. Dominoyu tavlayı biliyor, okumayı bilmiyor. Bu halk iyice olgunlaşmadan Aleviliğin özünü teşhir etmesinler. Bu yanlış. Mesela baş-

Sayı 34


SERÇEÞME

HÜSEYİN ÇIRAKMAN

Sevgiyi Aradım, Aşkı Aradım Çocuk yaştan gençliğime gelince Sevgiyi aradım, aşkı aradım. Düşünüp de ben kendimi bilince Sevgiyi aradım, aşkı aradım. Güzellerin güzel bakan gözünde Âşıkların, ariflerin sözünde Canlı cansız her nesnenin özünde Sevgiyi aradım, aşkı aradım. Ağaçta, meyvede, yaprakta dalda Anda, petekte, kovanda, balda Dört kapı, kırk makam en ince yolda Sevgiyi aradım aşkı aradım. ka dinden olan âlimler de vardır. Teşhir eder Alevilik bu. Keşiş niye yedi tane oğlunun başını verdi Hz. Hüseyin için? Ne gördü ki. Doğruluk gördü, dürüstlük gördü, kardeşlik gördü, sevgi gördü, barış gördü, dostluk gördü. Ben inanmıyorum ya olsa bile Hz. Hüseyin’in davranışları cihana şümul yani. Ben diyor, burada toza toprağa bulanmış, Yezit’e biat etmemiş, bir kesik baş bulursanız benim başım olacak diyor. Atatürk bundan ilham alarak demiş ki; bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir, demiş. İkisine de kurban olayım ben de. Alevilik bir sırdır diyorsunuz. Sır olgunlaşmadan açıklanmaz diyorsunuz. Sır değil. Alevilik bir sır değil, Alevilik bir muamma. İyice erbabı olmadan halkın huzurunda çözmeye kalkmasınlar. Yani sırla muamma ayrı şeyler mi? Sır kolay. Lapa lapa kar yağıyor. İçinde ne gizli, su, işte sır. Sana toplu iğne dürtsek, kanın çıkacak dışarı sır, işte. Gizli olan o. Muamma nedir, nasıl oluyor? Hiç bilinmeyen mi? Çözülmesi gereken şey. Bilimle akılla. Şimdi burada güzel bir nokta var. Meleklere Allah Âdem’e secde edin diyor. Bunu iyi kavramak lazım. O secde acaba Âdem’e mi, yoksa Âdem’de gizlenen Hakk’a mı? Kendine secde ettiriyor Allah, Âdem’e gizleniyor. İşte Âdem’in büyüklüğü burada. Günümüzde ne halde halk ozanlığı? Yazılan şiirler, söylenenler geleneğe ne kadar bağlı? En son söylediğin güzel! Söylese olur mu söylemese olur mu? Bu ikilemi yaşıyorlar. Açlıktan dolayı. Bir de 12 Eylül’ün korkusundan dolayı sinmişler. Hani halkın ozanı korku bilmez… Yok, o dereceye gelmemiş ki. Fuzuli diyor ki; “selam verdim rüşvet diye almadılar” diyor. Fuzuli’nin zamanında rüşvet başlamış. Günümüzde ayyuka çıktı. Torpilsiz bir iş yaptıramıyorsun. Falanca partiden olmazsan bir iş yaptıramıyorsun. Falanca partiye oy verirsen bizim adam diyorlar, oy vermezsen bizim adam değil ez onu diyorlar. Amirleri, memurları köşe başında adamlar hep haksızlıkla zengin olup köşe dönüyorlar. Var bunları eleştirenler, taşlama yapanlar var. Var ama çıkıp ta halka anlatamı-

Ekim 2007

yorlar. Yazıyor elinde kalıyor, ya da kıyıda köşede kalıyor. Bunu istese Avrupa’dakiler daha güzel yapar. Çünkü… Avrupa’dakiler söyler, zor olan sizin burada kalıp bunları söylemeniz, değil mi? Olması gereken bu da, can pazarı işte. Adam ölümü göze alıyor söylüyor. Hapse giriyor, peşinden öldü mü kaldı mı diye gidip de yoklayanı olmuyor.

Gözlerimin nuru, başımın tacı Kimine tatlıdır, kimine acı İnsanlara ölümsüzlük ilacı Sevgiyi aradım, aşkı aradım. Çırakman, aşk ile kaynadım coştum Mecnun, Leyla olup dağları aştım Benden gelip yine bana ulaştım Sevgiyi aradım, aşkı aradım.

Fikir adamı, düşün adamı olmak zor iş, değil mi? Hem halk için hem kendi öyle inandığı için. Mesela siyaset çok kirlendi. Hiçbir elle tutulacak tarafı kalmadı. Hep yağ ile kandırıyorlar. Halktan oy alıyorlar, halka bir şey vermiyorlar. Benim şu kitaplarda öyle ağır şiirler var ki, bunları ben sahnede de söylüyorum, söyledim. Ama espriler yapıyorum, güldürüyorum. Bundan on beş gün evvel Çorum’daydım. Çorum’un belediyesi “Çırakman’a saygı günü” düzenlemiş. Beni çağırdılar gittim. Orada çaldık, çağırdık. Ödülleri sıralamışsın görüyoruz. Bahseder misin biraz? On iki, on üç tane var. Şu baştaki güzel, Hacı Bektaş Onur Ödülü. Ben on iki sene gittim Ahmet Bey Hacı Bektaş’ın törenlerine çağrılı olarak. Sormakta eksik bıraktığımız, senin tamamlamak istediğin şeyler varsa onları dinleyelim. Şöyle diyeyim; bir atasözü var diyor ki; “anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az.” Şimdi hayatımı altmış yıllık bir zorlukla geçti. Bunu anlatsam değişen bir şey yok, anlatmasam yine değişen bir şey yok. Ben yarın yine açım, yine perişanım, fayda yok ki. Nasıl diyeyim, ben çiftçi gibi tarlaya tohum saçıp da, havadan yağmur bekleyip, mahsul kaldıracağım diye güvencem yok ki. Hiçbir topluma hiçbir inanç sahibine güvencem yok. Çünkü görmedim. Ben yetmiş yedi yaşındayım Devletten bir şey beklemiyorsunuz. AleviBektaşi örgütlerimiz var. Bunlardan hiç bir beklentiniz yok mu? Hep beklentim onlardan. Bana aç mısın, ne yapıyorsun, nasıl gününü geçiriyorsun, nasıl geçiniyorsun diyen yok. O üzüyor beni.

(Devamı 24. Sayfada)

Ben Acıyı yaşayıp, tatlıyı tattım Neşeyle tanışıp, kederle yattım Sivri diken gibi gözlere battım Koklayıp gülümü alan olmadı. Sevgiye susadım, aşk ile yandım Bendeki olanı uzakta sandım Gönül çeşmesinin suyundan kandım Bu gizli kaynağı bilen olmadı. Bir ağacım, altı tane dal yaptım Beynim ile yüreğime yol yaptım Bir çiçeğin öz suyunda bal yaptım Bir huzur içinde gülen olmadı. Neler gördüm altmış dokuz yaşımda Ne kadar dert varsa hepsi başımda Haram yoktur ekmeğimde, aşımda Eldeki sermayem yalan olmadı. Sevilen de haklı, seven de haklı İkisi de benim içimde saklı Bir vücut içinde karalı, aklı Bunun nedenini bulan olmadı. Buna rağmen onurumla yaşadım Kişiliksiz menfaati boşadım Bana doğru atılmadı beş adım Derdimi paylaşıp bölen olmadı. Atılmış ok gibi hedefe koştum Dolularla dolu, boşlarla boştum Bahar seli gibi çağlayıp coştum Akan gözyaşımı silen olmadı. Çırakman’ım, halkım için ezildim Sanmayın ki kendim için üzüldüm Haksızların eleğinden süzüldüm Kalbim kötülükle talan olmadı.

23


SERÇEÞME

HÜSEYİN ÇIRAKMAN

Kalmış Gibiyim Vücudum bir gemi, aşkım bir deniz Gece karanlığa dalmış gibiyim. Varacağım yeri bilmiyom henüz Ufak bir adada kalmış gibiyim. Dümen kırdı, korsan gemi yol kesti Tayfaları kafa kırdı, kol kesti Yavuz kaptan insafsızca dil kesti Başımı belaya salmış gibiyim. Sevinçli bir günle yüzüm gülmedi Dost dediğim gözyaşımı silmedi İki yakam bir araya gelmedi Mazlumdan intizar almış gibiyim. Düşüncemle kaldım ıssız adada Kaderle baş başa bir tek odada Gözüm yok ne yaşamda ne de modada Nefesim tükenmiş, ölmüş gibiyim. Sağa sola koşa koşa yoruldum Ümit ile dalgalara sarıldım Zalimlerin oku ile vuruldum Ancak rüyasında gülmüş gibiyim. Kulağıma aşk meleği sesledi Gözüm yaşı her yanımı ısladı Çiçek bitti, mezarımı süsledi Kendi cenaze mi kılmış gibiyim. Bir gün sorarlarsa Çırakman nerde? Ah ile vah ile düşmeyin derde Güzel olan şeyler varısa, nerde Orada dünyaya gelmiş gibiyim.

Kafa Kirli, El Kirli Hep güçlü olanlar suyun başında Kaynak kirli, çeşme kirli, göl kirli. Her mevsimde, baharında kışında Dere kirli, tepe kirli, sel kirli. Sıfırlara düştü siyasi ahlak Görebiliyorsan gözünü aç, bak Alınmaz olduysa rüşvetsiz bir hak Vicdan kirli, kalem kirli, kol kirli. Nasıl gerçekleşmiş hayaller düşler Her zaman bunların lehine işler Niçin aydınlanmaz karanlık güçler Dosya kirli, evrak kirli, el kirli. Ülkemizde dürüst insan yok değil. Eyi amma, kirli kadar çok değil. İnsan hakkı yenilecek hak değil. Ağız kirli, dudak kirli, dil kirli. Deterjan gelirsek yıldızdan, ay’dan Okyanusu aktarsalar uzaydan Yıkansalar geçmez bu kötü huydan Ayak kirli, bacak kirli, bel kirli. Hayali ihracat, İlksan’la İSKİ Birbirine karıştı yeniyle eski Bunları yaptıran şampanya, viski Yatak kirli, çarşaf kirli, çul kirli. Temiz toplum için temiz yürekler Hakimden halkımız hükmünü bekler Üç ayaklı sehpa diksin direkler Kazanç kirli, yaşam kirli, öl kirli. Bekle Çırakman’ım, kim kimi aklar Kılıflar içinde minare saklar Varsa hak, adalet alınır haklar Takım kirli, arma kirli, yol kirli.

24

(Baştarafı 25. Sayfada)

Mesela Ankara’da çok Alevi Bektaşi kuruluşları, yöneticileri var. Federasyonda var burada. Evet, beni bilir, tanır. Senin sosyal güvencen yok, sen nasıl yaşıyorsun deseler yeter. Onu da demiyorlar. Yani siyasetin kirli tarafından bu tarafa doğru bulaşma geliyor, çıkar ilişkisi geliyor. Benim aklıma o geliyor. Seçim yaklaşıyor, yavaş yavaş yaklaşırlar oyunuzu bize verin diye kirlerini bulaştırırlar ben ondan korkuyorum. Sormuyorlar babam sormuyorlar. Ben her şeyimde ben Aleviliği savunmuşum dürüstlüğü savunmuşum, yolu erkânı savunmuşum, dört kapı kırk makamı, on iki erkânı savunmuşum. Hiç taviz vermeden çalmışım, çağırmışım. Almanya’sında, Fransa’sında, İsviçre’sinde, Yugoslavya’sında Avusturya’sında hiç birisi şey yapamadı. Elimden tutup da senin çocuklarının aç susuz, sen perişansın, bir yararları dokunmadı. Sayabileceğim bir şey olmadı yani olamadı. Beni Çorum’a çağıran AKP’li belediye. Yine söyleyeceğimi söyledim orada. Ben dedim, hiçbir partinin kıskacına girmem, hiçbir partinin adamı olmadım. Halkımın adamıyım, neler söyledim. Ona rağmen gene otelde masrafımı ödediler, yol harçlığımı verdiler. Bakkal borcumu kapatabilirim. Yok, bizimkilerden hiçbir şey yok. Ne yapıyorlar ne yapmıyorlar. Yıllardır değerlerimizi kaybettikten sonra timsah gözyaşları döküyoruz. Timsah gözyaşları. Bu da bize yakışmıyor. Mahzuni de sağlığında söylemişti, yaşarken ozana kıymet verin. Halka ne diyor biliyor musun; “sizin belinizi kıranlar yarar, yaranıza biber saranlar yarar, sizin başınıza vuranlar yarar, erkekçe sazımı çaldım gidiyom” diyor bu halka. Ben de öyle söylüyorum Mahsuni gibi. Mahsuni benim yerime söylemiş işte. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? Ben çabanızdan dolayı, gayretinizden dolayı sizlere hem teşekkür eder, hem başarı dilerim. Bu kadar federasyon başkanları, konfederasyon başkanları bu işi iyice olgunlaştırmadan teşhir etmeye kalkmasınlar. Dünyada bir sürü sineğin yağını sıkacak kadar âlimler var. Yolumuzu, erkânımızı, gidişatımızı olgun kişilere yaptırsınlar. Bir de devamlı albüm yayınlamak halkı bezdiriyor. Sevenleri de ümitsizliğe düşürüyor. Buna da dikkat etsinler. Dedeler, dede geçinenler, iyi bir derse ihtiyacı var. Babadan dededen miras kalmış bilgiler yetmiyor. Hz. Ali bir gün bir yerden ganimet almış geliyor. Kamber yanında. Bir kişi geliyor yolun üstüne, ya Ali açım, diyor. Kamber diyor; ekmek ver bu adama. Kamber diyor ki; ekmek sofrada ya Ali diyor. Sofrayla ver diyor. Sofra devenin üstünde, yükün üstünde diyor, yüküyle ver diyor. Yük katara bağlı deyince, Hz. Ali’nin ağzından söz çıkmadan, katarla ver Kamber diyor. Ali’nin cömertliğini anlatsınlar. İpe sapa gelmez şeyler bizim Alevilerde. “Yetmiş bin kâfire benim demedi alırdı hayfını geri komadı” böyle deyişleri çaldırmasınlar. Yetmiş bin kâfiri kıracak katil mi Ali ya. Biz hem küffar kırdırıyoruz hem Allah ediyoruz Ali’yi. Öyle saçmalığa düşüyoruz ki.

Olgun olsunlar olgun şeyler söylesinler. Halk peşinde olur bunların. Dünyada da tek olur bu Alevilik. Olgunların eliyle, başlangıçta da söyledim. Orada Tuncelili bir adam var, bir de Esat Korkmaz. Bunlar hoş adamlar, buna benzer adamlar getirsinler oraya. Bu Cem TV’nin de kulağından çeksinler. Kim veriyor bunlara bu izni? Alevi İslam Din Hizmetleri... Alevi-Bektaşi desene, Alevi İslam Diyanet hizmetleri, Diyanet’in kolu mu bu? Bunlara sormak lazım, bu dünyada örgütsel çalışarak Sünni inancın içinde kaybolmayı mı amaçlıyorlar. Bir Alevi toplumu olarak Hakk’a vasıl olup, halkla bütünleşmeye mi çalışıyorlar. İki yolun biri tercih edilir. Bu lafın üzerine başka bir şey söylenmez. Çok teşekkürler, ağzına sağlık baba.

SÖNMEZ ÇIRAKMAN

Baba Ömür boyu gerçekleri yazarak İnsanlık savaşı verensin baba. Haksızlığa, zorbalığa kızarak Onları her zaman yerensin baba. Sevgiyle muhabbet özünde saklı Çağdaşlık, felsefe sözünde saklı Kamilce bir bakış, gözünde saklı Şekilde gizliyi görensin baba. Önem verdin, kişiliğe onura Çıkar için bırakmadın kenara Susuz insan hasret kalır pınara Çağlayıp, gönüle girensin baba. Ozan oldun, bu uğurda çalıştın Sevincine, zahmetine alıştın Engel çoktu, sen doruğa ulaştın Dostunun gönülünde yarensin baba. Eserlerin bir ömürü gizliyor Özgürlüğü, çağdaşlığı izliyor Bazen coşup yürek, bazen sızlıyor Şiirle yaşamı örensin baba. Tarihlerde, kitaplarda yer ettin Ulaşılmaz bir hayali var ettin Para kazanmadın, ama kâr ettin Gerçekler sırrına erensin baba Hiç yılmadın doğruları yazmaktan Haksızlığın kuyusunu kazmaktan Çekinirsin insanları üzmekten Kötülüğe sınır gerensin baba. Kelimeler senle anlam buluyor Bazen mermi, bazen çiçek oluyor Sevgi deryan paylaştıkça doluyor Muhabbet gülünü derensin baba. Doğruyu gözetip, yanlışa vurdun Barış, sevgi, dostluk üstünde durdun İçinde tertemiz bir dünya kurdun Gönül saltanatı sürensin baba. Oğlun Sönmez senle gurur duyuyor Gerçekleri orta yere koyuyor Eserinden alabilen doyuyor Özünü meydana serensin baba.

Sayı 34


SERÇEÞME

Devrimlerin Işığında Doğu Anadolu Burhan Kocadağ

Bir insanın tek başına mutlu olması, utanılacak şeydir. Albert Camus

C

UMHURİYETİN ilanı döneminde Doğu Anadolu insanı yoksul, perişan ve alabildiğine ilkel bir yaşam içinde idi. Okuma-yazma oranı sıfır denecek kadar azdı. Geniş halk kitlesi, her şeyden önce açlık ve sefalet savaşımı veriyordu. İlkel usullerle yaptığı toprak damlı evlerinde hayvanı ile baş başa kalıyor, uzun ve karlı kış mevsiminde soğuktan ve hastalıktan göz açamıyordu. Kızamık ve sıtma, tifo ve verem, savaştan arta kalanları da silip süpürüyordu. Sosyal yaşam tamamıyla felç olmuştu. Okul, hastane, ilaç ve doktor yoktu. Yol yoktu, iz yoktu. Yok oğlu yoklar üst üste yığılmış, cehalet ayyuka çıkmıştı. İlkbahar aylarında insanlar otla beslenir, karasabanla zar zor ekebildikleri bir iki tarlalık arpa, darı ve mısırlarının çıkmasını dört gözle beklerlerdi. Buğday ekmeği, çoğu yoksul aileler için rüyalarında bile göremeyecekleri kadar lükstü. Aylarca çavdar talimi yapan çocukların karınları şiş, bacakları sıska idi. Uzun, karlı kış gecelerinde ocakta yanan tezek, aş için kullanılır, beraber yatıp kalktıkları hayvanlarının sıcaklığı, tek ısınma kaynakları idi. Gecenin karanlığı ile yatar, sabahın aydınlığı ile kalkarlardı. Hastalıktan kırılan insan-

TURAN ALPTEKİN

Seyyid Ahmed Hüsâmeddîn ve Nakşibendî Öğretinin Kökleri

demos

ISBN: 978-9944-387-07-1 13,5 x 21 boyutunda, 95 sayfa İstanbul, Ekim 2007

yayınları Divanyolu Cad. Erçevik İşhanı No: 54/211 Cağaloğlu - İstanbul Tel: 0212 526 60 28 www.demosyayinlari.com.tr

Ekim 2007

ların ilacı iplik, şiş karınlı çocukların gıdası, duvar diplerindeki topraktı. Yıllar sonra geçmişin bu yoksulluk ve sefalet tablosunu çizerken zamanın eskitemediği o günün acıları, bu gün içimizi sızlatmaktadır. Satırlarım belki o günlerin kara tablosunu çizmeye yetmez, ama bunların hepsi acı gerçeklerdi. O günlerin çocukları böyle yaşadılar çocukluklarını. Bu acılar, bu sıkıntılar, bu yoksulluk ve sefaletler doğu insanının kara yazgısıydı sanki. Suç onların mıydı, yoksa geçmiş yönetimlerin mi? İster onların, ister geçmiş yönetimlerin olsun, ortada bir gerçek vardı. Faturasını da geniş halk tabakası acı acı çekiyordu. Toprak dağılımı düzensiz, yoksulluğun getirdiği marabalık kol geziyordu. Eşkıyalar dağ başlarını tutmuş, zorbalık yasa olmuştu. Köylerde ve kasabalarda dağ kanunları geçerliydi. Bu sosyal sefalet, bu sosyal çöküntü, düşünce ve inançları da etkilemişti. Tarikatlar, tek keler, ocaklar ve zaviyeler, şeyhleri ve hocalarıyla, ağaları ve derebeyleriyle el ele vermiş, kapkaranlık bir duvar örmüştü. Bir lokma, bir hırka, tek felsefeleri, yatırlar ve ziyaretler tek umut kaynakları idi. Yatır başlarında toprağa ve taşa akıtılan gözyaşlarıyla yakarıyor, yalı ve çırpılara bağlanan allı-morlu bez ve iplik parçalarıyla medet bekliyorlardı. İşte böylesine kapkaranlık bir ortamda cumhuriyet güneşi doğdu. Kimi çevrelere veya kimi zümrelere göre cumhuriyet iyi karşılanmadı ama geniş halk kitlesi, zamanla cumhuriyetin faziletini öğrendi. Yüce Atatürk’ün devrimleriyle başlatılan kalkınma seferberliği, tüm Türkiye’de olduğu gibi Doğu Anadolu’da da etkisini göstermeye başladı. Yapılan harf devrimi ile Arap alfabesi bırakıldı. Kasaba ve köylerde açılan okullara çocuklar gönderilirken, ilçelerdeki halk evlerinde de yetişkinler okuma yazma seferberliğini başlattılar. Kalkınma ve yoksulluktan kurtulma, cehaleti yenmekle olur. Bu inançla, ülkenin her yerinde eğitim seferberliği başlatıldı. Açılan kurslarda eğitmenler yetiştirilerek köylere gönderildiler. Zamanla hastaneler, sağlık ocakları ve dernekleri kuruldu. Verem savaş, sıtma savaş dernekleriyle geniş halk kitlesini kırıp geçiren sıtma ve verem gibi hastalıklarla zorlu mücadele kampanyaları açıldı ve yürütüldü. İnanç sömürüsü yuvalara son verildi. Tekkeler, zaviyeler kapatıldı. Kılık ve kıyafet devrimi ile çarşaf, peçe, şalvar, sarık gibi çağdışı acubeler kaldırıldı. Vatandaşlar, uygar bir kıyafetin içine sokuldu. Yeni anayasanın ışığında kabul edilen medeni kanunla kadın-erkek eşitliği getirildi. Hukuk devrimi ile uygar ve insancıl yargı sistemi konuldu. Alınan etkin önlemlerle zorbalıklara son verildi. Eşkıyalar, halka zulüm yapanlar, yol kesenler, köyleri basanlar tek tek yakalandılar. İl ve ilçeleri birbirine bağlayan yollar açılarak ulaşım kısmen düzene sokuldu. Ziraata el atıldı. Açılan kredilerle, devletin bizzat uzanan elleriyle az da olsa ilkel ziraattan çağdaş yönteme adım atıldı. Bütün bu yenilikler belki bir anda olmadı, ama başlangıç ve yöneliş zaman içindeki değişim, halka umut verdi.

Türkiye’nin dört bir tarafında olduğu gibi Doğu Anadolu’da da dünyada ilk kez Türkiye’de uygulanan, iş ile eğitimi bir arada yürüten Köy Enstitüleri açıldı. Erzurum’da Pulur, Kars’ta Cilavuz, Malatya’da Akçadağ, Diyarbakır-Ergani’de Dicle, Van-Erciş’te Ernis Köy Enstitüleri kuruldu. Yüzde seksen köy çocukları bu okullara gönderildi. Her bölgenin çocukları, kendi bölgelerinde açılan bu enstitülere koştular. Kırsal kesim ve ovalarda birer şehir gibi fışkıran bu enstitülerde beş yıllık eğitim süresince öğretmenlik eğitimi ile birlikte marangozluk, demircilik, dülgercilik ve ziraatçılık öğrendiler. Asker elbiseleri içinde kendi binalarını kendileri yaptılar, kendi işlerini kendileri gördüler. Çevrelerinde örnek meyve yetiştirdiler, sebze yetiştirdiler ve mantar biter gibi kısa zamanda binalar yükselttiler. Bu çalışma şevki içinde milli oyunlar, zeybekler, marşlar ve türküler, onların bu heyecanına, heyecan kattı, güç verdi. Bir heyecan sarmıştı tüm köy enstitülerini. Bu heyecan, kalkınma heyecanı idi. Bu heyecan, kısa zamanda köylere, kasabalara, dağlara, taşlara yayıldı. Bu köy enstitülerinden mezun olanlar, büyük bir heyecanla öğretmen olarak, sağlıkçı olarak, ziraatçı ve sanatkâr olarak köylerine dağıldılar. Yaptıkları başarılı hizmetlerle köylülerinin gözü, kulağı, aklı, fikri oldular. Onlara uygarca, insanca yaşamak için öğrendiklerini öğrettiler. İnsanın, insanı ezmesine karşı çıktılar. İnsanca, hakça bir düzen için karanlıkla, cehaletle savaştılar. Bu kutsal savaşımda kimi zaman ezildiler, kırıldılar, sürüldüler, ama kara cehaletten, kara cehaletin arkasındaki çıkarcı güçlerden korkmadılar, yılmadılar. Köylerine koşan enstitü mezunları, o heyecan dalgası içinde Atatürk’ün “Köylü efendimizdir” yüce buyruğunu, iş ve eğitimle bir arada yoğrulmuş nasırlı elleriyle bir nakış gibi zihinlere işlediler. Enstitülü müzisyenler, sağlıkçılar, yazarlar, ozanlar, Türkiye’nin semalarında görünür oldular. Konusu köyler olan romanlar, şiirler yazıldı. Ağıtların yerini coşkun türküler aldı. Romanların dili, saraylardan, yalılardan, gül ve leylaklardan köylere, Ayşe’lere, Fatma’lara yöneldi. Yeri gelmişken, o günlerin zorlu savaşımında onlardan bir ışık olan, varlığını köylüsüne adayan enstitülü ozan arkadaşım Hüseyin Tatar’ın, o günkü milli ruhu belirtmek bakımından bir şiirini bu satırların arasına aktarmadan geçemeyeceğim.

Ne Olur Ben Göreyim Asırların özlemi sır kalmış o amaca Seni coşmuş göreyim, seni gürler göreyim. Nasırlı avucunu gösterirken yamaca, Sana tek kavuşacak ben varım der göreyim. Bozkırı fethetmeye çıkmış bir er göreyim. Şu yurt efendisinin elinden olsun tutan Ocakta tezek değil, sobada kok göreyim. Sapsarı, çırılçıplak, avucuyla toprak yutan, Şu duvar dibindeki yavruyu tok göreyim. İlacı iplik olan sıtmayı yok göreyim. Taçları tepelemiş kahramanlar ilinde, Ahır köşelerine sokulmuş fen göreyim. Anamı mektup yazar, bacımı tahsilinde, Babamı motor sürer, yavrumu şen göreyim. Geçmişim göremedi, ne olur ben göreyim.

25


SERÇEÞME

SAFEVİLERİN OĞUZ TÜRKMEN BOYLARI ARASINDAKİ ETKİSİ VE

Safevi Devleti - Bölüm I

S

AFEVİ Devleti’nin doğmasını sağlayan Şeyh Safüyiddin İshak Erdebilli (1252–1334) İranlı bilginlerin “Piri Türk” (Türk Piri) “Gunci Türk” (Türk Genci) olarak adlandırdıkları bir şeyhtir. Çeşitli çevrelerle temas kurar. Sonunda döneminde ünlü bir şeyh olan Zahit Geylani ile tanışır. Zahit Geylani’nin halifesi olur. Kızıyla evlenir. Şeyh Geylani yaşamını kaybedince yerine geçer.

Erdal Zeki Aslan

Safevilerin Ortaya Çıkışı

Bilindiği gibi Kul Himmet, Tokatlı Alevi bir Türkmen halk şairidir. Ve yedi kutsal Alevi Bektaşi ozanından biridir. Diğerleri ise Fuzuli, Hatayi, Yemini, Virani, Nesimi ve Pir Sultan Abdal’dır.

Dünyaca ünlü doğubilimci Viladimiroviç Bathold, Erdebil şeyhi Safiyüddin için ve Safeviler “şüphesiz Türk’türler” diyor. Prof. Dr. Fuzul Bayat Şeyh Safiyüddin’in Oğuz Türkü olduğunu vurguluyor. Fransız tarihçi Jean Louis Becaue Gramont, Safeviler Erdebilli ve Akkoyunlular gibi Türk’tür görüşünü belirtir. Nicolas Vatin, Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail Safevi (Hatayi) arasındaki çatışmayı Osmanlı padişahı olan ile yarı göçebe Türk dünyasını temsil eden Türk şahının savaşı olarak ele alır. Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Toğan, Şeyh Safiyüddin ve Safevi ailesinin Safvetu’s-safa adlı kaynağa dayanarak Türkmenler arasında kalarak Türkleşmiş bir Kürt aileye mensup olduğunu, aslında Firuzşah adlı, Musul’un batısından Azerbaycan’a göçen bir Kürt aileden geldiğini savunur. Kaynak olarak Ahmet Kesrevi’nin Safvetu’s-safa adlı esere dayanarak yaptığı yorumu temel alır. Dr. Faruk Sümer’de bu görüşlere destek verir. Ancak Safevilerin Şeyh Safiyüddin’in soyundan gelen Şah İsmail’in ana dilinin kesinlikle Türkçe olduğunu dile getirir. Sümer ve Togan ile Safevilerin kökeni konusunda ortak görüşü paylaşan batılı yazarların oybirliği ile birleştikleri düşünce ise Safevilerin ana dillerinin Türkçe dayandıkları kitlenin de Oğuz Türkmen boyları olduğu gerçeğidir. Safvetu’s-Safa’da gerek Ahmet Kesrevi’nin dayandığı el yazması nüsha, gerekse daha eski tarihi kaynaklarda Şeyh Safiyüddin’in Dehr-i Tork’da (Türk köyünde) yaşadığı vurgulanmaktadır. İran’lı tarihçiler ise Safeviler’in Türkleşmiş Fars kökenli bir aileden geldiğini iddia ederler. Yine tarihçi Kesrevi bu görüşü savunanların dayandıkları bir isimdir. Tarihçi Kesrevi’yi izleyen Cevad Meşkûr, Said Nefaisi, Ahmet Tacbehş, Abbas İkbal, Aştiyani Rahimzade ve diğer İranlı yazarlar Safevilerin Fas kökenli Türkmenleşmiş bir aile olduğunu iddia etmişlerdir. Safevilerin Arap kökenli bir aileye mensup oldukları İmam Musa Kazım’a uzanan bir kökenden geldikleri görüşü de yaygındır. Dr. Mustafa Ekinci Şeyh Safiyüddin’in peygamber soyundan gelerek seyid olması ihtimalini akla uygun bulur. Ancak Şeyh Safiyüddin ve taraflarının Oğuz Türkmen boylarından olduğunu özenle vurgular. Bütün bunların dışında Safevilerin Taliş ya da Gilan’lı oldukları iddiası da gündeme gelmiş; ancak bu görüşler bilim dünyasında hemen hemen hiç taraftar bulmamıştır. Ünlü Safevi tarihi uzmanlarından Walther Hınz Safevilerin seyyid ve peygamber soyundan geldikleri görüşünü doğru bulmamış, ciddiye

almamıştır. Yukarıda ifade edilen Kürtlük, Farslık, Taliş ve Gilan kökenli olmak gibi iddia ve görüşlerin hiçbiri sağlıklı bir temele dayanmamaktadır. Rus tarihçi Petruşevski Safevilerin Türkçe konuşan ve Türk soylu oldukları görüşünü akla en uygun olasılık olarak görür. Anadillerinin Safevilerin öncüsü Safiyüddin’den evvel de Türkçe olduğunu belirtir. Alevi efsanelerinden birinde Şeyh Safiyüddin’in Hubyar Dede ile amcazade olduğu anlatılır. Hubyar Dede, Teke boyundandır. Safeviler de Oğuzların Teke boyuna bağlanır. Alevilik Bektaşilik araştırmalarının önde gelen adlarından İrene Melikof Şahkulu isyancılarının Safevi taraftarlığına dikkat çeker. Safevilerin, Şahkulu isyanını çıkaran Şahkulu ve çevresindekilerin aynı kökenden ve Oğuz Türkmen Teke boyundan olduklarını vurgular. Yine Antalya’da Aleviler arasında yaygın bir söylenceye göre Şah İsmail Antalya’ya kadar gelir. Bir mağara ya da bir geçitte nişanesi (izi) kalır. Bir diğer söylenceye göre, Kul Himmet ve Şah İsmail amca torunlarıdır. Kul Himmet’in dedesi Nurettin, Şeyh Cüneyt’in oğullarındandır ve Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar ile anadan ayrı babadan bir kardeştirler. Şeyh Cüneyt oğlu Nurettin’i Tokat’a gönderir. Kul Himmet ve babası bu bölgeye yerleşen Safevi ailesinin bir diğer kolu olarak varlıklarını devam ettirirler. Bilindiği gibi Kul Himmet, Tokatlı Alevi bir Türkmen halk şairidir. Ve yedi kutsal Alevi Bektaşi ozanından biridir. Diğerleri ise Fuzuli, Hatayi, Yemini, Virani, Nesimi ve Pir Sultan Abdal’dır. Antalya yöresi Teke Türkmenlerinin yoğun olduğu bir yöredir. Bunun yanında Tokat yöresinde de Tekeli Dağı bulunur. Büyük bir Alevi ereni olan Hubyar Dede Teke boyuna mensuptur. Safevilerin atası Şeyh Safiyüddin ile yakın akraba olduğu halk efsanelerinde dile getirilir. Teke boyu ile ilgili efsaneler hem Safeviler hem Tokat yöresindeki Hubyar Dede ocağı ve Antalya bölgesindeki Teke Türkmenlerini birbirine bağlamaktadır. Son yapılan araştırmalara göre, Teke Boyu 15. yüzyıl ve 16. yüzyıllarda Antalya, Burdur, Muğla ve Isparta’dan başlayarak Diyarbakır’a kadar yayılan büyük bir Oğuz Türkmen boyuydu. Bu boyun Azerbaycan, Irak ve İran’a kadar uzanan kolları bulunuyordu. Tarih bilimci ve yazar Reha Çamuroğlu’nun İsmail adlı romanında Şeyh Haydar’dan Tekelü (Tekeli) Haydar olarak söz edilir. Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken, Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü ve Prof. Dr. Hüseyin G. Yurtaydın Safevilerin Türk asıllı olduklarını vurgularlar. Safeviler

26

konusunun iki büyük uzmanı Prof. Dr. Mirza Abbaslı ve Prof. Dr. Oktay Efendiyev Safevilerin etnik kökeninin Oğuz-Türkmen kaynaklı olduğunu, Türklüklerinin bilimsel ve tarihsel bir gerçek olarak bilim dünyasına kesin kanıtlarıyla sunmuşlardır. Geçtiğimiz yıl içinde (2006) İran’lı bir Türk olan değerli tarihçi ve dilbilimci Babek Cevanşir ve yine değerli bir tarihçi Ekber N. Necef Şah İsmail Hatayi (Hata’i Külliyatı) adlı yapıtlarında hem birinci elden kaynaklardan yararlanmışlar, eski yorumların yanlış ve eksik saptamalarını akılcı şekilde ele almışlardır. Şah İsmail Hatayi’nin bizzat kendi şiirlerinde Türk ve Türkmen kavramlarına yaptığı güçlü vurguları ele alarak Şah İsmail’in düşüncelerini gözler önüne sermişler bu açık verileri değerlendirerek Safevilerin Türkmen kökenli olduklarını daha doğrusu Türk soyundan geldiklerini tartışmasız şekilde kanıtlamışlardır. Ünlü tarihçi Oktay Efendiyev, Petruçevsky, Barthold ve diğer araştırmacıların Safevilerin Türk olduğunu söylemeleri ve kendisini teşvik etmeleri üzerine bu konuda çalışır. Prof. Dr. Mirza Abbaslı, Tevekkül İbni Bezzaz’ın Seffatül Sefa adlı yapıttaki el yazmalarında Şeyh Safiyüddin’e Pir-i Tork (Türk Piri) Cevan-ı Türk (Türk Genci) denildiğini saptar. Prof. Efendiyev, Safevilerin ilk yandaşlarında Türkmenler olduğunu görür. Prof. Abbaslı ise, A. Kesrevi’nin dayandığı yazma eserde bile defalarca Şeyh Safiyüddin’den Türk olarak söz edildiğini söyler. Zaten Kesrevi’nin dayandığı yazma eser Safeviler tarih sahnesine çıktıktan çok sonra kaleme alınmıştır. Bu eserde bile Şeyh Safiyüddin’in Karaman, Konya, Niksar, Varsak, Menteşe, Teke, Diyarbakır ve Anadolu’nun diğer yörelerindeki Türkmenler arasında yandaşlarının çığ gibi arttığı belirtilir. Doç. Dr. Yusuf Küçükdağ, Doç. Dr. Mazlum Uyar gibi Safevi karşıtları ile Doç. Dr. Faruk Sümer, Dr. Mustafa Ekinci, Prof. Dr. Mustafa Uslu gibi yine Safevilere uzak ve karşı gözlerle bakanlar bile Şeyh Safiyüddin’in yandaşlarının Türkmen boyları olduğunu vurgularlar. Ayrıca Safevilere kem gözle bakmayan, nesnel tarih bilimcilerden Prof. Dr. Cemal Kafadar ve Prof. Dr. Metin Kunt’da Safevilerin yandaşlarının Türkmen boyları olduğunu dile getirirler. Doç. Dr. Ali Yaman’da Safevilerin Türkmen kitleler arasındaki etkisini belirtir. Bütün kaynaklarda Şeyh Safiyüddin’in Türkmen boylarıyla bağına ve Türkmen kitleleri üzerindeki etkisine dikkat çeker. Şeyh Safiyüddin söylenceleşen hikayelere, öykülere göre Türk diline çok önem verir. O dönemin kaynaklarında Şeyh Safiyüddin, evine konuk olanlara Türkçe konuşurlarsa bal, Farsça ya da başka bir dil konuşurlarsa tuz ikram eder. İlhanlı ve Celayirlilerin ileri gelenleri Şeyh Safiyüddin’den Türk’ün Piri ya da Türk piri şeklinde söz eder ve seslenirler. Safevilerin atası olarak bilinen “Zerrin Külah” (Kızılkülah) Firuz Şah etnik mensubiyeleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden biri Firuz Şah’ın Arap olduğudur. Peygamber soyuna bağlama isteği bu iddianın temelidir. Bu nedenle pek bir geçerliliği yoktur. Diğer iddialarda akla pek uygun gelmemektedir.

Sayı 34


Ancak Prof. Dr. Sümer Firuz Şah’ın Musul ile Diyarbakır arasındaki bir bölgeden Sincan yöresinden gelme ve Kürt kökenli olma savını işler. O da bir başka Türk tarihinden güç alır, Ord. Prof. Dr. Zeki Velidi Togan. Bu iki tarihçi Safevi ailesinin Türkmenleşmiş bir Kürt aile olarak ele alırlar. Ancak Ord. Prof. Dr. Velidi Togan Safevilerin taraftarlarının Türkmen olduğunu dile getirir. Prof. Dr. Sümer de Şah İsmail’in ve diğer Safevi şahlarının ana dillerinin Türkçe olduğunu belirtir. Değerli araştırmacılar Babek Cevanşir ve Ekber N. Necef ise sözü edilen Sencan ya da Sincan yöresinin Horasan Coğrafyasının Belh yöresi olduğunu belirtir. Ünlü tarihçi Prof. Mirza Abbaslı da Azerbaycan’da Türk yerleşiminin yoğun olduğu Sincan yöresine dikkat çeker. Bu arada çok önemli bir noktanın altını çizmemiz gerekir. Sincan ya da Sencan yöresinin adına Türkmen yerleşimlerinin bulunduğu birçok yörede rastlanır. Babek Cevanşir ve Necef, Firuz Şah’ın Horasanlı olduğunu belirtirken Sencan ya da Sincan adlarını taşıyan birçok yerleşim birimi bulunduğuna dikkat çekerler. Bunlar şu bilgilerde göze çarpar. Merv, Nişabur, Derbent, Hemedan, Hulhul bunlardan bazılarıdır. Bu verilerden yola çıkarak Firuz Şah’ın Merv, Nişabur ve Belh gibi yörelerden ve o yörelerin Sencan adını taşıyan herhangi bir bölgeden geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Prof. Dr. Mirza Abbaslı, Ahmet Kesrevi’nin, Sincan yöresine ilişkin araştırmalarının geçersizliğini kanıtlamıştır. Kesrevi, Safevilerin Sincan yöresinden geldiklerini söylemişti. Prof. Dr. Mirza Abbaslı güçlü ve sağlam temellere dayanan araştırmalarıyla Safevilerin Musul yöresindeki Sincar yöresinden değil, Merv ya da Belh çevresinde bulunan Sincan yöresinden geldiklerini açıkça ortaya koymuştur. Ancak burada önemli ve gözden kaçırılan bir nokta söz konusudur. On birinci ve on ikinci yüzyıllarda Oğuz Türkmen boylarını yönlendirdikleri bu dönem içinde gerek sözü edilen Musul, Diyarbakır ve bunun gibi bölgelerde yoğun Oğuz Türkmen göçüne rastlanmaktadır. Ayrıca B. Selçukluların son büyük hükümdarı Sultan Sencar (Sencer) Musul yakınlarında dünyaya gelmiştir. Sencan, Sincan, Sencan, Sincan gibi adların da Sancar adıyla bağlantılı olduğu Sultan Sancar’ın hükümdarlık yaptığı yıllar içinde bu geniş coğrafyada kendi adını taşıyan yerleşim birimleri kurduğu bugün açıkça bilinmekte ve bilim dünyası tarafından ortaya konmaktadır. Babek Cevanşir ile yaptığımız uzun telefon görüşmelerinde Sencan adını taşıyan birçok yerleşim biriminin daha bulunduğunu öğrendik. Ayrıca bu yerleşim birimlerinden özellikle Merv, Nişabur ve Belh çevresinde bulunanların Oğuz Türkmen nüfusu büyük bir yoğunlukla barındırdıklarını vurgulamak gerekir. Şah İsmail’in kullandığı Türkçenin Belh kökenli ve Doğu Horasan ağırlıklı kelimelerle dolu olduğu görülmektedir. Bu durum Şeyh Safiyüddin’in atalarının yani “Zerrin Külahlı” (Kızılbaşlıklı) Firuz Şah’ın Merv hatta son bulgular incelendiğinde Belh yöresine yerleşmiş Horasan kökenli Oğuz Türkmen asıllı mutasavvıf olduğu gerçeğini doğrular. Böylece Sincanlı yani Diyarbakır çevresinden ya da Musul yakınlarından olduğu iddiası Şeyh Safiyüddin açısından geçerliliğini yitirmektedir. Yalnız burada üzerinde önemle durulması gereken bir nokta vardır. Sencan ya da Sincan yöre adları Türk ve Türkmen yerleşim bölgelerinde sık sık karşımıza çıkmaktadır. Uygur özerk bölgesi de Çin’de ve Doğu

Ekim 2007

Şah İsmail savaşta

SERÇEÞME

Türkistan’da yer alır. Bilindiği gibi bu bölgeye de Sincan adı verilmektedir. Yöresel söyleyişle Sencan denildiği de görülmektedir. Ankara’nın ilçelerinden birinin adı da Sincan’dır. Şah İsmail Safevi (Hatayi) kendi kalemiyle Türkmenlik ve Türklük kavramını açıklar. Yazımızın ilerleyen bölümlerinde şiirlerinden bir örnekle bu konuya da açıklık getireceğiz. Şah İsmail anne tarafından Akkoyunlu Türk menlerindendir. Bilindiği gibi Şah İsmail’in annesi Halime Begüm (Alem Şah) Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızıdır. Akkoyunlular kendilerinin Oğuzları Üçok kolunun Bayındır boyundan olduklarını belirtmişlerdir. Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar ise Oğuz Türkmenlerinin Teke boyuna mensuptur. Safeviler ile Akkoyunluların arasındaki akrabalık bağları bilindiği gibi daha eskiye uzanır. Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyt’de Uzun Hasan’ın daveti üzerine Akkoyunlu sarayına konuk olur. Uzun Hasan kızkardeşi Halime Begüm ile evlenir. Akkoyunlular ile Safeviler Şeyh Cüneyt’den başlayarak sıkı akrabalık bağları kurmuşlardır. Şah İsmail ile Safeviler Oğuz Türkmen kökenli bir şeyh ailesidir. Şii-Batıni-Alevi akımların Oğuz Türkmen boyları arasında yaygın olması Safevilerin popüler Türkmen halk islamına güçlü bir şekilde sarılmaları aradaki duygusal ve düşünsel bağları daha da güçlendirmiştir. Böylece Türkmen boyları aradıkları politika ve din önderliği Şah İsmail’in liderliğinde bulmuşlardır. Akkoyunlular ve Safeviler arasındaki akrabalık bağını açıkladıktan sonra Sencan yöresine ilişkin saptamalarımıza geri dönelim. Kazvin, Merv, Doğu Suriye ve daha birçok yörede Sencan adına rastlanır. Sencan adı Sincar, Sincan ya da yöre adları ufak tefek harf farklılıklarıyla Türkmen boylarının göçü sırasında özellikle Selçuklu ve Türkmen atabeyliklerinin kurulduğu zaman dilimi içinde yaygınlaşır. Tahran’da da Sencan adında bir yerleşim alanı ile karşılaşılır. Sencan, Sencar, ya da Sincan’a dönüştüğü görülür. Değerli araştırmacı Babek Cevanşir Sencan, Sincar Sencer, Sincan vb. söyleyişleri aynı köküne bağlar. Bu bakımdan bazı tarihçilerin Sincar ve Sencan sözcükleri arasında yaptığı ayrımı anlamsız bulur. Sencan adının farklı söylenişlerinin temelde Horasan kaynaklı olduğunu, kuzeyde Afganistan sınırları içinde kalan Belh yöresinde Türkmen oymaklarının yoğun olduğu ve Oğuzların yayılmasıyla bu yer adının birçok alanı kapladığını ifade eder. Tahran’da Siyahruttan Belh’e ve diğer bölgelere yayılan Sencan adı Türklerin göçüyle

bağlantılıdır. Bu, bizim açımızdan tam bir doğrudur. Bunun yanında Şah İsmail kendin bir Türk olarak tanımlar. Şu dizeleri dikkat çeker. “Yetdükçe tükürür Arab’un kuyu meskeni Bağdad içinde hernece kim Türküman kopar.” Burada Türkmen egemenliğine vurgu yapılır. Ayrıca Şah İsmail Safevi Türk kavramını güzellikle eş tutar. “Sen ey Türk-i peri peyker, ecaib sün-i Yezdan’san Görenden berlü ruh-sarun, sözüm Allahu Ekber’dür.” Şah İsmail’in bunun gibi çok sayıda şiiri onun Türk ve Türkmenliğe bakışını sergiler. Ünlü Türk tarihçileri Zeynep Dramalı ve Haşim Şahin de Hürriyet Tarih dergisinde yer alan bazı yazılarında Safevilerin Türk olduklarını belirtirler. Safevilerin kurdukları devletin ve dayandıkları kitlenin Oğuz Türkmen boyları olduğunu Rus, Alman, İngiliz, Fransız, Arap, İranlı, ABD’li ve Türk bilim adamlarının ezici çoğunluğu tam bir görüş birliği içinde dile getirirler. Şeyh Safiyüddin’in mezhep durumu da hep tartışma konusudur. Sünni Türk yazarları bu konuda da canla başla çalışarak Şeyh Safiyüddin’in Sünni olduğunu savunurlar. Oysa bu iddialar ciddi olamaz. Sünni Ehl-i Beyt bağlılığı olan heterodoks ve gayr-i Sünni Türkmen boylarıyla yakın bağı olan bir şeyhin Sünni olduğu savı gerçeklerle nasıl bağdaşabilir. Safeviler için şu üç görüş ileri sürülmüştür.

1.

Şeyh Safiyüddin Sünnidir, Şiilik ile hiçbir bağı yoktur.

2.

Şeyh Safiyüddin Alevidir, kendini gizlemiştir.

3.

Şeyh Safiyüddin’in Şii-Alevi görüşleri Sünni görüşlerle kaynaştırmış ve bu anlayışlar arasında açık bir seçime ve ayrıma gitmemiştir. Yukarıda sıraladığımız her üç iddiadan Safevilerin Sünni olduklarına ilişkin görüşler yanında gayrı Sünni yani Sünnilik dışı olduklarını savunan görüşler derin bir farklılık gösterirler. Ayrıca Safevilerin ne Ortodoks Sünni nede Heteredoks Alevi-Batıni aşırı Şii görüşlere sahip olmadıklarını daha doğru bir ifadeyle her iki görüş arasında başlangıçta kesin bir taraf tutmaya gitmediklerini vurgulayan çevreler de vardır. Son zamanlarda yapılan ciddi araştırmalar ve incelemeler Safevilerin daha (Devamı 28. Sayfada)

27


SERÇEÞME (Baştarafı 27. Sayfada)

Safevi Devleti kurumlaşmaya başladıkları ilk andan itibaren Şeyh Safiyüddin döneminde Ehl-i Sünnet anlayışının dışında ve heteredoks görüşlere yakın bir anlaşış benimsediğini göstermektedir. Net ve kesin olarak şunu ifade edebiliriz ki; Şeyh Safiyüddin ve Safevilerin Sünni görüntüsünün bir takım ağır baskılardan korunabilmek amacıyla yaratılmış bir maske olduğu bugün artık inkar edilemeyecek bir gerçektir. Tarafsız ve kendisini Ortodoks Sünni ve Şii görüşlere hapsetmeyen, dürüst ve bilim ahlakına sahip tarihçilerin, bilim adamlarının gösterdiği gibi Şeyh Safiyüddin Oğuz-Türkmen kökenli bir mutasavvıf olduğu gibi Sünnilik dışı ve heterodoks görüşlere sahip bir düşünce adamı ve tasavvufi aksiyonel hareketin lideridir. Şeyh Safiyüddin yaşadığı dönem içinde ününe ün kattı. Kırım’a kadar giderek irşad (aydınlatma) faaliyetlerinde bulundu. 1334 yılında yaşama gözlerini yumduğunda Buhara’dan Konya’ya, Irak’tan Horasan’a ve özellikle Heterodoks Oğuz-Türkmen boylarının bulunduğu her yöreye kadar nüfusunu yaydı. Yerine geçen oğlu Şeyh Sadrettin 1334–1392 yılları arasında tarikatın gücünü arttırdı. Şeyh Sadrettin, “Şeyh Şuayüh” (Şeyhlerin Şeyhi) ünvanını alarak büyük bir üne sahip oldu. Bu dönemde özel şairi Kasım-ı Enveri’yi Doğu İran’a, Horasan’a ve çevresine gönderdi. Bu bölgelerdeki Serbedariler adı verilen Batıni ve Şii hareketleri tanımaya çalıştı. Bu davranışı ile Şeyh Sadrettin’in ve Safevilerin Sünniliğinin göstermelik olduğu net bir şekilde görülür. Şeyh Sadrettin Herat’a kadar giden müritleri aracılığı ile etkisini arttırdı. 1392’de yaşama veda etti. Yerini oğlu Hoca Ali aldı. 1392–1429 yılları arasında tarikatın başına geçen Şeyh Hoca Ali (Alaaddin Ali) açıkça Alevi-Şii olduğunu herkese ilan etti. Ünlü hükümdar Timur zaman içinde Sünnilikten Şiiliğe yöneldiğinde Hoca Ali’ye ve diğer Sünnilik karşıtı seyitlere, şeyhlere büyük bir saygı gösterdi. Bu dönemde Anadolu Türkmenleri ve Safeviler arasındaki yakınlık daha da arttı. Bu yakınlık efsanelere (söylencelere) konu olmuş ve çeşitli hikayeler dilden dile yayılmıştır. Bu hikayelerden birinde Timur, yanında tutsak olarak götürdüğü otuz bin Anadolu Türkmen’ini Şeyh Hoca Ali’nin isteği üzerine serbest bırakır. Heteredoks Alevi inançlı bu Türkmenler Safevi tarikatının sadık müritleri olurlar. Hoca Ali’nin ardından 1429–1447 yılları arasında oğlu Şeyh İbrahim tarikatın yandaşlarını iyice arttırdı. Şeyh İbrahim’in 1447’de vefatı tarikatta ideolojik bir değişim meydana getirdi. Şeyh İbrahim’in oğlu Şeyh Cüneyt (1447–1466) yılları arasında önderlik yaptığı Safevi tarikatın tamamen Heteredoks Alevi bir yapıya kavuşturdu. Şii-Batıni radikal bir tarikata dönüşen Safevi hareketini Suriye, Irak, İran, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Anadolu ve Rumeli’ye yayılmış göçebe, yarı göçebe ve köylü Oğuz Türkmen boyları arasında yaygınlaştırdı. Şeyh Cüneyt ve Safevi Kızılbaş hareketini ve Oğuz-Türkmen boylarının Osmanlılarla verdiği amansız mücadeleyi ele almadan önce Osmanlıların kuruluş dönemine ve Anadolu’daki gelişmelere bakmamız ve değerlendirmemiz gerekmektedir.

28

Öz İçinde Özdür Aşk Ali Kaykı

G

ÜNÜMÜZDE her şeyi öylesine karıştırdık ki, çoğu konuyu ayrıştıramayıp saflığına indirgeyemediğimiz gibi o saflığın sıcaklığını da hissedemez olduk. Böylece bakırı altın, gümüşü demir olarak tanımlamaya başladık. Bu durumun ya farkında değiliz, ya da birileri bizlere böyle öğretiyor! Hislerimiz karışmış, bir yerde alabora olmuşlar. Son ile başı ayrıştıramaz olmuşuz. Hoşlandığımız bir nesneye sevdalandığımızı, hatta âşık olduğumuzu söylüyoruz. Oysa, bu kadar basite indirgediğimiz kelimenin kavram olarak ne kadar yüce bir değere sahip olduğunun bilincinde değiliz. İçinde evreni barındıran bu yüce duyguya erişmenin ne denli zor olduğundan da habersiz, bir bakışta hoşlandığımız varlığa ya da olaya bağıra çağıra yakıştırabiliyoruz. Adını da koymuşuz: “Yıldırım aşkı”. Oysa çok kere aşk olarak yorumladığımız bu duygumuzu bir öfkeye, bir anlık kızgınlığa feda edip unutabiliyor, başka gönül eğlencelerinin arayışına geçebiliyoruz. Gururumuza dokunan bir söz, ortada ne aşk bırakıyor ne de meşk. Gerçek anlamda en fazla sevgi ile sınırlayabileceğimiz bu duygumuzu, sevdanın da ötesinde içinde sonsuzluğu barındıran bir yücelik ile tanımlıyoruz. Bu halimiz, egomuzun güçlülüğünün ve bilinçsizliğimizin göstergesidir. İnsanlar hoşlandığı, beğendiği veya sevdiği bir varlığı uyum sağlayamadığı zaman vazgeçip, sevgisinden geri dönüş yapabilir. Buraya kadar hala özgür iradesi hakimdir. Çünkü, hoşlanma ya da sevme sadece görsel beğeni sonucu kontrollü, yoğunlaştırılmış duygudur. İnsan bir varlığı ya da bir olguyu sevmeye başladığı zaman, kendisi ile uyum oranına bakar. İçsel olan bu uyum, kişiyi ya da olguyu kendinden daha cazip hale getirip fedakarlık yaptırır. İşte en büyük benlik duygusu burada başlar. Yani sahip olmak! Bu isteğin başladığı an, kişinin sevgisinin dönüm noktasıdır. İnsan sahip olmak istediği bir şey için, sevgisi oranında imkanlarını kullanarak onu elde etmeye çalışır. Sahip olunan ne olursa olsun, sahip olunduktan sonra değeri kaybolmaya, sevgisi azalmaya başlar. Bu, sevginin geriye dönüşünün, bitişinin başlangıcıdır... Sevilenin ulaşılmazlığı veya ulaşmadaki zorluklar, kişiyi kendi iç ve dış dünyasında amansız bir meydan okumaya, mücadeleye çağırır. Çaresizliklerde, iç dünyadaki yangınlar artar ve bu sevda vazgeçilmez bir tutku halini alır. İnsan mum gibi olur. Öz yanar vücut erir. Bakan göz her yerde sevdasının kaynağını arar. Düşünceleri hep onunladır. Ulaşılamayan sevdalardaki yangın, insanı tekilden çoğula götürüp var olan her nesneye ilgisini artırır. İlgi hoşnutluğa, hoşlanma sevgiye, sevgi sevdaya dönüşür. Bu bir yanar döngüdür! İnsan var olandan kendi iç dünyasına, kendi iç dünyasından, dış dünyada var olan her nesne ile bütünleşmeye başlar. Tasavvuf deyimi ile, bir batın alemin deryasına, bir zahir alemin deryasına dalar çıkar. Doğa ile bütünleşmiş olan bu kimse, artık varlık alemine farklı bir gözle bakarak, doğadaki her şeyi sevgili olarak görür. Canlı cansız her nesne ile

konuşmaya, onları algılamaya anlamaya çalışır ve kin, nefret, kibir gurur gibi insanlığa yakışmayan olumsuzlukları terk edip yerini sevgi ile doldurur. Bu durumu anlayamayan insanlar, o güzel insanı delilik ile, aptallık ile nitelendirirler, dikkate almazlar. Hatta kendisi ile alay ederler. O ise bu insanların zavallılığına acır ve güler geçer! Çünkü o, kendisi ile alay eden bu insanların çoğunun, kendisinin sahip olduğu bu güzelliğe belki de hiç bir zaman ulaşamayacaklarını bilir. Bunlar, doğayı anlayamadıkları gibi, kendi iç dünyalarının güzelliğinden de oldukça uzaktırlar. Buna rağmen o, arındıkça arıtmakta, arı olmaktadır. Arınma iç aydınlığıdır. İnsandaki iç aydınlığı geliştikçe, duygular ve hisler ile iletişim olan gönül gözü açılır. Gerçek ile bütünleşme artar. Yani öz varlığa, gerçeğe o oranda yaklaşılır. Yaklaşılan oranda da, insanda ki yanılgılar azalır. Kişi artık sonsuzluğun başlangıcındadır. Bu durumu Yunus Emre: Ben giderim yana yana Aşk boyadı beni kana Ne akılem ne divane Gel gör beni aşk neyledi dizeleri ile ne de güzel anlatmıştır. Artık öyle bir yar sevilmektedir ki, kimisi onu ayın on dördüne benzetmiş, kimisi ela göz, selvi boy, ince bel, lüle saç, kalem kaş, inci diş gibi ancak mükemmel insanlarda olabilecek en güzel sıfatlar ile anlatmaya çalışmışlar, onun tutkunu olmuşlardır. Âşık olunan sevgili, bütün güzellikleri kendinde toplamış ve bu güzelliğinden bütün güzelleri yaratmıştır. Kendini bölmüş, parçalamış, var olan her nesnenin en küçük parçasında en küçük ve en güzel olarak gizlenmiştir. Bir elma çekirdeğinin özünde, binlerce elmaları olan elma ağacını, bir balığın karnındaki binlerce yumurtanın birinde, karnında binlerce yumurta bulunduran balığı gizlediği gibi bir damla suda da okyanusu gizlemiştir... Canlıya şah damarından yakın olmuş, can içinde can olmuş. Var olan her nesnede, o nesnenin özü olmuştur. Aslında bal demekle ağız tatlılanmıyor. Balı bin cilt kitap ile anlatmaya kalksak, ağıza konulan bir kaşık bal kadar dahi anlatamayız... Sizleri, sevginiz sevdaya; sevdanız aşka erdirsin...

ALİ KAYKI

Gönül Uçtu uçtu göçtü gönül Yücelerde coştu gönül Bayram değil seyran değil Nice güzel seçti gönül Nur içinde nura erdi Nice şahbazları bildi Ağlar iken hemi güldü Nice serden geçti gönül Kayıp idi yerin buldu Aynada kendini gördü Öz içinde özün bildi Kaynayıp ta pişti gönül Budak Ali’m yanan çerag Yol uzudur menzil ırak Gâh uçarak gâh koşarak Amacına erdi gönül Salzgitter, 05.08.2007 - 03:22

Sayı 34


SERÇEÞME

Sosyalist Şeyh Bedreddin

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Lütfi Kaleli

Ş

EYH BEDREDDİN’in doğum ve ölüm tarihlerinde bir netlik yoktur. İslam Ansiklopedisine göre doğum tarihi soru işaretli, ölüm tarihi 1420 kesin ifadeli. Yabancı yazar Ernst Werner’e göre doğum tarihi 3 Ekim 1358, ölüm tarihi 18 Aralık 1416 kesin... İsmail Kaygusuz’a göre, doğum tarihi 1357–1359 yılları arasında, ölüm tarihi 1420 veya 1421 olarak gösteriliyor ve ölümü için 1414, 1415, 1417 ile 1418 yıllarını gösterenlerin de olduğuna not düşüyor... Şeyh Bedreddin’in dedesi Abdülaziz, son Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad’ın yeğenidir. Kendisi, Edirne’nin güney batısında bulunan Simavna’da, sonradan Melek adını alan Dimetoka Rum beyinin kızıyla evlenen Gazi İsmail’in oğlu olarak 1357–59 yılları arasında doğdu. Babası, Simavna Kadısı oldu. Bu nedenle de kendisi “Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin” olarak anıldı. İlköğrenimi babasından aldı ve şeriat kurallarına göre yetişti. Osmanlı padişahı 1. Murat (doğ. 1362, öl. 20.6.1389) babasına araziler bağışladı. Şeyh Bedreddin, babasından miras kalan bu araziler üzerinde 1412’de bir zaviye kurdu ve 1413’te vakfa çevirdi. Bundan önceki süreçte Bağdat, Halep, Kahire ve Mekke’de geziler yapan Şeyh Bedreddin, din bilimi ve felsefe üzerine araştırmalar yaptı, bilgi ve kültürünü artırdı. Aynı zamanda astronomi ve tıp dalında da kendisini geliştirdi. Kahire’de Sultan olan Ferec, Şeyh Bedreddin’i Şeyhülislam olarak atadı. Bu arada Şeyh Hüseyin Ahlatlı ile tanıştı ve onun etkisinde kalarak Tanrı-insan birlikteliğinin sırlarını çözmeye çalıştı. İşte o zaman, bağnaz kesimden tepkiler almaya başlayınca, 1402’de Anadolu’ya döndü. Burada baskıya direnen ve 1240’ta kanlı biçimde bastırılan Babailerin sürdürümcüleri olan Türkmenler tarafından coşkuyla karşılandı. 1405’te Kütahya yolu üzerinde Torlaklarla karşılaştı. Bunlar Veliaht Mehmet Çelebi’ye karşı çıkanlardı. Kendisini Şeyh olarak kabul edip Bursa’ya dek beraber gittiler. Osmanlı’nın baskısından bezmiş olan halk, artık Şeyh Bedreddin’i bir kurtarıcı olarak görmeye başlamıştı. Torlak Kemal, onun yanında yer alıp kılıç kuşanan öncülerden olmuştu. Öte yandan Börklüce Mustafa da yandaşlarıyla beraber Şeyh Bedreddin’in yanında yer almıştı… Ernst Werner, bu konuda şunları söylüyor: “Börklüce Mustafa, Türk-Grek yerleşimleri arasındaki yörelerde etkinlikler gösteriyordu. Çeşme yarımadasında yaşayan yığınlarla Hıristiyan, onun potansiyel müttefikiydi. Çünkü bunlar Türk komşularıyla aynı ekonomik zorluklar içinde yaşıyorlardı... Denizlerde hiçbir etkinlik olanağı kalmayan bölge, kıta limanları arasında işlevsiz ölü bir yöreye dönmüştü. Verimsiz topraklar, yoksul bir tarımcılıktan ötesine elvermiyor; balıkçılar ise deniz ürünlerini alacak kimse bulamıyordu. Çünkü İzmir, bir zamanlardaki önemini yitirmişti. Yeni toprak soyluları olan sipahilerin reayayı sömürmekten başka bir şey düşündükleri yoktu. Korsanlık ve köle ticareti, artık onlara pek kazanç sağlamıyordu... Mustafa’nın söylediği tüketim komünizmine Hıristiyanların kulak kabartmalarını doğal karşılamak gerekir... Çünkü Şeyh Bedreddin’e Azerbaycan’da

Ekim 2007

rastlayan Şeyh Hamid, yoksul köylülerden oluşan bir çeşit üretim topluluğu meydana getirmiş, onların sıkıntılarını böylece biraz olsun giderebilmişti. Böylece Pir ve müritleri kendilerini tarımsal faaliyete adamışlardı. Onun öğrencilerinden biri olan Hacı Bayram (öl. 1430), Ankara dolaylarında bir köylü olarak 1402’den sonra bir tarikat kurdu, kendisine bağladığı müritleriyle beraber kendi emeklerinin ürünleriyle geçinir oldu... Bu tarikata Ankaralı bez dokumacıları da katılmış ve topladıkları paraları yoksullara dağıtarak Ahi öğretisine benzer bir uygulama ile çalışmalarını sürdürür olmuşlardı... Ancak Börklüce Mustafa salt tarikat kurmakla yetinmiyor, müritleri silahlandırmaya da çalışıyordu. Amacı, sömürü ve baskıyı ortadan kaldırmak, Osmanlı egemenliğini çökertmek ve tüm toplumu kendi idealleri doğrultusunda özgür kılmaktı... Torlak Kemal de aynı idealle Manisa bölgesinde 3000 kadar Torlakla birlikte hareket ediyordu... Kemal ile Mustafa, belki de Filipoviç’in tahmin ettiği gibi Şeyh Bedreddin’in talimatı üzerine birlikte anlaşmış olarak faaliyet gösteriyorlardı...” 1 Şeyh Bedreddin, “Yârin yanağından gayri her şey ortaktır!” diyor, üreten insanların hak ve hukuklarına saygı duyulmasını ve özgürce yaşamalarını öngörüyordu. O nedenle de ezilen toplum tarafından itibar görüyordu. Onun bu emekten yana olan görüşlerine saygı duyan Nazım Hikmet de, Şeyh Bedreddin Destanı adlı yapıtında şunları söylüyordu: “Hep bir ağızdan türkü söyleyip Hep beraber sulardan çekmek ağı, Demiri oya gibi işleyip hep beraber Hep beraber sürebilmek toprağı Ballı incirleri yiyebilmek hep beraber Yârin yanağından gayri her şeyde Her yerde Hep beraber diyebilmek için On binler verdi sekiz binini...” Şeyh Bedreddin, ezene karşı ezilenin yanında yer alan kişiliğiyle eyleme kalkışan bir ilk Türk sosyalisti olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta Esat Korkmaz, onu sosyalistten de öte bir “komünist” olarak tanımlıyor ve şu yorumu yapıyor: “Sosyalizmi de öteleyen ve insanlığa kesin kurtuluş getirecek olan toplumsal tasarımı yaşama dayatmakla hiç ölmeyecek olan bir rüyayı ezilen-sömürülen Anadolu insanına, dünya halklarına armağan ettiler. Bu bile başlı başına bir devrimdir...” 2 Aynı kitabında “Gerçekliği kavrayabilmek için, ‘modem toplumun yüzündeki peçeyi’ kaldırmak zorundayız: Kulaktan dolma bilgilerle yetinemeyiz. Medeniyet ya da yerleşik yaşam öncesi tarihinin bilinmemesi bizi ‘kalıplara’ taşır: Batı, tarih bilimini Heredot’la başlattı; Akdeniz çevresinden Batı Avrupa’ya kölelik-derebeylik (feodalizm)-kapitalizm ‘kutsal üçlemesini’ yaşatarak taşıdı. Biz bu kalıbın dışına çıkamadık; çıkanlar da ‘düşkün’ ilan edildi.”

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın ................... +49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ..................... +49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik .................... +33.6.82 07 67 16 Evry Erdal Bulut ................................ +33.6.12 65 20 50 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ........ +31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören ............... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ...... +44.7768 220 762 İsviçre: Basel İbrahim Bakır .................. +41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven ..........................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ......................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü .........................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ......................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50

(Devamı 30. Sayfada)

29


SERÇEÞME (Baştarafı 29. Sayfada)

Sosyalist Şeyh Bedreddin diyen Esat Korkmaz, Şeyh Bedreddin’in Bâtıni kanaldaki yerine de şöyle değiniyor:

“Şeyh Bedreddin, Anadolu’da dolaştığı sırada tasavvufi, daha doğrusu Bâtıni ilkelerini yaymaya başlamış ve gezdiği yerlerde hep Alevi Türkmenlerle temas kurarak onları amaçlarına göre hazırlamak istemiştir. Daha sonra Şeyh Bedreddin, Rumeli’ye geçip Edirne’ye yerleşmiş ve kendisini ziyarete gelenlerle görüşerek yavaş yavaş etkinliğini artırmıştır...” 4

“Bâtıni inançla kutsanmakla birlikte bir bilgelik felsefesi, bir bilgelik öğretisi ya da bir halk sûfîliği olan Bedreddinilik, düşünceyle nesnenin uygunluğunu hakikat olarak algıladı; dünyayı dünyaya açıklama çabasına girdi. Can bedeli ödenerek yaşama geçirilen Anadolu aydınlanmasına nesnel ve toplumsal açılımlar getirdi. Getirdiği açılımlarla Bedreddinilik, tektanrıcı dinlerin şeriatından bir özgürleşme hareketi olarak öne çıktı... Aydınlanma dünyasında: Gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan Tanrı buyruklarına göre bedenleşen ve egemenin güdümünde canavarlaşan insana karşı üretici/yaratıcı insanı; konuşan Tanrı durumunda ve halk kimliğinde kişileştirdi. Bu potada, yani mazlumlar katında 72 milleti eritti, bir yaptı. İnsan-evren-Tanrı sorununu yeniden irdeledi: İnancın yerini akıl aldı. İnanca dayanan Tanrı biliminin karşısına, inancı akıl denetimine veren Batını felsefeyi yerleştirdi. Tanrı-evren sorunu, inanç sorunu olmaktan çıktı, bir insan sorunu durumuna geldi... Demek ki Bedreddin’deki yaratıcılığın nedeni durumundaki toplumsal olaylar örtük halden açık hale getirilmelidir. Çünkü Bedreddin tarihi, bir karşı tarih, bir yasaklı tarihtir. Onu anlayabilmek ya da yazabilmek için karşı tarafa, yani yasaklı tarafa geçmek zorunludur. Karşı tarafa, yani yasaklı tarafa geçmek, tersine dönüşümü gerektirir: Tektanrıcı dinlerin egemen olduğu Ortaçağ koşullarında egemene ve egemenin ilahi ideolojisi durumundaki tektanrıcılığa göçer/yarı göçer ve köylü temelli toplumsal tepki, ‘bu dünyayı terk et, öbür dünyayı terk et, hiç durma terk ettiğin yeri de terk et’ üçlemesiyle dile getirilen ‘üç terk’ ya da ‘üçlü firar’ tasarımıyla bu dönüşümü yaşama geçirmiştir. İnanmak için doğaüstüne başvuru yolu terkedilmiş, varlığa ya da varlığın içine yönelme benimsenmiştir. İşte Bedreddin, miras olarak kendisine devredilen bu anlayışın üzerine önce metafizik Tanrı’ya, sonra da egemene isyana yönelterek örgütlemiştir ya da örgütlenen isyana bunu bağlamıştır... Sünni Ortodoks inançta Tanrı, âlemden ayrı ve mutlak yaratıcıdır. Bâtınilik ise, Tanrı ile âlemi birleştirir; Tanrı, âlemin belirişi olur. Yani Tanrı’nın görünüşe çıkmış biçimi olarak algılanan âlem, Tanrı’nın kendisidir. Bu nedenle insan Âlem-i sugra (küçük âlem), Tanrı ise Âlem-i ekber (büyük âlem) olur. Ortodoks inancın varlığı, yaratan ve yaratılan diye ikiye ayırmasına karşın, Anadolu Bâtıniliği, varlığı bir bütün olarak görür. Böylece ikilik ortadan kalkar. Doğada görülenler Tanrı’nın tecellisidir ve ancak onunla vardır; yaratan da yaratılan da birdir. Burada bir yaratma değil, bir belirleme söz konusudur. Her şey Tanrı’dır. Demek ki yaratan da yaratılan da yoktur; sadece bir tanrısal varlaşma vardır; maddesel dünya, tanrılık varlığının görünümüdür…” 3

Yağmur Say, din ve etkin kimlik gözetmeden insanları kucaklayan Şeyh Bedreddin ve Bedreddinilik hakkında şunları söylüyor:

Uzun süre Aydın, Germiyan, Karaman ve Tire’de dolaşan Şeyh Bedreddin’in buralarda çok taraf bulduğunu söyleyen İsmail Hakkı Baltacıoğlu, şu saptamayı yapıyor:

“Şeyh Bedreddin’in, geniş kültürlü biri olmanın yanında, Hıristiyanlarla da iyi ilişkiler içinde olduğu bir gerçektir. Buradan hareketle Bedreddin’de ve Bedreddinilik

30

Şeyh Bedreddin’den sonra yaşayan Luther’in görüşlerini aktaran Nedim Gürsel diyor ki: “Engels, 16. yüzyıl Almanya’sını alt üst eden, kiliseyle bütünleşmiş feodal yapıyı kökünden sarsan köylü ayaklanmalarının sınıfsal temelini araştırır. O dönemin yükselen sınıfı burjuvazi, Luther’in öncülük ettiği Reform hareketinin sloganlarıyla Katolik Kilisesi’ne savaş açarken, aslında kendi sınıf iktidarını kurmanın yollarını aramaktadır. Ayaklanmanın bütün Almanya’yı sardığı, şato, manastır ve zengin kentlerin yağmalandığı bir savaş ortamında, yüzyıllar boyu feodal beylerle Kilise tarafından sömürülmüş halk kitlelerinin devrimci potansiyelini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmayı başarır. Burjuvazi, isteklerinin çoğunu kabul ettirip görece bir üstünlük sağladıktan sonra, ayaklanmanın da radikal boyutlara ulaşmasını önlemek için Luther’in ağzından şu çağrıyı yapar prenslere: “Köylüleri kuduz köpekler gibi boğazlamalı, paramparça etmeliyiz. Evet aziz beylerim; köylüleri boğazlayın, gebertin tümünü! Eğer savaşta ölürseniz, cennetin kapıları size ardına dek açılacaktır...” 5 Hikmet Kıvılcımlı, Şeyh Bedreddin’i çağının önde gelenleriyle kıyaslayıp şunları söylüyor: “Şeyh Bedreddin, kendi çağdaşları sayılabilecek olan İslam medeniyetinin Aristotalies’i İbnî Haldun’dan (1332–1406) da, Batı dünyasında Wiclef’ten sonra ilk din reformcusu olan Çek papaz Jean Huss’tan da önemli kişidir. İbni Haldun, toplum ve tarih kanunlarını Mark-Engels’lere müjdeci olup izlemiştir. Bu dâhiyane buluşları, yaşadığı büyük pratik olaylardan sezmiştir. Ama bulduğu prensipleri, içinde yaşadığı tarihsel ve sosyal şartlar yüzünden pratiğe uygulamayı düşünememiştir. Oysa Şeyh Bedreddin, teori ile pratiği en canlı, en insancıl yükseklikte sosyal sentezine ulaştırmıştır. Jean Huss (1369–1415), yalnız Hıristiyanlar için İsa dininde reformu öngörmekle yetindi. Ama Şeyh Bedreddin; Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ayırımı yapmadı, bütün din ve ulus sınırlarının izafiliğini göstererek, her türlü insan ayrılıklarını “iptal” etti. Tümüyle insanlığı yücelten bir kurtarıcı Hümanizm yarattı. Batıda ünlü reform hareketi: Zengin papazların mülklerini müsadere etmekle kaldı. Almanya, Fransa ve İngiltere’de işveren burjuvaların ekmeklerine yağ sürdü. Ama Şeyh Bedreddin, öyle dar, bencil sınıf ve sınır çerçevelerinden üstün uluslararası sosyalizmin gözünü budaktan esirgemez ülkücüsü oldu...”6

mistisizminin içinde önemli izlerden birinin de Hıristiyanlık ve Yahudilik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır... Hıristiyanlar ve Yahudiler, Bedreddini felsefeden etkilenmişlerdir. İdris-i Bitlisi’ye göre, Şeyh Bedreddin’in Romanya’da Mirçi tarafından mükemmel bir şekilde karşılanması, Bedreddiniliğin Hıristiyanlık ve Hıristiyanlığa yakın olduğu, onlara toleranslı davrandığı gerçeğinden kaynaklanır... Aşıkpaşazade, Bedreddin’in Rumeli’deki faaliyetlerini anlatırken; ‘Deliorman’da itibarı çoktu. Çünkü Musa’nın kazaskerliğini yaptığı dönemde çok tımarlar dağıtmıştı’ demektedir. Ayrıca, eski Osmanlı anonim eserlerinde; ‘Şeyh, Deliorman’dan çıkarken etrafında sayısızca mutsuz sûfi, hadem (hizmetli) ve haşen (güzel, iyi insan) toplanmıştı’ denmektedir. Neşri ise; ‘Deliorman’da bulunduğu zaman çevresini çok insan sarmıştı.’ demektedir...” 7 Şeyh Bedreddin, Varidat adlı bir yapıt bırakmıştır kendisinden geriye. Varidat, “Esinlenmeler yoluyla Tanrı’nın gönüllere ilettiği bilgiler” anlamına gelmektedir. Şeyh Bedreddin, bu esinlenmelere aklı katarak gerçekleri yansıtmaya çalışmıştır. Örneğin, Kuran’da tarif edilen “Altından ırmaklar akan, serin su başlarında yumuşak sedirlere yan gelip yatan erkeklere, ellerinde badelerle türlü nimetler sunan birbirinden güzel hurilerden oluşan bir Cennet” olmadığı gibi, “Kara katran kazanlarda insanların yanacağı bir Cehennem” de yoktur. Dahası, melekler de, cin ve perilerle şeytanlar da yoktur. Cahil insanların rüyalarında gördüğü birer düştür bunlar. Bu düşle avunur veya korkar insanlar. Oysa her şey bu dünyada ve insanların kendi eylemlerindedir. Bu bağlamda tapınmanın, inancın ve insan olmanın koşullarını Varidat’ta şöyle açıklıyor Şeyh Bedreddin: “Tapınmaktan amaç, yaratıcı varlığa gönülden yönelmek ve kul hakkına saygılı olmaktır. Yoksa dünya nimetlerine kendisini kaptıran ve kul hakkını gasp edenin bin yıl namaz kılıp oruç tutması hiçbir anlam ifade etmez ve bu tapınmanın asla sevabı da olmaz... Kimi insanlar, altın ve gümüş gibi ziynet eşyasının varlığına ve aşın yiyecekler ile içeceklere taparcasına bağlanmayı, gerçek bir tapınım sanıyorlar; ama yanıldıklarının ayırımında olamıyorlar... ‘Enel-Hak’ (Tanrı Benim) demenin şaşılacak bir yanı yoktur. Tüm âlemin yaratıcısı olan Tanrı, her varlıkta mevcuttur; ve onların suretinde görünüme çıkmıştır. O nedenle her kim ki ‘Ben oyum’ derse, yalan söylememiş olur... Bu beden için ölümsüzlük olmadığı gibi, kaybolduktan sonra eskisi gibi bir daha birleşme de olmaz. İnsanlar, eylem ve düşünceleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda Hakk’a kavuşurlar. İşte Cennet budur. Çirkin ve kötü işlerle uğraşanlar, Hakk’tan uzaklaşırlar. Bu da cehennemdir. Cennet ile Cehennemi başka yerlerde aramak saçmalıktır... Ölmeden önce ölmek, dünyasal zevklerden ve hayvani hırs ile şehvetlerden kişinin kendisini uzak tutmasıdır. Bunları yapabilen insan, hiç kuşkusuz gerçek/ yaratıcı varlıkla birleşip sonsuzluğa ererek diri kalır. Ancak nefsinin tutsağı olanlar, bu gü-

Sayı 34


SERÇEÞME zelliklerden nasip alamazlar ve ölümleriyle beraber bitip tükeniverirler...” 8 Sert ve disiplinli bir asker olan, ama iyi bir diplomat olamayan Musa Çelebi, Şeyh Bedreddin’i kendisine Kazasker yaptı. Fazla bir gücü olmamasına karşın babası Yıldırım Beyazıt’tan sonra beş kez İstanbul’u kuşatmaya kalkışmasıyla Bizans’ı karşısına aldı. Bizanslılar da kendilerine rehin olarak aldıkları şehzade Orhan’ı Rumeli’ye göndererek iki kardeşi birbirine düşürdü. Orhan’ı katlederek galip gelen Musa Çelebi, İstanbul kuşatmasını yine sürdürdü. Öte yandan iyi bir diplomat olan diğer kardeşi Mehmet Çelebi, Bizans İmparatoru ile anlaştı. Musa Çelebi, Rumeli beylerini de küstürünce Mehmet Çelebi daha da güçlendi. Taht kavgasıyla kapışan iki kardeş kıyasıya vuruştular. Ve Musa Çelebi henüz 25 yaşındayken 5 Temmuz 1413 günü öldürüldü. Böylece Mehmet Çelebi, 5. Sultan olarak Padişah koltuğuna oturup 10 yıldır süren “Fetret Devri” (belirsizlik, başıboşluk, durgunluk, kargaşa dönemini) sona erdirip 1421’e dek hükmünü sürdürdü... Mehmet Çelebi’nin saltanatı elde etmesi üzerine, Şeyh Bedreddin İznik’e sürüldü ve orada göz hapsine alındı. Şeyh Bedreddin burada da boş durmadı, gizlice görüştüğü adamları ile halk arasında propaganda yapmaya başladı. En güvendiği adamı Börklüce Mustafa’yı Aydın’a gönderdi. Mustafa, çok kısa zamanda Aydın ve Karaman’da binlerce kişiyi çevresinde toplamayı başardı. Diğer adamı Torlak Kemal de Manisa’da geniş çevre edindi. Tabandaki bu başarı genişleyince, İznik’te kalmayı tehlikeli bulan Şeyh Bedreddin, İsfendiyar Bey’in yanına kaçtı. Amacı, oradan da Tatar iline geçmekti. Ancak İsfendiyar Bey, Mehmet Çelebi’den çekindiği için buna izin vermedi. Şeyh Bedreddin de gizlice bir gemiye binerek Rumeli yakasına geçti ve Zagra’ya gitti. Burada çevre edinip Silistire’ye geldi, oradan Dobruca’ya, sonra da Deliorman’a geçip yerleşti. Ve adamları aracılığıyla her yana mektuplar göndererek ezilen halkı ezene karşı eylem yapmaya çağırdı... Ezilen halk, Şeyh Bedreddin’e sonsuz inanıyor, onu ziyarete koşuyordu. Sayıları binleri aşan bu insanların üzerinde Şeyh Bedreddin’in etkisi o denli güçlüydü ki, bunlar “Allah birdir” dedikten sonra onu peygamber olarak kabul ediyorlardı. İşin ilginç yanı bu insanlar arasında Türk Müslümanlar olduğu gibi değişik ırklardan olan Hıristiyanlar ile Yahudiler de bulunuyordu... Bunların ortak amacı, ezilmekten kurtulmak ve özgürce yaşamaktı... O nedenle de birbirlerine kenetleniyor, ölümleri pahasına olsa da eyleme kalkışıyorlardı... Durumdan haberdar olan Sultan Mehmet, Şeyh Bedreddin’in üzerine büyük bir güç

gönderdi. Bu güç önce Börklüce Mustafa’yı Karaburun’da, Torlak Kemal’i de Manisa’da mağlup etti. Ve Şeyh Bedreddin’i tutsak alan ordu komutanı Beyazıt Paşa, o sıra Serez’de bulunan Sultan Mehmet’in huzuruna getirdi. Sultan Mehmet de hüküm vermek için Şeyh Bedreddin’i ulema heyetine havale etti. Ulemaya göre Şeyh Bedreddin, dinden çıkmış bir zındıktı. Ona inanıp yolundan gidenler de kâfirdi. Bunların yaşaması zararlıydı, katledilmeleri vacipti... Bu bağlamda Heyet Başkanı Mevlana Haydar Acemi’nin verdiği, “malı haram, kanı helal” fetvası üzerine Şeyh Bedreddin 1420 yılında Serez’de asılarak katledildi... 9 Evet, Şeyh Bedreddin’in; dini inançları Zahiri değil, Batıni yorumda ele alması ve bir de ezilenin yanında yer alıp var olan otoriteye karşı çıkması, dinden medet umanlar ile halkı yönetmekten çıkar sağlayanların büyük tepkisine neden oldu. O halde onu hemen suçlamak ve ortadan kaldırmak gerekiyordu. O nedenle hakkında ölüm fermanı çıkartmak için ulemalardan fetvalar alınmalıydı. Alındı da. Ve görüldüğü gibi alınan bir ulema fetvasıyla Şeyh Bedreddin hiç zaman geçirilmeden asılarak öldürüldü... Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin Destanı adlı yapıtında bu öldürülmeyi şu dizeleriyle vermektedir: “Yağmur çiseliyor. Serez’in esnaf çarşısında, Bir bakırcı dükkanının karşısında Bedreddin’im bir ağaca asılı. Yağmur çiseliyor. Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir. Ve yağmurda ıslanan Yapraksız bir dalda sallanan Şeyhimin çırılçıplak etidir. Yağmur çiseliyor. Serez çarşısı dilsiz, Serez çarşısı kör. Havada konuşamamanın, görememenin kahrolası hüznü Ve Serez çarşısı kapatmış elleriyle yüzünü. Yağmur çiseliyor...”

NOTLAR: 1 2

3 4 5 6 7 8

9

Şeyh Bedreddin, Su Yayınevi, s. 22–23. Şeyh Bedreddin ve Varidat, Anahtar Kitaplar, s. 74. Age., Sayfa: 48–56 Osmanlı Tarihi 1, Sayfa: 362. Şeyh Bedreddin, Su Yayınevi, Sayfa: 56. Şeyh Bedreddin, Su Yayınevi, Sayfa: 38. Şeyh Bedreddin, Su Yayınevi, Sayfa: 142–143. Dil sadeleştirildi ve tümceler tarafımızdan kurgulandı. L. K. İslam Ansiklopedisi, Cilt: 2, Sayfa: 444–446. Tarafımızdan sadeleştirilip özetlendi. L. K.

GÖNÜLDEN GÖNÜLE, GÖNÜLDEN İNSANA, İNSANDAN TOPLUMA AYDINLIK YARINLARA

Yalıkavak Etkinliği

D

ergimizin Muğla Yalıkavak Temsilciliği’nin düzenlediği “Gönülden Gönüle, Gönülden İnsana, İnsandan Topluma Aydınlık Yarınlara” adlı etkinlik 7 Ekim Pazar günü yapıldı. Belediyenin Mehmet Bayzit Kültür Merkezinde yapılan etkinliğe yaklaşık 800 kişi katıldı Açılış konuşmasını temcilcimiz Yasemin Sağlam canın yaptığı etkinliğin ilk bölümünde “Aleviliğin Tarihsel Gelişimi, Dünü, Bugünü ve Yarını” konulu panel yapıldı. Esat Korkmaz ve Ahmet Koçak’ın sunumlarının ardından izleyicilerin soruları yanıtlandı. Ardından Mazlum Çimen, İbrahim Kasımoğulları’nın eşliğinde sevilen eserlerinden bir dinleti sundu. Panelde yapılan konuşmaları, sorulan soru ve yanıtları gelecek sayımızda okuyabilirsiniz.

Ekim 2007

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

AKP HÜKÜMETİNİN TEMSİL ETTİĞİ EGEMEN SINIFIN LİBERALLİĞİ SİYASİ İSLAMIN ÖNÜNÜ AÇMAKLA SINIRLIDIR

Yeni Liberal Bir Anayasa mı Dediniz? Ağzınıza Bile Yakışmıyor! Esen Uslu

İ

lkbaharda “cihet-i askeriye”nin elektronik postallaması ile doğan krizin içinde AKP cumhurbaşkanını halkın seçmesine yönelik bir anayasa değişikliğini aceleyle yaparken, artık yapılması zorunlu hale gelmiş olan erken seçimi kazanabileceğinden emin değildi. Laik-milliyetçi-ırkçı-cuntacı mitinglerle yaratılan ortamda böyle düşünmesine şaşmamak gerek. AKP bir yandan paşalarla özel ve gizle anlaşmalar, uzlaşmalar yapmaya çalışırken, öte yandan seçimi kaybetse bile yeni cumhurbaşkanının kendisinden olmasını sağlamak için çabalıyordu. Bu nedenle hazırlanan Anayasa Değişikliği Taslağı onbirinci cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngörüyordu. “Aktı sular, döndü dolaplar”, AKP “cihet-i askeriye” ile istediği uzlaşmayı yaptı, seçimleri kazandı. MHP’nin desteğini derleyip Orbirinci Cumhurbaşkanı’nı Meclis’te seçiverdi. Ama üç ay önce aceleyle Meclis’ten geçirdiği anayasa değişikliğindeki Onbirinci Cumhurbaşkanı’nı halk seçer sözleri AKP’nin ayağına bağ oldu. 367 tartışmalarında ayağına çelme takan yargının, anayasa değişikliğinin önünde de takoz olabileceğini gördü. Daha referandumda oylanıp kesinleşmemiş olan Anayasa Değişikliği Yasasında değişiklik yapan bir yasa çıkarmaya girişti. Kızını cumhuriyet padişahlarına layık dillere destan bir düğünle evlendirmekte bir beis görmeyen Abdullah Gül, “Hükümetin Çankaya Noteri” benzetmesiyle anılacak bir uygulamayla önüne getirilen yasayı, gece yarısı onayladı. Böylece gümrüklerde oylanmaya başlamış olan yasa değişmiş oluverdi. Hangi hakka, hukuka neresinden sığdığı belli olmayan böyle uygulamaları yapmaktan çekinmeyen AKP hükümeti, bir yandan da yeni ve liberal bir anayasa hazırladığını öne sürüyor!

Kimin Anayasa Taslağı AKP’nin anayasa taslağını hazırlama görevini emanet ettiği akademisyenler komisyonu bir tasarı hazırladı. AKP bu taslağı tartışıp, kendi taslağı haline getirmeye hazırlanıyor. Taslağa dört bir yandan yükselen eleştiriler karşısında AKP işveren örgütlerinden ve Ekonomik ve Sosyal Konsey’e katılan sivil toplum kuruluşlarından(!) tar tışmalara katkı yapmasını istedi. Bu örgütleri anayasa taslağı ya da ilkeleri hazırlama telaşı aldı. Bu ortamda Haklar ve Özgürlükler Cephesi’nin yıllar önce hazırladığı ve günümüzde dördüncü baskısını yaparak tartışmaya sunduğu “Halk Anayasası Taslağı” bir mahkeme kararı ile toplatılıverdi. Etkili ve yetkili çevreler derhal bu taslağın girdiğini bildikleri bütün delikleri didik didik arayıp, bu zararlı yayını toplamakta üstün başarı gösterdi. AKP hükümetinin ve devletimizin demokratikliğinin ölçüsünü bundan daha açık gösteren bir uygulama olabilir mi? TÜSİAD’ın, işveren örgütlerinin hazırlattığı Anayasa Taslağı’nı baş tacı yapacaksın, Haklar ve Özgürlükler Cephesi’nin hazırladığını ise içeri tıkacaksın. Liberal kuzu postuna bürünmeye çalışan AKP’li bakanlar ünlü 301. madde konusunda adım atmamak için binbir dereden su getirirken, bu maddeden yargılamalar devam ediyor. Eli kanlı katiller, kendilerini pohpohlayan şarkılar-türküler eşliğinde, üzerinde “sev ya da terk et” faşist

sloganı yapıştırılmış devlet aracıyla televizyonlarda şov yaparken, katledilen gazeteci Hrant Dink’in oğluna bu maddeden ceza giydiriliyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden din ve kültür dersi yutturmacasının peçesini indiren ve zorunlu din derslerinin insan haklarına aykırı olduğunu belgeleyen bir şamar geldi. İçine sosyal-demokrat eskilerini bile toplamış AKP hükümetinden içi boş testiye vurunca gelen “tın” sesi kadar bile ses çıkmıyor. Bizde demokrasi böyle olur çelebi! Bir de liberal anayasa yapacaklarmış!

Milliyetçi Dalgada Sörf

Ne kadar demokrat ve özgürlükçü (liberal, bu demektir) olduğunu böyle gösteren AKP hükümeti bir yandan da ilkbaharda karşısına dikilen milliyetçi-ırkçı-cuntacı-bayrakçı kalabalıkları kendi arkasında sıraya sokmaya çabalıyor. Bu amaçla, bir zamanlar rahmetli Ecevit’in büründüğü “Savaş Kahramanı” postuna bürünmeki için soyunuyor. ABD Irak’a müdahale ederken, AKP hükümeti gözü dönmüş halde bu maceraya balıklama dalmaya hazırdı. Yamalı bohça partilerinin içindeki mütedeyyin Müslüman muhalefet sayesinde bu girişim boşa çıkmıştı. ABD’nin Irak’ta yaptığı tüm rezilliklerin, katliamların, işkencelerin dünya kamuoyunda pespaye olduğu günümüzde bunu bir kez daha göze almak pek olası görünmüyor. Ama “Kürt sorunu” her zaman savaş kahramanlığı için uygun zemin sağlıyor. Meclis’e bağımsız girerek parti grubu kuran Kürt milletvekillerinin çevresinde oluşan “AKP’nin yaratacağı liberal ortamda barışçıl çözüm” beklentisi uçtu gitti bile. AKP’nin o yörede kazandığı siyasi desteğe, yani dinci geriELLERİNİZE VE YALANA DAİR ciliğe dayanarak, DTP’yi siyasi arenadan silmeye giriştiği açıkça görülüyor. (...) Geçen ilkbahardan beri Irak sınırında yığınak İnsanlarım, ah, benim insanlarım, yapan cihet-i askeriye defalarca, “sınır ötesi opeantenler yalan söylüyorsa, rasyon için siyasi karar gerekir” diyerek hüküyalan söylüyorsa rotatifler, meti sıkıştırıyordu. Son günlerde yaşanan çatışkitaplar yalan söylüyorsa, duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa malar ve ABD Temsilciler Meclisi’nin Dış İlişkiler Komitesi’nde benimsenen 1915 yılında Ermebeyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların, nilere soykırım yapıldığına ilişkin tasarı bahane edildi. Kışkırtılan milliyetçi ve savaşçı ortamda dua yalan söylüyorsa, Hükümet, Meclis’ten istediği zaman dış müdahaninni yalan söylüyorsa, le yapmak için bir yıl süreli yetki istiyor. “İnşallah rüya yalan söylüyorsa, kullanmamız gerekmez” gibi sözlerle belli ki ulusmeyhanede keman çalan yalan söylüyorsa, lararası ilişkileri daha da karıştırmadan, bindiği yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı, milliyetçi dalganın üzerinde gidebildiği kadar gitmeye çalışacak. Milliyetçi-ırkçı-faşist koronun söz yalan söylüyorsa, “Talabani ve Barzani’yi de vuralım”, “Kerkük’ü renk yalan söylüyorsa, alalım” çığlıkları yükselirken AKP’nin bindiği ses yalan söylüyorsa, dalganın üzerinde dengesini koruması kolay deellerinizden geçinen ğil. Ayrıca askeri bir kez başına çuval geçirilmiş ve ellerinizden başka her şey yerlere geri göndermek de öyle kolay değil. herkes yalan söylüyorsa, Ancak dalga üzerinde sörf yapan her sporcuelleriniz balçık gibi itaatlı, nun ya da bunu televizyonda seyreden meraklıelleriniz karanlık gibi kör, larının bildiği gibi dalga mutlaka kıyıya vurur, elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun, kırılır ve sporcu suya düşer. AKP’nin istemleri elleriniz isyan etmesin diyedir. ve planları ne olursa olsun, kendisinde bu süreVe zaten bu kadar az misafir kaldığımız ci kontrol yetisi yoktur. Türkiye kendini bir anda bu ölümlü, bu yaşanası dünyada kapsamlı bir savaşın içinde bulabilir. bu bezirgan saltanatı, Bu nedenle demokratik Alevi-Bektaşi örgütbu zulüm bitmesin diyedir. leri bu milliyetçi-ırkçı-faşist savaş çığırtanlığına Nazım Hikmet, 1949 en aktif biçimde karşı durmalıdır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.