SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
DİKKAT, BU DERGİNİN HBVKTD VE HBVAKV ŞUBELERİNE GİRMESİ HÂLÂ “YASSAH”TIR!
Bu Sayida
AŞKTAN BAŞKA TANRI YOKTUR VE ALİ AŞKIN VELİSİDİR
İsmal Özmen - Yunus Koçak Hamdullah Çelebi’nin Savunması - Bölüm III Haksız Yere İdamının 70. Yıldönümünde Dersim’in, Munzur’un Şehidi Seyt Riza’yı ve Yoldaşlarını Saygıyla Anıyoruz
Fkret Otyam Hayırlara Vesile Olur İnşallah Esat Korkmaz Harf Simgeciliği - Bölüm I İsmal Kaygusuz Hacı Bektaş Veli’yi Doğru Tanıyarak Anlamak Erdoan Aydin le Söyletk Metn Demrta Bizi Güldürüp Düşündürenler Ham Kutlu Muktedir Olan Asla Muzaffer Olmamalıdır Yüksel Iik Erdoğan Aydın’ı Susturmak Yalikavak Panel Yasemin Sağlam, Esat Korkmaz, Ahmet Koçak - Konuşmalar Fath Vural Hüseyin Albayrak’la Söyleşi Kemal Dern AB Alevileri Tanımlamaktan Vazgeçti Al Cvan Bir Eleştiri ve Yorum Erdal Zek Aslan Safavi Devleti - Bölüm II Riza Aydomu Kamber Çakır’ı Uğurlarken Hasan Öztürk Beycili Hasan Karaca Hakk’a Yürüdü Ahmet Koçak Osman Dağlı (Maksudi) Hakk’a Yürüdü PSKAD ve ABF-AABF Basin Açiklamalari
Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Kasim Sayi:
35
Tasavvufta, Hallac-ı Mansur ile geleneğe taşınan, bedelsiz konuşan değil, ancak darağacı ve urganın acısını seve seve tadan âşık olabilir algısını, “aşkın sırrının açıklanacağı yer vaaz kürsüsü değil darağacıdır”, özdeyişi dışa vurur.
İnsanı Eğitmenin Alevi-Bektaşi Şeriatına Uygun Tek Aracı Aşktır Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni
A
LEVİLİK-BEKTAŞİLİK, din değil aşktır: Daha doğrusu, Ortodoks inançlardaki din teriminin karşılığı Alevilik-Bektaşilikte aşktır. O zaman soralım aşk nedir, diye. Aşk, Aleviliğin-Bektaşiliğin “anayasası” olarak algılayabileceğimiz “varoluş çevrimi”nin gerçekleşme nedenidir: Doğada nedenler “gizlenmeyi sever”; aşk her şeyin varlığa gelme nedeni olduğuna göre o da gizlenmeyi sever, yani sırdır. Aşk tanrı olduğuna göre tanrı da “keşfedilmeyi bekleyen” bir sırdır. Tanrı, madde ve eşyanın; hareketin, hareket soyutlaması olarak zamanın var olmasından önceki “doğurmayan hiçlik” durumunda, kendi kendisinin tanrısı iken, insanlar için düşünülmesi/algılanması güç bir öze sahipti. Doğurmayan hiçlikte, “hiçliği” tartışmak anlamsız olduğuna göre, bu aşamada bir “tanrı” varlığından söz etmek Alevi-Bektaşi felsefesi açısından “üretici” değildir. Çünkü Tanrı bu konumda, kendi kendisinin bilincinde; kendi içindeki sonsuz olanakların, yeteneklerin ve güçlerin ayrımında değildir. Deyim yerindeyse “kendi kendisinin cahilidir”. Derken çevrimin hareket ettirici ilkesi olan “güzelliğin görülmeye olan eğilimi” sonucu Tanrı, kendi kendine âşık oldu ve ilk “suçu işledi”; “sır” durumundaki güzelliğini görmek için “ayna”ya baktı. Kendini gördü ama sır “açığa çıktı”. Demek ki aşkın sırlarını açıklayan ve açıkladığı için “suçlu” durumuna düşen ilk “kimlik” Tanrı’dır. Anlaşılacağı gibi “doğurmayan hiçlik”ten “doğuran hiçliğe” doğru yönelim bu gereklilikle başladı. Bu gerekliliğin belirmesi ile olanaksız hiçlik, olanaklı hiçlik durumuna dönüştü. Ve önce Metafizik Tanrı iken şimdi Hak, Hakikat, Gerçek oldu; daha doğrusu Aşk oldu. Geleneksel anlatımdan da anlayacağımız gibi aşk, her şeyden önce “değişmenin-dönüşmenin” nedenidir. Yani eylemsiz durumdaki bâtını eylemli duruma geçiren güçtür; metafizik zemindeki “olanaksız hiçliği”, “olanaklı hiçlik” yapan temel erktir. Tanrı’nın ve her şeyin “varlığa gelme nedeni”dir; Tanrı’yı ve bizleri doğuran “olanaklı hiçlik”tir; Tanrı’nın hem anası hem de babasıdır. Bu tasarımın kanıtı anlamında geleneksel anlatıma bir bakalım. İlk “yabancılaşma” kademesi olan Hakk’tan, yani “olanaklı hiçlikten” ilk belirme aşaması olarak algılanan ve tüm diğer şeylerin onun aracılığıyla varlığa taşındığı kabul edilen ilk akıl (akl-ı evvel) doğar. Ve böylece çevrimin, “hiçlikten”(âlem-i gayb) duyularla algılanabilir/bilgiyle ulaşılabilir dünyaya (âlem-i şühud) inen alçalan eğrisinin (kavs-i nüzul) hareketi başlamış olur. Ardından sırasıyla ve her adımda “hiçlikten” uzaklaşacak biçimde; akl-ı evvel’e verilen bilgilerin belirme aşamaları olarak algılanan meleklerin, peygamberlerin, ermişlerin, inananların, inanmayanların, cinlerin/ şeytanların, hayvanların, bitkilerin ve doğal elementlerin aklı; bu dokuz akıldan kaynaklanan ruhları yaratılır. Tanrı Hak olup potansiyel kazandıktan sonra dönüşümler geçirerek, kendisinden daha az şeyler içeren/daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alıp doğal elemente/saf cevhere değin iner. Böylece inançta varoluş çemberi olarak algılanan çevrimin, “hiçlikten” çıkıp görünür evrene doğru inen alçalan eğrisi’nin hareketi tamamlanmış oldu. Aşkın çocukları doğmuştur: Hava, su, toprak ve ateş. Artık kırkını kutlayabiliriz. Acele etmeliyiz; çünkü şubat ortalarından başlayarak hava, su, toprak ve ateş âşık olacak; sevişecekler ve 21 Mart’ta doğa doğuracak. Sonunda “doğuran hiçlikten doğuran doğaya” taşınacağız. Ne ile aşk gücüyle. Öte yandan aşk, insanın, hayvanın ve her şeyin Tanrı’ya, “olanaklı hiçliğe” ya da “doğuran hiçliğe” ulaşma nedenidir. (Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)
Elazığ’da Haksız Yere Asılışının Yetmişinci Yılında Dersim’in, Munzur’un Şehidinin Son Sözleri Hâlâ Kulaklarda Çınlıyor, Tüm Kızılbaşların İçini Dağlıyor:
İnsanı Eğitmenin Tek Aracı Aşktır Alevilik-Bektaşilik felsefesinde çevrimin ikinci yarısını, aşkın çocukları olarak algılanan hava, su, toprak ve ateşten çıkıp, yabancılaşma sürecinden uzaklaşacak/her adımda daha çok Tanrı’nın kendisi olacak biçimde dönüşümler geçirerek “doğuran hiçlik”le buluşmayı amaçlayan yükselen eğri’nin hareketi oluşturur. Alevilik-Bektaşilik felsefesinde, alçalan eğri’nin sonu ve yükselen eğri’nin başlangıcı olarak beliren doğal elementler dünyası; düşünsel aşk deneyimi ile yetinilemeyecek artık somut aşk deneyiminin gerekli-zorunlu olduğu, yani somutu doğurma yeteneğinden yoksun bir Tanrı’nın Tanrılığını yapamayacağı bir “yabancılaşma aşamasını” simgeler. Doğal olarak “metafizik tanrının” gezinebileceği alan terkedilmiş olur. Bunu yaratan da aşk gücüdür. Tanrı kendisini doğal elemente/saf cevhere, yani su, hava, ateş ve toprağa, koşutunda sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlığa taşımakla bir bakıma, varlığını da “somuta” bağlamış; Olanağını kendi içinde taşıyan bir önceki konaktan/aşamadan/basamaktan bir sonraki konağa/aşamaya/basamağa geçen nesnel süreci, öğrenmiş olur. “Doğuran hiçlik”ten “doğuran doğa”ya; “doğuran doğa”dan “doğuran hiçlik”e taşınma Alevi-Bektaşi tasavvufunda “devriye” geleneğini yaratmıştır. Gelelim sûfi geleneğe: Sûfi geleneğin kaynak kimliklerinden biri olan Platon’da aşk, “bilme”yle elde edilen bir eğilimdir ve kişiyi aşağıdan, daha cahil durumdan yukarıya, daha bilgili duruma yükselten “içsel eğilim”dir. Böylesi bir tasarımda aşk, bir “insanlaşma ortamı”dır; orada insan kendini bulur, keşfeder. Başkasına -bu başkası Tanrı’dır- ulaşmanın yollarını arar bulur. Aşk, insan olabilmek için gerçek bir “kaçınılmazlıktır”; kendini ve dünyayı yeniden kurmaya çalışan insan için zorunlu bir etkinliktir. Ruh ve beden bütünlüğünden daha geniş ve çerçeveli olarak algılanan tanrısal bütünlüğe ulaşmaktır. Aşk, gerçek bireyden “dünyaya açıldığımız” yerdir: Bu anlamda “eşiktir.”
“Evlad-ı Kerbalâyık! Bi hatayık! Ayıptır! Zulümdür! Cinayettir!”
AHMET AKAR
Yeterli Değil Savm ile salât, zekât ile Hac İslam olmak için yeterli değil Anadan doğup da dünyaya gelmek İnsan olmak için yeterli değil İnsan olan insan kendin bilmeli Yaradanı öz gönlünde bulmalı Okuduğun manasını bilmeli Ezbere okumak yeterli değil Ehlibeyt sevgisini tatmayan Erenlerin buyruğunu tutmayan Canını canana kurban etmeyen Koçu kurban etse yeterli değil İnsan bir mürşitten dersin almazsa Ledün ilmin okuyup da bilmezse Salâtı vahdette karar kılmazsa Yere secde etmek yeterli değil Ahmet Akar sırrı açma herkese Bir insan ben ehli kâmilim dese Kuran-ı Natık’ı bilmiyor ise Kuran’ı hatmetmek yeterli değil
2
SEYİT RIZA 1863 - 18 Kasım 1937
S
EYİT RIZA, isyanı sona erdirmek için görüşmeye çağrılarak tutuklandı. Geçerli olan yasalara göre yetmiş yaşından büyüklerin idamı yasaktı. Bir tanıklıkla yaşı küçük gösterildi. “Tanık, benim büyük oğlumdan iki yaş küçüktür. Oğlumdan küçük biri yaşımı belirler ve yasa da bunu kabul ederse, itirazım yoktur.” dedi. Diyarbakır’a gidecek olan Atatürk, Elazığ’a gelmeden önce asılması için Ankara’dan bir heyet gönderildi. Onların otomobillerin farıyla aydınlatılmış bir salonda, yedek savcının suçlamasıy-
la, gece vakti yargılanıp, on bir canla birlikte idama mahkûm oldu. Dört canın cezası ileri yaş nedeniyle hapse çevrildi. Dersim mahkemesinin verdiği kararların temyizi yoktu. Sıkıyönetim komutanı mahkemeden önceden boş kağıda “karar tasdik olunur” yazıp, imza atmış ve mührünü basmıştı bile. Mahkemeden sabaha karşı çıkarılıp, oğlu ve diğer beş Kızılbaş önderle birlikte Elazığ’ın Buğday meydanında asıldı. Mezarı ziyaretgâh olmasın diye bedeni yakıldı ve külleri bilinmeyen bir yere saçıldı.
Ben Sizin Yalan ve Hilelerinizle Bas Edemedim, Bu Bana Dert Oldu. Ama Ben de Sizin Önünüzde Diz Çökmedim, Bu da Size Dert Olsun! Sayı 35
SERÇEÞME
SEÇME HABERLER Derleyen: Seda Coşkun Cem Vakfının Toplantısında Skandal Konuşma 28 Ekim / Pazar
Kaçak sanığı barındırmak suçuyla Topbaş’ın görevden alınıp yargı önüne çıkartılması gerektiği belirtilen açıklamada, beş aydır bu olayla ilgili bir açıklama yapılmadığı ve devletin artık suskunluğunu bozması gerektiği belirtildi.
AİHM: Zorunlu Din Dersi Hak İhlali 9 Ekim / Salı
EM Vakfı’nın düzenlediği “Alevi Toplumunu Bilgilendirme Toplantısı” Bostancı Gösteri Merkezi’nde yapıldı. Cem TV’den canlı yayınlanan toplantıda, katılımcılar Anayasa tasarısına ilişkin düşüncelerini ilettiler. Toplantıda Cem Vakfı tarafından savunulan düşünceler dile getirildi, Anayasa tasarısı inanç özgürlüğü açısından değerlendirildi. Diyanetten Alevilere pay ayrılması ve din dersinin seçmeli hale getirilmesi savunuldu. Toplantıda bir de skandal yaşandı. Bir davetli söz alarak “Aleviler neden namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, Hac’ca gitmiyor? Bunlar Aleviliğin özüdür. İslam’ın şartı beştir. Diyorlar ki Hz. Ali namaz kılarken öldürüldü... Bundan dolayı namaz kılmamak olur mu? Bunu gençlere nasıl açıklayacaksınız... Hz. Ali banyo yapmasaydı bizde mi yapmayacaktık?” şeklinde konuştu. Toplantı sonuç bildirisinde AİHM’nin zorunlu din dersi ile ilgili kararına atıfta bulunurken, bu kararın alınması için mücadele eden Hasan Zengin’in ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin adları kullanılmadı. Kapanışta konuşan İzzettin Doğan, Alevi İslam anlayışının anayasal güvence altına alınması gerektiğini söyledi.
VRUPA İnsan Hakları Mahkemesi, iki Alevi vatandaşın açtığı zorunlu Din ve Ahlak Kültürü dersiyle ilgili davada kararını verdi. AİHM, kızını zorunlu din dersine sokmak istemeyen baba Hasan Zengin’i haklı buldu. Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili 9. maddesini ve eğitim hakkıyla ilgili 1. protokolün 2. maddesini ihlal ettiği öne süren başvuruyu haklı bulan AİHM, Türkiye’nin başvurucuya 3 bin 726 Avro ödemesini kararlaştırdı. Gerekçeli kararda, “eğitim sırasında, devletin, ebeveynlerin dini inançlarına saygı göstermesi gerektiği” belirtildi. Laiklik ilkesine rağmen, dini inançlar arasında ayrımcılık yapıldığını ileri süren davacılar, din dersinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını talep ediyordu. Ayrımcılık yapılmadığını ileri süren hükümet ise din dersi değil, din ve ahlak konusunda genel kültür dersi verildiğini savunuyordu. AİHM’in kararı, bundan sonraki olası başvurularda emsal teşkil edecek.
Sivas Hâlâ Yanıyor
STANBUL Milletvekili Reha Çamuroğlu ve Abdal Musa Vakfı üyelerinden oluşan bir heyet Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüştü. Görüşmeden Alevileri asimile etmek amacıyla bir merkez olarak Alevilik Enstitüsünün kurulacağı ortaya çıktı. “Cumhurbaşkanı Gül, Alevilik Enstitüsü’nü Himayesine Aldı.” şeklinde kamuoyuna yansıyan haberlerde adı geçen Enstitünün Elmalı, Tekke Köyü’nde kurulacak tesislerinde İlahiyat hocaları Kuran, hadis, tefsir dersleri verecek. İki yüz yataklı yurt, 800 kişilik aşevi, 48 oda, konferans salonu, tenis kortu, bilgisayar sınıfları bulunan tesiste yılda 200 dede mi imam mı belli
C
6 Ekim / Cumartesi
İ
STANBUL Belediye’si önünde toplanan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği üyeleri, Madımak Oteli’ni yakarak 33 canın ölümüne neden olanlar arasında adı geçen İhsan Çakmak’in üç yıl metroda çalıştırılmasına tepki gösterdi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı protesto edenler, Belediye Sarayı önünde bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada, “İhsan Çakmak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde üç yıl memur olarak çalışmış, 5 Mayıs 2007 tarihinde ise yakalanarak Bayrampaşa Cezaevi’ne konulmuştur” denildi.
Kasım 2007
A
Abdal Musa Dergâhı Asimilasyon Merkezi Yapılıyor 30 Ekim / Salı
İ
olmaz “din adamı” yetiştirilecek. Gelecek yıl Haziran ayında tamamlanması hedeflenen tesise Cumhurbaşkanı iki milyon bağış verecek. Hacı Bektaş Dergâhına cami yapan zihniyetin, Alevilerin asimilasyonuna daha da hız vereceği açık. Devletin, yeni bir asimilasyon mevzisi açma çabalarına gönüllü yazılan Alevi-Bektaşilere ne demeli?
PSAKD Malatya Şubesi Açıldı 01 Ekim / Pazartesi SAKD Malatya Şubesi geniş katılımlı bir törenle açıldı. Açılış töreninde Şube Başkanı Abbas Uğurlu, ve PSAKD Eğitim ve Örgütlenme Sekreteri Kemal Bülbül konuştu. Etkinliğe, Hekimhan Şube üyeleri, Malatya’daki demokratik örgütler, sendikalar, meslek örgütleri ve siyası parti örgütleri yanısıra, CHP İl Başkanı Hacı Demirhan ve Dilek Belediye Başkanı Muzaffer Güven de katıldı. Malatya Milletvekili Mevlüt Aslanoğlu da şubeyi ziyaret ederek hayırlı olsun dileğinde bulundu.
P
AKP’den Alevilere Çirkin Sözler 1 Kasım / Perşembe
T
BMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi hakkında konuşan AKP Kırıkkale Milletvekili Mustafa Özbayrak, Alevilerin Diyanet Bütçesinden hizmet alma talepleri hakkında ilginç değerlendirmelerde bulundu. Özbayrak, Plan ve Bütçe Komisyonu’nda Aleviliğin son dönemlerde ayrı bir din gibi pazarlandığını söyledi. “Alevilik şia mezhebinin, Şiiliğin bir koludur” diyen Özbayrak, Aleviliğin birçok kolunun olduğunu belirterek, Diyanet’ten pay ayrılmasıyla ilgili şunları söyledi: “Alevilere bir tahsisat yapılırsa, Aleviliğin diğer kolları da biz tahsisat yapın derse ne olacak? Mecusiler, Satanistler gibi gruplar da benzer taleplerle gelebilirler.”
PSAKD Bursa Şubesi Kültür Merkezi ve Cemevi Açıldı 29 Ekim / Pazartesi SAKD Bursa Şubesi Kültür Merkezi ve Cemevi 28 Ekim Pazar günü açıldı. Açılışta konuşan Şube Başkanı Davut Türkoğlu, yaşanan çatışmalar bahane edilerek Irak’a sınır-ötesi operasyon
P
için hazırlıklar yapıldığını ve ülkede Kürt-Türk çatışma ortamı yaratılmaya çalışıldığını; halkların kardeşlik duygularının zayıflatılmaya çalışıldığını, şovenist, ırkçı saldırıların estirildiğine işaret ederek ülkemizin her zamankinden daha çok barışa ihtiyacı olduğunu belirtti. Açılışa katılan PSAKD Kültür Sanat Sekreteri Erdal Yıldırım konuşmasında, “Ülkemizin sorunlarının yine ülke içinde çözümleneceğini; daha önce yapılan operasyonların çözümsüz kaldığının meydanda olduğunu, bu nedenle öncelikle silahların susması gerektiğini; Pir Sultan Abdal örgütlülüğü olarak demokratik bir ülkede bir arada yaşama için duyarlılık ve çabalarının süreceğini” söyledi.
Yazıcıoğlu: Cemevi İbadethane Değildir 2 Kasım / Cuma İYANET İşleri Başkanlığı’ndan sorumlu Bakan Said Yazıcıoğlu, bütçe ile ilgili soruları yanıtlarken ibadethanelerin dinlere mahsus bir mekan olduğunu söyledi. ‘’Bizim bildiğimiz kadarıyla Alevilik, bir din değil, İslamiyetin farklı bir yorumudur’’ diyen Yazıcıoğlu, Aleviliğin ne olduğu konusunda bu kesimdeki vatandaşların da farklı görüş ve düşünceleri olduğunu ifade etti. “Şimdiye kadar biz kendilerine bir tanım biçmeye çalıştık. Ancak bu yerli yerine oturmadı. Ancak şimdi kendilerinin ne olduğunu, dini kimliklerinin ne olduğunu ortaya koyabilirlerse, çözüm de o ölçüde kolaylaşacaktır” dedi.
D
Bardakoğlu: Din Dersi Zorunlu Olmalı 2 Ekim / Salı İYANET İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin zorunlu olarak okutulmaya devam edilmesi gerektiğini söyledi. Yeni anayasa taslağına ilişkin soruları yanıtlayan Bardakoğlu, “Bu ders bir kültür ve bilgilendirme dersidir, eğitim dersi değildir. Din eğitimi ise mutlaka ve mutlaka ailelerin isteğine bağlı olarak verilmelidir” dedi. Zorunlu din dersinin laiklikle çelişmediğini belirten Bardakoğlu, “Bu bir bilgi vermedir. Dinin olgusunu, tecrübesini, tarihini, toplumdaki durumunu tanıtma dersidir ve buna her çağdaş insanın ihtiyacı vardır” dedi.
D
3
SERÇEÞME
Prof. Dr. Erdal İnönü 1926 - 2007
YARADANA BİNLERCE ŞÜKÜR, İMAM HATİPLİ BAY ABDULLAH GÜL, HAZRET-İ ALİ VE HASAN VE HÜSEYİN VE HÜNKÂR HACI BEKTAŞ VELİ VE DE TÜM ALEVİLERİ HİMAYESİNE ALIVERDİ
Son Zamanlarda Dini Bütün Kardeşler Alevi Canları Pek Sever Oldular, İşte Bu Sevgiden Örnekler… Hayırlara Vesile Olur İnşallah! Fikret Otyam Antalya, 4 Kasım 2007
ALEVİ-BEKTAŞİLER ONU, BİR YANDAN HÜKÜMETTEKİ SOSYAL DEMOKRATLARIN SİVAS’TA GÖZÜ DÖNMÜŞ SALDIRGANLIK KARŞISINDA İKTİDARSIZ KALIŞININ TİMSALİ OLARAK, ÖTE YANDAN “BIRAKINIZ KÜFÜR ETSİNLER, HAKLARI VAR” DİYEREK SİVAS KURBANLARININ CENAZE TÖRENİNE KATILAN HAS İNSAN OLARAK HATIRLAYACAK RDAL İNÖNÜ, 1926 yılında Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi, Fizik Bölümünden mezun olduktan sonra Amerika’da yüksek lisans ve doktora yaptı. Dönüşünde Ankara Üniversitesi’nde asistan oldu. 1964-1974 yılları arasında ODTÜ Fizik Bölümünde profesör olarak çalıştı. 12 Mart rejimi tarafından rektörlükten uzaklaştırıldı. 1974’te Boğaziçi Üniversitesi’ne geçti ve 1983’e dek burada çalıştı. Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu’nun (TÜBİTAK) kuruluşuna katıldı ve Temel Araştırmalar Enstitüsü’nü kurdu. NATO Fen Komitesi’nde ve Birleşmiş Milletler’in Eğitim Bilim Kültür Kuruluşu olan UNESCO’da çalıştı. 12 Eylül rejiminden çıkılırken, 1983 yılında Sosyal Demokrasi Partisi’nin (SODEP) kurucu genel başkanı oldu. Kenan Evren cuntası 1983 seçimlerine katılmasını veto etti. SODEP’in paşalardan icazetli Halkçı Parti ile birleşmesine ön ayak oldu ve SHP Genel Başkanı seçildi. 1993 yılına kadar bu görevi sürdürdü. 1986 ara seçimlerinde ve 1987, 1991 genel seçimlerinde İzmir’den milletvekili seçildi. 1991’de DYP ile kurulan koalisyon hükümetinde başbakan yardımcılığı ve devlet bakanlığı yaptı. Bu görevdeyken 2 Temmuz Sivas Katliamı oldu. Kendi milletvekillerinden gelen acil telefonlar çağrılarına yanıt olarak verdiği güvencelere karşın devlet güçlerini harekete geçirmeyi, katliamı önleyecek adımların atılmasını sağlayamadı. Bu olaydan kısa süre sonra 1993 sonbaharında hükümetten ayrıldı. SHP’nin CHP ile birleşmesine ön ayak oldu ve 1995’de dışişleri bakanı oldu. Mart ve Ekim ayları arasında bu görevi yaptıktan sonra, kendi isteği ile siyasetten ayrıldı.
E
4
G
ÜN ağarıyordu gözümü açanda, yer gök dönüyor pencereler, kapılar, çiçek saksıları hepsi çift olmuş! “Filiz, bana bir şeyler oluyor tansiyon ve şeker ölçme aletlerini yetiştir.” Tansiyon dellenmiş, şeker iyi. Gece, Almanya’dan bir karı koca Alevi sevenimi getirdiler yaşadığımız köye, buyur ettik, söz, yurtseverlik gereği “ne olacak ülkenin hali”ne odaklandı. Yedi yıldır her hafta yazdığım Aydınlık Dergisi bayram nedeniyle erken çıkacak buna uydum erken yazdım yazımı; türban denilen bezin artık ilkokullara kadar indiğini de içeren tam deyimiyle bağnazların tüm yurttaki gerici rezilliklerini örneklerle anlatan bir yazı, masanın yanında duruyor. “Sizi anlıyorum görüşlerim şu yazımda”. Konukları bize getiren Alevi arkadaşın saz da çalan eşi yazımı okudu yüksek sesle. İçim, yazarken olduğu gibi acıdı, yine dertlendim, şahlandım ve sabah kırk kilometre öteden çarçabuk gelen cankurtarandayım, Filiz Otyam belki altıncı kez ani karar ve uygulamasıyla işi sağlama bağlamış, doktor tanış çıktı ne ki onu da çift görüyorum, “baba gözlerini kapat” dedi, büyük sözü dinlerim kapattım. Amanın nasıl güzel bir yer, cennetin kapısındayım bir ulu can Hazret-i Ali kolunda güzel bir toprak kap, biliyorum içinde orada gür gür aktığı muştulanan, ama ne derecesi ne de rengi belirtilmeyen Şarab-ı Kevser, biraz ötede Hünkâr Hacı Bektaş Veli!.. Hayırladılar, dedim, “çağrıldım, ol nedenle uçup geldim.” Bakıştılar, “bir yanlışlık olmalı ey can, senin oradaki hizmetin daha bitmedi...” El salladılar,
gözümü açtım. Geçen yıl olduğu gibi yine Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’ndeyim, bu kelli nöroloji bölümünde! Odada tam karşımdaki duvarda televizyon var ne ki iki adet!.. Kısaca her şey, herkes iki!.. Televizyon açık iyi iken suratlarını görmeye tahammül edemediğim bazı hatun ve erkişiler de iki! Can koruyanlarım sırtüstü yatırıp pek hareket etmememi buyurdular canıma minnet gözlerimi kapattım her zaman yaptığım gibi hikmetinden asla ve hat’a sual edilmeyen yaradanımla konuşmaya başladım, “Ey yüce Yaradanım” dedim, “evet hikmetinden sual olunmaz, ama izin ver de sorayım hangi suçuma bu ceza?” Can korurlarıma göre bu çift görme bir ile yedi ay sürebilirmiş gerçekten büyük bir ceza! Sabahın köründe gözlerimi açtım, sözcüğün tam yeri ve sırası gözlerime inanamadım TV başta olmak üzere her şey tek… Can bakanlarımın damardan ve ağızdan verdikleri kanı sulandıran haplara da ayrıca teşekkür ederim.
Sayın Demirel’in Merakı Dokuzuncu Cumhurbaşkanımız niye saklayayım benden çok çeken Sayın Demirel cep telefonuyla konuşmam bir süre yasaklandığı için o da tüm sevenlerim gibi yaşam yoldaşım Filiz Otyam’ı arıyor sağlık durumumu ayrıntısıyla öğrenmek istiyor. Söylenenlerden tatmin olmamış ki sorularını yineliyor Filiz televizyon da yüzlerine görmek istemediklerini iki kez
26 EKİM GÜNÜ ELİMİZE ULAŞAN DÜZELTME YAZISI Serçeşme Dergisi Yöneticilerinin Dikkatine, Eylül 2007 tarihli derginizde Sayın Fikret Otyam’ın Sabahat Akkiraz ile ilgili yazdığı yazıda “Farımaz” adlı barak havası ile ilgili olarak kendi derlediği bir ezgi olduğunu ima etmiş ve “Eski dostluk hatırına bana bir kopya salsın derlediğim dediği barak havalarından!” diyerek bizi itham etmiştir. Bu barak havasının yer aldığı Aziz Tok-Kırıkhan Barakları adlı albüm kırk yıldır Kırıkhan’dan Adana’ya, Antep’e, Mersin’e tüm Güney ve Güneydoğu illerinde satılan bir albümdür ve stüdyoda kayıt edilmiştir. Şahsi olarak kayıt altına alınmamıştır ve son yıllarda da Atakan Plak etiketiyle piyasada satılmaktadır. Sabahat Hanımın babası Hıdır Akkiraz bu albümü yetmişli yılların sonunda satın almış ve bu albüm hâlâ Sabahat Akkiraz arşivinde yer almaktadır. Sayın Fikret Otyam bize kendi derlediği Kilis baraklarını ve Urfa türkülerini içeren kayıtlar ile Aziz Tok’un iki piyasa kasetinin de kopyalarını vermiştir ve biz bunları kullandıkça kendi derlediklerine ismini yazdırmışızdır. Bu konuda hassasiyet göstermişizdir. Tüm derleyicilere gösterdiğimiz gibi. Sabahat Akkiraz, ilk profesyonel aktarıcı olduğundan derleyici olarak kendini belirtmiş, ama eserin anonim bir eser olduğunu albümde de yazmıştır. Sabahat Akkiraz bu barağı ilk notaya alan, düzenlemesini yapan (enstrümanlar için) ve seslendiren kişi olduğu için derleyici demiştir. Ama kayıt eden ne Sabahat Akkiraz’dır ne de Fikret Otyam. Bu konunun Hacı Bektaş Veli Barış ödülü ile ilişkilendirilmesi ise bizi gerçekten kırmıştır. Büyük ustaya geçmiş olsun der, bu yanlış anlamanın düzeltilmesini rica ederiz. Saygılarımızla. Hasan Akkiraz Akkiraz Müzik & Film
Sayı 35
SERÇEÞME Sayın Reha Çamuroğlu Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü de sahipli saygın bir Alevi yazarı işte yukarıdakilerin partisine girdi, yetmedi buradan “mebus” oldu! Yetmedi, bu güzel inanca hizmet için Alevi toplumunu imam hatipli Bay Abdullah Gül’ün himayesine verdi. Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış ödüllü (ne mutlu bana bu onurlu ödülün üçüncü sahibi bu satırların yazarıdır, 1996) Çamuroğlu demecinde, ‘seçimlerde az Alevi olduğu için değil çok Alevi olduğu için’ AKP’ye gittiğini belirterek şöyle diyor:
Prof. Dr. Mübeccel Kıray
1923 - 2007
“Ben Alevi kimliğini unutarak, bundan taviz vererek AKP’de bulunacak biri değilim. Alevilikle ilgi konuların üzerine gideceğiz; bu sorunları çözme iradesini de ben bu iktidarda görüyorum. AKP çatısı altında çok ciddi işler yapılabileceği kanaatindeyim.” O ulu ozanı dostunun attığı gül yaralamamış mıydı? Bir başka haber: “Maliye Bakanlığı Mersin Cemevi’ni ‘inanç merkezi’ olarak görmedi”
“Cemevine İşyeri Ruhsatı” görmemden yakındığımı söyleyince kahkahayı patlatmış, “anlaşıldı şuuru yerinde!” Eve döndürüldüğünde de aradı, yasak kaldırıldığı için telefonlara yanıt veriyorum, can bakanlarımın kesin olarak sinirlenmememi, öf kelenmememi, bir şeye kafamı takmamamı sıkı sıkı tembih ettiklerini anlattım “gardaşım işte bu zamanda olacak şey değil” dedi ve kahkahayı patlattı.
Can Bakanlarımın Rağmına! Can bakanlarımın yani doktorların sıkı tembihleri rağmına ‘alışmış kudurmuştan beterdir’e uyarak artık tekte gördüğüm için gazetelere saldırıyorum; bazı kesintiler yaptım muhterem din kardeşleriniz Nakşisi olsun, Fehtullahcısı olsun ve elbette Diyanet İşleri Başkanlığı ve nice tarikatçılar olsun meğer Alevi milletini ne kadar çok seviyorlarmış; bilmeyenler bilsinler diye bazı kesintileri sizlerle de paylaşmak istedim. Ama beni en çok mutlu eden bir haber fazla mutluluk verdiği için olacak asla yükselmemesi gereken tansiyonum 19’a çıkıverince can verenlerim gereken önlemi derhal aldılar; ney dimi bu haber kocaman başlıklarla altı sütun bir haber: “Alevi Enstitüsü’nü himayesine aldı/ İlk olacak” İkinci başlık ise aynen şöyle: “Cumhurbaşkanı Gül Türkiye’nin kurulacak ilk Alevilik Enstitüsünü himayesine aldı. AKP’nin Alevi kökenli milletvekili Reha Çamuroğlu, Cem Vakfı Başkanı Doğan’ın tepki gösterdiği yeni vakfın yöneticileri ile Gül’ü ziyaret ederek yardım istedi. Gül de Antalya’nın Tekke köyünde kurulacak Enstitüye her türlü desteği vereceğini belirtti.” AKP kimin partisi? İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı olur olmaz ilk işi dozerleri Cemevine yıkıma gönderen Gürcü kökenli Kasımpaşa büyümeli imam hatip kültürlü ayak topu oyuncusu halen başbakan muhterem Recep Tayyip’in! Öteki muhterem Abdullah Gül de bu partinin kurucularından halen %47’nin Cumhurbaşkanı muhterem hanım efendisi türbanı yüzünden bu canım ülkeye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikâyete duran hatun! Kocası Dışişleri Bakanı olunca türban şikâyetini geri alan bir uyanık hatun.
Kasım 2007
İşyeri ruhsatlı Cemevi AKP iktidarının Alevi canlara armağanıdır, bu tarifsiz bir sevgidir. Bir başka haber daha:
“MEB’e Göre Tasavvufi Yorum Din kültürü ders kitaplarında Alevi-Bektaşi kavram ve terimlerine yer verilmiyor ve bazı Alevi önderleri Sünni inançtaymış gibi gösteriliyor.” Bir başka haber:
“Gül’ün Önünde Kavga 35 aydının yakılarak öldürüldüğü Madımak Oteli’nin müze yapılmasını isteyen Fransa’daki Alevi dernekleri başkanı, Gül’ün katıldığı Milli Görüşçüler ve ülkücüler tarafından yuhalandı.” Buna ilişkin bir haberin başlığı da söyle:
“Abdullah Gül’ün Korumaları Cesaretlendirdi. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Kazım Genç, yapılan saldırıyı Alevilere ve onların temsilcisi olan tüm kurumlara yapılmış olduğunu belirtti.” Bu da hazırlanan dedikodulu Anayasa çalışmaları ile ilgili: “Hacı Bektaş Veli Kültürünü Tanıtma Dernekleri: ‘Aleviler göz ardı edildi’.” Din kardeşlerimizin Alevi inancına karşı üstün saygı ve sevgilerine ilişkin son bir örnek: “AKP’li Özbayrak, bütçeden pay ayrılmaması için tuhaf bir gerekçe öne sürdü:
Alevilere ‘Satanist’ Benzetmesi AKP, Kırıkkale Milletvekili Mustafa Özbayrak Alevilere diyanetten pay aktarılması konusunda ‘Alevilere bir tahsisat yapılırsa, Alevinin diğer kolları bize de tahsisat yapın derse ne olacak? Mecusiler, satanistler gibi gruplar da benzer taleplerle gelebilir’ dedi!” AKP Milletvekili Alevi can Çamuroğlu’na selam ederim, işi gerçekten zor!
1951 TKP Davası Sanıklarından, İki Yıl Sebepsiz Yere Hapislerde Süründürülmüş Yıllarca İşsiz Bırakılmış Saygın Bilim İnsanı
Yattığı Yer Işık Olsun ÜBECCEL Kıray 1923’te İzmir’de doğdu. 1944’te Ankara Üniversitesi’ni bitirdi, 1946’da Antropoloji doktorası aldı. O dönemde Barışseverler hareketinin öncülerinden Behice Boran’ın öğrencisi olan Mübeccel Hanım, “1951 TKP Tevkifatı” diye bilinen baskılardan payını aldı. Tutuklandı, İstanbul polisinin siyasi şubesinin işkencehanesi tabutluklarıyla meşhur Sansaryan Han’ının “misafiri” oldu. İki yıl boş yere hapis yattıktan sonra salındı. Ama 27 Mayıs sonrasına kadar üniversite ve bilim çevrelerinde iş bulamadı. Yılmadı, dışardan hazırlanarak doçentlik unvanını kazandı. Üniversite’de çalışmaya başladıktan sonra 1966’da profesör oldu. 1973’e kadar Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Bölümü’nün gelişmesine damgasını bastı. Eğitimciliğe büyük önem veren Prof. Kıray öğrencilerinin gönlünde taht kurdu. 1973’te ODTÜ’den ayrılarak İngiltere’de ders verdi. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nde, 1982’den sonra da Marmara Üniversitesi’nde çalıştı. Amerika, Norveç, Mısır, İsviçre’de çeşitli üniversitelerde dersler ve konferanslar verdi. 1989’da emekli oldu. Sosyolojide, toplumsal değişmeyi yerinde ve zamanında belgeleyerek ele alma yöntemiyle bir ekol oluşturan Prof. Kıray’ın, “Ereğli, Ağır Sanayiden Önce Bir Sahil Kasabası”, “Örgütleşemeyen Kent: İzmir”, “Değişen Toplum Yapısı”, “Toplumsal Yapı - Toplumsal Değişme”, gibi çığır açan çalışmaları yayınlandı. Ayrıca İngilizce yapıtları ve derleme kitaplarına yazdığı makaleleri vardır. Bunların arasında “Göçmen İşçi Aileleri”, “Tahakkümün Değişen Biçimleri” ile “Eski Köylülerin Kentlerde Yaşamlarını Sürdürme Stratejileri” çalışmaları çok önemlidir. “Seçme Yazılar”ı da yayınlanmış olan Prof. Kıray’ın bir söyleşide aktardığı anıları, “Hayatımda Hiç Arkaya Bakmadım” adıyla yayınlandı. Bir çok ödül almış olan Prof. Mübeccel Kıray, 1994’te Türkiye Bilimler Akademisi (TUBA) şeref üyeliğine seçilmişti.
M
5
SERÇEÞME
Harf Simgeciliği Bölüm I
Hurûfilikte, tanrısal sırların çözümüne aracılık eden işaretlere “huruf” adı verilir.
Esat Korkmaz
Y
ASAKLI kültürlerin kullandığı simge-sembol dilinin, bu kapsamda kullanılan simgelerin-sembollerin birbirleriyle ilişkisinin incelenmesi ve bunun bir sözlüğe bağlanması, ilahi-resmi ezberi bozan yeni bir dünya açacaktır önümüze. Sûfiler-mistikler, çoğunluğun diline karşı kendi iletişim dillerini yaratırken basit bir geometrik örnekten karmaşık çok köşeli yıldızlara ya da bir çiçek motifinden karmaşık bir örgüye dönüşen bir anlatım yapısı ürettiler. Böylesi bir anlatım yapısında bir simge-sembol, bir şeyi açıklamaktan çok onun anlamı üzerinde durur, anlamını bize anımsatır. İnanç diliyle söylersek Tanrı, doğanın yapısına ve insanın ruhuna kimi işaretler (simgeler-semboller) yerleştirmiştir; onları düşünsel deneyimle görmek ve kendi nedenlerini anımsatma aletleri olduklarını algılamak gerekir. Sûfi-mistik gelenekte, tasavvufi ya da mistik deneyim ve düşüncenin ilahi-resmi ezbere uyarlı duruma getirilemeyeceği kabul edilir; bu nedenle irşad edilmemişlerin huzurunda sır açıklamak tehlikelidir. Tehlikenin kol gezdiği geçmişin can pazarında sûfiler-mistikler, simgelerle-sembollerle konuşma, hakikati anımsama aletlerini (simgeleri-sembolleri) kullanarak bir şeyi ifade etme sanatını geliştirdiler. İçsel felsefe-öğretilerde, canlı-cansız her şey tanrısal nedenin çoğalarak ya da doğurarak görünüşe taşınmasından başka bir şey olmadığı için, her canlı ya da her cansız Tanrı’nın bir simgesidir. Sûfi-mistik geleneğin kaynak kimliklerinden Platon’da görünüşe taşınan her şey, idea adı verilen değişmez soyut gerçeğin simgesi ya da kopyasıdır. Öğrencisi Aristoteles’te ise bunun tersi söz konusudur: Her soyut kavram, o kavramla ifade edilen şeyi özünde taşıyan somut nesnelerin simgesidir. Biz bu yazımızda simgeciliğin “harflerle ve harflerin sayı değerleriyle ilgili” yanı üzerinde duracağız
Harfçilik ve Harflerle Uğraşanlar
H
ARF simgeciliği tasavvufi metinlerin anlaşılmasında son derece önemlidir. Harf simgeciliğinde harfler, “vahyin kapıları”dır; bununla birlikte Tanrı’dan “farklı” şeylerdir. Farklı olması nedeniyle harfler, sûfi için, ayrımına varması gereken ötekiliğin “örtüsü”dür bir bakıma. “Gerçeği örten giysidir”, algısını ölçü aldığımızda harflere biçimsel bağımlılık, “putlara” ya da “zâhire” tapmak anlamına gelir. Sûfi tasarımlarda, genelde harfler, özelde kimi harfler, “iç anlamı insan gözünden saklayan” deri ya da kabuktan başka bir şey değildir. Mutasavvıflar, Arap alfabesinin harflerine tasavvufi anlamlar yükleyerek, düşüncelerini egemenden ve yeri geldiğinde halktan “gizlemeyi” başardılar; süreçte “gizli diller” oluşturdular. Balabailân (balabaylan) denilen dil, bu tür çabaların ürünü durumundadır. Kimi sûfiler, örneğin Sühreverdi-i Maktûl gibi kimi üst düzey tasavvuf erleri, Kuran’ın bâtınını anlamaya yarar “gizli bir alfabe”nin kendilerine öğretildiğinden söz ederler. İnançta, Tanrı harfleri yarattığında, onların sırrını kendine saklamıştı; Âdem’i yaratınca bu sırrı meleklere değil de O’na vermişti. İşte sûfiler harflerde “gizli” bu sırrın peşindedirler. Bu kapsamda Hz. Ali’ye ya da İmam Cafer Sadık’a bağlanan, kimi kez her ikisini de kucaklayacak biçimde algılanan Cefr (Cifr) tekniği, gizli sırları aramanın yöntemi olmuştur. Cefr tekniği aynı adlı kitapta anlatılır: Bu kitap, Hz. Ali ya da İmam Cafer Sadık’ın yazdığı kabul edilen, harflere sayısal değerler yükleyerek gelecekten haber verme konusunu işleyen bir yapıttır. Kitabın adı olan “cefr”, Arapça’da, “yetişmiş oğlak ya da kuzu” anlamınadır. Şii kaynaklı söylencelere göre Hz. Ali, Cefr ve Câmia adlı iki kitap yazar; bu kitaplarda, dünyada olmuş ve olacak olayların gizli bilgilerini verir. Gizli bilgilerin nereden geldiği konusunda söylenceler değişiktir: Bir görüşe göre Hz. Muhammet, kendisine ulaşan bilgileri kuzu ya da oğlak derisine yazdırır; sonra da damadı Hz. Ali’ye verir. Diğer bir görüşe göre ise Hz. Ali bu bilgileri, Tanrı’nın Tur Dağı’ndayken Hz. Musa’ya ulaştırdığı levhalardan alır; bu gizli bilgilerin (dünyada olmuş ve olacak şeylerin gizli bilgileri) taşıyıcısı olur. Cefr, Hz. Ali’den oğullarına geçer; daha sonra Şii imamları izleyerek sonunda altıncı imam Cafer Sadık’a ulaşır. Tasavvuftaki bu eğilim, “harfçilik” ya da “harflerle uğraşanlar” anlamına gelen Hurûfiler tarafından geliştirildi. Hurûfilere göre “söz”, insanın yüzünde “görünüşe taşınan” Tanrı’nın zatının ulu tecellisidir. Sözü oluşturan “sözcükler”, Tanrı’nın sırlarının açığa çıktığı “yazı”yı
6
yaratır; bu anlamda “yazı”, tanrısal sırların görünüşe taşınmasından başka bir şey değildir ve bunun en mükemmel örneği Kuran’dır. Hurûfiliğin kurucusu Fazlullah, Âdem’e dokuz, İbrahim’e on dört, Muhammet’e yirmi sekiz harf verildiğini, kendisinin ise otuz iki harfle şereflendirildiğini belirtir. Çünkü Fars alfabesi 32 harften oluşmaktadır. Harflere ilişkin seçenek yorum sayısı fazla olmakla birlikte genel kabul gören tasarım şöyledir: Harfler insan yüzünde yansır. Bu bağlamda “elif ”, yüzü iki eşit parçaya ayıran (hatt-ı üstüvâ) ve Hz. Ali’ye denk gelen “orta çizgiyi” oluşturur. Burnun sol tarafında beliren “b” ise On dört Masum-u Pâk’ı simgeler. Özelde Hurûfi algıda, genelde sûfi anlayışta Maşuk’un yüzünün mükemmel bir “mushafa” benzediği düşüncesi yaygındır. Doğal olarak “güzel yüz”, Kutsal Kitap’ın tezhipli bir nüshasıdır. Demek ki insan, Levh-i Mahfuz’un kusursuz bir “sureti”dir; bütün hikmet ve güzellik onda gizlidir, onda biçim bulur. Levh-i Mahfuz, “görünmezliği” nedeniyle “Hiçlik Defteri” olarak algılandığından, söz gelimi Hint tasavvuf geleneğinde insan, Kuran-ı Kerim’in sureti olarak değil de “yokluğun mushafı” olarak tanımlanır. Küçük farklılıklarla seçenek yorumlar da vardır: Hint-İran tasavvufunda insanın yüzü, Kader Kalemi’nin misk ile yazdığı, kusursuz-hatasız bir “mushaf ”tır; “gözler” ve “ağız”, ayetler ve durak noktalarıdır; “kaşlar” eliftir; “kirpikler” harfler ve noktalardır. Diğer taraftan “kavisli kaşlar”, Türk tasavvuf geleneğinde, beratların üzerindeki “tuğra”yı simgeler. Hatai, kaşları, “besmele”ye benzetir. Dar ve küçük ağız, alfabede en küçük yuvarlağa sahip olan “mîm”; gözler “sad” ya da “ayn”; saç lüleleri ve zülüfler, “dal” ya da “cim” harfiyle simgelenir. “Hat” sözcüğünün iki anlamı farklı tasavvufi algıların taşıyıcısı durumundadır: Sevgilinin üstdudağı üzerindeki ayva tüylerinin (hat), yazının siyah satırına (hat) benzetilmesi ilginçtir. Tasavvufi coşkuya kendini kaptıran bir sûfi, sevgilisinin “siyah hattında” ilahi yazıyı görür; bu ilahi yazı, kendisinden önce yazılanları geçersiz kılan bir “peygamberlik mührü”ne benzetilir. Harflerle kendini ve çevreyi anlatma, bitimsiz bir yorumlar dünyasına adım atmak anlamına gelir. Örneğin Mevlana, “gönül mushafı”ndan, yani “mushaf-ı dil”den söz eder; eğer Maşuk bu mushafa bakarsa ya da baktığında, “tasrif işaretleri raks etmeye, cüzler hora tepmeye başlar”. Levh-i Mahfuz’a Ezeli Kalem ya da Kudret Kalemi ile yazılmış kader düşüncesi üzerine de seçenek yorumlar bulunmaktadır. Kader Kalemi’nin ucu “ters yönde” kesildiği için, yazgısının “çarpık” olduğundan yakınan sayısız sûfi vardır. En yaygın inanç yorumu şöyledir: İnsanın “hiçlik defteri”ne yazılan kaderi, en büyük kitap olarak algılanan insanın “okunma yeri” olan yüzüne de yansır. Üst düzey sûfiler, yüze yansıyan bu yazıdan yola çıkarak bir insanın kaderini okuyabilirler. Bunun dışında bir de “Amel Defteri” inancı vardır: Amel Defteri, Kıyamet Günü günahların ve sevapların yazıldığı bir defterdir. İnsan Amel Defteri’ndeki günahlarını silmeye çalışır; sûfi gelenekte bunun yolu, “gözyaşı dökmektir.” Tasavvufta, özellikle Uzakdoğu tasavvufunda “su”, gözyaşını simgeler ve gözyaşı, günah sayfalarını siler. Nizamî’ye bağlanan “silinen sayfalar” simgesi bunun kanıtı durumundadır. Gözyaşı diğer taraftan bir sûfinin aşama alabilmesi için yaşama geçireceği yükümlülük durumunda bulunan “zahmet”in dışa vurumudur: Zahmet ve gözyaşı eşliğinde fena-beka deneyimleri nesnelleştirildiğinde, dökülen gözyaşının bedeli olarak Amel Defteri’ndeki tüm günahlar “silinir”. Sûfiliğe özgü bu tasarımlar kapsamında, kaderi yazan “kalem” üzerine çok çeşitli yorumlar üretilmiştir. Bir kere kalemin ucu “ters” yönde açıldığı için, kaderde kimi olumsuzluklar olabilmektedir. Ancak şu bilinmelidir ki: “Kalemin kendi iradesi yoktur”, yani kalem, ne yazdığının
Sayı 35
SERÇEÞME ayrımında değildir. Yazar, nasıl isterse kalem öyle yazar. Sûfi gelenekte, kalemi el tutar, eli de akıl yönlendirir. Demek ki yazgıdan “akıl” sorumludur. Daha doğrusu yazı ya da yazıyı oluşturan harfler, kalem tarafından bir yere-sayfaya yazılmadan “görünüşe taşınamazlar”. Görünüşe taşınabilmek için “kâğıttan bir gömlek giymeleri” zorunludur. Ama aynı zamanda, “giydikleri gömlek”, yani görünüşe taşınmış halleri, bu yazının, bu harflerin taşıdığı tasavvufi anlamlar için bir “örtüdür”. Yazıyı ya da harfleri yazan “kalem”de aranan niteliklerden biri de “dilinin” hatta “başının kesilmiş” olmasıdır. Tam da bu nedenle “kalem”, sırrını söylememesi gereken bir “sûfiyi” simgeler. “Kesik dil” ile konuşmaya, “başı kesilmiş kalem” ile yazmaya çalışan sûfi, egemenin içinde sırrını açıklayabileceği alanlar yaratabilmek için simge diline başvurur. Bu anlamda “simge dili”, kesik dille konuşma, başı kesilmiş kalemle yazma çabalarının bir ürünü olarak görülebilir. Attâr’ın geleneğe taşıdığı bir yorumda “kalem”, Kalem Suresi’nin başındaki “nûn” (n) harfiyle ilişkilendirilir: Sûfi, yuvarlak “nûn” harfi gibi başı kesilmiş, elleri-ayakları koparılmış durumda yürümeye çalışan bir âşıktır. “Nûn” aynı zamanda “balık” anlamına da geldiği için sûfilerce seçenek yorumlar geliştirilmiştir. Örneğin Rûmî’nin konuya ilişkin hoş bir anlatımı vardır: “Gönül denizinin kıyısında oturmuş bir Yûnus gördüm; nasılsın/ dedim. Kendi töresince bana cevap verdi de/ Dedi ki: Şu denizde bir balığın gıdasıydım; nûn harfi gibi büküldüm de/ sonunda kendi kendimin Zünnûn’u oldum”. Zünnûn, “balık sahibi” anlamına gelir ve Kuran’da Yûnus Peygamber’in adı olarak geçer. Yunus Peygamber gibi “fena balığı” tarafından yutulup bir süre sonra “hicran kıyısı”na atılan sûfi, balığın içinde yaşamasının bir bedeli olarak başsız-kuyruksuz “nûn” harfi gibi olur. Kimi sûfiler, “vahdet sırrını” mürekkep ile harfler arasındaki ilişkide arar: Buna göre mürekkeple yazılan harflerin, aslında harf olarak varlıkları “yoktur”. Çünkü harfler, bir “anlaşma” gereği verilen anlamların taşıyıcısı durumunda bulunan çeşitli “biçimlerden” başka bir şey değildir. Somut olarak var olan tek şey burada “mürekkep”tir. Demek ki harfler, ancak mürekkep olunca kâğıttan bir “gömlek” giyinerek görünüşe taşınırlar.
Elif’le Başlayan Serüven
H
ARF simgeselliği kapsamında Kuran’ın yirmi dokuz suresinin başında yer alan “bağımsız harfler” (hurûf-i mukataa) sûfileri, yorum yapma konusunda tetiklemiştir. Bakara Suresi’nin başlangıcında yer alan “a-l-m” (elif-lâm-mîm) harfleri, tek bir sözcük gibi okunduğunda “elem” anlamında algılanır. Yine “a-l-m” harf üçlemesinden “elif ” Allah’ın, “mîm” Muhammed’in, “lâm” ise Kuran’ın Peygamber’e vahyedilmesini sağlayan Cebrail’in simgesidir. Böyle yorumlanmasının bir gereği olarak Rûmî, bu harf üçlemesini “Musa’nın Sopası”na benzetir. Benzer biçimde Tâhâ Suresi’nin başındaki “tâ” ve “hâ” harfleri yorumlanır; “tâ” tüm temizliği, “hâ” ise varlığa gelen tüm yapıları simgeler. Neml Suresi’nin başında yer alan “tâ” ve “sîn” harfleri de kimi tasavvuf erlerine göre “saflığı” ve “rablığı” simgeler. Açık söylemek gerekirse sûfiler çoğunluk Arap alfabesinin ilk harfi olan “elif ”e yönelmiştir; ince ve dik bir çizgiden oluşan “elif ”, maşukun ince-uzun endamını simgeler olmuştur. Ama aynı zamanda maşuk, Tanrı’dır. Bu nedenle “elifi bilmek”, ilâhi ahadiyeti bilmek anlamına geldi. Yani “elifi” hatırlayan, başka harfleri ya da başka harflerden oluşan sözcükleri bilmesi gerekmiyordu. “Elif ”, tüm varlığı içine almıştı; ilk ve en ulu harfti o; her şeyi birbirine bağlayan ancak bu şeylerden de ayrı duran Tanrı’yı simgeliyordu. Muhâsibî’ye bağlanan bir söylencede “elif ”in durumu-konumu sûfi dille saptanır: Tanrı tüm harfleri “elif ” suretinde yaratır, sonra da onları boyun eğmeye özendirir; ne var ki sadece “elif ”, yaratıldığı biçimi ve görüntüyü korur. Diğerleri “boyun eğdikleri için”, çeşitli biçimler alırlar. “Elif ”, sağlıklı harf, ilâhi harf, öteki harfler ise “hastalıklı” harf, elife benzeyen harftir. Bu söylence, Tanrı-Âdem ilişkisine bir göndermedir aynı zamanda: Elif Tanrı idi; Tanrı Âdem’i kendi suretinde yarattı; ne var ki Tanrı’nın suretinde yaratılan Âdem, buyruğa karşı geldi, elif dışında kalan harfler gibi ilâhi saflığını yitirdi. Attâr, elifin konumunu-durumunu seçenek bir tasarımda şöyle açıklar: Bütün harfler “elif ”ten türemiştir; elif bükülünce “dal”, başka türlü bükülünce “re”, iki ucu bükülünce “be”, atnalı biçimini alınca “nûn” olur. Benzer biçimde diğer harfler “elif ”ten türer. Bu örneklerden sonra şöylesi bir tanımlama yapabiliriz: “Elif ”, Ortodoks tasavvufta, yani Sünni gelenekte “akla aşkınlığın”, heterodoks ve bâtıni tasavvufta, yani Alevi gelenekte “duyulara aşkınlığın” simgesidir. Aşkınlık simgesi olarak öne çıkarılınca, görünüşe taşınamamış tanrısallığı kucaklayan birliğin hatırlatıcısı olur. Seyri sülûk yolculuğuna çıkan sûfilerin, yani manevi özgürlüğe erişenlerin, günahlarını silenlerin simgesi durumuna gelir “elif ”: Tam da bu nedenle erenler, elif gibi hakikat ortasındadırlar. Elif-üçleme ilişkisini öne sürenler de oldu: Onuncu yüzyılın ortalarında yaşayan Deylemî’ye göre elif, hem “bir” hem de “üç” idi; birlikte üçlüğün, üçlükte tekliğin simgesi durumundaydı. Elifi oluşturan harflerin sayısal değerlerinin simgeselliği üzerinde durularak kanıtlanma yoluna gidilmiştir. Elifi oluşturan harflerin sayısal değerlerinin (e = 1, l = 30 ve f = 80) toplamı 111’dir. Burada e (= 1) Tanrı’yı ya da Hakk’ı, l (= 30) doğayı ya da Muhammed’i ve f (= 80) ise insan ya da Ali’yi simgeler.
Kasım 2007
PİR SULTAN ABDAL
Neylersin Eliftir doksan bin kelamın başı Var Hakk’a şükreyle bayı neylersin Vücudun şehrini pak etmeyince Yüzünü yumaya suyu neylersin Vücudun şehrini veremem araya Gönül yıkıp göç eyleme saraya Var bir amel kazan Hakk’a yaraya Hakk’a yaramayan suyu neylersin İblis benlik etti yolundan azdı Âşık maşukunu aradı gezdi Muhammet Kırklar’da bir engür ezdi Kendine farz olmayanı neylersin Dediler ki er yatağı kandadır Dediler ki lal gevheri sendedir Aynel’ yakin derler Hızır nerdedir? Cemaat olmadan Şah’ı neylersin Pir Sultan Abdal’ım ben de gezerim Turap oldum ayaklarda tozarım Erden içtim, esiri dem gezerim Erin sunmadığı payı neylersin
ŞAH HATAYİ
Gör Sırrı cavidana ereyim dersen Verdiğin ikrara sahip ola gör Mürşit meydanına varayım dersen Musahip babına yüzünü süre gör Musahipten sonra aşina tutmalı Mürebbi ile rehbere yetmeli Malı mala, canı cana katmalı Bülbül olup gülistanda öte gör Dört kapının on ikidir duvarı Haydar-ı Kerrar’dır onun minberi On yedi Kemerbest’in kurduğu yollu Seç özünü yediyi üçe kata gör Yetmiş üçten gelen güruh-u naci Anlar da urunur elifî tacı Mürşidin eşiği mümine hacı El uzatıp eteğinden tuta gör Şah Hatayi’m bu sırra ermeli Üç sünnet yedi farzı bilmeli Üryan büryan Hak cemine gelmeli Kemerbest olup erkâna yata gör
Kurbanıyım Ben Üçler, Beşler, Kırklar ile Yediler On İki İmamlar kurbanıyım ben. Okundu tekbirim döndüm kıbleme On İki İmamlar kurbanıyım ben. Anam kısır koyun, atam Cebrail Hakk’ın emirlerine olduk kail Bilendi bıçağım, çalındı tabil On İki İmamlar kurbanıyım ben. Tam yedi kez ol yünümü kırktılar Etlerimi pare, pare ettiler İbrahim’in sürüsüne kattılar On İki İmamlar kurbanıyım ben. Hak Telâ emriyle yer gök ayrıldı Cebrail kanadın çarptı sarıldı Sağ kalan koçlar beraber karıldı On İki İmamlar kurbanıyım ben. Şah Hatayi’m der ki kanımı dökme Hak için çalış, boşa emek çekme Pirin gel demeden postundan çıkma On İki İmamlar kurbanıyım ben.
7
SERÇEÞME
HACI BEKTAŞ VELI’Yİ AHMET YESEVİ’NİN ARDILI YA DA SÜNNİ GÖSTERME ÇABALARINA KARŞI ÇIKMAK İÇİN
Hacı Bektaş Veli’yi Doğru Tanıyarak Anlamak… İsmail Kaygusuz
H
er yıl Ağustos ayının üçüncü haftasında iki üç gün süren Hacıbektaş ilçesindeki şenliklere yüz binlerce Alevi-Bektaşi can akın eder. Bunların büyük çoğunluğu resmi şenlik eğlencelerine katılmak için değil, Hünkâr’ın dergâhına yüz sürmek için gelirler. Çilehane, Kuluçkaya, Pir Tepesi, Alıç Ağacı, Beştaşlar, Hamurkaya gibi keramet söylencelerinde adı geçen yerler ziyaret edilir. Türbelerde dualar eder, temsili cemler yaparlar; Hacı Bektaş Veli’nin ruhundan yeniden kerametler bekler; “dildeki dilekleri, gönüldeki muratlarını” isterler ve hep bu beklenti içindedirler. Alevi toplumu Hünkâr’a sadece bu gözle bakmayı sürdürürlerse, onun tarihsel kişiliği ve büyük insanlık önderliğini asla anlayamayacaklardır. Yedi yüz elli yıl önce her şeyi bilime bağlamış ve “bilim bütün değerlerin üzerindedir ve bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” demiş olan Hünkâr’a bu kötülüğü yapmayalım. Ancak ne var ki, nesnel dünyasına girerek onu doğru tanımak ve tanıtmak için, 13. yüzyıl Anadolu’sunda yükselen toplumsal ve siyasal mücadeleleri ve onların nedenlerini öğrenmek zorunluluğu vardır. Selçuklu-Moğol-Bizans ilişkilerini, çağın toplumlarının sosyo-ekonomik ve inanç yapılanmalarını iyi incelemeden bunu yapmak zaten olası değildir.1 Horasanlı genç Batıni dervişi Hacı Bektaş, Güneydoğudan Anadolu’ya girer. Hacı Bektaş burada Ebü’l Vefa yolağından olan Dede Garkın’ın –ki Baba İlyas’ın da Piridir– elinden geyik derisinden Elifî taç giyip, nasip aldığı Vilayetname’de belirtilmektedir. O yıllarda, yani 1230’ların ortalarından itibaren, göçer ve yerleşik Alevi halklarla (Türkmen ve Kürt), yerli Hıristiyanlar arasında Baba Resulullah olarak tanınan Baba İlyas’ın geniş propagandası yapılmakta ve Selçuklu Sultanı ve feodal beylerinin zulüm ve baskılarına karşı ayaklanma hazırlıkları sürmektedir. Ayrıca, “Tanrının elçisi Baba (Baba Resu’l Allah)”, yani peygamber olarak inanılan Baba İlyas’ın, en önemli halifesi Şamlu Baba İshak da bölgede çok geniş söz sahibiydi. Kentlerde yaşayan feodallerin topraklarını boğaz tokluğuna işleyen köylüler, konar-göçerler ve tüm ezilmekte olan inanç ve etnik toplulukları arasında Baba Resul’un siyasetini yapıyor, onları örgütlüyordu. Olasılıkla Hacı Bektaş, Baba İlyas’tan önce Alamut’tan tanıştığı Baba İshak’la burada görüşüp konuştular. Böylece daha başlangıçta Babai hareketinin içine girmiş bulunuyordu. Bölgede çok sevilip sayılan Baba İshak’la birlikte Hacı Bektaş da orada bir süre kalıp bilgi ve görgüsü, eylemleriyle halkı aydınlatarak tanındı, büyük saygınlık kazandı. Sonra Dede Garkın, olasılıkla Baba İshak’ın yanına katarak onu Amasya’ya, Baba İlyas’ın dergâhına göndermişti. Bize göre, Babai ayaklanmasındaki en büyük hizmeti ise, Kayseri ve Kırşehir civarında Bizans sınır boylarında, yani Uç’larda yaşayan Türkmenlerin harekete katılmalarını sağlama çalışmasıdır. Gerçekte Hacı Bektaş’ı elli yedi bin Rum erenlerine gözcülük yapan Karaca Ahmet’e peyik (elçi) olarak yollayan Baba İlyas idi. Horasanlı Hacı Bektaş, Rum Gazileri (Gaziyan-i Rum) ve Rum Bacıları (Ba-
8
Hacı Bektaş Makalat’ında, “Ali’ye sordular, ‘Tanrı’ya, görür müsün ki taparsın?’ Ali eder: ‘Görmesem tapmaz idim.’” diye yazıyor. Bu anlayış Sünniliğe sığar mı? Şeriatta bu sözleri söyleyen kâfirdir. cıyan-i Rum) örgütlerini harekete bağlamıştır. Kardeşi Menteş’i 1240 yılı içinde Sivas savaşı sırasında şehit veren Hacı Bektaş, hareketin son çarpışması olan Malya’dan önce, bilinçli olarak savaşın dışına çıkarılarak Kendek’te Hacı Bereket’in yanına gönderilmiştir. Bu buyruğu, bizzat başkumandan, halifesi bulunduğu bildirilen Şamlu Baba İshak vermiştir: Server-i leşkeran ol şehbaz Hacı Bektaş diyu gelir avaz 2012 Kendek’e çık seni selamet bil Bereket Hacı’yı ziyaret kıl Elvan Çelebi, Menakübu’l Kudsiyye’de Hacı Bektaş’ı ve bu olayı 1992 ile 2016 arasındaki beyitlerde genişçe anlatmaktadır. Hacı Bektaş Veli, bu ayrılışın üzerinden daha on yıl geçmeden Sulucakarahüyük’de tekkesini kurmuş ve Alevi-Bektaşi öğretisini yaymaya başlamıştır. Buradan önce bir küçük yerleşme olan Kendek’te oturduğu anlaşılan, aralarına gönderildiği Bereket Hacı ve onun çok sayıda, “Kaf’tan Kaf’ı tutmuş edep, ilim ve hilm sahibi halifeleri”nin kendisine yardımcı oldukları yadsınamaz: 2011
2013
Dakı bunca halife etrafı Ki bular dutdi Kaf ta Kafı 2015 Edeb ü ilm ü hilm ü takvi… Geleneksel olarak Vilayetname’den gelen bilgilere göre, Hacı Bektaş Veli Sulucakarahüyük’de Çepni Türkmenlerinden Yunus Mukri’nin yanında kalarak kırımdan kurtulmuştur. Ancak, Vilayetname’den yaklaşık yüzyıl önce yazdığı kitabında Elvan Çelebi’nin verdiği bu önemli bilgi, onun daha önce Kendek’te Bereket Hacı ve halifeleri arasında kalıp, hem Babai avcılarından kendini koruduğu, hem de iyice olgunlaştığını gösteriyor. Hacı Bektaş Dergâhı, Sünniliğin medreseleri karşısında, günün bilimlerinin ışığı altında ve çağını aşarak, Alevi-Bektaşi öğretisinin kurallarının öğretilip uygulandığı Halk Üniversitesi konumu kazanmıştır. Hiç kuşkusuz bunda, başta Bereket Hacı ve çevresi olmak üzere, Malya yenilgisiyle ardından gelen Babai kırımından kurtulmuş bulunan Baba İlyas halifelerinin büyük katkıları vardı. Sulucakarahüyük aynı zamanda 24–25 yıl içinde, yani 1246–47’lerden (Gıyaseddin Keyhusrev’in ölümünden sonra) Hünkâr’ın dünyadan göçüşüne (1270–73) dek, Anadolu’da güçlü bir merkezi yönetim kurulması ve birlik oluşturması için politika üreten yer olmuştur. Hacı Bektaş Veli’nin, el verdiği ve icazetlendirdiği 360 halifesini Anadolu’nun dört bir ya-
nına ve Balkanlara kadar göndermiş ve onların siyasal doğrultuda birçok eylemlere katılmış olması; Moğol istilacılar ve korumalığındaki Konya Selçuklu feodal devletine karşı İzzetin Keykavus’un desteklenmesi bunun açık kanıtlarıdır. Büyük olasılıkla Dergâh’ta saklanıp, yetiştirilen ve resmi tarihin Cimri diye adlandırdığı İzzeddin’in oğullarından Siyavuş’u Konya’da padişah yaparak, kendisi başvezir olan Karamanoğlu Mehmet Bey hareketi de aynı Sulucakarahüyük siyasetinin ürünüydü. Bu dönemlerde hangi Anadolu beyliğini incelemiş olsanız, oraya yerleşmiş ve etkin bir veya birkaç Hacı Bektaş halifesi bulursunuz…
Hacı Bektaş Veli, Makalat’ı ve Siyaseti Hacı Bektaş Veli İslam’ın aykırı yorumu Batıni Aleviliği, yani Alamut Nizari-İsmaili Aleviliğini, yaşadığı 13. yüzyılın Anadolu’sunda tarihsel çevre, sosyo-ekonomik ve siyasal koşullarında yeniden yorumlayarak Alevi-Bektaşi yolunu kurmuş; Alevilik inanç ve felsefesini (tasavvuf) karmaşıklığından arındırarak, yüksek düzeyden aşağılara çekmiş ve sıradan halkın, daha çok kasaba, köy ve konar-göçer toplulukların küçük birimler halinde kendi kendilerini eşitlik ve adalet içinde yöneten, birlik beraberlik ve ortakçı-paylaşımcı bir yaşam düzeni kurmayı getiren dinsel inancı yapmıştır. Ve bu bağlamda bir inanç önderi olduğu kadar reformcu bir düşünürdür. Ve aynı zamanda dönemin bilgin politikacısıdır. Hacı Bektaş düzenlediği-kuramlaştırdığı inançsal ilke ve kuralları, çağını aşan bilimsel düşünceleri ve bilginliğini günümüze ulaşan küçücük Makalat’ına sığdırmıştır. Siyasetçiliği, toplumsal ve siyasal eylemleri ise, ölümünden 215– 220 yıl sonra derlenip yazılmış Vilayetname’de anlatılan çok sayıdaki keramet söylencelerinde gizlidir. Aşağıda onun kurduğu yolun inanç ilkelerinden örneklerle birlikte, çıkarsamalar ve yorumlarla siyaset anlayışı ve eylemlerinden bazılarını da sergilemek istiyoruz:
Makalat’ın İçeriği ve Kasıtlı Yorumlar Makalat’taki “Dört kapı kırk makamın, Ahmet Yesevi’nin (Ö. 1167–69) Fakrname’sinden alındığı” yazılıp çizilerek Hacı Bektaş’ın Sünniliği kanıtlanmaya çalışılmaktadır. Oysa Gölpınarlı bu konuları herkesten daha iyi biliyordu; böyle bir şey olsaydı bu bilgiye önce o sarılırdı. Çünkü Ahmet Yesevi’nin böyle bir kitabının varlığı kesin değildir. Ona atfedilen Hikmetler’in ise sadece 17. yüzyıl kopyaları bilinmekte ve 12. yüzyıl Türkçesiyle hiçbir ilgisi yoktur.2 Tam tersine 19. yüzyıl Anadolu halkının konuştuğu dile çok daha yakındır. 1826’dan itibaren Hacı Bektaş Dergâhı’nı resmen işgal etmiş olan Nakşibendîler tarafından Makalat’tan aşırılarak, şer’i hükümlere uydurulup kime ait olduğu belli olmayan kitaba sokuşturulmuş olmalıdır. Oysa Makalat’taki “Şeriat Kapısı ve On Makamı”na mal bulmuş mağribi gibi sarılanlar; bu kapıya bağlıların “abidler” (yaşamları nafile ibadetle geçenler) olduğunu bil-
Sayı 35
SERÇEÞME
Fikret Otyam, Hünkarım Hacı Bektaş Veli, Tuval üzerine yağlı boya, 110 cm x 110 cm cm
“Akıl, başta sultandır. Yeryüzünde akıl ölçüsünden önemli bir şey yoktur. Çünkü her şeyi bilen ve buyuran akıldır. Her şeyin büyüğü bilim ve hilim (yumuşaklık). Akıldan yararlanmasını bilen için gizli bir şey yoktur. Bilim evrenin tüm değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. Bilimle araştırmalı, izlemeli gözlemeli. Yolumuz bilim ve irfan sevgisi üzerine kuruludur...” Hacı Bektaş’ın Makalat’ta geçen bu sözlerinin şeriat dogmalarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca kendisine bağlı olanların ibadetlerini de gösteriyor:
miyorlar mı? Ve ‘abidler bölümünün’ sonunda “Pes (işte böyle) kibir ve haset (hainlik-kıskançlık) ve buhul (pintilik) ve adavet (düşmanlık) bunlarda hemandır (ancak bunlardadır)” diye yazılı olduğunu görmüyorlar mı?3 İnsanları dört bölükte görmek isteyen Hacı Bektaş Veli, Şeriat zümresi olan abidler’in bu kötü yanlarından kurtulmaları için onlara on makam öneriyor. Bunlardan sadece ikincisi Sünni İslam’ın beş şartıyla ilişkilidir. Sonunda onları adam edecek olan ve madde madde sunduğu diğer dokuz makam dahi “Kuran’da bu kadar ayetlerle açık seçiktir (ayat-ı beyyinat) iman ehli için” diye vurguluyor.4 Hacı Bektaş Veli bu bölümlerde Şeriat ehlinin eksikliklerini veriyor ve sadece dört beş şartı yerine getirmekle (Sünni) Müslüman da olunamayacağını gösteriyor. Nakşibendîler, ilahiyatçı-tarihçiler ve Diyanet bilginleri, kendilerine sadece öğüt veren ve yol gösteren Ulu Piri hangi mantıkla Sünni yapıyorlar, anlamak olası değil. Hacı Bektaş’ın bağlı olduğu ve önderliğini yaptığı, “Marifet ve Hakikat makamlarının” ehli olan “arifler ve muhibler zümresidir”, yani Batıni inançlılardır, Alevilerdir. Bu kesim için 8 Ağustos 1164 yılında Alamut’ta ilan edilen “Büyük Kıyamet (Yeniden Diriliş)” ile şeriat dönemi bitmiştir. Öbür yandan Hacı Bektaş’ın Sünniliğini, Ortodoks İslam’ın din ve iman koşulları ile ibadetlerini sadece birkaç sayfaya sıkıştırmış olmasına dayandırıyorlar. Oysa düşünmüyorlar ki Hacı Bektaş Makalat’ını asıl Sünnilerin mollaları, din adamları için Arapça yazmış. Amacı, onlara yolun ilkelerini göstermektir. İnsan olmak, kendini tanımak için sadece şeriatın yetmediğini, inancı tamamlamak ve “Hak ile Hak olmak, onunla birleşmek için” tarikat, marifet ve hakikat kapılarını da geçmek gerektiğini anlatmıştır kitabında. Hacı Bektaş Veli’nin ne Sünni şeriatı ve ne de ibadetleriyle bir ilgisi yoktur. Nitekim dönemin Sünni âlimlerinden Molla Sadeddin, Makalat’ı okuyarak, doğruyu bulmuş ve Hacı Bektaş’a bağlanmış. Sonra Hünkâr’ın buyruğu üzerine, herkes okusun diye oturup bu kitabı Türkçeleştirmiş. Hacı Bektaş Makalat’ında, “İnsandan ulusu yoktur... Arifler marifet tahtı üzerinde oturur. Tanrıyla söyleşirler, konuşurlar. (İmam Cafer Sadık’tan nakledilen) Ali’ye sordular, ‘Tanrı’ya, görür müsün ki taparsın?’ Ali eder: ‘Görmesem tapmaz idim.” diye yazıyor. Bu anlayış Sünniliğe sığar mı? Şeriatta bu sözleri söyleyen kâfirdir. Akıl ve bilim hakkında söylediği sözlere bakınız:
Kasım 2007
“Amma, muhiblerin (sevgiyi din bilen Alevilerin) taatı münacaattır (dua etmektir), seyirdir (Hakk’a doğru yolculuk), müşahededir (Hakk’ı gözleme), arzularına ermektir. Ve Çalap Tanrıyı bulmaktır. Ve kendulerin yavu kılmaktır (Tanrıyla birleşip kendini yitirmek)… Ve halleri birüküb bir olmaktır (Tanrıyla bir olmak, tanrılaşmaktır). Bunların dahi hemandır (Bunlarda da ancak bu inanç-ibadet vardır) … Eger muhiblere sorsalarkim, Tanrıyı nice bildiniz. Pes, muhibler cevap verelerkim, kendü özümüzden bildik ve hem kendü özümüzü Çalap Tanrıdan bildik (kendi özümüzde Tanrıyı, Tanrıda da kendimizi bildik, onunla bütünleştik) … Ve insanoğlu için en önemli ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir”5 Alevi-Bektaşiliğe Nakşibendîlik, Kadirilik vb. gibi tarikat diyenler, görmüyorlar mı ki Makalat’ta tarikat sadece on makamı bulunan bir kapıdır. Sünnilikte tarikat son kapıdır ve o kapıdan öteye geçemezler. Geçen dinden çıkar, Tanrıya şirk koştuğuna inanılır. Çünkü ötede ‘ben’ yoktur, ‘biz’ vardır; daha da ötede, yani Hakikat kapısında ‘ben ve biz’ de yoktur, ‘sen’ diye hitap ettikleri ‘O’ vardır ve O’nunla birleşilir (Theosis = Tanrılaşma). Hacı Bektaş’ın yukarıda söyledikleri için Sünni inancı dinsizlik demektedir, çünkü kendisine aykırıdır. Oysa Alevi inancı budur. Gönlü Kâbe’ye benzeten Hacı Bektaş Veli, “Kâbe’de ihram giymek, Hakk’ı batıldan seçmektir” diyor. Hacı Bektaş Veli “Ve hem yoldan taş arıtmak, Kâbe’de Arafat’ta taş atmaya, kendi nefsini (kötü) heveslerini depelemek ise Kâbe’de kurban kesmeğe benzer” diyor.6 Bu ifadeler, Sünni İslam’ın Hac şartının reddidir: Hac’ca gidip Kâbe’de ihram giyeceğine araştırarak doğruyu bul; Arafat’ta şeytan taşlayacağına, yoldaki taşları temizle; hem sen hem başkaları rahat yürürsünüz. Orada kurban keseceğine, kötü huylarından bencillikten vazgeç; kibrini gururunu kır! Bir Batıni velisi olan Hacı Bektaş’ın Makalat’ta Sünniliğe bu denli aykırı şeyler söylediği ortada iken, ona nasıl Sünni yakıştırması yapılabilir? NOTLAR: 1
2 3 4 5 6
Hacı Bektaş Veli ve kerametleri üzerinde nesnel değerlendirme ve yeni yorumlar için bkz. İsmail Kaygusuz, Hünkâr Hacı Bektaş, Alev Yayınları: İstanbul, 1998, s. 6–51. Jean-Paul Roux, Çev. Lale Arslan, Orta Asya, Tarih ve Uygarlık, Kabalcı Yayınevi: İstanbul, 2001, s. 270. Hacı Bektaş Veli, Makalat, Haz. Sefer Aytekin, İstanbul, 1954, s. 27. Makalat, s. 49–50. Makalat, s. 32, 36, 73. Agy, s. 75.
ÂŞIK FEZALİ (HACI CIRIK)
Doğuda Hesaplar Kapital bezirgan çattı silahın Doğuda hesaplar petrole niyet Kim dinler ezilen halkın ahın Doğuda hesaplar petrole niyet Planlı savaşla halkı bölmeye Siyaset yapılır haklı olmaya Üretir silahı insan vurmaya Doğuda hesaplar petrole niyet Ölenle öldüren savaşta erdir Gerçek o ki bilinmez sanki sırdır Avrupa Amerika kirdir ha kirdir Doğuda hesaplar petrole niyet Talaban Barzani sahne piyonu Kapital döyüztler oynar oyunu Yelpaze rantçılar alır payını Doğuda hesaplar petrole niyet Geçmişte İngiliz savaşı yaptı Doğuda kaynayan petrolü kaptı Üretimde aslan payını sattı Doğuda hesaplar petrole niyet Türkün ve Kürdün hesabı almaz Yapılan savaşı yarayı sarmaz Böyle gidişle gözyaşları dinmez Doğuda hesaplar petrole niyet Böl yönet yöntemi hayata geçti Uygun olan bölge doğuyu seçti Hesabı kitabı çizmeyi aştı Doğuda hesaplar petrole niyet Bağlıydı göbeği yıllar önceden Demirel ile Erbakan Türkeş’ten Ecevit’te vardı içinde serden Doğuda hesaplar petrole niyet Madenle petrol olmadığı yerde İnsanın başı hiç girer mi derde Merhamet edilmez Türkle Kürde Doğuda hesaplar petrole niyet Son yüzyılın sinsi paylaşımı var Kendini yönet dünya olmasın dar Soğuk sıcak iç savaş yaşamı zor Doğuda hesaplar petrole niyet Hangi dilde söylesem anlar insan Fezali’m istemez dökülsün bu kan Yeter be kardeşim gafletten uyan Doğuda hesaplar petrole niyet
Söz Vermiş Beyine İşin başında söz vermiş beyine Hele başbakanın halini seyredin Vatan millet bayrak söz eder yine Hele başbakanın halini seyredin Ülkede ateş var canlar yanar Her geçen gün ülkeye halka zarar Ayağı dışarıda kime ne yarar Hele başbakanın halini seyredin Bir şey yokmuş gibi gezer dolaşır El sıkma işinde hızlı yarışır İnsan hakkı derde sözde barışır Hele başbakanın halini seyredin Kapı kapı borç alan adam oldu Sata sata geçim yolunu buldu Sohbetli efendi sanarsın erdi Hele başbakanın halini seyredin Fezali ne hale düştü insanlık Bolluk görünürde yaşarız darlık Hesaplar yapılıyor aylık yıllık Hele başbakanın halini seyredin
9
SERÇEÞME
METİN DEMİRTAŞ
BİZİ GÜLDÜRÜP, DÜŞÜNDÜRENLER
ROJ TV’DE YAYINLANAN BİR SÖYLEŞİYE KATILDIĞI İÇİN CUMHURIYET’TEN ATILAN
Erdoğan Aydın ile Söyleştik
Ali / Osman Adamın eşeği batağa saplanmış, Yuların ipini çekip duruyor habire, “Yetiş ya Ali’m” deyip. Eşek kurtulamıyor Ne denli debelense de. Oradan geçmekte olan biri Görüyor durumu Diyor, “baba çekil!” Asılıyor o da eşeğin ipini, “Ya Osman” deyip. Ve eşek kurtuluyor ossaat. Erenler bozuluyor bu duruma. “Evlat sağol, aferin” diyor, Aferin ama şunu da unutma, Akıllıdır bizim Ali Soylu işlere koşa koşa gelir, Sıradanları bırakır sizin Osman’a.”
Tatlı Dil Güler Yüz (*) Nasreddin Hoca bir gün Akşehir çarşısında, Halkı toplamış başına, Söyleşiyor, tatlı dil, güler yüz Ve hoşgörü hakkında. Arada bir ses karışıyor sesine: Biri bağıra, çağıra dolanıp, Sorup duruyor önüne gelene, Eşeklerini yitirmiş de… Hoca bastırmaya çalışıyor bu sesi Bitirip konuşmasını, Soruyor dinleyenlere: “Tüm bu anlattıklarımdan sonra, Var mı aranızda, tatlı dil, güler yüz Ve hoşgörünün erdeminden Kuşkusu olan?..” “Var, diyor biri arka sıralardan, Hocam ben anlamam Senin sıktığın bu palavralardan Sopa ve sert sözdür yeğdir Güler yüzlü, tatlı dilli olmaktan!..” Hoca canı sıkkın: “Yaa öyle mi evladım.” diyor. Çağırıyor eşeklerini arayıp duran adamı Ve soruyor: “Senin yitirdiğin eşeklerin içinde Var mıydı iki ayaklı olanı? Varsa, al götür, İşte dikilip duruyor burada biri!..” (*)
10
Ben yukarıda sunduğum Nasrettin Hoca gülmecesini Korkuteli, Çomaklı kasabasında yaşayan Ahmed Akkoca adlı bir yurttaşımızdan dinledim ve bana anlatılan gülmeceye kendimce bir çekidüzen verdim. Ahmed Akkoca, yurt edindiği vadide, yıl boyu yağan yağmur sularını, kendi bilek gücüyle yaptığı göletlerde biriktirdiği yağmur sularıyla ağaçlar yetiştiren, çorak bir vadiyi yeşerten bir yurttaşımız. Cumhuriyet Gazetesi çizeri (karikatüristi) Ali Ulvi’nin asker arkadaşı. Köy Enstitüleri’nin havasını solumuş, Hasan Ali Yücel’in, İsmail Tonguç’un, S. Arıkan’ın, eğitmelerinden biri.
Ahmet Koçak Sayın Aydın, yurtdışında yayın yapan Roj TV’ye Ekim ayı içinde konuk oldunuz. Katıldığınız bu programın içeriğinden kısaca bahseder misiniz? Program, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu din dersi konusunda verdiği kararın irdelenmesiydi. Bu karardan hareketle Türkiye’de uygulanmakta olan laikliğin sorunlarını, zorunlu din dersleri yanında Diyanet aracılığıyla laikliğin nasıl iğdiş edildiğini ve bu kapsamda Alevi sorununu tartıştık. Alevi sorununun, memlekete egemen kılınan tektipleştirmenin yansımalarından biri olduğunu ve sorunlarımızın bütününden kurtulmanın gerçek bir demokrasi, gerçek bir laiklik ve gerçek bir sosyal hukuk devletinden geçtiğini anlattık. Bunun için nasıl ki dincilikten ve dinin bir toplumsal kontrol aracı olarak kullanılmasından uzaklaşmak gerekiyorsa milliyetçilikten de uzaklaşmak gerektiğini anlattık. Bu kapsamda tartışılan konularından biri de, yüzüne demokratik maske takınan AKP anayasasının gerçek niteliğiydi. Kürt Sorununa değinmediniz mi? Değindik tabii, ancak içine girilen yakıcı koşullar nedeniyle sorunun kendisine değil, onun adına uygulanan yönteme. Gerek ben, gerek Pir Sultan Abdal Dernekleri Genel Başkanı Kazım Genç, silahların kayıtsız şartsız toprağa gömülmesi gerektiğini, silahların sorun çözmeyeceği bir yana, tersine birlikte yaşam kültürünün iyiden iyiye zehirlenmesine neden olduğunu anlattık. Bu durumda gerici - faşist yayın organları tarafından eleştirilmeniz ve hedef gösterilmenizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Hayat karşısındaki duruşumun bir yansıması olarak değerlendiriyorum. Özellikle İslamcı medya, ülkemizde esmekte olan havaya uygun olarak çarpıtarak yansıttı. Özellikle aydınlanma ve tarih konusunda durduğum yer ve yazdıklarım, her vesileyle bana saldırmaları için bahane oluşturuyordu zaten ve bu sefer de öyle oldu. Esasen hiçbir yerde kullanmadığım Cumhuriyet gazetesi yazarlığımı öne çıkararak, hem bana hem de Cumhuriyet gazetesine karşı bir fırsat değerlendire yoluna gittiler. Ama işinize son veren Cumhuriyet gazetesi oldu. Gazetenin işinize son verme gerekçeleri neydi? Gerekçesini resmen bilmiyorum; çünkü halen bana bildirilmiş bir şey yok. Ne arkadaşlık ilişkisi bağlamında ne de asıl önemlisi emek sermaye hukuku çerçevesinde tarafıma yapılmak zorunda olunan açıklama henüz yapılmadı. Ve artık bir değeri de kalmadı. Bildiğiniz gibi her cumartesi, “Tarihçe” adlı sayfamda tarihsel konuları irdeliyordum. Önce buradaki yazım çıkarıldı. Bunu perşembe günleri Kitap Eki’nde yazdığım “Kritik” sayfamın iptali izledi. Yani fiili bir tasfiye durumu ile karşılaştım. Gerekçe her burjuva veya İslamcı kanalda dillendirdiğim görüşlerimi, Roj televizyonunda da dillendirmiş olmamdan ibaretti. Bir sosyalist olarak başından beri Cumhuriyet’in merkez çizgisinin dışında durduğum gerçeği okurlarım tarafından da bili-
niyor. İslamcılık gibi milliyetçilik karşısında da eleştirel tutumumu hep sürdürdüm. Eşitlik, barış ve yurtseverlik paydasında, emeğin ve ezilen kimliklerin haklarını savundum hep; tarihe de bu perspektiften açılım getirdim. Roj’a çıkmış olmam bu farklılığın üzerine tuz biber ekmiş olabilir. Yoksa asgari bir demokratik tutumun gereği olarak; İslamcı site ve basının kışkırtmasına, “Yazarımızın görüşleri veya görüş verdiği organlar kendisini bağlar” diye cevap verilebilir, kışkırtmalar göğüslenebilirdi. Ama karar vericilerin milliyetçi-ötekileştirici zihniyeti beni işten uzaklaştırmayı seçti. Gazete işinize son vermekle kalmadı, yayınlanmış kitaplarınızı da piyasadan çekti. Bunu nasıl anlamlandırıyorsunuz? Bu işin daha da trajik tarafı. Maalesef işime son vermekle kalınmayıp kitaplarım da fiilen cezalandırıldı. Bilindiği gibi aydınlanma ve tarih kitaplarım yedi yıldır Cumhuriyet Kitapları tarafından yayınlanıyordu ve onların en sık baskı yapan yazarıydım. Ancak memleketi saran bu dışlayıcı, farklılıklara tahammülsüz atmosfer iş hakkımı ve kitaplarımın özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yöneldi. Kitaplarımın Kitap Fuarı’nda okurla buluşması engellendi. İmzam ve söyleşim iptal edildi. Yani bir nevi kitap yakma veya toplatma olayıyla karşı karşıyayız. Cumhuriyet tarafından sahiplenilen Emin Çölaşan’ın kitabının Doğan Kitapçılıkça satılması veya Milliyet’ten atılış kitabı yazan Zeynep Oral’ın kitaplarının Doğan Yayıncılık tarafından basılması gerçeğini anımsayacak olursak, Cumhuriyet’in yaptığı işin vahameti daha da iyi anlaşılır. Hangi kitaplarınız bu uygulamayla karşılaştı? Türk yargısı tarafından cezalandırılıp AİHM tarafından aklanan ‘İslamiyet Gerçeği’ adlı dört ciltlik kitabım; yani “Kur’an ve Din”, “İslamiyet ve Bilim”, “İslamiyette Ahlak ve Kadın” ve “İslamiyetin Ekonomi Politiği”. Bunların yanında, “Fatih ve Fetih”, “Nasıl Müslüman Olduk”, “Osmanlı Gerçeği” ve ilk defa Kitap Fuarı’nda okurla buluşacak olan yeni basılmış “Öteki Tarih” adlı kitaplarım. Okurlarımın da hak vereceği gibi, Cumhuriyet’in bu kitapları cezalandırmaya kalkması, fiilen aydınlanma fikriyatını cezalandırmak anlamına geliyor. Bu aynı zamanda milliyetçiliğin bayraktarlığına soyunanların kendi geçmişleri veya iddialarına nasıl yabancılaşabileceklerinin de somut göstergesi.
Sayı 35
SERÇEÞME
METİN DEMİRTAŞ
BİZİ GÜLDÜRÜP, DÜŞÜNDÜRENLER
Eşekliğinden İmam Baba Erenleri yakalamış bir köşede, Verip veriştiriyor. Sebep, Erenler’in can suyu şarap. Hoca soruyor Erenlere: “Bir eşeğin önüne Bir kova şarap, bir kova su koysak Eşek hangisini içer?..” Erenler suskun. Yanıt imamdan: “Suyu içer elbet değil mi? Neden?” Bu kez yanıt Erenler’den: “Eşekliğinden imam efendi, eşekliğinden!..
Gerici güçlerin baskısı “Laik Cumhuriyetin savunucusu Cumhuriyet gazetesini” neden bu kadar etkiledi? Bu durum ülkemizin içine savrulduğu durumla doğrudan ilgili. Sorunlarını eşitlik, adalet, özgürlük, barış, evrensel hukuk ekseninde çözme iradesi gösteremeyen veya bunu engelleyen bir zihniyetin kendine yedeklediği kurum ve kişileri çürütmesi, çağdaş değerlere yabancılaştırması, farklılıklara tahammülsüzleştirmesi ile karşı karşıyayız. İçine düşürüldüğümüz, ‘bütün komşular düşman’ ve ‘bütün dünya bizi parçalamaya çalışıyor’ iddiası giderek toplumsal bir paranoya üretiyor. Oysa görülmüyor ki, bu ruh hali içinde sorunlarını göğüsleyebilen sağlıklı bir toplum oluşturmak, emperyalizmin oyunlarına göğüs germek, içte ve dışta barışı güvence altına almak ve tabii kalkınmak mümkün değil. Milliyetçilik, tıpkı dincilik gibi sorunlarımızı çözümsüzleştiren, sorunları arttıran bir ideolojidir. Bunun dışına çıkamayan kişi ve kurumların da bu durumdan nasiplenmesi kaçınılmaz. Aynı aydınlanma amacında buluşsak bile bugün Cumhuriyet’e egemen laiklik anlayışı da bu nedenle bir rejim savunusu ekseninde belirleniyor. Oysa olması gereken şey, demokrasiyle, ezilenlerin sosyal hakları ve gerçek bir inanç özgürlüğüyle şekillenen özgürlükçü bir laikliktir. Bu aynı zamanda Alevilerin (ve
Söz Çalmam Bir Daha Kapını
tabii gayrı Müslimlerin, inançlarını kendileri gibi yaşamak isteyen Müslümanların ve tabii ateistlerin) gerçek bir inanç özgürlüğü atmosferinde yaşayabilmesinin de biricik koşuludur. Aslında uzatmadan söyleyeyim; bağımlılık ve tahakkümü temsil eden mevcut rejimle, yine onun ürünü olan İslamcılığı savuşturmak adına özdeşleşmenin sancıları yaşanıyor Cumhuriyet’te. Bunun kurbanı da benim gibi, İzzettin Önder gibi, İpek Çalışlar gibi hizaya girmeyenler oluyor. Aleviler ve demokratik kamuoyunun tepkileri neler oldu? Beklemediğim denli büyük bir dayanışma ile karşılaştım ve bir aydın için onur verici bir örnek bu. Eğer bana ulaşan tepkilerin yarısı Cumhuriyet’e ulaşmışsa, sanıyorum ki beni atmanın ağır basıncını yaşıyorlardır. Ne sağlam bir okurum, ne çok dostum, yoldaşım varmış; bunu görmek olağanüstü güzel bir duygu. Bununla birlikte organize tepkiler vermekte yine de eksik olduğumuzu düşünüyorum. Ama bu birazda demokrasi güçlerinin içinde bulunduğu durumla ilgili. İslamcıların ve milliyetçilerin tepki verme kapasitesi bizde yok ne yazık ki. Bu eksikliğimizi en kısa zamanda gidermeliyiz ki, adı Ahmet veya Fatma, ama hiç kimse adalet, özgürlük ve kardeşliği savunan bir insanı işten atmayı aklından bile geçiremesin…
Ramazanda kılınan namazın ardından Yapılan yakarılarla Olur Tanrıdan ne dilersen Safça bir Bektaşi Bir kez duymuş ya bu sözü “Olur” a demiş, Tutmuş orucu, almış abdesti, Varmış camiye, kapanmış secdeye. Namaz sonunda el açıp, Başlamış Tanrıya yakarmaya: “Ulu Tanrım! İlk kez geliyorum evine, Değilim bunlar gibi yüzsüz, Rahatsız etmem günde beş kez, Yolla biraz para, ödeyeyim borcumu. Sevindireyim çoluk-çocuğumu, Söz çalmam bir daha kapını, Tutmam evinin yolunu.
Yas (**) Hoca’nın eşeği ölür Ardından karısı da sizlere ömür. Hoca kalır kuru başına. Yas tutar hem eşeğine, hem karısına. Bu ah vaha tanık olan bir yakını, Azarlar Hoca’yı: “Hoca nerde görülmüş Ölmüş eşeğe yas tutulduğu?..” Hoca üzgün, mahcup, “Belki doğru söylersin der, Ama insaf et, kerem eyle, Kırk yıl sırtında hem beni, Hem yükümü taşıdı, Dağda, bayırda can yoldaşım oldu, Yasımın arasında arada Onu da anmışsam çok mu?”
Aşırı Gelişmiş Milli Kültür Bilgisi Bizi Örseler Esat Korkmaz ENDiNDEN yana tavır alırsan “olumlu her şeyi tersine dönüştürürsün”, yaşamdan yana tavır alırsan “olumsuz olan her şeyi tersine çevirirsin”, bâtıni özdeyişi beni çok etkilemiştir. Kişi yaşama “sızamamışsa”, hiçbir zaman yaşamdan yana tavır alamaz ve olumsuzluğun “üretken kimliği” olup çıkar. Bu durum kişiler için olduğu denli “büyük bir insan” olarak algılanan “kurumlar-örgütler” için de geçerlidir. Türkiye’de zaman yine “hızla akmaya” başladı: Bize “koşan” zamanı nasıl karşılayacağımıza bir türlü karar veremiyoruz: “Telef olmuyor da değiliz”. Koşulların “cangılında” kendisini zamanın “uzmanı” görenler, her davranışımızı “ölçmeye”, kendi tutumlarını yaşanan halin “bilimsel doğrusu” görmeye kalkışınca işler “tersine dönmeye” başlıyor. Cumhuriyet gazetesinin, Roj TV’e çıkıp görüşlerini belirttiği gerekçesiyle yazarı ve çalışanı durumundaki Erdoğan Aydın’la ilişkilerini kesmesi, daha açık bir anlatımla O’nu “kovması”, düşünen insana yönelik bir “ceza” uygulamasıdır. Yukarıda anlatmaya çalıştığım olumsuzluklar zincirine eklenmiş yeni bir halkadır Cumhuriyet’in tutumu. Yanlış yapma özgürlüğünü “engelsiz” kullanan, kullandığı için doğruyu yakalama olasılığı “en yüksek” olan aydınların düşünsel üretimiyle “beslenmesini bilmeyen” ya da “beslenmek istemeyen” kurumların acınası durumudur yaşanan. Böylesi bir davranışa “muhatap” olan Erdoğan Aydın’ı destekliyorum. Çeşitlenemeyen ya da kendisini kökenden gelen çeşitliliğin “çoğulcu” yanıyla bütünleştiremeyen bir toplumsal süreci yaşadığımızı herkese “anımsatmak” istiyorum. Bu “özrü” ortadan kaldırabilmek için Türklüğü ya da Kürtlüğü “aşırı gelişmiş milli kültür bilgisi”nin “tasallutundan” kurtararak “barış içinde yeniden kurmak”, “Ne mutlu Türküm diyene” ile “Ne mutlu Kürdüm diyene” sloganlarını birleştirecek bir “toplumsal barışı” kurmak zorundayız, diyorum.
K
Kasım 2007
Hoca ne dese dinletemez Adamın dediği dedik, çaldığı düdük. Homurdanır durur aynı sözleri: “Olur şey değil! Yas tutulsun ölmüş bir eşeğe..” Hoca’nın tepesi atar: “Haklısın hısımım der, yas tutulmaz Senin gibi değer bilmez bir eşeğe!” (**)
Bu gülmeceyi, 1948 yılında köyümden bir eşeği, iki katırıyla geçen, Antalya’dan dağları aşıp gelen, Muğla yörelerine doğru giden, ‘Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir’in Postacısı’ diye de andığım Postacı Hançer’den dinledim. Ahmet Akkoca ve Postacı Hançer ile ilgili bilgiler Çınar Yayınlarından çıkan, Şiirimsi Nasrettin Hoca Öyküleri kitabımda okunabilir.
11
SERÇEÞME
Muktedir Olan Asla Muzaffer Olmamalıdır Haşim Kutlu
H
UKUK devleti ile yasa ya da kanun devleti arasında fark vardır. Türkiye Cumhuriyeti’ne egemen olan Asker-Sivil bürokrat zihniyetin, tıpkı demokrasi ve laiklik tiradı gibi her vesileyle dillendirdiği, “Hukuk Devleti” tiradı da kerameti kendinden menkuldür ve emir komutaya bağlı olarak asla “Kanun Devleti” sınırlarının dışına çıkmamıştır. Bu durum, ister gizli anayasalarla ister açık anayasalarla ifade edilsin, artık “kör parmağım kör gözüne” örneği farkında olanın da olmayanın da önündedir. Şimdilerde yüzyüze geldiğimiz gerçeklik, kanun devleti olmanın da ötesindedir. Kendi koymuş oldukları yasalar çerçevesinde bile olsun, artık hiçbir yasayı tanımayacağını alenen ifade eden “keyfilik ve indiliğin” sokaklara kadar indirildiği bir iktidar gerçeği ile karşı karşıyayız. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi duraklarda, özellikle toplumun dinamik kesimlerine yönelik olarak, hiçbir yasa ile kendini sınırlamayan söz konusu keyfiliğin ve indiliğin kendini hiçbir yasa ile sınırlamayan diktatörlüğünün uygulandığını, gördük yaşadık. “Vatan, millet, bayrak,” denilerek yürürlüğe konulan bu uygulamaların, özünde de, kendisini “vatan, millet, bayrak” yerine ikame etmiş olan, zaten “onun ayrılmaz bir parçası” diyerek de dillendirilip durulan, bir avuç Askeri bürokrasinin çıkarlarından, iktidarlarını korumaktan başka bir şey olmadığını da hep gördük, yaşadık. Dahası, söz konusu yapının çıkarları için, birçok biçimde ve birçok yolla, “yasa dışı” örgütlenmeler oluşturdukları, her dönemde bunları militer eğitimlere tabî tutarak, işçilere, öğrencilere, Alevilere, Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Süryanilere, Ezidilere hâsılı, “İç Tehlike” diye adlandırdıkları hangi toplum kategorisi, o an için, bu muktedir azınlık için anlam ifade ediyorsa, onlara saldırttıklarını, tek tek suikastlardan, toplu kıyımlara dek, yol verip uygulattıklarını da hep gördük yaşadık. Eğer görmüş ve yaşamış olduklarımızdan, bütün bu politika ve uygulamalara hedef teşkil etmiş olanlar olarak, gerekli dersleri kendimiz için çıkartmış isek, eğer, yine söz konusu muktedirlerin birçok yol ve kanal ile her zaman başvurdukları ve bizlere, “şöyle düşünün, şöyle anlayın ve şurada durun” dedikleri yerde durmuyor, düşünmüyor ve anlamıyorsak, geldiğimiz zehir zemberek noktada, dizgininden boşanmış keyfiliğin, bütün bir ülkenin en ücra noktasını dahi teslim almaya yönelik sokağa boşanışına anlam vermekte zorlanmayacağız. Kimse kendi gerçekliğinden sinikçe kaçamaz, kaçmamalıdır da. Sözü şuraya getirmek istiyorum; her “eğer” sözünden kastedilenin gereği, yerine gerektiği gibi getirilmemişse, hemen ardından “keşkeler” gelir. Ve ne yazık ki geriye dönüp baktığımızda, gereği yerine getirilmemiş ya da gerektiği gibi getirilmemiş “eğerlerimizi” saymakla bitiremiyoruz. Tabii ki ondan bir misli daha fazla “keşkelerimiz” var. Bir baştan bir başa tutuşturulmak istenen ateşin kapımızın eşiğini yalayıp yalayıp geçtiği şu noktada olsun, keşkelerimizi, daha fazla çoğaltmamak için, bu ateşin hedefinde olan, olmayan, bütün toplum kesimleri, önce kendileriyle sonra da, çevrelerini kuşatan gerçeklikle, yüz yüze gelmek ve yüzleşmek zorundadırlar.
12
Alevi hareketi örgütleri ve temsil ettikleri tekmil Alevi camiasına, bu topluluğun bir mensubu olarak seslenmek istiyorum: Kürt halkının bütün gerçekliğiyle yüzyüze gelmek zorundayız. Maceracı bir keyfilik ve indilik, bu gün, derin devlette muktedir olmuştur. Zincirleme olarak Asker iradesini teslim alarak muktedir olmuş ve bütün bir genelkurmayı, Devleti, Hükümeti, Meclisi, “Ordulaşmış Basın”ı ve yayını rehin almıştır. Askeri bürokrasinin çıkarlarını korumak üzere oluşturulan, on yıllar boyu, içerde işçi-emekçi kuruluşlarına, devrimci gençlere, sosyalistlere, Kürtlere, Alevilere, Ermenilere ve nihayet değişik kategorilerden “ötekileştirilenlere” karşı, her türden çete, katil timleri, paramileter örgütlenmeler, JİTEM’ler, özel timler oluşturan, bizzat örgütleyip hareket ettirenler, bu gün bizzat Derin Devlet’tir. Bugüne kadar varolagelen klasik Genel Kurmay iktidarından farklı bir durumdur bu. Ne yaptıklarını, yapmak istediklerini, bilerek ve hiçbir sakınca duymadan ilan ederek de geldiler. “Kürt Halkının her türlü kazanımı hedefimdedir, her ne demiş olurlarsa olsunlar, her ne yaparlarsa yapsınlar, kendileri için hain olmadıkları sürece hedefimdedirler” demekte ve saldırmaktadırlar. Kutsallığını “ne mutlu Türküm demeyen düşmanımdır” sultası altında sürdürülen muktedir saldırının varabileceği son duraktır bu, hiç kimsenin, en asgarisinden “ben insanım” diyenin artık hiçbir biçimde atlamaması gereken sırat köprüsüdür bu durak.
Dayatılan Muktedir Olanın Kirli Hesaplarıdır Kürtler üzerinde her zaman olduğundan farklı hesapları var. Petrol bölgelerine ilişkin farklı hesapları var. Amerika ile Kürtler üzerinden yürütülen pazarlığın altında, her ne şekilde olursa olsun Kürtleri yok sayma zemininde, bölgede “tek partner olma” hesabı yatmaktadır. Bu ekip tarihte olsa olsa, birinci emperyalist paylaşım savaşında, savaşı tetikleyen, Alman emperyalistleriyle, öncelikle bölgemiz üzerine, giderek de Orta Asya’nın ele geçirilmesi ve birlikte pay edilmesi üzerine, kan ve yıkım macerasına katılmış olan Enver Paşa ve ekibiyle kıyaslanabilir. O maceracı çıkışa karşılık, “Ermeniler” kurban verilmiştir. Alman emperyalistleri, kurbanı kabul etmişlerdir. Dökülen Ermeni kanında Enverci Osmanlı kadar Alman emperyalistlerinin de günahı var. Bu günküler ise Amerika’nın “Büyük Ortadoğu” projesinin vazgeçilmez ortağı olmak niyetindeler ama Ermeniler yerine Kürtlerin kurban edilmesini istiyorlar. Günlerdir kopartılan cayırtının altındaki görünen hesap budur. Söylediklerim yeni değil ilk de değil. Birçok değerli kalem tarafından dillendiriliyor. Esas söylemek istediklerimi söyleyebilmek için bunları tekrar ettiğim açıktır. Dünyanın en zor işi bir şeyi, anlamak istemeyene o şeyi anlatmaya çalışmaktır. Bu hesabın dışında hiçbir şeyi anlamak istemiyorlar.
Kürtler “barış” mı diyorlar, “kardeşlik” mi diyorlar, “ateşi kestik, gelin diyalog yolu ile sorunlarımızı çözelim” mi diyorlar, “bizim sorunumuz bir evin sorunudur, bu Amerikalarda Avrupalarda çözülmez, gelin birlikte çözelim” mi diyorlar, bu sözlerin hiçbirisi geleneksel bürokrasiye hiçbir şey anlatmadığı gibi, günün muktedirlerine ise hiçbir şey anlatmıyor. Onlar, gelinen noktada “biat” bile istemiyorlar, “kendinin haini olacaksın” diyorlar. Bunu eskiden komünistlere ve Alevilere dayatırlardı şimdi Kürtlere dayatıyorlar. Bu bağlamda, can almak için, linç etmek için, yağma ve talan örgütlemek için ortalığa “haplanarak” salınmışlara takılıp, bu ölüm ve kıyım mangalarına hükmeden muktediri atlamak, yapılabilecek en büyük gaftır.
Muktedir Olan Muzaffer Olmamalı Bu hesap tutar mı? Envercilerin hesabı tutmadı ve sonuçta, hem maddi bakımdan hem de manevi bakımdan tam bir yıkım yaşandı. Öyle ki, bu yıkımın sonuçlarını geride bıraktığımız yüz yıl gideremedi ve hâlâ bu yıkıntının sonuçlarıyla karşı karşıyayız. Bugünkü Envercilerin hesabı da tutmayacaktır. En azından, bölgede, global sermayenin ileri karakolu Amerika’nın ve diğer emperyalist güçlerin oluşturmağa çalıştığı çok yönlü güç dengeleri ve planlamaları açısından tutmayacaktır ama bu hesaplar uğruna kotardıkları politika ve programlar, ülke içine, halklar arası kardeşliğe, zaten on yıllardır bu kirli savaşın yükünü çekmekte olan emekçilere, Alevilere, kadınlara, demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından, çevrenin ve doğanın korunmasından yana olan, tüm kesimlere yüzyılı kapsayacak bir çöküntüyü, düşmanlığı armağan edecekler. Hiç kimsenin gelecek nesillerine, böylesi bir mirası bırakmaya hakkı yoktur, olmamalıdır da. Ehli iman bir Müslüman, yaşanacak bu sonucun dışında değildir. Ki herkesten önce yüzünü kaldırıp ellerini açtığı gökkubbe herkesten önce onun başına yıkılacaktır. Kendini artık kandırmaması gerekenlerin başında ise halklarımızın bu kesimi bulunmaktadır. Allah adına muktedir olmanın klasik devri çoktan milat oldu, bu unutulmamalıdır. Camilerine gidip, Allahın huzuruna arı duru oturup şefaat dileyen tekmil Müslümanlaradır en başta sözüm. Muktedir olan bu zihniyet, her durakta önünüze bir düşman koydu. Verdiğiniz destekle, her türlü zulmü, hedef olanlara reva gördüler, zalimler, zulümlerinin meşruiyetlerini, hep verdiğiniz destekten aldılar. Şimdi belirtmeğe çalıştığım hesaplarını gerçekleştirmek için de, meşruiyet zeminlerini, kirli dağarcıklarından çıkartarak “Kürtler ve Şeriatçılar Düşmanımdır” diyerek önünüze koyuyor. Dünden beri, her önemli noktada, “komünistlere, Allahsızlara vuruyorlar” dediniz ve alkışladınız, “Alevilere vuruyor, kâfirler ezeli düşmanımızdır” dediniz ve alkışladınız. “Ermeni gâvuruna vuruyor” dediniz ve alkışladınız, “Rumlar, dinsiz laikler, bölücüler, teröristler”, dediniz ve alkışladınız. Artık, abdestinizi, ellerinizi yıkayarak değil özünüzü arındırarak, Allahın huzuruna çıkmanızın vakti geldi ve geçiyor. Seyirci olduğunuz, güç
Sayı 35
SERÇEÞME verdiğiniz, körükleyip durduğunuz yangın ile kuşatılmış durumdasınız. Bir gün “medet” diye çağırmak durumunda kaldığınızda sizleri duyacak kimsenin kalmadığını acıyla görebilirsiniz. Buna izin vermeyin. Şimdilerde, nihayet harekete geçme gereği duyan Alevi Hareketi örgütleri ve temsil ettikleri tekmil Alevi camiasına, bu topluluğun bir mensubu olarak seslenmek istiyorum; yayınladığınız bildirilerde dillendirdiğiniz gibi eğer gerçekten, “Şiddet yerine barış Savaş yerine siyaset Gözyaşı yerine kardeşlik Silahları susturun gözyaşlarını dindirin” yollu çağrı gereğinin, gerektiği gibi yerine getirilmesini istiyorsanız ya da istiyorsak, büyük büyüklerimizin benzer zeminler için koymuş oldukları, “mazlum ve mağdur” olanlara ilişkin temel erkânlarının dilini, sözünü ve özünü esas almak durumundayız. Bu bağlamda önce kendi özümüzü dâr etmek durumundayız. Sonra da yapılarımızın önemli bir bölüğünün de Kürt kökenli oldukları gerçeğini hiçbir noktada gözden ırak tutmadan, Kürt halkının bütün gerçekliğiyle yüzyüze gelmek zorundayız. Yüzleşmek zorundayız. Her türlü linç girişiminin, aşağılamanın hedefine konmuş, seçimle parlamentoya girmiş, “gerçekten demokrat, gerçekten laik bir Türkiye’de barış içinde birlikte yaşamak istiyoruz. Bunun çaresi, çözüm yolu için buradayız” diyen Sayın Ahmet Türk’ü duymak zorundayız. Bunu, hiç kimse için değil bizzat kendimiz için yapmak zorundayız. Yaygın ve azgın bir şekilde dillendirilen Kürt aşağılanmasının, horlanmasının, küfrün, hakaretin, ayrımsız kendimize yönelik bir hakaret ve aşağılama olduğunu, estirilen sözlü terörle aslında, en başta Aleviler olmak üzere tekmil demokrasi ve özgürlük güçlerine, barış güçlerine terör estirilmek ve teslim alınmak istendiğini asla gözden kaçırmamak durumundayız. Bir beyaz gibi değil, zencileri, bir zenci olarak duymak ve anlamak zorunluluğumuz vardır. Örgüt yönetimlerimizin çağrıları yerindedir ama “boşluğa seslenir” gibidir!. “Saldırgana Taviz” dilini benimsemiştir, net ve işlevli değildir. Oysa sokağa boşanmış, yasa tanımaz güncel keyfiliği, etinde kemiğinde en fazla bizler duyumsamak durumundayız. Biz bu filmin klasik versiyonlarını, 1965’te Elbistan’da, 69’da Kırıkhan’da, 75’te Malatya ve Sivas’ta, 79’da Maraş ve Çorum’da, 93’te Sivas’ta ve nihayet Gazi’de hep gördük yaşadık. Artık ağıtlarımızı bitirmek, dövünmeleri tarihe gömmek durumundayız. Artık yalnız değiliz, örgütsüz de değiliz. Ama en önemlisi, artık yanlış yapmamak zorundayız. En başta Kürt halkı olmak üzere tekmil demokrasi ve özgürlük dinamikleriyle omuz omuza gelmek, gelmeyeni gelmesi için zorlamak, her yerde, her zeminde birlikte olmak durumundayız. Yasa tanımaz keyfiliğin şokladığı serdengeçtiler, lümpenler, Avrupa zeminini de ateşlemeğe çalışıyor. Kürt kurumlarına yapılan saldırı, kesinlikle onlarla sınırlı kalmaz. Saldırıyı, henüz başladığı noktada durduramazsak, kartopu gibi büyür ve bizim kapılarımıza da dayanır. Yasa tanımayan keyfilik ve indilik muktedir oldu ama asla muzaffer olmamalı. Henüz bu olanak elimizden çıkmış değil. Yanlış hesap asla Bağdat’a ulaşmamalı. Ulaştıktan sonra, köprüler yakıldı demektir ki, işte o noktada en iyi olan niyetlerimizin dahi hayrını görelim!...
Kasım 2007
Erdoğan Aydın’ı Susturmak Yüksel Işık Erdoğan Aydın’ın Cumhuriyet’ten kovulması, Cumhuriyet’in 1940’lı yıllara geri dönüş günlerini anımsatıyor. İLLİYETÇİLİK ideolojisinin, halkı “ikna” edebilmek için “biz” ve “öteki” ayrımını bilinçli olarak yaptığı biliniyor. Bu süreç, aynı zamanda yanılgıları gerçekmiş gibi kabul ettirme biçiminde işliyor. Egemen ideolojinin önemli harçlarından biri olan milliyetçi retorik, toplumun her şey siyah beyaz olarak görmesini hedefliyor. Toplumsal hassasiyetin yükseldiği dönemlerdeyse “milletini sevme hali” tuhaf bir hal alıp tam bir “Mccarthyci”liğe dönüşüyor. Öyle ki, Hükümet’teki pozisyonu nedeniyle sık sık karşımıza geçip “içimizdeki İrlandalıları” teşhir etmekle ünlü Cemil Çiçek bile, Maraş’a, Çorum’a, Sivas’a ve de 6–7 Eylül olaylarına atıfta bulunarak sükûnet önerebiliyor. Tam da böyle bir ortamda, çoğunlukla farklılıkları zenginlik olarak görenlerin kalem oynattığı Cumhuriyet Gazetesi’nin, Roj TV’de bir programa katılan yazar Erdoğan Aydın’ın Haftasonu ve Kitap eklerine yazdığı yazılara son verme kararı aldığı açıklanıyor. Yazarın okura ulaşmasını engelleyen sıradan bir sansürleme olarak algılanmanın ötesinde anlamlar içeren bu tavır, tarihin görüp görebileceği en kötü sansür anlamına da geliyor.
M
Milliyetçiliğe Karşı Çıkma Bölücülükse Yazıları, yorum ve kitapları, milliyetçilik sosuyla bulanmış egemen ideolojinin tel örgüleri arasına sıkıştırılmış konuları gün ışığına çıkarmayı hedefleyen Erdoğan Aydın’a yönelik bu tavır, yasakçılığın, tahammülsüzlüğün nerelere vardığına işaret ediyor. Aydın’ın tabuların üstüne gitmesi, gerçeklerin gün yüzüne çıkmasını istemeyenleri rahatsız ettiği görülüyor. Aydın’ın çıkışları, bugünlerde gerçekleştirilen saldırılar nedeniyle PKK üzerinden Kürtlere gönderme yaparak, “soğuk savaş ortamı” yaratılmasında medet umanları rahatsız ettiği anlaşılıyor. Aydın’ın, yıllardır varlığını sürdüren temel problemlerin çözümüne ilişkin açılımları, kan dökülmesini engellemeyi amaçlıyor. Ortamın sakinleşmesi, ülkemizin, bölgemizin geleceğini sükûnet içinde konuşmamızın zeminini yaratırken, şiddet, sükûnete çağıranları bile kendi sarmalı içine alıp bataklığa sürüklüyor. İşte böyle bir ortamda, tırnağı taşa değince gözlerimizin kararmasına vesile olan çocuklarımız da, bizim irademiz dışında, “küresel imparator” öyle istiyor diye gözlerini kırpmadan canlarını teslim ediyorlar. Görünen o ki, karanlık bir el, şiddetin artarak devam etmesini istiyor; zira şiddet devam ettikçe, mazot kaçakçılığı, eroin satıcılığı ve kara para baronluğu da tuhaf bir biçimde artıyor. Etienne Copeaux, Türkiye’deki milliyetçiliği, “çoğu kez dünyaya kafa tutmanın ve ‘biz varız’ demenin bir yolu” olarak tanımlıyor. Bu tanım, sadece sokaklara dökülüp, “hepimiz Mehmetiz” sloganının peşinden koşanları anlamamızı sağlıyor. Anlamak, hak vermek anlamına gelmiyor; zira slogandaki masumiyet bile sokaktaki Kürt’e yönelik şiddet içerikli hareketlenmeyi gizleyemiyor. Bu sloganın arkasına gizlenen gazete, akıntıya karşı duran ya-
zarını susturuyor; kamu yöneticisi, bu sloganı kullanarak hakkından gelemediği çalışanını cezalandırıyor. Belediye Başkanı, hizmet götürmediği mahallede protesto edilince, “hepimiz Mehmetiz” diyerek kendisini aklamanın yollarını arıyor. Aydın’ın, ister Roj TV’de isterse de Cumhuriyet’in Haftasonu ekinde milliyetçi söyleme prim vermeden düşündüklerini dile getirdiği biliniyor. Üstelik Kürtlerin ve Türklerin eşit, özgür ve kardeşçe bir arada yaşamalarının mümkün olduğunu tarihsel örneklerle anlatıyor. Buna rağmen Roj TV’deki konuşması, yazılarının yayınlandığı Cumhuriyet ekibini rahatsız ediyorsa, tıpkı Copeaux’un, dikkat çektiği gibi, kamuya açık bir alanda “milliyetçi değilim” demesinden kaynaklanıyor. Çünkü izlerin karıştığı ortamda “milliyetçi değilim” demenin, “bölücüyüm” demekle eş anlama geldiği, deneyimlerden de anlaşılıyor.
Koltuğun Altındaki Cumhuriyet’in Acısı Bugünlerde, Mustafa Kemal’in, “söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır” sözü sıkça kullanılıyor. Bu sözün sıkça kullanılması, gerçek içeriğinden kopartılıp değersizleştirilmesi tehlikesini de beraberinde taşıyor. Aydın’ın kitap ve yazıları, O’nun vatanseverliği hakkında hepimize bilgi veriyor. Dolayısıyla esas olarak Aydın’ın, “söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır” anlayışını düstur edindiği için milliyetçiliklerini şovenizme ulaştıranları rahatsız ediyor. Yargısız infaz edilen Aydın’ın, ikbal peşinde koşmadığı, akıntıya karşı durduğu; resmi ideolojinin düşman gördüğüne kılıç sallamadığı için başı beladan kurtulmuyor; sürekli ölüm tehditleri alıyor. Şimdi aldığı ölüm tehditlerine okurlarına ulaşma engeli de konulmuş bulunuyor. Böylece O’nun susturulması hedefleniyor. Oysa O, küllerinden doğan bir kuşağın temsilcisi gerçekleri gün yüzüne çıkarma uğraşında ısrar edeceğini gösteriyor. Kürt sorununun kangrenleşmesine karşı çıkışan Aydın’ın duruşunun, bir yandan PKK’yı öbür yandan başından beri çizgisinden ödün vermeden yazılar yazdığı Cumhuriyet’i rahatsız edecek noktaya bu labirentlerden geçerek geliyor. İnsan, “bu ne yaman çelişki” dememek için kendini zor tutuyor. Boşuna dememişler, milliyetçilikler birbirini besliyor diye! Şair Nevzat Çelik, “çok olmadığımız kesin/ çok olan tarafta değiliz” derken sanki Aydın’ın başına gelenleri anlatıyor. Gene de Aydın olmak için “gidip Almanya’da Türk olacağız, Hollanda’da Surinamlı, Fransa’da Cezayirli, İran’da Azeri” olmak akıntıya kürek çekmenin amentüsü olarak karşımızda duruyor. Roj TV’ye çıkıyor olması, O’nun gerçekleri dile getirmekte imtina ettiği anlamına gelmiyor; tam tersine, hangi ortamda olursa olsun gerçekleri dile getirmekten başka bir amacı olmadığını gösteriyor. Erdoğan Aydın’ın Cumhuriyet’ten kovulması, Cumhuriyet’in 1940’lı yıllara geri dönüş günlerini anımsatıyor. Cumhuriyet’in bu tutumunun Zaman gibi bir gazeteyi pek memnun etmesi, hayatın cilvesi mi, bir madalyonun iki yüzünün birden görülmesi mi bilemiyorum. Bildiğim, koltuğunun altında Cumhuriyet taşıdığı için öldürülen yaşıtlarımı anımsadığımda, bu durumun bana, çok acı verdiğidir.
13
SERÇEÞME
YAZARIN ALEV YAYINLARI’NDAN YAYINLANMIŞ MARKS GERÇEKTE NE DEDİ ADLI KİTABINDAN SON BÖLÜMÜ SUNUYORUZ
İnsan Olmaya Geldik - Bölüm V Yusuf Zamir
Ü
CRETLİ emek - sermaye ilişkisini yaratan insana yabancılaşmış faaliyet, yalnızca işçinin insan varlığını değil, aynı zamanda kapitalistin de insan varlığını iğdiş eder.
Tarih Sınıf Mücadeleleri Tarihidir İşçi de kapitalist de aynı yabancılaşma sürecinin karşıt uçlarında yer alır. İnsana yabancılaşmış faaliyetin yarattığı insana aykırı toplumsal düzende mülk sahibi sınıf ayrıcalıklı konumdadır. Onun için mülk sahibi sınıf, mevcut düzeni insana aykırı, garip, tuhaf, akıl dışı görmez. Çünkü kapitalist, mevcut yabancılaşma sürecinde kendi iktidarının, kendi insansı varoluşunun teyidini bulur: “Proletarya ile zenginlik birbirlerinin karşıtı olarak tek bir bütün oluşturur. Her ikisi de özel mülkiyet dünyasının yaratımıdır. Soru, proletarya ile zenginliğin antitezde tam da nerede durduğudur. Bunlar tek bir bütünün iki yanıdır demek yetmez. “Özel mülkiyet özel mülkiyet olarak, yani zenginlik olarak kendisinin, böylelikle karşıtının, yani proletaryanın varlığını sürdürmeye zorlanır. Bu, antitezin pozitif yanıdır, özel mülkiyetin kendisini tatmin etmesidir. “Proletarya, bunun tersine, proletarya olarak kendisini, böylelikle karşıtını, yani proletaryanın varlığını belirleyen ve proletaryayı proletarya yapan özel mülkiyeti ortadan kaldırmaya zorlanır. Proletarya antitezin negatif yanıdır, antitezin kendi içindeki huzursuzluğudur. Proletarya, yokolmuş ve kendi kendini yoketmekte olan özel mülkiyettir. “Mülk sahibi sınıf da proletarya sınıfı da insanın kendisinden yabancılaşmasının aynısını sergiler. Fakat mülk sahibi sınıf bu yabancılaşmada kendisini huzurlu ve güçlenmiş hisseder. Mülk sahibi sınıf yabancılaşmayı kendi iktidarı olarak görür ve yabancılaşmada insanın varoluşunun dış görünüşünü bulur. Proletarya sınıfı yabancılaşmada kendisini yokedilmiş hisseder. Proletarya yabancılaşmada kendisinin iktidarsızlığını ve gayri insani varoluş gerçeğini görür. Bu, Hegel’in ifadesini kullanırsak, proletaryanın aşağılanma içinde aşağılanmaya karşı öfkesidir, infialidir. Proletarya, insani doğası ile insani doğasının kapsamlı, kesinkes ve yekten inkârı anlamına gelen yaşam koşulları arasındaki çelişki tarafından infiale doğru zorunlu olarak sürüklenir. “Dolayısıyla, bu antitez içinde özel mülkiyet sahibi muhafazakâr yanı, proleterler de yıkıcı yanı teşkil ederler. Birincisinden antitezi koruma eylemi, ikincisinden de antitezi yoketme eylemi yükselir.” 1 İnsana yabancılaşmış faaliyet, insanı inkâr etmekte olan faaliyettir. İnsana yabancılaşmış faaliyet, kendisini dayattığı her momentte, insanın insan olma mücadelesiyle çatışmaya girer. Bu çatışmada, mevcut yabancılaşmış faaliyeti sürdürme mücadelesi pozitif faaliyet, yani
14
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar altında yapmazlar. Geçmişten kalan, önlerine gelen, verili koşullar altında yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.” Tarihsel süreç içinde insanın ne kadar insan olmaya yaklaşacağı, her tarihsel menzildeki koşullar temelinde nasıl bir bilinçli faaliyet yürüteceğine bağlıdır. Bir başka deyişle, her nesil içinde belirdiği tarihsel koşullarla hesaplaşırken, ne kadar insan olma iradesi gösterirse, o kadar insan olmaya yaklaşacaktır. mevcut yabancılaşmayı olumlayıcı faaliyet olarak bir taraftadır. Öte tarafta da, mevcut yabancılaşma faaliyetine karşı işleyen, onu pratikte inkâr eden negatif faaliyet vardır. Negatif faaliyet ya da pratik-eleştirel faaliyet, insanı insan olarak inşa etmeye yönelen faaliyettir. Negatif faaliyet, olumluyu örmekte olan faaliyet olduğu için, aslında pozitif faaliyettir. İnsanın kendi insan varlığını inkâr etmekte olan yabancılaşma faaliyetine karşı mücadelesi, işçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesinde spontane olarak ortaya çıkar. “Proletarya, insani doğası ile insani doğasının kapsamlı, kesinkes ve yekten inkârı anlamına gelen yaşam koşulları arasındaki çelişki tarafından infiale doğru zorunlu olarak sürüklenir.” Mülksüzlerin mücadelesi sonucunda ortaya çıkan insan faaliyeti, belki hâlâ yabancılaşmış insan faaliyeti olarak belirir ama bu yabancılaşmış faaliyet, mülksüzlerin insan olma mücadelesinin, devrimci, pratik-eleştirel faaliyetin etkilerini içinde barındırır. Tarihin her döneminde düşünce, mevcut insana aykırı durumu sürdüren faaliyetin muhafazakâr düşünceleri olarak ya da insanın insan olma mücadelesinin yaratıcı, devrimci düşünceleri olarak ortaya çıkmıştır. Marks’ın düşüncesi, insanın insan olma mücadelesinin tarih boyunca biriktiregeldiği eleştirel bilginin proletaryanın mücadelesindeki gelişimini ortaya koyar. İnsan, mücadele içinde, kendi varoluşunun çıkarları doğrultusunda ortama müdahale çö-
zümleri üretir. Mevcut insan faaliyetinin ne yönde gelişmesi gerektiği üstüne mücadeleler, birbirleriyle çatışan toplumsal sınıflar arasındaki bir fikir mücadelesi gibi görünür. Dinsel inanışlar, dünya görüşleri, fikir sistemleri, doktrinler, aslında, toplumsal yaşama belli çıkarlar doğrultusunda müdahale etmenin düşüncesel modelleridir. Toplumsal zorunluluklar, ancak, toplumdaki felsefi, dinsel, hukuksal, siyasal çatışmalarda yüzeye vuran sınıf mücadelesinin içinden geçerek, sınıf mücadelesinde biçimlenerek hükmünü icra edebilir. “İnsanların kendi üretici güçleri... bütün tarihlerinin temelidir” belirlemesi, tarihsel hareketi anlamanın başlangıç önermesidir. Bu belirlemeyi, üretici güçlerin aynı zamanda sınıf mücadelesinin de temeli olduğu fikriyle birlikte düzgün anlayabiliriz. Sınıf mücadelesi, üretici güçlerin dinamik gelişmesi ile üretim ilişkilerinin onu dizginleyici işleyişi arasındaki çelişkiden doğar. Ekonomik ilişkileriyle, üstyapısal ilişkileriyle bütün toplumsal ilişkilerin ne yöne doğru dönüşeceğini, dolayısıyla tarihin ne yöne doğru ilerleyeceğini, üretici güçlerin dinamik gelişmesinin doğurduğu çelişkiler temelinde sınıflar arasındaki mücadele belirler. İşte bu anlamda, Manifesto’nun dediği gibi, “bütün toplumların tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir.” Sınıf mücadelesi üretici güçlerin ne yönde gelişeceğine doğrudan etki eder. Sınıf mücadelesinin etkilerini içeren üretici güçlerin dinamik hareketi, bütün tarihsel-toplumsal gelişmelerin temelini oluşturur. Üretici güçlerin çerçevelediği alanda, sınıf çatışmasının ortaya çıkardığı yaratıcı çözümler doğrultusunda toplumsal ilişkiler, siyaset, devlet biçimlenir. Tarihin gidişi, üretici güçlerin dinamik hareketinin çizdiği çerçevede, sınıf mücadelesi tarafından biçimlenir: “Tarihin materyalist kavranışına göre, tarihte en sonunda belirleyici unsur, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marks ne de ben, bunun ötesinde bir şey asla söylemedik. Eğer birisi kalkıp da bu önermeyi ekonomik unsur tek belirleyicidir anlamına gelecek şekilde eğip bükerse, onu boş, soyut, saçma bir söz haline getirmiş olur. “Ekonomik durum temeldir. Ama çeşitli üstyapı ögeleri, -sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve sonuçları, örneğin savaşı kazanan sınıfın koyduğu anayasalar vb., hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek mücadelelerin mücadeleye katılanların beynindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, din anlayışları ve bunların giderek dogmatik sistemlere dönüşmelerihepsi de tarihsel mücadelelerin gidişi üzerine etki ederler ve bir çok durumda onların biçimini belirlemede ağır basarlar. “Bütün bu ögeler birbirleriyle karşılıklı etkileşim içindedir. Sonsuz bir rastlantılar (yani aralarındaki içsel bağlantıları birbirinden son derece uzak ve ispatı son derece güç olduğu için yok sayıp hesaba katmayacağımız şeyler ve olaylar) yığınının bağrın-
Sayı 35
SERÇEÞME
da, ekonomik hareket, kendini en sonunda bir zorunluluk olarak dayatır. Yoksa, teorinin herhangi bir tarihsel döneme uygulanması, birinci dereceden basit bir denklemi çözmekten daha kolay olurdu. Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz ama her şeyden önce gayet belirgin öncüller ve koşullar içinde yapıyoruz. Bütün bunlar içinde en sonunda belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal koşullar vb., hatta insanların zihinlerine musallat olan gelenekler bile, belirleyici olmasalar da yine bir rol oynarlar.” 2 Tarihi yapan bilinçli insan faaliyeti, içinde bulunduğu tarihsel koşullara çapayla bağlıdır. İnsanlar, geleceği biçimlendiren faaliyetlerini, geçmiş kuşakların faaliyetlerinin ürünü olan maddi temel üstünde ve yine geçmiş kuşaklardan miras aldıkları ideolojilerin baskısı altında yaparlar: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar altında yapmazlar. Geçmişten kalan, önlerine gelen, verili koşullar altında yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker.” 3 Yukarıdaki sözlerden anlıyoruz ki, geçmişten devralınan gelenek, görenek, etik değerler, düşünce biçimleri, kısacası ideolojik ortam tarihsel koşulların bileşenlerindendir. Devralınan ideolojik ortam, “bütün ölmüş kuşakların geleneği yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker”. Tevarüs edilen düşünce biçimleri, ideolojik kâbuslar aynen korunsaydı, tarih kendini tekrarlayan bir kısır döngü olurdu. Tarih boyunca değişimi temsil eden toplumsal güçler, devralınan geleneklere, yerleşmiş davranış ve düşünce biçimlerine, ideolojik kâbuslara karşı kimi zaman doğrudan isyan etmişler, kimi zaman da, devralınan ideolojik söylemi başlarda zahiren kullanmışlardır. Tarihsel süreç içinde öne
Kasım 2007
çıkan her yeni faaliyet, yer yer eski düşünce biçimlerini kendine uyarlamış, yer yer tamamen kendine özgü düşünce biçimleri yaratmıştır. Tarihsel süreç içinde insanın ne kadar insan olmaya yaklaşacağı, her tarihsel menzildeki koşullar temelinde nasıl bir bilinçli faaliyet yürüteceğine bağlıdır. Bir başka deyişle, her nesil içinde belirdiği tarihsel koşullarla hesaplaşırken, ne kadar insan olma iradesi gösterirse, o kadar insan olmaya yaklaşacaktır. İnsanın insan olması, dünya çapında birleşmiş doğrudan üreticilerin tarihin gidişini bilinçli olarak eline almasına bağlıdır. Bunun gerçekleşebilmesi için dünya çapında birleşmiş mülksüzlerin mevcut yabancılaşmış faaliyeti pratikte eleştiren devrimci faaliyet yoluyla dünyanın gidişine yön verme kudretini kazanması, yani evrensel özne haline gelmesi gerekmektedir. Bugünkü dünyada dünyanın gidişini yöneten evrensel bir özne yoktur. Çünkü özne olması gereken insanlar, kendi yarattıkları insana aykırı ilişkilerin, mülkiyetin, metaın, değerin, paranın, ücretli emek-sermaye ilişkisinin, dünya pazarının tahakkümü altındaki nesne durumuna düşmüşlerdir. Ücretli emek-sermaye ilişkisi, birbirlerine düşman yalıtık bireyler, paramparça, kırık kırık, ucube “toplumsal” yapılar üretmektedir. İnsanlar arası ilişkiler metalar aracılığıyla kurulmakta, bu yüzden insanlar birbirlerine şey muamelesi yapmaktadırlar. Ücretli emeksermaye ilişkisi derinleştikçe, ölü emeğin, nesnelleşmiş emeğin, yani şeylerin insanlar üzerindeki tahakkümü artmaktadır. Sermayeücretli emek ilişkisini üreten yabancılaşmış insan faaliyeti genişledikçe, yabancılaşma daha da artmakta, tekil bireyler kendilerine yabancı bir gücün gittikçe daha çok esiri olmaktadırlar. “Gittikçe devleşen bu kudret kendini, en son kademede, dünya pazarı olarak ortaya” koymaktadır. 4 Öznellik canlı insanlarda değil, fakat ölü emeği bir heyüla gibi yaşayan insanların karşısına çıkaran sermaye ilişkisindedir. Sermayenin kendisi de birbirleriyle azgınca rekabet içindeki toplumsal ilişki öbeklerinden oluşmaktadır. Bu nedenle, sermayenin temsil ettiği toplumsal gücü ele geçirenler de dünyanın kaotik gidişine hakim değildirler. İnsana yabancılaşmış, sapkınlaşmış faaliyete karşı mücadele edecek olan, yine insan faaliyetinin kendisidir, devrimci, pratik-eleştirel faaliyettir. İnsan faaliyeti devrimci, pratikeleştirel nitelik kazanamadığı sürece, gidişat, insanlararası cinnet durumunun alabildiğine ağırlaşması, barbarlık ve insansoyunun yıkımı yönündedir. O halde tarih, önceden ilâhi olarak ya da “bilimsel” olarak belirlenmiş bir “insanlık projesi”ni gerçekleştirmeye programlı değildir. Tarihsel hareketi kerameti kendinden menkul bir “pozitif bilim”le çözdüklerini sananların ima ettikleri gibi, komünizme gidiş mukadder değildir. NOTLAR: 1
2
3
4
K. Marks, “Proudhon - Eleştirel Yorum No: 2”, Kutsal Aile, Eylül - Kasım 1844, METY, (İng.), c. 4, s. 36. F. Engels, “Joseph Bloch’a Mektup”, 21 Eylül 1890, MESY, (İng.), c. 3, s. 487. K. Marks, “Lui Bonapart’ın On Sekizinci Brumiyer’i”, Aralık 1851 - Mart 1852, MESY, (İng.), c. 1, s. 398. K. Marks, F. Engels, “Alman İdeolojisi”, Kasım 1845 - Ağustos 1846, MESY, (İng.) c. 1, s. 39.
Bütün Halklar Kardeştir! Çok Gövdeli Bir Ağacın Ortak Meyvesiyim
A
NADOLU’da binlerce yıldır bir arada yaşayan halkların, barış içinde yaşaması ortak özlemimizdir. Ayrı dillerde, ayrı ezgilerde hep aynı özlemi dile getirdik. Bizler farklılıklarımızla yanyana, kardeşçe, barış içinde, insanca ve onurumuzla yaşamak isteyen “çoğunluğuz.” Anadolu, halkların kardeşçe yaşadığı bir cennet olabilecekken bizi cehennemde yaşamaya mahkum etmek istiyorlar. Bunun için önce halkların kardeşliğine, dostluğuna saldırıyorlar. Zenginliğimiz olan farklılıklarımızı kullanarak aramıza kin ve nefret tohumları ekiyorlar. Yakın tarihimizdeki kitle katliamları, faili meçhul cinayetler, infazlar, linç girişimleri toplumsal hafızamızda onarılması güç izler bıraktı. Yanı başımızda da; Bosna’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da halkları, birbirine kırdıran emperyalizm, çıkarları gereği halkların kardeşliğine karşıdır: Kimileri halkları yok sayarak, aşağılayarak, kimileri farklılıklarımızı kardeş kavgasına dönüştürerek çıkarlarını korumak istiyorlar; ki onların çıkarları biz halkların felaketidir. Bugün bir kez daha yaratılmaya çalışılan savaş ve şiddet ortamına karşı çıkmanın tek yolunun barış ve kardeşlikten geçtiğine inanıyoruz. Bizler Bu Ülkede Yaftalanarak Cehennemi Yaşayan, Her Gün Aşağılanan İnsanlarız Örneğin, Çerkeş olduğumuz için hain, Kürt olduğumuz için bölücü ilan edildik. Laz olduğumuz için bizimle dalga geçildi, Arap olduğumuz için pis, Türkmen olduğumuz için barbar olduk. Alevi olduğumuz için en pervasız şekilde mum söndüren ilan edildik. Ermeni veya Rum olmak ise küfürden sayıldı. Ve bunlar her gün farklı şekillerde karşımıza çıktı. Kimimiz bunlara boyun eğdi, kültürünü, tarihini unutmaya çalıştı. Kimimiz kendinden olmayanı aşağılayıp üste çıkmak için çırpındı. Bizler boyun eğdikçe ufaldık, ufaldıkça yok sayıldık. Oysa hepimiz bu toprakların zenginliğiyiz. Yeri gelir kemençe ile coşar, yeri gelir kaval ile hüzünleniriz. Düğünlerde kolkola halay çeker, horon ederiz. Cenazelerde aşımız kaynar, ağıtlarımız yakılır. Evlerde dillerimiz konuşulur. Tüm bu zenginlikleri bizler yaşatıyoruz ama kaderimiz ortak, yok sayılıyoruz. Biz de Varız! Farklı hakların bir arada iş yapma kültürünü geliştirebilmesi, “birbirini tanımasının”, halkların birbirini tanıması kardeşliğin ve dostluğun ilk adımıdır diyerek, bu toprakları halkların kardeşlik bahçesine dönüştürmek için, halkların ortak mücadelesini geliştirmek istiyoruz. Bu barışçı çaba, gelecek nesillere farklılıklarından arındırılmış bir ülke yerine, tarihi ve kültürüyle barışık bir ülke bırakmanın sorumluluğuyla atılmış uzun soluklu bir adımdır. Bu güzel topraklara rengini veren her halkı, bizimle aynı özlemi paylaşan tüm kurumları, aydın ve sanatçıları bu süreçte bizlerle birlikte olmaya çağırıyoruz. “Ve karanlıklar senaryosunu parçaladığımızda Bütün şarkılarda kendi dilinde Şu nakarat dillenir Bütün Halklar Kardeştir.” (Bekir Kilerci) Halkların Dostluğu Girişimi “Kardeşlikten Dostluğa”
15
SERÇEÞME
“HAMDULLAH ÇELEBİ’NIN SAVUNMASI” KİTABINDAN BİR BÖLÜM: 1826 YILINDA KIRŞEHİR ŞERİAT MAHKEMESİNDE YARGILANAN
Hamdullah Çelebi’nin Savunması - Bölüm III Yayına Hazırlayanlar: İsmail Özmen - Yunus Koçak Eski bir el yazmasından İsmail Özmen ve Yunus Koçak’ın günümüz diline çevirdiği Hamdullah Çelebi’nin Savunması (Bir İnanç Abidesinin Çileli Yaşamı) adlı kitaptan aktardığımız savunmanın ilk iki bölümünü dergimizin önceki sayılarında bulabilirsiniz. Kitabı almak için Haydar Selman’ı arayabilirsiniz: 0532 321 25 56
Ertesi Gün Kadı: Şeyh Efendi, dergâhınızın mensubu mülhitlerin Ehl-i Sünnet vel cemaatin ibadetini tensip etmediği, Mübarek Hac, Zekât, Oruç, Namaz gibi dinimizin icabı olan bu şeyleri “şekil ibadetidir, biz onu yapmayız” dedikleri duyulmuştur. Dinimizin bu icaplarını kabul etmeyenler kâfirdir, katli vaciptir. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, dinimiz güzel ahlaktır. Kimin ahlakı güzelse dini güzeldir. Kötü kişinin şekil ibadeti ile dini makbul değildir. Burada ahlakın güzelliği ve niyetin güzelliği de hesap edilmelidir. Burada bulunmayan, mülhit dediğiniz kişiler söylemiş mi söylememiş mi gıybet oluyor. Dinimize dil uzatan cahilin vebalını ben üstlenemem. Kadı: Şeyh Efendi, Allah Arapça buyuruyor. Kuran-ı Kerim Arapçadır. Peygamber Arapça konuşuyor. Sizin dergâhlarda neden Türkçe dua ediyorlar? Ehli Sünnet âlimlerine, evliyalarına muhalefet etmeniz küfür değil midir? Dine muhalefet eden kâfirin katli vacip değil midir? Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, beni idam edecekseniz, ediniz. Mensubumuz olan Oğuz Türkmenlerin şehirde yaşayanı pek azdır, çoğu konargöçerdir. Çoğu köylerde yaşarlar. Arapçayı bilmezler. Kendi lisanları ile yaradanlarına yalvarmalarının günah olduğuna inanmıyoruz. Dergâhlarımızda da Türkçe dua ve niyazda bulunuruz Siz efendim, kendiniz bunların ağzından kulağınızla duymadınız. Konargöçerlere ve köylülere konuşukluğunuz yoktur. Beni de duymadığınız hayali şeylerle bir mülhid olarak suçlayarak kendiniz vebal yükleniyorsunuz. Türkmenleri bahane ederek beni asmak istiyorsunuz. Sizin yok dediğiniz, kabul etmediğiniz Allah’ın var olduğunu ben biliyorum, varlığını kabul ediyorum. Kadı: Şeyh Efendi, siz Allah’a duaya, tevbeye niçin inanmıyorsunuz? Neden Kuran okumanın faziletine, günah af etmenin yollarına itikat etmiyorsunuz? Nasıl Allah’ın kuluyuz diyebiliyorsunuz? Böyle küstahça kulluk mu olur? Cevap: Kadı Efendi Hazretleri, biz Müslümanlar günah etmemeye daha çok ehemmiyet ederiz. Mensuplarımıza, “Eline diline beline sahip ol!” deriz. İşlenmiş bir günah için, kul hakkı
16
için tövbe etmeye, şu kadar sayı ile küçük sure, şu kadar büyük sure okumayla günahın af olacağına güvenmeyiz. Amma Allah’tan da hiç bir zaman ümidini kesmeyiz. Allah dilediğini af eder. Tamamen tevbe estağfurullahı da kapatmayız. Dua ve yakarışta teşvik, tensip tavsiye ederiz. Tevbe makbulümüzdür, ama günah işlememek daha makbuldür. Kişi nefsini bilmelidir. Rabbini bilmek için nefsini bilip günah etmemeye gayret gösterir. Kadı: Şeyh Efendi, ehl-i sünnet âlim ve evliyaları size dinsiz, mezhepsiz derler. Mezhepsizliği kabul ediyor musunuz? Namaz kılmıyorsunuz. Allah’tan korkmadan namaza şekil ibadeti demekle kâfir oluyorsunuz. Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, Mahkeme-i Şerriye’nin güzide erkânı olan sizlere kıyam ederek anlatayım. Namaz kul ile Allah arasında bir gizli sırdır. Biz Müslümanlar Dergâh’ımıza gelen bacılarla kardaşlarla Allah’ın birliğine inanan kişileriz. Ecdadım Muhammed’in Peygamberliğine inanırız. Kitabullah’tan ayrılmayız. Dergâh toplantısında boy abdesti alırız. Hecasetten, necasetten tahireti kemal ile bulunuruz. Hür Müslümanların istikbali ile akşam vaktinde geliriz. Gündüzleri Oğuzlarımız işiyle meşguldür. Geceleri yolumuza, erkânımıza katılmaya niyet ederiz. Kıyam bulunuruz. Nefeslere kıraat ederiz. Pirin huzuru Meydan Hak divanıdır. Rükû ederiz. Duaya durur, sücud ederiz. Edep üzere otururuz. Bütün bu dergâh toplantılarını ayete, Kuran’a uyarak yaparız. Hizmetlerimizin Kuran’da yeri vardır. Ehl-i Sünnet vel cemaat ise sahte hadislerle şekil yolunu yürütmededirler. O sonradan uydurulduğuna kendilerinin de inandığı halde o hadislerle şekil ibadeti yapmaktadırlar. Bizler asla küfür üzere değiliz. Siz bizim yolumuza, erkânımıza iftira ediyorsunuz. Beni öldürmekle tehdit ederek, kâfirsiniz diyerek günah ediyorsunuz, haddi aşıyorsunuz. Bu ithamları taşıyamıyorum. Asla kabul edemem. Yüzüme karşı bu çirkin iftiraları söylemeden asabilirsiniz. Tezden asın. Mahşerde Allah’ın huzurunda sizi af etmeyeceğim. Kadı: Şeyh Efendi, haddini bil, terbiyeni takın. Sorularıma cevap ver! Ehl-i sünnet âlim ve evliyaları size dinsiz, mezhepsiz derler. Mezhepsizliği kabul ediyor musunuz? Hayatın boyu hataya düştüğünü itiraf ederek tevbe edecek misin? Ehl-i sünnet mezhebi kabul edecek misiniz? Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, birkaç gün evvel anlatmıştım. Sizin Ehl-i Sünnet Mezhebi dediğiniz kişiler Hz Peygamber’i görmediler, tanımadılar, soyu sulbü de değiller, Müslümanlığa ne kadar yaklaştılar bilemiyorum. Amma biz İslamiyet yolundan hiç sapmadığımız için senelerce sonra kurulan mezheplerine girmediğimiz doğrudur. İslamiyetten hiç ayrılmadığımız için sonra kurulan mezhebe girmemiz gerekmezdi.
Ertesi Gün Soru: Şeyh Efendi, son ifadelerde ne diyeceksiniz? Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, bulunduğunuz makam, oturduğunuz post kadılara
Allah’ın verdiği canı almak, idam etmek salahiyetini vermiş. İdamı durdurma, suçluyu af etme salahiyetini de vermiştir. Kadı Efendi Hazretleri, çok duyulmuştur kadının idamına karar verdiği kişi daha asılmadan kadının idamı gelmiş, kadı daha evvel asılarak öldürülmüştür. Asılmasını istediği hayatta kalmıştır. Kadı: Şeyh Efendi, bizim kara cellât ne güne duruyor? Eli çok çabuktur. Ben “el cevap, idam” dedim mi o hemen ipini çeker. Bunu bilesin. Cevap: Kadı Efendi Hazretleri, benim idam edilmekten asla korkum yoktur. Padişah emri ve fermanı varsa ben de Allah’a inanıyor, Allah’a güveniyorum. Başka diyeceğim yoktur. Kadı: Şeyh Efendi, Halifeler Cenab-ı Hakk’ın her türlü günahtan azad kullarıdır. Bazen halka hoş gelmeyecek şeyler yapsalar bile bunda ilahi bir hikmet vardır. Kadılar da aynı öyledir. Bu ulema fetvasını kabul etmeyen kâfirdir. Cevap: Kadı Efendi Hazretleri, ben idam edilirsem, Anadolu’dan bin tane Hamdullah doğar, onların da hiç biri kabul etmez. Kadılar da, Halife padişah da insandır. Günah işler. Cezasını da çekecektir. Mensuplarımızdan kimse böyle şeye inanmazlar. Kadı: Şeyh Efendi, ehl-i sünnet mezhebinden olmayan küfür içinde olduğundan katli vaciptir. Ehl-i sünnet dışında her mezhep sapıktır. Alevilik olsun, Bektaşilik olsun, Şiilik olsun, bunlar sonradan çıkmış sapık mezheplerdir. Cevap: Efendim kadı Hazretleri, bizlerin Ehl-i Sünnet mezhebinden olmadığımızı sen de biliyorsun. Müslümanım, müslümanız. Müslüman olmanın şartında, iman etmenin şartında böyle bir tafsilatın da olacağına inanmıyorum. Hz. Ali’yi ilk halifelerden önde severiz. Siz ehl-i sünnet için öyleyse sizin için olsun. Biz Müslümanların Müslüman kalması için Kelime-i Tevhid yeterlidir. Peygambere şahadet yeterlidir. Hükümdarı sevmekle dinin ilgisinin alakasının olmayacağı kanaati bizlere yerleşmiştir. Adil veya zalim pek çok hükümdar yaşamıştır daha da yaşayacaktır. Din, hükümdar sevme dini değildir. Güzel ahlak dinidir. Kadı: Şeyh Efendi, duymuşuz ki siz Hz. Aişe validemize dil uzatırmışsınız. Mensuplarımız sepn-i lisan (hakaret) sözü söylemiştir. Hiç bu tür mensubunuza ceza verip, düşkün ettiğiniz olmuş mudur? Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, bizim cem cemaatimizde onun hiç adı geçmez. Sevmediğimiz doğrudur, amma küfür etmeyiz. Küfür edeni de cemaatimizde duymadım. Onun ruhundan dünyada ve ahirette şefaat beklemeyiz. Allah’tan; mübarek, muazzez, ruhu mücessem, ervahı münevver evliyalardan; Hz. Peygamber ve onun Ehlibeyt’inden dünya ve ahirette şefaatine sığınmak ve şefaatlerine Allah’tan müsaade et diye dua ettiğimiz mukaddes kudsi ruhların sahipleri bizlere yettiği için onların adlarını Cem cemaatimizde anmıyoruz. Kadı: Şeyh Efendi, hem Allah’a inanıyoruz diyorsun, hem hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmıyorsun. Bu sapıklık küfür değil mi?
Sayı 35
SERÇEÞME
Hamdullah Çelebi’nin Savunması
Resim: Remzi Taşkıran
Yayına Hazırlayanlar: İ Özmen - Y. Koçak
Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, Allah hayrı yaratır, çünkü bizim yaratılışımız fetret-i ilahi hayırdır. Görmemiz, duymamız söylememiz, yememiz, içmemiz, gözümüz, kulağımız hayırdır. Elimiz, ayağımız hayır için yaratılmıştır. Kişi bunlarla yaptığı kötülükten mesuldür. Allah’ın adı ve sıfatları içinde acıyan bağışlayan esirgeyen seven af eden nimet veren olduğu halde şer veren şeyler, kötü, kötülük, şer adı yoktur. Kötü olayın faili fiildir. Suçlu o fiili işleyendir. Mücrim mahkemeye geldiğinde kadı cezayı mücrime verir. Allah’tan geldi, şeytandan geldi diye başka fail aranmaz. Niğde’den Gelen Müftü: Şeyh Efendi, Allah’tan kork, peygamberden utan! Hayrı şerri, kazayı kaderi yaratan Allah’tır. Küllü şeyin halikın ayetine inkârın var senin. Cevap: Efendim Müftü Hazretleri, insan hayra da şerre de bizzat kendisi vesiledir. Hayrı da kendi yaratır. Şerri de kendi yaradır. Hayrı yaratıp hayırlı hayır iş yapana Allah ecr-i lütuf verir, hayırdan faydalanan kullardan dua alır. Mükâfat, devlet maaşı, taltif alır. Şerri yaratan şer iş yapar. Şerri işleyen Allah’tan günahın cezasını alır. Kullarından beddua ve hapislik cezası alır. Kişi kazayı da kendi yaratır. Mesul kendisi tutulur. Biz Müslümanlar kadere inanmayız. Eskiden beri kaderci değiliz. Bize böyle yerleşmiş böyle devam ediyor. Biz Müslümanlar her işimizde Allah adını anarak, Allah adına hayır işleri yaparız. Şer iş ise Allah adına Allah namı hesabına yapılmaz. Bu da biline. Kadı, postun solunda oturan Müftü’ye yaklaşarak, yumruğunu yere vurur ve “Soracaklarını tamamla Müftü Efendi” der. Müftü, Hamdullah Efendi’nin idamını geciktirmek, Kadı ise hemen idam ettirmek istemektedir. Hamdullah Efendi bir hafta içinde idam edilmezse padişahtan tanzir ve ceza alacağını düşünmektedir. İstanbul Alevi-Bektaşi dergâhlarında ve Eskişehir Seydigazi Dergâhında bir katliam yaptırılmış, bunu yapan devlet görevlilerine Padişah ödüller vermiştir. Kırşehir Kadısı da böyle bir ödüle konmayı düşlemekte ve Hamdullah Çelebi’yi Cuma günü asmayı düşünmektedir.
Ertesi Gün Kadı, mahkemeyi başlatır. Postuna oturur, ayakta duran Çelebi Şeyh Hamdullah’a sorar. Kadı: Söyle bakıyım, bu sapıklığına devam edecek misin? Ehl-i Sünnet yoluna beli diyerek iman getirecek misin? Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, sizin Eh-li Sünnetiz demekle adalet ve sevgi ile hiç alaka-
Kasım 2007
nız yoktur. Bana kaç gündür bu tacizane yaptığınız zulmü yürüden devletin kadısının çağırdığı yola Müslümanlığımdan geçip de tensip mi edeceğimi istiyorsunuz? Hz. Ali’nin buyruğu, kendi ağzından ilk çıktığı gibi inandığımız sözü bana gereken kuvveti veriyor. Buyuruyor ki, “Mazlumun zalimden öç alacağı gün, zalimin mazluma zulmettiği günden daha çetin olacaktır.” Dediğine inanıyorum. Size acıyarak tebliğ ediyorum, zalimsiniz, zulümde hattı aştınız! Kadı: Şeyh Efendi, tammamat-ül mahkeme! (Mahkemen tamamlandı.). Allah adına, Peygamber Muhammet adına, İslam ve Kuran adına kurulan Şeriat Mahkemesinde senin kanın, senin boynunadır! Kadı: İbrahim Selamet Efendi, son sözünü söyle. İslamın umdelerine bağlı kalacağına ikrar veriyor musun? Şeyh Hamdullah’ın mahkemede söylediklerini duydun, dinledin, Onun izinden gitmeyeceğine tevbeler olsun mu? İbrahim Selamet Efendi: Ağam Şeyh Hamdullah’tan sonra bana bu dünyada yaşamak haram olsun. Onu darağacında görüp sağ dönersem Allah’ın kulu olmayayım. Yaşarsam onun izinde, ölürsem onun yolunda öleyim. Son sözüm budur! Kadı: Memiş bin Habib, sen söyle. İslam dinine ve devleti İslam Halifeyi Müslüman olan Padişahımızın idareyi icraatına muhalif olmayacağınıza, pişman olup tevbe ve yemin edersen ifadene devam edelim mi? Memiş bin Habib: Dergâhımız Şeyhi Seyyid Hamdullah Efendi’nin izinden gideceğime, ölümde dirimde onun mübarek fikirleri ile olacağıma yemin ederim. Kadı: Koçaroğlu Halil İbrahim, sen söyle. Ya din-i İslama dönmeyi kabul edersin, tevbe edersin. Ya da Kanın şimdi senin boynunda! Koçaroğlu Halil İbrahim: Hz. Hüseyin Kerbelâ’da Yezitten medet beklemedi. Onun mübarek şehit kanıyla İslam dini yolunu karanlıklardan ağarttı ise senden ve mahkemenizden medet ve merhamet beklenemez. Şeyhimizin yolunda, izinde hiç hata görmemekteyiz. Aynı akıbetin aydınlık olduğuna inanıyorum. Son sözüm budur! Kadı: Resul bin Derviş Hüseyin, sen son sözünü söyle. Resul bin Derviş Hüseyin: Ben Hak-Muhammet-Ali Yolundan sapmadım. Sizden ve mahkemenizden medet mürüvvet beklemem. Şeyh Hamdullah Efendi’nin bütün ifadelerine aynen katılıyorum. O Ahirette Cehennem’e giderse bana Cennet haram olsun. Kadı, sen son sözünü söyle! Kadı: Hüseyin Balım, sen sön sözünü söyle
Hüseyin Balım: Kadı Kadı, benim son sözüm, Çelebi Hamdullah’tan sonra bu dünyada yaşamak bana haram olsun. Allah dünyada, ahirette bizleri ayırmasın. Sana ne söyleyeceği mişim? Son sözdür! Kadı Bektaş Resul, sen son sözünü söyle. Bektaş Resul: Kadı Kadı, bize kalmayan bu dünya size de kalmaz. Çelebi Hamdullah Efendi’nin kaç gündür verdiği ifadeyi aynen tensip ediyorum. Diyeceğim yoktur! Kadı: Derviş Yusuf, sen son sözünü söyle. Derviş Yusuf: Çelebi Hamdullah asılınca bana bu dünyada yaşamak haram olsun. Onun nurlu yoluna aynen katılıyorum. Zerre kadar ne bir kusuru var, ne kabahati var. Günahsızdır. Ben de onun ifadesini tensip ediyorum, izinden gidiyorum. Ben de günahsızım. Sözüm budur! Kadı, “Temmatil Mahkemet-ül Şeria-i İslamdır, yaz kâtip efendi!” dedi. Perşembe günüdür. Hacı Hüsrev Çavuş ve arkadaşı mahkemeye gelir. Hamdullah Efendi ayakta, Kadı ve muavini ile Müftü postlarına oturmuşken İstanbul’dan gelen çavuşlar içeri girip bir zarfı Kadı’ya takdim eder, geri geri çekilip, ayakta beklerler. Zarfı açan kadının yüzünün rengi değişir. Tekrar tekrar İstanbul’dan gelen emre, ardından çavuşlara bakar. “Vay, vay… Bir gün evvel niye asmadım?” diye elini dizine vurur. Hırsla Müftüye dönerek, “Bu vebalden nasıl kurtulacaksın? Şeyhin infazını sen geciktirdin!” der. Müftü, “Mahkemenin kadısı sensin, sorumluluk da yetki de sana aittir. Ne olmuş, emirde neler var?” der. Kadı, “Ne olacak, Şeyhülislamın Muhammet Tahir Efendi imzalı yazısı ile tuğralı padişahın emr-i fermanını bildirir” der. Eliyle yukarı kaldırarak gelen yazıları yelpaze gibi sallar. “Şeyh Hamdullah’ın idamından sarf-ı nazar edilerek Amasya’ya sürgün edilmesi isteniyor.” der. Zarfın içinde, Şeyhülislam M. Tahir Efendi’nin, Şeyh Hamdullah Çelebi’ye yazdığı özel bir mektup da vardır. Onu mahkeme kâtibine vererek seslice okumasını ister. Sonra Hamdullah Efendiye verir. Hamdullah Efendi ayakta gözden geçirir. İstifini bozmadan, idamdan kurtulma sevincini gösteren bir hareket yapmadan vakur ve edalı şekilde, “Kadı Efendi, bendeniz Hacıbektaş kasabasındaki dergâhıma dönebilir miyim? Veya mahkemeyi devam ettirecek misiniz?” der. Kadı, “Şeyh Efendi, Kırşehir Mutasarrıflığı ile konuşayım, seni ve kardeşin İbrahim Selamet’i tefrik edilecek çavuş nezaretiyle Amasya Kadılığına göndereceğim. Şimdilik kasabana git, öbür Cuma günü kadılığımıza gelirsin.” der.
17
SERÇEÞME
GÖNÜLDEN GÖNÜLE, GÖNÜLDEN İNSANA, İNSANDAN TOPLUMA AYDINLIK YARINLARA ALEVİLİĞİN TARİHSEL GELİŞİMİ, DÜNÜ, BUGÜNÜ VE YARINI...
Serçeşme Muğla Temsilciliğinin Düzenlediği Panel ve Dinleti
DÜZENLEYENLER ADINA ETKİNLİĞİN AÇILIŞ KONUŞMASI
Bizi Bize Kırdırmak İstiyorlar, Oyuna Gelmeyelim Yasemin Sağlam, Serçeşme Dergisi Muğla Temsilcisi
S
ESİMİZE ses verip, sesinizle sesimizi büyütmek için gelen herkese gönül dolusu teşekkür ediyoruz. Gelemeyenlere de aynı gönülle “Selam Olsun!” diyoruz. Hasbıhal etmeye çağırdık sizi. Unutulanlardan, unutturulmaya çalışılanlardan hasbıhal etmeye. Pek çok şey gibi, önce sözlüğümüzden attılar bu sözü, sonra dağarcığımızdan. Hasbıhal edemez olduk. Söyleşemez, dilleşemez olduk. Ya gönül kapımızı körelttiler lâl olduk, ya düşman kim, biz kimiz demeden şer güçlerinin kavgasına tutuştuk. Uyuyamadık. Uyku tutmadı bizi. Korkudan sıçrayarak uyandık. Bizi bizden çalmalarının korkusuyla uyandık. Anladık ki uyanık olmak lazım. Bizi bize kırdırma, bizi size, bizi onlara kırdırma çabalarına karşı uyanık olmak lazım dedik. Bir yerden başlamak gerekiyordu. Unuttuğumuz bir yerden. Hatta en unuttuğumuz yerden. Konuştuğumuz, söyleştiğimiz, dilleştiğimiz, hasbıhal ettiğimiz yerden başlamamız gerekiyordu.
Bu ilk. Bu başlangıç. Sımsıkı birbirimize tutunacağımız zamanların başlangıcı. Az sonra konuşmacılarımız Serçeşme Dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve yazar Sayın Esat Korkmaz, yine Serçeşme Dergisi’nden Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Sayın Ahmet Koçak panelimize katılacaklar ve bizi Aleviliğin tarihsel gelişimi, bugünü, yarınıyla ilgili bilgilendirecekler. Bu arada panelimizin ardınan günümüz sayılı ozanlarından Sayın Mazlum Çimen’in o güzel sesinden, türkülerimizi dinleyeceğiz ve birlikte söyleyeceğiz. Bundan sonra sesimizin gür, sözümüzün hür olacağından emin olarak ve en kısa zamanda tekrar bir araya gelmeyi dileyerek sözü Sayın Esat Korkmaz’a bırakıyorum. İyi dinletiler diliyorum.
YALIKAVAK ETKİNLİĞİNDE YAPILAN SUNUMDAN BÖLÜMLER
Alevilik-Bektaşilik İlâhi ve Resmi Ezberi Bozan Bir Felsefe-İnançtır Esat Korkmaz
İ
NSANLIK kazanımı olarak ne varsa bunların elde edilmesinde ve kalıcı kazanımlar durumuna gelmesinde Alevilerin Bektaşilerin katkıları olduğu gerçeği hemen her demokrat tarafından, her düşünen insan tarafından kabul edilmiştir. Bu yapay bir yargı değildir. Bu toprağın toplumsal mücadeleler tarihine önderlik etmenin, mücadelenin kavga aşamasında yer almanın getirdiği bir kazanımdır. Alevilik Bektaşilik tektanrılı dinlerin “ilâhi ezberini” bozan, ötesinde sistemin “resmi ezberini” bozan bir felsefe, öğreti ve inançtır. Ortaçağ koşullarında temel üretim zemininde, yani toprak üzerinde belirleyici üretici güçler, yani köylüler, göçerler, yarı- göçerler kendilerini esenliğe çıkartmak, kurtuluşa taşımak için despot feodal devlete ve onun ilahi ideolojisine tavır almış ve bu kavgayı vermiştir.
18
(…) Bu felsefe, öğreti ve inanç tektanrılı dinlerin yaratılış tasarımına karşı, varoluş-varlığa geliş tasavvuf felsefesini geliştirmiştir. Bu felsefe öncelikle tanrıyı dönüşüme uğratmıştır. Varlık ötesi Metafizik Tanrı, varlığın içine, yani canlı cansız her şeyin içine taşınmış; ağacın, bulutun, yıldızların, tohumun, yumurtanın, insanın, hayvanın içine taşınmış ve buna, o nesnelerin varlığa gelme nedeni anlamında “can” adı verilmiştir. Daha sonra bu canlar, yani canlı cansız her şeyin içinde bulunan canlar toplanmış, kocaman bir can elde edilmiş, bu kocaman cana da “Tanrı” adı verilmiştir ya da “Canan” adı verilmiştir. O nedenle bir Alevi-Bektaşi Canan’ı arar; yani, Tanrı’yı arar; açıkçası kendisini geliştirir ve Tanrı’yı “keşfeder”. Tanrı’yı keşfetmek demek, canlı cansız her şeyin nedeni konu-
sunda bilgi sahibi olmak anlamına gelir. Bunu sağladığı anda, varlığın ötesindeki Metafizik Tanrı’yı yadsır, inkâr eder ve Tanrı “maddenin içindedir”, der. Sonra da düşünmüşler biz bu “kocaman canı” ya da “cananı” nasıl tanımlayalım, nasıl aktaralım diye ve buna “akıl” adını vermişler. Demek ki Alevilik-Bektaşilikte Tanrı “doğanın aklı”dır. Dağın, taşın, yaprağın, ağaçların, insanların aklının toplamıdır. Bir Alevi- Bektaşi kendisine eğildiği zaman, Tanrı’nın ayrımına vardığı zaman, onu keşfettiği zaman “doğanın aklı”yla bütünleşir ve ona uygun davranmaya çalışır. Burada şöyle bir olguyla karşı karşıya kalırız. İki türlü akıl vardır, akıl alanı vardır: İnsanın akıl alanı ve doğanın akıl alanı. İnsanın akıl alanı “yanılgılıdır”, ama yaratıcı ve üreti-
Sayı 35
SERÇEÞME cidir. Doğanın akıl alanı “yanılgısızdır”, hatasız bir diyalektikle “çalışır.” Bu iki aklı da kullanmak zorundadır bir Alevi-Bektaşi. Marifet dediğimiz, irfan dediğimiz yol bilgisine ulaşabilmek için bir AleviBektaşi, hem kendi aklını hem de dağların taşların aklını kullanmak zorundadır. İşte ancak o zaman tohumun ağaç olma isteği, yumurtanın civciv olma isteği, taşın toprak olma isteği, insanın kültürel olarak yarattığı şeye yönelme isteği, Tanrı’nın isteği ve Tanrı’nın aklının “gereği” olarak algılanır. Bu nedenle bir Alevi-Bektaşi “ibadet etmek” isterse Tanrı’nın aklına uygun davranmak durumundadır. Kendi aklına ve doğanın aklına uygun davranmak durumundadır. Bunu yapabilmek için kendi içindeki duyguları, hissettiği şeyleri “dışarıya” taşımakla yükümlüdür. Buna Alevi-Bektaşi yol inancında “vahiy” adı verilir: İçeriden dışarıya kendini taşımak, kendini taşıyarak ibadet etmek, demektir bu. Demek ki bir Alevi-Bektaşi kendi içini dışarıya taşırken “tasavvufu kullanması” gerekir. Tasavvuf edebiyattır. Edebiyat yapmadan ibadet yapamazsın. Bir Alevi-Bektaşi’nin ibadet yapabilmesi için kutsal alanda dans etmesi, müzik üretmesi, vb. gereklidir. (…)
Yaşama Sızmak Bu felsefe yaşama nasıl “sızılacağını”, yaşama nasıl “taşınılacağını” bize öğretmiştir. Alevilik-Bektaşilik bir “bilme” kültürü değildir, “değiştirme” kültürüdür. “Değiştirme kültürü” ise eğer “yaşamdan derlenmek” durumundadır Alevilik-Bektaşilik. Bu bağlamda kitapları okuduğumuz zaman “üç türlü aydınlanma”yla karşılaşırız: “İlkçağ aydınlanması”, Rönesans dediğimiz “18. yüzyılın burjuva aydınlanması” ve 19. yüzyılın ikinci yarısında gerçekleştirilen “toplumcu aydınlanma”. Ama biz Aleviler-Bektaşiler olarak kendimizi “aydınlanmanın çocukları” olarak görürüz. Öyleyse biz Ortaçağ’da Anadolu toprağında “doğmuş” bir “aydınlanma” hareketiyiz. Bunu tanımlamak ve dünya bilim literatürüne taşımakla yükümlüyüz. (…) Anadolu Alevilerin-Bektaşilerinin yarattığı aydınlanmanın amacı, kendini yitiren insanın yeniden kendisiyle buluşmasını, bedeniyle kucaklaşmasını, bedeninin bilgeliğinin izinde doğanın yasalarıyla ve doğanın aklıyla özdeşleşmesini sağlamaya çalışır. (…) Bize taşınan Alevilik-Bektaşilik, Hacı Bektaş Veli’nin öğretmenliği altında, yapılanıp biçimlenmiştir. (…) Anadolu yerli halkı Aleviliğin-Bektaşiliğin yapılanmasına, oluşmasına “katkı” vermiştir. Nasıl katkı vermiştir? Hıristiyan şeriatına, karşı durarak vermiştir bunu. Asya’dan gelen, eşitlikçi toplum “ilksel komünal” değerlerin taşıyıcısı durumundaki insanlar, ağırlıklı olarak temel üretim zeminine taşınıp “feodal devlete ve onun ilahi ideolojisine” karşı durarak katkı vermiştir. Üçüncü etkilenme ayağı Arap yarımadasından gelmektedir. Hz. Ali’nin adıyla anılan İslam heterodoksisi dediğimiz yani İslam’ın muhalefet kanadıyla beslenmiştir. (…) Burada anlaşılması gereken bir konu var. Nasıl bir genç kız, bir delikanlı belli bir yaşa geldiği zaman “benim atam kim, anam kim, babam kim”, diye bir arayış içersine girerse tıpkı bunun gibi toplumsal kimlikler de oluşma aşamasında kendisini etkileyen kaynaklara doğru “geriye dönüş” yapar. Buna bilim dilinde “Geriye Dönüş Tapımı” denir.
Kasım 2007
Mazlum Çimen ve İbrahim Kasımoğullar’nun sunduğu dinleti büyük beğeni topladı
Alevilik-Bektaşilik ağırlıklı olarak İslam dışı değerlerle yapılanıp biçimlenmiş olmasına karşın, İslam’ın içine, İslam’ın muhalefetini “geriye doğru izleyerek” taşınmıştır. Bu anlaşılmadan Aleviliği-Bektaşiliği anlamak çok zordur. (…) İslam’ın doğuş koşullarına kendilerini taşıyarak Aleviler-Bektaşiler; biz o günlerde yaşasaydık “şöyle düşünürdük, böyle davranırdık” diyebilmek için “Kırklar CemiKırklar Meclisi” kazanımını yaratmışlardır. (…) Kırklar Cemi-Kırklar Meclisi ile Tanrı’nın dağa-taşa ve insana dönüşümü, peygamberin mürşitliğe dönüşümü, Ali’nin pirliğe-rehberliğe dönüşümü kutsal dille anlatılır. (…)
Her Şeyin Bir Defteri Vardır Sünni anlayışta Tanrı’nın bir “defteri” vardır, adı “Levh-i Mahfuz”. Tanrı her gün bu deftere ne yapmak istiyorsa ya da hangi buyrukları vermek istiyorsa yazar. Adına Cebrail dediğimiz melek ne yazdıysa okur, okuduklarını ezberler ve peygambere taşır. Ortodoks inançlardaki “kutsal döngü”, üç aşağı-beş yukarı böyledir. Alevilik-Bektaşilikte bu nasıldır? Her şeyin bir “defteri” vardır. Taşın da bir defteri vardır, ağacın da bir defteri vardır, insanların da bir defteri vardır. Taş ne istediğini o deftere yazar, tohum nasıl bir ağaç olmak istediğini o deftere yazar. Peki, bu defter nasıl okunur? Bu defter kendisini “yetiştiren” insan tarafından okunur. İnsan söz konusu olduğunda bir ikinci defter varıdır; biz ona “gönül defteri” diyoruz. Alevilik-Bektaşilikte yol bilgisinin tümü bu gönül defterinde yazılıdır aslında. Bilinç dediğimiz şey zaten bu defterin “yaprağı”dır. Kendisini yetiştirmiş insan, gönül defterini okur. Okumaya başladığında kendini “doğuma” hazırlar. İki türlü doğum vardır: Ana-babadan doğmak, ve yolda doğmak. “Gönül defteri”ni okumaya başlayan insan, bu bilgileri veren kimlik tarafından “gebe” bırakılır. Bu kimlik kimdir? Bu kimlik, “yol öğretmeni”dir. Peki, yol öğretmeni kimdir? Yol öğretmeni, mürşit ya da rehberdir. Demek ki yolda doğumun gerçekleşmesi için “babaya” ihtiyaç vardır, baba öğretmendir. Biyolojik doğumda babanın “spermini” karşılayan şey öğretmenin “bilgisi”dir. Bu bilgiyi alır almaz öğrenci ya da talip “gebe” kalır, gebe kalan organ “gönül”dür. Gönül, “ağız yolu” ile doğurur. Yol doğumu gerçekleşir gerçekleşmez kişi kendi içini dışına taşıya-
bilme olanağına kavuşur; buna da “vahiy” adı verilir. Demek ki Alevilik-Bektaşilik tek tanrılı dinlerin algıladığı anlamda vahiyli bir kültür değildir. Tam da bu nedenle Aleviler-Bektaşiler, “varlık dışında” metafizik bir tanrının, buyurgan bir tanrının olmadığını kabul ederler. Böyle bir tanrı “yoktur”, derler. Böyle bir tanrı yoksa ondan yeryüzüne bir takım buyruklarda inmemiştir. Tanrısal buyruk varlığın içinden dışına doğru taşınır. Şeyh Bedrettin Vâridât’ında şöyle bir saptamada bulunur: “Tanrı doğanın eğilimine aykırı emir veremez.” Yani tanrı kalkıp da tohuma sen taş olacaksın diyemez, böyle bir yeteneği yoktur, böyle bir becerisi yoktur. Ne diyebilir? Tohuma ağaç olacaksın der, o zaten tohumun isteğinin dışa vurumudur, tohumun dillenmesidir. O nedenle gönül doğumunu gerçekleştirmiş bir Alevi-Bektaşi “Konuşan Tanrı”dır. Dağlar, taşlar ise “Sessiz Tanrı”dır. İnsan ayrıcalıklı konumu nedeniyle yani “doğayı aşma” yeteneği nedeniyle “sessiz doğanın” da sözcüsüdür. Yani ağacın sözcüsüdür, tohumun sözcüsüdür, dağların, taşların sözcüsüdür. Bir Alevi-Bektaşi başlangıçta hangi niyetle yola çıkarsa çıksın varacağı yer açıktır: Bu yer “doğanın özgürleştiği ve insanın özgürleştiği” yerdir. Doğayı özgürleştirebilmek için, dağları özgürleştirebilmek için, ırmakları özgürleştirebilmek için ve insanı özgürleştirebilmek için dağlara-taşlara ve insana “emir veren” tanrıyı ortadan kaldırmak zorundasın. Dağ da tanrı, taş da tanrı, insan da tanrı demek durumundasın. Başka türlü özgürleşemezsin.
Aleviler Nasıl İbadet Edecek Alevilik-Bektaşilikte bir eğitim programı vardır. Bu eğitim programının adı “Dört Kapı Kırk Makam”dır. Hacı Bektaş Veli’nin adına bağlanan bir öğretidir. (…) Ben ilk kapının, yani şeriat kapısının yükümlükleri ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Çünkü hemen hemen her yerde “Aleviler nasıl ibadet eder, ne yapar?” sorusu karşımıza çıkıyor.(…) Alevilik-Bektaşilikte ibadet edilen yere “meydan” adı verilir. Meydanın orta yeri “dâr”dır. Dâr Farsça ağaç anlamına gelir. Ama Alevilikte bu “dâr” dediğimiz yer Hallac-ı Mansur’un idam edildiği darağacı anlamınadır. Bir dede karşısında ya da bir makam karşısında ayaklar mühürlü, kollar birbirine çapraz, (Devamı 20. Sayfada)
19
SERÇEÞME
OSMAN DAĞLI (MAKSUDİ)
Yanar Kor Yüreğim Yanar kor yüreğim tutuşur özüm Şu yaban ellerin sokaklarında Deryalar dökülse sönmez ateşim İsyan alevlenir dudaklarımda Fırat bize dargın Dicle bulanık Şehirlerde kâbus dağlar karanlık İhanet pusuda düşüncem sanık Zulmün karanlığı şafaklarımda Gene göçer oldu serhat elleri Karabasan mayınlamış yolları Zafer habercisi öfke selleri Çağlıyor sevdamın doruklarında Her yerde sefalet yollarda zulüm Hücrede işkence dallarda ölüm Zindan duvarların parçalar gülüm Zafer direnişin odaklarında Maksudi’yim özgürlüktür ereğim Namertlere pazar oldu emeğim Bir umudum kaldı bir de yüreğim Doğacak güneşin ufuklarında
Değişti Ömür denen yolun sarp bellerinde Yürüdükçe aklım fikrim değişti Tanrı, zalimleri saraylarında Korudukça aklım fikrim değişti Dünyaya egemen mezar taşları Suyu bulandıran suyun başları İnsan yiyen adaletin dişleri Görüldükçe aklım fikrim değişti Haksızın maskesi din iman bayrak Söylemesi yasak yazması yasak Düşünceye zincir barışa tuzak Kuruldukça aklım fikrim değişti Umutlarım koydum çevrilen çarka Tükettim ömrümü ah çeke çeke İnsanlığa zulüm onura leke Sürüldükçe aklım fikrim değişti Ufuklar değişti uzadı yollar Saçlarım ağardı kayboldu yıllar Dağlı’nın gönlünde çağlayan seller Duruldukça aklım fikrim değişti
Anadolu’da Tarihin akışı çağlayan bir sel Kavimler kapısı Anadolu’da Yaşayan tanrıça yaratan bir el Kavimler kapısı Anadolu’da Babam Osmanoğlu, anam Abaza Burada kucak açtık Çerkez’e Laz’a Türkmen özkardeşim, eniştem Zaza Kavimler kapısı Anadolu’da Ermeni Süryani Acem Sudanlı Dedem Moğolistan, nenem Asyalı Bağrımıza bastık Kazak Abdalı Kavimler kapısı Anadolu’da Alevi Kızılbaş Çepni Tahtacı Kürdü Türk’ü dost bilmişiz Sıracı Bütün insanlığı ettik baş tacı Kavimler kapısı Anadolu’da Dağlı’nın sevdası denkler içinde Bir mozaik gibi renkler içinde İnsanlık adalet bekler içinde Kavimler kapısı Anadolu’da
20
(Baştarafı 19. Sayfada)
Ezber Bozan Felsefe-İnanç baş yana hafif kesik biçimde dâr’a geçmek, yola canı feda etmek demektir ve Hallac-ı Mansur duruşudur. Çünkü, ibadet ettiğimiz meydanın birinci yeri Hallac-ı Mansur’dur. Hallac-ı Mansur 922 yılında Enel Hak, yani Ben Tanrı’yım, dediği için idam edilen bir insandır. Egemen yargı, egemen inanç tarafından lanetlenen bu kimlik, ezilen, mücadele eden insanlar tarafından sahiplenilmiştir. Anadolu Aleviliği Hallac-ı Mansur’a ibadet ettiği yerin birinci pirliğini vermekle ona en yüce kutsamayı sunmuştur, diyebiliriz. İkinci pir Fazlullah Hurufi’dir. Üçüncü pirimiz Hallac-ı Mansur geleneğini sürdürerek Enel Hak diyen ve bu nedenle derisi yüzülerek 1413 yılında Halep’te öldürülen Nesimi’dir. Dördüncü pirimiz de Kerbelâ’da direnen ve şehit olan Hz. Hüseyin’dir. (…) İbadet anlamında namaz dendiğinde şunu hemen aklımızdan çıkartmamız lazım. Özgün yol dilinde “namaz” terimi yoktur. Namaz karşılığı. anma anlamında. “salat” terimi kullanılır. Ancak “niyaz” vardır temel ibadet biçimi olarak. Bu niyaz zamanla “toplumsal baskı” nedeniyle namaz biçimine dönüşmüştür. Tanrının evi gönüldür. İbadet etmek istediği zaman bir Alevi Bektaşi, Tanrı’yı evinde konuk etmesi gerekir, yani misafir etmesi gerekir. Ama tabii misafir edildiği zaman onunla hiç konuşmamak olmaz. Tanrı’yı çağırdın ya da Tanrı kapıyı vurdu, kendi evine geldi, onu kapıda nasıl karşılayacaksın, ona ne sunacaksın, nasıl muhabbet edeceksin? İbadet anlamında görevin Tanrı’yı gönül dediğimiz evinde misafir ederek onunla muhabbet etmektir. (…) İkinci ibadet biçimi, bizim şu anda burada yaptığımız etkinliktir. Burada, yol diliyle söyleyeyim, “kulak abdesti” vererek sizleri bilgi ile yıkama çabası içerisindeyim ben. Siz söz alıp konuştuğunuz zaman, bana “kulak abdesti” vereceksiniz, beni bilgiyle yıkayacaksınız. Kulak abdesti alma, kulak abdesti verme yoluyla muhabbet etme, üst ibadet biçimlerinden biridir. (…) Üçüncü ibadet biçimi “niyaz”dır. Bir Alevi-Bektaşi yolda bir makama, örneğin dedenin oturduğu yere, o makamda oturan kişiye örneğin dedeye ya da pire, mürşide, rehbere, ötesinde bir simgeye sözgelimi muma, ışığa, aydınlığa niyazda bulunur. (…) Gelelim dördüncü ibadet biçimine. Adına cem dediğimiz etkinlik. (…) Cemin geçmişte üç tane niteliği vardı: Bugünkü Büyük Millet Meclisi’nin yaptığı işi yerine getiren bir bölümü vardı. TBMM bugün ne yapıyor? Yasa üretiyor. Geçmişte cemin bu bölümünde yazısız, ama yaptırımı olan yol kural ve ilkeleri saptanıyordu. (…) İkinci niteliği adli idi: Bugün adliyelerin yaptığı görevin karşılığını gerçekleştiren bir bölümü vardı cemin. Adına Cem Mahkemesi, Halk Mahkemesi dediğimiz ve herkesin katıldığı doğrudan demokrasi temelli bir yargılamayla yol kurallarına ve ilkelerine uymayanlar orada yargılanıyordu, işledikleri suça denk bir cezayla cezalandırılıyorlardı. Ülkenin yargıcına, mahkemesine, adliyesine gitmek söz konusu değildi. Üçüncüsü ise bugün tutulan cemdir. Daha doğrusu bugün tuttuğumuz cem, geçmişteki cemin yalnızca bir bölümüdür. İçerik olarak da
cemin özgün yapısından önemli ölçüde uzaklaşmış durumdadır. Zaman yitirmeden cem yine üçlü yapıya kavuşturulmalıdır. Cumhuriyet ile birlikte “işlevsiz duruma” gelen yasa yapıcı ve yargılayıcı niteliğinin yerine hatalarımızdan dolayı kendimizin sorgulandığı, Alevilik-Bektaşilik ve ülke sorunlarının tartışıldığı bölümler eklenmelidir. (…)
Asıl Amaç Son Amaçtır Alevilik-Bektaşilikte son amaç asıl amaçtır. Bu son amacı belirleyen bir üçleme vardır. Üçleme, “Bu dünyayı terk et, öbür dünyayı terk et, hiç durma terk ettiğin yeri de terk et”, biçimindedir. Bu kez üçlemeyi inanç diliyle aktaralım: “Tanrıya yolculuk, tanrıyla yolculuk, tanrıdan yolculuk.” Üçlemeleri “yükümlülük” olarak algılayan her Alevi-Bektaşi, kendini yetiştirdiği zaman halka dönmesi ve kâmil toplum dediğimiz eksiksiz kusursuz toplumu kurmakla kendisini sorumlu kılması gerekir. (...) İnsanlık tarihinde ilk kez devletin olmadığı, sınıfların olmadığı, mülkiyetin olmadığı, herkesin yeteneğine göre ürettiği ve ihtiyacına göre toplumsal üretimden pay aldığı bir kâmil toplum tasarımı, Anadolu topraklarında gerçekleştirmiştir. (...) Anadolu’da “Kızılbaş İsyanlar” dediğimiz başkaldırılarla birlikte felsefe neyle ilgileneceğini ilk kez bu topraklarda keşfetmişti. Daha önce felsefe metafizik ve doğa bilimleriyle ilgileniyordu. Bâtıni felsefe ne ile ilgileneceğini keşfeder keşfetmez, “tarihi yaratan toplumdur” dedi. Onun dışında devletti, sınıflardı, özel mülkiyetti, paraydı bunlar sonradan çıkmış “fena” işlerdi ve bunlar ortadan kaldırılmadan insanlığı kurtuluşa taşımak olanaksızdı. Felsefenin bu üç ayağının üretken biçimde tüketilmesiyle kâmil toplum tasarımı kotarılmış oldu. Kâmil toplum tasarımı İmam Cafer Buyruğu’na “Rıza Kenti”, “Rıza Şehri” anlatımıyla girmiştir. (...) Alevilerin-Bektaşilerin nasıl bir toplum özlediklerini ya da nasıl bir toplum kurmak istediklerini orada bulacaksınız. Buyruk’taki “Rıza Şehri” anlatımı, doğrudan demokrasi temelli bir “örgütlenme” öneriyor. Hatırlatmak isterim; iki türlü demokrasi vardır. Birisi “doğrudan demokrasi”, diğeri ise “temsili demokrasi”. Biz şimdi temsili demokrasiyi yaşıyoruz. Doğrudan demokrasi bizim özlediğimiz bir şey. Zaman zaman onu tadarız; tadını da bir türlü unutmayız. Aleviliğin-Bektaşiliğin gelenek örgütü doğrudan demokrasi temellidir. Mazlum Çimen
Sayı 35
SERÇEÞME
YALIKAVAK ETKİNLİĞİNDE YAPILAN SUNUMDAN BÖLÜMLER
Günümüzde Aleviliğin Sorunları Ahmet Koçak
M
ERHABA canlar. Öncelikle bizi sizlerle buluşturan dergimizin temsilcisi Yasemin Hanım’a ve Yasemin Hanım’a destek veren tüm canlara teşekkür ediyoruz. Uzun yıllardır panellerde böyle bir kalabalık görmediğimiz için heyecanlandık. Eğer dilimiz sürçerse bunu heyecanımıza verin. Esat Hocam’ın anlattığı şeyleri tekrar ederek zaman kaybetmek istemiyorum. Benim asıl üzerinde duracağım konu, günümüz Aleviliğin sorunları. (…) Şimdi öncelikle bir iki şeyin altını çizmemiz lazım. Esat Hoca, Alevilik Bektaşilik inancının önemli ritüellerinden birisi olan cemlerden bahsetti. Cem toplantı demektir. İki can bir araya gelirse cem olur. Erenler, evliyalar ve Ehlibeyt’in isimlerinin zikredildiği ve on iki hizmetin eksiksiz yapıldığı cemlere ise ayin-i cem, inançsal cem denir. (…)
Alevi-Bektaşi Cemleri Alevi Bektaşi inancında üç önemli cem vardır. Birincisi Abdal Musa Cemi’dir. Abdal Musa Cemi’nin özelliği şudur; yılda bir kez yapılır ve bu doğanın uyandığı bahar aylarına denk düşer. Abdal Musa ceminin önemi şudur; biraz sonra anlatacağım görgü ceminde düşkün ilan edilen canların bu yoldan, bu inançtan uzaklaşmaması için Abdal Musa cemine alınırlar. Ve yine genç nesil ikrar verip yola gireceğini, Esat hoca buna yol doğumu dedi. Bunun bir başka ifadesi pirden doğmaktır, mürşitten doğmaktır; mürşitten feyz, yani el almaktır Bu doğum yine görgü cemi, ikrar cemi içerisinde geçer. Bu canlar o aşamaya gelene kadar Abdal Musa cemlerine katılarak eğitilir. Yani bir anlamda Abdal Musa cemi eğitim amaçlıdır. İkincisi Perşembe akşamları yapılan haftalık cemlerdir. Yol gereği yılda kırk sekiz perşembe, canlar bir araya gelip ibadetini yapmak zorundadır. Toplum, perşembe toplantılarında kendi aralarındaki sorunlarını, büyük bir problem olmadığı sürece, yani adam öldürme, yaralama dışındaki alacak verecek gibi şeyleri çözmüştür. Günümüzde bu yapı hızla bozuluyor. Üçüncüsü yılda bir kez yapılan görgü cemidir. Onlara aynı zamanda ikrar cemi ve musahiplik cemi de denir. İkrar vermiş canların ikrarının yenilenmesi anlamını taşır. (…) Ergenlik çağına gelmiş yola girecek kişilerin mürşitten el alması lazım. Yola girecek can bir rehber eşliğinde pir huzuruna getirilir. Rehber, “bu iki can yola girmek ister siz ne dersiniz” diye sorar ve bu üç defa tekrarlanır. En son mürşit ya da dede, o an postta kim oturuyorsa, şunu söyler: “Gelme gelme dönme dönme, gelenin malı gidenin canı”. “Bunu kabul ediyor musunuz, Allah eyvallah diyor musunuz?” Canlar “Allah eyvallah” dediği andan itibaren yola girmiş olurlar. Yola girip Alevi-Bektaşi inancına evet dedikten sonra bu inanca ters düşen, düşkün ilan edilir. Düşkün ilan edilen canlar toplum dışına itilir. Dolayısıyla ya ikrar vermeyeceksin ya da bunları yapmayacaksın. İkrar veriyorsan bunları yapmayacaksın. Bu Hoca’nın söylediği kâmil topluma giden özendirme, projelerinden birisidir. Ne yazık ki bi-
Kasım 2007
zim rıza kenti projemizle birlikte böyle bir proje bu anlayışımızla ortadan yok oldu.
Hacı Bektaş Veli Dergâhı Şimdi kısaca, Hacı Bektaş Veli döneminden günümüze Aleviliğin inanç anlamında nasıl örgütlendiğinden bahsedelim. Hünkâr Hacıbektaş ilçesine yerleştikten sonra dergâhını burada kurar. Bugün Anadolu ve Balkanlarda dergâhlar vardır. Abdal Musa, Kızıldeli, Karacaahmet dergâhı vb gibi. Bunların ana kaynağı Serçeşme dediğimiz Hacı Bektaş Dergâhı’dır. Dergâh’ta bütün bilim dalları ders olarak işleniyor. Ve aynı zamanda inanç ritüelleri eğitim olarak veriliyor. Öğretmenler burada yetişiyor. Orada yetişen kişiler öğretmen olarak toplum üzerine gönderilmiştir. Bunlara Anadolu ve Rum erenleri diyoruz. 360 kişiden bahsedilir. Herkese bir bölge verilmiştir ve siz bu bölgelere gidip irşat edeceksiniz denilmiştir. (…) Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na ilk saldırı 1500’lü yıllarda Hacı Bektaş Veli evlatlarından Kalender Çelebi döneminde oluyor. Bu yıllar, Osmanlının Anadolu halkına yaptığı zulmün ayyuka çıktığı dönemdir. Osmanlı zulmüne karşı başkaldıran Kalender Çelebi 1518 yılında idam edilir. (…) Osmanlı, asmayla kesmeyle baş edemeyeceğini anladığı Alevileri siyasetle parçalama yöntemine başvurdu. “Hacı Bektaş Veli evlenmemiştir, evladı yoktur” düşüncesini topluma dayatarak Dergâh’a Sersem Ali Baba adlı bir Nakşî şeyhi atamıştır. 1552 yılındaki bu olaydan sonra Dergâh iki başlı oluyor. Ve örgütsel anlamda ilk parçalanma bu dönemde gerçekleşiyor. O parçalanma o günden bugüne kadar devam ediyor. Ocaklar ana gövdeden kopuyor, aralarındaki hiyerarşinin bozulmasına neden oluyor. Merkezi örgütlenme dediğimiz yapı ne yazık ki tarumar oluyor.
Günümüz Örgütlülüğü Siyasi erk Alevi Bektaşi toplumunun ya içerisine girerek ya da Aleviler içinde farklı örgütlenme kurumları oluşturarak Ehli Beyt ve Cem Vakfı gibi geçmişten bugüne yaptığı parçala-böl-yönet metodunu uygulamaktadır. Herkes kendi işini yapmalı, yapacak tabii ki. Devlet de kendi işini yapmaktadır. Peki, buna karşın Aleviler ne yapmaktadır, neler yapmalıdır? Bugünkü derneklerin yapısına baktığımız zaman merkezi örgütlenme ve altındaki örgüt-
lenmelerin, birbirleriyle çatıştıklarını görmekteyiz. Asli işlevlerini yeterince yerine getirmedikleri kanaatindeyiz. Demokratik kitle örgütleri kendisini inanç kurumu olarak görürse, bir dernek başkanı kalkıp dede gibi davranırsa bu yanlış olur. Aleviler bu dağınıklıktan kurtulmak için bugün geçmiş Alevilik-Bektaşilik örgütlülük modelini yeniden yakalamak zorunda. Bunun içinde öncelikle dergâh, yani inançsal örgütlenmesini yeniden canlandırması gerekir. İnanç kurumunun, dergâhın, az önce söylediğimiz o inanç ritüellerinin yerine getirilmesi konusunda dede, baba gibi kişilerin yetiştirilmesi gibi bir görevi vardır. İkincisi derneklerin yapması gereken şey, Alevi-Bektaşi inancı felsefesi ve kültürünü yaymak, toplumlara, bizim dışımızdaki kesimlere de biz buyuz demek, anlatabilmek gibi asli bir görevi vardır. Bu örgütlenme biçimini yakalayamazsak bu sorunlar üzerine daha çok konuşacağız.
Sorunlar ve Talepler Günümüzde Alevilerin sistemle sorunları halen çözülmedi. Nedir sistemle olan sorunlarımız? Laiklik meselesi, zorunlu din dersi eğitimi meselesi, cemevlerinin yasal statüye kavuşmama halen ibadethane olarak tanınmaması meselesi gibi. Biz bunların mücadelesini yapacağız. Bin dört yüz yıl yapmışız bugün de yapacağız. Şöyle bir slogan var. “Türkiye laiktir laik kalacak.” Bir düşünün bakalım Türkiye laik mi arkadaşlar? Laik olan bir devletin din örgütü olmaz. Nedir laikliğin tanımı? En basit deyimiyle din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Laik bir devletin yapması gereken şey bütün inançlara aynı mesafede durması, inançlar arasında çıkacak sorunlara hakemlik yapmasıdır. (…) Tabii ki insanların bir dine, inanca da ihtiyacı vardır. Ancak bireyleri nasıl ibadet ederse etsin, ne yaparsa yapsın buna kimsenin müdahale etmemesi gerekir. (…) Sorunlarınız belli, aşikâr. Sorunlarınızın üzerine gitmenin yolu da demokratik mücadeleden geçer. İşte demokratik mücadeleyi vermenin yolu da demokratik örgütlenmelerden geçer. (…) Alevilerin demokratik hakları için yıllarca mücadele edildi. Devlet en sonunda 2002 yılında Alevi Bektaşi Federasyonu’nu tanımakla Aleviliği “kabullenmiş” oldu. Lakin biraz önce söylediğim demokratik taleplerimizin hiçbirisi kabul edilmemiştir. Bunun için bulunduğumuz her bölgede toplumu kaynaştıracak, kültürümüzün yok edilmesinin karşısında duracak bir yapılanma içinde olmamız gerekir diye düşünüyorum. Böyle bir çaba gösterirseniz ve bizlerden beklentileriniz olursa biz her zaman göreve hazırız.
21
SERÇEÞME
AKSİYON DERGİSİ İÇİN HÜSEYİN ALBAYRAK İLE KASIM 2006’DA YAPILAN VE YAYINLANMAYAN SÖYLEŞİ
Alevilikte Müzik “Kabı Doldurmayı” Şiar Edinmiştir Fatih Vural
Alevilik ve müzik birbiri içine geçmiş iki kavramdır. Tıpkı Mevlevilikte olduğu gibi... Bu bağlamda Aleviliğin özgün yanları neler? Ve Aleviler için müzik neyi ifade eder? Anadolu tasavvuf geleneği içersindeki tarikatlara baktığımızda hemen hemen tümünün (Nakşibendîlik hariç) ayinlerde müziğin önemli bir yer tuttuğunu görmekteyiz. Ama müziğin icra ediliş formları tabii ki farklılık gösterir. Sözgelimi Kadiri ve Rufai geleneğinde sadece ritim sazlar vardır. Bendir veya erbane gibi. Mevlevilikte kudüm gibi ritim sazlara nefesli bir enstrüman olan ney de eşlik eder. Aslında bu sazların sembolik anlamları bu noktada önem arz eder. Ritim, kalbe yani kalbin ritmine remz eder. Ney, farklı açılımları ve simgeleri olsa da aynı zamanda nefesi sembolize eder. Alevi-Bektaşi erkânı ve yolunda ise müzik deyim yerindeyse bu iki fiili bir üçüncüsüyle “cem” ederek, cemde “can” olarak bulunmayı ifade eden bir kavramdır. Yani zâkirin okuduğu nefesler nefesi, bağlamayı icra ederken sazın göğsüne vuruşu kalbin ritmini son olarak da tezeneyi tutan el ile bağlamanın klavyesi üzerinde gezinen el; kalbi atan, nefes alıp veren insanın bu iki fiilinin yansıması olan “can”lılığına remz eder. Her ne kadar müziğin modern zamanlardaki işlevi eğlendirmek, kafa boşaltmak ve de öylece boş bırakmak ise de Alevilikte müzik gelenekteki ifade biçimiyle söylersek “kabı doldurmayı” şiar edinir. Bu irfanın musikiye yüklediği manalar ise çok geniş ve de katmanlıdır. Bu manalardan kendimizce zevk ederek indi ve de zevki açılımlar getirmek mümkündür tabii. Şöyle ki; Alevi-Bektaşi irfanı insanı doğuştan hiçbir şey bilmeyen “cahil” bir kimse olarak değil “ümmi” yani annesinden nasıl doğmuşsa öyle kalan anlamında “saf ” olarak kabul eder. Ebu Cehil ve şürekâsı Hz. Peygamber’e okuma yazma bilmiyor anlamında “ümmi” diyorlardı. Ümmi kelimesi “ümm” den türetilmiştir ki “başlıca, ilk olan şey” anlamına da gelir. Alevi-Bektaşi irfanı annesinden nasıl doğmuşsa ya da Hakk’tan nasıl vücûda gelmişse zatında değişmeden öylece kalan o ümm-i Muhammediyeden yani varlığın “başlıca-ilk olan kaynağından”, hasıl olan tüm varlığı da ümmi olarak kabul eder. Ama insan büyüdükçe aşk ile vücûd bulmuş asliyetinden, kaynağından uzaklaşarak ümmilikten, ümm-ül kâmillikten “Ebu cehilliğe” düşey bir geçiş yapar.
22
Alevilik ve Bektaşilikte müzik düşey hareketi tersine çevirmede önemli bir işlev görür. Alevi-Bektaşi yolunda kişi “adam”lıktan “âdem”liğe yani asliyetine avdetindeki eğitiminde didaktizmin kuru iticiliğini müzik ile aşabilmektedir. Kişi bir yandan icra edilen müzik aracılığıyla vecd ile coşa gelerek âdeta varlığı aşikâre döken sesi ya da musikiyi yani Hakk’ın “kün” hitabını duyumsarken bir yandan da müziğe eşlik eden ariflerin ve de âşıkların sözleriyle de o lezzetli irfandan zevk etmekte ve kâm almaktadır. Asliyetine vasıl olmayı dileyen amil kişi yani talip bir kez ceme girdiği andan itibaren ki bu cem haftanın belirli bir gününde yapılan cem-i sagir yani küçük cemi de kuşatan ve de yaşamın tüm anlarını kapsayan cem-i kebir yani büyük cemdir ve bu cemden çıkma diye bir şey asla söz konusu değildir. Yaşamın tüm anlarına sirayet eden bu cemde “beni anın ki (zikredin ki) ben de sizi anayım (zikredeyim)” ayetinden mülhem olarak kâmil bir üstazın sohbeti, muhabbeti, zâkirin nefesi ve de amilin sükûtundan meydana gelen “armoni” tadına doyum olmaz bir “senfonik” zikre dönüşür. İşte amili kâmil kılan âmil yani sebep bu senfonik müziktir. Ama bu senfoni “çoksesli” değil “yek-sesli” yani vahdeti bir senfonidir. Her kafadan “bir” sesin çıktığı birliğin senfonisidir. Bu senfoninin en önemli enstrümanı bağlamadır. Bağlama şekli itibarıyla bir simgeler evreni gibidir. Bu evrende yolculuk ettiğimizde farklı mana duraklarında zevk etmemiz mümkündür tabii. Günümüzde her ne kadar sayısı bazı değişimlere uğrasada, geleneksel olarak bağlamada perde sayısı 12’dir ve de bu sayı 12 İmam’a remz eder. Her ne kadar perdeler olsa da âşıklar onu hakikatte perdesiz çalar. Perde sadece aşığın vecdini ve maşuku ile olan rabıtasını ağyara karşı perdeler. Perdeler kalksa dahi yakiyn olma halinde bir değişme olmaz. Bağlamanın sapı elif harfini andırır. Elif harfinin ebced değeri bir olduğundan bilindiği gibi elif harfi vahdeti, birliği sembolize eder. Bağlama, sapı ve de gövdesiyle birlikte ise “lam” harfini andırır. İki harf birlikte “el” kelimesini oluşturur. El ele, el-Hakk’a düsturuyla bir ustaya “el” veren âşık, bir ustanın maharetli “el”inde vücud bulmuş bağlamayı “el”iyle icra eder. Bağlamada alt ve üst eşik olmak üzere iki eşik vardır. İki eşiğin arasında kalan tellerden ancak ses alabiliriz. Bu iki eşik arasındaki ses ise yaşamı simgeler. Yaşamak her dem seda vermektir. Hayat da “iki eşikte bir derede” yaşanan şey değil midir zaten. Eşiğin diğer iki yanında kalan teller ise ses vermez. Mutlak sessizlik vardır orada. Doğumdan öncesi ve ölümden sonrası gibi. İki eşik arasında kalan tellerden armonik bir sesi alabilmek için sağ el gövde üzerinde aşağı ve yukarı, sol el ise sap üzerindeki perdeler arasında sağa ve sola hareket eder. Yani dört hareket gereklidir. Varlığın, dört unsur olan ateş, toprak, yel ve de su ile hayat bulması gibi bağlamanın ses vermesi için de bu dört hareket zorunludur. Hünkâr Hacı Bektaş Veli Makalat’ında söz konusu dört unsuru Şeriat-Tarikat-Marifet-Ha-
kikat kapılarına benzeterek bu bap’lardan geçiş için kâmil bir mürşidin tedrisatından geçmek gerektiğini belirtmektedir. Her sanatın bir üstadı olduğu gibi bağlamada da bu dört temel hareketin kavranması için de mutlaka kâmil bir ustaya gereksinim vardır. Zaten Anadolu âşıklık geleneği de her ne kadar günümüzde kentleşme olgusu ile birlikte zayıflamış olsada usta-çırak ilişkisi üzerinden yürür. Bağlamanın gövdesi ise doğuma hazır olan gebe bir kadını andırır. Âşık, aşk ile tele vurdukça bağlamadan yeni ezgiler dünyaya getirir. Alevi toplumunun son yıllarda yaşadığı kırılma ya da dönüşüm noktalarını neler olarak işaretleyebiliriz? Seksenden sonra Türkiye’nin liberal dünyaya entegrasyonu amacıyla yürürlüğe konulan ekonomik kararların beraberinde getirdiği toplumsal değişimler Tanzimat’tan bu yana süregelen gelenek ile modernizim çatışmasını, bireylerin aidiyet-kimlik arayışlarını ve de buhranlarını daha da bir derinleştirdi. Bu değişimlerin Alevi toplumunu da etkilemesi kaçınılmazdı. Seksen öncesinde çeşitli sol gruplara mensup gençliğin büyük bir kısmının darbe sonrasında yaşanan gelişmelerle birlikte ortaya çıkan arayışları, onları unutmuş oldukları inançlarını yeniden keşfe yönlendirdi. Kanımca bu keşif süreci halen sürmekte. Bugün gerek yurt içinde gerekse yurt dışında kurulmuş örgüt ve derneklerin birbirleri arasındaki anlaşmazlıklar sürgit devam ediyor. Ancak Alevi toplumunun haklarının savunulması babında örgütlü olmak da müspet bir durum. Toplumsal hafıza kaybı bugünden yarına düzelecek bir şey değil. Düzelmesi de uzun ve de sancılı bir süreci kapsar. Ama bu uğurda gayreti ve de mücadeleyi elden bırakmamak lazım. Motorları maviliklere sürmeye devam etmeli ki güzellikler görülebilsin Bu noktalar (örneğin Sivas olayları) Alevi müziklerine nasıl bir etkide bulundu? Olayların akabinde, yaşanan acıları istismar eden niteliksiz çalışmalar oldu tabii. Olaylar sonrasında, seksenden sonra doğan ve de büyük ölçüde yabancı pop ve de arabesk dinleyen gençliğin kendi köklerine ve de müziğine yönelmesiyle birlikte bu gençliğin eski müzik alışkanlıklarına da hitap edecek ve olumsuz etkileri bugün de halen devam etmekte olan poparabesk alt yapıları içeren halk müziği ürünleri yapıldı. Diğer yandan daha önce gelenekte var olan sonrasında unutulan, Sivas olayları sırasında kaybettiğimiz rahmetli Hasret Gültekin’in, sonrasında Arif Sağ’ın, Erdal Erzincan ve de Erol Parlak’ın değerli çabaları ile yeniden hatırlanan şelpe dediğimiz elle çalım tekniği bağlamaya olan merakı dolaysıyla da bu tekniğin getirmiş olduğu açılımlarla hazırlanan nitelikli albümlere olan ilgiyi de artırmıştır. Şunu da söylemeliyim ki Erkan Oğur - İsmail Hakkı Demircioğlu’nun albümleri halk müziği genelinde konuşacak olursak eğer, son yıllarda geleneksel müziğimizde yaşanmakta olan tıkanmayı, lezzet kaybını ve de erozyonunu aşmada milat olan çalışmalardır.
Sayı 35
Son yıllarda göze çarpan bir diğer unsur da belirli kavramlar üzerinden konsept albümlerin yapılıyor olması. Sözgelimi belirli bir yörenin gerek okuma üsluplarına gerekse de bağlama tavırlarına yer verildiği örneğin Dertli Divani’nin Urfa Kısas yöresi deyiş ve nefeslerini, Muharrem Temiz’in Malatya Arguvan yöresi deyişlerini, Ulaş Özdemir’in Maraş Sinemilli deyişlerini okuduğu albümleri, Cengiz Özkan’ın Gelin ve de Âşık Veysel türkülerini seslendirdiği albümleri, Dersim Yöresinin Zazaca deyişleri ve de türkülerini geleneğe yaslanarak modern değil de “medeni” bir şekilde kendi özgünlüğünü de katarak okuyan Mikail Aslan’ın albümleri bunlara örnek verebileceğimiz nitelikli çalışmalardır. Sanırım bu da hep o saf olanı bulma arayışının müzikteki bir yansıması olsa gerek. Bu çalışmalar bir ‘kendini ötekileştirme’ olarak da okunabilir mi? Bahsettiğim çalışmaları kendini ötekileştirme değil de kendini arama ve de bilme yönünde çalışmalar olarak değerlendirmek daha doğru olur. Zaten Alevi müziğinin üzerinde neşv ü nema bulduğu irfan geleneği ayrışmayı değil birliği esas alır. Bu birlik görüşü nazenin bir üslupla birçok âşık tarafından dile getirilmiştir. Örneğin güzel Yunus; “Hakk’ı gerçek sevenlere / Cümle âlem kardeş gelir” diyor. Alevi-Bektaşi irfanında kişi başkaları ile değil kendi nefsi ile mücadeleyi esas alır. Eğer bir ötekileştirme söz konusu ise bu nefsin ötelenmesi, ötekileştirilmesidir ya da nefsin asliyetine rücu ettirilmesidir. Melûli Baba bunu çok güzel ifade etmiş; “Uğraşırız nefsimizle / Kimseyle kavgamız yok” diyor. Ama burada önemli olan nokta nefsin yok edilmesi değil tabii. Bunun olması imkânsız zaten. Güzel Hünkâr’ımızın deyimiyle “Marifet nefsi yok etmek değil, bilmektir.” Bu sayede Hz. Peygamber’in de işaret etmiş olduğu “Nefsini bilen rabbini bilir” esrarına vakıf olunur. Amaç o hep söylenegelmiş olan emmare nefs, levvame nefs gibi nefsin önündeki yedi sıfatı kaldırıp atmak, nefsi sıfatlarından arındırıp nefsi tek başına zatıyla bırakmaktır. Demin zikrettiğimiz hadiste de nefsin bu sıfatsız kullanımı tesadüfi olmasa gerek. Sıfat beraberinde ötekileştirmeyi getirir. Her sıfat ötekine göre anlam kazanır. Müziğin dinlendiği anlar kanımca bu sıfatların ortadan kalktığı nadir anlardan biridir. Evet, müziği sınıflandırırken bir takım ayrımlara gidiyoruz. Alevi müziği, halk müziği, batı müziği, caz, rock vs. Bu ayrışmaları derinleştirmek mümkün. Ama insan müziği dinlediği andan itibaren tüm bu ön sıfatlar kalkıyor ve geriye sadece müzik kalıyor. Bir Beethoven ya da Mozart dinlerken “bak bu da Hıristiyan’mış, klasik müzikmiş”, Civan Gasparyan’ı dinlerken “Bu da Ermeni müziğiymiş”, Frank Sinatra’dan My Way’i dinlerken “Bu da Amerikalıymış” ya da Ahmet Özhan’ı dinlerken “bu da Mevlevi musikisi icra ediyor, kardeşim ne gerek var bu tür ayrımlara” gibisinden düşünceler aklımıza gelmiyor. Hepsini zevk ederek dinliyoruz ya da dinliyorum diyeyim. Böyle nedenlerle kendisini bu güzelliklerden mahrum edip “kendini ötekileştirenler” varsa eğer bu onların sorunudur diye düşünüyorum. Ama birlik olma çabası da herkesi tek tipleştirme olarak algılanmamalıdır. Tasavvufi terminolojide çokça dile getirilen “Kesrette vahdet” yani “çoklukta birlik” olma halidir. Herkesin kendi özgünlüğünü koruyabildiği kendi görüşünü ve zevkini karşısında-
Kasım 2007
Soldan sağa: Dertli Divan, Hüseyin Albayrak, Ulaş Özdemir ve Ali Rıza Albayrak
SERÇEÞME
kine dayatmadığı bir durumdur bu. Bu durumu aşureye benzetmek de mümkün. Aşurenin lezzeti farklı tatlardaki yemişlerin bir kazanda pişmesinden gelmektedir. Böylesi bir ötekileştirme ‘tüketim kültürü’ içinde kullanıldı mı? Kullanıldıysa bundan rahatsızlık duyan Aleviler oldu mu? Hangi amaçlarla yapılıyor olursa olsun tüketim kültürü içinde kullanılmamak imkansız gibi bir şey. Ne tüketilmiyor ki bu çağda? Siz ticari kaygılardan uzak, tek kaygısı iyi ve de kaliteli müzik yapmak isteyen biri bile olsanız, yapmış olduğunuz albüm satılmak amacıyla piyasada dolaşıma girdiği andan itibaren tüketimin bir parçası oluyor zaten. Kendi adımıza Ali Rıza ile ikimiz bu tüketilme hususunda vicdanımızın sızladığı haller yaşadık. Halen de yaşıyoruz. Âşıkların ve de ariflerin nice çileli ve sancılı yaşamlarından süzüp damıttıkları o güzelim sözleri ve de müzikleri bizim rahat koltuklarımızdan nefsimizi kabartan alkışlar eşliğinde icra ederken ya da Seyyid Nesimi halka açık meydanda derisi yüzülürken bizim ise halka açık meydanlarda onun “Merhaba hoş geldin ey ruh-i revanım merhaba” nefesini insanlara sunarken vicdanımızın sızlamaması mümkün değil elbette. Ama onlara ait bu güzelliklerin unutulmaması amacıyla aktarımında ve de paylaşımında aracı olmamız da tek tesellimizdir. Kentlileşme Alevileri nasıl etkiledi? Kentlileşme ve beraberinde getirdiği modernleşme sorununun Alevi toplumunu da derinden etkilemesi kaçınılmaz olmuştur. Üretim ilişkilerinin farklılaşması, inancın yaşanmasında ve onun gelecek kuşaklara aktarılması hususunda problemleri de beraberinde getirmiştir. Köy gibi herkesin birbirini tanıdığı bir ortamda inanca göre düşkün bir kimsenin tespitinin kolay olması ve de onun ceme alınmaması mümkünken büyük metropollerde aynı apartmanda oturanların dahi birbirini tanımadığı durumlarda inancın en önemli unsuru olan düşkünlük müessesinin hakkıyla işletilememesi önemli bir sorun haline geldi. İnancın aktarımında ve de cemlerin yürütülmesinde başat unsur olan dedelerin geçim kaygısı nedeniyle inanca ilişkin gelişimlerini sağlayacak etkinliklerden uzak kalması, ocaklar arasındaki hiyerarşik bağların zayıflaması, cemlerin yürütülmesi için gerekli olan mekânların yokluğu, toplumsal alanda görülen baskılar ve bunun getirdiği ezilmişlik duygusu, tüm bu sorunları aşma amacıyla kurulan, dernek ve de örgütlerin iyi niyetli ve olumlu çabalarına rağmen aralarında baş gösteren çekişmeler vs. daha da sayabiliriz.
Problemlerin kaynağı, medeni olunamaması sebebiyle ortaya çıkan sorunların modern reçetelerle çözülmesinde yatmakta. Modernlik içinde yaşanılmakta olan zamana atıfta bulunur. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan modern düşünce akımlarının çoğunun, bugünün sorunlarına cevap vermekten uzak olduğunu onların yerini ise post-modern akımların aldığını görmekteyiz. Oysa medeni kavramı, içinde yaşadığı çağı da kapsayan ama onu da aşacak şekilde gelecek yüzyılları da ihata eden bir durumu arz eder. Alevi-Bektaşi irfanı kişiyi medeni kılmak ister. Hz. Peygamber’in “Ene medinetül ilmi ve Aliyyün bâbuha” ‘Ben ilmin şehriyim Ali onun kapsıdır’ sözünden ilhamla kişiyi ilmin medinesinin ki medeni de medineden türetilmiştir ve şehirli anlamına gelir, kapısına getirmeyi ve o kapıdan içeri girerek medeni, şehirli olmasını amaç edinir. Şehre girmekle şehirli olunmuyor vesselam. Taşradan, şehre göçenlerin, medeni olabilmeleri şehrin görgüsünü, kurallarını ve de davranış modellerini bezenmesi ile olur. Aksi takdirde Sadık Baba’nın da “Adüvlar da ulu şehri gezer / Bakan körler derki bunlar delidir” şiirinde dediği gibi bir durum hâsıl olur. Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Seyyid Nesimi, Mevlana, modern değillerdi ama medeniydiler. O sebeple halen fikirleriyle insanlığı aydınlatmaya devam ediyorlar. Dünyanın farklı coğrafya ve de kültürlerinde ortaya çıkmış olan medeni düşünceler farklı ifade biçimlerine sahip olsalar dahi onların tek gayesi yetkin, kâmil insan yetiştirmektir. Eskilerin “cümlemizin maksudu bir amma rivayet muhtelif ” sözünde olduğu gibi maksadı bir olanı, birlik olanı Çin de dahi olsa arayıp bulmak ve de ondan feyz almak gerekir. Ama sorunlarımızın çözümlerini öncelikle kendi köklerimizde aramalıyız. Çin’e kadar gitmeye de gerek yok. Cevabı içinde zaten. Peki bu etkilenmenin müziğe yansımaları neler oldu? Kentleşme olgusu insanların müzikle kurmuş oldukları ilişki biçimlerini, müziğin icra edildiği mekânları dolaysıyla da dinleme alışkanlıklarını da değiştirmiştir. Geçmiş zamanlarda müzik insanın doğal yaşamanın bir parçası, hayatın tabii akışı sırasında ortaya çıkan ve hiçbir zorlamanın olmadığı bir etkinlikti. Sipariş üzerine ve masa başında bestelenmezdi. Yaşanmışlığın ürünüydü. Örneğin deyişler ve nefesler âşıkların ve de ariflerin yaşamış oldukları o deruni ve içsel müşahedenin, deneyimin dışarıya taşan ufak bir kısmıdır. Önceleri; deneyimi yaşayan ile onu aktaran aynı kimseydi ve müziğin aracısız aktarımı dinleyen üzerindeki etkiyi (Devamı 24. Sayfada)
23
SERÇEÞME
Hüseyin Albayrak artırmaktaydı. Dinleyende asli görevini yerine getiriyordu yani dinliyordu. Aktarıcı ile dinleyen arasındaki armoni yani uyum beraberinde vecdi ve de coşkunluğu getiriyordu. Ama her şeyin bir zamanı, mekânı vardı. Günümüze geldiğimizde ise teknolojinin gelişimi ile birlikte bireyin müziğe her ortamda ve de zamanda ulaşabilirliği artık kolaylaşmıştır. Eskiden yalnızca cemlerde ve muhabbetlerde dinlenebilen deyişleri ve nefesleri dinlemek için, sürekli bir yerlere yetişmek zorunda olan “modern” insanın cemi ve muhabbeti beklemesine ve de ona özlem duymasına, aşığın nazını çekmesine gerek yoktu artık. Parasını ödemek şartıyla her tür müziği dinlemek mümkün. Düğünlerde, dernek gecelerinde ya da cafe barlarda aynı anda halay çekmek, deyiş dinleyip semah dönmek ve de ağıt dinleyip hüzünlenmek mümkün hale gelmiştir. Nitelikli müziğin dinlenebileceği mekânlar ve onları icra edenlere olan ilgi ise giderek azalmaktadır. Her yeri istila eden “dinlemeyenler” grubu giderek arttığından nitelikli müzik gittikçe “ölü” bir müzik haline gelmektedir. Alevi dinleyicinin protest müziğe yanaşması, o tarafı perdenin gerisinde mi tuttu? Sorun ne tür müziğin dinlendiğinden ziyade nefeslerde yer alan kelime ve kavramların derinliğine nüfuz edebilmenin zorluğundan kaynaklanmakta. Protest müziğin olmadığı zamanlarda dahi bu durum vardı. Hemen aklıma 19. yüzyılda yaşayan Harabi Baba’nın bir dörtlüğü geliyor; Ey vaiz sen bize vaaz edemezsin Çünkü her bir ilmin deryasıyız biz Bizim yurdumuza hiç gidemezsin Hakikat Kaf’ının Anka’sıyız biz Yine Vahdetname ismiyle maruf devriyesinde ise şöyle diyor Harabi; Bu sözleri sanma her insan anlar Kuş dilidir bunu Süleyman anlar Bu sırr-ı müphemi arifan anlar Çünkü cahillerden pinhan eyledik Alevi anne babadan doğmak bu irfanı anlamak daha doğrusu anlamanın da fevkinde olan zevken idrak için yeterli bir husus değildir. Ancak benzer deneyimlerin tecrübe edilmesi ile bu idrak gerçekleşir. Aşkın tecrübesi sonrasında söylenen sözler ise denizin kıyıya vuran dalgaları mesabesindedir ki bu dalgalar deryanın büyüklüğü ve de derinliği hakkında bir fikir vermez. Kelamın manaları dalgalarda bir bu yana bir o yana savrulur, takip etmekte zorlanırız. Seyyid Nesimi’nin; “Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam / Gevher-i lamekân benem kevn u mekâna sığmazam” sözlerinin yer aldığı olağanüstü beytinde ben sözcüğü ele avuca sığmaz. Bahsetmiş olduğumuz hem sıfatsız zati olan nefse, hem “ben” de sığarım anlamında olan birinci tekil şahsa, hem de bir şeyin bendesi, bağlısı, seveni olması gibi anlamlar taşır ki bu lezzet bizi deryanın derinliklerini çağıran bir davet gibidir. Ama bunu göze almak cesaret gerektirir. Önce hendeği geçelim ki deryayı sonra boylayalım. Ya da deryayı ve de dalgaları seyreylemek bile biz modernler için yeterlidir sanırım. Ötesi, haddini aşmak olur.
24
Avrupa Birliği Alevileri Tanımlamaktan Vazgeçti Av. Kemal Derin
A
VRUPA Birliği Komisyonu; Türkiye’ye ilişkin ilk ilerleme raporunu Kasım 1998’de yayımladı. Bu İlerleme Raporu’nda Aleviler; “İnsan Hakları ve Azınlıkların Korunması” üst başlığı altında değerlendirildi. Bu raporda dahi Aleviler ile ilgili “Türkiye’nin Alevi Müslümanları” tanımına yer verildi. Ancak 2007 İlerleme Raporu’nda Aleviler ile ilgili hiçbir tanımlamaya yer verilmedi. Daha doğru bir tespitle Avrupa Birliği Komisyonu, Alevileri tanımlamaktan vazgeçti. Zira daha önce yayımlanan raporlar incelendiğinde bu tespit doğrulanmakta. Şöyle ki; Kasım 1999’da yayımlanan İlerleme Raporu’nda; “Din özgürlüğü bakımından, Lozan Antlaşması ile tanınan dinsel azınlıklar ve diğer dinsel azınlıklar arasında bir muamele farklılığı hala mevcuttur” denilerek, Lozan Antlaşması ile tanınan “dinsel azınlıklar” ile Lozan Antlaşması’nda tanınmayan “dinsel azınlıklar”a atıfta bulunuldu. Yani üstü örtülüde olsa Aleviler “dinsel azınlık” statüsünde değerlendirildi. Bu vurgulamaya 2000 yılı İlerleme Raporu’nda da “Azınlık Hakları ve Azınlıkların Korunması” üst başlığı altında “Alevilere yönelik resmi yaklaşımda herhangi bir değişiklik olmadığı görülmektedir” denilerek devam edildi. Kasım 2001’de yayımlanan İlerleme Raporu’nda “İnsan Hakları ve Azınlıkların Korunması” üst başlığı altında, ilk kez Aleviler ile ilgili daha somut bir tanımlamaya yer verdi. Zira ilk kez bu raporda Alevilerden bahsedilirken; “Sünni olmayan Müslüman topluluk” denildi. Bu tanımlama ne yazık ki, 2002 İlerleme Raporu’nda sürdürülmedi. Ancak Kasım 2003’de yayımlanan İlerleme Raporu’nda yeniden 2001 İlerleme Raporu’nda ki; “Sünni olmayan Müslüman topluluk” tanımına yer verildi. Tartışma yaratan 2004 İlerleme Raporu’nda; “Sünni olmayan Müslüman azınlıkların statüsünde hiç bir değişiklik olmamıştır. Aleviler, resmen dinsel bir topluluk olarak tanınmamaktadır.” denilerek Aleviler ile ilgili daha net somut tanımlamada bulunuldu. Kasım 2005’de yayımlanan İlerleme Raporu’nda; “Sünni olmayan Müslüman toplulukların durumuna bakıldığında, hiçbir değişme olmadığı görülmektedir. Özellikle Alevilerin bir dinsel topluluk olarak resmen tanınmaması durumu devam etmekte.”
2005 İlerleme Raporu’nda Aleviler, “dinsel topluluk” statüsünde değerlendirilerek tanım netleştirildi. Yani Aleviler etnik ya da dilsel bir azınlık değil “dinsel” bir “azınlık” olarak tanımlandı. Alevilerin “dinsel bir topluluk” olarak değerlendirilmesi aynı zamanda Alevilerin; dinsel özelliklere sahip oldukları, kültürlerini, geleneklerini ya da dinlerini korumaya yönelik üstü örtülü de olsa bir dayanışma duygusu gösteren bir grup oldukları da vurgulanmış oldu. Kasım 2006’da yayımlanan İlerleme Raporu’nda Aleviler yine; “İnsan Hakları ve Azınlıkların Korunması” üst başlığı altında değerlendirildi. Raporun “Yerine Getirilmesi Gerekli Üyelik Şartları” üst başlığı altında ise; “Düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne gelince, ibadet özgürlüğü genelde saygıyla karşılanmaktadır. Ancak Müslüman olmayan dinsel toplumlar düşünüldüğünde ki bunların bazıları resmi olarak tanınmamıştır. Ve resmen tanınmayan geniş Müslüman Alevi toplumu da vardır” denilerek yine Aleviler ile ilgili tespite yer verildi. Burada üstü örtülü olarak Türkiye’nin azınlık haklarına yaklaşımında değişiklik olmadığı ve Lozan Antlaşması’nda “azınlık” olarak kabul edilenler dışında “azınlık” kabul etmediğine vurgu yapıldı. Yani Müslüman olmayan (gayrimüslim) toplulukların içinde yer almakla birlikte resmi olarak tanınmayan “dinsel” toplulukların statüsüne vurgu yapıldı. Alevilerinde bu statüde olduğu belirtildi ve bu şekilde Alevilerin de resmi “dinsel” topluluk olarak tanınmadığı belirtildi. Ancak 2006 İlerleme Raporu ile daha önce yayımlanan İlerleme Raporları birlikte değerlendirildiğinde; ilk kez 2001 İlerleme Raporu’nda kullanılan “Sünni olmayan Müslüman topluluk” ibaresinin bu raporda terk edildiğini görüyoruz. Komisyonun 2007 İlerleme Raporu’nda bırakın “Sünni olmayan Müslüman topluluk” tanımlamasına yer verilmemesini, Alevilerle ilgili hiçbir tanımlamaya yer verilmemektedir. Yani Alevilerin ülke içerisindeki statüleri tanımlanmamaktadır. Hatta tanımlamaktan özenle kaçınıldığını görmekteyiz. Alevilerden “İnsan Hakları ve Azınlıkların Korunması” üst başlığı altında bahsedilmekle birlikte, Alevilerin sorunlarının irdelenmesi yüzeyseldir. 2007 İlerleme Raporu’nda Alevilerle ilgili tanımlamaya yer verilmemesi ise, Avrupa Birliği’nin Alevileri tanımlamaktan vazgeçtiğini açıkça göstermektedir.
denilerek, Aleviler ile ilgili tanımlamaya yer vermeye özen gösterildi. 2004 İlerleme Raporu’nda olduğu gibi; “Alevilerin, bir dinsel topluluk olarak resmen tanınmaması” ifadesi kullanılarak azınlıkların tanımlanmasında kullanılan “etnik, dinsel, dilsel” sınıflandırmalardan “dinsel” sınıflandırmaya yer verildi. 2005 İlerleme Raporu’nda Aleviler, dolaylı olarak “azınlık” statüsünde değerlendirildi. Bu tanımlama, AB Komisyonu’nun ilk etapta geri adım attığı izlenimini vermekte ise de, gerçekte AB Komisyonu’nun Alevilere bakışında hiçbir değişiklik olmadı. İlk kez 2001 İlerleme Raporu’nda kullanılan “Sünni olmayan Müslüman topluluk” ibaresi her ne kadar yeniden kullanılmış ise de,
Her cinsten bir çift bulunur Nuh’un Gemisi’nde...
(Baştarafı 23. Sayfada)
Sayı 35
SERÇEÞME
6 Kasım günü PSAKD Genel Merkezinin kapısındaki pirinç tabelanın sökülüp alındığını; 12 Kasım günü, Karşıyaka Mezarlığında Sivas Katliamında yitirdiğimiz canların Anıt Mezarındaki pirinç tabelaların söküldüğünü üzülerek öğrendik. Ülkemizde ortamın savaş tehdidi altında gerildiği günümüzde Alevi-Bektaşi örgütlerine ve şehitlerimize yönelik bu saldırıyı nefretle kınıyoruz. Serçeşme Çalışanları
Basına ve Kamuoyuna Sivas Şehitler Anıtımıza saldırı toplumumuza saldırıdır. Sivas-Madımak’ta Canlarımızı yakan zihniyet, saldırılarını Anıt Mezarımız üzerinden sürdürmektedir. Dördüncü Pir Sultan Abdal Etkinliklerini yapmak üzere, Sivas iline gitmiş olan aydın, yazar, sanatçı, semahçı ve bağlamacılardan oluşan 33 canımız, 2 Temmuz 1993 tarihinde, “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak”, “Kahrolsun Laiklik, Yaşasın Şeriat” sloganları atarak Cumhuriyete karşı ayaklanma provası yapanlar tarafından Madımak Oteli’nin yakılması suretiyle, şehit edildiler. Yitirdiğimiz canlarımız için Karşıyaka Mezarlığı’nda bir anıt yaptırılmış ve şehitlerimiz 6 Temmuz 1993’te, Anıt Mezarlarından ebediyete yolculanmışlardır. 11 Kasım’ı 12 Kasım’a bağlayan gece, bilmediğimiz bir saatte, kimliklerini de bilmediğimiz kişi veya kişiler, anıt mezarı tahrip ederek, anıt mezarda bulunan bir kısım pirinç levhaları söküp, çalıp, götürmüşlerdir. Aynı şekilde, geçen hafta içinde de Genel Merkezimizin bulunduğu dairenin kapısındaki pirinç levha da sökülerek çalınmıştır. Anıt Mezarımıza yönelik saldırı duyulduktan sonra, üç MYK üyemiz ile Karşıyaka Mezarlıklar Müdürlüğü’ne gidilmiş, ancak mezarlıklar müdür olan zat, sorunumuzu dinleme gereği dahi duymadan Pir Sultan ve Anıt Mezar adını duyar duymaz, “Sizin bekçiniz var, bana ne bu olaydan!” diyerek yanımızdan ayrılıp gitmiştir. Bu anlayış ve zihniyetin, Anıt Mezarımıza saldırıda bulunanların zihniyetinden hiçbir farkı yoktur. Her iki olayı birlikte değerlendirdiğimiz zaman, bu saldırıları basit birer hırsızlık olayı olarak görmenin ve değerlendirmenin olanaklı olmadığını da ifade etmek isteriz. Birileri, planlı ve kasıtlı olarak, örgütümüze ve Kültür Şehitlerimizin Anıtına zarar vererek, bizlere gözdağı vermek istemektedir. Şehitlerimize ve anıtlarına saygı; insani bir değerdir. Ancak görülen şudur ki; insani değerlerden nasibini almamış olanlar, şehitlerimize ve anıtlarına saldırı ile Pir Sultan Abdal örgütlülüğünün vermekte olduğu demokrasi mücadelesinden, temel hak ve özgürlükler mücadelesinden çekileceğini veya geri duracağını sanarak büyük bir yanılgı içindedirler. Bu insani değerlerden nasibini almamış olanlara bir çift sözümüz vardır: İpe giderken “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan!” diyen Pir Sultan’ın direncini benliğinde taşıyan örgütlülüğümüz de tüm saldırılara karşı mücadele yolundan dönmeyecektir. Cumhuriyet Savcılığına vermiş olduğumuz şikâyet dilekçesi ile saldırıların faillerinin bir an önce tespit edilerek yakalanmasını ve cezalandırılmasını istemekteyiz. Saygı ile kamuoyunun bilgisine sunulur. 15 Kasım 2007 Av. Kazım Genç PSAKD Genel Başkan
Kasım 2007
Serçeşme Dergisine Bir Eleştiri ve Yorumum Ali Civan Salihli Temsilciliğinden Bir Okur
S
ERÇEŞME okuyucularından bir can, son sayıyı alırken derginin içeriği konusunda bir eleştiri yaptı. Bu eleştiri aslında Serçeşme’nin geneline bir eleştiridir. Bu sebepten bir Serçeşme emekçisi olarak bu yazıyı göndermeyi uygun gördüm. Okuyucumuz uzun yıllar Alevi derneklerinde yöneticilik yapmış ve Salihli Alevi toplumu içinde yer etmiş biridir. Türkiye’de Alevi örgütlenmesi hakkında fikir yürütme yetkinliğine sahip, ayrıcalıklı ve seçkin bir candır. Bu nedenle söyledikleri bizce önemlidir. Okuyucumuz Serçeşme dergisinin Alevi dernekleri ve diğer Alevi-Bektaşi örgüt yöneticileriyle yürüttüğü tartışmaların dergiye yansımasını yadırgamaktadır. Bu tür tartışmaların Alevi toplumunun düşük bilinçli kesimleri tarafından kavranamayacağı, bu tartışmaların yayın organlarına yansımasının halk üzerinde olumsuz etkiler yapacağı kanısındadır. Kendisi, günümüzün Alevi toplumu için birlik beraberlik günü olması gerektiğini düşünmektedir. Bu şekilde açıktan yürütülen tartışmaların Alevi toplumuna zarar verdiği kanısındadır. Ve bu tartışmaların karşı saflara (yani, devlet erkine sırtını dayamış Sünni toplumda) yumşak karnımızın gösterildiği kanısındadır.
Benim Yanıtım Salihli temsilciliğine omuz veren bir can olarak bu eleştiri karşısında düşündüklerim şöyledir: Serçeşme dergisi, bir açık tartışma platformu olduğu için bu tartışmaların halka yansıtılmasının yerinde olduğunu düşünüyorum. Alevi-Bektaşilerle ilgili her türlü tartışmanın kamuoyu önünde yürütülmesinin demokratik yaşamın bir gereği olduğu kanısındayım. Geçmişten bu yana ibadetlerinde iyiyi ve kötüyü, tüm halk önünde açıkça konuşan bir toplumun demokratik örgütleri bugün hiçbir şeyi halktan uzak, kapalı kapılar arkasında tartışamaz ve hele hele ayak oyunlarına başvuramaz. Günümüzde “modern yaşam” diye adlandırılan kapitalist sistem, Alevi-Bektaşi toplumuna da kirli nüvelerini bulaştırmaktadır. Yalan-dolan bilmez Alevi-Bektaşiler içinden iki ayak üstünde kırk yalan söyleyeni çıkmaktadır. Servet sahibi bir Alevi ile bir işçinin musahipliği mümkün değildir. Demokratik örgütlerin içindeki tartışmalarda taraf olmak bu nedenle zorunlu, güncel ve meşrudur. Serçeşme günümüzün bozbulanık ortamını dağıtmak için Alevi toplumunun sınıflara bölünmüş olduğunu deşifre etmek zorundadır. Onun böyle bir görevi vardır. Tarihimizde Hacı Bektaşlar, Kalender Çelebiler, Pir Sultanlar ve Şeyh Bedrettinler yoksuldan ve ezilenden yana taraftı. Yoksul ve emekçi Alevi-Bektaşilerin yayın organı, sözcüsü, demokratik düşünce platformu olarak Serçeşme tartışmaların kapalı kapılar ardında gizlenmesine fırsat vermemelidir. Artık Alevi-Bektaşiler hangi safta durduklarını dillendirerek yaşamla bağlanmalıdır. 30 Ekim 2007
25
SERÇEÞME
SAFEVİLERİN OĞUZ TÜRKMEN BOYLARI ARASINDAKİ ETKİSİ VE
Safevi Devleti - Bölüm II Erdal Zeki Aslan SMANLI İmparatorluğu kuruluş döneminde sağlam bir dayanak noktası olarak kendisini Türkmen boylarına bağlamış, bu Türkmen boylarının liderleri olan ata, baba, dede, abdal ve ahi gibi önderlerine geniş imtiyazlar sunmuştur. Bu dini şahsiyetlerin en temel özelliği Heterodoks bir karaktere sahip olmaları Alevi inançlara tutkuyla bağlanmaları, Şii-Batıni görüşlerin aktif yandaşları olmalarıydı. Kuruluş döneminin padişahları Osman (Otoman ya da Ataman), Orhan, 1. Murat (Hüdavendigar) Babai, Kalenderi, Haydari, Vefai, Yesevi, Ahi ve daha sonra bu Heterodoks Batıni dervişleri bünyesine alarak eriten Bektaşi tarikatının ileri gelenlerini yanlarından ayırmıyorlardı. Bu mutasavvıflarını çevrelerinden ayırmadıkları gibi onlara geniş maddi olanaklar sunuyor, geniş vakıf arazileri bağışlıyorlardı. Kuşkusuz Heterodoks derviş ve şeyhler de padişahların bu desteğine karşılık Türkmen boyları üzerindeki manevi nüfuslarını hükümdarların yararına sunuyor, yeni kurulan devletin gelişmesi için destek veriyorlardı.
O
Osmanlı İmparatorluğu’nda Dinsel Gerilim Bu tarikat ileri gelenlerine Abdulan-ı Rum (Rum Abdalları), Ahiyan-ı Rum, Bacıyan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum gibi adlar veriliyordu. Osmanlıların Batıni çevrelerle ilişkileri kuruluş döneminin ilk yıllarından başlayarak sistemli bir gelişme göstermiştir. Anadolu’da ve Balkanlar’da daha Osmanlı öncesinde İlhanlı Moğolları ve Anadolu Selçukluları döneminde Heterodoks Batıni derviş ve şeyhlerin öncülüğündeki Türkmen boyları büyük bir etkinliğe sahiplerdir. Daha 1264’de Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşundan çok önce Alevi büyüklerinden Sarı Saltuk Balkanlar’da etkinlik alanını genişletmiş, Dobruca ve Kırım’a dek uzanmış, en az on iki bin evden oluşan Alevi Batıni Türkmen oymaklarını geniş Balkan sahasına yerleştirmiştir. Selçuklu Devleti’nin sonları ile Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında şehirlerde Sünni İslam ve Kübrevilik, Şahreverdilik ve Mevlevilik gibi Sünni tarikatlar yaygındı. Köylüler, göçebeler, yarı göçebeler ve kentlerdeki esnaflar ise Şii Batıni yapıdaki tarikatın etkisindeydiler. Osmanlı Devleti İmparatorlaşırken daha doğru bir deyişle devlet olmaktan çıkıp imparatorluk haline dönüşürken dayandığı temel kitle olan Oğuz-Türkmen boylarını dışlamıştır. 1. Bayazıd Sünni Zeyniye tarikatına girdikten sonra yeni devlet ağırlıklı olarak Sünni İslam’dan yana tavır aldı. Fetret Devri olarak adlandırılan Ankara Savaşı sonrasında (1402) Osmanlı Devleti büyük bir kargaşaya sürüklendi. En sonunda iktidar savaşını Mehmet Çelebi (1. Mehmet) kazandı. Ancak Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedrettin Mahmut’un Şii-Alevi-Batıni eğilimi isyanı 1476 yılında şiddetle bastırılmış, Bedrettin de idam edilmiştir. Bu dönemde 14. yüzyılın sonunda 1394 yılı içinde Hurufiliğin öncüsü Esterabadlı Fazlullah Hurufi, 1418 yılında ise Fazlullah’ın damadı Türk ozan Seyyid İmamettin Nesimi
26
katledildi. Bu dönemde Türkmen boyları arasında Sünnilik karşıtı akımlar güç kazanmıştı. 1239–1240 yılları boyunca Anadolu’yu sarsan Babailer İsyanı yeni boyutlar ve farklı şekiller kazanarak Oğuz-Türkmen boyları arasında politik, dini ve sosyal bir harekete dönüştü. Her geçen gün etkisini arttırdı. Anadolu’da bulunan Türkmen beylikleri Osmanlı egemenliğine girmekten hoşnut olmadılar. Doğu Anadolu’da bulunan Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmen konfederasyonları da birbirleriyle durmadan çatışmaktaydılar. Dulkadirli Türkmen Beyliği ise genelde Heterodoks Türkmen boylarına dayanmaktaydı. Türk tarihçileri Karakoyunluları aşırı Şii, Akkoyunluları ise Sünni olarak tanıtırlar. Ancak Karakoyunlu Oğuz Türkmen boyları hemen hemen tamamen Heterodoks Batıni oymaklar olduğu gibi, Akkoyunlu Oğuz Türkmen boyları aralarında kimi Sünni Türkmen oymakları bulunsa da Heterodoks Batıni topluluklar büyük bir ağırlığa sahiptiler. Bu gerçeği Şah İsmail’in fetih çalışmaları sırasında da görmekteyiz. Şah İsmail’in fethettiği Akkoyunlu bölgelerindeki Türkmen oymakları Şah İsmail’in aktif destekleyicisi konumuna kolaylıkla geçmişler, Safevi Devleti’nin gelişmesinde aktif etkin rol oynamışlardır. Ayrıca Alevi-Türkmen toplulukları üzerine yapılan araştırmalar bu aşiretlerin büyük çoğunluğunun Akkoyunlu boylar konfederasyonu içinde yer aldığını göstermektedir. Anadolu’nun o dönemdeki politik ortamının genel görünümünü çeşitli boy birlikleri halinde örgütlenen Türkmen boylarının dinsel ve sosyal gelişimini kısaca tanımladıktan sonra bu toplumsal yapının ana aktörlerinden biri olarak Osmanlıların siyasi gelişmesini de genel bir çerçeveye yerleştirmek gerekir Osmanlılar önce batıya doğru genişlediler. Zaten bulundukları yöre Ankara Karaca dağı, Bilecik-Söğüt çevresi, Doğu Roma (Bizans’a) akın yapmak için en elverişli coğrafi konuma sahipti. Birçok tarihçi Osmanlı Devleti İmparatorluk haline gelirken önce Rumeli’ye yayılarak Avrupa Devleti oldu, daha sonra Anadolu ve Asya’ya ya görüşünü savunur. Prof. Dr. Vitek özellikle bu anlayışı dile getirir. Ord. Prof. Dr. Köprülü, Prof. Dr. İnalcık ve Prof. Dr. Colin İnber bu düşünceyi benimserler. Osmanlılar yayılırken Anadolu’yu ele geçirme mücadelesinde öncelikle soydaşlar olan Oğuz Türkmenlerle karşı karşıya geldiler. Bu mücadelede önce Timur’dan destek alan Türkmenler 1402 sonrasında bağımsızlıklarını kazansalar da bu durum çok kısa sürdü. Osmanlılar 2. Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde Anadolu Türkmen beyleri Osmanlılara boyun eğdi. Anadolu Türkmen beyleri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da güçlenen Akkoyunlu İmparatorluğu’na bu imparatorluğun hükümdarı Uzun Hasan’a sığındılar. Karakoyunlu hükümdarlığını yenerek ortadan kaldıran, kendisini Timurların yerine varis olarak gören Uzun Hasan bu beyliklere destek verdi. Uzun Hasan Timurlu ve Karakoyunlu topraklarını alarak imparatorlaşma düzeyine doğru ilerliyordu. Trabzon Rum Pontus hükümdarının kızıyla evlendi. 1461’de Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u zapt edince Uzun Hasan bu şehrin kendi mülkü olduğunu savundu. Fatih’ten
bu toprakları Akkoyunlu hakimiyetine bırakmasını talep etti. Doğal olarak Uzun Hasan’ın bu isteği gerçekleşmedi. Sonunda bu düşmanlık Uzun Hasan ve Akkoyunlular’ın 1473’de Otlukbeli Savaşı’nda yenilmesi ile sonuçlandı. Bu savaştan beş yıl sonra ise (1478) büyük bir yıkım yaşayan Uzun Hasan yaşamını yitirdi. Akkoyunlu boyları Osmanlılar tarafından kötü muameleye tabi tutuldu. Prof. Dr. Halil İnalcık’ın vurguladığı gibi Fatih bu boylara acımasızca davrandı. Akkoyunlular hem kendi boyların birliğine bağlı toplulukların hem de diğer Oğuz Türkmen boylarının Safevi Kızılbaş Türkmen Devletine destek vermesi sonucunda yıkıldılar. Safevi Kızılbaş Türkmen İmparatorluğu Şah İsmail Safevi (Hatayi) tarafından 1502 yılında kuruldu. Bu çetin mücadele Osmanlıların devlet bürokrasisinde Türkmenleri dışladığı bir döneme denk geldi. Osmanlı Devleti imparatorlaşırken Türkler bürokrasiden dışlandı. Türk vezir Çandarlı Halil Paşa İstanbul fethedilir edilmez 1453’de idam edildi. Devşirmeleri Osmanlı İmparatorluğu’nda daha etkin duruma gelmesi Oğuz Türkmen boylarını hem sosyal, hem kültürel hem de dinsel nedenlerle Safeviler’e tamamen yaklaştırdı. Osmanlıların vergi uygulamaları, Türkmen aşiretlerini denetleme çabaları bu durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdi. Osmanlıların kuruluş döneminde Türkmenlerin geleneksel dini liderleri olan Türkmen şeyhlerine yani baba ve abdallarına bugünkü Alevi dedelerinin öncülerine dayanmaktan vazgeçerek Sünni şeriat devletine dönüşmeleri Türkmenlerin Oğuz geleneklerinin yerine, İslam hukukunu seçmeleri Yıldırım Bayazıd ile başlayan Sünnileşme sürecinin bir sonucuydu. 1448’de Şeyhülislamlık makamının kuruluşuyla hız kazanması Fatih Sultan Mehmet döneminde Sünniliğin zirveye çıkması sonucunda Oğuz Türkmen boylarıyla Osmanlıların arasında amansız bir münaferetin (düşmanlık) doğmasına neden oldu. Osmanlıların İpek Yolu ticaretini ele geçirme çabaları da bu durumu daha da şiddetlendirdi. Şimdi Safevilerin yükselişine dönerek Çaldıran Savaşı’na giden yolu ve savaşın sonrasında kısa bir değerlendirmede bulunabiliriz.
Şeyh Cünneyd’den Şah İsmail’e Safevi Türkmen Devleti’nin Doğuşu Sonrası ve Osmanlıların Bu Gelişmelere Gösterdiği Sert Tepki Osmanlılar ile girdikleri iktidar savaşını kaybeden Türkmenler Safevi şeyhi Cüneyd’in hareketine destek vermekten başka çare kalmadığını anladılar. Türkmen boyları ister Heterodoks Batıni inançlı olsun isterse Sünni anlayışa sahip bulunsunlar yeni doğan Safevi Devleti’ne kuruluşu sırasında en büyük yardımı yapan topluluk idiler. Şeyh İbrahim’in ardından şeyhlik makamına oğlu Şeyh Cüneyd geldi. Ancak Şeyh Cüneyd’in amcası Şeyh Cafer bu durumdan memnun olmadı. Şeyhlik makamının kendisinin hakkı olduğunu düşünen Şeyh Cafer Karakoyunlu Türkmen Devletinin hükümdarı
Sayı 35
SERÇEÞME Şah İsmail, Türkmen müritleri tarafından önce Şeyh Safiyüddin’in türbesinde daha sonra ise Dulkadirli Türkmenlerinden Ebe Ana adlı bir kadın tarafından Rüstem Bey’in adamlarından saklanır. Bir süre sonra Ebe Ana yakalanır ve idam edilir. Şeyh İsmail’i önce Kızılbaş Türkmen müritleri eğitirler. Daha sonra özel öğretmenler yoluyla eğitimine devam ettirilir. İsmail, 1499’da Lahican’dan hareket eder. Kışı Ercuvan’da tamamlayarak 1500 yılında Erzincan-Tercan da yer alan Sarukaya’ya (Sarıkaya) varır. Burada önceden haber yolladığı Kızılbaş Türkmenler ile buluşur. Safevi şeyhinin davetine uyan Oğuz Türkmen varlarını yoklarını satarak silah alırlar. Ünlü Alevi şair Pir Sultan Abdal İsmail’in Erzincan Sarıkaya’ya gelişini şiirlerine yansıtır. Kapıyı çaldı kırkların birisi Birinde mest oldu cümle gerisi Sarıkaya derler Şahın korusu Konalım gaziler iman aşkına Cihan Şah’ı Şeyh Cüneyd’in üzerine gitmesi için kışkırttı. Cüneyd de Anadolu’ya sığındı. Yaklaşık yedi yıl sürecek (1449–1456) sürgün hayatı yaşadı. Şeyh Cüneyd önce Osmanlı Sultanı 2. Murat’tan Anadolu’da Türkmenlerin arasında oturmak için izin istedi. Ancak Şeyh Cüneyd’in Oğuz Türkmen boyları üzerindeki etkisini çok iyi bilen Osmanlı bürokratları ve Sultan 2. Murat Şeyh Cüneyd’e bir tahtta iki padişahın olmayacağını söyleyerek bu isteği geri çevirdi Cüneyd’e para verdi. Şeyh Cüneyd bunun üzerine Karaman oğulları topraklarına gitti. Bu bölgedeki Oğuz Türkmen boyları Babai-Bektaşi geleneğine bağlıdır. Karamanoğulları’nın atası Nure Sufi Baba İlyas’ın halifelerindendir. Karamanlı bölgesindeki boylar Batıni yapıdadır. Karamanlı beyleri Sünnileşse bile halk kitlesi Hz. Ali ve Hacı Bektaşi odaklı bir anlayışı benimserler. Konya’da bir zaviyeye yerleşen Şeyh Cüneyd hocası büyük alim Molla Hayrettin’in yardımıyla bir süre burada barındı. Ancak tekkenin Zeyniye tarikatından olan Sünni şeyhi Abdüllatif Makdisi ile hilafet konusunda tartıştı. Diğer üç halifeye nazaran Hz. Ali yandaşlığı ortaya çıkınca da Sünni Şeyhi Makdusi onun amacının şeyhlik değil devlet kurmak olduğunu söyleyerek Karamanoğlu İbrahim’e ihbar etti. Şeyh Cüneyd canını güçlükle kurtardı. Varsak Türkmenlerine sığındı. Bu Oğuz boyunu kendisine bağlayarak müritleri arasına kattı. Şeyh Cüneyd Antakya’ya yerleştikten sonra faaliyetlerine devam etti. Anadolu, Suriye, İran, Irak’ta bulunan Batıni topluluklar Antakya, özellikle İskenderun bölgesi ve Cebil-i Arus’a Osmanlı baskısı nedeniyle kaçan Şeyh Bedrettin yanlıları ile birçok Oğuz-Türkmen boyları Şeyh Cüneyd’e katıldı. Şii-Batıni Oğuz Türkmen boyları ve Batıni düşüncelere sahip Şeyh Bedrettin taraftarları Cüneyd’e büyük destek verdiler. Bu destekle Şeyh Cüneyd etkisini büsbütün arttırdı. Cüneyd, Melamilerin Ömür Dede kanadı, Mevlevilerin Alevi–Batıni çizgideki Semsiye dalı ve Ahi loncaları ile bağlarını güçlendirdi. Şeyh Cüneyd Beğdilli, Varsak, Ustaclu, Rumlu, Şamlu, Kaçar, Tekelü, Baharlu, Bayat, Dulkadirli, (Zulkadirli) Musullu, Kuzanlu ve Kavanlu gibi Oğuz Türkmen oba, oymak ve boyları Şeyh Cüneyd’in çevresine toplandılar. Safevi tarikatı tamamen Alevi ve Batıni bir yapıya kavuştu. Sünni çevrelerin Memluk Sultan’ı Çakmak’ı Şeyh Cüneyd’e karşı uyarmaları nedeniyle büyük bir tehlikeyle karşılaşan
Kasım 2007
Şeyh eski adı Canik olan bugünkü Samsun iline kaçtı. Bu yörede de Harabendellü, Bayat, Avşar, İnallu ve Beğdilli topluluklarını bir araya getiren Şamlu boylar konfederasyonu bulunuyordu. Bu federasyona bağlı Türkmenlerin bir bölümünü daha yandaşları arasına kattı. Trabzon Rum İmparatorluğu’nu kuşatan Şeyh Cüneyd, Fatih’in bu bölgeye sefer yaptığını duyunca kuşatmadan vazgeçerek Amid’e (Diyarbakır) yöneldi. Akkoyunlu Türkmen Devleti’nin başkenti olan bu şehirde hükümdar Uzun Hasan Şeyh Cüneyd’e çok büyük bir yakınlık gösterdi. Bunun en önemli nedeni rakip hükümdar Cihan Şah ve Karakoyunlular ile olan egemenlik savaşıydı. Şeyh Cüneyd Oğuz-Türkmen boyları arasında çok etkiliydi. Uzun Hasan bu durumu değerlendirdi. Böyle bir yakınlaşma Şeyh Cüneyd’e Akkoyunlu hükümdar ailesi ile akrabalık yolunu açtı. Uzun Hasan kız kardeşi Hatice Begüm ile Safevi tarikatın lideri Şeyh Cüneyd’i evlendirdi. Bu evlilikten Şeyh Cüneyd’in oğlu Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar dünyaya geldi. Şeyh Cüneyd 1488’de Şirvanşahlılar’la girdiği bir çatışmada yaşamını yitirdi. Şeyh Haydar, dayısı Uzun Hasan tarafından Cüneyd’in vasiyeti üzerine seyitlik makamına getirdi. Şeyh Haydar Oğuz Türkmen boyları üzerindeki etkinliğini arttırdı. Şeyh Haydar müritlerin geleneksel keçe külahını başlı olarak belirledi. Türkmenler de bu istem doğrultusunda kırmızı renkli başlığı başlarına taktılar. Böylece Safevi yanlısı Batıni topluluklar açık bir söyleyişle Alevi Oğuz-Türkmen boyları “Kızılbaş” olarak adlandırıldı. Bugün de Alevi-Bektaşi Kızılbaş denir. Şeyh Haydar’ı Akkoyunlu hükümdarı olan dayısı Uzun Hasan kızı Halime Begüm (Alem Şah) ile evlendirir. Bu evlilikten doğan çocuklardan biri de Şah İsmail’dir. Şeyh Haydar’da babası Şeyh Cüneyd gibi Şirvan Şahlarla çatışırken yaşamını yitirdi. (1488) Şah İsmail ağabeyi Sultan Ali ve kardeşi İbrahim ile birlikte hapse atıldı. Ancak iktidar savaşında Safevi tarikatı ve Türkmen boylarından yararlanmak isteyen Akkoyunlu hükümdarı Rüstem, Sultan Ali’yi serbest bıraktı. Ancak Sultan Ali’nin Türkmenlerden gördüğü ilgi Rüstem’i kısa bir zaman sonra rahatsız edince bu defa, ani bir saldırı düzenleyerek Sultan Ali’yi katlettirdi. Sultan Ali yerine kardeşi Şah İsmail’in Safevi hareketinin başına geçmesini vasiyet etti.
Bu davete uyan Anadolu ve Suriye Türkmenleri yaklaşık yedi bin kişilik bir güce ulaşınca önce Şirvanşahlar’dan dede ve babasının öcünü alan Şah İsmail 1501 Ağustos’unda Akkoyunlu tahtına aday olan Elvendl Şurur savaşında yendi. Tebriz’i elde eden İsmail Şahlığını ilan etti ve Kızılbaş Safevi Türkmen Devleti’ni kurdu. Osmanlı tarihçileri ve yazarları Anadolu’nun dinsiz-imansız Kızılbaş Türkmenlerinin Şah İsmail’in davetine uyduklarını yazarlar. 1501’de Safevi Devleti’ni kurarak Şah İsmail sanını kazanan Şeyh İsmail 1503 yılında Akkoyunlu Hükümdarı Murat’ı da yener. Akkoyunlu Türkmen liderler ise Şah İsmail’e katılırlar. Bunlar arasında Afşar Türkmenlerinden Mansur Bey’de vardır. Pir Sultan Abdal bu durumu da şiirlerinden birinde ele alır. Benim istediğim asıl Canım kurban Hakk’a esir, Ercuvan’da Hasan Mansur İndi Şah’a secd’eyledi. Şah İsmail 1510’da Bağdat’ı alır. 1511’de Özbek Hanı Seybaniye’yi yenerek Maveraünnehir ve Horasan’a egemen olur. Seyhun ve Ceyhun ırmaklarından Sivas’a uzanan bir Kızılbaş Türkmen İmparatorluğunu kurar. 1513’de Belh şehri de Şah’ın olur. Bütün bu olup bitenler Osmanlılar ile Türkmenlerin arasını iyice açmıştır. Genellikle mezhep savaşı olarak ele alınan Osmanlı ve Safevi Türkmen devletleri arasındaki amansız rekabet birkaç nedene dayanır. Bu nedenleri saymak gerekirse başlıca şunlardır:
1. Osmanlıların İpek Yolu’na egemen olmak istemeleri. Bu nedenle Safevi Türkmen Devletini hedef almaları 2. Karşı görüş ve iddialara karşın bu dönemde çoğunlukta alan gayr-i Sünni olan Müslüman Türk nüfusu Alevi Türkmenlikten koparma isteği ve bunun tetiklediği saldırganlık, 3. Sünni ulemanın ve devlet adamlarının aşırı derecede Alevilik ve Batınilik karşıtlığı ve bu durumu kışkırtmaları 4. Türkmen köylü, göçebe ve yarı göçebe toplulukların şeriatın baskıcı yapısı ile bağdaşamamaları. Özellikle vergi ve resimlerle kışlık ya da yaylalara çıkmalarının engellenmesinden duydukları rahatsızlıkların arması sonucu iç çatışmanın ve Osmanlı Türkmen gerginliğinin tırmanması. 27
SERÇEÞME
1993 MADIMAK KATLİAMINDAN SAĞ KURTULAN, ANCAK KIZI BELKIS’I ŞEHİT VEREN
Kamber Çakır Can Hakk’a Yürüdü İR Sultan Abdal Kültür Derneği Ankara Şubesi eski Başkanı Kamber Çakır 19 Ekim 2007 günü Hakka yürüdü. Çakır, uzun süredir solunum yetmezliği rahatsızlığından dolayı tedavi görüyordu. 59 yaşında hayata gözlerini yuman Çakır, 1993’te Sivas Madımak Oteli katliamından kurtulmuştu. Fakat kızı Belkıs Çakır kendisi kadar “şanslı” olamamıştı. Çakır, Hacı Bektaşi Veli Kültür Vakfı’nda düzenlenen törenle sevenleri tarafından son yolculuğuna uğurlandı. Törene ailesi, yakın
P
çevresi, Alevi dernekleri yöneticileri, Alevi dedeleri ve çok sayıda sevenleri katıldı. Yapılan törenin ardından Kamber Çakır Karşıyaka Mezarlığı’nda sır edildi. İşlerimizin yoğunluğundan dolayı sevgili Kamber canımızın cenaze törenine katılamadık. Ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyor, yattığı yer nur olsun diyoruz. Serçeşme Dergisi Çalışanları
Kamber Çakır’ı Uğurlarken Rıza Aydoğmuş 21 Ekim 2007
K
AMBER ÇAKIR’ı uğurlamaya gelen dostları merhaba… Kamber Çakır, Aleviliğin asimilasyonuna karşı durmuş, Alevilerin örgütlenmesi ve kimliğiyle varlığını sürdürmesi için mücadele vermiş, ağır bedeller ödemiş bir dostumuz, bir abimiz, bir canımız daha çok da sevgili başkanımızdı… Kamber Çakır, ülkemizde tüm insanların barış, kardeşlik ve eşit haklarla bir arada yaşamasını savundu… Birlikte yaşamanın önündeki engellerin kaldırılması için mücadele etti. Kamber Çakır, yaşamını demokrasi laiklik mücadelesiyle doldurdu. 12 Eylül öncesinde TBP saflarında ve sendikal hareket içersinde yer aldı ve bu mücadelelerin onurunu yaşadı. Kamber Çakır benim de sevgili abimdi… Onunla 1989 yılında Banaz köyü Pir Sultan Abdal Tanıtma Derneği’nin Pir Sultan Abdal Kültür Derneğine dönüşme çalışmalarında tanıştım… Onun dernek içindeki çalışmaları, gayreti ve samimiyeti ilk dikkatimi çeken özelliğiydi. Dernek içersinde gençlerin Alevi kültürünü sahiplenmeleri ve eğitimleri için çok emek verdi. Sevgili kızı Belkıs’ın da aralarında olduğu gençlerden semah ekibini kurdu. Çok sevdiği dostu İlhan Cem hoca ile birlikte gençler arasında semahın benimsenip sevilmesini sağladı. Yapılan semahın figüründen, giysilere ve onların korunmasına kadar her şeyiyle ilgilenir, titizlenirdi. Hatta semah öğretilmesini derneğin diğer çalışmalarının hep üstünde tutar, bunu da kıskançlıkla yapardı. Gençlerin toplum önünde semah dönmelerinden müthiş bir haz duyar, onlara “çocuklarım” derdi. Semah ekibi kadrosundaki gençlerin sevgili Kamber abisiydi… 2 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal adına düzenlenen kültür etkinliğine semah dönen gençlerimizle katılan Kamber Çakır, şeriatçı yobaz güruhun gerici kalkışması sonucu Madımak Oteli’ne kıstırıldı… O gün Devlet, Madımak kuşatmasını ve yangınını sekiz saat boyunca seyretti. Laik Cumhuriyet düşmanı yobazlar, devletin gözetimi altında 35 canımızı katletti. Bu yangın, Kamber Çakır’ı kızı Belkıs’la birlikte 19 semahçı çocuğundan ayırdı. Ateş, Kamber Çakır’ın bedenini de yüreğini de yaktı, dağladı… Kamber abi, vücudunun yanıklarıyla, şehitlerimizin bedenini toprağa verdiğimiz törene katıldı. Metanetliydi. Onun metanetine saygı duyduk ve hepimiz güç aldık.
28
Kamber Çakır, Alevilerin sorunlarının çözümü ve Madımak şehitlerimizin unutulmaması için son nefesine dek mücadele etti… Çok sevdiği ve “gardaşlığım” dediği Veli San başkanımızın hakka yürümesiyle, mücadele bayrağını yere düşürmeden devraldı ve daha yükseklere taşıdı… Kamber Çakır, PSAKD Ankara şubesinde çok başarılı işler yaptı ve kültürümüze, şehitlerimizin anılarının yaşatılmasına hizmet etti. Alevi kültürüne katkı vermiş ve Hakk’a yürümüş ozanlarımızı, yazarlarımızı ve şairlerimizi anma toplantıları yapar, salonlar hıncahınç dolardı... Onun asıl özlemi, şehitlerimizin şubesinin kendi mülkü olan bir mekâna kavuşmasıydı… Çok emek verdi, didindi; ama bu özlemini kendisini de çok üzen nedenlerle gerçekleştiremedi… Bu sonuç onu çok üzdü. Kamber Çakır, devletin Alevileri asimile etme politikalarına karşıydı. Devletin, Alevi çocuklarını okullarda zorla Sünnileştirmesine karşıydı. Laik bir devlet yapılanması içersinde yeri olmayan Diyanet’in varlığına ve devletin genel bütçesinden pay ayrılmasına karşıydı. Kamber Çakır, Madımak Oteli’nin alt katının et lokantası olarak düzenlenip, devletçe ruhsat ve küşat verilip, işletilmesine karşıydı. Madımak’ın et lokantası olarak işletilmesi, Madımak yangını kadar canını acıtıyordu. Devletin bu eşitsiz, ayrımcı ve anti-demokratik yasaları ve uygulamaları sevgili Kamber Çakır’ı hep incitti. Değerli dostlar, devletin ve onun himayesindeki gericilerin incittiği sevgili başkanımızın yattığı yerde “incinmemesi” için onun özlemlerini özlemlerimizle birleştirelim… Madımak Oteli’nin müzeye dönüştürülmesi için yürütülen mücadeleye destek olalım… Sivas şehitlerimizi unutmayalım. Anıt mezarı, geleceğimiz olan çocuklarımızla ziyaret edelim, tanıtalım… Kamber abi, bu yaz An kara’daki su kesintisi nedeniyle anıt mezardaki bitkilerin ve çimenlerin kurumasına, sararmasına çok üzüldü. Hasta yatağında
bile hep onları düşündü. Arayıp, benden bilgihaber aldı. Kamber Çakır’ı uğurlamaya gelen dostları, 6 Ekim’de yani bundan 15 gün önce ABF ve AABK tarafından vakfımızın yukarıdaki salonunda yapılan “Nasıl Bir Anayasa İstiyoruz” konulu sempozyum sırasında Kamber abi beni telefonla aradı. “Dostlar hep bir aradayken oraya gelmek ve hepsini görmek istiyorum” dedi. “Başkan, gelip alayım” dedim. “Çok ta iyi olur ama bastona dayanarak ayakta durabiliyorum, böyle görünürsem arkadaşlar da üzülür” dedi ve vazgeçti gelme isteğinden. Hastaneye yatana dek Alevi hareketinden ve gelişmelerden hep bilgi sahibi olmak istedi. Onun hayatında Alevilerin sorunları ve Sivas şehitleri vardı… Sağlıklı günlerinde de tüm zamanı, gündemi bunlarla ve çok sevdiği torunu Eren ile doluydu. Değerli dostlar, Kamber Çakır köylülerine, hemşehrilerine, kültürünün parçası olan dostlarına karşı kadirbilir ve vefalıydı… Kavak köyü Dernek Başkanı Kemal Özcan’ın bu yaz başlatıp tamamladığı, Kavak köyündeki Belkıs Çakır anıt yeri düzenleme çalışmalarından ve açılış töreninden çok mutlu olmuştu. Kavak köylülerinin ve dernek başkanın bu duyarlılığını övgüye değer buluyor dostlarıyla bu duygularını paylaşıyordu. Sevgili Kamber Çakır, sevgili Kamber abi, sevgili başkanım gidip, yatacağın yer seni incitmesin… Çok sevdiğin ve adlarını dilinden düşürmediğin, semah dönen, tiyatro oynayan çocuklarına gidiyorsun… Senin bıyıklarını Gorki’nin bıyıklarına benzetip, karikatürünü çizen Asaf Koçak’a gidiyorsun… Gardaşlığın Veli San’a gidiyorsun, Kasım Yeşilgül’ün dostluğuna, Ali Doğan başkanımızın muhabettine gidiyorsun… Denizlere gidiyorsun, Sivas şehitlerinin cemine katılıyorsun. Güle güle Kamber başkan… Güle güle Kamber abi. Anıların ve mücadele azmin önünde saygıyla eğiliyorum…
Sayı 35
SERÇEÞME
SERÇEŞME
Beycili Hasan Karaca Hakk’a Yürüdü
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR
Hasan Öztürk
B
EYCİ, Trakya’nın, Kırklareli’nin Kofçaz ilçesine bağlı bir balkan köyü. Sınır köyü aynı zamanda. Ülkemizin esenliğini, dirliğini düzenini, güvenliğini gönüllü koruyan insan topluluğunun oluşturduğu yerleşim yerlerinden biri. On altı pare köyü var Kofçaz’ın. Bunların Oniki buçuğu, Alevi-Bektaşi yaşam tarzını benimsemiş insanlardan oluşan köyler. Beyci, bu kültürü en olumlu, en olabildiğince yaşayan ve yaşatan köylerden biri. Bu köyde de, genel Alevi-Bektaşi kültüründe ve yaşam tarzında genel geçer “dede”lik ve “baba”lık kurumu yaşanmakta, yaşatılmakta. Nedir Alevi-Bektaşi kültüründeki dedelik ve babalık kavramları? Hizmet itibari ile Hz. Muhammed, Hz. Ali ve Hacı Bektaşi Veli’yi temsil eder. Cem Erkânı Başkanlığını yapar, ikrar alır nasip verir. Bunun dışında ne yapar? Eğer istenirse ve uygun düşerse, uygun görülürse cenaze, musahiplik, toplumun kapalı yüzünde nikah, sünnet gibi etkinliklerde yapıcı rol oynar. Yeni doğan bebeklere köy ve o toplum usulü isim verir yerine göre… Zaman zaman yaşanan kritik olaylar, Anadolu’da yaşanan sosyo-ekonomik dönüşüm ve özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması sonrası giderek artan oranda yaşanan kırdan kente göç olgusu nedeniyle zayıflamış olan bu kurum, yine de toplumumuzda Aleviliğin günümüze ulaşmasında birinci derecede rol oynamıştır. Bu bakımdan, Alevilik konusunun anlaşılabilmesinde bu kurum önemli bir role sahiptir… diyelim ve konumuza dönelim. Kırklareli’ndeydim. Topçu Baba Derneği Başkanı Mustafa Can aradı 16 Ekim gününün ikinci yarısında. İki gün önceydi, Terzidere’de Hasan dedeyin oğlu Mustafa Karaca’yla görüşmüştük. Hasan Dede’yi sordum. “Son nefeslerinde hocam!” demişti. Bu kez Mustafa Can’dan aldım haberi: Beycili Hasan dede göçünmüştü. Hakk’a yürümüştü. 2007’nin 16 Ekim’iydi. İstanbul’a gidişimi erteledim ve… 17 Ekim 2007 Çarşamba günü Mustafa Can, İstanbul’dan geldi. İki de yoldaşı vardı yanında. Gazi Cemevi hocalarından Ali Şahin ve Topçular asıllı Şakir baba. Uzun zamandır rahatsız olan Hasan Dede, pençesine düştüğü hastalığa daha fazla direnemedi. Geçen yıl Terzidere’deki Esat Korkmaz söyleşimize bizzat gelmiş katılmıştı. Bu ne demektir? Yarı canla da olsa, hani “iki eli kanda olmak” gibi bir şey, öylesi etkinliklerde hazır bulunmak onun düsturu, onuruydu demek ki. Bu yılın başlarında hastanede yatmıştı. Yine Dernek Yönetimi olarak hastanede ziyaretine gitmiştik. Peki, bu ne demektir? Şimdi… Karaca Hasan Dede, bu toplumu ve bu toplum adına yapılanları, yaşananları önemsiyorsa, bu toplumun dinamik kısmı da onu önemsiyordu kısacası. Biraz kendine gelmişti Hasan Dede. Haziran ayında, Topçu Baba etkinlikleri öncesinde evinde ziyaret etmiştik. İyiydi, öylesine. Ama, bir kez göçünmenin yoluna düşmüştü. Bir ömür bu. Ne kadar zorlasan, bir yere kadar. Hani, Musa Eroğlu’nun türküsünde der ya, acı da olsa: “Azrailin gelir kendi, Ne ağa der ne efendi… Sayılı günler tükendi…”
Kasım 2007
Son nefesine kadar bilincini, zekâsını yitirmeyen Hasan Dede, 1921 yılında Topçular köyünde dünyaya gelmiş. Ataları Tekirdağ-Kılavuzlu’dan Topçular’a gelen Hasan Dede, daha sonra Beyci köyüne yerleşmiş. 1950’li yıllarda dedelik makamına oturan Hasan Karaca, dedelik unvanını Kızılcıkdereli Mehmet Baba’dan alırken rehberi de Mehmet Baba’nın oğlu Mehmetali Baba imiş. İnsanlıkla ve insanlarla barışık olan Hasan Dede, herkes tarafından sevilen sayılan bilinçli ve düzgün bir insandı. Son anlarına kadar “Allahu Ekber!” sözünü dilinden düşürmediğini söylüyor oğulları. Yaşadığı sürece çevresine hep olumlu yaklaşımlarda bulunduğu bir gerçek. Evet, sevilen ve sayılan bir insandı. Cenaze törenine başta İstanbul, Çorlu, Lüleburgaz ve Kırklareli gibi merkezler olmak üzere, Trakya’nın pek çok yerinden katılımlar oldu. Son yılların en kalabalık katılımlarından birinin yaşandığı törende pek çok dede-baba hazır bulundu. Topçu Baba Derneği Başkanı Mustafa Can, Karaca Hasan Dede’nin sonsuzluğa uğurlanış işleminin Bektaşice yapılması taraftarıydı. Şer-i kuralları burada sıfırlamayı öneriyordu. Kafa kafaya verdik. Neler yapılabileceğinin hesabını çıkarmaya gayret ettik. Hazır bulunan dede-babaları ikna etmeğe çabaladık. İnsanlar bir yere kadar ikna oluyor. Bir yere kadar anlamış görünüyor. Bir yerden sonrası flu. Kılavuzlulu Fehmi Tuncay Baba, bir konuşma yaptı. Bektaşi mantığını ortaya koydu: “O ölmedi. Hakk’a yürüdü. Cananına kavuştu. O, tüm Trakya’da Bektaşi kesimince tanınan ve sevilen bir önderdi.” Sözlerini gülbengle bağladı. Söz alan Mustafa Can, şunları söyledi: “Bugün bir ulu çınarı, önemli bir önderi son yolculuğuna uğurluyoruz. Bugün ilk olarak bir Bektaşi önderini kendi kültürümüzle toprağa veriyoruz. Burada bulunanlar onun görüş ve düşüncelerini yaşatmak için söz vermeli. Ben, kendi adıma bu sözü veriyorum.” Topluluktan, “Biz de veriyoruz,” sesleri kararlı biçimde duyuldu. Yöre insanı tarafından gerçek anlamda sevilen sayılan Hasan Karaca Dede, en güzel dileklerle ve sevgi duygularıyla sonsuzluğa uğurlandı. Buna bir yerde bir ilk diyebiliriz. Kendi ölümüzü, kendi dilimizle toprağa veriyorduk sonuçta. Bir toplumsal önderi son yolculuğuna kendi kültürümüzle uğurluyorduk. Evet… Uğurlar olsun Beyceli Karaca Hasan Dede. Sen her zaman iyi bir önder oldun. Sonsuzluğa gidişin bile yeni bir önderliğe vesile oldu. Toplum bunun değerini bir gün algılayacaktır. Her zaman ve her yerde, gerçekler aşkına… Hû!
Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstad Hüseyin Akın ................... +49.179.107 88 56 Frankfurt Sedat Bican ..................... +49.170.751 25 35 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.484 18 34 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Paris Ahmet Kesik .................... +33.6.82 07 67 16 Evry Erdal Bulut ................................ +33.6.12 65 20 50 Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ........ +31.619 92 22 84 Gelderland Ali Rıza Ağören ............... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ...... +44.7768 220 762 İsviçre: Basel İbrahim Bakır .................. +41.78. 808 40 07 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beyazıt Rukiye Güven ..........................0212.516 23 14 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 İçerenköy Yılmaz Gürbüz ......................0535.524 49 12 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Kayışdağ Veli Göynüsü .........................0532.687 31 09 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Soğanlık Hasan Harabati ......................0532.787 70 98 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50
29
SERÇEÞME
OSMAN DAĞLI (MAKSUDİ)
Erenler Üryan püryan girdim aşk meydanına Ateşten bir gömlek giydim erenler Mansur’u dar oldum Hak divanına Serimi meydana koydum erenler Önce bir mürşide eyledim biat Kuran’ı Samit’ten ettim feragat Meclisi divanda verildi berat Bir ulu kervana uydum erenler Dört kapı kırk makam ilmi cavidan Bize bizden yakın hazreti Süphan Secdemiz âdeme kıblemiz insan Dost elinden içip aydım erenler Seyit Nesimi’nin nefesin tuttum Güzeller içinde kendim unuttum Talip oldum mürşidimi okuttum İnsana muhabbet duydum erenler Bedrettin’in aşkı Mansur’un darı Puthanede seçtim yari ağyarı Dağlı’ya anlatmak için bunları Otuz yıl posteki saydım erenler
Bir Gözleri Maha Taptım Bir gözleri maha taptım Dünya mahmur ben haraptım Gözyaşımdan köprü yaptım Kanlı derenin üstüne Aylar geçti yıllar geçti Saçlarıma aklar düştü Bir yara da zalim açtı Bunca yaranın üstüne Kahpe felek kışa tuttu Düşman bizi başa tuttu Sevdiklerim taşa tuttu Vuran vuranın üstüne Kabahatim güzel sevdim İkrarıma boyun eğdim El bastım yemin eyledim Canlı Kuran’ın üstüne Bu aşk beni mahvedecek İradem elden gidecek Oy ne zaman hükmedecek Sevgi paranın üstüne Osman Dağlı’m isyan eder Çark tersine dönmüş gider Asırlardır binmiş gider Deve pirenin üstüne
Geçme Ha Geçme Sana nasihatim var eylen yolcu Çürük köprülerden geçme ha geçme Mertlere haramdır namerdin suyu Ab-ı hayat olsa içme ha içme Mürşit olmayınca müşkül çözülmez Dibi görünmeyen gölde yüzülmez Hakkın pazarında ayrı gezilmez Bir seni bir beni seçme ha seçme İnsan dükkan dükkan şehre misaldir Keramet ehlinin keremi boldur Senden sana gitmek bir uzun yoldur Kendini bilmeden göçme ha göçme Kul Osman Dağlı’ya bir gün elveda Verdiğini alır cenabı hüda Hey yolcu ektiğin kalır dünyada Mevsime ermeden biçme ha biçme
30
Halk Ozanı Osman Dağlı (Maksudi) Hakk’a Yürüdü
OSMAN DAĞLI (MAKSUDİ) 1936 - 4 EKİM 2007
Ahmet Koçak Kamil olan kalmaz naçar Gam yeme gönül gam yeme Kara gündür gelir geçer Gam yeme gönül gam yeme Maksudi bade içerim İçer serinden geçerim Kırar demiri kaçarım Gam yeme gönül gam yeme
O
ZAN MAKSUDİ Fikret Otyam’la yaptığı bir söyleşide hayat hikâyesini anlatmaya şöyle başlamış. “1936 yılında Maraş’ın Afşin ilçesine bağlı eski adı Hunu olan Arıtaş beldesinde dünyaya geldim. Yedi yaşında hem okula hem Kuran kursuna başladım. Bir yandan da komşumuz Mahmut Kılıç amca vasıtasıyla Nakşibendî tarikatına girdim. Şiir yazmaya on bir yaşımda başladım.(…) On dört yaşında babamı kaybettim. Annem altı çocukla dul kalmıştı. Evin reisliği en büyük erkek olarak bana kalmıştı.”
Dini meselelerle ilgilendiğinden bulunduğu çevrede sayılan sevilen bir kişi olarak “Cami ve Minare Yaptırma Derneği”nin başkanlığına getirilmiş. Ailenin sorumluluklarını da üstlenen ozan şiir yazmaya devam etmiş. Bu yıllarda ağırlıklı olarak dinsel ve tasavvuf içerikli şiirler yazmış. Yirmi yedi yaşında bu çevreden kopmuş. O yıllarda Âşık Kul Hasan, Ozan Kör Hüseyin, Davut Sulari, Mahzuni, Mahrumi, Aladeli ve Âşık Kul Ahmet’le tanışır. Osman Dağlı’ya Maksudi mahlası, takma adı Berçenekli Cırık Baba tarafından verilir. Bu ilişkiler yörenin hacıları ve hocalarıyla arasının iyice açılmasına neden olur. Yani Ozan için bir dönem kapanır. Bu dönemi şöyle anlatır: “Benim kafamdaki çelişkiler sürekli değişime uğruyordu. Şiirlerimde bu duruma paralel olarak değişiyordu. Alevi-Sünni kardeşlik çalışmalarım sosyal yaşamımda bir çığır açmış yeni yeni aydın bilim adamı, ilerici, lider kişilerle tanışmamı sağlamıştı.” Bir şiirinde de bu değişimi şöyle dile getirmiştir: “Ömür denen yolun sarp bellerinde Yürüdükçe aklım fikrim değişti Tanrı, zalimleri saraylarında Korudukça aklım fikrim değişti” Dağlı, 1961 yılında Ankara’ya gider. Ve orada tanıştığı dostlarının desteğiyle 1962 yılında Devrimci Halk Ozanları Derneğini kurarlar. Kurulan derneğin başkanlığına getirilir. Bu dernek çatısı altında başta “Pir Sultan Abdal anma gecesi” olarak birçok etkinlik yaparlar. “Toplumsal hareket genelde çığ gibi büyüyor, biz aydınlarla beraber gelişen işçiköylü ön saflarında yerlerimizi alıyorduk. İşçi Partisi’ne üyeliğimde o yıllara rastlar.
Yoğun bir toplumsal uyanışın içinde okuma, araştırma, bilimle uğraşan insanlarla tanışma benim de şiirlerime yenilik getiriyordu. Alevi felsefesini, başkaldırıyı şiirlerime işliyordum. Daha sonra Alevi-Bektaşi felsefesinin ustası Seyit Nesimi, Pir Sultan, Kazak Abdal, Harabi, Şah Hatayi gibi ozanları okuyup etkilendim. Bu felsefe benim yaşam biçimim haline geldi. Alevi felsefesinin kültürel özü sosyalist düşüncemi hiç engellemedi. Aksine evrensel ufkumu daha da zenginleştiren güzellikler kattığına inanıyorum.” Diyerek dünya görüşünü özetleyen Maksudi, 1971 yılında koşulların dayatması sonucu yurtdışına çıktı. Fabrika işçiliği yaparak geçimini sağlayan ozan, şiirleriyle de toplumun, emekçi halkın sorunlarını dile getirmeye devam etti. Bayram Kaya, ozanın kitaba yazdığı önsözüde duygularını şöyle dile getirmiş: “Sevgi, birlik, kardeşlik ve barış barağını en zor dönemlerde; yasaklı yangın yıllarında bile onurla taşımıştır. Osman Dağlı, muhabbet erbabı, özgürlük ve demokrasi savaşının erdemli bir neferi ve örgütlü mücadelenin en ön saflarında yer alan mazlumların kalesidir”. Ozan şiirlerinde Maksudi mahlasının yanı sıra adını ve soyadını da kullanır. “Ozanın kimliğini sınıf karakteri belirler” diyen Maksudi, şiirlerinde toplumsal sorunlar başta olmak üzere, sevgi temasını da işlemiştir. Tasavvuf içerikli yazdığı birçok şiiri de vardır. “Şiirlerinde yapmacılığı elinin tersiyle iten; içeri sağlam toplumsal sorunları korkusuzca işleyen, çözüm yollarını oluşturma yolunda dik duruşuyla bir bayraktır” diyor Bayram Kaya. Dağlı’nın eserleri Feyzullah Çınar ve Âşık Mahzuni olmak üzere birçok kişi tarafından okunmuştur. Yaklaşık iki bin civarında şiiri bulunan Osman Dağlı’nın eserleri çeşitli mecmualarda yayınlanmıştır. Şiirlerinden bir destesi Ara Beni/Kırk Yıllık Hasret Bitti adlı kitabında yayınlanmıştır. 4 Ekim 2007 tarihinde Hakk’a yürüyen Maksudi geride bıraktığı ölüsüz eserleriyle yaşayacaktır. Ne mutlu; ölmeden evvel ölenlere, ölümsüz olanlara. Kaynak: Ozan Maksudi, Ara Beni/Kırk Yıllık Hasret Bitti, Alternatif Sanat.
Sayı 35
SERÇEÞME BASIN AÇIKLAMALARI - BASIN AÇIKLAMALARI - BASIN AÇIKLAMALARI
ŞİDDET YERİNE BARIŞ SAVAŞ YERİNE SİYASET GÖZYAŞI YERİNE KARDEŞLİK
Silahları Susturun, Gözyaşlarını Dindirin
A
levi Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu olarak Güneydoğu’da yaşamlarını yitiren asker ve sivil tüm insanlarımızın ve ailelerinin acısını içimizde hissediyoruz. Asırlardır bu topraklarda kardeşlik duygularının güçlendirmek, birarada, eşit koşullarda ve barış içinde yaşamanın gereğini ve önemini vurguluyoruz. Her ne sebep gösterilirse gösterilsin, kimden gelirse gelsin, şiddette dayalı çözümün yanında olmadığımızı yeniden ifade etmek istiyoruz. Sözü olanın ve talebi olanın başvuracağı yol şiddet olamaz. Demokratik kurum ve kuralların işletilmesi sağlamak olmalıdır. Şiddet nerde olursa olsun, kimden gelirse gelsin bugüne kadar bir sorun çözmemiştir. Bizler öğretisi insan merkezli bir kültürün temsilcileri olarak, kardeşler arasında kışkırtmalara dayalı, iç çatışma yaratmaya dayalı, şiddet çığırtkanlıklarının yerini, barış ve kardeşlik duygularının eşit haklar temelinde kurmak ve tesis etmek zorundayız. Her aile ocağına düşen ateşi kendi içimize düşmüş biliriz. Türkiye’de sorunlar ve haksızlıklar vardır. Fakat haksızlıklara karşı tepkinin biçimi şiddet olamaz. İnsan yaşamlarını sona Alevi Bektaşi Federasyonu Selahattin Özel Genel Başkan
erdiren, gözü yaşlı anneler, babalar, eşler ve çocuklar bırakan şiddete dayalı yaklaşımları Aleviler olarak yanlış buluyoruz. Gündelik hayatımızın dilinde sevgiyi, dostluğu ve kardeşliği güçlendirecek yaklaşımları sergilemek zorundayız. Bunun için savaş diliyle değil, barış diliyle konuşmak gerekir. Şiddet yön(e)temleriyle değil, sivil yöntemlerle çözüm aramalıyız. Türkiye herkesin özgürlük ve güven içinde yaşaması gereken bir ülke olmalıdır. Siyaset ise bunun için şiddeti yaratan nedenlerin üzerine gitmeli ve ihmal ettiği görevleri bir bir yapmalıdır. Bizler Türk, Kürt, Alevi, Sünni ayrımcılığı yapmadan, ortak bir geleceği umutla inşa etmek zorundayız. Bu ülkenin insanları olarak yazgılarımızı ve dertlerimizi ortaklaştırıp, sağduyu içerisinde sorunlarımızı çözmeliyiz. Unutmayalım her kayıpta, ülke olarak bir kişi eksiliyoruz. ABF ve AABK olarak son günlerde kaybettiğimiz tüm askerler ve sivillerin yakınlarına ve tüm halkımıza başsağlığı diliyor ve acılarını paylaşıyoruz. 23 Ekim 2007 Saygılarımızla Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu Turgut Öker Genel Başkan
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
Derin Acılar Dilsizdir! “Bak şu bebelerin güzelliğine Kaşı destan Gözü destan Elleri kan içinde”
Ü
lkemizde, sorunlarımızı demokrasi sınırları içerisinde çözmek, barışa ve bir arada yaşama dair umutlarımızı pekiştirmemiz gereken bir dönemde; yıllardır ölümden, acıdan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen çatışmalar hepimizi kaygılandırmaktadır. Bu çatışma ve saldırılarda yaşamını yitirenlerin acılarını yüreğimizde hissediyor, ailelerine başsağlığı diliyoruz. İnsanın yaşam hakkını elinden alan her türlü kanlı eylemi şiddetle kınıyoruz. Bir kez daha insan hayatının sayılarla eşdeğer kılındığı, her sayının karşılığı olan insanın, değerinin, ürettiklerinin ve onun yaşam hakkının yok sayılmasına tanıklık ettik. Artık ateş düştüğü yeri yakmıyor, ateş Anadolu topraklarının bağrını yakıyor ve yakmaktadır. Son yirmi yılda yaşamını yitirenlerin rakamsal değeri, kurtuluş savaşında bir ülke kurmak üzere verdiğimiz mücadeledeki kayıplardan fazla olduğu söylenmektedir. Yaşanılan olayların en acı tarafı da düşmana karşı ortak mücadele eden, ülkeyi birlikte kuran insanların ve Anadolu topraklarının yaşadığı acılardır. Ülkemiz, Anadolu toprakları ve insanlarımız bu acıları hak etmiyor. Bütün emperyalist politikaları ve kışkırtmaları boşa çıkararak, etnik ve kültürel farklılıklarına rağmen kader birliği yaparak Cum-
Kasım 2007
huriyeti kuran halkımız tarihinin en sinsi ve tehlikeli oyunuyla karşı karşıya bırakılmıştır. Halklar arasındaki kardeşlik bağları, bizlere yaşatılan acılarla, militarist ve milliyetçi kışkırtmalarla dinamitlenmektedir. Bütün bu oyunları boşa çıkartmanın ve kardeşlik bağlarını pekiştirmenin tam zamanıdır. “El gövdede kaşınan yeri bilir. Dert bizde, derman ellerimizdedir.” Sorunlarımızın çözümü Türkiye sınırları içindedir. Çözüm için öncelikle silahlar susmalı ve bir arada kardeşçe yaşamı mümkün kılacak demokratik adımlar atılmalıdır. Gün; emperyalist politikalara hizmet eden intikam çığlıkları atmanın yerine, “acıyı bal eylemenin, iri olmanın, diri olmanın ve bir olmanın” günüdür. Gün; acılar üzerinden çıkar sağlayan siyasilere, soruna çözüm üretmeyen sorumsuz yöneticilere, bizi bölmeye çalışan emperyalist ülkelere, çatışmalı ortamdan beslenen silah tüccarlarına ve çetelere karşı ortak mücadele etmenin günüdür. Pir Sultan Abdal örgütlülüğü olarak, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonrada demokratik bir ülkede barış içinde bir arada yaşama dair duyarlılığımızı ve çabamızı sürdüreceğiz. Toplumumuzun tüm kesimlerini de bu mücadelede bir arada olmaya çağırıyoruz. 22 Ekim 2007 Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Av. Kazım GENÇ Genel Başkan
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Tel: +49.179.107 88 56 Hüseyin Akın Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
ALEVİ-BEKTAŞİLERİN EN YÜCE SAYDIĞI, EN TEMEL İNSANİ DEĞERLERİN DÜŞMANLARI AÇIK KONUŞTU
Bu Çarpık Düzende Askerin Ölüsü Dirisine Yeğdir Esen Uslu
S
OLUN yıllardır değişmesi gerektiğini tekrarlamaktan dilinde tüy biten Türkiye’nin çarpık düzeni bir kez daha kendini en yetkili ve etkili ağızlardan ortaya serdi: “Keşke tabutta gelselerdi!” Bu çarpık düzen zulüm ve ölüm üzerine kurulmuştur. Bu düzende, genç bir insanın canının hiç kıymeti yoktur. Her genç üç kuruşluk siyasi çıkar uğruna göz kırpmadan feda edilebilir. Bu düzende askerin değeri, sorgusuz itaat ile emir-komuta zincirine uyarak, gönderildiği yerdeki gediği tıkamak için ölmesiyle ölçülür. Bu düzende devletlûların şehitlerin ardından döktükleri yalnız timsah gözyaşlarıdır. Yoksa canlısına kıymet vermeyen, ölüsüne hiç kıymet vermez. Bu düzende, “şehit cenaze töreni” adı altında düzenlenen, toplumsal kini ve düşmanlığı tahrik etmeye yönelik gösteriler, o askerin canından daha kıymetlidir. Bu düzende bir asker esir düşmüşse, hele de geri teslim alınırken devletin kadir-i mutlak imajına zarar veren bir törene kurban olmuşsa, o askerin canının beş paralık kıymeti yoktur. Devletlûların ırkçı ve saldırgan gösteri düzenlemesine fırsat vermeyen, üstüne üstlük devletin imajını bozan propaganda yaratan bu asker hemen hapse tıkılmalı, yargılanmalı ve başkalarının esir düşmesini önlemek üzere ibret-i âlem için cezalandırıldıktan sonra asker-sivil bürokrasinin labirentlerinde unutturulmalıdır. Bu düzende insan kıymetli değildir. Bu nedenle, bu düzen değişmelidir. Bugün, “keşke tabutta gelselerdi” diyebilen mütedeyyin Müslümanlar ile aynı kafadaki solcu eskisi ırkçı-milliyetçiler aynı yolun yolcusudur. Bu askerler hemen infaz mangasının önüne dikilsin, idam cezası geri getirilsin diye höyküren milliyetçi-ırkçı-cuntacılar ile aynı yolun yolcusudurlar.
Devlet Örgütlü Zorbalıktır İR DEVLET bundan başka biçimde düşünebilir mi diye sorulabilir. Evet, her devlet, o toplumdaki hâkim sınıfların çıkarına örgütlenmiş zulüm ve ölüm demektir. Ama bu örgütlenmiş güç kadir-i mutlak değildir. Halk sınıflarının en temel insani haklar için savaşımı, bu savaşımın dünya çapındaki kazanımları, örgütlü zorbalık olan devletin önünde bin bir engel oluşturmuştur. Bu nedenle günümüz dünyasında, gelişmiş burjuva toplumlarda örgütlü zorbalık kadife eldivenlerin içine girmeye, geride durmaya zorlanmıştır. Evet, bu yumruk, kriz anında kendini en çıplak biçimde göstermeye ve halkın başına inmeye hazır tutulmaktadır. Ancak durup duruken ortaya çıkartılamamaktadır. Devlet gücünün en sınırsız uygulandığı savaşlar bile belirli kurallara uymaya zorlanmıştır. Bu olgunun en çarpıcı örneklerden biri Birinci Dünya Savaşı’nın sona erişidir. Savaş Avrupa’da, bugün çeşitli ülkelerde Kasım ayında Gaziler Günü, Anma Günü, vb, adları altında kutlanan, “On birinci ayın, on birinci günü, saat on birde!” ilan edilen bir ateşkes ile bitti. Bu ateşkes ise devletlerin keyfinden ilan edilmedi. Tüm gelişmiş ülkeleri içine alan bu savaş, dünyanın yeniden paylaşımında her ülkenin hakim sınıfı daha yağlı bir kuyruk kapsın diye sürdürülmüştü. Tüm ülkelerin işçi-emekçi çocukları, zorunlu askerlik yoluyla, asilzade artığı komutanlar yönetiminde cephelere sürülmüştü. Hollanda sahilinden başlayarak Fransa’nın ortalarına kadar uzanan bir
B
cephe hattının yalnız birkaç kilometre yer değiştirmesi uğruna milyonlarca işçi-emekçi genç siper savaşlarında birbirlerini boğazlamış, yüz binlercesi kırılmıştı. Bu savaş ardından gelecek savaşların habercisiydi. Modern kapitalist toplumda savaşlar artık milyonlarla sayılan ordularla ve gelişkin sanayi ürünü güçlü patlayıcılar, uzun mesafeli toplar, seri ateş eden makineli tüfekler, uçaklar ve kimyasal silahlarla yürütülmüştü. Cephedeki kırıma, cephe gerisinde yoksulluk, yokluk, salgın hastalık, açlıktan ölümlerin yanı sıra azgın bir milliyetçilikle körüklenmiş etnik temizlik kırımları eşlik etmişti. Bu savaşa katılan ve bizde “düvel-i muazzama” diye anılan çağın güçlü devletlerine kalsa, Honover Hanedanın İngiliz İmparatorluğu, Romanof Hanedanın Çarlık Rusyası, Hohenzollern Hanedanın Alman İmparatorluğu, Habsburg hanedanının Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu savaşı daha da sürdürmekten ve milyonlarca genci daha cephe salhanelerine yollamaktan kaçınmazlardı. Onlara kalsa, dünyanın yeniden paylaşımında daha yağlı bir kemik kapmak için birkaç milyon gencin canının hesabı mı tutulurdu?
Ekmek ve Barış için Devrim
B
U DEVLETLERİ ateşkes masasına zorlayan güç, kısa bir süre içinde o imparatorlukları ve hanedanları tarihe gömecek olan işçi ve köylü ayaklanmaları, devrimler oldu. Rusya’da Şubat ve Ekim Devrimleri, Almanya’da ve Macaristan’da ayaklanmalar, savaşta üstün durumda görünen devletlerin egemen sınıflarının da ayaklarını suya erdirdi. Kendi halklarının da ekmek ve barış için ayaklanmasını önlemenin tek yolu, bir sonraki savaşın tohumlarını içinde taşıyan acele bir barış yapmak, ateşkes imzalamaktı. Osmanlı İmparatorluğu da dünya çapındaki bu yağlı kemik kapma yarışına balıklama dalmıştı. Sadece ve sadece bu amaçla binlerce genci dünyanın dört bir yanındaki cephe salhanelerine sürmüştü. Ama savaştan yenik çıktı. Osmanlı hanedanı tacını ve imparatorluğunu yitirdi. Eski Osmanlı toprakları üzerinde yirmiye yakın devlet kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti de bu boğazlaşmanın içinden doğdu. Bu nedenle de doğarken, “Bizi boğmak isteyen emperyalizm, bizi yoketmek isteyen kapitalizm”den konuşmak zorunda kaldı. Bu süreçte cepheye sürülen, kıyılan asker canın hesabını kim tutardı? Bu süreçte yapılan etnik temizlik kırımlarında yitip gidenlerin hesabını kim tutardı? Aradan geçen onca yıla karşın hâlâ bu gerçeklerin görülmesini reddetmektedir bizim devletlûlarımız. Anlattıkça yavanlaşan “Geçilmez Çanakkale” ve Kurtuluş Savaşı hikâyeleri ile işçi emekçi halkımıza unutturmak istedikleri gerçek budur. İnsanın yaşama hakkını, onurlu bir yaşam sürdürme hakkını felsefesinin merkezine koymuş olan, “yetmiş iki milleti bir bilen” Alevi-Bektaşiler, kirli amaçları için insanları savaşa süren, gencecik çocukların yaşama hakkını hiçe sayan, halklar arasına düşmanlık tohumları eken bu düzenin değişmesi gerektiğine inanmaktadır. O nedenle bu çarpık düzen Alevi-Bektaşilerin varlığını hoşgörmez. O nedenle insanı başa koyan, halkların dostluğunu isteyen Alevilik asimile edilmesi, bu çarpık düzene uydurulması, devletin resmi islamına benzetilmesi, onun içinde eritilmesi gereken bir sapkınlık sayılır. Bu gerçeği kavramadan Alevi-Bektaşilerin demokratik haklarından konuşmak “laf-ı güzaf ”tır.