SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
ÖZ’ÜN SIRRI: TANIK BİLİNÇ YA DA HİÇLİK
Bu Sayida Ahmet Koçak AKP’nin Alevi Açılımı Üzerine Acıyı Gerçekten Bal Edenlerle Söyleşiler: Ali Kenanoğlu, Doğan Bermek, Dertli Divani, Turgut Öker, Durak Aslan, Gülizar Cengiz, Halk Ozanı Emekçi, Emel Sungur-İsa Ateş, Kazım Genç, Muharrem Ercan, Metin Tarhan, Murtaza Demir, Arif Sağ Fkret Otyam Başbakan Alevi “İftarı”nda Ham Kutlu Alevilerin Programı ve Hedefleri Esat Korkmaz Hermetik Gelenek: İnsanlar Ölümlü Tanrılar, Tanrılar Ölümsüz İnsanlardır İsmal Kaygusuz Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna İlişkileri - Bölüm I Öznur Tanal Anadolu’nun ve Sevginin Dili: Tahtacılar Al Kaykı Alevi-Bektaşi’nin Aşkı Asla Şeriatla İfade Edilemez
Ahmet Koçak Antalya’da Türküler Sevdamız Konseri ve Köy Ziyaretleri Hasan Harmanci Tarihle Hesaplaşan Alevilik Hüseyn Albayrak Zülfekâr’a ve Zülfüyâr’a Dokunmak - Bölüm II İsmal Özmen Vahdet-i Vücut Felsefesi - Bölüm II Bekta Alagöz Muharrem, Kerbela ve Aşure - II
Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Ocak Sayi:
37
Canın gölgesi beden, bedenin gölgesi can ise eğer “ölüm” dediğimiz şey “can gölgesinin” iptalidir.
Tanık Gerçeklik Metafizik Hayalet Değildir Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni
H
em Batılı hem de Doğulu filozoflar, “öz’ün sırrını çözme” konusunda “kafa yordular”. Düşünce tarihinde “öz”e ilişkin birden fazla tanım gelişti: Basit ya da değişmez bir “ruh varlığı” biçiminde tanımlandığı gibi kimi kez insanoğlunun “somut bütünlüğü” şeklinde ya da deneyimler-seçimler ve kararlarla ilgili “bilinç durumu” olarak tanımlandı. Öz, dindar yazarlar, Platon, Sokrates, ötesinde daha modern düşünürlerce “insan” olarak kimliklendirildi. Bu anlamda “öz”ün yazgısı “özgürleşmesine, aydınlanmasına ve kendini bilmesine” bağlandı. Upanişadlarda “öz”ün, doğada “çift yönlü” olduğu anlatılır: Deneyüstü ve deneysel. Aynı durum Bâtınilikte, Alevilik-Bektaşilikte de söz konusudur: Doğa olmayan öz, doğa olan öz gibi. “Öz”ün deneyüstü niteliği ya da “Atman-Hak”, fiziksel dünya ile hiçbir bağlantının olmadığı “bozulmamış saf farkındalık” durumunda “düşüncede görme” yoluyla ortaya çıkar. “Öz”ün deneysel bilinci ise deney konusu yapılabilen, hareket edilen ve zevk alınan görüntüler âlemiyle ya da doğuran doğanın doğum ürünleriyle ilişkilidir. “Saf bilinç olan öz”, çoğunluk deneysel özün “tanığı ve aydınlatıcısı” olarak algılanır. Tanıklık durumu Anadolu Aleviliğinde, “parça” anlamında bedenin bilgeliği, “bütün” anlamında doğanın bilgeliğidir; yol erinin, hakikate ulaşabilmek için kullanmak zorunda olduğu temel gerçekliktir. Tasavvuf diliyle söylersek “deneyüstü” ya da “doğa olmayan öz”, doğanın aklı yani Tanrı’nın aklıdır. Martin Heideger ve J. P. Sartre “öz” sorununa kafa yordular: Her iki düşünür de insan doğasını, irdeleyip anlamaya çalıştı. Heideger, “var olmak nedir?”, sorusuna yanıt bulmak için uğraştı: İnsanın varlığını anlamanın “varlığı anlamaktan” geçtiğini algılayarak bütün dikkatini insana çevirdi. Heideger nesneleri, insanın, düşündüklerinin gerçekleşmesini olanaklı kılan “araçlar” olarak algılar. Olasılık ya da olasılıkların kaynağı durumundaki nesneler dünyasını, kendi varoluş gereksinmelerine göre değerlendirir. Öyleyse insan, “değerli” bir yaşam sürmek istiyorsa çoğunluğun önyargı ve değerleriyle yönetilmeyi yadsımalı, kendi tasarılarını kendi yapmalı ya da kendi sonunu kendi belirlemelidir; bu kapsamda varlığının “son olasılığı” olan ölümün farkında olarak yaşamalıdır. J. P. Sartre, insan yaşamı konusunda Heideger’in düşüncesiyle büyük ölçüde uyumlu bir felsefe ortaya koyar: Heideger, başat çalışması “Varlık ve Zaman”da, insanın özellikle olasılıkları deneyimleyeceği zaman olan “gelecek” ile ilişkili bir yaşam sürdüğünü tasarımladı. Sartre ise “Varlık ve Hiçlik” temelinde insanın temel karakterinin gücünün “nihilizmden” kaynaklandığını ileri sürdü. Her ikisi de varlıkbilimsel gerçekliği, içimizde taşıdığımız, “hiçbir şey” ya da “hiçlikle” ilişkilendirdi. Kendimizi varlık olmaktan ayırmamız ya da geri çekmemiz “özgürlüğümüzdür”, dendi. İnsan, yeni olasılıkları gerçekleştirmek için yaptığı özgür seçimler ve verdiği kararlarla kendi “özünü” yapılandırır ya da yeniden kurar. Böylesi bir özgürlüğü hak etmek ve yaşamak için insanın, “acı veren” bir ya da birden fazla yükümlülüğü-sorumluluğu “tercih etmesi” gerekir. Dışarıdan destek almadan “zor” bir seçim yapmak durumunda kaldığında, “özgürlük” çabası ya da “özgürleşmek” isteği insanı, büyük bir “acının” içine itebilir. Kişi, bağımlılık ve sorumluluğunu kendi dışındaki bir güce yükleyerek yaşamayı yadsıdığında Sartre’ın anlayışıyla dillendirirsek “ahlâk dışı ve günahkâr davranışlarda” bulunanlarla aynı suçu işlemiş kabul edilir. Her iki kimlikte de “özgürlüğe övgü” yapanlar, genel yargı açısından “özgürlük için lanetlenenlerdir”. Heideger, “eğer ölebiliyorsam var olmaya gereksinmem yok, kimsenin var olmaya gereksinmesi yok”, diyor. Bireysel var oluşumuz “hiçlik-hiçlik arasında” başlayıp sona eriyorsa eğer bizim tek gerçekliğimiz “hiçliğimizdir”; bunun dışında her şey saçmadır. Var oluşumuzun olanaksızlığı olanaklı ise hiçbir şey gerekli değildir. Ölümümüz, bizim en önemli olasılığımızdır; tüm diğer olasılıklar konumlarını-konumlanışlarını bu olasılıktan alırlar. Ölüm, (Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME
Başbakan “Alevi İftarı”nda (Ne Demekse), Harika ve Dahi Acıklı Bir Konuşma Yaptı Ne ki Bir Çuval İnciri Berbat Etti! Konuşurken Keşke Fethullah Hoca Gibi Ara Sıra Ağlayıverseydi Ya! Burnunu Çekip Yenine Silmesi de İşin KDV’si Olacaktı…
(Baştarafı 1. Sayfada)
Tanık Gerçeklik Metafizik Hayalet Değildir içten bir yaşam için “tektikleyici bir ipucudur”; onun dışında her şey olasılıktır, her şey değersizdir. Sartre da Heideger gibi insanın dünyasal varlığının “saçmalığı” üzerinde durur. Yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi Heideger ve Sartre’ın tasarımladığı “öz”, Vedantik düşüncedeki “deneysel özdür” ya da Anadolu Aleviliğindeki “doğa olan özdür”. Deneyüstü ya da doğa olmayan bilincin farkındalık ya da kutsal farkındalık olduğu kabul edilir. Deneyden “bağımsız” olduğu için “deneyüstü öz” -”deneyüstü bilinç” ya da “doğa olmayan öz””doğa olmayan bilinç” acı çekecek bir içerik değildir; buna karşın, “tanık-bilinçtir”. Hint düşüncesine ve Anadolu Aleviliğine göre “tanık öz” acı çekmez. Ama deneysel öz-deneysel bilinç ya da doğa olan öz-doğa olan bilinç acı çeker. Bu nedenle Hint toprağı ve Anadolu toprağı, “acı çekme sorununa bir çözüm bulma” amacına yönelmiştir. Vücudun ve algıların “sahibi” olan deneysel bilinçten ayrı tutulan ve “deneyüstü bilinç”-”doğa olmayan bilinç” olarak tanımlanan “tanık” gerçeklik “metafizik bir hayalet” değildir; tam tersine “doğa olmayan” fizik bir “sırdır”. Doğanın ve insanın aklını kullanarak, nesne ve birey kimliklerinden “soyulmuş” doğa olmayan “doğanın” ayrımına varılması durumunda ortaya çıkan “özgürlük”, deneyimlenen somutluğun ve deneyimsel düşüncenin “zincirlerinden” kurtulmuş özgür olma halini anlatır ki amaçlanan da budur.
Fikret Otyam
B
U İŞTE baştan bir yanlışlık vardı, tüm çabalara/faklara/çıkarsal planlara karşı “Alevileri/Bektaşileri” kazanma girişimi resmen alenen tam “fiyasko” ile sonuçlandı ve elbette beklenen de buydu. Alevilerin Bektaşi canların canibinden… Tıkınma sofrasında % 99.99 AKP’liler vardı gerisi “sözüm ona Ali evlatları!” Çünkü başta Çamuroğlu ve ona bu konuda buyruk veren Başbakanı ve kurmayları şu Alevi dediğimiz bir başka anlatımla Kızılbaş milletini eçhel/kafaları çalışmaz/ aptal/geri zekalı/saftorik/unutkan -fazla örneklemek boşa- bir inanç toplumu belliyorlardı, sanki bay Tayyip değildi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olur olmaz onların kutsal cemevine “merhaba canlar” demek için dozerleri gönderen! Madımak’ta cayır cayır yakılanlar Kasımpaşa futbol takımının formalarıydı! Daha binlerce örnek onların yüreklerini zaten yakıp duruyor daha da yakmayın, bir ihsan mı? Evet ihsansa “gölge etmeyin bu yeter de artar bile”. Bu dediklerime sayıları 298’i bulan Alevi örgütlerinin 293’ü katılır biliyorum, gerisi mi o gerisilerle bay Tayyip’in muhabbeti hayra gele yine de!. Eğer bu ülkeyi gerçekten seviyorsanız hırsınızı gemleyin Muaviye’yi hortlatmayın, Alevilikle oynamayın bu ateşten beterdir bu ateş, inanın inanın inanın sizi de cayır cayır yakar!..
BİR MEKTUP Sayın Serçeşme yönetimi, Aralık 2007 sayılı, Alevilikte “Hakk’a Yürütme Töreni” ile ilgili, Sayın Kemal Soyer’in sunu yazısını okudum ve çok etkilendim. Etkilendim çünkü benim istem ve duygularıma tercüman olmuştur. Aslında böyle bir çalışmanın yapılması yerinde olmakla birlikte, bana göre, geç kalınmış bir çalışmadır. Çünkü yanılmıyorsam, dünyada inancını, kendi ana diliyle yerine getirmeyen tek ülke Türkiye’dir. Hele bizim gibi bilimden, aydınlıktan, çağdaşlıktan yana olan bir toplumun, inancını ve törenlerini bilmediği bir dilde yapması, bence, acizliğin ve yetersizliğin bir kanıtıdır. İnsanlar, karanlıktan ve bilinmeyen şeylerden korkarlar. Bilinen ve görünen bir nesneden korkulmaz. Biz Alevilerin inancı da; korku değil, sevgi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle inancımızın, tüm safhalarında ana dilimizi (genelde Türkçe) kullanmalı, bundan da kaçınmamalıyız. Bir konu üzerindeki görüşler, sunumlar anlaşıldığı sürece faydalı olur. Şayet bu görüşler anlamadığımız bir dille yapılıyor ve empoze ettiriliyorsa, bu çalışmalar, çabalar bence boşunadır. Ben de bu özverili çalışmaları yapanlara saygılar sunarken, çevremde bulunan dedelere, din görevlilerine tavsiyelerde bulunmayı ve bu çalışmanın önemini belirtmeyi kendime bir görev sayacağım. Saygılarımla... 5 Ocak 2008 Diyarbakır Alevilerinden Emekli öğretmen Musa Karacaer
2
HAİN BİR PUSUDA ÖLDÜRÜLÜŞÜNÜN BİRİNCİ YILDÖNÜMÜNDE HAYKIRDIK;
Hrant Dink’i Unutmadık, Unutturmayacağız Bir yıl önce 19 Ocak’ta katledilen Hrant Dink canın tetikçileri yakalandı. Ancak süren yargılama devlet kurumları ve görevlilerinin, en azından aymazlık derecesinde ihmalkâr, en kötüsünden azmettirme derekesinde taraf olduğunu gösterdi. Bir yıldır süren soruşturma ve duruşmalar milliyetçi-ırkçı simgelerle bezeli devlet görevlilerinin kasıtlı delil karartması altında sürüyor. Sivas Davasını hatırlatan bu gidişe karşı durmak üzere demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin Alevi-Bektaşi halkın sesini yükseltmesi gerek:
Hrant için Adalet, Adalet için Demokrasi, Demokrasi için Laiklik
Sayı 37
SERÇEÞME
D
ÜŞÜNSEL ve eylemsel pratiğini dikkate aldığımızda Alevi hareketinin, varoluşuna neden olan sorunları bir program düzeyinde ele alması ve hedeflerini programlaştırması kaçınılmaz bir görevdir. Modern Alevi hareketinin temsil ettiği toplumsal sorunları iki temel başlık altında toplamak mümkündür. Birincisi, demokrasi ve özgürlüklerle ilgili sorunları; ikincisi ise, toplum içi hizmetlerden doğan sorunları kapsar. İkincisinin halleşme zemini bu meydan olmadığı için, ben bu çalışmamda birinci başlıkla ilgili olanlar üzerinde duracağım. Temel bir demokrasi dinamiği olarak Alevi hareketi, gerçekten demokratik ve laik bir Türkiye hedefinde, muğlâklıktan sıyrılarak, örgütlü bulunduğu bütün yerlerde duruşunu ve yürüyüşünü netleştirmek durumundadır. Zorunluluk sadece hedefleri netleştirmek ile sınırlı değildir. Aynı zamanda diğer demokrasi, özgürlük ve sosyalizm dinamikleriyle de yan yana gelmek, hedeflerde ortaklaşmak, yan yana hareket etmek durumu vardır. Bir yandan “bu ülkede ne mutlu Türküm demeyen düşmandır” anlayışının dillendiren irade, savaş tamtamları eşliğinde “inkâr ve imhada” ısrar etmektedir. AKP hükümeti bu yürüyüşe ortaktır. Dahası, ABD ve AB’den aldığı destekle, temel demokrasi sorunlarının çözmeye değil, tasfiyeci ve bitirici çözüm paketlerini devreye sokmaya çalışmaktadır. Kirli savaşın tırmandırdığı koşulların sağladığı keyfiyetten yararlanarak, temel bir gereksinme olan yeni Anayasa istemini savuşturmayı planlamaktadır. Bu bağlamda bütün olasılıklara hazırlıklı olmak ve önümüzü aydınlatmak için de programda netliğe gereksinme vardır. Bu çalışmamı, en başta demokratik Alevi hareketi olmak üzere bütün devrimci demokrasi ve sosyalizm güçlerine sunmak istiyorum.
*** Demokratik Alevi hareketinin, hedef ve amaçlarının çerçevesini belirleyen “gerçekten demokratik ve gerçekten laik bir Türkiye” programını şöyle sıralayabilirim
1. Kendisini etniye, soya, boya, dine, dile, tari-
he göre tanımlamış, “tek ulusçu” bir yapılanma olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin bu tanımı değişmelidir. Devletin “dili, dini, tarihi, soyu, boyu, olmaz” ilkesinden hareketle, “toprakta yaşayanlar” ilkesine göre yeniden yapılanmalıdır. Gerçekten demokratik ve gerçekten laik olmanın olmazsa olmaz koşulu budur. “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin temel hükümlerinde yer alan, “dini, dili, ırkı, cinsi, ne olursa olsun, bütün insanlar eşittir” ilkesine uygun yaklaşım budur. “Benim Kâbe’m İnsandır” olarak belirlenen Alevi erkânı da aynı toplumsal yaşam koşullarını hedefler. “72 milleti bir saymak” anlayışının toplumsal yaşama düzeyinde karşılığı da İnsan Hakları Beyannamesi’nin ilkeleri ile aynı düzlemdedir.
Alevilerin Programı ve Hedefleri Haşim Kutlu (Kısaltan E. Uslu. Yazının tamamı www.koxuz.org internet sitesinden okunabilir)
tümüyle tarafsızlaşmalıdır. Etnik ve dini toplulukların birbirlerinin haklarına saygılı olmalarının anayasal güvencesi oluşturulmalıdır. Erkek kadar kadın cinsi de, dinli kadar dinsiz de aynı bağlamda eşit ve âdil ilişkiler içinde olmalıdır. Tarihsel haksızlığın bir ölçüde telafisi için kadınlara “pozitif ayrımcılık” da hukuksal olarak güvence altına alınmalıdır. Bu ilke, burada sayılmayacak kadar çok alt toplum kategorisinin haklarını da garanti altına alır.
4. Bugünkü üniter yapıda asimilasyon kurum-
ları olan Diyanet ile Türk Dil ve Tarih Kurumu da lağvedilmelidir. Hangi etni kendi dilini, dinini, tarihini, kültürünü, vb., araştırmak, bilmek ya da okul kurmak istiyorsa, isteğinin en küçük siyasal bir karşılığı olmaksızın kendisi yapmalıdır. Bu uygulamaya, öncelikle ve kesin olarak Türk etnisi de tabi olmalıdır. Dini topluluklar da özgürce, kendilerini nasıl tanımlıyorsa öylece, kendi kurumlarını kurmalı, geleneksel kurumlarına sahip çıkmalı, kendisine ilişkin tarihsel geçmişi araştırmalı ve öğrenmelidir. Kendi olanaklarıyla gereksinimi olan okulu ve kadroları kendisi finanse ederek yetiştirmelidir. Bu bağlamda, Diyanet kurumu lağvedilirken, camiler, imam hatip liseleri ve ilahiyat fakültelerine ve onların kadrolarına yönelik bütün ayrıcalıklara son verilmelidir.
5. Bunları güvence altına alacak, yeni bir Anayasa yapılmalıdır. Bu koşullarla çevrimlenmiş Anayasa yapıcılığına uygun yeni bir Kurucu Meclis toplanmalıdır. Kurucu Meclis’e, her toplum kategorisi kendi örgütsel temsilcileri ve örnek Anaya taslaklarıyla katılmalıdırlar. Böyle bir yapıdan ortaya çıkacak konsensüse bağlı Anayasa, halkın oylamasına sunularak yürürlüğe konmalıdır. Kurucu Meclis’in görevi, Anayasa, bağlı olarak seçim ve partiler yasasını yaparak sonlanmalıdır. 6. Tarihinde kırıma, katliama, bastırma ve gö-
çertme gibi uygulamalara maruz kalmış toplumlara karşı, toplumsal belleğine kazınmış, yazına “küfür ehli ve kâfir” ya da “Ana-bacı bilmezler topluluğu” olarak geçirilmiş karalamalar devlet eliyle ayıklanmalıdır. Özel programlarla bunun nedenleri halka anlatılmalıdır. Günümüzde devam etmekte olan bu uygulamalar nedeniyle devlet, Alevi topluluğu başta
olmak üzere benzer uygulamalara uğratılmış tüm etnik ve kültür topluluklarından özür dilemelidir. Milliyetçi ve dinçi yobaz zihniyeti kıracak tek yaklaşımdır bu.
7. Alevi topluluğu, tarihte olduğu gibi günümüzde bile ekonomik talana uğrayan bir topluluktur. Günümüzde, Alevilerin kutsal yapıları Alevilere para karşılığında gösterilmektedir. Bu haksızlığın giderilmesinin yolu devletin, Diyanet ya da benzeri egemen üniter yapıyı besleyen asalak kurumlarına “ortak olmak” değildir. Tam tersine, bu adaletsizliğin giderilmesine yönelik demokratik talep, Aleviler başta olmak üzere diğer benzer topluluklara, “Pozitif Ayrımcılık” ilkesi güdülerek, kendileri için yaptıkları çalışmaların bir kısmının maddi olarak karşılanması olmalıdır. 8. Alevilere ait ocak, dergâh, ziyaret gibi bü-
tün Alevilerce kutsal sayılan yerlerin Alevilere, onların örgütlü yapılarına devredilmesi zorunludur.
9. Aleviler için gerekli ve zorunlu olan bu hedefler, en başta Ezidiler olmak üzere benzer bütün topluluklar için de geçerlidir 10. Demokratik Alevi hareketi, ülkede olduğu kadar, genel olarak Avrupa’da, özel olarak Almanya’da da örgütlüdür. Avrupa’da, “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” temel erkânına bağlı olarak, demokrasiyi ve özgürlükleri ilgilendiren bütün sorunlara duyarlı olmak durumundadır. Alevi hareketi, “Çekirdek Avrupa” olarak adlandırılan Avrupa ülkelerinde “Göçmen/Yabancı” sorununun bir bileşenidir. Hak ihlalleri karşısında diğer bileşenlerle ortaklaştırarak hareket eder. Başta devlet olmak üzere nereden gelirse gelsin insan hakları ihlallerinde, ırkçılık ve ötekileştirme gibi uygulamalara demokratik platformlarda karşı koyar. Öneriler geliştirir. Diğer demokratik hareketlerle ortaklaşmaya çalışır. Avrupa Birliğine yönelik olarak siyasi programını, gerçekten demokrat olan Avrupalıyla buluşarak yürütür. Devletlerarası ikili ilişkilerin ve bu yolla halklarımız üzerinde yürütülecek kirli pazarlıkların malzemesi olmaktan uzak durur. (Devam edecek)
Dergimiz Serçeşme, dört yaşına bastı. Aboneliği sona eren canların, aboneliklerini yenilemelerini rica eder, esenlikler dileriz.
2. Egemen etni Türkler de dâhil olmak üzere bu topraklarda yaşayan bütün etnik ve dinsel toplulukların eşit ve âdil bir şekilde bir arada yaşamalarını garanti eden bir yapılanmaya gidilmelidir. 3. Bunun
gereği olarak devlet, hiçbir etnik ya da dini topluluğu tanımlamamalıdır. Kim kendisini nasıl tanımlıyorsa haklarını öylece garanti altına alınmalıdır. Bunun önüne konulmuş bütün engeller kaldırılmalıdır. Devlet
Ocak 2008
3
SERÇEÞME
HERMETİK GELENEK:
İnsanlar Ölümlü Tanrılar, Tanrılar Ölümsüz İnsanlardır Esat Korkmaz
H
ERMETİK geleneğin “kurucu” en temel bilgileri ve örgütlenme biçimleri Hermes ve arkadaşlarınca Mısır’a taşınmıştır: Mıkimliği olan Hermes, Yunan mitoGörünmez ol ve sırlılar bu kolonizatörleri kendilerinden üstün lojisinde, Zeus’la Maia’nın oğlu keşfedilmemiş kal! gördükleri için onları “tanrı” kabul etmişlerdir; olduğuna inanılan, sonraları “hırpiramitler, bu kayıp kıtanın teknolojisi ile yapılsız ve tüccarların” koruyucusu saGizli kal, mıştır. Atlantis ile ilişkilendirilen bir başka seyılan ve tanrıların en genci ve en akıllısı kabul çenek anlatıda Hermes’in Toth (İÖ 16.000 yıllaedilen, çoban ya da koç-tanrıdır. Ötesinde, gizli daha yaşlı bir gökyüzünden rında yaşadığı öne sürülen ve kutsal hiyeroglifi gerçekleri bildiğine inanılan, tüm bilimlerin, senin bilgeliğine layık insanlar icat ettiği kabul edilen, bilgeliği nedeniyle tanözellikle yazının ve büyünün mucidi olduğu doğana kadar. rılaştırılan kimlik) olduğu belirtilir: Hermes’e kabul edilen, gizli dinlere giriş törenlerinin ve bağlanan Hermatika, Toth’a bağlanan yazılar ölümden sonra ruhların rehberidir. Helenistik Hermes Trismegistus bütünü olarak kabul edildi. Hermatika, Atlantasarımlarda, Yunanlılarca Mısır’ın Ay tanrısı tis ve Mu uygarlığına ilişkin olduğuna inanılan, Thot’la özdeşleştirilen ve “Hermes TrismegisSanskritçe harf ve sembollere yakınlığı olan bir thos” olarak algılanan Mısır kralı olarak çıkar karşımıza. Hermetik gelenekte, simgesel anlamda, “hikmet”in atası olayazı çeşidiyle yazılmış ürünlerdi. Daha sonra Mısır diliyle kaynaştı ve rak kabul edilen Eski Dünya’nın kadim bilgesidir. Mısır diline dönüştü. Yukarıda değindiğim seçenek tasarımda Hermes, Mısır uygarlığını Atlantis bilgilerine göre kurmuştur; böylece “Sirius” (Sirius, Büyükköpek Takımyıldızı’nın Alfa ve Beta yıldız çiftine verilen Nedenler Gizlenmeyi Sever addır: Antikçağ ezoterizminde, cennetlerin en görkemli yıldızı olarak Hermetik gelenekte; insanlar ölümlü tanrılar, tanrılar ölümsüz insanlaralgılanır; dünya ve dünya insanlığı Siriusyen bilgilerle gelişimini sağdır; iç ile dış, büyük ile küçük arasında hiçbir ayrılık yoktur. İç, dış gibilamıştır. Siriusyen öğreti başlangıçta Atlantis ve Mu uygarlıklarında etdir; büyük, küçük gibidir. Tek bir yasa vardır: “Nedenler daima gizlidir”; kindi. Oradan Mısır’a taşındı) misyonunu Mısır’a taşımıştır. Bu tasarım, kimi insanlar yetenekleri ve çabalarıyla bu “gerçeği” görebilirler. SonYeniçağ’da geniş bir taraftar buldu: Tasarım kapsamında Hermes aslında suzluk, “zaman ve mekân” içinde anlaşılamaz; sonsuzluk, ancak son“tufanın bitişi ve yeni dünyada yaşamın başlangıcı arasındaki temel kasuzlukla anlaşılabilir. Yaşarken zaman ve mekânla sınırlı olduğumuzdan rakterdir; tüm bilgilerin babası ve başlangıcıdır”. Tam da bu nedenle “sınırsızlığı” sınırlılık içinde kavrayamayız. Hermes’e “dönüş”, ezoterizme, gnostizme ve mistisizme (tasavvufa) bir Işık, ruhtur: Ruhlar, Gökyüzü’nden koparak Yeryüzü’ne doğru düşdönüş olarak kabul edildi. meye başlarlar. Büyük ışıktan karanlığa doğru gerçekleşen bu düşüş bir Mitolojideki “senkretik” Hermes, ortak algıya karşın, farklı kültür ve “sınav”dır: Karanlık “madde” olduğundan “ruh” Yeryüzü’ne düşerek topraklarda “dönüşüm ürünü” Hermes tiplerine karşılık gelir. Örneğin maddeyle birleşir. Eğer ruh, maddeye boyun eğip “sınavı” yitirirse tanMısırlı tanrı Toth, yine Mısırlı bilge Trismegistus Hermes, Yunan dünrısal ışık ondan ayrılıp çıktığı kaynağa geri döner. Ruh, karanlıkta kalır, yasında tanrıların “habercisi” Hermes, Kabalist gelenekte göğe çekildikaranlığın içinde eriyip tükenir. “Sınavı” başarıyla veren ruhlar ise “yedi ğine inanılan Enoch ve İslam sûfi geleneğinde göklerin sırrını bildiği kakat göğe” yükselip ölümsüzlüğe kavuşurlar. bul edilen İdris Peygamber, Hermes kaynak kimliğinin birer “dönüşüm “Hermes”, Süryanice’de “âlim” anlamına gelir. Hermes’in, Sasaürünü”dür denilebilir. ni döneminde İranlılarca Ahuramazda’nın adı olarak “Hürmüz” ya da Mısırlıların izleyicici olan Yunanlılar O’na “kral-yasa koyucu-rahip” “Hermez” biçiminde kullanıldığı ve daha sonra Sabiilerce “Hermes”e üçlemesinin dillendirerek “üç kere büyük” anlamında “trismejist” olarak dönüştürüldüğü genel kabul görür. andılar. Mısırlı dünyada “Thoth”, belki de Hermes’in kaynak kimliği idi Mitolojik bir kimlik olan Hermes’e ilişkin olarak çeşitli savlar vardır: ya da Hermes Mısır’a “geldiğinde” O’nun yerini aldı. Thoth, devlet düO’nun Mısırlı ya da Harranlı bir bilge olduğunu ileri sürenler olduğu zenini ve dinini kuran, kelâmın, yazının, tekniğin ve bâtıni bilimlerin, gibi Atlantis’ten göç eden bir kolonizatör olduğunu belirtenler de az deötesinde büyünün, ölülerin efendisi bir tanrıydı. Bir Ay tanrısı olarak ğildir. dünyevi ve dinsel yaşamı düzenliyordu. Diğer yandan O, aynı zamanda Mısırlı bir bilge olduğu savını veri aldığımızda Hermes karşımıza, zanaatkârların tanrısı idi; tanrıça Seth ile birlikte sık sık tapınak yapımıİÖ 3-5. yüzyıllarda yaşamış (kimi kaynaklar İÖ 18. yüzyıl öncesi olana ve arazi ölçümlerine katılıyordu. rak belirtiyor) Mısır dininin kurucusu, hem kral, hem rahip olarak taSonraları Thoth tapımı Mısır’da Hermes’e taşındı: “Bilge-rahip-kral” nınan bir kişi olarak çıkar. Öte yandan Hermes simya, astroloji, felsefe, üçlemesi bağlamında Hermes, yerin, göklerin ve sürecin ya da geçmişin, bitkibilim ve tıp biliminin de kurucusu kabul edilir. Kimi metinlerde şimdinin ve geleceğin sırlarını bilen Mısır’ın maddi-manevi kurucusu geçen cümleleri ölçü aldığımızda O’nun aynı zamanda bir “misyon” adı olarak öne çıkar. Yukarıdaki üçlemenin Yunanlılarca kendi Hermesleriolduğunu söyleyebiliriz. Hermes üzerine yapılan belirlemelerden biri de ni Mısırlıların Hermesinden ayırmak için tasarımladıklarını söyleyenler O’nun Harranlı bir “mistik” oluşudur. Harran Sabiilik inanç-felsefesinin de az değildir. merkezidir; demek ki bölge insanı İslam ile tanışmadan önce Hermes’e Hermes Yunan dünyasında sadece tanrıların “habercisi” değil, bağlanan bilgilere vakıftı. Hermes’in “dönüşüm” kimliği olarak algılayaZeus’un yerine göz dikecek denli iktidar hırsı içinde bulunan bir tanrıydı bileceğimiz İdris’e ait olduğu genel kabul gören metinler, özünde hermeve hırsızlığın, kurnazlığın da “piri” durumundaydı. tik etki taşıyan anlatılardır. İslam öncesi Harranında “Hermes”, Merkür Hermes kimliğinin tarihlenmesinde karşılaşılan güçlükller “hermetik gökcismi ile simgelenen bir tanrıdır. Ama aynı zamanda Merkür, “Sin” metinler” için de geçerlidir: Ayrıca hermetik metinler, Hermes’in yazdığı ile özdeşleştirilen Mezopotamya ilahı “Nebo”nun da simgesidir. Yine de dilde değildir. Metinlerin Sanskritçe harf ve simgelerle yakınlığı olan bir Harran’a Hermes kimliğinin nasıl ve nereden girdiği-geldiği konusunda yazı çeşidi ile yazılmış olduğu düşünülmektedir. Düşünülen yazı çeşidi kesin bilgilere sahip değiliz. Hermes, Harran’da yaşamış yarı-ilahi bir daha sonra Eski Mısır dili ile kaynaşmış ve Hermes’in “benim dilim” debilgedir: Yer ile Gök arasında “haberci” olan ve bu nedenle “ilahi” sırdiği Eski Mısır dilene dönüşmüştür. Ne var ki İ.S. 3. yüzyılda Eski Mısır ları bilen, Merkür ve Ay üzerinde hükmü olan bir kimliktir. Bu kimliğin diliyle yazılan eserler yasaklanmış ve ortadan kaldırılmıştır. Elde onun daha sonra Harran’dan Mısır’a göç ettiği ve orada “hükümdarlık” yaptığı yazdığı dilde eser kalmamıştır. Buna karşın Koptça, Grekçe, Latince ve anlatılır. Özellikle Yeniçağ hareketleri içinde kabul gören bir başka tasaArapça hermetik metinler bulunmaktadır. Bu metinlerin “özgününün” rıma göre Hermes, Atlantis ve Mu uygarlıkları ile ilişkilendirilir: İlişki çoğunluk Eski Mısırca yazıldığı, kimilerine göre ise Atlantis Alfabesi bağlamında Hermes’in Atlantis’ten göç eden bir “kolonizatör” olduğu ile yazıya geçirildiği kabul edilir. Böyle olmakla birlikte bu dillerde yazılmış elde herhangi bir metin de yoktur. Hermetik metinleri İskendevurgulanır. Hermes, Mu ve Atlantis’e “indirilen göksel kökenli bilgiyi” riyeli Clement şöyle sınıflar: 1. Tanrılara ilâhiler, 2. Kralın yaşamının Mısır’a getiren bir bilge olarak algılanır. Mısır’ın kuruluşunun bu döneanlatısı, 3. Astroloji kitapları, 4. a. Sabit yıldızlar sıralaması, b. Güneş, me denk geldiği özellikle belirtilir. Tasarıma göre tufan uzun bir süreç Ay ve gezegenlerin konumları, c. Güneş ve Ay’ın evreleri, d. Yıldızların içinde gerçekleşmiş; süreçte Mu Uygarlığı’nın bilge ve yöneticileri dündoğuş zamanları, 5. Kozmogoni ve coğrafya; Mısır ve Nil; tapınakların yanın çeşitli bölgelerine yayılmış ve oralarda “koloniler” kurmuşlardır. inşaatı; tapınaklara adanan topraklar ve tapınak gereçleri, 6 ve 7. Eğitim; Hermes ve ekibi, Mu Kıtası’ndan en son göç eden gruptandır. Uygarlığın
4
Sayı 37
SERÇEÞME tanrıların ve ruhların eğitimi üzerine bilgiler, 8. Tıp kitapları: a. Bedenin yapısı, b. Hastalıklar, c. Organlar, d. İlâçlar, e. Göz hastalıkları, f. Kadın hastalıkları, 9. Simya. Hermetik metinler içinde simyaya kaynaklık etmiş en önemli metin Hermes’in kendi yazdığı metin olduğu kabul edilen “Zümrüt Tabletleri”dir. Hermes’in cesedinin bulunduğu karanlık mağarada, ellerinin arasında bulunmuş “Zümrüt Tabletleri”ndeki sırlar şunlardır: “1. Bunlar, hiç yalan olmayanlardır, doğrudur, kesindir ve hakikattir, 2. Aşağıda olan yukarıda olan gibidir, yukarıda olan aşağıda olan gibidir ve birlikte tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler, 3. Ve bütün her şey bir olandan geldiğinden, bir olanın düşüncesinden gelmiştir; böylece her şey bu tek olandan uyum sağlayarak çıktı, 4. Güneş onun babasıdır, Ay annesidir; rüzgâr onu karnında taşımıştır, toprak beslemiştir, 5. Dünyanın bütün gücünün babası budur; onun gücü eğer toprağa dönerse her şeye yeter, 6. Toprağı ateşten ayıracaksın, süptil olanı kalın olandan; bu büyük bir maharetle olmalı, 7. Topraktan gökyüzüne çıkacak ve yeniden toprağa inecek ve yukarıda ve aşağıda olanın gücünü alacak; bununla bütün dünyanın zaferi senin olacak; bunun için bütün karanlık senden uzaklaşacak, 8. Bütün kuvvetlerin en kuvvetlisi; çünkü her süptil şeyi yenecek, her katı şeyin içine girecek, 9. Dünya da böyle yaratıldı, 10. Hayranlık verici biçimler bundan çıktı, bunların ortamı buradadır, 11. Bu yüzden bana Üç Kere Büyük Hermes denir; çünkü, bütün dünyanın felsefesinin üç bölümü de bana aittir. Güneş’in yaptıkları hakkındaki söylediklerim böylece bitiyor ve tamamlanıyor.” Metni bir kez daha okuduğumuzda göreceğiz ki bugün felsefenin çözmeye çalıştığı bir sürü sorun Hermetik metinlerde bulunmaktadır: Zümrüt Tabletleri, Hermetik düşüncenin temel ilkelerini işaret eder. Bu metinler başta Antik Yunan olmak üzere uzandığı her toprağı etkilemiştir. Pyhtagoras ve Platon bu etkilenmenin başat kimlikleri durumundadır. Hatta kimi araştırmacılar Grek felsefesinin Hermetik felsefeden çıktığını söyleyecek denli kesin yargıda bulunurlar. Yahudi ve Hıristiyan gnostisizmi de açık biçimde etkilenmiştir Hermetik metinlerden; Kabala hareketiyle Yahudiliğe, Esseniler yoluyla Hıristiyanlığa taşınmış; bu zeminde bâtıni gizli örgütlerin kurulmasına ve yaşatılmasına kaynaklık etmiştir. Ötesinde, 18. yüzyıl aydınlanmasının öncülleri, “dinsel taassubun dışına çıkabilmek” için Hermetik metinlerden yararlanmışlardır.
Hermetik İlkeler 1. Her şey zihindir ve evren zihinseldir: Zihin terimi Hermetik gelenekte “enerji” ve “hayal etme,
yani bir şeyin görüntüsünü ya da simgesini düşüncede görme yoluyla canlandırma” karşılığı olarak kullanılır. İşlevsel açıdan düşünüldüğünde “zihin”, ruh terimiyle de özdeşleşir. Bu kapsamda “enerji insan üzerinde” simgesini düşüncenin denetimine vererek “güdülebilir”. Zaten insan, güçlü bir zihnin düşünmesinden, güçlü zihnin yaratıcı gizilliği olan enerji yoğunluğunun yaratmasından başka bir şey değildir. Başka bir ifadeyle “Tanrı’nın düşünmesi, bizim madde âleminde varlığa taşınmamız anlamına gelir. Demek ki evren, “düşünen bir zekânın düşünmesi sonucudur”.
2. Yukarıdaki aşağıdakine, aşağıdaki yukarıdakine benzer: Büyük âlem (makrokozmos) ve kü-
çük âlem (mikrokozmos) birbirine benzer. Örneğin hücre bedenin, beden dünyanın, dünya evrenin bir özetidir. Küçük olana ve büyük olana bakarak bilinen bilgileri birbirine taşıyarak, hücreden evrene her şeyin sırrına ulaşabiliriz. Başka bir anlatımla “insan, doğa ve Tanrı” birbirine benzer; bu bağlamda kendini bilmek, evreni bilmek, Tanrı’yı bilmek demektir.
3. Titreşim ilkesi gereği hiçbir şey durağan değildir; her şey hareket eder: Her şey enerjidir ve durağan hiçbir şey yoktur; evren ve hayatın en uç köşesi titreşir; hareket halindedir. Demek ki “değişim” kaçınılmazdır.
4. Karşıtların birliği koşuldur; her şey ikilidir, her şeyin kutbu vardır: Karşıtların varlığı, her şeyin hareketli olması ilkesi ile bütünlenir. Karşıtların birbiriyle ilişkisi, her şeyin varlığa gelmesine neden olur. 5. Her şey içe ve dışa doğru akar; her şeyin gel-giti vardır: Hareketin yönü tıpkı nefes almak gibidir içe ve dışa doğru akar. Evrende bu geliş-gidişlerle bütünlenen bir oluşum vardır, evren de bu oluşumun bir ürünüdür zaten. 6. Cinsiyet ilkesi temeldir; her şey erkek ve dişi karşıtına sahiptir ve bu doğanın her parçasında geçerlidir: Dişil-eril özellik “yerde-somutta” cinsiyet olarak görünüşe taşınır; “somut-dışı âlemde/ soyutta” ise her biri karşıtın bir yanını oluşturur. Bu kapsamda “yerde-soyutta” kadın ile erkeğin kurduğu birliktelik, özünde, evren boyutunda kurulmuş bir birlikteliktir; bu birliktelik (zıtların birliği yasası), bilgilerin öğrenildiği ve deneyimlendiği tek yerdir/durumdur. Çocuklu bir erkekkadın birlikteliği, bilme yolunda doğanın-toplumun tanıdığı en önemli örgütlenmedir. Hermes, görünüşte, düşünce-inanç tarihinin içinde şaşırtıcı ve ayrıntılı bir karakter olarak yer alır. Geriye dönüş tapımı kapsamında gezintiye çıktığımızda kesinlikle Hermes’e ya da Hermetik metinlere rastlarız. Çünkü, hakikatin “yok” sayıldığı bir dünyada Hermes, karmaşıklaşmış olmasına karşın ana çizgileri açık kalmış nadir “bilgi ve bilgelik” kaynaklarından biridir. K AYNAKÇA: * Işık, Caner; Eski Dünyanın Kadim Bilgesi Hermes; Doğu Batı/ Düşünce Dergisi; Yıl: 10; Sayı: 40, Sayfa: 35–60/ Ankara, 2007. * Korkmaz, Esat; Şeytan Tasarımı Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi; Sayfa: 316–317; İstanbul, 2006. * Önal, Sema; Hikmet(Bilgelik) Üstüne; Doğu Batı/ Düşünce Dergisi; Yıl: 10, Sayı: 40, Sayfa: 93–102; Ankara, 2007. * Taftalı, Oktay; Sofist Bilgeliğin “Empirist” Dayanakları Üzerine; Doğu Batı, Düşünce Dergisi; Yıl: 10, Sayı: 40, Sayfa: 155–162; Ankara, 2007. * Tait, John; Mısır’ın Bilgeliği: Klasik Görüşler (Çeviren: İlgin Özbek); Doğu Batı, Düşünce Dergisi; Yıl: 10, Sayı: 40, Sayfa: 215–232; Ankara, 2007. * Werner, Helmut; Ezoterik Sözlük (Almanca aslından çevirenler: Bülent Atatanır, Murat Batmankaya, Derya Demirbaş, Uğur Önver); Omega Yayınları; Sayfa: 361–363; İstanbul, 2005.
Ocak 2008
BİR MEKTUP
Aydınlara Tahammül Edelim Haydar Kalkan
A
ĞUSTOS 2004 tarihinde yayın hayatına başlayan Serçeşme dergisinin birinci sayısından itibaren takip ediyorum. Alevi Bektaşi öğretisi adına çok şeyi öğrendiğimi ve beğenerek okuduğumu belirtmek istiyorum. Derginin içeriği güzel farklı yazılar ve yorumlar yazılarak daha da zenginleştirilebilir veya büyütülebilir. Kısıtlı imkanlar içerisinde bu dergiyi üç yıldır ayakta tutan arkadaşlara teşekkür etmek gerek. Bildiğim kadarıyla bu arkadaşların tüm etkinliklere imkanları dâhilinde her organizasyonda bulunmaya çalışan değerli dostlar olduğunu düşünüyorum. Devletin yıllardır sürdürmüş olduğu bilinçli Alevileri asimile politikası medya patronlarının aracılığıyla ellerinden geleni artlarına koymadıkları bir ortamda iki arkadaşın çıkıp Alevilikle ilgili bir dergi çıkarması dolayısıyla onları aydınlatması küçümsenecek bir görev değildir. Bu derginin Alevi Bektaşi kurumlarında alınıp satılmasına izin verilmeyecektir, diye iki kurum genel başkanları HBVKD-HBVAKV bir genelge yayınladılar. Sebebi ise ABF genel kurulundan bu yana bazı arkadaşlar hakkında eleştirel yazılar yazmışlar. Bu arkadaşların yazdıkları yazılar örgüt içerisindeki yanlışların yapılmasına eleştiri yazısıysa bundan kimse gocunmasın. Yok örgütü parçalayacak bölecek, örgüte nifak sokacak zarar verecek yazılarsa hep beraber karşı çıkalım. Aydın olmanın görevi: memlekette demokrasiyi, insan haklarını, hukukun üstünlüğünü laikliği ve özgürlükleri savunmak ve emekten yana olmaktır. Aydınlarda iktidarlar hakkında bir şeyler söyledi mi tukaka olurlar, bizim Alevi aydınlarımızda Alevi örgütlenmesi içerisindeki olumsuzlukları eleştirdiğinde onlarda bizim içimizde aynı duruma düşüyorlar. Bu arkadaşların dergilerini takip ediyorum Alevi örgütlerini yıpratıcı bir şey göremedim. Yönetici arkadaşların birbiri hakkında söylediklerini dergiye yazıyorlarsa demek ki siz örgüt içi tartışmaları da sokağa taşımışsınız. Tartışmalar elbette yapılır yapılan tartışma örgüt içinde kalmalıdır. Tartışmanın mahiyeti de biz bu örgütü ne kadar büyütüp ileriye taşırız olmalıdır ve bunun yarışı yapılmalıdır. Sandalye kavgasına dönüşürse birileri de o örgütü yıpratanlar hakkında bir şeyler yazacaktır. Kimsenin Alevi Bektaşi kurumlarını bireysel çıkarlar uğruna bölüp parçalamaya hakkı yoktur zaten yıllarca parçalanmışlık bizleri bu hallere düşürmüştür. Gün birlikte olma ve bu birlikteliği güce çevirme zamanıdır. Bunu bilmeli ve buna göre sorumlu davranışlar içerisinde olmalıyız. Serçeşme Dergisi İskenderun Temsilcisi
5
SERÇEÞME
Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna Celâleddin İlişkileri Bölüm I: Hokkabazlık Yapan Kim İsmail Kaygusuz
V
İLAYETNAME’de Kırşehir (ikda) Emiri Nureddin Caca ile Hünkâr arasında geçen keramet olayları göstermektedir ki Moğol yandaşı yönetim, Hacı Bektaş Veli’nin Sulucakarahöyük’e yerleşmesini ve orada yaşamasını istemiyordu. Eski Babai önderleri, Baba Resul ardıllarının yavaş yavaş onun çevresinde toplandıkları, haberleştikleri ve ilişkilerinin sıklaştığının farkına varılmıştı. Kitapta, Nureddin Caca’yla Hünkâr’ı karşı karşıya getirerek, Caca’nın başına kerametle işler açtırılan bu bölüm içinde ilginç bilgiler saklıdır. Saru, Hacı Bektaş aleyhinde çok uğraşmış. Ama her seferinde, keramet gösterileriyle (!) yenilgiye uğramış ve kendine yandaş bulamamıştır. Gerçekte, Vilayetname yazarı ya da ‘menakıb’ toplayıcısının dediği gibi, başlangıçta hemen Nureddin Caca’ya gitmediği anlaşılıyor. “Saru… Kırşehri’ne doğru yola çıktı. Nureddin Hoca’ya vardı. ‘Sultanım’ dedi, ‘kardeşimin evine bir derviş geldi, garip halli bir kimse. Kalkıp bir yere gitmez. Bir adam gönderin de bu dervişi ordan yollasın.’ Bunun üzerine Nureddin Hoca, bir naip gönderdi…”1 Nureddin Caca’nın adamına Hacı Bektaş’ın, “mülk sahibi gibi konuşuyorsun, beni buradan kimse çıkaramaz. Var git yoluna” diye korkusuzca konuşmasının ardında keramet gücü mü vardı diyeceğiz? Elbette ki, hayır! Arkasında bir Türkmen gücü oluşturmamış olsaydı, Caca’yı, hemen atına atlayıp Sulucakarahöyük’e gelecek kadar kızdırır mıydı? Olasılıkla İkda beyi olarak oturdukları ilin topraklarını yasal olarak kullanan Nureddin Caca’ydı. Ona meydan okumanın neye mal olacağını bilmez miydi Hacı Bektaş? Caca’nın, Hacı Bektaş’ı sakalı-bıyığı ve tırnaklarının uzunluğu ve namaz kılmaması nedeniyle Vilayetname’ye yansıtılan yargılama sahneleri ne anlama gelmektedir? Hünkâr, sakal-bıyık ve tırnak sorgulamasında, “şahin perçemsiz, pençesiz olmaz!” derken güvercin değil, korkusuz bir şahin olduğunu ortaya koyuyor. Şeriata uyup, abdest alıp namaz kılması istendiğinde, kendisine verilen abdest suyunu kan olarak nitelemiştir. Vilayetname’de, Nureddin Caca’nın adamlarının Hünkâr abdest alıp namaz kılması için getirdikleri suyun kana dönüştüğü anlatılmaktadır. Sonra Nureddin Caca, herhalde avladıkları kekliklerin kanının suya karıştığını söyleyerek, bizzat kendisi maşrapayı başında karşılaştıkları Üçpınar’dan doldurup eline döker. O da kan olmuştur. Hacı Bektaş’ın suyu kana çevirmesi (kerameti) Ahmet Eflaki’nin yapıtına da yansımıştır.2 Vilayetname’den 125 yıl kadar önce yazılmış olan kitapta olayın geçmesi elbetteki önemlidir ve çok şeyler açıklamaktadır. Ama ilginç olan, bu Mevlevi kitabında, Vilayetname’de yeteri kadar açık olduğu üzere, Nureddin Caca, Hacı Bektaş’a gözdağı vermek ya da onu cezalandırmak için Sulucakarahüyük’e gitmemiş; tam tersine onun hizmetine gittiğinden söz edilmektedir. Ama aşağıda vereceğimiz bazı
6
Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’nın ‘temizi pis etmiş’ yargısını haklı göstermek için bir kerametin varlığını kabul ediyor, ama bunu gösteren insan Hacı Bektaş olunca ‘hokkabazlık’ olarak niteliyor. metinlerde Nureddin Caca’nın kimin adamı ve Mevlâna’ya ne derece yakın olduğu da ortaya çıkacaktır: “Pervane’nin yar-ı gar’ı ve naibi, Kırşehir vilayetinin emiri ve Mevlâna’nın candan müridi Caca’nın oğlu emir Nureddin, birgün Mevlâna hazretlerinin yanında, Hacı Bektaş-ı Horasani’nin kerametlerinden bahsediyordu: ‘Bir gün Hacı Bektaş’ın hizmetine gittim. O dış görünüşe hiç saygı göstermiyor, şeriata uymuyor ve namaz kılmıyordu. Ona mutlaka namaz kılması gerektiğine dair ısrarda bulundum. O: “Git su getir de abdest alayım, taharetleneyim” diye buyurdu. Testiyi kendi elimle doldurup onun önüne getirdim. Maşrapayı alıp bana verdi ve “Dök!” dedi. Onun eline su döktüğüm vakit, berrak suyun kan olduğunu gördüm. Bu durum karşısında şaşakaldım.’ Mevlâna Hazretleri: ‘Keşke kanı su yapsaydı; çünkü temiz suyu kirletmek o kadar büyük hüner değildir… (Ama) bu kişide o güç yoktur. Buna israfın değiştirilmesi derler ki, Kuran’da: ‘Şüphesiz israf edenler şeytanın kardeşleridir.’ (Kur’an, XVII: 27) buyrulmuştur. Has tebdil (değişim) senin şarabının sirke olması ve güç sorununun çözülmesidir. Senin alçak bakırın saf altın olur, kâfir nefsin islam olur…’ Hemen o anda Nureddin baş koyup, Hacı Bektaş’a gösterdiği istekten vazgeçti. Şiir: İnsan yüzlü birçok iblisler olduğundan, her ele el vermek doğru değildir.”3 Bu olayla Mevlâna Celaleddin’in kişiliği ve siyasetine girmek zorundayız. Hemen soruları ardarda soralım: Mevlâna Celaleddin’in Hacı Bektaş’a karşı bu kadar nefret ve düşmanlığı nereden kaynaklanıyordu? Kur’an’dan 17. surenin 26. ayetini (“Bir de akrabaya, yoksula yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma”) tamamlayan 27. ayeti (“Zira böylesine israfta bulunanlar şeytanların dostları, kardeşleridir”) ilgisiz bir biçimde, Caca’nın anlattıklarına kanıt göstererek, Hacı Bektaş’a şeytanın kardeşi demesi ve onu insan yüzlü iblislerden sayması nasıl bir kine dayanıyordu? Acaba Caca’nın Hacı Bektaş’a yakınlaşmasıyla onu kaybetmesinden mi korkuyordu? Nureddin Caca, yukarıdaki alıntı metinde görüldüğü gibi Mevlâna’nın çevresindekiler tarafından peygamber gibi nitelenen, Moğol korumalığındaki Selçuklu devletinin başvezi-
ri Muineddin Pervane’nin ‘yar-ı gar’ı (mağara arkadaşı), yani Ebubekir’i ve naibidir. Başvezirin adına iş yapan, görevde bulunan en yakın yardımcısı durumundadır. Asıl adı Cibril Nureddin olan bu kişinin kendisi de Mogol soyludur. Ayrıca, Ahmet Eflaki’nin bu yapıtında adı, Muineddin Pervane, Sahib Fahreddin, Celâleddin Müstevfi, Taceddin Mutez, Hatıroğulları, Emideddin Mikail vb. gibi Mevlâna’yı ziyarete gelen ünlü Selçuklu beyleri arasında geçmektedir.4 Biz burada metnin aynısını alıntıladık. Abdülbaki Gölpınarlı ise bu olayı kendi yorumuyla verip sonunda, “Hacı Bektaş, ihtimal böyle bir hokkabazlık yapmıştı, belki yapmamıştı. Fakat menkabeden aradaki ayrılığı ve Mevlâna’nın keramet hakkındaki telakkisini anlıyoruz” diyor.5 Böyle bir keramet yakıştırmasının altında yatan nesnelliği görmeyen Gölpınarlı, Mevlâna’nın ‘temizi pis etmiş’ yargısını haklı göstermek için, bu kerametin varlığını kabul ediyor, ama bunu gösteren insan Hacı Bektaş olunca ‘hokkabazlık’ olarak niteliyor. Kitabında Mevlâna ile karşılaştırdığı 3-4 sayfa içinde, sürekli küçük düşürücü cümlelerle anması, “Hacı Bektaş’ın bütün manasıyla batıni inanışların bir mürevvicisi (yayıcısı), ‘Makalat’ında açıkça gösterdiği gibi Batıni Dai’si olması”ydı.6 Gölpınarlı bir ortodoks müslüman olarak, aşağılık bir suçmuşçasına, baştan bu doğru hükmü verdikten sonra onun hakkında kafasındaki olumsuzlukları sıralıyor. Oysa Mevlevi Dedesi Ahmet Eflaki’nin kitabında anlatılan olayda, yukarıda belirtildiği gibi, hiç ilgisiz yere bir Kur’an ayetini kanıt göstererek, asıl Mevlâna ‘hokkabazlık’ yapmıştır. Eğer olay Eflaki’nin yazdığı gibi geçmişse Mevlâna Celaleddin, Nureddin Caca’yı Hacı Bektaş’tan uzaklaştırmak için son çare olarak Kur’an’a başvurmuş ve onun ‘insan yüzlü iblis(!) olduğuna’ Caca’yı inandırmıştır. Mevlâna Celaleddin, hiç sevmediği ve hor gördüğü konar-göçer ve yerleşik geniş Alevi Türkmen grupları tarafından desteklenen ve eski düşmanları Moğol istilacılarına karşı çıkmaya zorlanan İzzeddin II. Keykavus’u tutmuyordu. Çünkü ona göre Mogollar, Muhammed’in şeriatını yerine getirmeyen bu heterodoks inançlı (Alevi) Türkmenleri cezalandırmak için Tanrı tarafından gönderilmişti. Annesi Hristiyan olan İzzeddin Keykavus’un da, bu çevreye göre İslam şeriatıyla ilişkisi yoktu; şarap ve eğlence meclislerinin adamıydı! Sultan İzzeddin II. Keykavus’un ve emirlerinin, atabeylerinin bu propagandayı ortadan kaldırma çabalarından birini Ahmet Eflaki’nin kitabında görüyoruz. Bunun gerçekleşmesi de kuşkusuz Mevlâna’nın Dergâhından ve onu saflara kazanmaktan geçiyordu. Bir çok yol denenmiş olabilir, ama bu başarılamamış; Mevlâna tarafından kabul görmemiş uzlaşma sağlanamamıştır. İzzeddin siyaseti bağlamında Sultan kardeşler arası anlaşma asla gerçekleşmemiş. Kent yaşamının rahatlığına alışmış başlarında Mevlâna olmak üzere, Konya mutasavvıfları, dervişleri düzenlerinin bozulmaması için Moğol korumalığı siyasetine angaje olmayı yeğlemişlerdir. Emirler için zaten birşey
Sayı 37
SERÇEÞME
Karadeniz Ereğli’de Cemevi Kurma Girişimi Yeni Bir Hız Kazandı Bahattin Arı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Karadeniz Ereğli’de Cemevi kurma çalışmalarını hızlandırdı. Derneğin Başkanı Ali Arıkan, Gümeli Belediye Başkanı Şefik Ünal ve dernek yöneticileri ile birlikte Ereğli Belediye Başkanı Murat Sesli’yi ziyaret etti. Ziyarette proje hakkında bilgiler veren Arıkan, belediyeden destek istediklerini belirtti: “Cem ve Kültür Merkezi için Kavaklık Mahallesi’nde 400 metre karelik bir arsa aldık ve burada yapacağımız kültür merkezinin projesini hazırladık. Bu yıl içerisinde temel atmayı planlıyoruz. Bu konuda belediyemizin de desteğini bekliyoruz.” farketmiyordu; tımar ya da ikda olarak sahibi bulundukları illerin geniş topraklarında yaşayan yoksul halk yığınları üzerinde her durumda baskılarını sürdüreceklerdi… Eflaki’nin, Mevlâna ve İzzeddin II. Keykavus ilişkilerine dair öykülerini bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Öykülerden birinde, emirlerinden Sahib Şemseddin, İzzeddin’in Mevlâna’yı ziyareti için aracılık ettiğini görüyoruz. Defalarca Mevlâna’yı överek, onu mutlaka ziyaret etmesini istemektedir. İzzeddin Keykavus, birgün altın bir hokka içine yılan yavrusunu kapatarak, onu denemek için, içinde ne bulunduğunu sorar. Bu davranışına kızan Mevlâna onu yanıtlamaz bile, yakın halifesi Şeyh Selahaddin’e hokkanın sırrını söyletir. Böylece sözde İzzeddin’in Mevlâna’ya saygısı artar. Diğer iki öyküden birinde Mevlâna, vezir, naib ve emirleriyle birlikte ziyaretine gelen İzzeddin’i kabul etmeyerek, hücresine girip ibadetini sürdürmüş. Öbüründe ise, ziyareti sırasında İzzeddin Keykavus Mevlâna’dan bir öğüt isteyince, “Sana çobanlık emretmişler, kurtluk yapıyorsun. Sana bekçilik emretmişler, sen hırsızlık yapıyorsun” demiş.7 Görülüyor ki Mevlâna, İzzeddin’i Sultan olarak kabul etmiyordu. Ayrıca bu durumu, Moğol hakanı Hulagü Han tarafından, Selçuklu kentlerinden baç ve vergileri toplamak üzere tam yetkiyle gönderilmiş vezir Taceddin Mutez el-Horasani ile olan dostluğu da açıkça gösteriyor. İlk ortak sultanlık döneminde İzzeddin II. Keykavus tarafından Konya’da kabul görmeyen Taceddin Mutez, Sivas’a Rükneddin’in yanına gitmiş, orada Muineddin Pervane tarafından çok iyi karşılanmış ve bundan sonra İzzeddin II. Keykavus aleyhinde çalışmıştır. Moğol hanları adına toplanan vergilerin miktarını görünce, vezir makamındaki bu kişinin modern ‘sömürge valisi’ tipindeki korkunç yüzünü öğrenmiş olacağız: Bedreddin Ayni’ye göre ilk Moğol baskısı döneminde Anadolu vergisi 60 bin dinar, on bin koyun, bin sığır ve bin attan oluşuyordu. Oysa Baycu’nun Anadolu kumandanlığı zamanında
Ocak 2008
Ereğli Belediye Başkanı Sesli, ziyaretten memnun olduğunu belirterek ziyaret eden heyete şunları söyledi: “Belediye olarak her zaman Ereğli Hacı Bektaş Veli Derneğimize bugüne kadar verdiğimiz desteği bundan sonra vermeye devam edeceğiz. Belediye olarak; derneğimizle, dernek üyelerimizle, halkımızla elele vererek yapmayı planladığınız kültür merkezine elimizden gelen desteği vermeye hazır olduğumuzu bilmenizi istiyoruz. Bu hizmetin Ereğli’ye kazandırılmasına katkımızın olması bizleri son derece memnun edecektir.”
–Aksarayi’ye göre– bu vergi 200 bin dinara yükselmiştir. 1256 yılına kadar bu miktarda kaldı. Kırk yıl sonra Gazan Han döneminde 600 bin dinara çıkacaktır.8 Bütün bu ağır vergiler, Anadolu’nun yoksul halk yığınlarının sırtından ödenmiştir. Mevlâna’nın istilacı, kan dökücü Moğol hanının temsilcisi vergici vezir Taceddin Mutez’e yazılmış dokuz mektubu bulunmaktadır. Mektuplarının çoğunda Vezir-i Azam (en büyük vezir) diye hitabetmekte ve yakınlarının, dostlarının işlerinin görülmesi ya da parasal yardımda bulunulmasını rica etmektedir. Her nedense bir türlü işleri yoluna girmeyen halifesi ve katibi Hüsameddin’in damadı Nizameddin için de mektup yazmıştır. Bakalım yoksul halkın, mazlumların düşmanı ve Moğol kuklası, kadı Muhyiddin Tahir oğlu Taceddin Mutez’e nasıl övgüler düzmüş: “Devlet güneşi, emirler padişahı, Rabbani emir, anısı büyük, düşüncesi güzel, emin ve kutlu kişilerin gıpta ettikleri er, yosulların ışığı … Horasan’la Irak’ın övüncü, iki devlet ıssı iki kutluluk ehli; adaleti yayan, mazlumu besleyip yetiştiren… şehirlerin amanı, kulların sığınağı olan, yoksullara inanan Hak ve Dinin Tac’ı (Taceddin Mutez-İK), ‘insanları bağışlıyanları, ihsanda bulunanları Allah sever’ (Kuran 3,76) Allah yüceliğini daimi etsin; düşmanının burnunu yerlere sürtsün, kendisini kuvvetlendirsin … Nimet verene şükür vaciptir, ama lütfunuz sınırı aştı; şükürden aciziz… Allah işlerini düzene soksun, özü doğru inanç ıssı… Nizameddin, bu duacının oğludur. Bu duacıya evlatlık haklarını yerine getirmiştir… Küçüklüğünden beri rabbani fakıyrlerin (Mevlâna kendisini kastediyor-IK) kapısında, mal da nedir ki canını vermiştir. Çünkü fakıyrlerin kulluğunda bitmiş, gelişmiştir… İnsanın gidişinden sormaya hacet yok; kimlerle düşüp kalkıyor ona baksınlar. Maldan sormaya, nereden ele geçirdin demeye hacet
yok; nereye harcıyor, ona bakmak gerek. (Bu 13. yüzyıl kentli aristokrat tasavvuf şairinin halk düşmanı görüş ve anlayışının bugünün işçi-emek düşmanı yönetimlerin anlayışıyla koşut olması ilginç değil mi?-İK) Emirler padişahının… her lütfu, her keremi her padişahlığı, önden sona dek hepsi bu duacıya yapılmıştır… Hatta bu mektubu yazmak doğru da değildi. Özü doğru duacı, bizzat gelip kendi ağzımla söylemeyi isterdim... Utanmakla beraber ... padişahçasına, sultancasına ululuğuna layık olarak bu sefer de yardım gölgesini, oğlumuz Nizameddin’in üstüne salarlar da bu ağır yükün altından çıkar… Allah için olsun, bu ihsanı öbür ihsanlardan saymayın.” na:
Sonra coşa gelip dizeler döktürüyor Mevlâ“Sürme çekmek, sürmegöz ıssı (sahibi) olmaya benzemez. O göz ki, inciyi saman çöpünden ayırdetsin, o göz ki, doğan’ı sinekten ayırsın.”9
Yeri geldiği için bazı bölümlerini aldığımız mektubun içerdiği anlam, yorum ve açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır. Koca Mevlâna’nın kimlere ‘Gel, sen de gel!’ dediği ortadadır. (Devam edecek) NOTLAR: 1 2 3 4 5 6 7 8 9
Vilayetname, Haz. A. Gölpınarlı, s. 28-29; Haz. E. Korkmaz, s. 56-59. Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri–I, Çev. Tahsin Yazıcı, s. 345, Hikaye 476. Ahmet Eflaki, Agy. Ahmet Eflaki, Agy, s.155 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, s. 238) A. Gölpınarlı, Agy. s. 237. Ahmet Eflaki, Agy. I, s. 108–109, 218, 317. Prof. Dr. Fuad Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, 4. baskı, Ankara, 1991, s. 55. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, s. 36-39.
7
SERÇEÞME
AKP’NİN ALEVİ AÇILIMI VE ALEVİ-BEKTAŞİLERİN TUTUMU
Acıyı Gerçekten Bal Eyleyenlerle Söyleştik Ahmet Koçak
A
RALIK ayında hükümetin Alevi kökenli milletvekili Reha Çamuroğlu ağzından duyurduğu “Alevi açılımı” hem Alevi kamuoyunun hem de tüm Türkiye kamuoyunun gündeminin ortasına oturdu. “AKP’nin Alevi Açılımı” olarak adlandırılan bu açıklamanın ardından Çamuroğlu’nun Başbakan Tayip Erdoğan’ı Muharrem ayında bir “Alevi iftar yemeğine” davet etmesi ve Erdoğan’ın bu davete katılacağını duyurması tartışmaları daha da alevlendirdi. Çamuroğlu konuşmasında, Alevi açılımının neye hizmet edeceğini daha baştan açıkça söylüyordu: “Biz, Aleviliğin İslam içi olduğuna inanan insanlar olarak davetimizi bu kritere göre yaparız. Alevilerin problemlerini çözme konusunda kendisini Alevi olarak niteleyen herkes muhatabımızdır”. Bu yazı yayına girinceye kadar TV programlarını izledim, basında çıkan haber ve yorumları dikkatle okudum. Demokratik örgütlerimizin ve önde gelen Alevi-Bektaşi aydınların açıklamalarının, AKP’nin bu girişimine açık ve net bir yanıt getirmediğini üzülerek gördüm. Bir iki can dışında, demokratik örgüt yöneticileri için iktidarın bu açılımı beklenmedik bir olaydı ve bazılarında şok etkisi yarattı. Bu şokun etkisiyle akıllı ve akılcı, sağduyulu değerlendirmenin yerine duygusal refleksler öne çıktı. Hemen “birlikten beraberlikten” dem vurulmaya, “kimsenin Alevileri parçalamaya gücünün yetmeyeceği” gibi temelsiz büyük sözler edilmeye başlandı. Oysa AKP adına konuşan Çamuroğlu, iktidar partisinin ne söylediğini ve ne yapmak istendiğini açıkça ortaya koymuştu. Alevi-Bektaşilerin demokratik örgütleri, Alevilerin yoksul kesiminin örgütlendiği, demokrasi ve vatandaşlık hakları mücadelesinde emek cephesinde duran örgütlerimizdir. Çamuroğlu’nun yukarıdaki açıklaması tam bu noktaya vurmaktadır. İktidar, sözde Alevilerin sorunlarını çözme girişiminde sistemden rahatsızlığı olmayan, sistemle bütünleşmiş Alevileri muhatap almak istemektedir. AleviBektaşilerin siyasi İslam yandaşlarına, laikliği ve demokrasiyi ayakları altında çiğneyenlere karşı duran “müzmin muhalif ” kesimini ve o kesimin temsilcisi demokratik örgütlenmelerimizi muhatap almak ne kelime, görmek bile istememektedir.
Kama Ağacı Suyundan Böler Her “tahtacının” bildiği gibi ustaca vurulmuş bir kama, ağacın gövdesini suyundan ikiye ayırır. AKP’nin Alevi-Bektaşi gövdesini ikiye bölen suyu gördüğü bellidir. AKP, eline aldığı “Alevi milletvekili” kamasını, Alevi-Bektaşi gövdesindeki çatlağa koymuş, “maaşlı dedelik” balyozu ile vurmaktadır. Ancak Alevi-Bektaşiliğin gövdesini bölen ağacın suyunda bir sorun vardır: Küçük bir parça bir yana ayrılırken, ağacın gövdesinin asıl büyük tarafı ötede kalmaktadır. AKP’nin elinde kalan küçük parça, devletten ve Diyanet’ten umar bekleyen, resmi devlet dini Sünniliğe
8
Başbakan, onuruna verilen sözde “Alevi” iftarında bir konuşma yapıp, “Acıyı Bal Eyledik” demiş. Biz de acıyı gerçekten bal eylemişlerle, Alevi-Bektaşi aydınları, sanatçıları ve örgüt yöneticileri ile söyleştik. yamanmaya çalışan bir avuç Alevi-Bektaşi tufeylisidir. En geniş Alevi-Bektaşi kesim ise AKP’nin sahneye koyduğu “acıyı bal eyledik, siz-biz ayrımı yok” ortaoyununun ardında nice zorbalığın, katliamların ve İslam içinde eritme çabalarının olduğunu unutmayacak kadar bilinçlidir. Alevi-Bektaşilerin sorunlarının çözümünün ülkemizde gerçek laiklik ve demokrasiden geçtiğini, AKP’nin bunların önünde engel olduğunu bilmektedir.
Serçeşmenin Gözü Alevi-Bektaşilerin tepkileri daha şekillenmeye başlarken Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Ulusoy’un dergimiz aracılığı ile yaptığı basın açıklaması gövdenin ana dalının alacağı tutumunun çerçevesini belirledi. Demokratik örgütlerin en üst yöneticileri, onun görüşlerini esas alan ortak bir çağrı çıkardılar. Çayların ırmakların kuruduğu sanılırken, serçeşmenin gözü bir kez daha Alevi-Bektaşilerin yolunu aydınlattı. Alevi-Bektaşi kamuoyu daha kendini yeni toparlayıp, “AKP’nin Alevi Açılımı”nı tartışmaya yoğunlaşırken, Başbakan gündemi değiştirdi ve türban sorununu öne getiriverdi. Bu gelişme, Sayın Ulusoy’un basın açıklamasından aşağıya aktardığım sözlerinin ne kadar derin bir öngörü ile söylenmiş olduğunu gösterdi: “AKP ‘dini özgürlük’ adı altında başta laiklik olmak üzere devlet örgütlenmesinde dinin önüne dikili engelleri temizlemek istemektedir. Ancak Alevi-Bektaşilere belirli haklar verilmeden, diğer Sünni ve Vehabi tarikat ve cemaatlerin önünü daha da açmak olanaksızdır.” Bu özlü sözlerde saklı gerçeği herkesin anlayıp anlamadığını görmek üzere demokratik örgütlerimizin yöneticilerine, dedelerimize, sanatçı ve aydınlarımıza sorular yönelttik. Sorunu enine boyuna ele alıp söyleştik.
Yönelttiğimiz Sorular Tüm canlara aşağıdaki soruları sorduk. Doğal olarak söyleşinin dallanıp-budaklandığı yerlerde bazı canlara ek sorular da sorduk. Sorduğumuz ana sorular şunlardı: Kamuoyunda “AKP’nin Alevi Açılımı” olarak tartışılan olay AKP’nin Alevi milletvekili Reha Çamuroğlu’nun Başbakan Tayip Erdoğan’ın Muharrem ayında iftar yemeğine katılacağını açıklamasıyla başladı. Öncelikle bu konu hakkındaki görüşlerinizi açıklar mısınız? Hükümet Aleviliğin devlette temsili için bir Alevi kurumu oluşturmayı planlıyor. Bu kurumun, Başbakanlığa bağlı bir “genel müdürlük”
biçiminde olması düşünülüyor. Sizce böyle bir kurum gerekli mi? Düşüncelerinizi açıklar mısınız? R. Çamuroğlu, iki sene içerisinde Alevilikle ilgili bütün sorunları çözmeyi hedeflediklerini, Aleviliği “İslam dışı görmeyen” yeni bir örgütlenme modelini yaratmayı düşündüklerini söylüyor. Bu açıklama hakkında neler söylemek istersiniz? R. Çamuroğlu Alevilerden gelen yoğun tepki üzerine “rahatsızlık vermeye devam edeceğiz, çünkü milletin, ülkenin hayrına çalışıyoruz. Hiçbir arka bahçe bırakmayacağız. Hepsinde meyve yiyeceğiz, ıslık çalıp türkü söyleyeceğiz” diyerek Alevi kurumlarına meydan okurken, niyetini gizlemiyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz? R. Çamuroğlu, “Biz, Aleviliğin İslam içi olduğuna inanan insanlar olarak davetimizi bu kritere göre yaparız. Alevilerin problemlerini çözme konusunda kendisini Alevi olarak niteleyen herkes muhatabımızdır” diyor. Alevi örgüt yöneticileri olarak bu yaklaşımı nasıl değerlendiriyorsunuz? Devletin dede ve zâkirleri eğitmeyi planlaması ve aralarından kendi kıstaslarına göre seçtiklerine maaş bağlamaya hazırlanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yolla “Resmi Alevilik”, “memur Aleviliği” denilebilecek tektipleştirilmiş bir Alevilik yaratma çabası laik demokrasi çerçevesine sığar mı? AKP’nin bu açılımı, Alevi-Bektaşi toplumunun demokratik istemlerine yanıt verebilir mi? Türkiye’de kapsamlı demokrasi yönünde adım atılmadan Alevilerin demokratik istemleri karşılanabilir mi? Alevi-Bektaşi toplumunun demokratik talepleri sizce nelerdir? Yer darlığı nedeniyle aşağıda söyleşi yaptığımız canların yalnız yanıtlarına yer verdik, soruları tekrarlamadık. O nedenle aşağıdaki yanıtların numaraları, soru numaralarına gönderme yapmaktadır. Söyleşi yapılan cana farklı ya da ek bir soru sorulmuşsa, o soruyu da aşağıya aldık.
Söyleşenler – Söyleşmeyenler Söyleşilerin bazılarından parçaları, bir anlamda söyleşilerin tümünün özeti olan noktaları aşağıda aktarıyoruz. Söyleşilerin tamamını ve konuyla ilgili diğer bilgileri kısa süre içinde bir kitap olarak Alevi-Bektaşi kamuoyuna sunacağız. Bir noktayı üzülerek belirtelim. Sorularımıza yanıt vermeyen örgüt yöneticilerimiz de oldu. Sayın Tekin Özdil ve Ercan Geçmez Serçeşme dergisi ile aralarında sorun olduğunu söyleyerek görüş bildirmek istemediler. Prof. İzzettin Doğan ise işlerinin yoğunluğu nedeniyle görüşmeyi kabul etmedi. Yine işlerinin yoğunluğunu gerekçe gösteren ABF Genel Başkanı Turan Eser sorularımızı yanıtlamadı. Garip Dede Türbesi Derneği Başkanı Kamil Karakurt ile Şahkulu Dergâhı Başkanı Mehmet Çamur ilk randevu talebimize olumlu yanıt vermelerine rağmen sonraki aramalarımıza yanıt vermediler. Yaptığım bu görüşmelerle ilgili ayrıntılı bilgiyi hazırlayacağım kitapta bulacaksınız. Avrupa’daki Alevi-Bektaşi örgüt yöneticileri ve Ozan Emekçi ile söyleşileri Avrupa baştemsilcimiz Hüseyin Akın yaptı. Akın’a katkılarından dolayı teşekkür ediyorum. Aşk-ı muhabbetle.
Sayı 37
SERÇEÞME
Hubyar Sultan Derneği Başkanı
alınmayacaktır. O düdük Alevileri Sünnileştiren düdük olacaktır.
bu söyleme çok aykırıdır. “Çözüm, herkes ile değil, hiç kimse ile aranmıştır.”
AKP’nin Alevilerin Demokratik taleplerini karşılama gibi bir durumu yok ki. AKP’nin derdi Alevileri asimile etmektir. Altı cemevi üstü cami şeklindeki yapıları AKP’nin desteklemesi ve örnek olarak göstermesi de bunun en basit ispatıdır.
Türkiye’de Alevi Sünni olmayan çok sayıda başka inançlar da var. Ne Aleviler ne de başka inanç sahipleri Vahabi-Sünni misyonerlik kurumu haline gelmiş Diyanet İşleri’nden hizmet alamıyor. Türkiye’nin yapması gereken, devletin inanç hizmetleri konusunda misyoner olmaktan vazgeçip, hizmet sağlayıcı konuma getirilmesi, tüm inananlara saygılı bir yaklaşım ile “inanç hizmeti” sunacak biçimde “din hizmetlerini” yapılandırmasıdır. Alternatif olarak da inanç hizmetlerini tümü ile devletin görevleri arasından kaldırmak düşünülebilir. Ancak her inanç grubuna ayrı bir genel müdürlük ile inanç hizmeti vermek, toplumumuzu giderek daha fazla parçalama sonucu da doğurabilir. Bence çok tehlikeli bir yaklaşımdır. Çözüm, Diyanet’in çağdaş ve akılcı bir biçimde yeniden yapılandırılması veya tümü ile kaldırılmasıdır.
Alevi Bektaşi toplumu sözde değil gerçek anlamda demokratik ve laik, sosyal bir hukuk devleti ile tüm sorunlarının çözüleceğine inanmaktadır. Talebimiz bu sistemin kurulmasıdır.
Ali Kenanoğlu Özünden Uzaklaştırılmış Sünnileştirilmiş Bir Alevilik İstiyorlar Alevilerin sorunlarını gündeme getirmek ve çözüm konusunda çalışmalar yapmak olumlu bir girişimdir. Ancak bu sorun konunun muhatapları ile görüşerek yapılmalıdır. Reha Çamuroğlu bir Alevi temsilcisi değildir. Bir AKP milletvekilidir. Alevi derneklerini dışlayarak soruna yaklaşılırsa çözüm olmaz, nitekim düzenledikleri oruç açım yemeği de başarılı olamamış ve 279 Alevi kurumundan 8 Alevi kurumu yemeğe katılmıştır. Öncelikle ülkemizin rejimine karar vermek gerektiğine inanıyorum. Eğer bizim ülkemiz demokratik ve laik bir Türkiye Cumhuriyeti ise ki tüm partiler bu konuda hemfikirdir, o zaman demokratik ve laik bir yönetim şeklinde devlet din ve/veya dinleri destekleyemez. Devlet kimsenin inancına karışmaz, inançları finanse etmez, din adamları yetiştirmez. Bizim ülkemizin koşulları farklıdır ve bu sebeple de Diyanet ve benzeri kurumlar olmalıdır deniliyor ise o zaman da ülkenin rejiminin adını değiştirmek gerekir. (örneğin, Demokratik İslam Cumhuriyeti diyebilirsiniz o zaman bu olabilir.) Eğer dediklerini gerçekleştirirlerse iki yıl sonra Alevilik diye bir şey kalmayacak demektir. Yani özünden uzaklaştırılmış Sünnileştirilmiş bir Alevilikten söz edebiliriz iki yıl sonra. Bu projeyi hayata geçirebilmek ve kamuoyunun desteğini alabilmek için de kurnazca davranarak “İslam içi-dışı” argümanını kullanmaktadır. Reha Çamuroğlu ve AKP bu yemekle birlikte Alevi kurumları ile görüşmeden onların onayını almadan, onlara rağmen bir iş yapamayacaklarını öğrendiler. AKP Alevilerin sorunlarını çözmekte samimi ise kısa zamanda Reha Çamuroğlu’nu da kenara koyarak Alevi kurumları ile görüşmeye başlayacaktır.
Alevi Vakıflar Federasyonu Başkanı
Doğan Bermek Girişimin Sahibi AKP Değil ki, AKP’nin Açılımı Diye Yorumlayalım Kamuoyumuzun gündemine bir süredir “AKP’nin Alevi açılımı” başlığı ile sunulan girişimin, geçtiğimiz süreç içinde AKP veya hükümete ait bir açılım olmadığı anlaşılmıştır. Açılım adı altında gerçekleştirilmek istenenlerin, bir AKP’li milletvekili tarafından planlanan bir dizi operasyon ile yeni bir AKP Alevi örgütlenmesi yaratmak isteği ve amacı olduğu anlaşılmaktadır. Söylem olarak doğru bir yaklaşımdır. Kendini Alevi olarak nitelemeyenler ile Alevi sorunları çözülemez. Alevi olan herkes kurumlarımız aracılığı ile çözüme katılabilir elbette. Ancak geçtiğimiz günlerde gördüğümüz tavır
LEVNİ - RUHİ SU
Tekerleme Çiçeğe arı, arıya asel Abdala boru, boruya gazel Şaire türkü, türküye güzel Güzele gerdan ne güzel uymuş Kediye sıçan, sıçana kovuk Meclise kelam, kelama doruk Hastaya çorba, çorbaya koruk Koruğa havan, ne güzel uymuş
Bu yaklaşım Alevileri bölmeye yönelik bir yaklaşımdır. Sanki Aleviliği İslam içi görenler; camiyi ibadethane, namazı ibadet, ramazanı oruç, Mekke’de şeytan taşlamayı ibadet olarak saymaktadırlar. Aleviliği İslam içi ve İslam dışı görenlerin ayrım noktası. Aleviliğin ne olduğu veya ne olmadığı değil, İslam’ın ne olup ne olmadığı yönündedir. Aleviliği İslam dışı olarak görenlerin kastettiği Diyanetin İslam’ıdır, Muaviye’nin İslam’ıdır, Yezit’in İslam’ıdır, AKP’nin İslamiyet’idir.
Yayana atlı, atlıya koşu Dallıya kuşak, kuşağa poşu Sohbete helva, helvaya turşu Turşuya soğan, ne güzel uymuş
Bu kabul edilebilecek bir durum değildir. Hocanın dediği gibi “parayı veren düdüğü çalar” o düdük Sait Yazıcıoğlu’nun bahsettiği elbisedir. O düdüğü çalmak istemeyen, oraya
Yağlığa nakış, nakışa ipek Üstada hüner, hünere emek Levni’ye güzel, güzele döşek Döşeğe yorgan, ne güzel uymuş
Ocak 2008
Kapıya kilit, kilide miftah Dervişe hırka, hırkaya külah Kahveye yaran, yarana meddah Meddaha yalan, ne güzel uymuş
Alevi sorunları siyasal kararlılık ile iki yıl bile sürmeden çözülebilir. Zira ülkemizde anayasa ve tüm diğer yasalar Aleviliği ne yasaklar, ne ayrımcıdır, ne de yok sayar. Devletin üç ana bileşeninden “yargı ve yasama” bileşenlerinde Alevi sorunu diye bir sorun yoktur. Yürütme’de adı konmamış, söylenmeyen uygulama sorunları vardır. O sorunlar da samimi, kararlı, demokrasiye gerçekten inanmış bir siyasi otorite tarafından çok çabuk çözülebilir. Yeter ki iyi niyet ve samimi yaklaşımlar olsun. Bu yolda samimiyetle gayret gösterenlerin hepsine başarılar dilerim. Örgütlenme modeli konusunda aynı şeyleri söyleyemeyeceğim, inanç örgütlenmesi ancak korunabilir, önü açılabilir, kolaylaştırıcı olunabilir, ama tepeden baskı ile değiştirilemez. AKP’nin siyasal veya sosyal olarak üstlendiği bir açılım söz konusu değil. AKP’li bir milletvekilinin planladığı bir dizi girişim söz konusu. Bu girişimin sahibi AKP değil ki, AKP’nin açılımı diye yorumlayalım. AKP bu girişime, o kadar sahip değil ki, biz çağrının sahibi ortaya çıksın dedikten sonra geçtiğimiz günlerde ortaya Abdal Musa Vakfı adına davranıldığı iddiaları çıktı. Ama o vakıf içinde de çok sorun olduğu, kurucuların bu konuda bilgilendirilmemiş olduğu, vakıf içinde davalara kadar varan sürtüşmeler olduğunu kamuoyu da çok sayıda kaynaktan öğrendi ve izledi. Bu durumda AKP’nin açılımı diye bir kavramdan söz etmek olası değildir. Bu açılım denemesinin siyasi sahibi yoktur. Bunlar çok yerde defalarca tekrar ettiğimiz taleplerdir, sizlerde de değişik formatlarda ama hemen hemen aynı içeriklerle var zaten. Çok özet olarak tekrar edelim, - Cemevleri’nin yasal statülerinin ibadethane olarak kabulünü ve yapımları için destek istiyoruz. - Milli Eğitim Bakanlığı müfredatlarının Alevilik konularını da doğru içerir hale getirilerek öğrencilere İslam dini hakkında doğru ve tam bilgi verilmesi, Milli Eğitim Bakanlığı’nın misyoner değil eğitici olmasını istiyoruz. - Din ve Ahlak derslerini faydalı bulmakla birlikte zorunlu olmasını doğru bulmuyoruz. - İnanç hizmetleri bütçesinden Alevi ve diğer inanç kesimlerinin de hakça pay almasını, inanç hizmetlerinin misyonerlik biçiminde anlaşılmasından vazgeçilmesini, inanan her kesime doğru hizmet verilecek biçimde yeniden yapılandırılmasını istiyoruz. (Devamı 10. Sayfada)
9
SERÇEÞME (Baştarafı 9. Sayfada) - Kendi inancımıza dönük (Dede/Zâkir) eğitim kurumları ve ilahiyat fakültelerinde Tasavvuf kürsüleri oluşturulmasını istiyoruz. - Devlete ait medya ve genel iletişim kurumları ile kültürel kurumların programlarında ve yayınlarına Alevilik konusuna da gerektiği kadar önem verilmesini istiyoruz. - Sazın okullarımızda öğretim programına alınmış bir müzik aracı olarak kabulünü istiyoruz. - Zengin kültürel mirasımıza kamusal ölçekte de sahip çıkılmasını istiyoruz.
Dertli Divani Alevi Açılımı Asimilasyon Politikasının Bir Başka Boyutudur Yüzyıllardan beri Alevi-Bektaşi toplumunun kendileri gibi düşünmelerini, kendileri gibi inanmalarını sağlamak için değişik yollar denendi. Bazı dönem asarak, keserek, biçerek; bazı dönem zindanlara atarak, bazı dönem kuş uçmaz kervan geçmez yerlere sürerek. Baktılar ki kırmakla bitirilecek bir toplum değil. O halde ne yapmalıyız diye düşündüklerinde çözüm olarak; kültürel, inançsal anlamda yok etmek yani inancın içeriğini tamamen boşaltıp asimile etmenin, kendilerine benzetmenin değişik bir yolunu deniyorlar. Alevi açılımı bu anlamda asimilasyon politikasının bir başka boyutudur. Aklı başında hiçbir insan Alevi öğretisini İslam’ın dışında görmüyor. Biz “İslam dışıyız” diyenler bile Aleviliğin olmazsa olmazlarına karşı değiller. Yani, Aleviliğin İslam öncesi kültürlerden de etkilendiğini ima etmeye çalışıyorlar. Adına Din-i İslam denilen mevcut Emevi geleneği, Emevi kültürünün dışındayız demeye çalışıyorlar.
yaratmak istiyorlar. Bu son derece tehlikeli bir durum. Buralara adım atan Aleviler de kendi tarihine çok büyük bir ihanet yapmış olurlar. Bizim inancımız Ahmet’in, Mehmet’in, şu, bu grupların ya da devletlerin verdikleri paralarla bugüne kadar gelmemiş. Rıza lokması dediğimiz hizmetin karşılığında talibin gönlünden kopan hakkullahla, çıralıkla dedeler, âşıklar, zâkirler bugüne kadar bu hizmeti götürmüşler. Ve bugün herkesin işi gücü var. Bütün dedelerin ekstradan işi gücü var. Cem yürütme hizmetlerini de diğer yolun hizmetlerini de bir hizmet anlayışı içersinde yapmaktalar. Bundan hiçbir kimsenin maddi anlamda beklentisinin olması söz konusu değil, olmamalı ve olanların da toplum içerisinde rağbet görmediklerini görüyoruz. Hiç kusura bakmasın. Külhanbeyi gibi böyle bir nara atmanın anlamı yok. Alevi toplumu tarih boyunca her türlü olumsuz adımın karşısında olmuştur. İnsanlar bireysel olarak tercihlerini istedikleri yerden kullanabilirler ama toplum adına konuşma hakları yok. İnanç bağlamında ancak belli bir şeyi temsil edenler, yazarlar, aydınlar kendi düşüncelerini söylerler. Biz şunu yapacağız, biz bunu yapacağız yani sanki kendisi çok büyük bir güç, otorite ya da belli bir kitlenin temsilcisiymiş gibi böyle edalarla olmaz.(…) Kesinlikle aklı başında her Alevi devletin inancına müdahale etmesine gönlü razı olmaz. Kesinlikle, kesinlikle karşılanmaz. Çünkü bu ülkede işçilerin, memurların, efendim emeklilerin sorunları var. Diğer farklı etnik kökenden olan kesimlerin sorunları var; Kürt, Ermeni ve Yezidi gibi. Bu toplumlar yaşamış olduğu yörelerde bile horlanıyorlar hırpalanıyorlar. Devlet ne kadar farklı kültürler inançlar, düşünceler varsa bunları bir zenginlik anlayışıyla kollaması, koruması ve toplumuna tanıtması gerekiyor.(…) En başta Diyanet’ teşkilatının kaldırılması gerekiyor. Zorunlu din dersi eğitimlerine son verilmesi gerekiyor. Alevilerin cemevi ibadet yeri olarak kabul edilmeli.
HARABİ
Öyle Sarga Burga Kardaş Değildir
Kesinlikle sığmaz. Bu baştan sona yanlış bir tutum, bunu onaylamak mümkün değil. Devlet hiçbir inancı tarif etme yetkisine sahip değildir. Dinliye de, dinsize de aynı oranda görevini eksiksiz yapmalıdır. Edirne’sinden Ardahan’ına kadar köyünde, kentinde yaşayan insanlarına sosyal hak olarak hizmet götürüyorsa bu konuda nasıl sorumluysa; diğer konularda da milliyet, inanç gibi meselelerde de sorumludur. Farklı inanç ve kültürlere mensup bütün vatandaşlarına eşit mesafede olmalı yasalarda yazılanı uygulamalıdır. Yani laik devlet, laikliğin gereğini yerine getirmelidir. Bu anlamda, dede ve zâkir yetiştirmek, bunlara maaş bağlamak devletin işi değildir. Bu bizim yıllardır söylediğimiz, savunduğumuz değerlere ters düşmektedir. Yani laiklikle bağdaşmamaktadır.
Yahu burda olan muhibbâna bak Öyle sarga burga kardaş değildir Edebinle otur yahut burdan kalk Herkes senin gibi kalleş değildir
İmam hatip liselerinde nasıl Sünni hocaları yetiştirip, Sünni geleneğine göre insanları eğitiyorlarsa, herhalde dedeleri de o şekilde eğitip, kendilerinin güdümünde bir Alevi toplumu
Söylenen sözlerin cümlesi hoştur Dolulara dolu, boşlara boştur Harabi Kemteri sanma sarhoştur Yer içer zevk eder ayyaş değildir.
10
Hak yüzüdür burda gördüğün yüzler Velâkin göremez kör olan gözler Bezm-i ererlerde söylenen sözler Hakk’ın esrârı’dır haşhaş değildir Muhibbim, dervişim demesi güçtür Demirden leblebi yemesi güçtür Tarikat libasın giymesi güçtür Çünkü o ipekli kumaş değildir Putperest, Yahudi, Hıristiyan olan Ayrı gayrı değil nümâyan olan Hakk’a iman edip Müslüman olan Yeşilbaş, Kızılbaş, akbaş değildir
AABF ve AABK Genel Başkanı
Turgut Öker AKP, Alevi Cephesinde Kendi Modelini Yaratmaya Çalışıyor. Bu Tuzakta Yer Almak, Alevi Mücadelesine İhanettir Kamuoyuna “AKP’nin Alevi Açılımı” olarak sunulan şeyler, bugüne kadar … AKP’yi bağlayan ağızlar, şahsiyetler ya da yetkililer tarafından kamuoyuyla paylaşılmadı. Basın yayın organları, “AKP açılımı” diye sunmaya devam etse de görülen o ki söyleyişi yaptığımız bu günün akşamı verilecek iftar, Reha Çamuroğlu’nun ve diğer Alevi kökenli milletvekillerinin, Alevilerin gönlünü almak için öne sürdüğü bir siyasi taktiktir. Önümüzde yerel seçimler var. Alevilerden oy almak amacıyla günü geçmiş bir siyasi taktik uygulamaya konuldu. Yaklaşık bir aydır kamuoyu “AKP’nin Alevi Acılımı”nı tartışıyor, ama bu süre içerisinde hiçbir yetkili şahıs ortaya çıkıp da bunun Partinin düşüncesi olduğunu kamuoyuyla paylaşmadı. O anlamda, tartışılan bu konuların AKP’yi bağlayan düşünceler olmadığı, parti içerisinde bir takım insanların, özelliklede Alevi kökenli milletvekillerin niyetini ve belki de özlemini yansıtan açıklamalar olduğu ortaya çıktı. Devletin Sünniliği bir devlet inancına dönüştürdüğü gibi, Aleviliği de kendi yedeğine almaya çalıştığını çok açık ve çıplak bir biçimde görüyoruz. AKP geçtiğimiz beş yıl içerisinde ve ikinci dönemde devleti ele geçirmeye yönelik –kendi cephesinde artık takiyeye gerek kalmayacak şekilde– açık adımlarla koşarak ilerliyor. Bunu yaparken Aleviliğin laiklik, demokrasi, insan hakları, özgür ve çağdaş bir toplum istemindeki direncini kırmaya yönelik bir çaba içerisinde olduğunu görüyoruz. Bugün vaatlerde bulunarak, avantalar sunuyor gibi açıklamalar yaparak Aleviliği kendi yedeğine almaya çalışıyor. Aleviliği devlet yedeğine almaya çalışıyor, hükümet yedeğine almaya çalışıyor. Bu Aleviliği, Alevilik yapan bütün değerlerin ortadan kaldırılması anlamına gelir. (…) Aleviliğin devletin güdümüne girmesi, demokratik çağdaş Türkiye özleminden uzaklaşma anlamına gelir. Laik bir Türkiye özleminden uzaklaşma anlamına gelir. Bugün ütopya gibi, hayal gibi gözükse bile (…) devletin inançlardan, tarikatlardan uzaklaşması, inançlar karşısında tarafsız olması hayal gibi görünse bile, Alevi toplumu, laik, demokratik Türkiye nasıl olacaksa, o ilkelerden, kurallardan asla bir adım geriye atmamalıdır. Reha Çamuroğlu, şahsen benim yakından tanıdığım bir şahsiyet. Özellikle 93’den sonra, Madımak Katliamı sonrası Avrupa’da çığ gibi
Sayı 37
SERÇEÞME büyüyen Alevi hareketinin düzenlediği paneller için Avrupa’ya belki en fazla davet ettiği insanlardan birisidir. Bu nedenle kendisiyle Avrupa’da çok yoğun bir arada olduk ve panellerde birlikte konuşmacı olduk. Başladığı noktayla geldiği yer arasındaki zikzaklara baktığımızda, kişilik olarak, kendi bireysel çıkarı için her dona, her kılığa girebilecek, her değeri satabilecek karakterde bir insan olduğunu görüyoruz. AKP’nin kirli, olumsuz emeline katlederek, yakarak ulaşamadığı, yok edemediği Alevi toplumunu, düşünsel düzeyde ezmek, kendi değerlerini, kendi inancını Alevi toplumuna egemen kılmak için kullanacağı piyonlardan biri Reha Çamuroğlu. Ve kullanıyor. Ama belli bir süre sonra onun da posası çıkacak. Nasıl bugün bulunduğu yerdeki insanlara yaranmak amacıyla dönüp, geçmişte benimsediği düşünce ve duruşa hakaret ediyorsa, tarih, zaman gösterecek, AKP onu paspas bezi gibi kullandıktan sonra, yıllar geçtikten sonra bu kez dönüp bugün yaptıklarına eleştirel bakacak. (…) Alevilerin sorunları ancak sistemin çözebileceği sorunlardır. Tek tek şahısların çözebileceği sorunlar değildir. Alevilere biz bir elbise biçtik bu uymadı yaklaşımı, bugün de onların esas aldığı yaklaşımdır. Bir türlü başkaları için elbise biçme sevdalarından, amaçlarından uzaklaşamadıklarını gösteriyor. Şunu bir kavrayabilseler: Türkiye’de Sünniler nasıl yaşamak istiyorlarsa, bunu yaşasınlar. Laik bir devlet, laik bir cumhuriyet, laik toplum anlayışını benimseme temelinde herkes kendi inancının alt kimliği istediği gibi tanımlayabilir, belirleyebilir ve ona uygun davranır anlayışını bir benimseyebilseler zaten sorun kalmaz. Bir elbise uymuyor, başka bir elbise dikmeye çalışıyorlar! Toplum mühendisliğine soyunarak kendilerine toplumsal terzi misyonu veriyorlar! Bir defa laik-demokratik bir toplumda hiçbir inanca ilişkin, o inancın dışındaki insanların elbise biçme gibi, tanımlama yapma gibi, ulamalık yapma gibi, teologluk gibi, o inancın ne olduğunu söyleme gibi davranışlara girişme hakkı yoktur. Gerçekten bugüne kadar yaptıkları yanlışı görebilseler, bu o kavram tutmadı, bir başka kavram sunalım anlayışından tamamıyla uzaklaşmaları, bu sevdadan vazgeçmeleri gerekirdi. Alevilerin demokratik istemleri bir bütünsellik içerisinde ele alınmadan karşılanamaz. AKP’nin, kökenini, nasıl bir zihniyete sahip olduğunu ve neyi özlediklerini bildiğimiz bu insanlardan, Türkiye’yi demokratikleştirmelerini, demokratikleşen bir Türkiye’de inanç özgürlüğünü hayata geçirme yönünde adım atabilmelerini, Alevileri de özgürleştireceklerini beklemek mümkün değildir. (…) AKP kendi lügatini, kendi dilini, kendi kurallarını da Alevi toplumuna hâkim kılmaya çalışıyor. Yaklaşık bir aydır tartışılan iftar olayı bile, Alevi dünyasında yeni bir iz bıraktı. Sanki Alevilerin oruç açma geleneği sözcük itibariyle iftarmış gibi, bize ait olmayan değerler Alevi dünyası içerisine yerleştirilmeye çalışılıyor. AKP o anlamda bizim değerlerimizi tahrip ediyor. Nasıl Türkiye halkını sadakaya bağlıyarak teslim aldıysa, önümüzdeki dönemde bu yoksullukta, bu sefalette gelecek endişesi taşıyan Alevilerin belli bir kesimini, ekonomik vaat-
Ocak 2008
lerle kendi saflarına çekeceğini sanıyor. Belki Aleviler içerisinden de bilerek veya bilmeyerek, şeriata hizmet eden, ılımlı İslama hizmet eden bir katılım olabilir. Bunun Alevilerde yaratacağı bir tahribat olacak. Hiçbir hak sağlanamadığı gibi düşüncede çürüme, Alevi değerlerinden uzaklaşma ve tahribat yaratacağı inancındayım. Bu söyleşiyi yaptığımız hafta içerisinde Alman Cumhurbaşkanının yeni yıl davetinde, tüm Almanya’daki en saygın kurumları çağırdığı yeni yıl kutlamalarında, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu üçüncü sırada protokol konuğuydu. En üst düzeyde muhatap alınan inanç topluluğu statüsüne sahibiz. Avrupa’da bugün Aleviler, sonradan geldikleri bir ülkede, en üst düzeyde, devlet düzeyinde muhatap alınabiliyor. Türkiye’de de en temel özlem, Alevilerin Türkiye’de yaşadığını devlet tarafından teyit edilmesidir, onaylanmasıdır. Yeni yıl kutlamasına Alevilerin davet edilmesiyle nasıl Berlin Cumhurbaşkanlığı Sarayı yıkılmadıysa, bizi davet ettiklerinde Türkiye’de de Çankaya yıkılmaz. En önemli istem Türkiye’de varlığımızın, Anayasal olarak kabul edilmesi.
Fransa Alevi Birlikleri Federasyonu Genel Başkanı
Durak Arslan Örgütlenmemizi Modernleştirmeli, Ekonomimizi Pekiştirmeli ve Medyamızı Kalıcılaştırmalıyız AKP’nin Alevi açılımını hoşgörüyle karşılıyorum. Çünkü öğretimiz böyle davranmamızı gerektiriyor. Ne sevindiricidir ki, tarih boyunca “Alevilerin katli vaciptir” diyen bir zihniyetin günümüzdeki temsilcileri, bizleri fiziksel olarak katletmenin dışında yöntemlerin de olabileceği arayışına girmişler. En azından insani bir tutum. Alevileri öldürenler şimdi Aleviliği öldürme çabasındalar. Alevi toplumu olarak kendi ihtiyaçlarımıza cevap verecek kurumlara son derece ihtiyacımız var. Bu kurumları yaratacak yüksek bir potansiyele de sahibiz. Alevilerin gelişen ve gündem belirleyen bir dinamik olduğunu gördüğü için, hükümet kendi Alevilerini yaratmak derdinde. AKP kendi genel konseptine uygun, kontrollü bir Alevi oluşumuna niyetleniyor. Fakat gözden kaçırdıkları bir konu var ki, AKP kadrolarının aldıkları politik formasyon, klasik İslam toplumunu yönetmeye müsaittir. Ellerindeki diploma, Anadolu Alevi-Bektaşi realitesini anlama, kavrama ve uygun davranma konusunda geçersizdir. Reha Çamuroğlu da bu gerçeği bilmiyor olamaz, ancak onları bir süreliğine, kendi çıkarları doğrultusunda kandırıyor olabilir.
Aleviliği orda ya da burada görmek yerine, önce Alevileri ve Aleviliği görmek gerekmez mi? Bu tartışma kim tarafından yapılırsa yapılsın, hangi amaçla ve uçta yapılırsa yapılsın, yersiz ve zamansız bir tartışmadır. Varlığı bile kabul edilemeyen, asırlardır çok yönlü tahribatlara uğramış bir öğreti ve tarih, alelacele tarif edilip etiketlendirilmemeli. (…) İşte biz Alevi örgütleri bunun için varız. Bu çalışmaların sağlıklı yapılabileceği koşulların yaratılması için çalışıyoruz. Dede, ana, tarihçi, yazar, araştırmacı, bilim insanlarının, bir enkaza dönüştürülmüş inanç ve öğretimizi, özgürce tarif edebilmelerini arzu ediyoruz. Sayın Çamuroğlu’nun ne demek istediğini anladığımı düşünüyorum. “Dükkânlarınızı kapatın, büyük dünya markası butiklerden oluşan dev alış veriş merkezlerinin önünde ikinci sınıf müşteri olarak kuyruğa geçin” diyor. Kendiside kapı görevlisi olarak, istediğini içeri alacak, istemediğini dışarıda bırakacak. Sonuçta içeri alınanlar onursuzluğa ve yolsuzluğa, dışarıda bırakılanlar da sefalete ve yoksulluğa mahkûm edilecek. Döneme göre moda giysiler olur. Finansörü proje adı, stilisti, terzisi, markası olur. Bu yeni moda elbisenin finansörü global sermaye, proje adı BOP, stilisti Fettullah Gülen, terzisi AKP ve marka adı Türk-İslam sentezi. Fakat bu elbisenin dizaynı Alevilere göre yapılmamış. Çok sırıtıyor. Bol olması gereken kısımlar dar, dar olması gereken kısımlar da çok bol. Bu elbise bu bedene uymaz. Alevi hareketinin ve örgütlerinin sadece kendisi için istediği bir tek talep bile yoktur. Bakın yıllardır mücadelesini verdiğimiz şu taleplerin hangisi sadece Aleviler içindir? Her inanç kendi inananları tarafından kendisini tarif etmelidir. Her inanç mensupları, inanç merkezlerini kendileri belirlemelidir. Her inanç eşit koşullara sahip olmalıdır. Zorunlu din dersleriyle bir tek inancı dayatmak yerine, dünya dinlerine eşit mesafede genel din kültürü verilmelidir. Ders kitaplarına ise, her inanç topluluğu kendi tarifine uygun konulmalıdır. Nüfus cüzdanlarında bulunan din hanesi kaldırılmalıdır. Yeni anayasa oluşumunda, toplumun bütün kesitlerinin görüş ve önerilerine başvurulmalıdır. Hiçbir inanç, köken, cins ve renk ayrımcılığına ve hak ihlallerine maruz kalmamalıdır. Bütün farklılıklar, birer zenginlik olarak görülerek, yasalarla koruma altına alınmalıdır. Madımak da vahşice yakılan 35 aydın insanın anısına, et lokantası olan otel barış müzesi olmalıdır. AKP’ye Alevi açılımı yapma cesaretini veren kendi eksikliklerimizi kabul ederek, bu negatif açılımdan pozitif bir ders çıkarmalıyız. Hızla ve kendi dinamiklerimiz üzerinde kurumsallaşmalıyız. Modern Alevi kurum modelimizi yaratarak, günün koşullarına uygun, öğretimizle uyum içerisinde, kurumlararası üst çatılarımızı oluşturarak, içerde farklılıklarımızı birer zenginlik kabul edip, dışarıda tek ses olmalıyız. Örgütlenmemizi modernleştirmeli, ekonomimizi pekiştirmeli ve de medyamızı kalıcılaştırmalıyız. Bu üç sağlam ayak üzerinde toplum olarak yükselerek var olabilir, evrensel değerlerle buluşabiliriz. (Devamı 12. Sayfada)
11
SERÇEÞME (Baştarafı 11. Sayfada)
Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü Başkanı
Gülizar Cengiz Maaşlı Dede Benim Değil, Maaş Veren Siyasetçinin Dedesi Olur Bilinen bir hikâye ile cevap vereyim; biri arkadaşına “ya şu kızını asmak isterken Azrail’in keçi getirip kurtardığı evliyanın adı neydi?” diye sorunca; arkadaşı; “ben bunun neresini düzelteyim? Kızı değil oğlu! Asmak isterken değil kurban etmek isterken! Azrail değil Cebrail! Evliya değil Peygamber!” Evvela iftar Alevi kültüründe Sünni kültüründeki bir işleve sahip değil. Diğer yandan bizler Muharrem ayında bayram etmeyiz yas tutarız. Muharrem orucunu açma ile ramazan orucunu açmayı aynı görenler Aleviler konusunda hiç bir şey anlamamışlardır demektir. Sonra bunu yapacak en son kişi hayatı siyasi zikzaklarla geçen Çamuroğludur. (…) Türkiye’de İslam denilince hep Sünnilik düşünülür. Alevilik İslam içinde midir? sorusunu soranın da buna evet veya hayır diyenin de bilinçaltında hep bu tanımlama yatıyor. Çamuroğlu “biz” derken AKP’yi kastediyor. İnsan gerçekten şaşırıyor! Daha düne kadar başka bir partinin Genel Başkan yardımcısıydın. Ne oldu? Hidayete mi erdin, yoksa “bir şeyler olmak” istiyordun ve nihayet oldun. Onun için mi böyle misyonlar yükleniyorsun? Hangi sıfatla Alevileri veya kendini Alevi olarak kabul edenleri “muhatap” kabul ediyorsun? Ne adına kim adına? AKP adına mı? Öyle ise biliyoruz ki AKP Sünni inançlı ve bu inancını ön plana koyanların oluşturduğu bir siyasi partidir. Sünni misin? Yoksa kendini devlet otoritesi mi kabul ediyorsun? Her iki halde de buyurgan, emreden, yargılayan ve karar veren bir havada konuşuyor. Böyle diyalog olur mu? Bu kendinin anladığı lütuf mantığıdır. Kendisine bir şeyler lütfedilmiş o da başkalarına lütufta bulunuyor. Genel müdürlük ne yapacak? Dedeleri mi kayıt altına alıp maaşa bağlayacak? Hangi dedeyi? Biz zaptı rapt altına alınmak değil özgür olmak istiyoruz. Devlet ne bize kıyak geçsin nede başka bir inanç grubuna. Herkesten eşit uzaklıkta ve herkese aynı mesafede kalsın. Sünni yurttaşlarımız kendi camilerini yapsın ve imamlarının maaşlarını versin; biz kendi inancımızla ne istersek onu yapalım. Belki bir Din İşleri Yüksek Kurulu kurulup kamu adına herkesi denetlesin bu düşünülebilir, ama Alevi dedelerinin devlet memuru yapılması fikri tam bir cinlik! Biliyoruz ki bunu isteyen insanlar olacaktır. Yaşadığımız koşullarda bu güç yaşam koşullarında maaş almak isteyen dede ve zâkirler olur. Ama sorunun çözümü böyle olmaz. (…)
12
Aleviliği Alevilik yapan onun özgür karakteri ve kurumlarıdır. Maaşlı dede benim değil ona maaş veren siyasetçinin dedesi olur. Talib yerine siyasetten beslenen dede siyasi bir işlev yüklenir. Böyle bir yapı artık Alevi değil biat etmiş Aleviliktir. Sünni-Alevilik! Biraz garip ama bu Aleviliğin değişime ve dönüşüme uğratılmasının bir ara aşamasıdır. Hangi Alevi kendisini birinin arka bahçesi gibi görüyor? Hangi Alevi sıfatı ve iddiası ne olursa olsun bir parti veya kişinin siyasi hesaplarına grup olarak angaje oldu? Birlik Partisi, Barış Partisi, şu veya bu siyasi parti için oy isteyen “büyük” dedelerin hangisi Alevilerin önemli bir bölümünü peşinden sürükledi? Böyle bir söylem bunu söyleyenin Alevilikten ne denli uzak olduğunun göstergesidir. (…) Sonra kim kimden elbise istiyor? “Alevi yurttaşlarımıza haksızlık ettik bundan böyle bu tür yanlışlar yapmayacağız” demek yerine o elbise olmadı şimdi şu elbiseyi dikeceğiz. Prova alıyoruz Aleviler amman kımıldamayın! Şu anda başka bir yanlışlıkla meşgulüz diyorlar. Yani ille de bizi kendi gördükleri gibi kendi görmek istedikleri gibi yapmak istiyorlar. Çok tehlikeli bir girişimde bulunuyorlar. Belki bir kısım Alevileri kendi yanlarına çekebilirler ama eskisinden daha radikalleşmiş bir topluluğu karşılarında bulabilirler. Nasıl bir yanlış yaptıklarının bir an evvel farkında olmaları gerekir.
Halk Ozanı Emekçi Devlet, Dedeler ve Zâkirlerden Evvel Kendisini Eğitse Daha Hayırlı Olur İftar ramazanda olur. Alevilerde iftar olmaz. Asimilasyona iftardan başlıyorlar. Açılımdan bahsetmek bugüne kadarki kapalılığı kabul etmektir. (…) Reha Çamuroğlu Alevileri temsil edemez. Alevilerin liderleri bilinmektedir. Başbakan, Çamuroğlu üzerinden Alevilere uzanmayı denemekle stratejik bir zaaf sergilemiştir. Alevilerden olumlu puan almak için Alevi olmak gerekmiyor. Samimi olmak yeterlidir. Alevileri temsil kurumu olabilir. Ama bu işleyişinde özerk olmalıdır. Başbakanlığa bağlanırsa güdümlü olur. Laik ülkelerde durum ne ise Türkiye’de de öyle olmalıdır. (…) Bir defa Diyanetten tamamen bağımsız olmalıdır. Demokratik ülkelerde Diyanet gibi kurumlar var mı? Varsa nasıl işliyor? Yahudilerin, Hıristiyanların özerklik sınırları nerede başlayıp bitiyorsa, Alevilerinki de en az o kadar olmalıdır. Bakın güdümlülük burada kendini gösteriyor. Alevilerin kişi bazında ne kadar kadroya ihtiyaç duyacağına ve bunları nasıl finanse edeceğine Aleviler karar vermelidir. Alevilerin bütçeden sadaka bile denmeyecek kırıntılara ihtiyacı yoktur. Aleviler kendilerinden kesilip Diyanete aktarılan miktarın bütününü istiyor-
lar. Bu miktarı nerede ve ne amaçla tüketeceklerine karar verecek tek organ Alevilik Yönetim Dergâh’ı olmalıdır. Bu arada genel müdürlük yerine geçecek bir isim de önermiş olduk. (…) Aleviler bunlardan önce Devletten ve Diyanetten özür bekliyorlar. “Geçmişe takılıp kalmayalım” derken hiçbir şey olmamış gibi davranabilir misiniz? Oluşturulacak kırk kişilik kurulun başına Temel Karamollaoğlunu veya Cafer Erçakmak`ı ya da Ökkeş Kenger’i getirmeyeceğini garanti ediyor mu? Ediyorsa referansı nedir? Bu kurul nasıl oluşacak R. Çamuroğlu mu atayacak yoksa Abdullah Gül mü? Çamuroğlu iki sene içerisinde bütün Alevileri asimile edeceklerini ima ediyor olsa gerek. (…) Bütün herkese soruyorum: İslam Aleviliğin neresinde var? Eğer Alevilik İslam’ın özü ise neden Alevi köylerine zorla camii yapılıyor. Alevilik İslam’ın özü ise Sünnilik İslam’ın tortusu mudur? Hiçbir ortak noktamız yok. Namaz yok, oruç yok, hac yok, ahiret yok, cennet yok, cehennem yok. Kuran yok. Sadece ve sadece insan var. İslam bizim neremizde? Bir dinin birbirine temelden zıt, hiç uyuşmayan iki ayrı tarzı olabilir mi? Biri insanı Tanrı görüyor, diğerine göre insan anca kul olabilir. Birinin mürşidi, piri, dedesi, rehberi, zâkiri var, diğerinin diyaneti, müftüsü, hocası, imamı, müezzini var. Alevilik İslamın özü ise Diyaneti ayakta tutmak halt etmek değil midir? Alevi örgütlerince Çamuroğlu bilinen bir kimlik olduğundan, Alevi örgütleri böylesi davetlere itibar etmezler. Alevilerin problemleri tabiî ki özellikle Alevileri ve Alevi dostlarını ilgilendirir. Hiçbir Alevi Reha Bey’den bir beklenti içinde olmamıştır. Ayrıca, “Kendini Alevi gören herkes muhatabımızdır” derken, kendisinin Alevi olmadığını da itiraf etmiş oluyor. Belki de ilk defa Alevilere karşı “kerhen” de olsa dürüst oluyor. Devlet, dedeler ve zâkirlerden evvel kendisini eğitse daha hayırlı olur. (…) Türkiye’yi yönetenler laik ve demokrat olmadıklarından bu tür yöntemlere başvurmalarını yadırgamıyorum. Pir Sultan Abdal çizgisinde ısrarlı olacağız. Alevilik de, Aleviye yakışan da budur. Burada açılım yok tezgâh var. “Düğün değil bayram değil, eniştem beni niye öptü?” Türkiye son yüzyıllık geçmişi ile kapsamlı bir hesaplaşmaya girişmeden demokratlaşamaz. Demokrat olmayan bir Türkiye’den Aleviler huzur beklemesin. AKP Alevilerden rahatsız olmaya devam ediyor. AKP Alevilere ve Aleviliğe karşı Yavuz Selimi aratmıyor. Veryansın Alevi köylerine camii yapılıyor. Okullarda Alevi gençler, AKP’li müftülerce rahatsız ediliyor. Türkiye’de gayri resmi şeriat zaten var. Açık ve resmi şeriata doğru hızlı bir gidiş var. Türkiye’yi kaybediyoruz. Demokratların da mollalaştığı bir süreçtir yaşanan. Aynen otuz yıl önceki İran gibi. Hükümet bu tür uyduruk gündemlerle Avrupa’nın eleştirilerini geriletip, Alevileri de avutmayı amaçlıyor. Tayyip Erdoğan’ın hesabı ne kadar yanlışsa o kadar da tehlikelidir. AKP toplumsal barışı korkunç biçimde dinamitliyor. Alevileri parçalayıp, bir kısmını da Alevilikten çıkartıp kişiliksizleştirmek istiyor. Asimilasyona hız verilmiştir. Türkiye, Cumhurbaşkanından köy bekçisine kadar şeriat batağına çekiliyor. Alevileri tabir uygunsa topun ağzında görüyorum. Ya camiye gelip namaz kılacaksınız ya da mescitte namaz kılacaksınız dayatması sergileniyor. (…)
Sayı 37
SERÇEÞME Toplumsal barış için Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Diyanet, Alevi-Bektaşilerden resmi olarak ve dünyanın gözü önünde özür dilemelidir. Alevi köy, kasaba ve yerleşim yerlerine camii yapımı son bulmalı, yapılmış camiler başka amaçlar için kullanılmak üzere Alevilere devredilmelidir. Zorunlu İslam dersleri kaldırılmalıdır. (…) Alevilerin özerk temsil dergâhı tanınmalıdır. Alevilerden kesilen ödenekler Alevilere iade edilmelidir. Alevilere yapılan hakaretlere cezai müeyyide konulmalıdır. 12 Eylül Anayasası yürürlükten kaldırılmalı yerine çağdaş normlarda bir anayasa hazırlanmalıdır. İnsan haklarına riayet edilmeli, dil ve inanç özgürlüğü yasalarca teminat altına alınmalıdır.
Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Adına
Emel Sungur-İsmail Ateş Son Kaleyi de İşgal Edip Muhalif Bir Şey Bırakmamaya Çalışıyorlar Bu yemeği AKP’nin kadrolarının düzenlediği herkes tarafından malum. Her ne kadar Abdal Musa Vakfı’nın ve Reha Çamuroğlu tarafından düzenlenen bir organizasyon gibi görünse de sonuçta Reha Çamuroğlu AKP’nin milletvekilidir. (…) Şimdi ısrarla yemeği AKP’nin değil de Reha Çamuroğlu’nun organize ettiğini söylüyorlar. Reha Çamuroğlu AKP’nin dışında birisi mi? Bu iftar yemeği bir asimile programının başlangıcıdır. Bakın 13 Ocak 2008 tarihli Yeni Şafak gazetesi’nin 11. sayfasındaki haberin başlığı “İftar Sadece Bir Başlangıç”. İşte bu yüzden bizler bu yemeğe karşı çıkıyoruz. Biz, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması için kampanyalar yapan, laik, demokratik devlet yapısı içerisinde bu tür kurumların yeri olmadığına inanan bir kurumuz. Şimdi bir tarafta Diyanetin kaldırılmasını savunurken, diğer yandan Başbakanlığa bağlı Alevilikten sorumlu bir Genel Müdürlüğe destek vermemiz bizim için bir çelişki olmaz mı? Devletin sayılarının üç bin civarında olacak bir dede ve zâkir eğitme programı başlatması Aleviliği asimile etme, özgün ve özgür Alevilikten çıkarıp Emevi Sünni İslam’ın kontrolünde bir Alevilik yapma planlarının adımlarından birisidir. Bu güne kadar yaşanmış katliamlara, yok sayılmalara, inkâr politikalarına rağmen, özgür ve özgün Alevilik yaşamıştır. Alevi kültür ve inancının Devlet Aleviliğine dönüştürülemeyeceği gibi laik ve demokratik devlet yapısı içerisinde böyle bir oluşumun anlamı yoktur. Yoktur ama AKP başlatmış olduğu bu çalışmadan asla vazgeçmeyecektir. Ayrıca bu bahsedilen kadrolar için başvurular olacağına da emin olabilirsiniz. Cemevini, cümbüşevi gibi görecekler ve aynı bakış açısı ile cemevleri açacaklar, dede
Ocak 2008
ve zâkir yetiştirecekler. İnanın bu aymazlık bizi şaşırtıyor. Cemevlerine cümbüşevi diyenler bunlar, Alevilikle Satanistliği aynı kefeye koyanlar bunlar, Madımak’ta insanları bir otele doldurup diri diri yakanlar bunlar, Madımak canilerinin savunmasını yapan Şevket Kazan ile aynı partide politika yapan, aynı safta namaza duranlar bunlar, Alevilik için Cemevi yapmak isteyen ve Alevi dedesi ve zâkirlerini eğitmeye soyunan da bunlar. Bazen şaşmak da yetmiyor. Bunlara nasıl inanabiliriz ki… Bu safdillik olmaz mı? Hatta bunlara inanmak ve insanlarımızı bunlara inandırmaya çalışmak Alevilik için ihanetlerin en büyüğü olacaktır. Bizlerin Aleviliğin İslam içinde ya da dışında olması gibi bir problemimiz yok. Ayrıca kimsenin de yoktur. Ha, kimlerin var biliyor musunuz? Ortadoğu’da istikrarı ve barışı yıllardır engelleyenlerin, Ortadoğu ve dünyayı kana bulayanların ve bunların uşak ve işbirlikçilerinin problemi vardır. Çünkü biliyorlar ki özgün ve özgür Alevililik nice katliamlardan nice baskılardan geçmiş de binlerce yıldan bugünlere gelmiştir. Sevgi demiş, aşk demiş, barış demiş, eşitlik demiş… Benim kabem insandır demiş. Böyle düşünen, inanan ve yaşayan insanların olduğu bir coğrafyada kan ve savaş üzerine programları rahat uygulayamazsınız. Başarısız olursunuz. İşte bu yüzden Aleviliğe Emevi Sünni İslam’ın içerisinde bir yer bulmaya çalışıyorlar. “Dostun bahçesine bir hoyrat girmiş Korudur hey benli dilber korudur Gülünü dererken dalını kırmış Kurudur hey benli dilber, kurudur” Pir, bundan 500 yıl önce R. Çamuroğlu’na cevap vermiş zaten. Bunun ötesinde söyleyecek ne söz olur bilemiyoruz. Bir de Hüdai Baba’nın bir cevabı var Sayın Çamuroğlu’na; “Rızaya razı ol Hakk’a kailsen Ara bul mürşidi müşkülde isen Hakikat şehrinde yolcu değilsen Ne yolcuyu eğle ne yolu incit” “Gel haktan ayrılma Hakk’ı seversen Nefsini ıslah et er oğlu ersen Hüdâi incinir inciten dersen Ne kimseden incin ne eli incit” Hiçbir siyasi partinin, kurumun, kişinin Alevilere elbise biçmeye ne hakları ve hadleri vardır. Bakın bunların anlamadıkları şudur. Alevilik bunların anlayamayacağı büyüklükte bir inanç ve kültür sistemidir. Aleviliğin Bâtıniliğini anlayamaz bunlar. Bunlardan öncekiler anlamadı ki bunlar anlasın. Bunlar inançlarını zâhirlik üzerine kurmuşlardır ve bu şekilde yaşamaktadırlar. Aleviliğin Bâtıniliğini, içselliğini anlayamazlar. Hoş, öyle bir çabaları da yok. AKP’nin Alevi açılımı dediği, Alevileri yok etmek üzerine kurulu bir programdır. Bu program elbette ki Alevilerin laik ve demokratik toplum özlemini sonlandıracak bir program değildir. Zaten böyle bir amaçları da yoktur. Onlar kendilerinden olmayan, kendilerine benzemeyen hiçbir şeyi istemiyorlar. Bu yüzden de amaçları Aleviliği kendi görmek istedikleri şekle büründürmek, Aleviliği kendilerine benzetmektir. Bunlar aykırılıkları istemiyorlar. Bunların Alevilerin sorunlarını çözmek değil amaçları. Bunlar karşılarındaki son kaleyi de işgal edip kendilerine muhalif olan hiçbir şey bırakmamaya çalışıyorlar.
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı
Kazım Genç Türkiye’de Alevi Sorunu Yoktur Türkiye’de Demokrasi Sorunu Vardır Bu söylemdeki AKP’nin Alevi açılımı söylemi başlı başına bir yanlış ve başlı başına bir yalan, AKP açısından baktığımızda. Şimdi bir partinin söylemi veya bir partinin açılımı olabilmesi için bu konunun partinin yetkili organlarında en azından bir tartışılması, konuşulması, bu konuda bir yol haritasının belirlenmesi, partinin yetkilileri tarafından kamuoyuna deklare edilmesi, sahip çıkılacağının telaffuz edilmesi gerekir. Baktığımızda AKP’nin genel başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın, Genel sekreteri Sayın Şahin’in böyle bir açıklamaları yok. Partinin yetkili kurullarında böyle bir konunun görüşüldüğüne, konuşulduğuna ilişkin herhangi bir bilgi yok. (…) Kamuoyunda yoğun olarak söylenen bu açılım, ne AKP’nin bir açılımıdır ne de AKP’nin kabul ettiği bir açılımdır. Ne de Aleviler açısından bir açılım olarak değerlendirilecek bir çalışmadır. Bunu kabul etmek mümkün değildir. Pir Sultan örgütlülüğü kurulduğu tarihten beri laik devleti, devletin dini kurumu olmayacağını savunmaktadır. Devletin dini kurumunun olmasını laiklik ilkesinin ihlali olarak görmektedir. Bu nedenle de verdiği demokrasi mücadelesinde Diyanet İşleri Başkalığı’nın kaldırılmasını, DİB’ne aktarılan paranın sağlığa, eğitime, kültüre, bayındırlığa, enerjiye vb. toplumsal anlamda daha genel yatırımlara aktarılmasını istemektedir. O genel müdürlük kapsamında üç bin kadronun verilmesiyle dedelere, zâkirlere üç bin kadro verilmesi sanırım karıştırılıyor birbirine ama bu bir hizmet birimi diye düşünüyorlar. Dede, zâkir vb. atamaları, tayinleri, kadroları vb. işleri yürütmek üzere falan diye düşünüyorlar tahmin ediyorum. Biz tabii baştan eğer dedeler ve zâkirlerimiz devletten maaş almalı mıdır, almamalı mıdır yaklaşımının üstüne konuşursak; öyle bir hizmet birimine ihtiyaç var mı yok mu kendiliğinden açığa çıkar. Şimdi ona değinmek istersek; Alevi öğretisinde inanç hizmeti sunan hiçbir hizmet erbabı dedesi de, piri de, mürşidi de asla ve asla iktidarlardan maaş almamışlardır. Alevi öğretisinin en temel değerlerinden birisi inanç hizmetini sunan, dedelerimizin bu inanç hizmeti karşılığı herhangi bir kurumdan herhangi bir bedel almaları söz konusu değildir. Çünkü böyle bir bedel dedelerimizin özgür iradelerini zedeler. Şimdi bu konuda AKP’nin siyasetinde herhangi bir değişiklik yok bence. Değişiklik olan şey şu; AKP’den milletvekili seçilmiş olan (Devamı 14. Sayfada)
13
SERÇEÞME (Baştarafı 13. Sayfada) Sayın Çamuroğlu’nun Alevi oylarını AKP’ye kanalize ederek vebal ödeme çalışmasından başka bir şey değil. Yani Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Sayın Çamuroğlu’nu seçilecek herhangi bir yerden milletvekili göstermese, Sayın Çamuroğlu’nun parlamentoda olması mümkün olmayacak. İşte al gülüm ver gülüm pazarlığıdır bu. Ama ne yazık ki bu al gülüm ver gülüm pazarlığının üzerinde oynandığı toplum Alevi toplumudur ve Alevi toplumuna yanlış yapılmaktadır. (…) Şimdi bakın, kim söylerse söylesin, kim telaffuz ederse etsin, bu söylem biraz haddini bilmemektir. Neden haddini bilmemektir. Bende söylesem haddini bilmemek demektir. Yani ben sizin Aleviliği İslam’ın içinde görmenizde, İslam’ın dışında görmenizde, kenarınızda görmenizde, üstünde veya altta görmenizde ne karışabilirim. Bu birebir sizinle, sizin inancınız arasındaki, sizin inancınızla sizin tanrınız arasındaki bir olgu değil mi? Kimi ne ilgilendirir. Her yurttaşın parlamenteri noktasında olan bir kişinin biz Aleviliğe sağ gözüyle bakanlarla yürürüz de, sol gözüyle bakanlara tükaka demek doğru mudur? Şimdi bu yaklaşım dahi baştan çok açık ve çok net olarak bizim söylediğimizi doğrulamaktadır. Aleviliği asimile etmeye ve tektipleştirmeye çalışmaktadırlar. Şimdi tabii siz gözden kaçırmışsınız, öyle sanırım ki bir yerdeki açıklamasında işte, ellerindeki oyuncaklarını aldık vb. söylemleri var. Bu saygısızlıktır. Yani Alevi örgütleri on yılları aşkın bir süredir Alevi öğretisinin yaşanması için mücadele vermektedirler. Ve bu mücadeleyi verirken de; semahı yaygınlaştırmakta, cemevini yaygınlaştırmakta, cemevindeki hizmeti yaygınlaştırmaktadır. Bunları oyuncak olarak görmek, yaklaşımının ne kadar sakat ve yanlış olduğunu göstermektedir. Bunları elinden alacağız demek, Alevi örgütlerinin yanında Alevilere de hakarettir. Yani cemini tutan bir Alevi’ye, cem tutma hizmetini sunan mekânı hazırlayan, bunu yaratanların hizmetini oyuncak sayarsan, onun inancını da oyuncak sayarsın. (…) Dönem dönem sohbetlerimizde, basın organlarıyla yaptığımız röportajlarımızda, ben şunu söylerim; “Türkiye’de Alevi sorunu yoktur” derim. Karşıdaki böyle bir ne diyorsunuz falan der. Türkiye’de bir demokrasi sorunu vardır. Eğer Türkiye’deki bu demokrasi sorununu aşarak demokrasiyi tüm kurum ve kurumlarıyla işler hale getirirsek ve demokrasi kurum ve kurallarıyla işlediği zaman, biz herkesi eşit yurttaş olarak görür, inancına, diline, kültürüne, ırkına, ötekileştirmeden saygı gösterirsek bu tür sorunlar olmaz deriz. Yani Türkiye’de sadece Alevilerin birkaç sorununun çözümlenmiş olması demokrasinin yerleştiği anlamına gelmez. Eğer böyle görülürse bu yanlıştır. Öncelikle tabii Türkiye’de çok yoğun olarak bir inkâr politikası var. Yani bu inkâr politikalarından vazgeçmelidir. Ve bir eşit yurttaş olma noktasında saygı göstermelidir. Bunlar işin özüdür zaten. İnkârdan vazgeçeceksin, eşit yurttaş olarak görüp haklarına saygı göstereceksin. Bunları bu ikisini, yaptığın an zaten bu sorunların %70, 80, belki de 90 hallolur. Yani eşit yurttaş olarak görürsen, zorunlu din dersine mahkûm kalmazsan, inkâr etmez, asimile etmeye çalışmazsan, gidip köylerine cami yapıp imam göndermezsin. DİB gibi devletin bir
14
dini kurumunu en büyük misyoner örgütünü yaratmazsın. Ramazan ayında Sünni yurttaşlarımızın ibadetleri nedeniyle hemen hemen yirmi dört saat yayın yapan televizyonlar olmasına rağmen, Alevilerin muharrem aylarında bir saatlik taleplerine dirsek çevirmezsin. Yani dersen bunun da hakkı vardır, eşit yurttaştır, bu da bu kutsal günlerinde bu yas-ı matemlerinde kendi inancını anlatsın, yaşasın dersin.
Karacaahmet Sultan Dergâhı Vakfı Başkanı
Muharrem Ercan Toplumumla Gurur Duyuyorum AKP’nin vermiş olduğu bu iftar bence tahkiyedir. Alevilerin birbirlerini böl, parçala, yönet taktiğidir. Bizi birbirimize düşürme taktiği olarak yorumluyorum ve buna inanmıyorum, güvenmiyorum. Yani biliyorsunuz Aleviliğin temel prensibi laikliktir. Laikliğin de ayrı bir kurumu, ayrı bir Diyanet’i olamaz. Mesela ben şuanda Alevi din hizmetlerine karşı olan bir kişiyim. Dede olarak söylüyorum bunu. Alevi din hizmetinin ne kuruluşuna katılmışımdır ne de onlarla hareket ediyorum. Çünkü Alevilik biliyorsunuz bağımsızdır, özgürdür. Herkes kendi iradesiyle mücadele, uğraş verir. Kalkıp da biz herhangi bir şeye bağlanıp, o bağlamda sadaka gibi veyahut lütuf gibi bir şey sunmalarına karşıyım. Biz laiksek, demokratsak nasıl şimdiye kadar 1400 senedir veyahut şurada yirmi senedir cemevlerimizi kendi katkılarımızla, kendi ekonomik şartlarımızla buralara yönlendiriyorsak,
RUHİ SU
Irmak Ağaç demiş ki baltaya Sen beni kesemezdin ama Ne yapayım ki sapın benden Bak şu ağacın bilincine sen Ölen ben, öldüren benden Bunca analar ağlayıp durur da Akıp gider gelinciklerden Kör müdür sağır mıdır bu ırmak Ölen ben, öldüren ben Her yerde böyle olmuş bu Önce dağa, taşa, ağaca söyletmiş halk Sonunda sabahın bir yerinden Uyanıp kalmış ayağa ırmak Ölen ben, öldüren benden
KÂMİL ATEŞOĞULLARI Kubbe-i rahmanda vücuda geldim Tanıyıp âdemi sücuda geldim Aşk oduyla yanıp “Enel Hak” için Vahdet-i vücuttan, mevcuda geldim
bundan sonra da yönlendiririz diye düşünüyorum. Ben isterdim ki aynı durum camiler içinde olsun. Vallahi bu konuda şimdi bize dedim ya lütuf vermesinler, hakkımızı versinler. Madem verilecekse de 130 bin Diyanet’in kadrosu var. Biz bunun üçte birini temsil ediyorsak 20–25 milyon bir Alevi toplumu varsa ona göre kadro versinler. Niye üç binle, iki binle sınırlandırıyorlar. (…) Aslında temelde yanlış olduğunu size bahsetmiştim. Olaylarla karşılaşırken bize derler ya “düğün değil bayram değil eniştem beni niye öptü”. Bilmiyorum artık herhalde yerel seçimler yaklaştı onun için ayrıca ben şunu da savunuyorum; Türkiye’de Aleviler laikliğin %90 savunucusudurlar. Bu yüzden ne yapalım “Alevileri kenara çek böl, parçala, yönet taktiği uygulayıp arkasından kalkıp atımızı rahat rahat oynatalım” diye düşünülmektedir. Lütfen gelin Karacaahmet’in önüne Muharrem ayında, en aşağı yüz bin kişi olacak. Şahkulu’nun önüne, Garip Dede’nin önüne, Erikli Baba ya da Hacıbektaş dergâhlarına gidin görürsünüz. Kamuoyu yoklaması yapın. Kaç kişi İslam’ın dışındayız diyecek, sana kaç kişi İslam içindeyiz diyecek. (…) Hak-Muhammet-Ali yolu tektir. Bu yolda bizim bildiğimiz erkân, cem vardır, musahiplik vardır, yol vardır, ikrar vardır, pirlik vardır, mürşitlik vardır, dört kapı kırk makam vardır. Hem pirlik, mürşitlikten bahsedeceksin hem kalkıp diyeceksin ben İslam’ın dışındayım. Ben şuanda bile şu yaştayım, dedeyim ben güneşe karşı dua okumayı seviyorum. Şamanizm’den aldığımız vardır buna karşı değilim. Budizm’den aldığımız vardır, ama ben Aleviliği şöyle yorumluyorum: Her dinin Hıristiyanlığının da, Museviliğinin de, Zerdüştlüğünün de, Budistliğinin de, Şamanizmin de güzel taraflarını almışız birer parça, ama İslam’ın içinde yoğurup bir mozaik eylemişiz diye düşünüyorum. (…) Bu konuda söyleyecek bir şey yoktur. Söyleyecek bir kelime bulamıyorum. Biz arka bahçe ön bahçe gibi şeylerde değiliz. O gitsin imam hatiplerle konuşsun, türbanlılarla konuşsun. Vallahi bizim elbisemiz bize kâfi. Yeni elbiselere ihtiyacımız yok. 1400 senedir bu elbiseyi giyiyoruz. O hırkayı, o abayı giyiyoruz. O elbiseyi 1400 senedir Hacı Bektaş giymiş, Şahı Merdan Ali giymiş, İmam Hüseyin giymiş, Pir Sultan Abdallar giymiş, Nesimisi, Viranisi, Noksanisi, Harabisi yani milyonlarca âşıklarımız, dervişlerimiz giymiş. Bizim yeni elbiselere ihtiyacımız yoktur. Yeter ki bizi rahat bıraksınlar, ihsan istemiyoruz başka. Bizde emir kulu yoktur. Bizde biat yoktur. Onu sesli söylüyorum. Alevilikte biat yoktur. Bizde öyle emir, biat yoktur. Bu ancak başka rejimlerde ve başka düşüncelerde, şeriatçı, yobazlarda olur. Bizde, “ağam böyle emretti”, “şeyhim böyle emretti” yoktur. Yok “töre olayı”, yok bilmem ne olayı, bunlar bizde yoktur. Allaha şükürler olsun, toplumumla gurur duyuyorum. Bir dakika, bir saniyede bile yasa çıkarıyorlar. Cemevlerimiz yasal mı, yasal değil mi; zorunlu din derslerini kaldırmışlar mı, kaldırmamışlar mı bir onu görelim. Önce çıksınlar bunu söylesinler. O zaman çıkayım diyeyim ki hiçbir gücün yetmediği cemevlerini yasallaştırdılar!
Sayı 37
SERÇEÞME
Erikli Baba Kültür Derneği Başkanı
Metin Tarhan Aleviler ‘Arka Bahçe’ Olmayacak Kadar Bilinçli İnsanlardır AKP’nin Alevi toplumuyla ilgili düşünceleri çok önemli. AKP devleti yöneten, hükümet olan bir parti şu anda. Alevi toplumunun doğrudan muhatabı diye düşünüyorum, devleti yönetmesinden dolayı. AKP’nin Alevi toplumu taleplerini dillendirmesini bir kez önemli olarak görüyorum. Ama amacı konusunda, Alevi toplumuyla ilgili beklentiler konusunda kuşkular çok yoğun. (…) Alevi toplumunun sorunlarına sahip çıkma şeklinde samimi olarak bir iftar yemeği düzenleniyorsa, Alevi toplumunun taleplerini hayata geçirmenin bir adımı olarak değerlendiriliyorsa buna olumlu bakılmalı diye düşünüyorum. Ama yok sadece birçok sebeple Avrupa Birliği, ABD, Alevi örgütlülüğü vs. gibi baskıların olmasıyla veya sonuçların doğmasıyla ve Alevi toplumunu içten uyarlayıp kamuoyuna karşı veya dışa karşı biz Alevilerle ilgili de bir şeyler yapıyoruz noktasında değerlendiriyorlarsa, bu iftarı düzenlemelerini çok tehlikeli ve riskli buluyoruz. Öyle bir kurumun bir kez hükümete bağlı, devlete bağlı bir şekliyle yani doğrudan başbakanlığa bağlı bir şekliyle bir kurumun varlığını uygun görmüyorum. Bir inançları idare eden veya inançlarla ilgili kurulan bir kuruluşumuz var, Diyanet İşleri Başkanlığı. Sadece DİB bir müessese, bir misyonerliği yapma noktasına geldiğinden dolayı çok sıkıntılı bir noktada. Dolayısıyla Diyanet’in kuruluşundaki amacından çok uzaklaştığını bu amacına ters düştüğü görülüyor. Bu nedenle öncelikle Diyanet’e bir çekidüzen verilmeli. Yani Diyanet kaldırılmalı veya kaldırıldıktan sonra yeniden bir Diyanet düzenlenmeli. Bu Diyanet’te tüm inanç grupları, mezhepler de dahil kendi içtihadını oluşturacak şekilde, kendi din adamını yetiştirecek şekilde yetkileri olmalı. Demokratik, laik bir ülkede Diyanet’e de ihtiyaç var diye düşünüyorum, ama Diyanet özerkleştirilmeli, siyasi alandan çıkarılmalı. Sadece inançların yaşamasını sağlayan demokratik bir kurum halinde yeniden yapılandırılmalıdır. Diyanet bu haliyle devam edecekse de kaldırılmalıdır. Bu haliyle Diyanet’i istemiyoruz. Bu haliyle Diyanet toplumsal barışı korumaya dönük bir çaba içerisinde değil. Bilakis bozacak bir noktaya, çok tehlikeli bir noktaya gelmiştir. O anlamda kaldırılmalıdır. Bu şekildeki Diyanet lağvedilmelidir. Dede ve zâkir… Zaten dede çok farklı bir statüdür. O yüzden, özelliğini koruması anla-
Ocak 2008
mında, bir spesifik duruma ihtiyaç var. Öyle herhangi bir adamı alalım, dede diye yetiştirelim diye bir şey olmaz. Bence bir kez doğrudan bu noktada yani Alevi toplumunun talepleri bir bütün olarak ele alınmadığı müddetçe sadece bir kısmının hayata geçirilmesi veya geçirilmek istenmesi çok amaçlı ve Alevi toplumunu gerçektende temel değerleriyle birazcıkta oynamak gibi bir durum olur. (…) Öyle sadaka gibi Alevilere üç bin kadro verdik, bir de maaş vereceğiz… (…) Bu şekilde bir memur yaratmak, siyasi otoriteye bağlılık yaratmak gibi bir şey düşünülüyor. Bunlar Alevi toplumunun ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olan bir düşünce olarak değerlendiriyorum.
çekten de bir yapı, bir hükümet yapısı demokratik kültür taşımıyorsa, demokratik değerler taşımıyorsa Alevi toplumunun taleplerini hayata geçirme şansı da olmaz. Dolayısıyla ülkenin genel demokratikleşmesine ihtiyaç var. Bu demokratikleşme içerisinde Alevi toplumunun demokratik taleplerinin de karşılanması herhalde elzem zorunlu diye düşünüyorum.
Çözeceklerse samimi bir şekilde Alevi toplumu sadece teşekkür eder. Zaten pek kimin çözdüğü önemli değil. İnşallah Reha Bey’e nasip olur, Reha Bey’in mensup olduğu partiye nasip olur. Bu kadar da açıkça söylüyorum. Samimi bir tarzla ele alıp çözebiliyorlarsa sadece Alevi toplumu teşekkür eder, 1400 yıllık sorunları çözdüler der. Bu kadar büyük bir iş yapmış olurlar.
ABF Merkez Yürütme Kurulu Üyesi
Gerçekten de Reha Bey’in mensup olduğu hükümet Alevi toplumunun taleplerini samimi bir şekilde hayata geçireceklerse kendisine sadece teşekkür ederiz. Alevi kurumları da çok önemli değil. Yeter ki Alevi toplumu kendi haklarına kavuşmuş olsun. Alevi kurumları da o talepleri hayata geçirmek için mücadele veriyor. Geçtikten sonra neden karşı konuluş olsun ki. Burada bir çelişki var.
AKP’nin tabii açılım diye bir şey söz konusu değil. Bu tamamen siyasaldır, AKP’nin siyasal açılımlarından birisi. Dolayısıyla Alevi dünyasının öteden beri talep ettikleriyle ilgili somut bir gelişme, somut bir açılım söz konusu değil.
Aleviler şu veya bu şekilde arka bahçe olmayacak kadar da bilinçli insanlardır. Ben kural olarak söylüyorum, genel olarak söylüyorum. İstisnalar, kullanılabilir noktada olanlar herhangi bir toplumda çıkabilir Alevilerde de olabilir. Belki kendisinin de kendi etrafında toplayacağı bir grup Alevi olacak. Acaba nasıl izah etmek gerekiyor? Reha Bey’in arka bahçesi şeklinde mi? Değil! Şimdi bir kez ülkenin demokratikleşmeye ihtiyacı var. Biz Batı’yı hedef almışsak, Batı demokrasilerinde insanların bu hürriyetlerinin nasıl sağlandığı, nasıl korunduğu, nasıl geliştirildiği biliniyor. (…) Genel olarak da eğer ger-
PİR SULTAN ABDAL
Haller Nic’olur Pek imiş kırılmaz feleğin yayı Ezelden sunulur aşığın payı İki dinli yüzlü yüze gülücü Sürerler Dergâh’tan haller nic’olur Er değildir er nefesi tutmayan Er pislik temiz etmeyen Özünü rızaya teslim etmeyen Sürerler Dergâh’tan haller nic’olur Erenler kabul eylemez yalanı İçi sual olup dışı güleni Evvel ikrar verip sonra döneni Sürerler Dergâh’tan haller nic’olur Pir Sultan’ım ihlâs çağır Pir’ine Yerler gökler inler ah ü zarına Mümin olan çıkar Hak divanına Sürerler Dergâh’tan haller nic’olur
Murtaza Demir Alevilerin Gücü Kendilerine Biçilen Elbiseyi Yırtıp Atmaya Yeter
Şimdi buna iki perspektiften bakmak gerekir bu sizin söylediklerinize. Birincisi şu, Alevilik parayla yerine getirilen bir inanç mıdır? Bugüne değin böyle midir? Şayet böyle olursa Sünnilik benzeri bir inanç haline getirilirse, ritüelleri içine paranın karıştığı, çıkarın karıştığı, siyasetin karıştığı bir inanç haline gelirse ne olur diye bakmak gerekiyor. İşin bir başka yanı da şu, AKP’nin doğrudan doğruya parti yöneticilerinin söylediği Alevilere yönelik herhangi bir açılım yoktur. Yani sizin söyledikleriniz de dahil olmak üzere AKP yönetiminin böyle bir taahhütten kaçındığını hep birlikte izledik, yani bütün Türkiye izledi. Ta öteden beri gelen bir yargı var Diyanet’te ve Diyanet çevresinde. Bu, 1995 yılında yanılmıyorsam şöyle ortaya çıkmıştı: İran’a giden Diyanet heyetinin Ayetullah Humeyni’yle ya da Humeyni’nin yardımcılarından biriyle görüşmelerinde İranlı heyet, Türklere “ülkenizdeki, inançsız Alevileri bir forma sokmak, bir biçim vermek lazım. Bunları; isterseniz bize bırakın biz Şiileştirelim. Ama bize bırakmazsınız siz bunları Sünnileştirin” demişti. O günden bugüne Alevilerin muhalif hareketine, muhalif olmalarına, demokrasi yanlı olmalarına, Alevi tarlasından çokça solcu üremesine Türkiye Cumhuriyeti devleti, devlet zihniyeti olarak hep karşı çıkmıştır. Ve bunu bir biçimiyle çözümlemek istemiştir. Bu anlamıyla elbise biçme arayışına çoğu zaman girmiştir aslında. Devlet olarak bunun da Diyanetin bir görevi olduğunu Diyanete yüklenen bir görev olduğunu söyleye gelmişlerdir. Dolayısıyla da Diyanet’ten böyle bir beklenti vardır. Diyanetten Alevileri bir hale sokmaları, bir yola sokmaları beklentisi hep devam edegelmiştir. Şimdi bu ciddi bir tehdittir. Yani bu Alevilerin öteden beri getirdikleri, yana yakıla ge(Devamı 16. Sayfada)
15
SERÇEÞME (Baştarafı 15. Sayfada) tirdikleri, bedel ödeyerek getirdikleri değerleri üzerinde sallanan demoklesin kılıcı gibi sürekli sallanmaktadır. Bu bir biçimiyle bir yeri biçecek bir demoklesin kılıcıdır. Ya sistemin kendisini biçecek ya Alevileri biçecek. Alevilerin sorunlarına adam gibi onların istediği gibi, öteden beri getirdikleri gibi ulularının izinden gittikleri gibi bir çözüm onlara verilmezse, o haklara onların hakkı olduğu kabul edilmezse, bir hak falanda verilmek söz konusu değil, onların hakkı olan şeyin kabulü sorunu var. Dolayısıyla bu kabul devlet tarafından gerçekleşmediği takdirde hakikaten nerede duracağı belli olmayan, nasıl olacağı belli olmayan çok ciddi çalkantılara ve çok ciddi kargaşalara gebe bir durum gibi görünmektedir. O yüzden devlet Alevilere bir elbise biçmek, Alevileri kendi istedikleri forma sokmak gibi bir çaba yerine Alevileri olduğu gibi kabul etmek Alevilerin varlıklarına saygı göstermek durumunda olmalılar ve ancak o zaman işin çözümü, sorunun çözümü de söz konusu olabilir. Aksi takdirde Aleviler nasıl Yavuz, Kanuni, Hızır Paşa, Babailer, Baba Zünnun, Şahkulu döneminde sistemin kendilerine diktiği elbiseyi giymemiş, yırtıp atmışsa; bugün de aynı yüceliğe aynı kararlılığa sahip, sistemin Alevileri bir yana bırakarak kendi zihniyetlerinden, kendi inanç anlayışlarından yola çıkarak ortaya koydukları elbiseyi yırtıp atmaya her zaman güçleri yetecektir. Bu kararlılıkları da vardır. Çok güzel bir soru. Alevilerin bayrak sorunu yoktur, sınır sorunu yoktur, toprak talepleri yoktur, Atatürk sorunu da yoktur. (...) Tam da Türkiye’nin normal vatandaş standartları içerisindeki çok kolay karşılanabilir taleplerdir. Çok kolay karşılanabilir yani birazcık insani olan, birazcık vicdanı olan, birazcık adaleti olan, birazcık eşitliğe yatkın olan herhangi bir siyasi parti ve siyasal iktidar Alevilerin sorunlarını bugünden yarına, akşamdan sabaha çözebilecek noktadadır. Sadece eşitlik ve eşit yurttaşlık istiyorlar ve bu ülkenin kurucusu olan Atatürk’ün koyduğu kurallara, ilkelere, laik, demokratik devlet yapısına da uygun hükümetler istiyorlar. Uygun bir siyasal açılım istiyorlar. (…) Dolayısıyla devletin temel sorunları dururken, temel ihtiyaçları dururken, eğitim gibi, sağlık gibi, hukuk gibi çeşitli reformları ve ihtiyaçları dururken dine bu kadar paranın ayrılmamasını istiyorlar. Ve bunun adalete, eğitime, sağlığa harcanmasını istiyorlar. Tabii böyle baktığımızda şunu da söylemek gerekiyor. Bunlar feodal talepler. Şimdi Alevinin sorunu dediğiniz zaman Sünni’nin sorunu ortaya çıkar, Ermeni’nin sorunu ortaya çıkar, Çerkez’in sorunu ortaya çıkar, Balkan göçmenlerinin sorunu ortaya çıkar. Ve bunlar hep etnik ve dinsel sorunlar olarak ortaya çıktığında da bu ülke Irak’tan farksız etnik olguların birbiriyle çatıştığı, kavga ettiği bir ülke haline gelir; böyle bir ülkeden de çağdaş ve demokratik bir ülke olarak söz etmek, burada refahı ve huzuru oluşturmak da mümkün olmaz. Oysa şöyle baktığınızda sorunları çözmek çok daha kolaydır ve doğrudur. Siz demokrasiyi kurumlaştırırsanız eğer bu ülkede, eşitliği de birlikte kurumlaştırmış olursunuz. Demokrasiyi kurumlaştırmak, laikliği kurumlaştırdığınız zaman sorun olan şeyler sorun olmaktan çıkar. Bir Alevi olarak benim temel talebim laik, demokratik, çağdaş bir devlette yaşamak-
16
tır. Dolayısıyla, tabii çok haklısınız böyle bir soruyu sormakta, Alevilerin sorunları çözümlendiğinde Türkiye’nin sorunları çözümlenir mi, çözümlenmez. Türkiye’nin sorunlarını çözmezseniz Alevilerin sorunları çözümlenmez, Sünnilerinki çözümlenmez, işçilerinki çözümlenmez dolayısıyla hiçbir kesimin sorunları istediğimiz ölçülerde çözümlenmez. Ama siz laikliğin sorunlarını çözseniz, demokrasinin sorunlarını çözümleseniz, diğer bütün sorunları da bunun içinde çözmüş olursunuz.
Arif Sağ Cumhuriyete, Laikliğe, Demokrasiye Karşı Bir Siyasal Yapının İçindeysen, Alevilikten Sapmışsın AKP ne yapıyor? Üç milletvekili almış Alevi cemaatinden. Onları yetkili göstererek Aleviler adına fetva verdirtiyor. (…) Bu üç arkadaşın Alevi topluluğu içerisindeki yeri nere? Alevi önderleri mi? Alevi örgütlerinin başındaki insanlar mı? Ya da Alevilerin karizmatik liderleri mi bunlar? Kim bu arkadaşlar? (…) Bu toplumun onayını aldılar mı bunlar? Ve parlamentoda bu şekilde fetva veren arkadaşlarımız oraya Alevilerin oyuyla mı gitti? (…) Devletinin bugünkü yapısı içerisinde cumhuriyete, laikliğe, demokrasiye karşı bir siyasal yapının içerisindeysen, Alevilikten sapmışsın demektir. Hem Alevilikten, onun ilkelerinden sap hem de Aleviler hakkında ahkâm kes! Bu doğru değil, bu inandırıcı değil. Şunu dese anlarım: “Biz Aleviliği İslam içinde gören kişilerle ve örgütlerle muhatabız.” Adam olaya bu çerçeveden bakıyor der, saygı gösteririz. Bu laf şu anlama geliyor: Aleviliği İslam içi görmeyenlerle muhatap değiliz. Ama sonra diyor ki, “Kendini Alevi hisseden herkes bizim muhatabımızdır.” Kendini Alevi hissedip, Aleviliğe İslam dışı olarak bakan insanlar olabilir. Bu normaldir. Kabul edersin etmezsin, ederiz etmeyiz, o ayrı bir şey. Ama insanların bakış açısı var; özgür iradesiyle düşünme hakkı var. Reha Çamuroğlu’yla aynı paralelde düşünmeyebilir. Onlar Alevi sayılmıyor mu? Yoksa Reha “örnek Alevi” durumunda mı? (…) Bu çok cahil ve kaba bir ifadedir. Gelelim (…) Aleviliğin İslam içi-İslam dışılığına. Ben yıllardır Alevi örgütlülüğünün içindeyim. (…) Dernekler, vakıflar, Pir Sultan Abdal örgütlerinden hiçbirinin tüzüğünde, yayınladığı herhangi bir belgenin içerisinde, “Alevilik İslam dışıdır” sözcüğüne rastlamış değilim. Bireysel olarak birileri çıkmış, böyle laflar etmiştir. Bu, o örgütleri bağlamaz. Burada Reha ayıp ediyor, tarihi hata yapıyor. Burada kişilerinin ağzından çıkmış lafları Alevi örgütlülüğün tümüne mal etmek hainliktir. Benim kanaatime göre laik devletin dini kurumu olmaz. Bir devletin dini kurumları varsa, devletin bütçesinden pay alıyorsa, o dini ku-
rumları devlet yönetiyorsa, o devlet laik devlet değildir. Bunun adını koymak lazım. Laik devletin dini örgütü olmaz. Dini örgütü olmayacağı için Alevileri de orada bir genel müdürlüğe bağlamak siyasi anlayışımıza, dünya bakışımıza terstir. (…) [AKP] Diyanet İşleri’ni devletin kontrolünden çıkartmak istemiyorum, ben buradan dini yönlendireceğim, dine biçim vereceğim, nasıl istiyorsam öyle bir din anlayışı sunacağım diyorsa, bu yoldan gidiliyorsa, bu hem sakat, hem de tehlikelidir. (…) Düşünülen bu müdürlük, Aleviler için kurulmak istenen bir müdürlük değildir. Bu müdürlük yeni bir Alevi anlayışı düzenleyip, o yeni anlayışı Anadolu’nun o bin yıllık Aleviliğiymiş gibi göstermek içindir. Yeni bir biçim, benim istediğim gibi bir Alevilik, ben Alevileri nasıl düşünüyorsam sen de öyle Alevi olacaksın dayatmasıdır bu. (…) “Biz Alevilere yeni bir elbise dikeceğiz” diyor adam. Aleviler yeni bir elbiseyi sen nasıl dikiyorsun? Sen ne zannediyorsun kendini? Bu söylemler tehlikeli söylemlerdir. Bu söylemler, umarım gerçek olmaz, umarım korktuklarım olmaz. Bu söylemler ileri tarihlerde pahalıya mal olacak söylemlerdir. Bu söylemlerin yarın da altından kalkamazsınız. Bu söylemler ülkede yaralar açar. Bu söylemler insanları tehlikeli boyutlara götürür. Bu söylemler tehlikeli söylemlerdir. Türkiye’de yanlış söylemlerin nelere mal olduğunu yakın tarihimizde gördük. “Kart-kurt” olayını bilirim ben, o zaman Meclisteydim. “Kart-kurt” olayının, Türkiye’nin başına neler getirdiğini gördük işte. Ekonomik anlamda, sosyal anlamda, siyasi anlamda başımıza neler getirdiğini yaşıyoruz birlikte. Oradaki yaralar kanamaya devam ederken, (…) insanlarımız oradaki yaraları sarmaya çalışırken, sen şimdi yeni bir yara kaşıyorsun. Bu çok tehlikeli bir şeydir. Aleviler, bu memlekette birinci sınıf insan olarak barış içinde yaşamak istiyoruz diyor. Özgür yaşamak istiyorum, kimliğimle yaşamak istiyorum, kendi ibadetimi kendim yapmak istiyorum. Kimse benim ibadetine karışmamalıdır. Alevilerin istediği bu. Alevilerin bu masum istemlerini vahşet gibi göstermeye çalışıyorlar. Cemevi deyince olayı başka yere taşıyorlar, efendim, işte tekke zaviye yasası! Alevilerin tekkeleri yoktur kardeşim. Tekke kentin işidir, medreselerle bağlantısı olan bir kurumdur. Köyde yaşayan Alevilerin ne zaman tekkesi olmuştur? Dergâh dediğin dedenin evidir! Her köyün en büyük evi cemevidir. (…) Başka bir şey söyleyeyim: Dikmen’deki büyük cemevinin temelini Demirel atmadı mı? Cumhurbaşkanı değil miydi o zaman? Ülkede devlet sistemini demokratik zemin üzerine, hak hukuk zemini üzerine, insan hakları zemini üzerine, özgürlükler zemini üzerine oturtturamazsan, orada sen ne işçi sorununu çözebilirsin, ne ekonomik yapıyı çözebilirsin, ne sosyal yapıyı çözebilirsin, ne aile sorununu çözebilirsin. (…) Hiçbir şeyi çözemezsin. Dolayısıyla soru tek başına Alevileri ilgilendiren bir soru değil. O soru Türkiye’deki bütün katmanları ilgilendiren bir soru. (…) Anlattığım şeyleri şu zemine oturtarak söylüyorum: Demokratik, laik cumhuriyetin varolması. (…) Bu sistemi yarınlara değil, geriye taşıdığın zaman bu söylediklerimizin hiçbir anlamı yok.
Sayı 37
SERÇEÞME
Anadolu’nun ve Sevginin Dili: Tahtacılar Öznur Tanal Antalya Kültür ve Turizm Müdürlüğü Folklor Araştırmacısı
E
TNİK kimliği ile Türkmen, dinsel kimliği ile Alevi olan Tahtacılar bugün sahip olduğumuz bilgilere göre Ortaasya’dan gelip Anadolu’ya yerleşen Oğuz Boylarının en eskilerinden biridir. Kültürleri, yaşayışları, müzikleri, samahları, anlatıları ve geleneklerinde temel değer önce “insan ve doğa Sevgisi” olmak üzere, Türkmenlik ve Türkçedir. Bu nedenle Onlar “Türkçeyi en iyi koruyan ve yaşatan topluluk” olarak anılırlar. Bazı geleneklerinde antik dönemin izleri görülür ancak binlerce yıldır dağlarda ve egemen kültür etkisinden uzak yaşadıkları için dilde ve sözlü kültürde Arapça - Farsça etkisinde kalmamışlar, günlük dilinden duasına, samahından nefesine kadar bütün sözlü anlatılarını öz Türkçe ile yapmışlardır. Dualarına “Gülbenk” ya da “Hayırlı” denir ve günlük dille ifade edildiği için herkes tarafından anlaşılıp onaylanır, yaşanır. Örneğin sofralar kurulduktan sonra “Destur Gülbengi” denen kısa bir dua, lokmalar yendikten sonra da: “Bismişah, Allah Allah. Nimet-i devlet ziyade ola. Er Hak bereketini vere. Yiyenlere nur ola. Yedirenlere delil ola. Nimet-i Celil, Bereket-i Halil. Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin. Bir nimet-i nur ola. İçtiğimiz tahur ola. Ocaklarımız mamur, gönlümüz pirnur ola. Düşmanlarımız hor ve mahkur ola. Cömert lokma sahibi ve bilcümle bendeğeni Ali resul, cümlenin yüzümüz ak, gönlümüz pak, düşmanlarımız helak ola. Dertlere deva, hastalara şifa, borçlara eda ihsan eyleye. Hz. Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli Efendimizin daim himmetleri, kerametleri, safa nazarları uzakan, yakınan, bahıran, batınan üzerimizde hazır ve nazır ola. Çağırdığımızda destigir olup imdadı rest ola. Üçler, beşler, yediler, onikiler, kırklar, üçyüzatmışaltılar, binbirler, yolundan, dergâhından ayırıp, şaşırıp, düşürmeye. Kutb-i âlem, zat-ı tamam, hayat-ı müdam, destigir-i oniki imam. Allah cömert lokma sahiplerinin kurbanlarını kabul eyleye, muratlarını hâsıl eyleye. Gerçek
erenler, evliyalar demine Hu diyelim Hu, Mümine Ya Ali.” diye dua edilir. Tahtacı ozanlarından Âşık Mehmet Civaroğlu bu Türkçe sevdasını şöyle dile getirir: Sayın hocam bana sual sorarsan, Arapça anlamam Türkçe sor bana. İnançlarım için gönlüm kırarsın, Fesattan usandım, sevgi ver bana. Neslin Türk soyundan lisanın Arap, Mekke Medine’de Necef’te durak, Allah bir Muhammed Ali dersen Hak, Bunu görmez hala dersin “kör” bana. Kuran doğru söyler yanlış gitmedim, Doğa yol gösterdi gezdim yitmedim. Beş vakit kırk rekât inkâr etmedim, Bunu göremeyen olmaz yar bana. Âşık Mehmet serin eser havası, Toroslar Gökbel’e uzar yaylası. Âşık da kelamı söyler böylesi, Sevgi kılavuzum, erkân sır bana. (Şiir tarafımdan düzenlenmiştir.) Bu nedenle okumaya, öğrenmeye, bilime ve uygarlığa aşinadırlar. Okuma oranının yüksek olması onların dünyaya bakışları yanında duruşlarını da belirler. Hemen bütün insanların bildiği ve yinelediği ünlü sözdür: “Aleviler Türkiye’nin Batıya bakan yüzü, demokrasinin ve laikliğin sigortasıdır.” Sadece dilde değil yaşamın her alanında sevginin bütün hallerini yaşar, yaşatır Tahtacılar. Dedik ya insan ve doğa sevgisini kendine rehber eder, yaşamın bütününe bu pencereden bakar diye. Bu inancı evrenin bütününden başlayarak Hz. Ali ve Ehli Beyt’ten Atatürk’e, Hacı Bektaş’tan Abdal Musa’ya doğaya yararlı hizmetlerde bulunmuş, bulunan ve bulunacak olan her canlıda somutlaştırabiliriz. Bütün varlıklara gösterdikleri sevgi ve özen yaşama bakışlarının da resmidir. Onbinlerce yıldır gerek egemen otorite, gerekse karşıt düşüncedeki insanlar tarafından sayısız haksızlık ve kıyımlara uğramalarına rağmen hiçbir zaman aynı dille yanıt vermemeleri, taş atana gül atmaları onların engin hoşgörü ve umudundan başka hiçbir şeyle açıklanamaz. Onlar insanlığa kavgadan, savaştan, cana kıymadan tamamen uzaklaşıp kendilerine bunlardan yalıtılmış bir dünya kurmuşlar, yerleşik düzene geçip insan içine karıştıkları 1950’lere kadar hiçbir sorunlarını devletin mahkemelerine taşımadan kendi içlerinde, uzlaşmacı yöntemlerle çözmüşlerdir. Bu nedenle Anadolu’nun dost canlısı, barışsever, güzel bir rengidirler. Yüzyıllardır egemen, yanlı kültüre itibar etmeden kendi değerleriyle bağımsız yaşamaları adeta Mustafa Kemal’in “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” sözüne kaynaklık eder gibidir. Onlar asıl savaşın insanlığa hizmet etmede yapılmasının gereğine inanırlar. Göremiyor isem gerçek varlığı, Sünniysem, Aleviysem ne çıkar? Sanat edindiysem sahtekârlığı, Sünniysem, Aleviysem ne çıkar
Ocak 2008
İnsanlık giderken hep ileriye, Bizler inadına kaldık geriye, Gelmedikçe cehaletten beriye, Sünniysem, Aleviysem ne çıkar? Kemaletten hidayetim olmazsa, Marifet suyundan kabım dolmazsa, Benden insanlığa eser kalmazsa, Sünniysem, Aleviysem ne çıkar? Gayet inatçıysam gayet zorbalı, Gündüz tespihliysem, gece kavgalı, Olmadıkça insanlığa faydalı, Sünniysem, Aleviysem ne çıkar. Daimi’yim nefse galip olmazsam, İlme fazilete talip olmazsam, Ele, bele, dile sahip olmazsam Sünniysem, Aleviysem ne çıkar? İnsan sevgisi ve saygısı en çok ibadet ettikleri cemlerde hayat bulur. Tahtacılar diğer Alevilerde olduğu gibi ibadetlerinde bir kıbleye dönmek yerine yüzyüze kendi deyimleriyle “cemal cemale” ibadet ederler. Çünkü insan yaradanın yeryüzündeki yansımasıdır. Yunus’a sormuşlar; “Kâbe’yi mi yıkarsın bir gönülü mü?’ Demiş ki; “Kâbe’yi yıkarım. Çünkü Kâbe Hazeroğlu İbrahim’in inşası bir taş duvar. Gönül ise Hakk’ın tahtı, Hak gönüle baktı. Her kim ki gönül yıktı, Hakk’ın tahtını yıktı.” Hiçbir gönülün yıkılmadığı bir yaşam dileğiyle, sağlıcakla. (Sürecek)
MÜCRİMİ
Biz Âdemperestiz, Puta Tapmayız Behey sofu aslımızı sorarsan Biz âdemperestiz puta tapmayız Aslımızı neslimizi sorarsan Biz âdemperestiz puta tapmayız Âdemperest olduk postumuz pektir Âdeme Hakk demek gayrı sevaptır Âdemi bilmeyen her an harâptır Biz âdemperestiz puta tapmayız Âdemden zikr oldu âyet-i Kuran İncil’den ol Tevrât hatmoldu tûfan Âdemden sürüldü dem ile devran Biz âdemperestiz puta tapmayız Âdemdir âdeme derman olandır Ademdir âdeme ferman olandır Alemdir hûri-i gılmân olandır Biz âdemperestiz puta tapmayız Mücrimi’yem Hakk’tır âdeme ihsan Allem’l-esmâdır hallâk-ı insan Âdeme beytullahtır Tûr-u Sina’n Biz âdemperestiz puta tapmayız
17
SERÇEÞME
Alevi-Bektaşi’nin Aşkı Asla Şeriatla İfade Edilemez Ali Kaykı
S
ERÇEŞME’nin 35. sayısı geç elime geçti. Derginin genel yönetmeni değerli yazar Esat Korkmaz canın ön kapak yazısının girişindeki “Aşktan başka Tanrı yoktur, Ali Aşkın Velisidir” üst başlığının hemen altında, “İnsanı Eğitmenin Alevi Bektaşi Şeriatına Uygun Tek Aracı Aşktır” ana başlığını görünce irkildim. İki başlık taban tabana zıttı: Giriş başlığının içerdiği anlam, şeriata göre küfürdür, inançsızlıktır, yazan da söyleyen de kâfirdir. Onun için Hallac-ı Mansur’u asmadılar mı? Nesimi’yi yüzmediler mi? Şeriat sözcüğünü hangi anlamda kullanırsanız kullanın, asla ve asla Alevi-Bektaşilikteki aşk kavramını onunla ne algılayabilirsiniz ve ne de anlatabilirsiniz. Diğer bütün anlamlarından uzaklaşarak Ortodoks İslamın olmazsa olmazı şeriat, Alevi-Bektaşi inancında da edebiyatında da yoktur ve olmamıştır. Ortodoks inançlardan farklılığı ve aykırılığının temeli de budur. Ne demek istiyor Esat Korkmaz bu başlığı atmakla? Metin içinde bir daha kullanmamış olmasından dolayı, önce, acaba Alevi-Bektaşi şeraitine (şartlarına, koşullarına, gerekiliklerine) demek istemiş de dizgi hatası mı olmuş, diye düşündüm. Ama hayır, üçüncü satırdan belli belirsiz de olsa, şeriat sözcüğünü “uyulması gereken kurallar, yasalar” anlamında kullandığı anlaşılıyor. Demek ki bu başlık bilinçli olarak atılmış. O zaman Alevi-Bektaşi inancının bir mensubu olarak, “Siz ne yapmak istiyorsunuz kardeşim? Alevi-Bektaşi edebiyatına yeni bir kavram mı katmak istiyorsunuz? Yoksa şeriatlı bir Alevilik yaratmak kaygısına mı düştünüz?” sorularını sormak hakkım doğuyor. Kalın kalın kitaplarınız var, üstelik kocaman bir Alevi-Bektaşi Sözlüğü yayınladınız. Alevi-Bektaşi inancının ilkeleri, kuralları ya da yasaları anlamına gelen “Alevi-Bektaşi Erkânı” söylemine hiç mi rastlamadınız? AleviBektaşi Şeriatı da neyin nesi? Başka sorum yok ve yazınızı içerik olarak karmaşıklığı üzerinde de durmayacağım.
Alevi-Bektaşilikte Aşk En Ulu ve Son Makamdır Alevi-Bektaşi inanç ve öğretisinin birinci temel ögesi Hak-Muhammed-Ali ve bu üçünün “Bir”liğidir. Hak-Muhammed-Ali Yolu da dediğimiz Alevilik-Bektaşilikten nasip almış olan talibin amacı bu yolda koşullarına uygun yürüyerek “Bir”liğe ermektir. Yola çıkmadan önceki konumu zâhiri bağlamda, yani görüntü olarak Şeriat, yola çıkmak için verdiği karar (ikrar) Tarikat, yolun kuralları içinde yana yana pişmesi yani edebi ile (ahl)aklanıp, ilmi/ışığı ile bilinçlenip aydınlanması Marifet; “Varlığın Birliği”nde yok olması, yani Aşk makamına ermesi Hakikat’tır. Deyim yerindeyse, cevizin en dış kısmı, iç kabuk oluştuktan sonra kuruyarak aslından ayrılan ham halindeki yeşil kabuğu şeriat, bundan sonra içini/özünü sonuna kadar korumaya alan zırh gibi kabuğu tarikat, içine/özüne kenetlenerek sarmalamış olan perde ya da zar marifet, içi/özü de hakikattir. Erenlerden İbrahim Ethem’in tacını tahtını bırakıp dünya varından, yani ‘benim dediklerinden’ sıyrılması cevizin hamlığındaki
18
Ne demek istiyor Esat Korkmaz bu başlığı atmakla? Şeriat sözcüğünü “uyulması gereken kurallar, yasalar” anlamında kullandığı anlaşılıyor. Demek ki bu başlık bilinçli olarak atılmış. O zaman Alevi-Bektaşi inancının bir mensubu olarak, “Ne yapmak istiyorsunuz kardeşim? Alevi-Bektaşi edebiyatına yeni bir kavram mı katmak istiyorsunuz? Yoksa şeriatlı bir Alevilik yaratmak kaygısına mı düştünüz?” sorularını sormak hakkım doğuyor yeşil kabuğundan sıyrılması halidir. Yola çıkıp arayışa geçmesi ikrar, hedefine nasıl ulaşabileceğini öğrenmesi ariflik, hedefine ulaşması da kemalet evresidir. Bunu tamamlayabilmek çok kere bir ömre sığmayabiliyor. Hz. Peygamberin dediği gibi “Bütün insanlar birdir, fakat bilen ile bilmeyen hiç bir olur mu?” sözü cevizin yeşil kabuğunun varlığında ham/acı olması, kendisinden olduğu halde, kendisinin aslından uzak olması dengesizliğin göstergesidir. Aslına erişene kadar da geçirdiği evrelerde hep başkalaşmıştır. Bütün bu uğraşın/emeğin karşılığı verildiği kadar alınır. Bu anlamda değişimin ilk yeri, yani ikrar kapısı olan Aleviliğin-Bektaşiliğin şeriatı olmaz. Şeriatın olduğu yerde AlevilikBektaşilik olmaz. “Varlığın Birliği”ne gidilen yolda bu başkalaşımlar olmamış olsaydı aşamalar/dört kapı olmaz sadece şeriat olurdu. Oysa Hakikat, kendisini Tarikatta korumaya alıp Marifette gizlemiştir. Kabuktan öze yöneliş ne kadar kendini aramak ise, özden kabuğa bürünmede o kadar kendine yabancılaşmadır. Özünü kendinde gizleyerek zâhir alana çıkmak, yani kendine yabancılaşma şeriatın ta kendisidir. Bunun en iyi ceviz örneği ile anlaşılabileceğini düşündüğümüzden böyle örnekledik. Kendini arama kararlılığının nedeni bilinmek istemenin dürtüsü, bunun getirisi bilgi/bilmektir. Yani bilmeyince bilinmenin olanaksızlığının anlaşılmış olmasıdır. “Her kim ki nefsini/özbenliğini bildi, Hakk’ı bildi”, “İlim Çin’de de olsa gidin alın”, “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum”, “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır”, “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” sözlerinin kaynağı burasıdır.
Meçhule Yolculanmak Kendini aramaya çıkmak, meçhule yolculanmaktır. Bu meçhulde kaybolmamak için iyi bir rehbere ve ışığa ihtiyaç vardır. Yani yalnız değil, akıllı olmak gerekmektedir. Aklın ölçüsü de bilgidir. Bilgi ayni zamanda ışıktır da. Bilgiye ulaşmanın, bilmenin üç yöntemi
vardır. Başkalarının bildiklerini öğrenmekle (ilm’el yakin), kendi pratiğinden-yaşamdan öğrenmekle (ayn’el yakin), seziler ile “sır”ı gizli bilgileri öğrenmekle (Hakk’el yakin)dir. İlim, yani bilgi, yani akıl insana; amacına ulaşana –varlığın birliğinde yok olana– kadar rehberlik eder. Tarikat kapısında olan, yolcu almak için çabalar, Marifet kapısında olan yolcu vermek için. Hakikat kapısında olan yolcu da olmak için çabalar. Konuya farklı bir gözle bakarsak, dervişlik meyvenin çiçek halidir. Ariflik olmuş halidir. Âşıklık ise kendinde olanı kendisine verenle “Bir”leşmiş/bütünleşmiş halidir. Buna tûrab olma da denilir. Konuyu biraz genişletirsek, tarikat dönemi olan dervişlik öğrenmenin en yoğun olduğu hizmet evresidir. Burada yolun yolcusu talip öyle bir eğitimden geçer ki; dayanıklılıkta ham demir iken çeliğe dönüşür. Yani edeb ile ahlaklanır, bilgi ile aydınlanır, irade ile sırlanır. Bu gelişmeler içerisinde makamdan makama aştıkça başkalaşır, başkalaştıkça hayranlığı, merakı artar ve sevgiler sevdalara dönüşerek muhabbete doğru yol alır. Muhabbet Meydanı, bir diğer adıyla Kürşad-ı Meydan, insanın irşad olduğu, yani aydınlandığı; çiçeğin özünün bala dönüştüğü, yani hakikat sırrının pazarlandığı, insanı meşk ederek kendinden geçirdiği, sevdaları tutkuya dönüştüren Arifler Meclisi’dir: Erenler cem olmuş muhabbet eder Güllerde bülbüller coşar oynaşır Abdallar dem tutmuş kemalet diler Denizde damlalar taşar oynaşır Dizilmiş Ali’min kervanı gelir Yükünü cevhere katar oynaşır Aşk ile yanana hakkını verir Nasibi alanlar uçar oynaşır Şadolup gülerler cümlesi bugün Zâhirden batına bakar oynaşır Coşunca her canda kalmıyor hüzün Birliğe erenler koşar oynaşır Budak Ali’m dost hal içinde halda Gördüğü düş ile yanar oynaşır Âlemler dizilmiş ayn-el huzurda Secdeye varmışlar şaşar oynaşır Burada kafesin kapısı açılarak kuş mekânda özgürlüğe uçar, yani seyrana çıkar. Gördükleri, yaşadıkları, öğrendikleri karşısında kendinden geçer. İşte şimdiye kadar önde giden akıl orada durur ve can canana teslim olur. Buraya kadar verilen uğraş bilmek içindir, bundan sonrası olmaktır. Bundan sonrasını yaşamayan idrak edemeyeceğinden ne dil söyleyebilir, ne de kalem yazabilir. Cevizin bembeyaz ve tadından zevk alınan içini çürümüş zehir gibi kabuğuna arada görmeyi-görünmeyi de engelleyen zırhı da varken nasıl izah edip anlaşılır hale getirebilirsiniz? Sadece Kaygusuz Abdal Sultan gibi, “Bal demekle ağız tatlılanmaz, Parmağı bandırıp yalamadıkça” demek düşer. Kendisinden evreler öncesi soyulup atılmış olan kabuk (şeriat)la bunu anlamlandırmak olası değildir. Anlamazsın ey zahid bu başkadır Özünü bilmeyen nadan taşradır Diz kırarak yatıp kalkarak değil Gönül işidir bu menzil aşkadır
Sayı 37
SERÇEÞME
AHMET SOYTÜRK
Şeyh Bedrettin Gökte arama hiç Tanrıyı boşa Hem yerde olup ta çıkarız arşa Mekânsızdır gönül gelince coşa Delil yeridir bu meyil aşkadır Bakınca görürüz canımız ile Coşunca söyleriz sazımız ile Muhabbet ederiz Rabbımız ile Eril sözüdür bu her dil aşkadır Budak Ali’m hey dost namerde düşman Çok çektik zalimler elinden aman Mertlerin merdine fedadır bin can Bülbül derdidir bu sebil aşkadır Bunun için buraya hiçbir zaman şeriat ile ulaşılamayacağı gibi, şeriatı buna araç ta yapamayız. Bilakis şeriattan soyunulmadıkça, Koca Yunus’un dediği gibi, “Şeriatı kapıda bırakıp” uzaklaşmadıkça bu yolculuğa dahi çıkamayız. Kişiyi kendinden geçirip, en güvendiğimiz düşünsel özelliğimiz olan aklımızın bile durduğu evrede görülen, yaşanılan nedir? Nasıl oluyor da o hayranlık karşısında düşünme yetimiz dahi durabiliyor? Yazımızın başında Alevi-Bektaşi inanç ve öğretisinin birinci temel ögesi Hak-Muhammed-Ali ve bu üçünün “Bir”liğidir demiştik. Peki, bu üçü nasıl meydana geldi? Bu inancın yaratılış mitolojisini(*) uzun uzun anlatmayacak, sadece şunları söylemekle yetineceğim: Hiçbir yerde yer-mekân-zaman da dâhil hiç bir şey yok iken Hak vardı. Hak bir gün kendinden kendine mekân diledi. Kendi Nur’undan yeşil bir Nur yarattı ve kendini burada gizledi. Şimdi Hak can oldu, yeşil Nur Gönlü. Can Gönül’e hayran kaldı ve Gönül’den Beyaz bir Nur doğdu. Adını Aşk koydular. Bir Can’dan birbirlerini tamamlayan üç hal oldular: Şu dünyaya ilk evveli Hak-Muhammed-Ali geldi Yüz bin erden yüz çevirmez Ol Şahıma dolu geldi Hakk Muhammed Ali üçü bir nurdur Söyleyen Muhammed dinleyen Ali Birisini Hak bil üçü de Bir’dir Söyleyen Muhammed dinleyen Ali Can Gönül’de âşk ile meşk ettiler ve bu meşk ile kendilerinden geçtiler. Aşk’tan bir Nur doğdu, Can buna hayran kaldı ve sordu; “Sen kimsin? Ben kimim?” Nur yanıtladı: “Sen sensin ben, benim.” Can gazaba geldi, “Yok ol” dedi. Bu Nur içerisinde hiç bir şeyin olmadığı yokluk-hiçlik âlemi oldu. Can Gönül’de Aşk ile yine meşk etti, cûşa geldi. Bir An’da Aşk’ın vecdinde gönülde kendini seyreyledi. Bu kendisinin çok hoşuna gitti ve aşikâr olmak istedi. Hiçlik âlemine o An’da ezel ile ebed arasına zamanı yaydı. Yaratılan bütün bu güzelliklerin kaynağı gönüldeki Can’a yani O’na ilham olan Aşk’tır. Aşk kendini bilmek isteyen Can’a Gönül’de ayna/ışık olmuştur. Aydınlanan gönülde Can, kendi güzelliğini görünce kendine hayran kalmıştır. Her hayranlık An’ı başkalışımlara, zuhura neden olmuştur. Aslında bize göre zaman dilimlerine yayılmış gibi görünen bu oluşum sonsuzluğa kadar hala o An’dır. Aşk makamına ulaşılmadıkça lâmekâna mekân olan Gönül aydınlanamaz. Karanlıkta da kimse kimseyi göremez, tanıyamaz, bile-
Ocak 2008
mez. Bilinmeyen de sır kalır. Peygamberimiz “Ben ilim şehriyim, Ali O’nun kapısıdır” demekle ilim Hak, Şehir gönül, Kapı Aşk demek istemiştir. Bu da hakikat kapısının ve hakikat içerisindeki hakikatın dili, anahtarı olmuştur. Öyle ki; hal ehlinin, aşk ehlinin selamı, besmelesi “Aşk ile” sözüdür. Bilir ki; aşk onun ışığıdır, ışığı olmayınca göremez, göremeyince bulamaz, bulamayınca bilemez, bilemeyene de bilinmez “sır” kalır. Bu sırra ulaşmak için yıllar boyu uğraşırken bazen; Gökyüzünde turna olsam Ötsem Ali Ali diye Necef deryasına konsam Yüzsem Ali Ali diye Dikenlerde bir gül olsam Açsam Ali Ali diye Bülbülüme hayran kalsam Koksam Ali Ali diye Erenlere yoldaş olsam Koşsam Ali Ali diye Şu gönlüme haldaş bulsam Coşsam Ali Ali diye Budak Ali’m pervaneyim Dönsem Ali Ali diye Şah aşkına ateşteyim Yansam Ali Ali diye şeklinde dillenir. Bazen da büyük özlem içerisinde araya araya Can’ın cefasına vefa ile kanaat harmanında savrulunca buluştuğun anlar olur:
Bir yiğit yaşadı adı Börklüce Karaburun’da yedi yüz sene önce Zalime ayar çekmişti ince Şanlı idi mücadelesi bence Bitmedi bitmeyecek elbet bu savaş Bu dünya dönüyor ne hızlı ne de yavaş Buralardan daha nice Torlaklar çıkacak gardaş Bunlar hak için kafalarını vermişlerdi baaş Her sorunun çözümü olamaz ki din Ağaya, paşaya, padişaha sen yanlış ettin Burjuvayı, feodali sen ta o zaman keşfettin Rahat uyu toprağın bol olsun Şeyh Bedrettin
Koşu Bandı Develer tellal iken Pireler berber idi İnsan insanın kurdu Biri birini yerler idi İlkçağ, ortaçağ derken Az gittik uz gittik Dere tepe düz gittik Modern çağa geldik Şöyle bir baktım etrafa Geldiğimiz ne taraf, ne yandı Gördüm ki aynı yerdeyiz Ayağımızın altında koşubandı
Aşkına düşeli ararım seni Nerelerde olduğun sorarım hem Kanatlar açarak bütün evreni Gezelim diyenle dolaştık bir dem Öyle özledim ki söyleyemem yâr Tararım şu dünyayı diyar diyar Dostları bulunca oldum bahtiyar Sevdiğim kadehte sunulduk bir dem Yüreğim kor olmuş gönlüm alazır Ferhat’ım dağları delmeye hazır Çağırdım yardıma Bozatlı Hızır Sevinin evinde buluştuk bir dem Budak’ın Ali’nin ömrü bitmeden Gündüzüm geceye dönüp gitmeden Kirpiğim kapanıp kolum düşmeden Gözlerim hasrette kalındık bir dem Bu yakarışlar ile sabır değirmeninde benliğini yok ederek kendini öğütür, un edersin. Şefkat suyu ile yoğrulunca pervane olur. Sevda ateşinin, büyük Aşk’ın yangınına düşer, sonsuzlukta Canan ile birleşirsin… Bütün bunlar şeriatın ve şeriatçının anlayacağı, kabul edeceği, inanç ögeleri değildir; şirktir, küfürdür. Öyleyse nasıl “Alevi-Bektaşi Şeriatı” diye bir algılamadan, bir kavramdan söz edebiliriz? Canlara aşk ile! NOTLAR: (*) Bu mitolojik yaratılış söylemlerinin ayrıntıları için bkz. İsmail Kaygusuz, Müslümanlık ve Hristiyanlığın İnanç Öğretilerinde Öteki Gerçekler:Bir Proto-Alevi Kaynağı Ummu’l Kitab, Su Yayınları, İstanbul, 2006, s. 115-163.
YAVUZ YAĞDIRAN (MEYMANİ)
Satılmadım Dalga gibi sürüklendim Yaşam denilen ummanda Alev olup körüklendim Bir sevdanın yangınında Basmadık yer bırakmadım Gayesiz nehirde akmadım Hiçbir umudu yıkmadım Âşıkların divanında Asa oldum tutundular Uzak değil yakındılar Altın edip takındılar Genç gelinler gerdanında Meymani’yim bu kod adım Helal aştım yutulmadım Vuruldum da satılmadım Namertlerin meydanında
19
SERÇEÞME
Antalya’da Türküler Sevdamız Konseri Ahmet Koçak
A
NTALYA Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği, Serçeşme dergisinin katkılarıyla 3 Ocak 2008 Cuma akşam “Türküler Sevdamız Konseri” adlı bir etkinlik yaptı. Aspendos Konser salonunda yapılan etkinliğe Antalyalı canlar yoğun ilgi gösterdi ve yaklaşık bin kişi sanatçılarımızı izledi. Konserin sunuculuğunu derneğin kültür ve semah çalışmalarına katılan Bucu Asil canımız yaptı. Burcu, ilk kez sunuculuk yapmasına karşın, düzgün konuşması, içten, candan ve rahat tavırlarıyla etkinliği başarıyla yönetti. Burcu’nun yaptığı tanıtım sunumunun ardından dernek adına konuşma yapması için yönetim kurulu üyesi Yaşar Koç canı davet etti. Koç konuşmasında şunları söyledi: Değerli dostlar,
renişin sembolü olan Pir Sultan Abdal’ın davasına ihanettir. (…) Bizler bugün her günkünden daha sıkı durmak zorundayız. Birlik ve beraberliğe daha çok ihtiyacımız var. Değerli dostlar bu gecenin gerçekleşmesinde bize destek veren Serçeşme Dergisi’ne Radyo Umut’a, Radyo Akdeniz’e ve bizi yalnız bırakmayan tüm dostlara yönetim kurulu adına teşekkür eder, saygılarımı sunarım.
Daha dün Alevileri Stanistlerle bir tutan zihniyetin bugün yüz seksen derece yön değiştirerek, Alevilere sahip çıkma girişimi adı altında sinsi bir plan yaptığı aşikârdır. Çünkü kendi yandaşı olan dernek ve vakıfların önünü açmak, bu kurumlara devlet eliyle büyük menfaat sağlamayı amaçlamaktadırlar. Bizler oynanan bu oyunların bilincinde olarak bu açılımlara destek vermeyeceğiz. Bu açılımlara destek vermek, onlardan bir şeyler istemek Hz. Hüseyin yoluna ve di-
20
Döneme dikkat etmek lazım. Bir atasözümüz vardır, “Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?” diye. AKP beş yıldır iktidarda, beş yıldır Alevileri ağzına almadı, hatta cemevlerine “cümbüşevi” dedi. Satanistlerle eşdeğer bulunulduk. Bir bakan çıktı, “biz size yeni elbise biçeceğiz, giydirdiğimiz elbise size uymuyor” dedi. Bir taraftan bunlar dillendirilirken, bir taraftan da bir Alevi açılım gerçekleştiriliyor. Her ne kadar bu açılımın karşısında dursak da, farklı şeyler söylesek de, maalesef, “eniştemiz” bizi öpecek, öyle gözüküyor. Devlet, yani iktidar, geçmişten günümüze her dönem, kendisine muhalif olan anlayışları, düşünce sistemini bir biçimiyle ekarte etmenin, sistemin içerisine çekmenin yolunu yöntemini bulmuştur.
Antalya Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği ile Serçeşme Dergisi’nin birlikte düzenlemiş olduğu “Türküler Sevdamız” gecesine hepiniz hoş geldiniz. Derneğimiz çağdaş, laik Atatürk ilkelerine bağlı aydınlık yarınlar için insanlık yararına çalışan bir dernek olup; izlediği yoldan ödün vermeden ilerlemeye, insanlığa hizmet etmeye devam edecektir. (…) Son günlerde Alevi-Bektaşiler üzerine bazı oyunlar oynanıyor. Yıllar önce direnişin sembolü olan Pir Sultan Abdal’ı sindirmek için yanında yetiştirdiği Hızır Paşa satın alınmıştı. Fakat isteklerine, emellerine ulaşamadılar. Bugün aynı oyunlar AKP hükümeti tarafından Alevi-Bektaşi dedelerine, derneklerine bazı ödünler vermek suretiyle yapılmak isteniyor. Bu oyunların bilincindeyiz ve bu oyunlara gelmeyeceğiz.
Alevi açılımı projesidir. Şimdi diyeceksiniz ki ne var bunda? Hükümetten yıllardır beklediğimiz bir şeydi. Ne var bunda? Başbakan iftara katılabilir.
1500’lü yıllarda bu, Hacıbektaş Dergâhı’na Sersem Ali Baba atanarak bu yapılmış. Bugün bir başka Sersem Ali Baba dönemi daha yaşıyoruz. Bu yüzden AKP’nin açılımı çok önemlidir.
Yaşar Koç’tan sonra dergimiz adına konuşma yapmak için sahneye ben davet edildim. Özetle şunları söyledim: Antalya Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Der neği’nin bu güzel organizasyonunda sizlerle birlikte olmak bizi gerçekten mutlu ediyor. (…) Biz arkadaşlarımızın bu çalışmalarını her gittiğimiz yerde anlatıyoruz. İnanç, yürek ve özveri olduğu sürece birliğimiz, beraberliğimizin olmaması mümkün değil. Bu güzel birliği sağlayan, bu güzel arkadaşlarımıza teşekkür ediyorum. Katıldığınız için hepinize teşekkür ediyorum. Muharrem Temiz, Tolga Sağ ve Erdal Erzincan da büyük özveri göstererek bu konsere katıldılar. Onlara da huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Son zamanlarda ülkemizde çok ciddi olaylar yaşanıyor. Bunu medyada takip ediyorsunuz. Bunlardan en önemlisi AKP’nin
Biz istesek da istemesek de devlet “kendi istediği bir Alevilik” anlayışını geliştirecek. Peki, bunlar geliştirecek de biz elimiz kolumuz bağlı mı duracağız? Durmayacağız. İşte burada laf dönüyor dolaşıyor Alevi örgütlerine geliyor. Hepinizin huzurunda sesleniyoruz:. Alevi örgütlerinin aklını başına devşirme zamanı gelmiş, geçiyor. Bundan daha önemli bir zaman yok. Eğer örgütlülüğümüzün, derneklerimizin, federasyonlarımızın ve konfederasyonlarımızın demokratik birliğini; Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhının manevi önderliğinde inanç birliğimizi sağlayamazsak, “eniştemizin öpücüğü” çok ciddi zarar verecek. Biliyorsunuz yakın zamanda, her fırsatta demokrasi havarisi olduğunu söyleyen bir ülkede, Almanya’da devlet televizyonunda gösterilen “Tatrot” adlı dizide Alevilerin, ensest ilişkide (aile içi cinsel ilişkide) bulunduğu konu ediliyor. Hikâyeyi biliyorsunuz, tekrarlamayacağım. Alevilere yüzlerce yıldır atılan iftira bu kez Avrupa’dan geliyor. Dikkat edin, sadece
Sayı 37
SERÇEÞME Türkiye’deki “eniştelerimiz” değil, şimdi Avrupa’daki “eniştelerimiz” de bizi öpmeye başladı. Yani kıskaç çok boyutlu. Tüm demokrasi güçleri bugünkü bu tehlikeye karşı hep beraber durmak zorundadır. Türkiye’de ulusal ve inançsal sorunlardan ziyade, demokrasi sorunu vardır. Demokrasinin olmadığı her yerde her türlü sorun olur.” Ardından Antalya Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği Semah Ekibi davet edildi. Semah ekibi, zakirler Süleyman Demir ve Mehmet Ali Çağlak’ın bağlamaları eşliğinde değişik yörelerin semahlarından bir deste sundu. Semah ekibinin ardından derneğin çalışmalarına aktif olarak katılan Tokat, Hubyarlı canlar, Hubyar Semahı’nı otantik haliyle sergilediler. “Sadece saz çalmak değildir marifet. O sazı konuşturmak, ağlatmak, güldürmek; o sazı yaşatmaktır yetenek. Nice ozanlarımız âşıklarımız vardır yıllardır bizlere buram buram Anadolu kokan türküleri, deyişleri aktaran; dinledikçe, izledikçe bam telimize basıldığını hissettiren kısacası bizlerde türküleri yaşatan. O ozanlarımızdan üç tanesi bizlerle biliyorsunuz. Onlar ki başarılarıyla gurur duyduğumuz sazlarıyla, sözleriyle hele ki yorumlarıyla mest olduğumuz; gerçekten sanatçı sıfatıyla yaşayan, türkülerimizi sonsuz seven ve sevdiren; türkülerimizi yaşatan ve yaşatacak olan üç değerli isim. Değerli konuklarımız bu gece Erdal Erzincan, Tolga Sağ ve Muharrem Temiz bizlerle olacak. Deyişleri, türküleri ve sevdaları bizlerle paylaşacaklar”. Burcu can, bu güzel sunumunun ardından sahneye önce Muharrem Temiz’i davet etti. Muharrem, kadife gibi yumuşak sesiyle türküleri adeta okşayarak, incitmeden okuyan değerli bir sanatçımız. Konserde okuduğu birbirinden güzel türkü ve deyişlerle izleyenleri coşturdu. Arguvan yöresi türküleriyle bizleri sevda sahralarında gezdirdi. Ne diyelim ağzına, yüreğine sağlık Muharrem Temiz. Ardından sahneye Tolga Sağ çıktı. Tolga söylediği türkü, deyiş ve taşlamalarla AleviBektaşi inancını, kültürünü bir yerlere sürüklemek isteyenlere karşı inadına “Biz buradayız” diye haykırdı. Senin de ağzına, yüreğine sağlık Tolga Sağ. Tolga’dan sonra Erdal Erzincan solo programını sunmak üzere sahneye davet edildi. Erdal söylediği türkü ve deyişlerinin yanı sıra, bağlama çalmadaki ustalığını da sergiledi. Şelpe tekniğiyle Anadolu’nun birbirinden güzel ezgilerini bağlamasının tellerinden gönlümüze akıttı. Sende sağ ol, var ol; ağzına, yüreğine sağlık Erdal Erzincan. Erdal solo programının ardından sahneye Tolga ve Muharrem’i çağırdı. Üçlü, Türküler Sevdamız serisinin son albümünde yer alan deyişler ve semahları seslendirdiler. Konserden sonra emeği geçen canları ve sanatçı dostlarımızı dergimizin temsilcisi İlyas Şimşek can, Kaleiçi’ndeki Hasan Ağa Restoran’ında ağırladı. Değerli sanatçılarımıza bu güzel geceyi yaşattıkları için bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu etkinliğin başarısının perde arkasında gizli kahramanlarının emeğini de unutmamak gerek. Antalya’ya her gidişimizde adeta pervane olan, güler yüzüyle hizmetlerini bizden esirgemeyen Başkan Gülçin Akça’nın annesi sevgili Ayten Ana’mıza ve dernek emekçilerine de teşekkür ederiz.
Ocak 2008
ANTALYA KÖYLERİ GEZİ İZLENİMLERİMİZ
Dedemiz Yok ki Yolumuzu Sürelim
K
ONSERDEN bir gün sonra dernek yönetiminden Başkan Gülçin Akça, Süleyman Demir ve Mehmet Ali Çağlak ile birlikte Korkuteli’ne bağlı Büyükköy’e gittik. Babagan koluna mensup canların yaşadığı bu köyde o günün akşamı yapılan bir cem’e konuk olduk. Cemi yürüten dede İsmail Kolağasıoğlu’nun izni ve hoşgörüsüyle canlara ziyaretimizin sebebini anlattık. Yapılan cemde görüntüler aldık. İzlediğim bu cem ve yapmış olduğumuz sohbetlerle ilgili izlenimlerimi ileriki tarihlerde dergimiz sayfalarından okuyacaksınız. Bize mihmandarlığını esirgemeyen başta Dede İsmail Kolağasıoğlu’na, Baba Şeref Tuğrul’a ve cemde yapılan hizmetler konusunda bizi bilgilendiren Hasan Bayat olmak üzere tüm canlara ilgilerinden dolayı teşekkür ederim. Büyükköy’de dönüşümüz epeyce geç oldu. Ertesi gün, Pazar günü öğlen saatlerine doğru Gülçin Hanım, Süleyman Demir ve dernek çalışmalarına aktif destek veren Ahmet ağabey ile birlikte yola koyulduk. İlk uğrak yerimiz Tahtacı köylerinden Karatepe oldu. Köyde ilk önce Ali İfrit canın evine konuk olduk, çayını içtik. Ali İfrit can ve yetmiş yaşındaki annesini dinledik, söyleştik.
Oradan kalkıktan sona köyün ileri gelenlerinin toplandığı Çivi Market’in bahçesine gittik. Burada köyün ileri gelenlerinden Çivi Market’in sahibi Hasan Çivi, bir dönem mürebbilik ve zakirlik hizmeti yapmış canlarla sohbet ettik. Sohbetten çok canlarımızı dinledik. Yıllardır cem yapmamışlar, dahası yapamamışlar. Yani inanca dair sorunları var. Çözümse bir cümleyle özetleniyor: “Dedemiz yok ki yolumuzu sürelim.” Karışık duygular içerisinde yeniden yola koyulduk ve Değirmendere köyüne gittik. Sırtını ormana dayamış önünde ise masmavi Akdeniz olan bir köy. Evine mihman olduğumuz Gürsel can kurduğu “Ali sofrasıyla” açlığımızı giderdi. Ev küçük olduğundan köyün meydanı sayılan açık bir alanda yakılan bir ateşin etrafında yaşlı genç, kadın erkek tüm canlarla beraber toplandık. Canların sıcaklığı havanın soğukluğunu hissettirmedi bile. Otuz yıl, evet yanlış okumadınız, buradaki canlarımız otuz yıldır ne cem yapmışlar, nede dede görmüşler. Yapmış olduğum söyleşiler dâhil tüm izlenimlerimi sizlerle ileriki sayılarımızda paylaşacağım. Aşk ile.
21
SERÇEÞME
SEDAT BİCAN, ALMANYA
Bir Olalım, İri Olalım, Diri Olalım
A
LMANYA’da yayın yapan NRD ve ARD televizyonlarında yayınlanan (Tatort) “Namusa Layık Olmak” adlı dizide Alevileri aşağılayan ve hakaret içeren bölümüne Aleviler sessiz kalmadı. Dizi yayınlanmadan önce Hamburg’da ilk NRD önünde yayının durdurulması için protesto edildi. TV yetkilileri dizinin oynayacağı kararın açıkladıktan sonra bu defa AABF’nin ani aldığı çok titiz, özverili, sağduyulu çalışması ve örgütlenmesi ile Almanya’nın Köln kentinde yaklaşık 40 ile 50 bin kişinin katılımı ile tekrar protesto edildi. Almanya’da bulunan bütün Alevi örgütlerinin katılımı ile gerçekleşen protesto gösterisi Alevi örgüt yöneticileri ve siyasilerin konuşmaları ile yaklaşık altı saat sürdü. Katılımın sadece Almanya’dan değil, Hollanda, Belçika, Fransa ve İsviçre’den olduğu gözlendi. Bu protestodan sonra ARD ve NRD televizyonlarının yetkilileri bütün Alevilerden özür dilediklerini açıkladılar. Daha sonra Avrupa Alevi Bektaşi Konfederasyonu Genel Başkanı Turgut Öker konuyu Almanya Cumhurbaşkanı Horst Köhler’e taşıdı. İyi bir çalışmanın ve örgütlülüğün ne kadar gerekli olduğu bir defa daha Alevi kültür merkezlerinin önemini gündeme taşıdı. “Bir Olalım, İri Olalım, Diri Olalım” canlar, birlikten kuvvet doğar. Aşk-ı niyazlar.
AHMET AKAR
Recai Kutan’a Ali’yi sevene sapık diyorsun Muhammet, Ali’yi severdi Kutan Ağzından çıkanı kulağın duysun Bari şu yaptığın hatadan utan Şahı Merdan Ali mertlerin merdi Muhammet, Ali’yi hem çok severdi Onun için Ali’ye kızını verdi Eğer bilmiyorsan yaşından utan Nere gidiyorsun böyle bilmeden Ali’ye bu kinin garazın neden Anlaşıldı Ebu Sûfyan’dır deden Tarihe bir bak da boyundan utan Sözlerin hançerdir Ahmet Akar’a Tarih boyu sarılmıyor bu yara Karanlıktan özün olmuş kapkara Dön aynaya bak da kendinden utan NOT: Bu zihniyetin Alevilere bakış açısını yansıtması bakımından Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan Hatay’da yaşayan Nusayri Alevileri için sarfettiği küstahça bir sözüne yani sapık Aleviler sözüne karşı yazmış olduğum bir şiirimi sunuyorum.
22
Tarihle Hesaplaşan Alevilik Hasan Harmancı
A
LEVİLİĞİN bir savunmaya ihtiyaç duyduğu yılları yaşıyoruz. Son katliamlarını Alevinin en yoğun olduğu kentlerin merkezlerinde yaşayan yaşadı. İstanbul gibi bir dünya metropolünde ise Alevi gettosu olarak anılan Gazi Mahallesi’nde göz göre göre katliama uğranması ise kaygı ve direnişini arttırdı. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde yaşadıkları, onların illegal olsun, olmasın her tür örgütlenme koşullarının yara alması, hatta parçalanması ile sonuçlandı. Son yıllarda yine Avrupa Birliği sürecinin hızlandırılması ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidilme cesaretinin gösterilmesi bir derece olsun yeni açılımlar için kapı aralamıştır. Aleviler direnmenin gereklerini ve koşullarını hukuki yollarla güçlendirdiler son zamanlarda. Artık sistem yeni bir hukuki düzenleme yapmakla karşı karşıya. Her ne olursa olsun sistemin gittikçe muhafazakâr bir yüze bürünmesine karşın, Alevilerin kendilerine yönelik hak talep, takip ve beklentileri artmaktadır. II. Mahmut dönemini bilmek Alevilik açısından döneme bağlı olarak Aleviliği bilmek olmayacaktır. Bu dönemde Yeniçerilerin Bektaşiliği de dikkate alınarak bütün Bektaşi tekkeleri yıkılıp yok edilme kararı alınır. Postnişin ve baba dedeler, dervişler ve Hacıbektaş Dergâhı Çelebisi Şeyh M. Hamdullah dahil Dergâhın Mütevelli Heyeti’nin idam edilmesi kararlaştırılır. Alevi ve Bektaşilere yönelik bu katliamlar daha çok Yeniçerilere Bektaşiliklerinden dolayı, Bektaşi tekkelerinin destek olabileceği ve olayların tabana yayılacağı gerekçesiyle müdahale edildiği belirtilmektedir. Bektaşilerin kendilerini savunması sırasında altı bine yakın Yeniçeri’nin öldürüldüğü ve yirmi bin kadarının da başka yerlere sürüldüğü ifade edilmektedir.
Değişmeyen Tarih Osmanlı sınırları içersinde bulunan Alevi ve Bektaşiler’in bir kısmının katliamı bir kısmının sürgünü ve bir kısmının da görevlerinden azledilmelerini kapsayan “Hamdullah Çelebi’nin Savunması; Bir İnanç Abidesinin Çileli Yaşamı” (2007) başlığıyla İsmail Özmen ve Yunus Koçak tarafından hazırlanarak yayınlandı. Kaynakların ele geçirilmesi ve taranmasından sonra gün ışığına çıkabilen bu çalışma Aleviliğin belleği için önemli belge ve bilgilere sahiptir. Osmanlı Devleti’nin o devasa yapısı içerisinde hayatın hiç de demokratik ve hoşgörülü olmadığını bilmek açısından önemli. Osmanlı tarihin yalanlarla bezendiği ve inanç baskısının hiç bitmediği bir yönetim biçimine sahiptir. Güçsüze yönelik uzlaşması, hakkın fırsatın olmadığı bir yönetimdir. Hele konu Aleviler gibi topluluklar veya İslam dışı topluluklar olunca işler daha bir çetindir. Kim İslam’ın içinde görürse görsün Aleviliği bugün. Dönüp o belgeleri nasıl çevirirseniz çevirin. Ölümleri, katledilip kuyulara doldurulmaları, sürgünleri, idamları bir tarafa bırakamazsınız. Osmanlı’da tek egemen güç İslam’ın dili ve hukukudur. Osmanlı’da yaşam çıkarlarla iç içedir. Yarar sağlanacak ve yolunacak durumdaysanız katledilmezsiniz. Ancak biraz olsun çıkarlarınız
için yola çıkarsanız, tüketilirsiniz. Son neferinize kadar biçilirsiniz. Bizim burada vermek istediğimiz Osmanlı’nın o kıyam üzerine kurulmuş düzenini anlatmak değil elbette. Yakınçağ denebilecek bir dönemde öteki diye saydığı bir topluluğa karşı giriştiği bir sindirme operasyonunu nasıl yargıladığı ve bu durum karşısında direnen Aleviliğin karşı karşıya kaldıklarının her zaman mümkün olduğudur. Öyle hoşgörülü bir yaşam sunanlar karşısında, sadece bir hareketin dışavurumunun nasıl ortaya çıktığını görmek, belleklerimizi tazelemek açısından yetecektir. Hamdullah Çelebi Efendi’nin savunmasını içeren yargı tutanakları ve onun savunmasını oluşturan kitap, son zamanlarda Aleviliğin sistemle uzlaşması durumunda yaşanabilecek özsel durumlara da bellek açısından açılımlar getirmektedir. Savunma her ne kadar mizansenlerle tamamlanmış görünse de dönemi anlamak, Osmanlı yönetiminin bilincinde biriken Aleviliğe bakışı kavramak açısından epey bir tecrübe ve nasihate sahiptir.
Değişmeyen Yüz Alevi-Bektaşiliğin Serçeşmesi olan Hacıbektaş Dergâhı’nın II. Mahmut dönemindeki Postnişinidir Hamdullah Çelebi. Onun döneminde tüm Bektaşi dergâh ve tekkeleri ya yıkılır, ya dergâh ve tekke mensuplarının defteri dürülür (idam edilir) veya sürgüne gönderilir. Bu arada boşaltılan dergâh ve tekkelerin başlarına politik ve dinsel niteliğinden (iktidarı belirleyen dinsel güç olduklarından- hâlâ da öyle-) dolayı Nakşibendî şeyhleri atanır. Osmanlı sınırları içinde bulunan altı yüz dergâh ve tekke bu kargaşadan nasibini alır. II. Mahmut’un idam fermanıyla gerçekleşen bu fermanın içeriği şöyledir; “Uzun zamandan beri bu Bektaşi’ler, Hacı Bektaşi Veli’ye bağlılıkla ortaya çıkmışlardır. Son senelerde ise şeriata karşı çıkmışlar. Yeniçeri ordusunda bulunan Yeniçeri ağası ve kolbaşlarına, fışkı fesat sokarak dini İslam’a, Nizamı Muhammediye’ye (yeni ordu) kazan kaldırmalarına, namaz kılmamalarına, oruç tutmamalarına pişivalık (pişva; reis, baş) etmişlerdir ve İslamlıktan uzaklaştırmışlardır. Bu durum İslami çevreleri derinden yaralamış ve kadıya şikayet edilmiştir. Mevlevi, Nakşibendi, Celveti, Sadi, Kadri vs. Ehli Sünnet vel cemaat tarikatların Şeyhlerinden oluşan bir kurulda, bunların durum ve tutumları görüşülerek değerlendirilmiştir. Ülkemdeki Bektaşi Dergâhları, hangâhları zaviyedarlıkların bulundukları Sancak beyleri İl ve Kaza merkezlerinde (bulunan) Kadılar’a emrimdir: Şeriat-ı İslam Mahkemeleri kurulmasına, tarafımdan görevlendirilmişlerdir. Şeriat’ın gereği olarak bütün Bektaşi tekkeleri yıkılacak ve yok edileceklerdir. Postnişin ve Baba-Dedeleri, Dervişleri ayrıca Hacıbektaş Dergâhı Çelebisi Şeyh M. Hamdullah dahil tarafları o dergâhın Mütevelli Heyeti mutlaka idam edilecektir… Bektaşilerin tekke ve zaviyeleri, din dışına çıktıkları için önceden verilen arazi, vakıf malları; iptal edilmiştir… Allah’ın gazabına uğramış bu kişilerin cezaları verilmemiş, defterleri dürülmemiştir (…) Bu din sapıklarını topluluklarının tümüyle temizlenmesinin zamanıdır. İstanbul dolayında olanların araştırılmasına ve yok edilmesine bakılıp daha sonra
Sayı 37
SERÇEÞME Rumeli’de ve Anadolu’da olanların temizlenmesine bakılsın. En eski Bektaşi tekkesi silinecek, mensuplarının defteri cesaretle dürülecektir. Şeriat’ın gerektirdiği yapılacaktır. Bu dinsiz topluluğu yok etmeye çalışacağız. Bunların katledilmeleri dinimiz emridir. Dinin emirlerini yerine getirmekten kimse çekinmesin. Bu Allah tanımazların katli gereği defterleri dürülmeli hiç tereddüt etmeden uygulansın. 1 Hamdullah Efendi’nin savunması Serçeşme Dergisi’nde yayınlanıyor. Oraya bakınca bir bakış açısından ötesini bulacaksınız. Bir toplumsal izdüşüm. Bir toplumsal katmanlaşma ve Aleviliğe karşı biriken negatif enerjinin boşalmasını göreceksiniz. Aslında Yeniçeriliğin kaldırılması ayrı bir tartışmadır. Onu yargılamak veya tarihe teslim etmek başka bir şey. Aklıma takılan Yeniçeriliğin bu kadar kolay bertaraf edilecek kolaylığa sahip olması ve bunun Bektaşi tekkelerine yansımasının kolaylığı. Neden Yeniçeriler bu kadar kolay teslim oluyorlar ve neden Bektaşi dergâhları bu gelen katliam fırtınasını fark edemiyorlar. Hamdullah Çelebi Efendi’nin savunması Aleviliğin yüz akı bir savunmadır. Dillere destan Alevilik karalamaları bu sayfalarda da karşımızda ve inadına o karalamaları parçalayan bir savunma burada yer alan. Aleviliğin gücü ve varlık alanı burada çıkıyor karşımıza sanırım. Savunmadan bir iki cümleyi okuyunca ne denebileceğini, bu yolda görmek hayret vericidir; Soru: “Kanı helâl şeyh. Senin ve mensubuyun kanı helaldir. Sapkın bidat mezhebin mensubu olduğuna Mahkemeyi Şeriayı Muhammediye’nin önünde pişmanlığını tevbe ederek dile getirdikten sonra sorularıma cevap verirsin. Şu anda birkaç saat birkaç dakikalık zamanın var. Tevbe et pişmanlığını dile getir. İslam dininde bu Aleviliği Bektaşiliği nerden çıkardınız. Ehli Sünnet vel Cemaat yolundan ayrıldığınıza tevbe et bakıyım. İfadeni ona göre değerlendireceğim. Cevap: Efendim Kadı hazretleri. Senin Ehli Sünnet vel Cemaat dediğin mezheb sapkın ve bidattir. Can hayfı olmadan doğruyu söylediğimin tutanaklara geçilmesini istiyorum. Mahkemenizin ve şu andaki devletinizin İslam diniyle yakından uzaktan ilginiz alakanız yoktur… Zorla dine el konularak Sünnilik icat edilmiştir. Zamanımıza kadar, Aleviler katledilmiştir. Benim sizden can için bidat mezhebinize İslam diyeceğimi mi sanıyorsunuz?” Kadı: Anlat Şeyh Efendi. İdamın kokusunu alıyorsun değil mi? Benzin de çok bozuk. Şeriatın kestiği yer acımaz… Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, güruh-u eşkiya olan çavuşlarınız bana geceleri çok zalim, gaddar davranıyorlar. Kadı: İslam Halifesinin Müslüman Asakir-i Mansure-i Muhammediye askerlerine güruh-u eşkıya diyemezsin. Yeniçeriler eşkıya grubu idiler. Cezalarını buldular. Şeyh: Kadı Efendi Hazretleri, sen Sünni güruhuna İslam dememizi mi istiyorsun? Bizlere hiddet şiddetle kabul ettiremezsin. Asla Müslüman diyemem… Kadı: Söyle bakayım, bu sapıklığa devam edecek misin? Ehl-i Sünnet yoluna beli diyerek iman getirecek misin?
Ocak 2008
Cevap: Efendim Kadı Hazretleri, sizin Ehli Sünnetiz demekle adalet ve sevgi ile hiç alakanız yoktur. Bana kaç gündür bu tacizane yaptığınız zulmü yürüten devletin kadısının çağırdığı yola Müslümanlığımdan geçip de tensip mi edeceğimi istiyorsunuz? Hz. Ali’nin buyruğu, kendi ağzından ilk çıktığı gibi inandığımız sözü bana gereken kuvveti veriyor. Buyuruyor ki, ‘Mazlumun zalimden öç alacağı gün, zalimin mazluma zulmettiği günden daha çetin olacaktır.’ dediğine inanıyorum. Size acıyarak tebliğ ediyorum, zalimsiniz zulümde hattı aştınız. Bu güne kadar suçsuz yere Alevi Bektaşi Şehit etmişsiniz. Kanı akıtılanlardan sonra yaşamak, benim için erkân değildir. Ecdadım İmam Hüseyin, ‘zalim hükümetin hükmettiği ülkede esir gibi yaşamaktan ölmek daha hayırlıdır’ demiştir. Sizin Halifenizin hükmettiği ve sizin gibi mahkeme kadılarının bulunduğu yerde yaşamaktan ben ölmenin hayırlı olduğunu kaç aydır tercih etmekteyim.” 2 Bu bir tiyatro sahnesi değil, gerçeğin gün yüzüne çıkmasıdır. Alevilik belleğinde daha nice karadelik taşımaktadır bilinmez. Yaşamın sırları kadar yoksunluğun ve katliamların sırlarını da taşımaktadır. Ancak onurunun sırrını ve sabrını söylemeye ve aramaya hiç gerek yok. Bu yol bin bir sürek de olsa onurunu ve sırrını saklamıştır. O sır ki insanda, insanın yüzünde ve gönlünde tecelli edendir sadece. Aleviliğin savunmasız bırakılmaya çalışıldığı bu yüzyılda bile yaşama dair cevherini içinde taşımaktadır. Hamdullah Çelebi Efendi’nin yaşamı bundan sonra, idamı kaldırılsa ve defteri dürülmese bile, yaşamının zindana döndüğü ve yoluna yurduna hasret kaldığı yazdığı şiirlerde ve Alevi ozanların onun onurlu mücadelesini dillendirmesiyle gün ışığına çıkmış durumda. Bütün bunlar bir yana idam edilmesi karşılığında dergâhın anahtarının bir Nakşibendî’ye teslim edilmemesidir tek dileği.
Değişmeyen Münkir Bugün ve her daim iktidar severler bir gün bu ilk taşın ve ilmeğin kendi boyunlarına geçeceğini bu fermanların içeriğinden anlayabilirler umarım. Hamdullah Efendi Savunması sadece bir yargılanma değil, aynı zamanda Aleviliğin kurallarının ve bakış açısının da Osmanlı kayıtlarına geçmesidir. Alevilik adına Belgrad Ormanları’nda yakılanların, Yeniçeri Ocakları’nda topa tutulanların sayısını vermek neyi çözer ki, ya da suçsuz yere defteri dürülenleri anlatmak. Ancak 600’ün üzerinde dergâh ve tekke bir emirle dağıtılabiliyor. Postnişin Hamdullah Çelebi Efendi’nin bu noktada direnişi ve kendini yol kalmasın da, dergâha kilit vurulmasın da, anahtar Nakşî soyunun eline geçmesinde, ‘defterim dürüle’ tek diye direnmesi yeterince örnek bir davranış.
ÂŞIK FEZALİ (HACI CIRIK)
Alevi Canım Zamana yobaz hüküm etti bakın Uyan yeter artık Alevi canım Bu çirkin gidişe yol verme sakın Uyan yeter artık Alevi canım Eski düşman bugün o yine düşman Yaktılar kestiler olmazlar pişman Aman ha deme bu işe karışmam Uyan yeter artık Alevi canım Beladan belaya uğrar başımız Hüsran olur bahar ile kışımız Uyku haram oldu gece düşümüz Uyan yeter artık Alevi canım Softa fetvası ona iman kârdır Biçtikleri elbise bize dardır Baskı iftira ile yaşam zordur Uyan yeter artık Alevi canım Devletle dönüyor bin bir hesaplar Arkası kuvvetli cani kasaplar Fezali’m yarine kalmaz hesaplar Uyan yeter artık Alevi canım
Zam Var Zam Verin Mebusa Hele bak zam geliyor gümbür gümbür Ver mebusa aman mebusa verin ha Ekmeğe muhtaç halkını sömürür Ver mebusa aman mebusa verin ha Oyunu ver emeğini ver doysun Yasa çıkar mebusa daha soysun Yüksekten seslen sağır sultan duysun Ver mebusa aman mebusa verin ha İşçiler açmış Allah verir rızgın Meclise söz etme aman ha kızgın Yetmiş milyon üstünde olan kuzgun Ver mebusa aman mebusa verin ha Çalışan beklesin sabırlı olsun Yüce tanrı ona mebusluk versin Yemesin içmesin ihtiyaç görsün Ver mebusa aman mebusa verin ha Devlete karışma bela bulursun El kaldırma aman ceza alırsın Girersin zindana ömür verirsin Ver mebusa aman mebusa verin ha Fezali duyar mı halkım feryadı Emekçi köylü esnafın yok tadı Dışa bağlı devletin budur adı Ver mebusa aman mebusa verin ha
“Payımıza düştü diyar-ı gurbet Adular duymasın çektiğim hasret Ne ağyare minnet ne yare vuslat Behey münkir gayri senden aman mı” (Hasreti/ Hamdullah Çelebi Efendi) NOTLAR: 1. Özmen, İsmail, Koçak, Yunus, Hamdullah Çelebi’nin Savunması; Bir inanç Abidesinin Çileli Yaşamı. Ankara. 2007 2. A.g.e.
23
SERÇEÞME
Zülfekâr’a ve Zülfüyâr’e Dokunmak - Bölüm II Hüseyin Albayrak
G
örünen dede ve baba, kılavuz istemezdi. Ama uzun yıllar görünmeyenlerimiz ise görgü kurallarını unutur olmuştu. Bu sebeple “yol bir, sürek bin bir” sözünü nefsimize göre uyarlayıp erkânda var olmayan kendi icatlarımızı yola monte edivermiştik Oysa oradaki “bir”in “elif ” harfinin, “bin bir” rakamının ise “rıza” kelimesinin ebcedi olduğunu, elif harfinin düz bir şekli olduğundan onun sırat-ı müstakim’i işaret etmiş olduğunu bununda yolumuzun dosdoğru bir yola remz ettiğini, “sürek” ya da yolu sürmenin de ancak “rıza” ile olabileceğini ve bu sayede de “bin bir” kapılı “rıza” şehrine ulaşılabileceğini unutur olmuştuk. (Simgeyi çözmek değildi muradım tersine geleneğe bağlamaktı. Bağlarken de “kördüğüm” atmamaya gayret ettim. Çünkü kördüğümü değil gördüğümü bağladım vesselam) Unuttuğumuzdan dolayı da postu deldirmiştik. Erkân’a ve yola aykırı yasadışı! hallerimizi beğenip onlara yardım ve de yataklık suçundan ömür boyu düşkünlüğe mahkumduk. Düşkün-hanede kaldığımız mahpusluk boyunca da “Vicdani” mahlaslı ozanın okuduğu nefesin sözleri gönlümüzü sızlatıp her daim kulaklarımızda yankılansa da onu duymamazlıktan geliyor ve hiç üzerimize alınmıyorduk; Düşkün iken dost bağına girilmez Yalan ile Hakk’a ikrar verilmez Kâmil olmayınca menzil alınmaz Kör cahil elinden kul dertli dertli Torun sahibi olmadan dede, çocuk sahibi olmadan baba olmuştuk. Oysa sanatkârın değeri eserinden belliydi her daim. Torunsuz ve de çocuksuz yani esersiz bazı dede ve babalarımız biliyorlardı ki çocuk babanın, torun da dedenin sırrıydı. “E-ser” olmayınca sır da olmuyordu. Haliyle ne verecek ser ne de saklayacak sır kalmıştı. Ocağımız sönmüştü ama yerine dernek ve vakıflarımız tütüyordu. Ocak ateşinin ruhumuzu ısıtan sıcaklığı yerini ruhumuzu boğan örgüt dumanına bırakmıştı. Bir zamanlar bir derdimiz vardı bin dermana değişmeyeceğimiz. Şimdilerde ise bir derman arar olmuştuk binlerce derdimize. Dermanımız ise artık sanal âlemde mevcuttu. Bir âlemdik! doğrusu. Âşık; gönül ne gezersin seyran yerinde / “âlemde” her şeyin var olmayınca derken bu sanal âlemi mi işaret ediyordu acaba. Alevilik adına internet denilen sanal âlemde her şeyim yani onlarca “sitem” vardı ya artık bana ölüm yoktu. Ya Eyyüb’e verilen “sitem” hakkı ne olacaktı. Güzel Hünkârımız, “Her ne ararsan kendinde ara / Kudüs’de, Mekke’de Hac’da arama” diyordu. Gel gör ki hakikati hala kendimizde değil, google’de, yahoo’da youtube’da, ekşi sözlükte ve de bilumum arama motorlarında arıyorduk ki vay halimize. Ara ki bulasın. (Buradan teknolojiye karşı olduğum gibi bir anlam çıkarılmasın lütfen. Modernleşme iyidir elbette. Ama modern-leş! olmamak şartıyla) Evet, “Söz vardı televizyon içinde”. Ne yoktu ki bu derin! açılımlı sözler içinde. Bir tutam felsefe!, bir çorba kaşığı hikmet!, bir yemek kaşığı ilm-i ledün!, biraz irfan!, bir su bardağı marifet!, bir doz tasavvuf! ve de tüm bunlara ilavetende sözün etki derecesini arttırmak için teatral bir ses tonuyla takınılan derin ve manalı duruşlar ve de bakışlar. Kibirli halimize yapay
24
Kibirli halimize yapay bir tevazu havası vermek için de söze hep “ fakir” diye başlıyorduk, Hz. Peygamber’in tacına ve makamına göz diktiğimizin farkında olmadan bir tevazu havası vermek için de söze hep “fakir” diye başlıyorduk, Hz. Peygamber’in tacına ve makamına göz diktiğimizin farkında olmadan. (Hakiki ve hakikatli fakirlere canımız feda) Çünkü Şah-ı Enbiya; “El fakrun fahru” (Fakirlik tacımdır) diyordu bir hadisinde. Ağzımız “fakir” diyordu amma halimiz ahvalimiz bir hayli zengindi çok şükür. Sözlerimiz hep dışardan ve de başkalarındandı. İçerden ise hiç bir şey yoktu. Tüm bu sözler içinde olması gereken en önemli şey ise na-mevcuttu. Yani kişinin kendisi. Gerçi buna da hazır bir sözü heybelerimizde her daim taşıyorduk. Bizde söz çoktu ya, öz ise hak getire. Söz kalabalığından mananın sesini duyamaz olmuştuk (aynen bu yazıdaki gibi). Sözel repertuarımız genişti amma özsel olanı bulmak ise bir hayli zordu. İşte o söz de “Sen çıkınca aradan / kalır seni yaradan” vecizesiydi. Söz elhak doğruydu ama ağız o ağız değildi. İnsanın içinden “hadi oradan” diyesi geliyor. Öncelikle, biz arada mıydık ki oradan çıkalım da geriye hakk kalsın. Arada olduğumuz falan yok. Hakk hep vardı ya hu (el’an da öyledir), kendimiz! (kimdir bu “kendi” denilen şey bilen varsa beri gelsin) sonradan araya girmeye çalışıyordu. Kendilik, sadece zandan ibaret bir durumdur. Hem öyle “hadi ben aradan çıkıyom ne haliniz varsa görün” demekle de olmuyor ki. Ekranlardan, radyolardan, kürsülerden ve de internetten ayrılamıyoruz ki aradan da çıkalım. Oradayız ve de aradayız işte, hem de kazık gibi dikiliyoruz üstelik. Serimizi vermemişiz. Sadece başımızı kuma gömmüşüz. Diğer taraflarımız ayan beyan arada, ortalık yerde duruyor. Ama serden-geçti taklidini de iyi yapıyorduk hani. “Ben yokum artık, benlik kalmadı bende” diyorduk (bak hala üç kere “ben” dedik “ben yokum” derken bile. Ne tuhaf çelişki azizim). “Eline, diline, beline sahip ol” sözü dilimizden düşmüyordu. “Ben yokum” değil ne zaman ki “Yok, benim” derse belki o zaman bu durum hasıl olacaktı. E yokluğunda ağzı yok ki “ben” desin. Hep başkalarından devşirilme sözler. Söylenegelmiş sözler. Elbette onlar da değerliydiler. Elbette onlardan da feyz alınmalı. Ama gel gör ki işin amması, a’ması birde muamması vardı. Güzel bir menkıbe vardır Şems’e dair. Mevlâna’nın da bulunduğu bir mecliste hadis, ayet, kelâm-ı kibar konuşulurken yani “Allah Kitabında şöyle buyurdu, Resulullah şu mevzûda şöyle buyurdu” şeklinde sohbet yapılmakta iken âniden kapı açılıp içeri Şems-i Tebrîzî girer. Der ki; “Bırakın bu dedikoduları ‘Allah şunu dedi, Resulullah bunu dedi!’ Sen ne diyorsun sen?” Önceden söylenegelmiş, bilinen sözleri ama sözlerde ne demek istenildiğine de pek vakıf olmadan- sanki ilk defa söylüyormuşçasına derin adam pozları vermek marifet değil.
Zaten kameralar ve mikrofonlar önünde ya da kalabalık toplantılarda muhabbet ya da cemin olması imkânsızdır. Riya, dramatizasyon ve teatral durum kaçınılmazdır. Ona da muhabbet değil vaaz denir. Harabi Baba; Ey vaiz sen bize vaaz edemezsin / Çünkü her bir ilmin deryasıyız biz ya da Zühd-ü riya ile olan ibadet hatadır Hazret-i Settara karşı derken bu sözleri sadece ham sofu ve softa ulemaya değil aynı zamanda bu hali sergileyen yolumuzdaki ham ervahlara da söylemiştir. Kendimiz dışında, 72 millete bir bakıyorduk. Birlik olmak aynılaşmak değildi elbette ama kimlik zenginliği de ayrışmaya sebep vermemeliydi. Kimlik zenginliği şimdilerde ayrışma fakirliğine duçar kılmıştı hepimizi. Envai çeşit Alevilik türemişti. Türkmen Aleviliği, Kürt Aleviliği, Kızılbaş Dersim Aleviliği, Zaza Aleviliği, Alisiz Alevilik, Zerdüşt Aleviliği, İslam içi Alevilik, İslam dışı Alevilik vs. Peki biz bunların hangisiydik. Dilsel ve de diğer kimliklerimiz inançsal kimliğin önünde mi olmalıydı yoksa inanç her şeyden önce mi gelmeliydi. Hangisi bizim alt, hangisi üst kimliğimizdi. Altta kalan kimliğin canı çıkmaz mıydı sonra. Üstte kalan kimlik ise çok kibirli olmaz mıydı üstten bakan haliyle. Ya da ikisi at başımı gitmeliydi. Sağ ve sol kimliklerimiz ise çoktandır yıpranmıştı. Şimdilerde esamesi bile okunmuyordu. Sağım, solum, önüm, arkam, altım, üstüm sobeydi ya da kimlik bunalımıydı. Tamda modern zaman insanının kafa karışıklığının güzel bir örneğini yaşıyorduk. Bulanmıştı kafamız, acep şimdi durulur muydu. Bu durulama işi “bana göre” ya da “sana göre” yapılacak yorumlarla giderilemezdi. Hem arı hem de arıtıcı olan ariflere ve âşıklara mahsustu bu durulama işi. Her biri farklı etnik kökenden gelseler de nutuklarında hiçbir zaman etnik ve de diğer kimliklerini referans gösteren bir ibareye rastlanmıyordu. Geldiği yeri yani köklerini, asıllarını asla inkâr etmiyorlardı elbette. Ama onların kökleri sanılanın aksine dillerinde değil dîllerindeydi (gönüllerindeydi). Ama Aleviliğin köklerini ya Orta Asya’ya ya da Mezopotamya’ya bağlayan etno ve de ego-santrik dostlarımız için gönül işi, bilimsellikten! uzak hafif-meşrep bir durum arz ettiğinden, bu durum her daim dudaklarında müstehzi bir tebessüme yol açmakta ve de “gönülden muhibbler cemiyeti” üyelerinin kafalarını şefkatle! okşayarak daha öğrenecek çok şeyleri olduklarını vazetmekteydiler. Oysaki o uzun tarih yürüyüşünden nice çileler çekilerek bu günlere gelinmişti. Geldiğimiz nokta çekilen çileye değmiş miydi peki. Umarım. Alevi-Bektaşi yolu bizim gündelik hayatımızın ilişkileri neticesinde ortaya çıkan can sıkıntımızı yanı sıra sosyalleşme ihtiyacımızı giderecek bir hafta sonu etkinliği ya da geçimimizi temin edebileceğimiz bir meslek değil süluk tur yani daimi seyr u süluk edilecek bir yoldur. Bunun böyle olduğu yol büyüklerinin (selam olsun onlara) hayatına bakılarak kolayca anlaşılabilir. Onlardan bizlere miras kalan her biri inci değerinde olan nefesleri, nutukları, kibar-ı kelamları ve de onlara ilişkin yorumlarımızı gündelik hayatımızda birbirimizin üzerinde tahakküm ve üstünlük kurmak ya da sözde açılım, açıklama ya da şerh etmek adına hoyratça sarf etmek gibi bir hakkımızın
Sayı 37
SERÇEÞME olmadığını düşünmekteyim. Bu sözlerin inciye benzetmemin sebebine gelince; Bildiğiniz gibi deniz kabuğu içersine kaçan kum taneciklerinden rahatsız olur ve de bu rahatsızlığının sonucu olarak bir salgı üretir. Üretilen bu salgı zamanla katılaşarak inciyi meydana getirir. Demek ki deniz kabuğunun keyfi yerinde ise inci yok. Ama rahatsızsa o zaman seyreyle inciyi. Tabii her kabukta da inci ortaya çıkmıyor. İçinde bulunulan denizde önemli. Denize dalan dalgıçların topladığı deniz kabuklarının çoğu ise kof çıkıyor. Bu noktada aklıma hemen bizim Anadolu irfan geleneğinde ilm-i ledün yani tanrısal hikmet içeren sözlerin yanı sıra Hz. Peygamber ve de onun latif hadisleri için de kullanılan “dürri yetim” diye bir kavram geliyor. Yani “yetim inci”. Hep düşünmüşümdür niye yetim diye. Sonra dedim ki kendi kendime yetim; anasız ve babasız büyüyen çocuklar için söylenir. Yani kişinin yaşamda karşılaşabileceği en büyük acılardan birisidir yetimlik. Hz. Peygamber de anne ve babasından yoksun bir şekilde büyüdüğünden bu sıfatla muttasıf olmuş. Bu yetimlik metaforu (Burada açılım yapmıyorum. Tersine yüzeysel bir kapatma ve de örtme uğraşısı benimkisi. Derinlik olarak anlamlandırmayınız lütfen) kanaatimce kişinin yaşamdaki en büyük konforundan ve de güvenlik ihtiyacından vazgeçmesini simgeliyor gibi. Demek ki inci kadar gibi hikmetli sözler söylemek ancak konforundan, benliğinden, kibrinden vazgeçen kimselere mahsus bir hal. Ayrıca Cenab-ı Hak, Kuran’da Enam suresinde “Yetimin malına, rüşt yaşına ulaşıncaya kadar, en güzel olanın dışında yaklaşmayın.” der. Güzel bir uyarı. Rüştünü ispat edemeyip, henüz irşat olamayan, mürşitsiz yani deniz yüzü görmemiş içi boş deniz kabuklarına, hiçbir konforundan vazgeçememiş biz kibirli modernlerin masa başında sözde derin makaleler yazmasına (şu anda benim yaptığım gibi) ya da ekranlardan ve de radyolardan görkemli stüdyo ışıkları altında egoyu şişiren derin! açılımlı sohbetler! eşliğinde yetimin malına yaklaşılmasına yada incili sözlerin kullanılmasına bilmem ki ne demeli acep. “Yerli malı, yurdum malı birde yetim malı, bunu herkes kullanmalı” mı acaba. Peki hiç mi konuşulmamalı? Tabii ki hayır. Ama olmadık bir hale bürünerek sahtelikle değil samimiyetle, tevazu ile. Bilgi satarak, “yetim malını” değil kendini satarak. Hani diyor ya Şah Hatayi; Özünü kul edip pazarda satan Fazl’ın borcunu verendir Haydar Çağlar öncesinden Yunus Emre’de bu menfi durumlara benzer insanlık halleri ile karşılaşmış olacak ki; Aşk ile gelen erenler içer ağuyu nuş eder Topuğa çıkmayan sular deniz ile savaşa girer Dosttur bizi okuyan üstümüzde şakıyan Şimdilerde üç buçuk okuyan derin danışman olur deyu kelam eylemiş. Ne güzel söylemiş. Ama tüm bu menfi insanlık hallerini sergileyen sözde âşıklara karşın sayıları az dahi olsa halen günümüzde yaşamakta olan özde aşıkan, dervişan, muhibban ve de arifan (iyiki onlar da var.) başta da belirttiğim o derin acıyı ve yanı sıra zevki de kem gözlerden ve de kameralardan sakınırcasına kalplerinin en deruni yerlerinde muhafaza etmekte ve de hafi muhabbetlerinde, tıpkı bir araya geldiklerinde
Ocak 2008
ellerindeki değerli antikayı sadece birbirine gösteren kolleksiyonerlerin titizliğindeki gibi bu acıyı ve zevki birbirlerine sunmakta ve de paylaşmaktalar. Fuzuli bu hali ne güzel dile getirmiş; Muhabbet lezzetinden bî-haberdir cahil u gâfil Fuzûli zevk-i aşkı, zevki var olandan sor. Bu paylaşım, sevenlerin o derin acıyı ve de zevki nisyan (unutma) etmelerine mani olmaktadır. Nesimi ve Hallac’ın kanları karışırken toprağa, bu derin acı ve de zevk o topraklardan vücûd bulmuş sevenlerin kanlarında da dönüp durmaktadır belki de. Kim bilir belkide kalpten her defasında beynimize taze oksijen taşıyan kan hücrelerinde Nesimi ve Hallac’ın kanları da mevcûd olduğundan o miras belleğimize kazınmakta. Bu yüzden midir bu unutmama hali. Oysaki “hafıza-ı beşer nisyan (unutma) ile maluldür” demezler miydi her zaman. Ne diyordu bir âşık. “Âdemi var ettik isyan içinde.” Azazil isyan ederken Allah’a, “secde etmem ben Âdem’e. O toprak ve sudan, ben ise dumansız ateştenim.” diyordu. Azazil’in ateş olan asli cevherine yani aslına “nisyan” etmemesi nedense “isyan” diye anlatılagelmiş. Yine atalardan bir sözü hatırlatmakta fayda var gibi; “Aslını inkar eden haramzadedir”. Hz. Pir’in dört kapıyı anlatırken şeriatı yel’e, tarikatı ateş’e, marifeti su’ya, hakikati toprak’a benzetmesinden ilhamla söylersek şayet; Allah, marifetle (suyla) Âdem’in hakikatini (toprağını) yoğururken tarikat (ateş) babında yani yolda olan Azazil isyan ederek deyim yerindeyse yoldan çıkmıştır. Haddimizi aşmadan şöyle de okumak mümkün müdür bu hadiseyi. (Canına okumayalım da). İnsan; çar anasırdan (dört unsurdan) yani yel, ateş, su ve de topraktan vücûd buldu denilir. Virani Baba risaliyesinde; “Yarattım Âdem’i sudan, topraktan, yelden ve oddan. Çar anasırla mürekkep eyledim” denilir. Kadim Yunan felsefesi bilhassa Efesli Herakleitos (başkasından bir söz daha devşiriyorum, kusura kalınmaya) ise evrenin tek bir ana-maddeden oluşmuş olduğuna inanır ve bu maddenin sürekli devindiğini söyler. Herakleitos’a göre ana-madde ateştir. Ateşten doğan her şey yine “logos”la birleşir. Herakleitos’a göre “logos” ilk eleman olarak kabul ettiği ateşi devindiren güçtür. “Bizi çevreleyen evren logoslu ve * usludur” der. (Nerden buluyorlar bu güzelim benzetmeleri. Gel de kıskanma. Acaba üstat da başkasından devşirmiş olabilir mi. Kendim akıl edemedim ya çamur atıyorum. E aslımız çamurdan yoğrulmuş azizim ne yapalım. Âdem olan çamur atar. Neyse, güzel bir metafor doğrusu.) Herakleitos’un, aklı ve logosu ateş ile özdeş kılması ilginç. Azazil de ya da sonradan adı şeytan olacak olan varlığın asli unsuru da ateş. Demek ki akıllı! ama pek de uslu! olmayan yaramaz! bir şeytanımız vardı. Anlatıldığı üzre Cenab-ı Hakk, Azazil’e “Âdem’e secde et” demiş, belki de asliyetinden Âdem’e bir cüz vermesini istemişti. Bu isteğe karşılık ise Azazil aklına! uyup isyan etmişti. Bunun üzerine şeytani akıl ya da deyim yerindeyse ukala! (akılın çoğulu) şeytan dergâhtan uzaklaştırılmıştı. Zaten Arapçada şeytan, “şetane”den türetilmiştir ki manası “uzaklaştı” demektir. Akıldan uzaklaştıkça!, Azazil aşka yakınlaşmaya başlamıştı. Aşk ateşi kor gibi düşmüştü varlığına. Şeytani akıldan uzaklaşan Azazil’in korlaşmış olan aşk ateşinden bir parçada Âdem’in hamuruna katılmıştı. Ama bir süre sonra Âdem’de zaafına yenik düşüp saf lığından uzaklaşarak aklına!
Ya da kör şeytana! uyduğundan isyan etmiş ve o da cennetten uzaklaştırılmıştı. Bu isyan ise kanla bastırılmıştı. Yani Âdem’in bedeni kanla hayat bulmuştu. Ve damarlarında dolaşan bu kan, ateşin hararetini daima taşır oldu. Ve de Âdem bu sebeple sıcak-kanlı bir varlık oldu. Âdem sıcakkanlı! yani cana yakındı. Ama canana uzaktı kimi zaman. Uzaklaştığından hamurundaki bu dört melek ya da melekenin yani yetilerinden birisi daima şeytani! oldu. Uzaklaştıkça hayat damarlarından biri kopuyor, şeytani ve Âdem-i zaaf oluyordu. Yakiyn oldukçada rahmani ve Âdem-i saf oluyor ve de Şah, damardan daha yakiyn hale geliyordu… Hallac ve de Nesimi’nin acısından nasıl buralara geldik anlamadım doğrusu. Buradan nereye varmak gerekir peki. Tabi ki Âdem’e. Boşuna “Âdem’i bil, Âdem’i bul, Âdem’e gel, Âdem’e” dememişler. “Kördüğüm” atmadan bağlamam gerekirse, cennet kelimesi cenn’den türetilmiştir ki; “bir şeyi örtmek, gizlemek ve de ana rahminde cenin olmak” gibi anlamlar taşır. Yine Mecnun kelimesinin kökü olan delilik ve delirmek anlamındaki cünun kelimesi yanı sıra cinnet ve de cenin hep bu cenn’den türetilmiştir. (Ya hu bu cennette neler varmış. Tam bir kelime cenneti!) İşte Hallaç ve Nesimi gibi zarif âşıklar geldikleri yere nisyan etmemiş, Âdem’in asliyeti olan rahimdeki cenin cennetinden uzaklaşmanın getirmiş olduğu ayrılığa isyan etmişlerdir. Ayrılık acısı onları cünun ettiğinden mecnun olmuşlar bu nedenle de, “cenn” yani “örtük” olan hakikati aşikâre dökerek Leyla’nın cennetine vasıl olmuşlardır. Ama onların cenneti zahitlere cinnet gibi görünmüştür. Ama olsun zahidin cinneti aşığın cennetidir zaten. (Bu yazıda uzunluğundan dolayı okuyanları cinnete sürüklemiş olabilir. Çünkü kendim de yazarken cinnet geçirmedim değil.) Zahid cinnetlik, âşık ise cennetliktir. Bunu da yetim olanlar anlar. Zül-fekar’ın keskin sırtında cevlan eden yetime aşk olsun *
Us; akıl demektir. Gündelik dilde terbiyeli anlamında “ne uslu çocuk” deriz. Zıddı olarak da “haylaz” anlamında “yaramaz” kullanılır.
ALİ ÖZSOY DEDE
Belli Değil Öğle bir zaman ki hiç tadı yoktur Devlet belli değil, halk belli değil Askeriye din işine karıştı Mezhep belli değil, din belli değil Yabancılar aya çıktı oturdu Din siyaseti Türkiye’yi batırdı “Paşamız” da yolunu yitirdi Giden’ belli değil, yol belli değil Hani erleri çölde kıran Padişah idi Araplara karışan Bizi İngiliz’e teslim eden Düşman belli değil, dost belli değil Osmanlı artığı devlet aldılar Muaviye’nin kanununu kurdular Kavmimizin yollarını bozdular Kanun belli değil, suç belli değil Ali Özsoy neden sana mı düştü Geçen yıllar geldi aklıma düştü Paşamız nurcuymuş neye yaradı Dinci belli değil, din belli değil
25
SERÇEÞME
Vahdet-i Vücud Felsefesinin Yararları Bölüm II İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi
T
ASAVVUF, insan ruhunun Tanrı ile birliğe ulaşması öğretisidir. Mibtiklik, yaratanla yaratılan, sevenle sevilen, müzikle dinleyen, resimle seyreden, ozanla şiir arasında ulaşılan bir birlik duygusudur, bunlar arasında kurulan kutsal köprüye verilen addır.
Vahdet-i Vücûdun Yararları Bu bağlamda tasavvuf ehlinin benimsediği Vahdet-i Vücûd kavramının dini, ahlâkî edebî vb. birçok açılardan önemli yararlar da içerdiği yadsınamaz. Bunlardan bir kısmını şöyle sıralayıp açıklayabiliriz:
1. İnsan aklı Cenab-ı Hakk’ı zat olarak algıla-
maktan aciz olup, O’nu ancak sıfat aşamalarında bilebilir. Oysa bu durumu bilmek, evrenin ad ve sıfatların meydana çıkma, belirip gözükme ve görünme yeri olduğunu kabul etmeye bağlıdır. Çünkü bir hadis-i şerifte “Nefsini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuş olduğu açıkça söylenir... Bunda güdülen amaç, insanın ilahî suret üzerine yani isim ve sıfata erişmiş olarak yaratıldığını ve bütün eşyanın Hakk’ın vücudu ile sabit ve var olduğunu bilmesidir. Bu konuda kuşkuya asla yer yoktur. Çünkü yine bir hadisi şerifte ‘Allah, Âdem’i kendi suretinde yarattı’ denmektedir. Bir itirazcı olan Ali Karî bile bu hadisi, ‘yani bütün isim ve sıfatlarının suretinde’ yaratıldığı şeklinde yorumlamış ve bunu da şöyle bir ayetin anlamıyla belirleyip birleştirmiştir. “Biz emaneti göklere, yere arzettik, onu yüklenmekten çekindiler, insana verdik, onu yüklendi.” (Ahzab, 33/72) Bu ayet az önce belirtilen görüşü doğrular içerik ve niteliktedir. İnsan halifedir.
2. Gizli Tanrı’yı yadsımanın çukurundan gerçek tevhide, yani zat tevhidi ile birlikte sıfatların tevhidi ve eylemlerin tevhidine yükselmek bu yeti ile ortaya çıkar. Bu bütün İslamî tarikatlarca kabul e dilmiş bir gerçek ve düşünsel olgudur. 3. Bir görüşe göre, ibadet ve taatlerde ihlasın
tam oluşu tevhidin tam oluşunun sonucudur. Çünkü tevhide, yani kemâl denilen en üst yetkinlik noktasına ulaşan ârifte, riya, gurur ve kibir gibi kötü duygu ve düşünceler silinir, yok olur. Tarikat ehli olanların bir takım gönülsel keşiflere ermiş olmalarının nedenlerinden biri de budur. Çünkü, ârif iyi niteliklerin hepsini kendisinin değil, Allah’ın bilir. Bunlar kendi malı olmadığından doğal olarak riya ve kibir meydana getirmez. Ona göre herkesin gözüyle bakan Cenab-ı Hak olduğundan zorunlu olarak ona karşı büyüklük taslayamaz. Hatta kendisini de ayrı bir varlık olarak görmez. Onun bilişine göre, Cenab-ı Allah kendisinden, kendisine, yine kendisiyle tecelli/tezahür etmekte, görünmektedir.
4. Birçok ayet-i kerime ve hadis-i şerif mü-
teşâbihat (birbirlerine benzeyenler, mecâzî anlama uygun ayetler) olmaktan çıkarak muhkemat (anlamı açık olan, içinde hüküm bulunan ayetler) grubuna girer. Çünkü yaratıklar ad ve sıfatların tecelli yeri olunca Cenab-ı Allah’ın yaratıklara ait olan bir takım organ ve eylemle-
26
ri kendisine nisbet etmesinin neden ve hikmeti pek güzel şekilde ortaya çıkıp apaçık anlaşılır. Mesela “…Allah’ın eli onların elinin üstündedir…” (Fetih, 48/10) ayetinde elden maksat, Hz. Peygamber Efendimizin elidir. Çünkü biat esnasında elini uzatan odur. Kendisi Tealanın elidir. Zaten kudsî hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Ben kulumu sevdiğim zaman onun kulağı, gözü, eli ayağı olurum.”
5. Dinde amaç, Cenab-ı Allah’ı tazim ve onun
yaratıklarına şefkat olduğu için insanın, bütün oluş, varlık ve birlik kuvveti Hak Taâlâ’ya oranlanarak kendi gerçeğinin yok hükmünde olduğunu, böylece bütün acizlik ve muhtaç olma durumunu anlamasının tazimin en büyüğü olduğundan kuşku duyulamayacağı gibi, bütün mahlukata Cenab-ı Hakk’ın tecelli aynaları olarak bakmak, onlara karşı olan duygularında büyük bir iyimserlik ve iyilikseverlik meydana getireceği de kuşku götürmez bir gerçektir. Çünkü bütün yaratıkları büyük bir ailenin fertelir yani Allah’ın iyali addetmektedir. Fakat bundan dolayı Allah’ın düşmanlarına sevgi ile bakmak gerekmez. Çünkü mümin, Allah’ın ve onun Resulünün emir ve yasaklarına itaat etmekle mükelleftir. Bununla birlikte Cenab-ı Allah düşmanlarına da ikram ve ihsandan geri durmadığı gibi, arifler de düşmanlarına bile iyilik etmeye çalışırlar. Onun muhabbeti de, buğzu da, kini, kibiri de hep Allah içindir. Kendi nefsi için değildir. Çünkü o emir kuludur.
6. Vahdet-i Vücud ilkesine inananlar, Cenab-
ı Allah’ın vücud ve vahdaniyetini kanıtlamak için ayrıca tanıt getirmeye muhtaç değillerdir. Çünkü onlara göre Cenab-ı Allah’tan başka hakiki varlık yoktur. Bu inançta olan bir kimsenin itikadına şirke ve sapıklığın bulaşmasının mümkün olmadığı açıktır.
7. Vahdet-i Vücud denetlemesi, sûfînin kendi özünde Allah’a ulaşmak için en kolay ve en kestirme bir yoldur. Bu, bir tür kendi kendine hesaplaşma, yargılama ve kendi kendini dâra çekmedir. Kişinin kendi başına, her yerde, her zaman yaptığı en sade ve en şekilsiz ibadet türü budur. Gece, gündüz, oturup yatarken, gezerken, tozarken bile yerine getirilir. Kimse karışamaz, kimsenin yardımına, düzenlemesine de gereksinim duyulmaz. 8. Bugün Vahdet-i Vücud, maddecilerin itirazlarını red ve iptal etmek, doğa bilimleriyle meşgul olanları ikna etmek için en uygun bir yoldur. Çünkü ilim ve fen erbabının hemen hemen hepsi –hangi adı verirlerse versinler– bütün doğal olayların içerik ve anlamlarının bilinmeyen bir gerçeğin görünümünden ve yansımasından ibaret olduğunda birlik halindedirler. Ancak, bunların içlerinden bazıları, bunu bilinçsiz yasalara uygun ve tâbi gördüklerinden dolayı dalalet vadisinde kalmaktadırlar. Oysa bütün saptama ve gözlemler bu batıl düşüncenin aleyhine tanıklık etmektedir. Çünkü, âlemde sınırsız ve hesapsız gayet ince bir hesap ile bir takım gayeler için muvaffakiyet elde ettiği görülmektedir. Mesela oranların vazifeleri özellikle cinsiyet organlarında görülen
karşılıklı tevafuk ve uygunluğun tesadüfî olarak meydana geldiğini aklı başında bir adamın kabul etmesi mümkün değildir. Çünkü muhasibsiz hesap olmayacağını kesinlikle bilir. Böylece insaflı olanlar evvela Vücud-i Barî’yi, sonra da bunun neticesi olarak ahiret hayatını tasdik etmeye mecburiyet hissederler. İslâm inançlarının makul oluşu bu konuda pek büyük bir kanaat bahşetmektedir. Sayın Mustafa Kara, “Bu konuda Maddiyum Mezhebinin İzmihlali (İst. 1928) adıyla bir eser yazdığını, bu eserin birçok şüphenin yok edilmesine, materyalist felsefeyi incelemekle itikattan sarsılan birçok kimsenin inançlarını kuvvetlendirmesine yardımcı olmaya çalıştığını, Avrupa’da bir takım batıl itikatların aleyhinde yazılan eleştirileri incelemek bunların İslâm dini için de söz konusu olacağını hatıra getirmemeli, bir Müslüman’ı ilhadın (dinsizliğin) korkunç vadisine sevketmemelidir. İslâm dini her türlü itiraza cevap verebilecek, her akl-ı selim sahibine kanaat bahşedecek sağlam ve apaçık bir dindir. Bütün dünyevî ve uhrevî menfaatler, ahlâki faziletleri ihtiva etmesi itibariyle Cenab-ı Hakkın en büyük bir nimetidir. Dolayısıyla bundan mahrum olmak büyük bir musibet ve tamiri imkânsız bir felakettir. Bu mahrumiyeti tercih etmek için cehalet ve şeytanın vesvesinden başka hiçbir sebep de yoktur.” demektedir ki, biz tamamen öznel ve subjektif olan bu görüşlerin çoğuna katılamıyoruz. Bu anlayış doğal olayların incelenmesinde pek fazla şevk ve çabaya neden olur. Çünkü insan Allah Teala’yı bilmek için yaratılmıştır. Oysa Allah’ın zatı bilinemez, bilinebilecek olan onun isim ve sıfatlarıdır. Bu isim ve sıfatların hüküm ve eserlerini bilmek ise evreni incelemeye bağlıdır. Demek ki, doğa olaylarını incelemek insan olarak hepimizin görevi olduğu gibi, aynı zamanda dinsel ödevimizdir de. Bu ödevlerin yerine getirilmesi bir taraftan bazı keşiflere girilmesinde başarı kaynağı olmasını teminle dünya mutluluğuna neden olacağı gibi, diğer taraftan da ilâhi hükümleri tanımakla bu işin gerçek ve içten bir ibadet olmasını sağlayacak ve ahiret mutluluğuna hizmet edecektir. Evreni aramak ve araştırmak bence en büyük ibadettir. Sayın Mustafa Kara, Metinlerle Osmanlıda Tasavvuf ve Tarikatlar adlı yapıtında: “Özetle Vahdet-i Vücud, inancı bir takım mülhid ve zındıkların anladığı gibi değil de mutasavvıflar gibi anlaşıldığı zaman öyle küfür ve sapıklık olması şöyle dursun aksine sağlam dini–âkli delillere dayanan birçok arif alim ve kâmil verilerce kabul edilmiş bir itikat olduğu ortaya çıkar. Bununla beraber biz bu anlayışın bütün Müslümanlarca kabul edilmesi gerektiği fikrinde değiliz, insanların büyük bir çoğunluğu bununla yükümlü değildir. Çünkü yüce peygamberler onları tevhide yani ‘Allah birdir’ demeye davet ettiler, vahdet-i vücuda davet etmediler. Maksadımız sadece bunun kabul edenlere dil uzamamak, bir takım büyük veli ve alimleri kınayıp reddetme hatasına düşmemek, böylece “… Benim veli kuluma eziyet eden kimseye şüphesiz ben harb ilan ederim” şeklindeki kudsî hadisin mefhumunun gerektireceği ilâhî kahrı celbetmemektedir. Bunun neticesi olarak mümin kardeşlerin arasında bulunması gereken sevgi ve dostluğun bu fikir ayrılığından
Sayı 37
SERÇEÞME
İSMAİL AYDOĞMUŞ
Aynalı Yazıda Çifte Ali Kompozisyon Şahin Paksoy Koleksiyonu, Cam Altında Yirmi Bin Fersah, Sayfa 120.
Arifler Meclisinde
dolayı asla bozulmaması lazım geldiğini göstermekten ibarettir. Vahdet-i Vücûd havas ve seçkinlere mahsus bir itikattır. Acizane bu konuyu nasıl anlaşılması gerektiğini gücümün yettiği kadar izaha çalıştım, ümit ederim ki birçok kimse meseleyi anlayacak ve tasavvuf kitaplarının mütalaasından değil zarar görmek, çok çok istifade edeceklerdir. Fakat avam, hak bunun yanlış anlayıp kitap ve sünnete ters bazı fikirler ileri sürebilirler. Dolayısıyla bunların Akaid kitaplarında yazılı olduğu gibi “Cenab-ı Allah mekândan münezzehtir, O’nun vücudu kadim, mahlukatın vücudu ise hadistir, sonradan yaratılmıştır” demeleri ve Vahdet-i Vücûd’dan söz edildiği zaman “o havas-ı evliya ve seyr u sülûk hayatı yaşayanlara mahsus bir itikattır. Onun hakikatini anlamak zevk ve keşfe bağlıdır” demekle yetinmeleri kendileri için daha iyidir. Gerçi Vahdet-i Vücûdu kabul edenler de Cenab-ı Allah’ın mekandan münezzeh olduğuna, O’nun vücudunun kadîm, yaratıklarınkinin hâdis olduğuna inanırlar. Fakat onlara göre “mekândan münezzehtir” demek hem “her şey onun vücuduyla kaim olduğundan her yerde mevcuttur, belli bir mekanda değildir” demektir ve hem de “onun vücudu kadîm, eşyanın vücudu hâdistir” demektir. Hakikatte bir ve Cenab-ı Allah’ın vücudundan ibaret olan Vucudullaha nisbet edildiğinden yani Allah’ın vücudu denildiğinden o vucud kadim, mecazi olarak eşyaya nisbet edildiğinde de “yani eşyanın vücudu” denildiğinde hâdistir. Çünkü bunlar sonradan vucude gelmişlerdir demektir. Halbuki vahdet-i vücudu kabul etmeyen alimlere göre vacib yahut kadîm, mümkin yahut hâdis olmak üzere iki çeşit vucud vardır. Cenab-ı Allah’ın vücudu vâcib ve kadîm, eşyanın vücudu ise mümkin ve haâdistir. Bu zümreden olan alimlerin içinde “Cenab-ı Allah her yerde mevcuttur yahut hazırdır.” diyenler varsa da bunların gayeleri vucudiyle yani zatiyle mevcut değil ilmiyle mevcut demektir. Sonraki alimler “Cenab-ı Allah mekandan münezzehtir” demekle yetinirler. Fakat önceki alimlere göre “Cenab-ı Hak, keyfiyeti bilinemeyecek bir tarzda yahut celaline layık olduğu bir şekilde arşın üzerine istiva etmiştir.” (Taha. 20/5). Yahut oturma (temekkün) ve bitişme (ittisal) olmadan arşının üstündedir. Selef-i salibinin yolu budur… Burada asıl amaç, Cenab-ı Allah’ın vahdaniyetini en üstün niteliklerle nitelendirip ve noksanlıklardan beri olarak onamaktır. Onun
Ocak 2008
zatı insan aklının tüm tasavvurlarının üstündedir. Çünkü O Gafur ve Rahimdir. Hiç kimseyi güç ve kuvvetini aşan bir şeyle yükümlü tutmaz. Bu konuda Kitap ve Sünnet’e açıktan açığa zıt ve ters olmayan tüm inançları hata ve kusuruyla birlikte lütuf ve inayetiyle kabul eder. Yeter ki bu konuda akli güç ve yeteneklerimizin kesin gerçekler olduğunda direnmeyerek “Allah’a Allah’ın istediği gibi iman etmektir” temel budur. İşte yukarıda açıklamaya çalıştığımız bu konudaki düşünce ve görüşler bu esasa dayanır. Temel ilke, Tanrı’nın varlığına inanmaktır, işin esası budur. Bu konuyla ilgilenen bilginlerin bir grubu ve bazı Müslümanların, hatta veli ve muttak’iler zümresinin sadece Vahdet-i Vücudu benimsemelerinden dolayı küfür ve sapkınlığa düştüklerini öne sürüp, bunun pek büyük bir günah/hata olduğunu söyleyerek onları reddetmek doğru olmadığı gibi, bazı mutasavvıfların da zahir alimlerin, yaratıkların, Allah’ın vücudundan başka bir vücuda sahip olduklarını kabul etmelerinden dolayı şirke nisbet etmeleri de çok büyük bir hatadır. Çünkü mutasavvıfların Vahdet-i Vücudu kabul etmeleri bunu gerçek tevhidin gereğinden bir bölüm saymalarına dayandığı gibi, bu bilim adamlarından bir kısmının Vahdet-i Vücûdu reddetmeleri de bu sistemde ulûlhiyetin şanına ters ve zıt bazı noksanlık ve kuşkular bulunduğunu söylemelerinden kaynaklanmaktadır. Her iki taraf da itikatlarını dini delillere dayandırdıklarından iyi niyetten ayrılmamışlardır. Bunun için din kardeşleri arasında kin, nefret ve ayrılığa neden olacak bu gibi aşırı uçlardan (ifrat ve tefritten) her iki tarafın da sakınmaları ve birbirlerinin bulunduğu yer, makam ve aşamalara tıpı tıpına uymaları gerekir. Kuran-ı Kerim her iki grubun inançlarını da tevil etmeye uygun bir içerik ve anlama sahip niteliktedir... Birmingahm Üniversitesi Rektörü Sir Eliot Luke “Hayat ve Madde” adlı önemli yapıtında şöyle yazmaktadır: “Pek yüksek bir panteizm doğru olabileceği gibi, pek yüksek bir monizm’de doğru olabilir.” Sayın Mustafa Kara’ya göre, gerçek mutasavvıfların düşünce, görüş ve inançları ilhad ehlinin/Tanrı’yı yadsıyanların savundukları panteizm ekolü olmayıp, tamamen bu yüksek Vahdet-i Vücûd inanç ve görüşlerini içeren bir sistem, olup Tanrı’nın varlığını doğrulayan görüşleri savunurlar. Özeti bizim Yunus Emre’den:
Arifler meclisine geldim de oturdum Önce cahil idim piştim ham idim oldum Aradım gerçeği insan özünde buldum Öğütler dinledim arifler meclisinde Dost deyip benimle lokmasın pay ettiler Kardeş gibi bölüşüp birlikte yediler Sevgi gönüllerin ilacıdır dediler Öğütler dinledim arifler meclisinde Gerçeği öğren atandan, insanoğlundan Ayrılma dediler sakın ilmin yolundan Ölüm de olsa dönme doğru yolundan Öğütler dinledim arifler meclisinde Bin biliyorsan bir bilene danışasın İlim Çin deyse bile arayıp bulasın Okuyup yazıp gerçeklere tez varasın Öğütler dinledim arifler meclisinde Yakıp, yıkıp hor kullanmayasın doğanı Çıkara meyledip bozmayasın vicdanı Değer verip sevmelisin önce insanı Öğütler dinledim arifler meclisinde Büyük lokma yesen de, büyük söz söyleme İnsana sevgi ve saygıda kusur etme Birlik ol birleştir yoluna yalnız gitme Öğütler dinledim arifler meclisinde Emeksiz tersiz menzile varılmaz Karar verip azim edenler yolda kalmaz Vakit gelmeyince kırmızı gül açılmaz Öğütler dinledim arifler meclisinde Verme sırrını sakın söylerler ellere Söylediklerin karışır esen yellere Yayılır gider sonra dillerden dillere Öğütler dinledim arifler meclisinde Damla isen ırmak olda ummana karış Yıldız isen ışık ol gökyüzünde yarış Sev insanları, et önce kendinle barış Öğütler dinledim arifler meclisinde Gönlünde ne varsa edeple koy ortaya Değer verme fazla mala, mülke, paraya Eşitliği gözetip pay et saya saya Öğütler dinledim arifler meclisinde Her şey zıddıyla vardır doğanın kanunu Evrilir, değişir birlikte tanı bunu Araştır, oku öğrenmektir aklın yolu Öğütler dinledim arifler meclisinde İsmail tartışma cahil ile deliyle Sohbet güzeldir arif ile veliyle Dostlarla insanın kıymetin bileniyle Öğütler dinledim arifler meclisinde Mart 2007
“Ağaç karır (kocar) devran döner kuş budağa bir kez konar” “Sev seviye düştü gönül.”
27
SERÇEÞME
Muharrem, Kerbelâ ve Aşure - Bölüm II
1. Dar Anlamda Aşure
Bektaş Alagöz
A
ŞURE, tatlı, güzel, lezzetli, bol vitaminli ve doyurucu kutsal bir yemektir. Birbirinden farklı yiyeceklerin (bakla, nohut, üzüm, incir vb.) bir araya getirilip karıştırılarak, harmanlanmasıyla oluşur ve pişirilir. Daha önce vurguladığım gibi, muharrem ayında Kerbelâ şehitleri ve imam Hüseyin onuruna on iki imamları temsilen on iki gün oruç (genellikle su orucu) tutulur ve on üçüncü gün aşure pişirilir.
Aşure Aşureyi yaparken de on iki imamları temsilen en az on iki çeşit yiyecek biraraya getirilerek yapılır. Bunlar buğday, un, su, incir, elma-armut, ayva, üzüm, nohut, bakla (kuru fasulye), ceviz, badem, fındık, fıstık karanfil, şekerpekmez-bal vb. Yukarıda görüleceği gibi muharrem orucu ve aşure et ve kemik gibi birbirinden ayrılmazlar, birbirini tamamlarlar. Burada her ikisi içinde belirleyici unsur on iki imam kültüdür. (On iki imamlara gösterilen saygı sevgi ve onurlandırmadır.) Aşurenin tencerenin içine katılıp, karıştırılıp harmanlanan o yiyecekler, bir tenceredekazanda pişirilir. Tatlı ve lezzetli olması için pişen aşureye şeker, pekmez, bal gibi tat verici maddeler katılır. Farklı yiyeceklerin bir araya getirilip bir potada (kap-kazan) eritilerek pişirilmesiyle tadına doyulmaz güzel bir yiyecek ortaya çıkar. Adına aşure dediğimiz bu yemek tadını, lezzetini, güzelliğini içine katılarak bir araya gelen pekmez, şeker, bal gibi yiyeceklerden alıyorsa; insanlarımızda güzelliğini erdemliliğini yola girip kurumlaşarak, bir araya gelip örgütleşerek bağlı bulunduğu öğretisinden, yol önderinden, inanç önderlerinden alır. Pirlerinden, rehberlerinden, dedelerinden, Alevi Kültür Merkezlerinden (AKM), … ve üyelerinden alır. Aşureyi ve aşurenin içine katılan maddelerin ve aşurenin aşure olmasını sağlayan nesnelerin ve aşurenin pişirilmesi olgusunu bâtıni açıdan yorumlayalım. Aşurenin aşure olmasını sağlayan bakla, nohut… vb. maddelerde pişmeden yani aşure olmadan önce hamdır, çiğdir, olgunlaşmamıştır. Alevi öğretisine göre yola girip pire ikrar vermeyen, Alevi yol ve kurallarını bilmeyen ve öğrenip uygulamayan, kendini yetiştirmeyen, bilgisiz cahil insan hamdır, çiğdir, olgunlaşmamıştır, pişmemiştir. Kazana konan o değişik yiyecekler bir arada pişerek aşureyi oluşturacak ve yenilir yutulur hale gelerek çiğ, ham olmaktan kurtulacaktır. Aşure örneğinde olduğu gibi Alevi öğretisine göre ham insan, yola girecek bir rehber önderliğinde pire teslim edilecek, çeşitli eğitim aşamalarından geçerek; yolun inceliklerini ve kurallarını öğrenerek pişecek; hamlıktan ve çiğ olmaktan kurtulacak, yetkinleşecek ve olgunlaşacaktır. Alevi kurumlarımız, AKM’lerimizde, çağdaş anlamda insanlarımızın yetkinleşebilmeleri için uğraş verecektir. Nasıl ki yemeğin (aşurenin) iyi pişmişi daha lezzetli ve güzelse, işte insanın pişmiş (eğitimli) olanı da bir o kadar iyi, güzel ve hatta kutsaldır. Şimdi aşureyi üç bölümde (üç başlık
28
altında) işleyerek bâtıni yol ve yöntemle yeni bir açılım getirelim. 1. Dar anlamda aşure, 2. Aşure bir tevhittir, 3. Geniş ve evrensel anlamda aşure. Aşureyi oluşturan ve içine katılan yiyecekler; Alevi öğretisinde yola girmek isteyen ham insanlar gibidir. Yani buğday, nohut, bakla vb. hamdır. Bunları çiğ, pişmemiş insanlara (taliplere), tarikata, yola yeni girecek olanlara benzetecek olursak; kazan da tekkedir, dergâhtır, günümüzde AKM’lerdir, eğitim vakıflarıdır, derneklerdir. Çünkü aşureyi oluşturan yiyecekler, sıcaklığı nasıl ki ocaktan alıp pişiyorlarsa, insanlar, talipler de o sıcaklığı pişmek (eğitilmek) için tekkelerde, dergâhlarda (cemlerde) pirden, dededen, rehberden, zâkirden (ozandan) alır. Günümüzde bunlara ek olarak, derneklerimizde (AKM’lerde), eğitim vakıflarımızda vb. eğitim kurumlarımızda araştırmacı yazarlarımızdan, bilim insanlarımızdan, kurum yöneticilerimizden, farklı seminerci ve konuşmacılarımızdan bu sıcaklığı, eğitimi alarak, pişerler, hamlıklarını gidererek yetkinleşir ve olgunlaşırlar. Aşureye, pişmesi için sıcaklığı veren ocak (ateş) ise, dedelerimize taliplerimize de o sıcaklığı, o ateşi veren ocaklarımızdır. Öğretimizin yolunu gösteren ve pirine bağlı olduğum, pirine ikrar verip bağlı olduğumuz ocaklarımız… Pirimizin ocağı yanacak, ısı sıcaklık verecek ve ona bağlı insanları aydınlatacaktır. Ham olanları pişirecek olgunlaştıracaktır. İşte aşureyi pişiren, kazana o sıcaklığı veren ocak-ateştir. Ateşin sıcaklığı aşureyi, aşure olacak gıda maddelerini pişirmektedir. Buğday, nohut vb. gibi yiyecek maddelerini, tekkelerde, dergâhlarda pişen (yol eğitimi alan) insanlara benzetebiliriz. Ocak, ateş bilgi demektir, ışık demektir, aydınlanma demektir, sıcaklık demektir. Bir, bir anlamda aşure demek; tekke -dergâh demektir, aşure demek AKM-dernek demektir. Aşure demek toplumun biraraya gelmesi demektir. Alevi öğretisi ışığında bir araya gelip, kaynaşıp, pişip insanlık potasında eriyerek; insanı kâmil olma yönünde, yolunda aşure olmak erdemlerin en güzelidir. Aşure olmak cem olmak gibidir.
2. Aşure Bir Tevhittir Bütün varlık türlerinin mevcut birliğidir. Öğretimize göre tevhit; evrendeki varlıkların, varlık türlerinin var olanların mevcut birliğidir, varlık birliğidir. Var bulunanların tanrıdaHakk’ta bir olmasıdır. Yani Hak ile Hak olmasıdır. Tanrının birliğidir, tanrının bir olduğunu söylemektir. Buna inanmak ve bunu cemde, zâkirin-âşığın, ozanın sazının eşliğinde hep bir ağızdan, içten gelerek söylemek ve kutsadığımız Hak-Muhammet-Ali’yi birlemektir. Bu birlik bu birleme Ali’de birlenir. Teke, bire iner. Ali özelde Hakk’ı temsil eder. Genelde ise Hak insandır. İnsanı kâmil olan insandır. Tevhit, öğretimizin temel kurallarından birisi durumundadır. Erdemli bir insan, bir can, cemde tevhidi söylerken ruhen dört kapı kırk makamı yaşar. Enel Hak (Ben Hakk’ım, Tanrıyım) diyen Hallacı Mansur, vahdeti vücut ve vahdeti mevcut tasavvuf anlayışından yola çıkarak şu görüşü dile getiriyor. “Tevhit’in anlamı, Tanrıda (Hakk’ta) birleşme ve bütünleşmedir. Hak bir bütünlüğün adıdır. Onu ondan başkası birleştiremez, tevhit edemez. Çünkü bir şeyi birleştirmek için ikinci bir şeyin bulunması gerekir. Başka bir şey olmayınca ne birleştirilecek?”
Yukarıda söylediğim gibi Alevi öğretisinin temel kurallarından, ilkelerinden birisi de tevhittir. Öz olarak tevhit, insanla Hakk’ın birliği bütünleşmesi anlamına gelir. Tevhit insanla tanrının birliği olunca gerçek ortaya çıkar ve bunun adı aşure olur. Yukarıda aşure bir Hak’tır demiştik. Aşurenin içine katılan yiyecek maddelerini insan yerine koyduğumuzda, yani pişmek ve eğitilmek isteyen insan olarak düşündüğümüzde bu insanların (yiyecek maddelerinin) birden fazla oldukları için Hallacı Mansur’un görüşlerine uygun olarak; birden fazla varlıkların kazanda aşure olmak için bir araya gelmeleri ve insanı kâmil olma yolunda pişerek birleşmeleri ve yüksek düzeyde aşureyi oluşturması Hak olacakların, Hak ile Hak olmasıdır. Mevcut varlıkların hakta birleşmesidir. Yani kazanda birleşen maddeler, varlıklar, var bulunanlar Tevhit’te olduğu gibi birleştikten sonra tek bir varlığa dönüşmüş ve bu varlık da aşure adını almıştır. Tevhitte de varlıklar Hakk’ta birleşmiş Hak ile Hak olmuştur. Aşurede de varlıklar kazanda-Hakk’ta Hak ile Hak olmuştur. Bu bakımdan diyoruz ki; aşure tevhit’tir, aşure Hak’tır. Aşure Hak ile Hak olmuşların birliğidir. Neden? Çünkü aşureyi oluşturan varlıkların (nohut, bakla, üzüm vb.) olgunlaşmış, yetkinleşmiş, pişmiş birlikteliği aşuredir. Yani bu bir anlamda varlıkların birliğidir, var olanların birliğidir. Mevcut birliğidir, mevcut olanların birliğidir. Hamların, çiğlerin, olgunlaşmış yetkin olmayanların harmanlanıpkarıştırılıp has (gönül bilgisiyle) edilip piştiği, varlıkların birliğidir, mevcut olanların birliğidir. Yani aşuredir. Aşure de tevhittir, Hak’tır. Buradan yola çıkarak şunu diyebiliriz. Öğretimizin temeli ve özü olan dört kapı kırk makam aşamalarını tamamlayarak, insanı kâmil aşamasına gelindiği ve Hakk’a ulaşılarak Hak ile Hak olunduğu o yüce kutsal birliğin adı aşuredir. Aşure tevhittir. Tevhit de Hak ile Hak olmuşların birliği olduğu için o da Hak’tır... Hakk da İnsanı Kamil’dir… Alevi öğretisinin “Toplumsal Kurtuluş Projesi” olan dört kapı kırk makam ve yetmiş iki millete (inanca) bir gözle bakmak, insan ayırımı yapmaksızın aynı eşit gözle bakmak ilkesinden ve felsefesinden hareket ederek; aşureyi daha geniş anlamda evrensel anlamda yorumlayarak yeni bir açılım getirelim.
3. Geniş ve Evrensel Anlamda Aşure Alevi felsefesinin ışığında, dünden bugüne taşınan Alevi değerlerinin öncülüğünde kılavuzluğunda uzun erimli, uzun soluklu düşünerek evrensel anlamda aşure konusuna yeni bir boyut getirmeye çalışalım. Öğretimizin temel inanç kaynağı durumunda olan Hak-Muhammet-Ali birlemesi ve yine Anadolu bâtıni felsefesinin diğer ayağı olan Tanrı-Evren(doğa)İnsan birlemelerinin öğretimizdeki yerini dikkate alarak konumuzu (konu başlığımızı) işlemeye başlayalım. Anadolu Alevi öğretisinin “Toplumsal Kurtuluş Projesi” olarak isimlendirdiği “Dört Kapı Kırk Makam Eğitim Projesi”nin kısa vadeli yakın amacı insanı kâmil dediğimiz nitelikli, eğitimli insan yetiştirmelidir. Uzak amacı insanı kâmillerin yönettiği dünya devletidir. Bunu biraz açalım. Eğitim projemizin tek amacı insanın eğitilmesidir. Eğitimli insan “İnsanı Kâmil” olacaktır. Yani eğitimli, nitelikli dünyayı değiştirmeye aday insan… Eğitimli insanı kâmillerin çoğalması ile eğitimli toplum oluşacaktır. Eğitimli insanın yaygınlaşması gelişmesi ile İmam Cafer Buyruğu’nda adı geçen Rıza Şehri, Rıza Kenti oluşacaktır.
Sayı 37
SERÇEÞME Rıza kentlerinin genişletilmesi ve çoğaltılması ile dünya kentleri oluşacak ve dünya devletine doğru adım atılmış olacaktır. Bu eğitim aşamaları ilerleme, genişleme çalışmaları, ütopik (hayalci-düşsel) ve gerçekleşmesi olanaksız bir proje görülebilir. Ama şunu unutmayalım ki geleceğe dönük (hayalcide olsa) projesi olmayan toplumlar, başka toplumların cennetcehennem hayalci projelerine kolayca asimile olur, yok olup giderler. Bu durumda bizim gibi yönü ileriye yönelik olan toplumlara ve o güzel projelere yazık olmaz mı? Aşureyi Tanrı-Evren (doğa) ve insan açısından ele alarak konumuzu sürdürelim. Alevi felsefesinde dört unsurun (öğenin) çok önemli yeri vardır. Bu dört öğe bildiğimiz gibi bizim yaşamımıza yön, hayat verirler. Bunlar su, hava, ateş ve topraktır. İşte pirimiz hünkârımız Hacı Bektaş Veli, doğanın aklını kendi aklı ile birleştirerek “Dört Kapı Kırk Makam” öğretisini bu dört öğe üzerine kurar. Bizde bu dört öğenin ışığında yürüyerek, öğretimize uygun olarak geniş ve evrensel anlamda aşurenin bâtıni yorumunu yapalım. Onu çağdaş bir düşünceyle donatalım… İnsan yaşamına, tüm canlıların yaşamına hayat veren, canlılık veren bu dört öğenin izini sürerek kutsadığımız Hak(Tanrı)-Muhammet-Ali’den; Tanrı-Doğaİnsan’a varalım. Doğanın aklı ile insanın aklını rehber edinerek aşureyi; aşure yapan doğa varlıklarına şöyle bir göz atalım, sentezini, analizini yapalım. Aşure için nohut, bakla, üzüm, fındık, fıstık vb. toprakta yetişen doğa varlıklarına gereksinmemiz, ihtiyacımız var. Demek ki toprak dört öğeden biri olduğu için ve aşurenin içine katılan yiyecekler toprakta yetiştiği için önemlidir. Aynı zamanda toprak dünya yuvarlağının üçte bir oranında kabuğunu oluşturur. Su da çok önemlidir. Aşurede su olmadan pişmez. Aşurenin içine katılan o yiyecek maddeleri de susuz toprakta yetişmez. Ateş (sıcaklık) yediğimiz bu ürünlerde belli sıcaklıklarda yetişerek evimize soframıza gelir. Onun için ateş olarak isimlendirdiğimiz sıcaklık da önemlidir. İnsanlar da içinde olmak üzere tüm canlıların yaşayabilmesi için havaya ihtiyacı, gereksinmesi vardır. O bakımdan hava da bir o kadar önemlidir.
Ateş (Güneş) Aşurenin, aşure olabilmesi için kazanın (tencerenin) altında yanan elektrikli, gazlı ya da odunla yanan ocağa yani ateşe gereksinmemiz var. Çünkü ateş yanacak ve aşure pişecektir. Burada ateşi iki anlamda da kullanmak durumundayız. Hatta üç anlamda… Birinci anlamı, aşureyi pişirmek için ateş; ikinci anlamı, doğadaki canlıların yaşayabilmesi için ısı, ışık ve sıcaklık veren güneş anlamında; üçüncüsü, talibin pişmesi, eğitilmesi için dedenin pirin vereceği yol bilgisi anlamında ateş, ışık… Güneş (ateş) doğaya ve doğadaki diğer gezegenlere ısı, ışık, sıcaklık ve enerji veriyorsa ve böylece yaşamı canlı kılıyorsa, güneşe benzettiğimiz ateş de kazana (dünyaya) sıcaklık ve enerji vererek içindekilerin pişmesini sağlıyor. Böylece güneşle ateş ve dünya ile kazan arasında güçlü bir benzerlik kurulmuş oluyor.
Kazan (Dünya): Dünya ışığını, enerjisini, sıcaklığını nasıl ki güneşten alıyorsa yeri geldiğinde güneş dünyaya ateş gibi bir sıcaklık veriyorsa işte kazana da sıcaklığı veren, altında ya da çevresinde yanan ateştir, yani bir anlamda güneştir. Böylece dünya ile kazan ve güneş ile ateş arasında ku-
Ocak 2008
rulan bağ açığa çıkmış olur. Zâhir-bâtın anlaşılmış olur. Kazan, dünyaya benzettiğimiz kazan sıcaklığını, çevresinde ve altında yanan ateşten alarak, içindeki ham çiğ yiyecekleri pişirerek aşureyi yenilir hale getirir. Demek ki doğa ve doğa varlıklarından hareket ederek yola çıkarsak, ateş güneş ise kazan da dünyadır. Kazanın içinde pişen yiyecekler de dünya üzerindeki insanlardır. Pişmek, eğitilmek için biraraya gelen insanlar…
Aşurenin İçine Katılan Yiyecek Maddeleri Toprak, öğretimizde kutsaldır. Önsüz sonsuz olarak algıladığımız evrende, varlıkların türlerinin oluşumuna katılan dört öğeden biridir. Aşureyi aşure yapan yiyecekler, gıda maddeleri de toprakta yetiştikleri için, doğa varlıkları olarak tümü önemlidirler. Aşure içine, kazanın (dünyanın) içine konan yiyecekleri (gıda maddeleri), dünyanın içindeki, dünya üzerinde yaşayan insanlara benzetebiliriz. Aşure içine katılan, o birbirinden farklı güzel yiyecekler, bol vitaminli gıda maddeleri; dünya üzerinde yaşayan farklı dilleri, dinleri, renkleri, kültürleri ifade eder. Nasıl ki aşure olmak için kazanın (dünyanın) içine konan o yiyecekler bir araya getirilip, harmanlanıp çiğ, ham olanlar piştiğinde tadına doyulmaz, bol vitaminli, tatlı ve güzel bir yemek (aşure) ortaya çıkıyorsa; işte aşure örneğinde olduğu gibi dünya üzerinde yaşayan insanların, birbirinden farklı dillerin, dinlerin, renklerin, kültürlerin… Aşure de olduğu gibi, bu farklılıkların bir araya gelerek “insanlık eğitimi” potasında eriyerek ve belli insanı kâmil eğitim aşamalarından geçerek farklılıklarını zenginlik sayıp onu birliğe-bütünlüğe dönüştürürlerse, dünya insanlığı adına güzellik, mutluluk ortaya çıkar. Dünya üzerinde yaşayan insanların, kültürlerin biraraya gelmesiyle, tanışıp kaynaşmasıyla önyargılar ortadan kalkar, kötülüklerin, düşmanlıkların yerini dostluklar alır. Dünyada insanlar arasında dil, din, ırk, renk, milliyet ayrımı kalmaz. İşte o zaman, dünyada insanlar arasında barış, dostluk, kardeşlik egemen olur. Savaşsız, sömürüsüz bir ortamda ezen, ezilen olmaz, katliamlar, soykırımlar yaşanmaz. Yani dünyada yaşayan insanlığın aşure olmasıyla savaşlar için harcanan milyarlarca paralar insanlık için insan eğitimi ve insan eğitimi (dört kapı kırk makam eğitimi) için harcanır. Bizim toplumsal kurtuluş projemiz işte o zaman tüm insanlığın varmak istediği hedefi-amacı olur. İnsan ve insanlık değerleri öne alınarak; insanlığı kurtuluşa taşıyacak; tüm insanlığın mutlu olduğu yeni bir dünya kurulur. Kurulacak olan bu yeni dünyada (aşurede olduğu gibi) Aleviler de orada yerini alır. Tüm dünya insanlığı orada yerini alarak; yeni dünyanın “insanı kâmil” toplumunu oluşturur. Alevi öğretisi, böyle bir oluşuma hazırdır.
Tatlı-Şeker, Bal, Pekmez Zâhiri olarak; aşureye şeker, pekmez, bal gibi tatlı yiyecek maddeleri katılarak; aşurenin tatlı, güzel ve lezzetli olması sağlanır. Gerçekten lezzetli de olur. Bunun bâtıni anlamı, aşureye o lezzetli tadına doyulmaz güzelliği aşurenin içine katılan ve insan olarak düşündüğümüz bol vitaminli gıda maddeleriyle birlikte şeker, pekmez, bal gibi (tatlı maddeleri) tatlı yiyecekler veriyorsa… Dünyadaki insanların, çok kültürlü top(Devamı 30. Sayfada)
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49 221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49 179.207 20 65 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50
29
SERÇEÞME (Baştarafı 29. Sayfada)
Muharrem, Kerbelâ ve Aşure lumların bir araya gelerek; insanlık eğitimi potasında eriyerek, karışıp kaynaşarak, aşure oluşturmaları bir insanlık kazanımı olur. Aşureye tadını lezzetini buğday, nohut, üzüm, … vs. yanında katılan şeker, pekmez, bal veriyorsa; insanlığa aşure olmaları için, tüm insanlığın mutlu geleceği ve birlikte karışıp kaynaşmaları doğrultusunda ışık tutan, yol gösteren öğretilerin, inanç ve yol önderlerinin bu doğrultuda düşünce üreten düşünürlerin insanlığa ve insanlık felsefesine tat verdiklerini düşünebiliriz. Alevi öğretisinde pirlerimizin, dedelerimizin, ozanlarımızın, araştırmacı yazarlarımızın, kültür ve inanç kurumlarımızın, federasyonlarımızın, vakıflarımızın, insanlığa hizmet eden her türlü toplumsal kurumlarımızın yöneticilerinin aşureye (insanlık aşuresine) tat verdiklerini söyleyebiliriz. Daha doğrusu, aşureye o güzelliği tadı, lezzeti belli eğitim aşamalarından geçmiş olgunlaşmış, yetkinleşmiş insanı kâmiller verir.
Aşurenin Oluşumuna Katılan Su Su, varoluş çevrimine göre, önsüz-sonsuz olarak algıladığımız varlık türlerini oluşturan dört öğeden (su, hava, ateş, toprak’tan) birisidir. Su Alevi öğretisinde marifet kapısı olarak bilinir. Ve yaşamın olmazsa olmazlarından biridir. Suyun öğretimizdeki anlamı çok önemlidir. Su deyince aklımıza Kerbelâ katliamı gelir. Susuz bir yaşam düşünülemiyorsa, susuz bir aşure düşünmek de olanaksızdır. Zâhiri olarak su, diğer yiyecek maddeleriyle birlikte aşure içine konur. Ateşin verdiği sıcaklıkla kazanın içindekileri bir potada eriterek daha kolay pişmesini sağlayan vazgeçilmez bir unsurdur. Nasıl ki dünya da insanlar ve canlılar su olmadan yaşayamıyorsa, su olmadan aşurede yapılamaz, insana benzettiğimiz aşurenin içindekiler de yaşayamaz pişemez. Aşure fındık, fıstık olmadan da yapılabilir. Ama su olmadan asla yapılamaz. Demek ki su, yaşamın ve aşurenin zâhiri olarak vazgeçilmez bir öğesi ise de bâtıni anlamı daha da önemlidir. Her şeyin üzerindedir. (Bâtın dünyanın piri olan, kırklar meclisindeki Ali’yi ve konumunu düşünün) Bâtında aşure, dünya üzerinde yaşayan dillerin, dinlerin, renklerin, milletlerin kültür birliğidir. Aşure adı altında insanların farklılıklarını kültür zenginliği sayıp, bir olmalarıdır demiştik. Pir Sultanımızın “Gelin canlar (insanlar) bir olalım” dediği gibi. İşte canların, insanların bir araya gelip tek bir vücut olması aşuredir. Burada dilleri, dünleri yani kısaca kültürleri oluşturanlar insanlardır. Bâtında insan olmadan aşurede olmaz. Demek ki bâtındaki aşurenin olmazsa olmazı yani vazgeçilmez unsuru insandır. İnsan faktörüdür. Bu demektir ki zâhirdeki aşurenin içine konulan olmazsa olmazı olan suyun bâtındaki karşılığı “insandır.” Burada zâhirdeki su ile bâtındaki insan özdeştir, özdeşleşmiştir. Zâhir olmadan bâtın olmaz. Zâhir (dış anlam) olmadan, bâtına (iç anlam) varmak mümkün değildir. Burada önemli olan bâtındır. Zâhir bâtına varmak için bir araçtır. Bâtına varabilmek, ulaşabilmek için zâhir aracını kullanmasını iyi bilmek gerekir.
30
Kepçe (Aşureyi Karıştırmaya Yarayan Araç) Zâhiri anlamda, kazanın içine konulan yiyecek maddelerinin (gıda maddelerinin) amacı aşure olmaktır. Kepçe ise aşure olmak isteyen bu gıda maddelerinin eşit oranda, kolay pişmesini sağlamak için onları karıştırıp, kaynaştırmaya, harmanlamaya yarayan bir araçtır. Aşurenin oluşumuna katkısı olan kepçenin bâtıni yorumunu yaptığımızda yine karşımıza “insan” faktörü çıkıyor. Ama nasıl bir insan? Yanıt; insanları, kültürleri, dilleri, dinleri, milliyetleri birleştirici, yakınlaştırıcı ve yapıcı bir olgunluğa erişmiş bir insan. İnsanları biraraya getirmek, karışıp kaynaşmalarını sağlamak için önyargılarından arınmış olarak; genel insani değerleri öne alan eğitimli insan. İnsanlığın toplumsal çıkarlarını her şeyin üstünde tutan ve bu yönde yoğun uğraş veren erdemli insan. İnsanlığı kurtuluşa taşıyacak olan, “Toplumsal Kurtuluş Tasarımları ve Projeleri” olan kurumlarımız ve onların yukarıdaki insan profiline uyan kurumların yöneticileri ve üyeleri olan saygın hoşgörülü insanlar… vb. Yukarıda aşurenin oluşumuna katkısı olan varlıkların (insan, fındık, nohut, kepçe vb.) zâhiri (dış anlam, dış görünüş) ve bâtıni (iç-öz anlam) anlamlarını yorumladık. Bu saptamada, zâhiri ve bâtıni anlamda aşure olgusunda dikkatimizi çeken şuydu; aşure olmak da, tevhit olmak da “insan” odaklıydı. Aşure neresinden bakarsanız bakın bâtıni anlamının özünde insan vardı. Burada belirleyici tek unsur “insandı”. Ama nasıl bir insan sorusuna yukarıda yanıt verdik. İşte aşure örneğinde olduğu gibi dünyadaki insanlarda bir potada, insani değerler potasında aşure gibi eriyip, pişip, yetkin-olgun insan (insanı kâmil) olarak bir araya gelip, birliğiberaberliği oluştururlarsa insanlık âleminin en yüksek aşamasına ulaşmış olurlar. Geniş anlamda, evrensel anlamda aşure konusunun sonuna yaklaşırken; “Aşure İçine Katılan Yiyecek Maddeleri” bölümünde işlediğimiz gibi aşureyi oluşturan nesneler, varlıklar; faklılıklarına rağmen aşure olmak için bir araya gelip, o farklılıkları birliğe-beraberliğe dönüştürebiliyorlarsa bu gelişme ileriye doğru atılmış önemli bir adımdır. Bunu örnek alarak dünya üzerinde yaşayan insanlar, diller, dinler, renkler, milliyetler, kültürler de o farklılıklarına rağmen, insanlığın ortak çıkarları doğrultusunda bir araya gelerek; tüm insanlığın mutlu olduğu yeni bir dünyayı gelecekteki uzun vadede kurabilirler. Tek bir din, tek bir inanç ve tek bir “dünya devletini” yaratabilirler. Ozanımız İbreti’nin söylediği gibi… “Yetmiş iki millete, inanca, kültürlere bir gözle bakmak” ilkesinden, felsefesinden hareket ederek oluşturduğumuz, toplumsal kurtuluş projemiz olan “Dört Kapı Kırk Makam” öğretimiz, eğitim aşamalarımız, insanı kâmil yetiştirmek ve bunların sayısını çoğaltarak rıza kentini oluşturmak; “Dünya Devletine Doğru” gidilen bu yolda bize uzun soluklu aynı hedefi, aynı amacı göstermiyor mu? Aşure olabilmek, tevhit olabilmek, çokluktan tekliğe gidilen kutsadığımız bu yolda Hak (Tanrı) ile Hak olabilmek, Hakk’ı insanda görebilmek; bu sırra erebilmek ve insanı kâmil olabilmek; erdemlerin en güzeli, en yücesi değil midir? Öğretimize göre “Dünya bizim vatanımız ve tüm insanlar kardeşimizdir.” Biz bu çalışmamızda Doğa tanrıcılıkla (Doğa-Tanrı-İnsan) insan tanrıcılığı (Hak-Muhammet-Ali) buluşturabilen öğretimizin felse-
femizin ışığında yola çıkarak, muharrem ayı ile ilgili olarak, Kerbelâ olayına, aşure olgusuna, aşure-tevhit ilişkisine ve aşurenin oluşumuna katkısı olan kazan, ateş, kepçe ve aşurenin içine konulan- aşureyi aşure yapan yiyecek maddelerinin, varlıklarının görevlerine ilişkin bâtıni yorumlar getirmeye çalıştık. Zâhirden hareket ederek evrendeki varlıkların özüne bâtınina inip, görünmeyen gerçeği görmeye ve ortaya çıkarmaya uğraştık. Daha doğrusu karanlıkta kalanları gün ışığına çıkarmaya çalıştık. Bu konuyu işlemek için görev-ödev alan diğer dedelerimiz ya da dede adaylarımız, farklı yorumlar getirerek konuyu titizlikle işleyip değerlendirmişlerdir. Bu ev ödevlerimizi inanç kurulu ya da seçici kurul hangi kurul tarafından değerlendirilecekse, uygun olanları tespit edilip, 2006 yılında “İnanç Kurulu” tarafından hazırlanan “Muharrem Dosyası”na eklenmelidir. Çünkü söz konusu bu dosyada aşureyle ilgili fazla bilgi yok. Kerbelâ ile ilgili de evrensel anlamda yeterli bilgi yok. Bu muhar rem dosyasına ev ödevlerinin ışığında yeni bilgiler eklenerek, dosyanın diğer alanlardaki boşluğu da doldurularak muharrem ayında AKM’lerimiz doyurucu bilgiyi elde ederek gerek Almanya’da ve gerekse Avrupa’nın diğer ülkelerinde Türkçe ve ulusal dillerde bu konuda çalışmalar üreterek kültürümüzün bu güzelliklerini tüm insanlığa sunabilirler tanıtabilirler. Kerbelâ ve buna bağlı olarak aşure konusu evrensel anlamda işlenerek Alevi öğretisinin, felsefesinin insancıl-hümanist, dogmacı olmayan akılcı, dayanışmacı, paylaşımcı, sömürüye karşı mücadeleci özü, Haksızlığa karşı başkaldırı ruhu öne çıkartılarak Avrupa kamuoyuna anlatma olanağı buluruz. Bu tür bir çalışma insanlar arası, inançlar arası, kültürler arası diyalogun gelişmesine ve dolayısıyla önyargıların kırılmasına ve sonuçta “Dünya Barışına” katkı olur. Aşure olgusunu ve Kerbelâ acısını Arap çöllerinden Arap topraklarından dışarıya çıkartamaz ve onu Anadolu’ya taşıyamazsak; Kerbelâ acısını sadece bir “Ağlama Duvarı” olarak görürsek; “İmam Hüseyin Davası” amacına ulaşamaz, evrenselleşemez. Kerbelâ olayını ve aşureyi ve bir bütün olarak öğretimizi çağdaş normlarla donatarak; kapalı bir kutu olmaktan çıkartıp dışa, insanlığa, kültürlere açarak; evrenselleştirmek ve “ dünyaya maletmek” durumundayız. Çünkü 72 millete, (farklı inançlara ve kültürlere) bir gözle bakmak ilkesi, felsefesi bunu gerektirir. Ne mutlu yolumuzu sürenlere, aydınlatanlara ve bu yolda aşure olanlar…
NOTLAR: 1. İslam İnançları Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu 2. Alevi-Bektaşi Ansiklopedik Sözlük, Sayfa 65, Esat Korkmaz. 3. Hessen Bölgesi Alevi İnanç Eğitim Semineri, Hüseyin Gazi Metin Dede 4. Anadolu Aleviliği, Sayfa 442, E. Korkmaz K AYNAKLAR: 1. Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü - Esat Korkmaz 2. Aleviliğin Doğuşu - İ. Kaygusuz 3. “Aşura (Şehidler Günü)” - A. Saberi Hamadani 4. İslam İnançları Sözlüğü - Orhan Hançerlioğlu 5. Hacı Bektaş Veli Ve Alevi Bektaşi Yolu - A. Celalettin Ulusoy 6. Bektaşilik Alevilik Nedir? - Doç. Dr. B. Noyan 7. Anadolu Aleviliği - E. Korkmaz
Sayı 37
SERÇEÞME
PINAR SAĞ’IN İKİNCİ ALBÜMÜ:
Kırmızı Gül
P
INAR SAĞ’ın ikinci albümü Kırmızı Gül ASM Stüdyosu’nda kayıt edildi. Tolga ve Arif Sağ’ın yönettiği albümün aranjörü Şeyhmus Fidan, tonmayster ise Göktürk Sarvazlar. Arif Sağ, Erdal Erzincan, Tolga Sağ, Ertan Tekin, Murat Toraman, Bülent Ay, Şeyhmus Fidan türkülere sazları ile can kattı. ‘Kırmızı Gül’ albümünde çağdaş ve geleneksel ozanların eserleri ile anonim türküler kol kola. Albüme adını veren türkü Ozan Emekçi’nin. Mehmet Özcan, Ümmüşen ve Hasan Özdemir eserleri nin yanında derlemecilerin emeğiyle günümüze taşınmış anonim türküler de yer almakta. Albümde ondört türkü var: Kırmızı Gül, Selvi Revanım, Mendilim Dalda Kaldı, Sevda Bağına, Dost, Arayı Arayı, Halaylar, Ezel Bahar Geldi, Adın Karalanmış Dağlar, Amanın Yalel, Yar Yar, Dört Kardaşız, Ekin İdim Oldum Harman, Ellere Yar Ellere.
ŞU DİYAR-I GURBET ELDE
Âşık Mücrimi’nin Yaşamı ve Şiirleri ULAŞ ÖZDEMİR ISBN: 978-9944-396-26-4 16 x 23,5 cm boyutunda 96 sayfa Fotoğraf ve Notalar ile
Pan Yayıncılık, Tel: 0212.261 80 72
M
ARAŞ, Malatya, Antep yörelerinde yaşayan Alevi-Bektaşi toplumunun yakından tanıdığı Âşık Mücrimî (1882–1970), ne yazık ki yayınlanmış hiçbir Alevi-Bektaşi şiir antolojisinde kendisine yer bulamamış bir halk ozandır. Özellikle müzik dünyasında, “Şu diyâr-ı gurbet elde”, “Yüce dağ başında kar yağmış gibi”, “Gönlüm sağ yâre”, “Aşkınla perîşân oldum” gibi deyişleri pek çok sanatçı tarafından okunmuş olsa da, hakkında yazılı hiçbir belge bulunmayan Âşık Mücrimî’nin şiirleri ilk kez bu kitapla toplu şekilde gün ışığına çıkmaktadır.
AÇILIM FİLMCİLİKTEN BELGESEL DVD
Unutturulanlar - 3: Maraş Katliamı
Açılım Filmcilik
Araştırma Belgeleme Filmcilik Ltd. Şti. Sağlık-1 Sokak 17/13 Kızılay - Ankara Tel: 0312.434 26 51 ya da 52 Faks: 0312.434 26 32 E-posta: info@ozguracilim.web.tr
Ocak 2008
Maraş katliamından 28 yıl sonra, 2004 yılında Ecevit’le ilgili bir belgesel hazırlayan gazeteciler, çalışma odasındaki bir çekmecede MİT kaynaklı bazı belgelere rastladılar. Belgelerde, MHP’lilerin MİT içinde yürüttüğü kadrolaşma çalışmaları anlatılıyor ve “Adana yöresindeki MHP’li MİT elemanlarının Kahramanmaraş katliamını tertipledikleri” yazıyordu. Belgelerin 28 yıl saklanması katliamın sorumlularının cezalandırılması için hiç bir şey yapılmadığını ortaya koyuyordu. Maraş Katliamı Belgesel DVD’si bellekleri tazeliyor. Bedeli 15 TL olan bu DVD’yi temin etmek isteyen kargo ücretiyle 18 TL’yi, Garanti Bankası, Ankara, Maltepe Şube 000062990 25-4 Nolu hesaba yatırıp, dekontu adres bilgilerinizle birlikte Açılım Filmcilik firmasının faks numarasına göndermelidir. DVD en geç iki iş günü içinde elinize ulaşacaktır.
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
SİYASET BEZİRGÂNLARI İÇİN İÇERİK DEĞİL, ZAMANLAMA VE GÖSTERİŞ ESASTIR
Hızla Değişen Gündem ve Aymazlık Esen Uslu
G
EÇEN ay Türkiye’de siyasi gündem hızla değişti. Demokratik toplumsal muhalefet ve onun parçası olan demokratik AleviBektaşi hareketi bu hıza ayak uydurmakta zorlandı. Doğuda yaşanan can kayıplarının ardından, sekiz askerin esir düşmesi, sonra DTP milletvekillerinin aracılığı ile serbest bırakılmaları Türkiye’nin gündeminin başına “terör” şifresi ile gizlenen Kürt sorununu koyuverdi. Siyasetin gündemi bu konuya odaklaşınca AKP, milliyetçi-militarist dalgayı ardına almaya baktı. Atadan kalma “tedip ve tenkil” –günümüz diliyle tepeleme ve cezalandırma– seferi düzenleme yöntemini yeni koşullarda uygulamaya koydu. ABD’nin Orta Doğu planları içine dalmaya, yeni bir işbirliğine girişmeye yöneldi. Sınır-ötesi harekât için ABD’nin olurunu aldı. Aylardan beri sınır-ötesi herekat isteyen askerleri kendi çizdiği çerçeve içinde harekete geçmeye, hükümetin ardında sıraya girmeye yöneltti. ABD’nin istihbaratı ve izni ile sınırlı kalmak koşuluyla orduya sınır ötesi harekât yetkisi verdi. İzin çıkınca hava kuvvetleri Irak Kürdistanı dağlarına saldırılar yaptı. Boyalı basınının ve televizyonların tekrar tekrar gözümüze soktuğu gibi bu saldırılar ile Hava Kuvvetleri, gece alçak uçuş yapma ve seçme hedeflere hassas bomba atma yeteneğine kavuştuğunu gösterdi. İlk hava harekâtının hemen ardından Genelkurmay’ın Yunanistan’a Ege Adalarının silahlandırılması konusunda yaptığı uyarı, bu mesajın iyi anlaşılmasına yönelik bir vurgulamaydı. Emperyalist hiyerarşide bir üst aşamaya ulaşan Türkiye’nin, ABD ve AB’nin gözetiminde yeni askeri maceralara atılmaya artık hazırdır. Eskiden beri birbiri ile didişen “ılımlı İslam” ile “sahib-ül arz” militaristmilliyetçilik sermayenin hizmetinde bir aradadır. Muhalefetin bu gelişmelere tepkisi, kabadayılık yarışı ötesine gitmedi, “bunlar yetmez, daha çok saldırganlık gerek” demagojisi ile sınırlı kaldı. Milliyetçi böbürlenme ortamında Türkiye’nin ilerici, demokrat kamuoyu boşlukta kaldı. Filistin söz konusu olduğunda, iki de bir de keyfi ve sınırsız askeri güç kullanan İsrail’i eleştirenlerden ses bile çıkmadı. Diyarbakır’da çocukların da öldüğü bir patlamanın ardından Kürt halkının en temel demokratik haklarını savunma görevi tümüyle geri plana itildi. Sanki bombaların ardından dökülen toz ve küller demokrasinin Kürt halkının olduğu kadar tüm muhalefetin de temel istemi olduğu gerçeğinin üstünü örtüverdi.
D
Gündem Alevi Açılımı
EMOKRATİK Alevi-Bektaşi hareketi de tüm ilerici, demokrat kamuoyu gibi askeri saldırılara, medyanın savaş tamtamlarına karşı sessiz kaldı. Ülke gündeminde savaş ve barış ölçeğinde önemli olaylar yaşanırken sessiz kalan Alevi-Bektaşi kamuoyu, Almanya’da bir TV dizisinde bir Alevi ailede ensest (aile içi cinsel ilişki) gösterildi diye ayaklandı. Aynı günlerde Hollanda’da bir sergide bazı simgeleri alaya alındı diye benzer tepkiler gösterildi. Bu durum, çeşitli biçimlerde söylenen bir beyti hatırlatır: “İnsonoğlu narindir, ağır sözü kaldırmaz Eşek dersin kızar da, bin sırtına aldırmaz.”
Alevi-Bektaşi kamuoyu gerçek ve yakıcı olaylara tepki göstermek yerine, simgeler, yansımalar ve yanılsamalarla oyalanırken, “baskın basanındır” taktiğini iyi bilen AKP gündemi değiştiriverdi. Milliyetçi rüzgârı ardına alan AKP, Alevi-Bektaşileri soğurma ve kendine benzetme planının yeni bir adımı uygulamaya koyuverdi.
Saflarına transfer ettiği “Meşhur Alevi aydını milletvekili”ne, “Günün geldi aslanım, göster hünerini!” dedi. Başbakanın katılacağı duyurulan bir “Alevi iftari daveti” hazırlandı. Alevi-Bektaşi geleneğine “uysa da uymasa da” yapılacak gösterinin figüranları olarak Cem Vakfı’ndan koparıp AKP yörüngesine çekilmiş “gezegenler” seferber edildi. Bu gösterinin yeni Anayasa ile uygulamaya konulacak olan AKP’nin “Alevi Açılımı”nın bir parçası olduğu gösterişli şekilde duyuruldu. Türkiye’nin gündemi bir anda Kürt sorunundan Alevi sorununa dönüverdi. Alevi-Bektaşi kamuoyu da allak-bullak oldu. Devre dışı bırakıldığını hisseden düzen yanlılarının sızlanmalarından, daha birkaç gün önce hükümetten para isteyen demokratik örgütlerin homurdanmalarına kadar değişen farklı, ama cılız tepkiler duyuldu. Alevi-Bektaşi kamuoyunun dikkati içe dönük tartışmalara yoğunlaştı. Bu ortamda Alevi-Bektaşi hareketini derleme-toparlama, hem gelenek-inanç örgütlenmesini hem de demokratik örgütlere yol gösterme görevi, Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy’a düştü. Ulusoy’un tam zamanında yaptığı bir basın açıklaması ile duyurduğu görüşleri etrafında derlenen Alevi-Bektaşi örgütleri gecikmeli de olsa birlik içinde AKP’nin bu oyununu boşa çıkarmaya yöneldi.
A
Gündem Türban Sorunu
LEVİ-BEKTAŞİ kamuoyu gecikmeli olarak kendine bir çeki düzen verdi, ancak AKP, “Alevi Açılımı” orta oyunundan kazanmayı planladıklarını cebine atmıştı bile. Veliyettin Ulusoy’un derin bir öngörü ile belirttiği gibi göstermelik “Alevi açılımı” aslında AKP’nin, “devlet örgütlenmesinde dinin önüne dikili engelleri temizlemek (…) diğer Sünni ve Vehabi tarikat ve cemaatlerin önünü daha da açmak” girişimine ortamı hazırlama adımıydı. “Alevi dostu” postuna bürünmüş AKP, sol gösterip sağ vurmaya, gündemi bir kez daha değiştirmeye hazırdı. Gündeme anayasa değişikliğini bile beklemeden, MHP’nin desteği ile devletin başörtüsüne karşı koyduğu yasakları kaldırmayı getiriverdi. Biz yayına girerken, hâlâ “AKP’nin Alevi Açılımı” üzerine tartışmakta olan Alevi-Bektaşi kamuoyu, henüz tüm demokrasi güçleri ile birlikte AKP’nin bu hızlı manevrasına kapsamlı ve anlamlı bir yanıt getirmemişti. CHP’nin Alevileri kendi arabasına koşmak için öne sürdüğü ve tekrarlana tekrarlana bayatlamış Kemalist ezberin, “Aleviler ülkemizde laikliğin ve demokrasinin güvencesidir” nakaratına “iman etmiş” aydınlarımız, bir kez daha aynı sözleri yinelemekle muhalefet yaptıklarını sanmasınlar. Bu sözler en azından, dinci gericiliğin arabasına koşulmuş Alevi-Bektkaşilerin, “Kuran’da bizim, peygamber de bizim, en gerçek Müslüman biziz” nakaratı kadar içi kof sözlerdir. Modern toplumlarda köklü değişiklikler isteyenler önlerine doğru siyasi hedefleri koymalıdır. AKP’nin izlediği siyaset tesadüf değildir. Bu ABD ve AB onaylı, Türkiye tekelci burjuvazisinin, egemen güçlerinin siyasetidir. İktidarda kim olsa izlenecek siyasettir. Bu siyasete karşı Kemalist ezberi tekrarlamak laikliği savunmak değildir. Ilımlı İslama karşı “en Müslüman biziz” yarışmasına girmek baştan yaya kalmak demektir. Yaşadığı koşulları değiştirmek isteyen Alevi-Bektaşiler, bu toplumda zâhir ile bâtını ayırmayı bilmeli, demokrasi isteyen güçlerle birlikte doğru siyasi hedeflere, gerçek laiklik ve kapsamlı demokrasi hedeflerine yürümeyi öğrenmek zorundadır.