SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
LAİKLİK, ALLAH’I İKTİDARDAN İNDİREN BİR DEVRİMDİR
Bu Sayida
Söze “susturucu” takmanın ya da sözlerimizi gizlemek için ağzımızda “sığınak” aramanın zamanı değil artık.
Bahattn Ari Zonguldak’ta Anadolu’nun Renkleri Erzincanlıların Aşure Etkinliğinde Buluştu
Türban, Allah’ı İktidara Taşımanın Bir Simgesidir Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni Fkret Otyam Bir Bir Uzaklaşıyor Sevdiğim İnsanlar Esat Korkmaz Aşkın Şeriatı, İslam Şeriatına Bir Başkaldırıdır Derviş Kemal Dosta Sitemimdir İsmal Kaygusuz Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna İlişkileri - Bölüm II Ham Kutlu Asimilasyonun Konusu Olarak Aleviler Murtaza Demr Laiklik Aleviler Bakımından Ne İfade Eder? Hasan Harmanci Durgun Sular, Durgun Sol Önder Aydin AKP’nin Muaviye Kurnazlığı ve Alevi Örgütlülüğünün Duruşu Vahap Erdodu Siyasal İslam’dan Siyasetin İslamlaşmasına Muhterem Akta Aleviler ve Hukuk Riza Aydin Hz. Muhammed’in Dünyadan Göçüş Sürecinde Yaşananlar Kazim Balaban Rıza Aydın’a Yanıt İsmal Özmen Yedi Ulu Âşık ve Tarikattaki Rolleri - Bölüm I Seda Cokun Âşık Meftuni ile Söyleştik Kaml Ateoullari Kültürel Haklar ve Kimlik
Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Şubat Sayi:
38
E
ĞRİ oturalım ama doğru konuşalım: Laiklik, iktidardaki Allah’a karşı yapılan bir “halk darbesi”dir. Bu darbeyle “egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” yargısı “iptal” edilmiş; yerine “egemenlik kayıtsız şartsız halkındır” yargısı geçirilmiştir. Bu Cumhuriyeti kuranlarca Allah’ın “dünya görüşü, bu görüşünü iktidarda tutacak her türden yasa, ilke, kural”, yani “Ortodoks şeriat” vicdanlara “kapatılmıştır”: Vicdanlardan dışarı çıkması, toplumsal ve bireysel yaşama el atması “yasaklanmış”tır. Buna “cüret” edersen sana “zor” uygularım; vicdanlarda bir “ahlak ve öte-dünya öğretisi” olarak yaşayabilirsin, orada “özgürsün” denilmiştir. İslamiyet bir “devlet dini”dir; böyle olduğu için de vicdanlar onun “evi” olamaz: Toprağımda laiklik “üretici” biçimde uygulanabilseydi, çoğunluk vicdanındaki “evi yıkar ve metafizik idealizmini düşüncesi idealizmine dönüştürürdü”. Tersini yaşadık: “Baskı” ile vicdanlara “sıkıştırılan” Ortodoks şeriata, orası “dar” gelmeye başladı. Türban simgesini, bu simgenin “sırladığı” şeriatı araç olarak kullanıp yaşama “sızdılar”. Bilgiyle görüntüyü birbirine karıştıranlar, “mağdurları oynayan” şeriatçılarla “birlikte özgürleşelim”, demeye başladılar. Türban, köktendinciler için, Allah’ın insanın giyimine-kuşamına koyduğu bir “işaret” idi: Bu “işaret” ile onlar “iktidardan indirilen” Allah’ı, “kovulduğu yere”, yani sokaklara, işyerlerine, evimizin içine, ötesinde kafalarımıza taşıdılar. Burada türban, bir “toplumsallaşma” simgesi olarak işlev gördü. Simgeyi taşımak ya da simgeye taşınmak, gizlediği şeriatı ve şeriat kimliklerini “güncellemek”, yani onlara “can” vermek anlamına gelir. “Güncellendi”-”canlandı” şeriat ve şeriat kimlikleri: Kaçınılmaz biçimde “siyasallaşacakları bir toplumsallığı” yakaladılar. Artık türban siyasal bir simge: Allah’ı “indirildiği iktidara yeniden taşımanın aracı”. Öyleyse son sözümüzü söyleyelim: “Şeriatla birlikte özgürleşme” yolu terk edilmeden, yani “şeriattan özgürleşmeden” laik olunmaz. İnanç kabullenmeleri “kul kimliği” olduğu için, aklın evrimini “zor” kullanarak “kesintiye” uğrattıkları için köktendinciler “özgürleşemez”, özgürleşemeyenlerle özgürlük mücadelesi yapılmaz.
Nasıl Bir Laiklik, Nasıl Bir Cumhuriyet Bugünün somutunda, toprak insanımızı esenliğe kavuşturacak “laik-devrimci” güçlerin başında Alevi-Bektaşi-Bedreddini topluluğunun geldiği savı, hemen herkesin “ortak yargısı” durumundadır. Bu yargı, toprağımda yaşama geçmiş “sınıflar mücadelesi”nde AlevilerinBektaşilerin-Bedreddinilerin çalışanlar-üretenler adına “oynadıkları onurlu rolün” bilince çıkardığı bir gerçekliktir. Bu nedenle daha fazla zaman geçirmeden laiklik konusunu açıklığa kavuşturmak ve laiklik mücadelesinde Alevilerin-Bektaşilerin ve Bedreddinilerin yerini “ikirciksiz” ortaya koymak gerekiyor. Bir kere daha soralım: Köktendinciler ne yapmak istiyor? Köktendinciler “şeriatı”, toplumun tümüne “dayatmaya” kalkıyor: Bu yolla laikliği ve laiklik mücadelesini “boğmaya” yelteniyor. Dinsel-inançsal taraflar arasındaki “kavgayı” öne çıkararak toplumsal düzeyde “sınıf ilişkilerini, sınıflar arasında süregelen çıkara dayalı mücadeleyi perdelemeye” çalışıyor. Toplumsal yaşamın her alanında “temsil edicilik” kazanıp “demokrasi-laiklik” kavgasına öncülük/önderlik edecek devrimci güçleri “kuşatma altına” almak istiyor. Aleviler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çatısı altında yer almak istemiyorlar. Çünkü, devlet yapısında böylesi bir örgütün bulunmasını laiklikle bağdaştıramıyorlar. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Atatürk döneminde, devrimlere karşı köktendinci Sünni kesimden gelmesi olası tehlikelere karşı kurulmuştu. Varlık nedeni olan bu tehlikelerin ortadan kalkmasıyla (Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME Alevilerin istemleri “nasıl bir laikliği, nasıl bir cumhuriyeti” işaret ediyor acaba? Bu konuda Türkiye’de tam bir “kafa karışıklığı” yaşandığı için “karışıklığa çözüm” anlamında bir “açılım” yapma gereğini duydum: Laiklik ikiye ayrılır: 1. Ruhunu 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden alan laiklik. 2. Ruhunu ABD’nin Anglosakson sekülarizminden alan laiklik. Bu iki “kaynak ruh” arasındaki “fark” demokrasi anlayışlarına da yansır: Birinci “ruh kaynağı”, yani Büyük Fransız Devrimi kaynağı “özörgüt varlığının da sonlandırılması amaçlanıyordu. Ne var ki gelişmegürlük-eşitlik-kardeşlik” üzerine yapılanır. Buna karşın ikinci “ruh kayler amaçlandığı gibi olmadı. Diyanet gittikçe güçlendi; devlet, “Sünni nağı”, yani ABD’nin Anglosakson sekülarizmi kaynağı “mülkiyet-libeDevlet” tercihinde bulununca Hanefi İslam anlayışı ve bu anlayışın ilahi ralizm-özgürlük” üzerine yapılanır. Birinci “ruh kaynağı”, cumhuriyetçi tasarımı devletle bütünleşti. Ve Diyanet’in kendisi laik-cumhuriyet için demokrasiyi “koşul” sayarken, ikinci “ruh kaynağı”, liberal demokrasiyi çok büyük bir “tehlike” durumuna geldi. “koşul” alır. Laik bir toplumda devlet, “ne dinlidir ne de dinsiz.” Devletin “inanç Bu iki “ruh kaynağı”nın birbirini anlaması ya da birbirine dönüşmeözgürlüğünü sağlamakla” yükümlü olması, bireyin “inançlı ya da si özünde olanaksızdır ama biz olanaksızın üstesinden gelmeyi iyi biliinançsız” olabileceğinin; buna karşın, devletin bir inancının “olamayayoruz: Birinci ruh kaynağı, “insan birimi” olarak “yurttaşı” belirleyici cağının” önkoşul olarak kabul edilmesi demektir. Bu nedenle Aleviler alarak “halkçı bir mülkiyeti” yaratmayı amaçlarken ikinci ruh kaynağı, laiklik gereği devletin; “bireyi” öne çıkarıp “bireyci bir mülkiyeti” yaşama geçirmeyi amaçlar. a) Hiçbir dinin, dinsel anlayışın, devlet ve toplum düzenini biçimlenBu iki “ruh kaynağı”ndan birinci ruh kaynağı, yani Büyük Fransız dirip yönlendirmesine olanak tanımaz; Devrimi kaynağı, “halkçı mülkiyet” üzerinde “sosyal devleti” örgütlerb) Tüm inançlara özgürlük verir; farklı inançta olanların özgürlüğüken ikinci ruh kaynağı, yani ABD devrimi kaynağı, Amerikan toprağınnü engellemek isteyenlere müdahale eder, anlayışını yaşama geçirmek da koloninin “elitleri” tarafından İngiliz sömürgecisine karşı yapıldığı istiyorlar. için “Efendiyi değiştirmekle” birlikte “toprak mülkiyeti ve kölelik düzeDiyanet İşleri Başkanlığı’nın “kendi varlık nedenlerini ortadan kalnini değiştiremedi.” Tam da bu nedenle bu ruh kaynağı, “sosyal içerikten dıracak” bir “kanala” sokulmasını ya da “kapatılmasını”; amacın geryoksun, sosyal devlete kapalı bir bağımsızlık savaşı” olarak tarihe geçti. çekleşme sürecinde, kendilerinden alınan ve Diyanet’e ayrılan vergilerin Yine birinci ruh kaynağında mücadele ya da “genel bütçe”den kendilerine aktarılmasını talep sınıflar savaşı “kilise ile devlet-halk” güçleri araediyorlar. 1950’lilerden bu yana laiklik de sında gerçekleşti, yani devlet ile halk birleşti ve “Zorla din eğitimi verme, Alevi yerleşim bi“yabancılaştı”: kiliseye karşı mücadele verdi. İkinci ruh kaynarimlerine cami yaptırma ve imam atama, iş ve ğında ise “kilise ile halk birleşti ve devlete karşı bürokrasi alanlarından Alevileri dışlama” uygu“Din ve dünya işlerinin mücadele verdi”. lamalarının, Osmanlı’nın şiddete dayalı “asimile” birbirinden ayrılması” Bugün Türkiye’de bu “iki ruh kaynağı” birbiyönteminin Cumhuriyet dönemindeki devamı temeline dayanan laiklik, rine karıştırılmakta ya da “sekülarizm” ile “laikolduğuna inanıyorlar ve bu uygulamaların sona lik” birbirine “vurulmakta” süreçte kimileri kalerdirilmesini istiyorlar. “din ve devlet işlerinin kıp “Türkiye kendi laikliğini terketsin ve ProtesCamileri “ortak ibadet yeri” olarak görmüyorbirbirinden ayrılması” biçiminde tan cemaatlerin gerici sekülarizmini kabul etsin” lar; kendi inançlarının gereklerini, kendi ibadet algılanmaya/anlaşılmaya ve diyebilmektedir. yerlerinde, yani “cemevleri”nde özgürce yerine Birinci ruh kaynağında laiklik, yani Frangetirmek istiyorlar. Çocuklarına, “devlet zoruyla uygulanmaya başladı. sız-Türk laikliğinde laiklik, “din ve dünya işdin dersi verilmesini” bir “zulüm” olarak algılılerinin birbirinden ayrılması” olmazsa olmaz yorlar ve bu uygulamanın en azından Türkiye’nin koşulu gereği “yurttaşı ve toplumu dinlerin baskısına karşı korumade imzaladığı “Çocuk Hakları Sözleşmesi”ne aykırı olduğunu bıkmadan yı”, daha açık bir dille söylersek “yurttaşı ve toplumu özgürleştirmeusanmadan yineliyorlar. yi” amaçlar. İkinci ruh kaynağında laiklik, yani ABD sekülarizminde Bu toprağın yurttaşları, aydınlanma yaratıcıları olarak “kıyıma” uğise laiklik, “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması koşulu” geramak istemiyorlar artık. Bu isteğin bir kanıtı anlamında onlarca insanın reği devleti, “dinlere-inançlara karşı eşit uzaklıkta tutmaya” çalıdiri diri yakıldığı Sivas/Madımak Oteli’nin, “Sivas Utanç Müzesi” olaşır; amacı da budur. rak düzenlenmesini talep ediyorlar. (Baştarafı 1. Sayfada)
Türban, Allah’ı İktidara Taşımanın Bir Simgesidir
Derviş Kemal Dosta Sitemimdir Bütün vücudum “göz” kesildi: Dostları da “kollar” oldum.
O
ZANIMIZ DERVİŞ KEMAL’den bir mektup aldık: “Sevgili dost, değerli kardeşim Ahmet Koçak!...”, başlıklı 6 Şubat 2008 tarihli mektubunda; “Çıkarmakta olduğunuz Serçeşme isimli derginin 37 sayılı nüshasını dün aldım. Her zaman olduğu gibi derginin sayfalarında yazı ve şiirlerin tümünü okuyup inceledim. İçinde bulunduğumuz Muharrem ayı bitmek üzere olduğu halde, Kerbelâ olayını ve Mazlum Hz. Hüseyin’i ve yanındaki yakınlarının akibetini anlatan ne bir makale, ne bir mersiye ve ne de bir şiir görmedim. Bu olguda bir kasit olduğunu düşünmediğim halde yine de son derece üzüldüğümü söylemek istiyorum. Derginizde ara sıra veya sürekli yer alan pek çok yazar ve ozan olduğu halde, Muharrem ayı boyunca derginiz sayfalarının bomboş kalması beni haklı olarak hayli düşündürdü. Bir ara benim yazdığım şiirlerin kayda değer görülmediği kanısı, vaki düşüncemin içinde yer aldı...” Mektubun ilgili bölümü bu: Öncelikle belirteyim; Derviş Kemal, bâtıni şiir kalitesi açısından yaşayan ozanlar arasında “başat” bir kim-
2
lik. Bu yargımı her koşulda belirtim; yükümlülüklerimi anımsadım ve olanaklarım ölçüsünde yerine getirmeye çalıştım. Ama “haksızlık haksızlıktır”: Dergiyi eline aldığında, “benim şiirim yayımlanmış mı?” yoğunlaşması içine girersen, kendinden başkasını göremezsin. Serçeşme’nin 36. sayısında Muharrem ayına girileceği için Bektaş Alagöz tarafından yazılan “Muharrem, Kerbelâ ve Aşure” başlıklı uzun yazının birinci bölümü yayına alındı. İkinci bölümü de 37. sayıda yayımlandı. Derviş Kemal’in Muharrem ile ilgili hiçbir yazının çıkmadığını vurgulamak için “bom-boş” dediği 37. sayıda 28.-29. ve 30. sayfalar Kerbelâ konusuna ayrılmıştır. Ozanımızın haklı olduğu şey; derginin bu sayısına nefes konmamış olmasıdır. Bu da sayfa düzeni yapan teknik yönetmen arkadaşımızın “sayfa alanı ile nefes uzunluğu arasında bocalarken, kısa nefeslerden seçeyim aceleciliği içinde konuyla ilgili nefesleri dışarıda bırakmasından kaynaklanmıştır”. Çünkü bu dergiyi üç kişi çıkarıyor: Kimi kez aşırı yorgunluk ve koşturmaca, istemediğimiz eksiklikler ve hatalar yapmamıza yol açıyor. Böylesi durumlarda hatamızı “öğretmenimiz” olarak algılıyoruz; başka ne yapabiliriz ki. Ancak “kasıt çağrışımı yapan üzüntü”, bizim öğretmenimiz olamaz, o sahibine “ait” bir kusurdur. Düşünmenin yerine “bakmayı” ya da “duymayı” seçtiğimiz için “bilgi” ile “görüntüyü” birbirine karıştırıyoruz sık sık: Canım ile bedenim “kavga” ettiğinde, bedenimi ya da canımı “emanet” edeceğim dostlarımdan “kasta bağlanan” bir üzüntü duyduğumda, her şey “tersine” dönüyor: Özlemle kucaklaşmaların tadı kaçıyor. İçimde kalan son istek “ses” olup taşıyor: “Özgür ölebilmenin yalnızlığı ya da yalınız ölebilmenin özgürlüğü” Aşk-ı muhabbetlerimle. Eyvallah! Esat Korkmaz
Sayı 38
SERÇEÞME
“Bir Bir Uzaklaşıyor Sevdiğim İnsanlar Ne Zaman Bir Dosta Gitsem Evde Yoklar” Fikret Otyam
S
İVAS ellerinde insan/insanlık düşmanı hayın yobazların nice canlar gibi acımasızca yaktıkları şair dostum Metin Altıok’un bir şiirinden yazımın başlığı. “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar, elli dirhem fazla gelmiş ayrılık” demiş halkımızdan bir can. Ayrılık neden elli dirhem fazla gelmiş ölümden? Şarkılara da girmiş ayrılık, “Ayrılık ölümden beter” demişler… “Ayrılık ayrılık ah ayrılık” der Azeri ses sanatçısı, yürekten… Oysa ayrılıkta buluşma umudu var, ölüm öyle mi? Şu dirhemle tartma işinde bir eşitsizlik bir yanlışlık var gibi... “Ölüm ile ayrılığı tartmışlar ikisi de gelmiş aynı dirhem” akla daha yatkın geliyor bana. Yaşlılık mı daha duyarlı kılıyor insanı, sevdiklerinizin ayrılığı ya da ölümle eşitliği yüreği neden daha bir buruyor, acısını uzaktan yakından neden bal eylemiyor/ eyleyemiyor? Hele hele ardı ardına gelen ayrılıklar/ ölümler neden daha bir acılı ediyor insanı? O ayrılık ya da ölüm, insanoğluna kendisinin yaklaştığını çağrıştırıyor! Çıkamadım içinden, sonuçta çözdüm, al birini vur ötekisine! On iki yıl önce mi ne, temeline harç koymaktan onur duyduğum “Antalya Hacıbektaş Veli Cem ve Kültür Evi”nin yapımını sahibi gibi izleyip durdum. Geçenlerde gelip aldılar, son halini gördüm ve bitende kocaman bir Hacıbektaş Veli Hünkâr’ın resmini armağan edeceğim sözümü yerine getirmek için yer beğendik. Çaylar içerken bin yıllık tanışım/ dostum Hüseyin Gazi Metin dede geldi yine bin yıllık sevdiğim/ saydığım bir güzel can Hamza Tanal’a, aylardır, yıllardır sayrılıydı Tekke/ Akçaeniş köyünde sevenlerinin en has bakımı altında. Elden geleni yaptık, canbakan dostlarım Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’nde çare üstüne çare aradılar ne ki bulamadılar, yanmak neye yarar? Onunla ilgili bir yazıdan: “… Filiz-Fikret Otyam’la ziyaretine gittiğimiz gün de Fikret Otyam’ın boynuna sarıldı, çığlık çığlığa kaldı. Konuşamıyor. Hazin bir durum... Serdar’ın, Öznur’un sevgili babaları.” O, insana sevgiyle, yalansız dolansız içten bakışı, akpak pos bıyıkları, tatlı ve ışıklı muhabbeti yaşamalı, dili mi, işte o yaşamasız ve dahi bedeni uzanıp yattığı o tertemiz döşekte... Yeni çığlıklar attırmamak için gitmedik görüp de konuşamamanın, elemini, acısını, zulumunu bir daha ona çektirmemek için. Öznur veriyordu giderek acılaşan yaşamının dayanılmaz haberlerini. Hüseyin Gazi Metin dede duygulu duygulu anlatıyordu Hakk’a yürüyen o güzel canın sırlanışını! Hastanede yattığım sürece can bakanlarım ısrarla “Üzülmek yok! Sinirlenmek yok, bir şeyi dert etme yok aman ha, ikinci bir kanamaya neden olma...”, buyurmuşlardı! Bir an için o
Şubat 2008
Yaşlılık mı daha duyarlı kılıyor insanı, sevdiklerinizin ayrılığı ya da ölümle eşitliği yüreği neden daha bir buruyor, acısını uzaktan yakından neden bal eylemiyor/ eyleyemiyor? Hele hele ardı ardına gelen ayrılıklar/ ölümler neden daha bir acılı ediyor insanı? koca yapı başıma yıkılır oldu, “kurtuldu” dedim yanarak, acıları sonlandı, “kurtuldu...” Kurtulan Hamza can mıydı yoksa şu satırları yazan can bakanlarının buyruklarını tutan kişi mi? Canbakanlarımın kesin buyruğunu bilen Öznur, babasının Hakk’a yürüdüğünü kesinlikle bu candan saklanmasını sıkı sıkı tenbihlemiş! Birileri böyle bir mekânda duymamı istediyse Öznur neylesin? Ölüm mü ağır/ ayrılık mı? Gel de çık işin içinden!
Artık Telefondan “Otyam Baba Nasılsın, Ben Kamber” Diyen de Yok Kıramazdım o candan çağrılarını, “Feyzullah canı anacağız sensiz olmaz, yolunu gözlüyorum...” “…konulu panelimiz var biliyorum kırmazsın bizi, yolunu gözlüyoruz”, yollu telefonlar Ankara’dan Gazipaşa’ya “evet geliyorum” demek on on bir saat otobüs yolculuğu demek. Telefondaki Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Ankara Şubesi Başkanı Kamber Çakır can, vefalı dostum... Sivas acısını, zulmünü, insansızlığını, yobaz alçaklığını resimle anlattım adı “Sivas Ellerinde Otuz Yedi Ak Güvercin...” Sergimizde bu resmim önünde duran Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel uzun uzun baktıktan sonra: “Allah bizlere böyle bir acı daha göstermesin” dedi yürekten. Bu tablomu Kamber canın başkanı olduğu şubeye armağan ettim, şimdikilerden niyazım ona iyi bakıp sahiplensinler... Sonraları dergimizde okudum, O can Hakk’a yürürken bu can da sayrılar evinde ecelle cenkleşiyordu, Kamber gitti dostu bu can kaldı dünyada, koca insanın hikmetinden “suval” olur mu, olmaz imiş! Kalanlarına bir baş sağlığı yeterm’ola? Çok emek verdiği dernekten ayırmaları onu zaten o an Hakk’a yürütmüştü. Bitmedi O daha önce Hakk’a yürümüştü, kendisinin kurtulup can kızı Belkıs’ın Madımak’ta kahpece canından edildiğinde!.. Yani O, üç kez Hakk’a yürüdü, hangisine yanarsın ?
Ulan Adama Bak Sanki Hazreti Ali’nin ta Kendisi! Dediler ki taaa Alamanyadan; “sizi birisi karşılayacak havaalanında” O bizi tanırmış meğer, kim ola ki? Diyenler de orada ki bizim Kızılbaş dostlar, elbette vardır bir bildikleri... Çantalar elde çıktık kapılardan, o ana baba gününde bizi tanıyanı arıyoruz sanırım o da bizi! Ve buluşuverdik! Kara şalvarlı dev gibi bir adam, haykırdım: “Ulan Osman, adı batasıca” sarıldık candan, özlemle, o halde ağlaşıyorduk, gavur milleti bize bakıyormuş hayretle kime ne? Ulan gavur milleti, siz neredeyse yirmi yıldır görmediğiniz bir sevdiğinizle karşılaşınca sarılıp ağlaşmaz mısınız Yaradana binlerce şükür olsun bunu nasip etti diye? Hiç birisini diyemedim, arabaya bindik, lafın, muhabbetin gözüne vura vura söyleşinin yapılacağı yapıya geldik. Salon Kızılbaş milletiyle tıklım tıklım… Sahnedeki uzun masada yerimizi aldık, yanımda bir güzel adam var, bir dost var, sevilesi, sayılası gülyüzlüm Nejat Birdoğan can... O daha önceki uçakla gelmiş.. Salonun sağ kapısından birisi girdi, ön sıralarda oturanlar ayağa kalkıyor o geçerken, sevgiyle, saygıyla… Gülmem tutuyor, mikrofon açık, “Ey canlar ey canlar” diyorum “Şu gelene bakın hele şuna bakın adam sanki Hazreti Ali’nin ta kendisi… Adı da Osman, iyi mi? Burada üç yezit var ben, eşim, bir de şu koca herif Osman Dağlı… İşte Alevilerin insana saygısı sevgisi dünyaya örnek...” Üç gün özlem giderdik, üçüncü ayak Mahzuni canı andık. 1960 yılında birlikte gelivermişlerdi Perçenek köyünden. Âşık Mahzuni ve Âşık Maksudi olarak ve bir güzel dostluk böyle başlamıştı. Ah vaktim olsa ah eskisi gibi çabuk yazar olsam, yazıversem bu dostluğu, kocaman bir kitap ve her zaman kayıt ettiğim sesleri, söyleşileri “teneke plak” dediğim teknolojiyle sunuversem ek armağan olarak… Yurda her gelişinde bizlere uğramamazlık etmedi/ etmediler Alman eşiyle, onları her defasında bağrımıza bastık, en has biçimde ağırladık söyleşilerde beraber dalıp gittik, beraber güldük… Basıma hazırlanan kitabının önsözünü yazdım, kitap çıktı, ağlamaklıydı sesi, kitabı “sevabına (!)”basanlar en önemli şiirlerini koymamışlar, “sansürlemişler” öyle diyordu yanarak/yakılarak… Bu işle ilgili bir Alevi bacıya telefon ettiğinde bir hatunun ağzına hiç yakışmayacak şekilde küfürler ve hakaretler ettiğini ağlamaklı bir sesle anlattığını ben de acıyla dinledim, ama şaşırmadım! Âşık Maksudi, Âşık Mahzuni dostunun bir zamanlar ayrılmaz et tırnak dostunun yanına gitti, kimbilir orada da şiirler düzecek Mahzuni can çalıp söyleyecek, son dizelerde Maksudi Mahzuni birbirine karışacak iki can iken bir can olacaklar yine. Evet, “Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar Ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar...!”
3
SERÇEÞME
ALEVİLİK DİN DEĞİL AŞKTIR
Aşkın Şeriatı, İslam Şeriatına Bir Başkaldırıdır Esat Korkmaz
A
RTIK şöyle demek zamanıdır: “Açık olarak söylediklerimizi içimizden geri alarak geçersiz kılma”, biçiminde tanımlayabileceğimiz “takiye” dönemi kapanmıştır. Bunu böylece bilelim. Bu toprağın en gerçekçi politikası-siyaseti “Alevi tarihidir” ve Aleviler bu politikayı-siyaseti yaşama geçirmekle “bilinen” ya da “belletilmiş” başkaldırı türlerinden bir başka “başkaldırı”yı yaşama geçirdiler: Metafizik Tanrı’yı ve O’nun “kul” kimlikli peygamberini “iktidardan indirdiler”. Metafiziğe “teslimiyet”, insan soyunun en büyük yabancılaşmasıdır; böyle giderse yakın bir gelecekte biz de bu yabancılaşmanın bir “parçası” olacağız.
Kendimi Vurmaya Gidiyordum Kendi aşkımla kendimi “vurmaya” gidiyordum: “Pusuya düştüm”, Ali Kaykı Can, yakın mesafeden ateş etti bana. O’na göre “onikiden vuruldum”. Ben ise silahta kullanılan “kurşunun” cehaletinden korktum. Şeriat dendiğinde yalnızca Sünni şeriatı anlayan, kendi bâtıni şeriat algısını da “zâhiri bağlamda” bir “görüntü” olarak inanca taşıyan, “kirlenmiş yol ezberini” devrimci-demokrat ağza yakıştırmaya çalışan bu “cahillerden” gerçekten korkmak gerek. Önce anımsayalım: Ali Kaykı Can “Alevi-Bektaşi’nin Aşkı Asla Şeriatla İfade Edilemez”, başlıklı yazısında şöyle diyor:
“Kalın kalın kitaplarınız var, üstelik kocaman bir Alevi-Bektaşi Sözlüğü yayınladınız. Alevi-Bektaşi inancının ilkeleri, kuralları ya da yasaları anlamına gelen ‘Alevi-Bektaşi Erkânı’ söylemine hiç mi rastlamadınız? Alevi-Bektaşi Şeriatı da neyin nesi? Başka sorum yok ve yazınızın içerik olarak karmaşıklığı üzerinde de durmayacağım” diyor canımız. Anlayamayacağı yazı insana karmaşık gelir: Onu geçiyorum. Bir kitabımı bile okumadığın açık iken bu “alaysı-küçümseyici ironiyi” ya da böylesi bir ironinin tanımladığı “ahlakı-terbiyeyi” nereden edindin Ali Kaykı Can. Kökenden edinmediğini biliyorum; “sonradan görme” olduğun için “yularsız aslan” olmaya özenmeni anlayışla karşılıyorum. Seni kendinle baş başa bırakıyorum. Neden oldun: Konuyu bir kez daha yazıyorum.
Tanrımız Aynı Tanrı Değil: Haberiniz Olsun
Evrendeki tüm olay, olgu ve süreçler arasındaki çeşitli ilişkilerin oluşturduğu maddesel bağımlılığa bilim dilinde “evrensel bağımlılık” adı verilir. Bu bağımlılık evrenin, birbirinden koparılamaz parçalardan oluşan bir “evrensel bütünlük” olduğunu kanıtlar. Evrenin sürekliliği ve düzenliliği, bu birliğin ve bütünlüğün ürünüdür. Alevi felsefesinde “evrensel bağımlılık”, “sonuç-neden bağımlılığı” ya da “zâhir-bâtın “Serçeşme’nin 35. sayısı geç elime geçti. Derginin genel yönetmebağımlılığı” biçiminde açıklanır. “Sonuç” ya da “zâhir” her zaman bir ni değerli yazar Esat Korkmaz canın ön kapak yazısının girişindeki “somutluk”tur. ‘Aşktan başka Tanrı yoktur, Ali Aşkın Velisidir’ üst başlığının hemen Düşünceci maddeciliğin bu tanımı, metafizik idealizmin yanlış taaltında, ‘İnsanı Eğitmenin Alevi Bektaşi Şeriatına Uygun Tek Aracı sarımlarından doğan yanılgıları ortadan kaldırdı: Böylece sonsuz çeşitAşktır’ ana başlığını görünce irkildim. İki başlık taban tabana zıttı: lilikteki somut biçimler dışında “değişmez” madde anlayışı temelinden Giriş başlığının içerdiği anlam, şeriata göre küfürdür, inançsızlıktır, yıkıldı. “Madde” ne yaratılabilir ne de yok edilebilir; sürekli olarak deyazan da söyleyen de kâfirdir. Onun için Hallac-ı Mansur’u asmadılar ğişerek bir durumdan (bâtından) bir başka duruma(zâhire) dönüşür. “Ten mı? Nesimi’yi yüzmediler mi? Şeriat sözcüğünü hangi anlamda kulgözü-gönül gözü” bilgilenme sürecinin iki “kanalı” olarak algılanır: lanırsanız kullanın, asla ve asla Alevi-Bektaşilikteki aşk kavramını Doğal ve kendiliğinden bir süreçte asıl olan “ten gözüyle görme”dir. İnonunla ne algılayabilirsiniz ve ne de anlatabilirsiniz. Diğer bütün celenen nesne ten gözünden yitip matematik formüllere dönüştüğünde, anlamlarından uzaklaşarak Ortodoks İslamın olmazsa olmazı şeridiyalektik bilgiden yoksun olanlar “maddenin yok olduğunu” sanır; yani at, Alevi-Bektaşi inancında da edebiyatında da yoktur ve olmamıştır. bâtını göremez. “Gönül gözü” ya da “düşünce gözü”nü işlevli kılanlar bu Ortodoks inançlardan farklılığı ve aykırılığının temeli de budur. “sanı”yı yıkar ve zâhirin karşıtına dönüşümü olarak algılanan ve bâtın olarak tanımlanan “gizil nesnelliği” düşüncede görünüşe taşırlar; yani Ne demek istiyor Esat Korkmaz bu başlığı atmakla? Metin içinde bir düşüncede görmeye başlarlar. daha kullanmamış olmasından dolayı, önce, acaba Alevi-Bektaşi şeAslında bizim gördüğümüz şeyler, yani görünüm; kendi başına var raitine (şartlarına, koşullarına, gerekliklerine) demek istemiş de dizolmayan ve ancak “bağımlı” olduğu bir başka şeyin içinde var olandır. gi hatası mı olmuş, diye düşündüm. Ama hayır, üçüncü satırdan belli Balmumu balmumu olarak görünümdür ve duygularla algılanabilir. belirsiz de olsa, şeriat sözcüğünü ‘uyulması gereken kurallar, yasaKendi başına var olamayacağına göre balmumu eridiğinde “yok olduğu lar’ anlamında kullandığı anlaşılıyor. Demek ki bu başlık bilinçli şey içinde” vardır. Bu ise akılla kavranabilir ya da düşüncede görünüşe olarak atılmış. O zaman bir Alevi-Bektaşi inancının mensubu olarak, taşınabilir. Bâtıni doğa felsefesinde Tanrı’nın iki ‘Siz ne yapmak istiyorsunuz kardeşim? Aleviözelliği vardır: Bektaşi edebiyatına yeni bir kavram mı katKendi aşkımla kendimi a) Düşünce özelliği; düşünce sistemini kurar, mak istiyorsunuz? Yoksa şeriatlı bir Alevilik “vurmaya” gidiyordum: yaratmak kaygısına mı düştünüz?’ sorularını b) Nitelik özelliği; fiziksel nesneler sistemini kusormak hakkım doğuyor.” rar. “Pusuya düştüm”, Bu iki özelliğin tasarımlanmasında kullanılan Ne diyeyim; hak haktır: Sor. Acı olan; kendi Ali Kaykı Can, yöntem tümdengelimci değil, “tümevarımcı”dır: “şeriatından habersiz” olan bu canın, Alevilik yakın mesafeden ateş etti bana. Görünümlerin “gözlenmesi” üzerine yapılandırıladına söyleyeceği “yanlışının” da olmaması. FelO’na göre “onikiden vuruldum”. mış bir “genellemeler sistemi” oluşturur. sefesinde ve öğretisinde “bâtıni şeriat” olarak Ben ise silahta kullanılan Tanrı’nın iki özelliği somutlandığında; düşünce tanımlanan kendi şeriatından “habersiz” olan bir Alevi, kendi tanrısını, kitabını, pirini-mürşidini ve “kurşunun” cehaletinden korktum. özelliği ifadesini “bedenin düşüncesi”nde, nitelik özelliği ifadesini “bedenin kendisi”nde bulur. ibadetini bilme olanağına sahip değildir. “Gerçeği Şeriat dendiğinde yalnızca Bu kapsamda evren ya da dünya Tanrı’nın örten gerçektir” algısının izinde kendi gerçeğini Sünni şeriatı anlayan, nitelik özelliklerinin toplamıdır, yani doğadır. “gizleyen” Sünni gerçeği “sıyırıp” atamadığı için Toplumsal akıl, Tanrı’nın düşünce özelliğinin, “şeriat” sözcüğünden korkan ama diğer taraftan kendi bâtıni şeriat algısını da doğanın aklı ise şaşmaz Tanrı düşüncesinin bir “devrimci geçinen”, olsa olsa her derde deva bir “zâhiri bağlamda” bir “görüntü” toplamıdır. “anonim aptal”dır. Ben “yanlışı severim”; o, iyi olarak inanca taşıyan, Demek ki Tanrı, her şeyin “yaratıcısı” değilbir “öğretmendir”. Ali Kaykı Can öğretmen yüzü dir, ama her şeyin “nedeni”dir. Yani Tanrı, kendi görmemiş ya da herhangi bir öğretmenin herhan“kirlenmiş yol ezberini” “nedeni” olduğu dünyanın içindedir; onun ötesingi bir kitabının kapağını bile açmamış. Ben söydevrimci-demokrat ağza de değil. leyecek “yanlışı” olanlara koşuyorum ya da onlar yakıştırmaya çalışan Demek ki akıl ve beden; akıl ve doğa “tek bana. Böylesi bir “erdemden yoksun” canlar kimi şey”dir. İnsanın aklının ya da doğanın aklının kez apansız belirip insana çarpıyor. Basamağı bu “cahillerden” bağlı olduğu “sistem”, aynı biçimde bedenin ya görmeden adım atıp “düşmek” gibi bir şey. Belirtgerçekten korkmak gerek. da doğanın “bağlı” olduğu sistemdir. İnsanın aklı meden geçemeyeceğim. Ali Kaykı Can’ın eleştiri insanın bedeninden, doğanın aklı, doğadan başka yazısında bir de “edep” sorunu var:
4
Sayı 38
SERÇEÞME
ancak düşüncede görünüşe taşınabilir, kuramsal bir şey değildir. Bedenin ya da doğanın “çabası”, olarak algılanabilir. aynı zamanda insan aklının ya da doğanın aklının Alevilikte, Görüldüğü gibi evrenin oluşumu, bir “madde çabasından başka bir şey değildir. Beden ve doğa, kendiliğinden var olan, değişimi”nden başka bir şey değildir. Varlığın olu“harcandığı sürece” her ikisi de vardır; “harcanşumuna ya da varlığa gelişe yalnız görünen madma yoksa” her ikisi de yoktur: Varlık da yoktur, varlığı kendisinden başka bir de değil, görünmeyen madde de “katılır”. Özünde Tanrı da yoktur. varlığı gerektirmeyen, asıl katılım görünmeyen maddedir (bâtın olanBâtıni felsefe “doğanın aklı” ve “insanın aklı” önsüz-sonsuz olarak algılanan, dır); görünmeyen madde, varolma ya da yaşama terimlerinin açılımı üzerine oturur. Doğanın aklı, tohumudur; zâhiri belirleyen özünde bâtındır. doğasal nesnel süreçte doğanın “önsüz olan”dan her şeyin var olma nedeni Alevilikte, kendiliğinden var olan, varlığı “sonsuz olan”a doğru gidişini güden “yasa-ilke” durumundaki güce ya da kendisinden başka bir varlığı gerektirmeyen, önolarak öne çıkan kesin/zorunlu eğilim, yani “doğa canlı-cansız doğayı güden doğa süz-sonsuz olarak algılanan, her şeyin var olma yasaları” olarak tanımlanabilir. Bu soyut terim, nedeni durumundaki güce ya da canlı-cansız dogizil tanrı olarak Hakk’a ya da gizil tanrının giyasalarının kimliklendirilmesi ğayı güden doğa yasalarının kimliklendirilmesi zilliğinin taşıyıcısı olan ve Hakk’ın dönüşümüyle biçiminde bilince taşınan doğanın biçiminde bilince taşınan doğanın canına, doğabeliren “İlk Akıl”a denk düşer. Soyut olan(bâtın) canına, doğanın aklına, nın aklına, doğanın yeteneğine “Tanrı” adı veribeslendiği nesnel kaynağa(zâhir), yani somuta doğanın yeteneğine lir. Ama diğer taraftan biz biliyoruz ki Bâtınilikte yönelme eğilimindedir. Yönelmenin izinde somut Tanrı, “sonuç” üretmek zorundadır. Ürettiği so“yeniden” üretilirken, tasavvufi anlamda tanrısal “Tanrı” adı verilir nucu da kucaklayacak biçimde tanımlarsak Tanrı, olandan, yani “doğanın aklı”ndan doğanın ken“evrensel madde ve biçimdir”. Gizil durumdaki disine inilen bir sürece girilir. “Ek-doğa”nın aklı evrensel madde, doğasındaki “eğilime” uyarak “biçimlenme”ye başlaolarak algılanan “insanın aklı” ise “doğanın aklı”nı özümseyebilen ve yınca “eyleme” geçmiş olur. Düşünce, ötesinde bilinç, işte bu “eylemli doğayı “aşabilen” bir algılama/anlama yetisi olarak bilince/inanca taşımadde” üzerine kurulur. Böylesi bir bilinçte doğa, tanrıya ya da tanrılara nır. Doğayı aşabildiği için insan “Konuşan Tanrı” durumundadır. göre “önceliklidir”; doğa ya tanrıların “yaratıcısıdır” ya da “doğrudan İnsan aklının yazgısı; kendi doğasından gelen “sorular”la karşılaştıtanrıdır”. ğında başlar. Çünkü, bu sorulara “ilgisiz” kalması olası değildir. Felsefe Kendini bilmek, tüm insanlara ve tüm şeylere “ortak” olan, giderek diliyle konuşursak insan doğasının “kayıtsız” kalamadığı sorulara “ka“Tanrı” olarak tasarımlanan “aklı” kavramakla olanaklıdır. Bu durumda yıtsız kalmak” insana ve doğaya “ihanettir”. “akıl dünyayı yönetiyor” demek, “Tanrı dünyayı yönetiyor” demektir. Doğanın oluşumu ve dönüşümü, “ufalanan bir taş parçası”na; insaFelsefi bir dünya tarihinden söz edersek, Tanrı’nın evren içindeki bir nın oluşumu ve dönüşümü, “kıpırdayan bir et parçası”na indirgendiğin“öyküsü”yle karşılaşırız: Bu öyküde zamanın akışı ile aklın ilerleyiş süde Tanrı, “anasız-babasız” bir “hareket” olarak beliriverir. Algılandığı reci bir ve aynı şey olarak karşımıza çıkar. gibi her şeyin nedeni “hareket”tir. İşte Anadolu Aleviliği, felsefelerinde egemen anlayış olarak öne Bâtıni doğa felsefesinde “doğasal değişim-dönüşüm” şöyle tasarımçıkan materyalizmlerini, “varlık” kavramına verilen ilerici katkılar lanır: Evrende bir “madde yitimi” vardır; “madde yitimi”, görünen madüzerine “varlıkbirliği/mevcutbirliği” yorumuyla yapılandırdı. “Tez-andenin, görünmeyen maddeye dönüşümünden başka bir şey değildir. titez-sentez” olarak algıladığı “Tanrı-doğa-insan” ilişkisini; Işık FelseAnlaşılacağı gibi evrende madde, ille de “görünür” niteliklerle varfesi kapsamında açıkladı. “Tez” durumundaki Tanrı’nın kendi özünden laşmaz; “görünmez” madde olarak sonsuz uzayın her yanına yayılmış fışkıran/taşan ışığın “dönüşümler” geçirerek ve bu yolla kendi kendine durumdadır. Evrende, “ışık saçımı” ile gerçekleşen “madde yitimi”; “ışı“yabancılaşarak” evrende, gözle görülebilir biçimler aldığını savunur. masız madde”ye, yani “görünmez” maddeye dönüşümdür. Zâhir olan, Öyleyse Tanrı, “zat”ıyla değil, “sıfatları”yla bilinir: Sıfatlarının ötesin“enerji saçımı” yapabilen, görünür maddedir. Bâtın olan “enerji saçımı” de bir Tanrı algısı düşünülmez. Sözgelimi, elektrik örneğindeki gibidir: yapmayan, yani “ışımasız” durumda bulunan maddedir. Sonsuz uzayda Biz elektriği “zat”ıyla görmez, yani madde şeklinde gözümüzün önünenerji (ışık) saçımı yoluyla “tüketilen” madde miktarını karşılamak üzede durmadığından, ancak, nitelikleriyle algılarız; yeri gelir onu aydınre, ışımasız maddesel enerjiden sonsuz boşluğa yeni “madde yığınları” lık yapıcı niteliğiyle, yeri gelir onu sıcaklık yapıcı niteliğiyle, yeri gelir sürülür: Işımasız madde, yani görünmeyen madde (bâtın) ışımalı madonu soğukluk yapıcı niteliğiyle tanırız. Bütün bu niteliklerden sıyrılmadeye, yani görünür maddeye (zâhir) dönüşür. İnanç diliyle ifade edersek sı durumunda “varlık” olarak bir elektrikten söz etmek doğru değildir. “tanrısal öz görünüşe taşınır”. Düşünce gözü ya da gönül gözü, “ışık Nitelikleriyle ortaya çıkış biçimi, onun bizce bilinmesini sağlar. Tıpkı olmayan ışığın” ya da “karanlığın” aydınlığıyla görür. Buna karşın zâhir bunun gibi Tanrı da, görünüşe çıkan biçimleriyle kendini bize tanıtır. ten gözüyle “ışık olan bir ışığın” aydınlığıyla görür. Daha doğrusu görünüşe çıkmış biçimleri “düşünülerek” Tanrı bir “akıl Bâtından zâhire, zâhirden bâtına “dönüşüm” sürecinde nesne, kimi varlığı” olarak yaratılır ve yine bir “akıl varlığı” olan insanın, yani “yaniteliklerini “yitirir”, kimi yeni nitelikler “kazanır” ki buna “değişim” ratıcısının” gönlüne taşınır. adı verilir. Nitelik yitirme ve nitelik kazanma ancak “zâhir” durumda Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Evreni, tanrısal özün görünüşe çıksöz konusu olabilir. Zâhir olan varlığa gelmiş, somut ve gözlenebilir mış biçimi olarak, yani “Doğa Tanrı” olarak algılamak, özünde materolandır. Tanrısal öz ya da can, henüz görünüşe taşınmamış kimi nitelikyalist bir anlayıştır. Bu anlayışın taşıyıcısı olan sûfiler, yani ehli-bâtın leri, bağlı olarak kimi biçimleri “taşır”. Bu örtük ve “gerçek” olmayan, olanlar; zâhirin bilimi olarak algıladıkları Ortodoks şeriatı -ki bu Sünni ancak olabilir olan taşıyış biçimine “bâtın” denir. şeriattır- yadsırlar. Bâtının bilimi olarak algıladıkları marifete yönelirAlgılanacağı gibi zâhirin “nedeni” bâtın, bâtının “nedeni” zâhirdir; ler. zâhir-bâtın toplamı olarak algılanan evrende, “nedensel” ilişkilerin dışa Evren, her şeyden önce var olandır; ilksiz ve sonsuzdur; ne yaratılvurduğu ya da hissettirdiği bir “düzen” vardır. Ve bu düzen amaca uygun, mıştır ne de yok olacaktır; sürüp gitmekte olan bir oluş vardır; bu oluş planlı bir gelişim içerisindedir. Doğa denilen şey, daha büyük bir yetkinmaddeseldir; “etkin erkek” ilkeyle “edilgin dişi” ilkenin, karşılıklı etkiliğe doğru sürekli değişen zâhir durumdaki tek tek nesnelerin toplamıdır. leriyle sürüp gitmektedir anlayışı, bilimi önceleyen bir maddecilik anBâtın, kendini henüz görünüşe taşımamış, ancak “gizil nesnellik”te bir layışıdır. Evrenin oluşması ve sürüp gitmesi, doğa-üstü güçlerle değil, eğilim olarak “örtük” biçimde bulunan “tümellik”tir. Bâtın durumda oladoğal güçlerle açıklanmaktadır. nın ortaya çıkması, “örtük” tümel yönlerin zâhir durumuna gelmesidir. Bâtın “örtük” olduğundan, değişim sırasında bir nesne ya da bir nitelik “yokluktan varlığa” geliyormuş izlenimini uyandırır. Oysa bu bir sanıdır; Şeriatımız Aynı Şeriat Değil: Haberiniz Olsun çünkü, yalnızca zâhir olan görünür, görünüşe taşınır, kendini gösterir. Alevilerin-Bektaşilerin karşı olduğu şeriat, Ortodoks Sünni yasalardır Zâhir durum alma, belirli bir biçimin tam olarak kazanılmasıdır; o biçim bir bakıma. Bu tür şeriat “zâhir şeriat” olarak algılanır. Sünni Ortodoks açısından düşünürsek bir “yetkinleşme”dir. Örneğin tomurcuk bâtın bir İslamlıkta şeriat; başta Kuran olmak üzere hadis (Muhammet’in ortaya çiçek; yumurta bâtın bir kuştur. Buna karşın hiç biçim taşımayan “gizil nesnellik”, hiçbir zaman zâhir durum alamayacak olan bir “madde”dir; (Devamı 6. Sayfada)
Şubat 2008
5
SERÇEÞME Durum böyle giderse çok değil yakın gelecekte köktendinci bir inanç ortamında “barış içinde bir arada yaşamaktan” mutluluk duyacaklar. Bu düşünsel eğilim, bu tavır beslendikleri felsefe kaynağına ihanet değil de nedir? Tanrı’dan çıkıp yeniden Tanrı’ya dönen bir çevrim üzerinde, tasarımsal bir başlangıçla tasarımsal bir son arasında sıkışıp kalıyorlar: Ortaçağ koşullarında Anadolu aydınlanmasının yaratıcıları olduklarını unutuyorlar. koyduğu emirler), icma-i ümmet (din bilginlerinin, dinle ilgili bir konuda Alevi şeriatının ikinci tanımı son derece cüretlidir: Ortodoks dingörüş birliğinde olmaları) ve kıyas-ı fukaha (İslam hukukçularının yaptılerde inanç ile akıl birbirine düşmandır. Düşmanlık gereği inanç, akğı kıyas) adı verilen dört kaynaktan çıkan buyruk ve yasaların tümüdür. lın evrimini durdurduğu ya da aklın evriminin dışarıdan müdahaleyle Bu kaynaklardan ilk ikisi temeldir; değişmez ve değiştirilemez; kişi açıdurdurulduğu koşullarda ortaya çıkar. Ve metafizik tanrının buyruklasından bu iki kaynağa dayanmayan ya da bunlardan kaynağını almayan rını “metafizik-idealist” bir zeminde kabullenmeyle yaşama geçer. Alevi bir yaşam kuralı söz konusu olamaz. Akıl ürünü olarak öne çıkarılmaya şeriatı bâtıni bir şeriattır ve Sünni şeriatın tam karşıtıdır: Bir bilgelik çalışılan son iki kaynak (icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha) ise Kuran ve öğretisi olan Alevilikte inanç, düşünülerek, yani emek verilerek üretilen hadislerdeki belirsizlikleri gidermek ve boşlukları doldurmaktan öte bir bir şeydir. Düşünmek nesnel ve toplumsal sürece taşınmakla, yani Aleanlam taşımaz. Tanrı ve Peygamber buyruklarının yaşam karşısında yevi şeriatının birinci anlamının açılımıyla görünür duruma gelen tanrısal tersiz kalmasıyla şeriata bir üçüncü kaynak yaratıldı. Kuran ve sünnette öze taşınmakla olanaklıdır. Canlı-cansız dünyaya taşınmak, canlı-cansız açık bir kuralın bulunmaması durumunda İslam hukuku bilginlerinin dünyanın özünde var olan ortak eğilimleri, ortak eğilim halindeki yasagörüşlerine başvuruldu; bilginler bir sorunla ilgili olarak görüş birliğine kural ve ilkeleri saptama işidir. Canlı-cansız doğanın içindeki canların varınca bu icma sayıldı ve itiraz edilemez bir kanıt olarak görüldü. Ayet, toplamı “Canan” anlamında Tanrı olduğuna göre varlıkların özündeki hadis ya da icma ile hükmü belirlenmemiş hukuki olaylarla karşılaşınca, ortak eğilim, ortak eğilim halindeki yasa-kural ve ilkeler Tanrı’nın niteşeriatın dördüncü kaynağı üretildi; boşta kalan olaya, benzer bir başka likleridir. Demek ki Alevi şeriatının ikinci anlamı, Tanrı’nın ne düşünolay ölçü alınarak hüküm verildi. Görüldüğü gibi icma-i ümmet ve kıdüğünü-ne düşünemeyeceğini anlama-algılama çabasıdır. yas-ı fukaha, Tanrı-Peygamber buyruklarına uygunluk zorunluluğunu Alevi şeriatının ikinci tanımı, düşünceci-idealist aydınlanmanın tedayattığı için, insanları sözde akıl üretme eyleminin içine sokarak, akılcı melini oluşturur: En güçlü etken “düşüncedir”; bütün “varlık-yokluk” düşüncenin yerine körü körüne inanmayı geçirmektedir. Şeriat, yalnızca onun içindedir; onunla tanımlanabilmektedir. Madde de tıpkı düşünce kesin buyruklar ve kesin yasaklar koymakla yetinmez; aynı zamanda gibi “bir enerji” gücüdür. Duyularla donanmış durumda bulunan insan yapmaya ya da yapmamaya özendirici hükümler de dikte ettirir. gövdesi de bir maddedir ve sürekli bir değişim içindedir. Sürekli bir hareket ve değişim süreci içinde bulunan insan için, değişmez kural, değişmez yasa vb. söz konusu olamaz. Bu türden dogmaları kabul etmek Alevi Felsefesinde Şeriat insanı yanıltır; gelişmeyi, olgunlaşmayı önler. Ama diğer yandan insan Bâtıni toplum felsefesi düzleminde Alevi şeriatı, Sünni şeriata karşı, dügövdesi, sürekli değişmekle birlikte “yetersiz” duyular ve dokulardan şünceci idealizm-materyalizm zemininde ve aklın yol göstericiliğinde, kurulu bir bütündür. Bu nedenle gövde, Yeryüzü’ne yani nesnel dünyaya bireysel-toplumsal etikten de beslenerek yapılanıp biçimlenen bir başuyum sağlamış, onunla bağlantılı, ilintili bir yapı sergiler. Biz biliyokaldırıdır. Felsefe bağlamında Alevi şeriatı üç biçimde tanımlanır: ruz ki gövdeye dirilik kazandıran “ruh-can” da geçici ve değişken olan 1. Kutsal kökenin bir yansıması ya da tanrısal “öz”ün görünüşe çıkmış duyguların oluşturduğu bir “birikim”dir, bir “toplam”dır; bu anlamda “bilinç”tir. “Ben” ise bu “toplam”ın, bu “birikim”in bir ifade biçimidir. biçimi olarak algılanan görünür nesnel-toplumsal dünya. Gerçekte ruh, can ya da bilinç, bir nesneden başka bir nesneye ya da 2. Bu nesnel-toplumsal dünyaya ilişkin insan kararları; insan aklının bir gövdeden başka bir gövdeye “akan” enerjidir. İşte insan bu durumsonuçları dan yararlanmalıdır: Büyük âlemin kanıtı durumunda bulunan ve küçük 3. Kaynağını bu nesnel-toplumsal dünyadan alan ve kolektif bir ürün âlem olarak algılanan kendine yönelmek, gövdenin enerjisini “yeniledurumunda bulunan gelenek-görenekler. mek”; bilinçle doldurarak “diriliğini” sürdürmek anlamına gelir. Alevi şeriatının birinci anlamı, doğa-tanrıcılık-insan-tanrıcılık teAnlatılan nedenlerle “nesnel-toplumsal dünyaya ilişkin insan kararmelli vahdet-i vücut-vahdet-i mevcut anlayışı üzerine oturtulur. “Doğa, ları, yani insan aklının sonuçları”, biçiminde tanımlanan Alevi şeriatıtanrısal özün görünüşe çıkmış biçimidir”, demek; nesnelerin dışında, nın ikinci açılımıyla her Alevi aklının sonuçlarına koşarak toplumu ve uzantısında insanın dışında “doğaüstü” ya da “insanüstü” bir varlığın evreni, “metafizik inanç alanının dışına” taşır ve bir “felsefe sorunu” olamayacağını kabul etmek demektir. Bu ise Tanrı’yı nesnelerin ya da durumuna getirir. insanların “toplamı” biçiminde göstermenin bir başka anlatımıdır. SoAkıldan inanca atlayıp akıllarını inançlarıyla kilitleyeceklerine; ternuç olarak Alevi şeriatının birinci tanımı, maddenin önceliğini temel sine inançtan akla atlayıp inançlarını akılla kutsarlar; akıllarının izin alan, materyalist bir anlayış üzerine yapılandırılır. Bâtıni kimlikli öncü verdiği ölçüde kendi metafiziklerini beslerler. sûfiler Yeni-Platonculuk zeminine; İlkçağ Yunan-Anadolu, İran, Orta Dünyalarının nesnel sınırlarını her gün biraz daha daraltacaklarına, Asya, Hint ve Çin materyalist değerlerini taşıyarak, bunları varlık-bir“kanal açıldığında” devlete yamanacaklarına; tersine, düşünceci idealiği/mevcut-birliği anlayışıyla yoğurdular. Süreçte “Işık Felsefesi” adı list aydınlanmanın sınırlarını zorlayarak dünyalarının nesnel sınırlarını altında doğaya yönelerek Batı’da sönen aklın ışığını Anadolu toprağınsürekli genişletirler; emeğin çizdiği toplumsal alana çağdaş bir düşünda yakmayı sürdürdüler. Tasavvuf örtüsü altında cenin/tavrın taşıyıcısı olarak adımlarını atarlar. sürekli “uyanık” tutulan bu ışık, Anadolu aydınAkıl ve toplum örgütlenmesi zemininde, devletin lanmasının yaratıcı, ötesinde XVIII. yüzyıl ayBir bilgelik öğretisi olan Alevilikte ve egemen yargının karşı kanalında ilerici topdınlanmasının (Rönesans’ın) yaşatkan kaynağı lumsal güçlerle buluşurlar. inanç, düşünülerek, yani oldu. Öncü bilgelerin elinde Anadolu Bâtıni felAlevi şeriatının üçüncü tanımı ise en büyük emek verilerek üretilen bir şeydir. sefesi, yani ışık felsefesi; Ortaçağ koşullarında bir öğretmen olarak algılanan toplumsal yaşamda yandan halkın “manevi odağı” durumuna dönüDüşünmek nesnel ve “etkin” durumda bulunan “yazısız ama yaptırışürken, diğer yandan ezilen halkı kurtuluşa taşımı” olan kurallar-ilkelerdir. Bize taşınan Alevilik toplumsal sürece taşınmakla, yacak bir “ideolojiye” evrildi. Açıkçası Alevilik, “sözel” olarak taşındığı için, toplumsal yaşamın yani Alevi şeriatının bir “bilgelik öğretisi” olarak doğdu. “Gerçek olan yazısız ama yaptırımı olan kuralları “cemin yasa Tanrı’dır; her şey Tanrı’dan türedi; nesnel evren, birinci anlamının açılımıyla yapıcı” etkinliği kapsamında, her Alevinin uyacaruhsal bir tözden oluştu ya da evrensel ruh, diğı kurallar biçimine dönüştürülür. Bâtıni anlamda görünür duruma gelen yalektik dönüşümlerle doğalaştı”, diyen “içkinci Alevi şeriatını oluşturan “gelenek-görenekler”, doğa-tanrıcılık”; açılımı “Gerçek olan evrendir; tanrısal öze taşınmakla olanaklıdır. sözel yoldan taşınan Aleviliğin yazısız-ezberleCanlı-cansız dünyaya taşınmak, everendeki bütün varlıkların toplamı Tanrı’dır; nen hukukunu oluşturur. Tanrı maddesel bir tözden oluşmuştur”, diyen “Kolektif bir ürün durumundaki gelenek-göcanlı-cansız dünyanın özünde “maddeci doğa-tanrıcılık” anlayışından başka bir reneklerin” şeriat olarak algılanması, ahlak soruvar olan ortak eğilimleri, şey değildir. Daha düne kadar bu toprağın Alenunu başat bir ilke olarak öne çıkarır. Bu bağlamortak eğilim halindeki vileri, doğa-tanrıcılığın “içkinci” yanını, “madda Alevi şeriatının temelini genelde zâhiri koşuldeci” yanına indirgemeye çalışıyorlardı. Bugün lanmadan/ bilgilenmeden, özelde ise Ortodoks yasa-kural ve ilkeleri ise maddeci yanını içkinci yanına nasıl indirgeriz İslam’dan, yani Sünni şeriattan “özgürleşme” saptama işidir onun hesabı içindeler; “akıldan inanca atlamaoluşturur. Alevi şeriatı olarak algılanan bâtıni genın ve inanca kilitlenmenin” yollarını arıyorlar. lenek-görenekler bir bakıma zâhire karşı özgür(Baştarafı 5. Sayfada)
Aşkın Şeriatı, İslam Şeriatına Bir Başkaldırıdır
6
Sayı 38
SERÇEÞME kapsamında şeriat ya da şeriat kapısı, insan-ı kâleşmenin, Ortodoks İslam’a karşı tavır alışın “gömil aşamaları sıralanmasında ilk sırada yer alan, rünüş alanına çıkması”dır. Açılım içeriğinde özAlevilerin karşı olduğu insanın kendi kendisini eğitmesi evresidir. Henüz gürlük, kendini bilmek, bilinçli insan olmak için Sünni şeriatta “iman etme”, “sır” kimlik Ali’ye bağlanan aşamalara adım atılolmazsa olmaz tek koşul durumundadır. “Gönül madığı için bu kapının sahibi Muhammet olarak bilgisi”, inanç temelinde nesne-madde ötesinden Tanrı’nın birliğine, meleklerine, kabul edilir. Şeriat kapısının kimi makamları angeldiği savlanan her türlü dogmaya, bu bağlampeygamberlerine inanma, lattıklarımın “kanıtı” durumundadır: Alevilerin da Sünni şeriata, düşünce temelinde ise yaşadığı biçiminde tanımlanırken karşı olduğu Sünni şeriatta “iman etme”, Tanrı’nın toplumdaki eşitsizliğe, zulme, haksızlığa, ezilmişbirliğine, meleklerine, peygamberlerine inanma, liğe karşı bir tavır, davranış olarak kendini gösteAlevi bâtıni şeriatında, biçiminde tanımlanırken Alevi bâtıni şeriatında, ren ve “emek” vererek, “yaşanarak” ulaşılan bir mürşit önünde, yol’un mürşit önünde, yol’un bütün kurallarına uyaca“insan olgunluğu”dur. Kişinin kendi özgürlüğünü bütün kurallarına uyacağına ğına söz verme; bu inancını ikrara bağlama; göbilmesi, “ahlak” denen yetiyi oluşturur. Bu nenül yoluyla Hakk’a ilişkin anlamı, sezgiyi/bilgiyi denle “iyi”, “kötü” gibi ahlak kavramlarıyla özsöz verme; bu inancını ikrara yakalama, anlamına gelir. Görüldüğü gibi “iman gürlük birbirine bağlıdır. İyi ile kötünün ortaya bağlama; gönül yoluyla etme”, yani ikrar vererek yola bağlanma şeriat kaçıkışını sağlayan eylemdir; eylem ise “özgürlüğün Hakk’a ilişkin anlamı, pısının birinci makamında gerçekleştiriliyor. etkinliği”dir. Özgürlüğün içerdiği etkinlik “eksik” Ötesinde camiye gitmeyen, namaz kılmayan değilse eylem “iyi”dir; bir “eksiklik” varsa eylem sezgiyi/bilgiyi yakalama, bir Alevinin-Bektaşinin nasıl ibadet edeceği, “kötü”dür. anlamına gelir. zekât görevini nasıl yerine getireceği de şeriat Özgürleşme kaynağını akıl ilkelerinden alır: Görüldüğü gibi “iman etme”, kapısının üçüncü makamında açıklanıyor. SıralaKişinin kılavuzu aklı olursa özgürleşebilir; aklını yani ikrar vererek yalım: Öncelikle bir Alevinin-Bektaşinin en üst kullanarak, inançtan özgürleşerek iyi düşünmek, ibadet biçimi “her an Tanrı’yı gönlünde taşıma; iyi konuşmak ve iyi davranmak gibi başarılar yola bağlanma şeriat kapısının bu yolla sürekli niyazda bulunma” durumudur. elde eder. Bu yolla kendini bilir; kendini bilen birinci makamında İnançta gönül, hem Tanrı’nın evi hem de tanrısal için güvenilir kaynak “küçük evren” olarak algıgerçekleştiriliyor olana ulaşma aracı olan gönül bilgisinin, sezgisel lanan ve “büyük evrenin” kanıtı durumunda buaklın birikmiş biçimidir. Emek vererek, yaşanalunan “kendisi”dir. Kişinin “kendisi”, her şeyden rak elde edilen gönül bilgisi ile Tanrı’yı her an önce onun iç evrenidir; iç evren de ruh, can ya kendi evinde konuk etmek, gerektiğinde O’nunla söyleşmek, asıl ibadet da bilinçtir. Canın, ruhun ya da bilincin yetkinliği-olgunluğu gövdeyi olarak algılanır. koruyan, ona değer kazandıran temel niteliktir. Ahlaklı Alevi, düşünceİkincisi, muhabbet meydanı açarak “kulak abdeste verme-alma” leri ile davranışları arasında uyum bulunan kişidir. Tutkularının tutsağı olarak tanımlanan “bilgiyle yıkama-yıkanma” etkinlikleri de Alevininolan kişi, aklını gereğince kullanamaz ve mutsuz olur. Bu nedenle şeriat Bektaşinin üst ibadet biçimlerinden birini oluşturur. Bir yol ulusuna, olarak algılanan bâtıni gelenek-görenek, bu noktada her Aleviye “ibabüyüğüne ya da yolda bir makamı temsil eden şeye, yere ve bunlar aradet” olarak inanca çıkan kimi yükümlülükler yükler. Öğretinin eğitim cılığıyla Tanrı ile ilişkiye geçme niyaz olarak tanımlanan ibadet biçimini programı olarak tanımlayabileceğimiz Dört Kapı Kırk Makam’ın şeriat oluşturur. Bu nedenle mürşit karşısında; ayaklar mühürlenmiş, kollar gökapısında bu yükümlülükler, “nefsi ile mücadele etme” (gaza eyleme) ğüste çapraz, baş öne eğik biçimde gerçekleştirilen yalvarma-yakarma başlığı altında irdelenir. Nefsi ile mücadele etme, insanın kendini terbiye duruşu, bir niyaz duruşudur. etmesi, aklından bağımsızlaşarak etkin-egemen duruma gelmiş inancıSon olarak Cemevi’nde halka oluşturacak biçimde bir düzen alarak nın dogmalarından “özgürleşmesi”, insanseverliği aklın sonuçlarına uyve Tanrı’nın yansıması olarak algılanan didara (yüze, birbirinin yüzüne) gun davranmaya “indirgemesi” anlaşılır. dönerek, kendini Tanrı’ya teslim etme “cem” adıyla yaşama geçirilen bir Diğer yandan bir Alevi “edepli” olmanın kendisine yüklediği yüibadettir. kümlülükleri yerine getirmelidir. Kendisini insanların mutluluğuna adaŞeriat kapısının üçüncü makamında Alevinin-Bektaşinin ibadet bimalı, bunun için her türlü özveriye katlanmaya hazır olmalıdır. Bu bağçimleri sıralanmakla yetinilmez: Zekât görevinin nasıl gerçekleştirilelamda bir Alevi eğitildiğinde; eğitimle almış olduğu her türlü kazanımı/ ceği de verilir. Sünnilikte zengin bir Müslüman mal ve paralarından, donanımı önce bireyin, sonra bireyin nesnel sınırlarını aşarak toplumun helalliğini sağlamak için her yıl yoksullara kırkta birini vererek malını hizmetine sunmalıdır. İşte ibadet denilen şey de bir bakıma budur. Birey temizler. Alevilikte ise yolda Tanrı katına ulaşabilmek için kendi varlıve toplum hizmetinde bulunma zemininde mutluluğu yakalamak için ğından vazgeçme; kendi varlığından vazgeçerek kendini temizleme zekât gösterilmesi gereken özveriyi paylaşmadır. Özveri bir davranış biçimidir görevini yerine getirme koşulu olarak anlatılır. Burada kendi varlığından ve ruhsal yaşamla ilgilidir. vazgeçme; birey olarak dünyasal isteklerine sırt çevirme anlamını taşır; Bu koşullar nedeniyle kolektif bir ürün durumundaki gelenek-göreamaçlanana ulaşabilmek için kimi doğal gereksinimlerini karşılamada nek üzerine yapılanan Alevi yaşama yordamı/ inancı, halk katının ahlak perhizli olma; felsefede doğal olandan sapma değil, doğal olana karşı ilkelerine göre düzenlenmiş bir “toplumsal felsefe” niteliğindedir denidurmayı bir eğitim aracı olarak kullanmadır. Yine, kendi bilgisinden dilebilir. ğer insanları yararlandırma; bu yolla kendini temizleme; kendindekini Aleviliğin savunduğu şeriata “bâtıni şeriat” adı verilir: Alevi öğrebir başkasına aktararak toplumsallaşmaya/topluluk ya da toplum bilincitisinde, yani Dört Kapı Kırk Makam eğitim öğretisinde bâtıni anlamda nin oluşmasına katkıda bulunma da Alevi zekâtıdır. şeriat, yol kurallarına, yol erkânı ya da yol ulularına ilişkin bilgi demekŞeriat kapısının üçüncü makamında ve ibadet kapsamında, hangi tir. Ortodoks Sünniliğin özkaynağı Kuran; Alevi/Bektaşi inancında, Hz. gerekçelerle ne zaman, nasıl oruç tutulacağı da verilir. Örneğin 1–12 Muhammet’in gönlüne yansıyan, gönlünde tecelli eden bilgilerin O’nun Muharrem günleri Kerbelâ’da şehit edilenlerin anısına su içmeyerek, eğsezgisel aklı tarafından yorumlanması, yorumlanıp açıklanması olarak lencelerden uzak durarak gerçekleştirilen “yas orucu”; kendi iradesiyle anlaşılır. Hz. Muhammet; istekleri ve düşüncesi olmayan, Cebrail tarakendini yanlışa/kötüye karşı koruma; bunu sağlamak için bir tavır/eylem fından harekete geçirilince konuşan ve Tanrı’nın kelamını aktaran bir içine girme ve yol sırrını açıklamaktan kaçınma; bunu gerçekleştirebilotomat değil, bağımsız düşünür olarak algılanır. Bu bağlamda Cebrail, mek için bir tavır/eylem içine girme gibi oruç biçimleri de sıralanır. Muhammet’in sezgisel aklından başka bir şey değildir. Aynı makamda anlatılan “hac” kapsamında ise Kâbe olarak algılaMuhammet vecd durumundayken kendini şiir aracılığıyla normal nan insanın kalbini kazanma, gönlüne yönelme, temel davranış biçimi durumdayken ise düzyazı aracılığıyla ifade ediyordu. Muhammet düşüolarak öne çıkarılır. İnançta kalp/gönül; hem Tanrı’nın evi, hem de emek nürken bir insan olarak düşünüyordu, Tanrı olarak değil. Tanrı evrende verilerek, yaşanılarak elde edilen gönül bilgisinin/sezgisel aklın birikdüşünmeyi insanlara bıraktı. Bilgiyi insana Tanrı vermedi; tersine insan miş biçimidir. Gönülde/kalpte Tanrı konuk; bilgi ağırlayandır. Bilgiyle Tanrı’ya bilgi verdi. İnsan-ı kâmil durumunda, bilgisini Tanrı’ya taşıyagönül evinde Tanrı’yı ağırlama ve O’nun hizmetinde bulunma hac olarak rak Tanrı’nın, kendi kendini keşfetmesine yardım etti. Bu nedenle insan algılanır Tanrı’ya değil, Tanrı insana gereksinme duyar. Bunun doğal bir sonucu Hakk’a ermek için gönül yolculuğuna çıkma da “hac” olarak algılaolarak Sünniliğin anladığı/algıladığı anlamda bir Tanrı vahyi yoktur. Ne nır: İnsan-i kâmil olarak eksiksizliğe/kusursuzluğa erişen insan; varoluş yazılmışsa, ne söylenmişse tümü insanların eseridir. çevriminin son yayı üzerinde gönül yolculuğu olarak tanımlanan ikinci bir çevrime girer. Bu çevrimin ilk yarısında ve inanç kanalında Hak ile Alevi Öğretisinde Şeriat Hak olur; ikinci yarısında ise Hak’tan halka iner ve toplumsallaşır. Bu Dört Kapı Kırk Makam üzerine kurulu Alevilik-Bektaşilikte, ilk kapı yolla kendi inancını dünyalaştırmış, yani miracını tamamlamış olur; bive buna bağlı on makam, şeriat ya da şeriat kapısıdır. Ancak buradalimin/aklın gezinebileceği nesnel bir sürecin parçası durumuna gelir. ki şeriatın, Ortodoks İslamlıktaki şeriatla hiçbir ilişkisi yoktur. Öğreti Miracınız kutlu olsun sevgili canlar.
Şubat 2008
7
SERÇEÞME
Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna Celâleddin İlişkileri Bölüm II İsmail Kaygusuz
M
de orada bulunmaktaydı. Zaten sözünü ettiğimiz İzzeddin’in ilk saltanat döneminde Babai TürkBize göre, bir şikâyet bahanesiyle menlere hoşgörüyle yaklaşması ve hapistekilerini çıkartması, Sulucakarahöyük’ün Hacı Bektaş önHacı Bektaş üzerine kızgınlıkla derliğinde kısa bir zaman içinde büyüyüp gelişmegelen Nureddin Caca, sini de mutlaka etkilemişti. Vilayetname’de Hünkâr’ın Caca’nın anlattıklarına kanıt göstererek, Hacı Bektaş’a Şeytan’ın kardeşi demesi ve onu insan bir kerameti gibi sunulan yüzlü iblislerden sayması nasıl bir kine dayanı“‘Yüzlerinde secde belirtileri görünür’ belki günlerce süren konuşup yordu? Caca’nın Hacı Bektaş’a yakınlaşmasıyla (Kur’an, 48, 29) ayetinde bildirilen yüzlerden görüşmeler sonunda ikna edilmişti onu kaybetmesinden mi korkuyordu? Şimdiye kaolan yüzünüzü görmeyi özlediğimi, sizinle dar mektuplarından öğrendiklerimiz, dolayısıyla buluşmayı pek arzuladığımı da bilin. Hayırlı Mevlâna’nın karakter yapısı ve siyaset anlayışı buluşmalar nasibolsun… Özü doğru oğlumuz üzerinde edindiğimiz bilgiler, bu iki sorunun ötesinde yanıtlar getirdi Nizameddin pek çok çeşitli ziyanlara girmiştir. Bütün dostların gösanıyoruz. nülleri yaralıdır, o yana yönelmiştir… Dostluğunuzdan umulan… Elbette ki, Ahmet Eflaki’nin anlattığı gibi Nureddin Caca Mevlâna adaletiniz olduğu gibi gene lütufta bulunmanız, elini tutmanız, yarile, Hacı Bektaş’ın kerametlerini değil, gönderdiği haberi tartıştı. Ancak dım etmenizdir. Netekim bundan önce de lütuflar ettiniz; kendiniz Mevlâna böyle bir öneriyi kabul etmek bir yana, Nureddin Caca’yı ‘İblis, ziyanlara girdiniz…” yani Şeytan’la elbirliği yapılmaz’ diye paylamış, Hacı Bektaş’tan uzak durmasını sağlamıştı. Mevlâna’nın Moğollara karşı olması ve böyle bir Nureddin Caca Mevlâna ile Buluşmasının amaç için Pervane’yle konuşması ne siyaset anlayışına ve ne de yaşam biçimine uygun düşüyordu. Nureddin Caca’yı, böyle bir şey yapmaArkasındaki Gerçek Nedenler ması için, olayı Pervane’ye bildirmekle tehdit bile etmiş olabilir. Onun Nureddin Caca, Mevlâna’ya, bu denli üzerine düştüğü Nizameddin’in Caca’dan beklediği ve istediği sadece, Nizameddin’ine “lütuflar yapmakim olduğunu sordurmuş olacak ki, sı, onu himayesine almasıdır!..” Hacı Bektaş’ın Mevlâna’ya daha önce Şeyh İshak adlı bir dervişini de “O, şeyhlerin padişahı, Hak ışığı, kalblerin emini, zamanın Cüneyd’i gönderdiğini biliyoruz. Ahmet Eflaki, Hacı Bektaş’ın bu dervişini gönHüsameddin’in -Allah Müslümanları, ona uzun ömür vererek faydadererek Mevlâna’ya, landırsın- yakınıdır, damadıdır”
EVLÂNA Celaleddin’in, Nureddin Caca’ya yazdığı bir diğer mektubu, aradan biraz zaman geçtikten sonra gönderdiği anlaşılıyor. Hemen arkasından da Ahmet Eflaki’nin anlattığı buluşma olmuştur. Bu mektubun başında da öbürlerinde olduğu gibi “Devlet ve Dinin Nur’una” övgüler, selam ve duadan sonra Mevlâna, bir ayetle buluşma arzuluyor:
diye mektupta tanıtma gereği duyuyor. Sonundan anlaşıldığına göre, mektubu bizzat Nizameddin ile göndermiştir: “Umarım ki oğlumuz Nizameddin de… ihsanınıza, lütfunuza mazhar olur… şükrederek, lütfunuzu anarak, o kutlu, o mutlu tapıdan korumanıza ererek, himayenize girerek, bol lütuflarınızı elde ederek esenlikle, ganimetlerle, sevine sevine döner…”1 Şimdi Vilayetname’deki olaya dönersek: Hacı Bektaş Veli, Nureddin Caca’nın namaz kılması gerektiği zorlamasını, “kanla abdest alınmaz” diyerek, reddetmiştir. Bu, “dünyayı kana bulayanlara, kan dökenlere çanak tutmayın, onlardan yana olmayınız” demektir bizce. İşte bu çerçeve içerisinde hareket ederek diyoruz ki, öfkeyle atına atlayıp adamlarıyla Sulucakarahöyük’e gelen Kırşehir emirini, Hacı Bektaş Veli siyaseten ikna etmiş ve onu şeyhi Mevlâna’ya bizzat göndermiş olabilir. Yine bizce, İzzeddin Keykavus tarafını tutarak Moğol istilacılarına karşı mücadele siyasetine çekme amaçlıdır. Hacı Bektaş Veli büyük öngörüsüyle, genç İzzeddin II. Keykavus’un birinci tek başına saltanat dönemi (1246–1248) ve ortaklığı (1249–1254) sırasında, -olasılıkla Sultanın çevresiyle doğrudan ilişkilerine dayanarak-, onun üstün geleceğine Nureddin Caca’yı inandırmış; Moğol korumacılığı yandaşı olan Rükneddin’i tutmayı sürdürdüğü taktirde sonunun iyi olmayacağını, zindanlara düşeceğini anlatmıştır. Sürdürdüğü siyasetin yanlışlığına onu gerçekten ikna etmiş olmalı. Ülkede birlik, İzzeddin’in padişahlığı altında Moğolların atılmasıyla sağlanabilirdi. 2 Ancak Nureddin Caca kadar, Hacı Bektaş da biliyordu ki İzzeddin Keykavus, kardeşinden değil, Kösedağ savaşından beri Moğollarla içli-dışlı olan Muineddin Pervane’den çekiniyordu. Pervane’yi de ancak, kendisine çok düşkün olduğu ve her arzusunu yerine getirdiği Mevlâna ikna edebilirdi. Mevlâna Celâleddin hem karısının hem kendisinin tapınacak kadar çok sevdikleri Şeyh’leriydi; onu çağırıp sarayında sık sık ‘semah ayinleri’ düzenlerlerdi. Zaten iki kardeş sultan olan İzzeddin Keykavus ve Rükneddin Kılıcarslan, arasında anlaşma-uzlaşma çabalarına giren Fahreddin Arslandoğmuş gibi emirler yok değildi. Ancak bunların yaptığı, Moğolların istediği biçimde Rum’u iki-üç kardeş arasında paylaştırıp geçici olarak savaşları önlemekti. Bize göre, bir şikâyet bahanesiyle Hacı Bektaş üzerine kızgınlıkla gelen Nureddin Caca, Vilayetname’de Hünkâr’ın bir kerameti gibi sunulan belki günlerce süren konuşup görüşmeler sonunda ikna edilmişti. Büyük olasılıkla (İzzeddin Keykavus ile ilişkiler konusunda tek bilinen Saru Saltuk olmakla birlikte) Hacı Bektaş’a bağlı ve İzzeddin’i destekleyen hayatta kalmış eski Babai şeyh-önderleri, Baba İshak halifeleri
8
“Ne iştesin, ne istiyorsun? Dünyada kopardığın bu kıyamet nedir? Eğer aradığını buldunsa sus, bulmadınsa saldığın bu gürültü nedir? Kendini insanoğullarının en beğenileni yaptın. Halkın bu kadar evini barkını yıktın… nedir bu hal?”
diye sordurttuğunu yazıyor. Eflaki, Mevlâna’nın ününün büyümesi ve herkesin ona mürit olması yüzünden kıskanıldığı ve aleyhine söylenen sözler ve nüktelerle eleştirildiğini söylüyor. Ona göre Hacı Bektaş da Mevlâna’yı kıskandığı için böyle davranmış. Mevlâna da ona şiirle karşılık vermiş: “Başımızı ayak yapıp Ceyhun tarafına doğru koşuverdik Biz dünyayı birbirine kattık ve sonra oradan fırlayıp çıktık… Biz Mecnun’un sınırını da aştık…” Kuşkusuz Hacı Bektaş bunları sordurmak için dervişi İshak’ı göndermemişti. Onun biraz Konya’nın, kentin dışına çıkıp, ezilen, baskı gören halkın arasına girmesini istiyordu. Ama, onun yüzü Ceyhun’a, Ceyhun’dan gelenlere (Moğollara) dönüktü; aşktan-meşkten başını kaldırıp, avama (halka) bakacak hali yoktu. Mevlâna asıl karşılığı, Şeyh İshak’la konuşurken aynı anda Sulucakarahöyük’te Hacı Bektaş’a görünüp(!), boğazına sarılarak veriyor. Eflaki bu kerameti şöyle anlatıyor: “Şeyh İshak… görüp işittiğini olduğu gibi anlatıp, bunları söylediği tarihi verince Hacı Bektaş: ‘Aynı günde Mevlâna hazretleri kükreyen bir arslan gibi içeri girdi ve bana: “Ey kahpenin kardeşi! Bizim heyecanımız neşe ve aşktan geliyor, yanma ve aramaktan değil”, deyip boğazımı sıktı. Öleceğimden korktum…’dedi.”3 Görüldüğü gibi Mevlâna Hacı Bektaş’ın elini değil, boğazını sıkmayı tercih ediyordu. Vilayetname yazarı Uzun Firdevsi ise, Hacı Bektaş Veli’nin kendisine en yakın halifesi olan Saru İsmail’i Mevlâna’ya gönderdiğini anlatıyor: Aynı zamanda ibriktarlık hizmeti gören Saru İsmail, su ısıtıp Hacı Bektaş’ın yıkanmasını ister. Hacı Bektaş, önce onun Konya’ya gidip, Mevlâna’da bulunan bir kitabını alarak hemen gelmesini söyler. Saru İsmail, Hacı Bektaş’la aralarında geçeni ve kitabını istediğini anlatınca Mevlâna şöyle der: “Hünkâr Hacı Bektaş katına, her gün yedi deniz, sekiz ırmak uğrar. Onların suya girmeye ne ihtiyaçları var ki, böyle dedin, yıkanmaya davet ettin erenler? Kitaptan maksat işte sana verdiğim öğüttür.”4 Menakıbname yazarlarının özelliğidir, herkes kendi velisinin üstünlüğünü öne çıkarır. Yoksa Mevlâna’nın, Hacı Bektaş için bu övgüye ke-
Sayı 38
SERÇEÞME
sinlikle dili varmaz, Yunus’un deyişiyle ‘yapası yoktur’. Ne de Ahmet Eflaki’nin aynı sayfada anlattığı gibi, mana âleminde Mevlâna tarafından boğazı sıkılan (!) Hacı Bektaş da şöyle demiştir: “Şimdi ey dervişlerim, Mevlâna’nın saltanat ve ululuğu, bizim tasavvurumuza ve benzetmelerimize sığmaz. O mana simgesinin fermanına itaattan başka bizim için yapılacak şey yoktur” Sonuç olarak, Nureddin Caca’nın ikna edilip Mevlâna’ya gönderilmiş olması işe yaramamış. Caca da, Şeyhi Mevlâna Celaleddin’e itaat ederek, Hacı Bektaş’ı kendisini kandıran İblis olarak görüp ondan uzaklaşmıştır. Ancak Vilayetname’de Hacı Bektaş’ın bir kerametiymiş gibi anlatılan zindan olayının gerçekleştiği anlaşılıyor. Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayetname kitabının arkasında (s. 111–113) Nureddin Caca hakkında bilgi verirken “onun Mogollar tarafından çok sevildiğini anlıyoruz” diyerek, kendisi de Mogol asıllı olan Caca’nın müthiş bir Mogol yandaşı olduğunu vurguluyor. Ama yazısının sonunda neye dayanarak ve nasıl “Nureddin Caca, Hacı Bektaş’ı sevmektedir” yargısına vardığını anlamak olası değil. Ancak, Nureddin Caca’nın, Hacı Bektaş’ın gazabına uğrayıp, zındana atıldığı konusunda tarihi bir bilgiye sahip olunmadığını olarak söylemektedir. Nureddin Caca’nın Hacı Bektaş’ı ne kadar sevdiği(!), anlatmış olduklarımızda görülmektedir. ‘Ariflerin Menkıbeleri’nde yazılanların büyük çoğunluğu, her nedense ‘tarihi bilgi’ kabul ediliyor. Ama Hacı Bektaş Veli Menakıbnamesi olan Vilayetname’de anlatılanlar sadece olağanüstü söylenceler, masallar olarak görülüp üzerinde durulmuyor. Derinliğine inilip, tarihsel bilgiler çıkarılmıyor. Yani, anlatılanların tümü masal mı? Değil elbette. Kerametlerin, söylencelerin nesnel temellerine inildiği zaman tarihsel, toplumsal ve de felsefi bilgilerin günışığına çıkmaması için hiçbir neden ve zorluk yoktur. Hacı Bektaş Veli Ortodoks (Sünni) inançlı ve yönetimin, güçlünün yanında olsaydı; hem yapıtları günümüze noksansız gelmiş, hem de üzerine ciltlerce inceleme araştırma kitapları yazılırdı Mevlâna gibi. Günümüze ulaşabilenlerin içinde bazıları ‘takiye’ olarak verilmek durumunda kalınmış, ya da kopya edenlerin eklemiş olduğu bazı Şer’i bilgilere sarılarak, Hacı Bektaş’ın nasıl sünnileştirilmeğe çalışıldığı zaten ortadadır. Mevlâna’nın aynı anda ‘mana âleminde’ Hacı Bektaş’ın boğazına sarılması kerametinin yorumunu yapmaya gerek görmedik. Çünkü bunun, Nureddin Caca ile Hacı Bektaş üzerine tartışırken Mevlâna’nın köpürmüş durumda, “Hacı Bektaş şimdi yanımda olsaydı, İblis’in kardeşinin boğazına sarılır onu boğardım” diye haykırmasının ötesinde bir anlamı yoktur. Ama ona inanan, onu seven, yücelten müridlerinin ağzında keramete dönüşüp, yetmiş-seksen yıl sonra Ahmet Eflaki’nin kitabına kayıtlanıyor… Biz bu bağlamda, Vilayetname’de Nureddin Caca’nın zindana atılmış olmasına, Hacı Bektaş’ın gazabı ya da bedduası olarak değil, yeni bir tarihsel bilgi olarak bakıyoruz. Aynı zamanda bu olay gösteriyor ki, Hacı Bektaş Veli, kurduğu Dergâh’ta dünyadan elini eteğini çekmiş bir ermiş derviş gibi yaşamıyor. Ülke siyasetinin tamamıyla içindedir; Karaman, Çepni, Ağaçeri, Bayad, Döger vb. heterodoks İslam (Alevi) inançlı diğer Türkmen gruplarının, (Ali donunda dünyaya geldiğine inanılan) manevi önderleri olarak, tüm eylem ve hareketleri onun bilgisi çerçevesinde yapılmaktadır. Anadolu son yurtlarıdır; gidecekleri başka yer yoktur. 1200’ün ilk on yıllarından beri, yarım yüzyıldır peşlerini bırakmayan Moğol felaketini canları pahasına yok etmeleri gerekiyordu. Bu da ancak merkezi güçlü bir devletin varlığıyla gerçekleşebilirdi. Birlik ve beraberlik içinde hareket etmenin zamanıydı. Hacı Bektaş Veli, “bir olalım, iri olalım, diri olalım” sözünü boşuna söylememişti. Selçuklu Devletinin, Sultan Alaaddin Keykubat I (1220–37) dönemi güçlü merkezi yönetiminin ve Türkmenleri sayısız vakıf topraklarıyla yerleştirme politikasının (Uç’lara yerleştirip merkezi güvenceye almış da olsa) anıları onların arasında hep yaşıyordu. Onun içindir ki, Menakıbname’lerde, veli söylencelerinde geçen tüm Selçuklu sultanlarının büyük çoğunluğunun adı Sultan Alaaddin’dir. Görüldüğü gibi, Vilayetname’ye göre Nureddin Caca’yı zındana gönderen de odur. Demek ki, Türkmenler İzzeddin II. Keykavus’u, Alaaddin’le eşleştirmiş ve onun Moğol istilasından ülkeyi kurtarma siyasetiyle özdeşleşmişlerdi. Moğol işbirlikçilerinin, İzzeddin için kadın düşkünü, ahlaksız, şarapçı bir Hristiyan yeğeni propagandaları onları etkilemiyordu. Oysa büyük Sultan Alaadin’in de babannesi Hristiyandı ve on bir yılı Bizans başkentinde geçmişti.
Şubat 2008
Bu Vilayetname metninden, Selçuklu döneminde tutuklanan kişilere yapılan, “tutukluyu yaş göne sarıp, içinde kurumaya bırakma ve zindan hücresini kireç beyazına boyayıp gözlerini kör etme” gibi işkence çeşitlerini de öğreniyoruz. Nureddin Caca’yı yakalatıp, yaş deriye sardırıp, gözleri de kör olsun diye kireç beyazı zindana attıran İzzeddin II. Keykavus’tan başkası olamaz. Çünkü o kardeşi Rükneddin’in yandaşı ve büyük düşmanı Pervane Muineddin Süleyman’ın, Ahmet Eflaki’nin deyimiyle Muhammed’in mağara arkadaşı Ebubekir gibi, ‘yar-ı gar’ıdır. Hacı Bektaş Veli, yukarıda uzun uzun anlattığımız gibi yetkin bir ileri görüşlülükle onu uyarmış, hatta ikna etmiştir. Ama, Caca Mevlâna’nın cazibesiyle, Hünkâr’dan uzaklaşmıştır. Bu tutuklamanın tarihine gelince: 1254 yılında, bazı emirler aşçı elbiseleri giydirip, Rükneddin’in kaçmasını sağlayarak onu Kayseri’de tek Sultan ilan ettiler. Moğolların isteğiyle Doğu’daki birçok kentte onun sultanlığı kabul edildi. Bunun üzerine Kırşehir’de bulunan İzzeddin II. Keykavus bir ordu derlemiş, görüşme çabaları sonuç vermeyince de savaş açarak onları yenilgiye uğratmıştı. Böylelikle Rükneddin Kılıcarslan, 1254 yılının sonlarına doğru ağabeyinin eline düştü ve İzzeddin görünüşte barıştığını ilan ettiyse de, onu Uluborlu yakınındaki Davalu (ya da Burgulu) kalesine hapsettirdi. Anlaşılıyor ki İzzeddin, kardeşi Rükneddin Kılıcarslan’ın güçlerini yenip onu kaleye kapattıktan sonra, onu tutan emirlerinden de yakaladıklarını zindana attırmıştı. Süleyman Per-vane gibi bazıları Tokat’a kaçıp kurtulmuşlardı. Şu halde Kırşehir emiri Nureddin Caca, bu savaştan sonra –ki Abu-l-Harp (savaş babası) unvanı taşıyan Caca’nın İzzeddin’e karşı savaştığı kesindir- sonra tutuklanmış. En az iki yıl zindanda kalmış olmalıdır. Çünkü iki yıl sonra Moğol kumandanı Baycu ordusuyla geldi ve 11 Ekim 1256’da Sultan Hanı civarında yapılan savaşta, İzzeddin’in Türkmen gruplarından oluşturduğu kuvvetlerini yendi. Savaştan sonra Emir Fahreddin Arslandoğmuş, Sultan İzzeddin’den hoşnut olmayan diğer ileri gelen emirlerle Burgulu kalesine giderek, kalede tutsak bulunan Rükneddin Kılıçarslan IV’ı alıp saltanata geçirmişlerdir. Vilayetname’ye göre, Nureddin Caca’nın zindandan çıktıktan sonra itibarını yitirdiği görülüyor. Uç illerden birine atandığı ve yakınlarına hasret kalmış, onlara kavuşamadan öldüğü anlatılıyor. Olasıdır ki, zindandan çıkarıldıktan uzun yıllar sonra Eskişehir emirliği yaparken ölmüştür. Burada Hünkâr’ın yüce erdemlerinden birini daha vurgulamak gerekir: Başına gelebilecekleri kendisine anlatmasına rağmen, Nureddin Caca’nın sözünü dinlemeyeceği ve siyasetinden vazgeçmeyeceğini anlıyor. Belki yıllarca yatacağı zindanda, ak kireç işkencesinden gözlerinizindanın bir köşesine ekeceği bir avuç buğdayın çimlenmiş yeşilliğine bakarak- korumanın yolunu göstererek ona, yani düşmanına bile en büyük iyiliği yapıyor.
Mevlâna Celâleddin Rumî Adaleti! Mevlâna’nın, 1247-48’de devletlerarası siyasal faili meçhul bir cinayete kurban giden batıni öğretmeni Şemseddin Muhammed Tebrizi’nin katliyle yaşamının sonuna kadar ilgilenmemiş ve hiçbir yapıtında bu konuda ufacık bir bilgi vermemiş olması, diyet olarak devletten ‘kan parası’ aldığı kuşkusunu uyandırmaktadır. D. Franklin Lewis’in Eflaki’den kaynaklanarak anlattığı iki olay bu kuşkuyu onaylıyor. Birinci olay şudur: Celâleddin Rumî, müritlerinden birinin evinde saklanan cinayetten suçlu bir adam için, Muinuddin Pervane’ye, iltimas yapmasını rica eden bir mektup yazmış. Pervane’den, bir cinayet davası üzerinde bir baskı yapabileceği bir şey olmadığı yanıtını alınca; Rumi buna, “katilin, Tanrının iradesi gereğince iş yaptığını ileri sürerek, bir başkasını öldüren kişinin, ölüm meleğinin oğlu (gibi) düşünülmesi gerektiği karşılığını vermiş. Bu yanıttan hoşlanan Pervane iltimasını yapmış; maktulun ailesini, katilin bir diyetle razı etmesi ve kan parası vermeyi kabul etmesini sağlamıştı. Böylece katil özgür kalmış oluyordu. “Bu anlatılan olayın gerçekten kuşku duyulan bir temeli varsa bile diyor, Franklin D. Lewis, 1247 ya da 1248’de ortadan yokolan Şems ile ilgili olamaz.” Doğrudur olamaz, ama ikinci olayla birlikte değerlendirilirse Mevlâna’nın adalet anlayışı ortaya çıkar. Eflaki’nin (Prgf. 459) anlattığı ikinci olayda Rumî, kendisine çok bağlı bir vaizin, yine kendisi hakkında kötü konuşan birini yumrukla(Devamı 10. Sayfada)
9
SERÇEÞME (Baştarafı 9. Sayfada)
Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna Celâleddin yarak ölümüne neden olması üzerine Konya’da evine gelip sığındığını emirlerden Alamaddin Kaymar’a yazıyor. Onun ilgilenmesiyle katil vaiz, maktulun (öldürdüğü kişinin) akrabalarına 40 000 dirhem (gümüş) “Kan Parası” ödemesi üzerine serbest kalıyor. 5 Bu örnekte Mevlâna Celâleddin, bizzat Mevlana’nın kendisini savunduğu için katil olan bir vaizi, ricacı olup cezalandırılmaktan kurtarmıştır. Birinci örnekte ise olay doğrudan Şems ile ilgili olmasa da dolaylı ilişki üzerindeki kuşkuyu saklama kaydını düşüyoruz; çünkü Şems’in katledilmesinde, Mogol ataması vezirin Mevlana’nın müridlerini suç ortağı yaptığı ve onları bu eylemde kullandığı kesin biçimde söylenebilir. Bu birinci örnekte “katil kişi ölüm meleğinin (Azrail’in) oğlu olduğu ve Tanrısal iradeyi yerine getirdiği” fetvasını vermiştir. Bir katile bu gözle bakan Mevlana’dan, Şemseddin Tebrizi’nin katilinin ortaya çıkartılıp cezalandırılması talebi beklenemezdi. Şemseddin Tebrizi ile ilgili çalışmamızda genişçe anlattığımız gibi bu iki örnekleme bize açıkça gösteriyor ki, belki devlet tarafından Mevlana ailesine, maktulun (yani Şems’in) en yakını olarak çok yüklü miktarda “kan parası” ödenerek, Mevlana Celaleddin Rumi’nin gözyaşları(!) durdurulmuştur.
Hacı Bektaş Veli ve Mevlâna Celaleddin’in Toplumsal, İnançsal ve Siyasal Konumlarının Kısa Özeti Mevlâna Şeriatın gerekliliklerini göze çarpacak biçimde yerine getirerek, aykırılıklarını egemen yönetimlerin Sünni inancıyla çatışmadan sürdürmüş. Verdiğimiz örneklerde görüldüğü gibi, Mogol korumalığı altındaki Selçuklu sultanları, sultan naibleri, emirler ve Mogol İmparatorluğunun temsilcileri büyük vezirlerle çok sıkı dostluk ilişkileri kurmuştu. Mevlâna çağını aşan felsefi ve dinsel bilgi birikimi; birer duygu seli olan, aşk ve cinsellik, yaşama sevinci dolu beyitlerle örgülenmiş Mesnevi tarzı şiirleri arasında batıni yönünü ustalıkla gizlemeyi başararak onları etkilemiştir. Düzyazı metinlerinde (mektuplarında) o incelmiş edebiyat dili Farsça ile yöneticilere düzdüğü övgüler, onun aşırı uzlaşmacılığının ötesinde, bencil ve dar çevre çıkarcısı kişiliğini ortaya çıkarmaktadır. Konya dışında olup bitenlere, kıyımlara zulüm ve saldırılara gözünü kapamış olan Mevlâna, Hacı Bektaş’ın yaşam biçimine, sosyal ve siyasal anlayışına tamamıyla karşıt konumdaydı. Esnaf, tüccar, zanaatkâr ve başkent aristokrasini oluşturan zengin sarraflar, taşrada toprak ve çiftlik sahibi olup kentte oturan varlıklılardan (dikhanlar) pek çok yandaşları vardı. Ayrıca büyük temlik ve ikda sahipleri Emirlerden de müritleri bulunuyordu. Kendisi ne Türk dilinin ve ne de Türkmen halkların dostuydu. Rum ve Ermeni etnik Hristiyan gruplara gösterdiği yakınlığı onlara asla göstermemiştir. Mevlâna Celaleddin, daha otuzlu yaşlarındayken büyük ün sahibi olmuştu. Ona batıni eğitimi vererek İsmaili yapma görevini üstlenmiş olan Şemseddin Tebrizi Konya’ya 1243 yılında geldi. Konya’da kaldığı üç yıl içinde Şems Mevlâna’yı istediği biçime sokmuş, değiştirmiştir. İlhan Başgöz Yunus Emre üzerinde yaptığı çalışmada; “Mevlâna... coşkun bir dervişe, Şems’e rastlıyor; onunla yedi gün halvet oluyor. Bu halvetten çıkan Mevlâna artık bambaşka bir Mevlâna’dır. Devrinin en büyük camilerinde ders veren, ayakkabılarını çıkarıp saray kadınlarıyla semah ettikten sonra, ayakkabılarını altınlı, elmaslı, pırlantalı küpe ve yüzüklerle dolu bulan, dinleyicileri beylerden ve sultanlardan oluşan Mevlâna tümden değişecektir. Dergâhının kapısını yoksullara ve kötü kadınlara açacak, kurulu düzenin hoş görmediği yerlerde semaha duracaktır. Mevlâna’yı karşı kültüre ve aykırı yola çeken Şems, bu nedenle öldürülecektir.” 6 Elbette ki Mevlâna Şems ile halvette kaldığı bir hafta içinde değişmedi. Şems Konya’da kaldığı sürece 1247’de öldürülmesine dek, zorunlu geziye çıktığı bir yıl dört ay dışında, tüm zamanını verdiği batıni eğitimle Mevlâna’yı değiştirmekle geçirmişti. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled, ‘İbtidaname’ adlı yapıtında Mevlâna ile Şems’in buluşmasını Musa Peygamber’le Hızır’ın buluşmasına benzetmekte. Ona göre Mevlâna Musa’yı, Şems de Hızır’ı temsil ediyordu. İşte bu buluşmayla Şems ile birlikte geçirdiği yıllar içinde Mevlâna, en insancıl, en güzel aşk ve güzellik şiirlerini, ayrıca en keskin batınilik içeren düzene aykırı söylemlerini yazıya geçirtmiştir. Bahaaddin Veled oğlu Celaleddin’i, Mevla-na (Farsçada Mevla-na ‘Efendi-miz, Tanrı-mız’ anlamlarına gelmektedir) yapan da bunlar olmuştur. Ancak yine İlhan Başgöz’ün kapalı olarak belirttiği gibi, Şems’in siyasi cinayete kurban
10
gitmesinden bir süre sonra, Mevlâna’nın yine eski neşesine dönmüş ve egemen siyasetin bir parçası olmuş bulunduğunu görmekteyiz. 7 Onun bu özelliği dolayısıyladır ki hem kendi yapıtları, yani Mesnevi’si ve Divan’ı eksiksiz olarak günümüze kadar korunmuş, hem Menakıbname’ler dışında da, hakkında yüzlerce kitap yazılmış incelemeler yapılmıştır. 19. yüzyılın başlarından beri Batılı araştırmacılar, Mevlâna’nın tam korunmuş yapıtlarında saklı tuttuğu duygusal yoğunluğu ve batıniliğin derin hümanizmasını açığa çıkardıktan sonra, onu bu derece yüceltmişlerdir. Mevlâna Celâleddin belki kişiliğiyle değil, ama kuşkusuz yapıtlarıyla bu yüceliğe layıktı. Kısacası görülüyor ki, Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin Rumî’nin toplumsal ve siyasal konumları birbirinden farklı olduğu kadar da karşıt durumdadır. Birisi istilacı Mogollara karşı mücadele siyasetine girmiş bulunan ve onları Rum’dan (Anadolu) çıkarmaya çalışan İzzeddin II. Keykavus’un, diğeri ise Mogol korumacılığını yeğleyen, Cengiz oğullarının bir Uç beyliği ya da eyaleti olmayı kabul eden kardeşi Rükneddin Kılıcarslan’ın yandaşıydı. Selçuklu ve Mogol yöneticilerinin has adamı bir aristokrat mutassavvıfıydı Hacı Bektaş Veli, Anadolu’da geniş çoğunluğu oluşturan köyler ve kasabalarda oturan ya da konar-göçer olarak en zor koşullar içinde yaşayan batıni inançlı, İslam heterodoksizmini benimsemiş, gayri-sünni, yani alevi Türkmen halkların tarihsel inanç önderi. Mevlâna ise, diliyle, kültürüyle, güzel konuşması ve tükenmez enerjisiyle döndüğü semahıyla, eşsiz yapıtlarıyla Konya’da yaşayan tüm aristokrat çevrenin ve orada yaşayan herkesin gözdesiydi. Dahası ona bir peygamber, Mesnevi’ye ise Kuran gibi bakıyorlardı. Sultanın ve Emirlerinin olduğu kadar, Mogol yüksel temsilcilerinin de yakın adamı olduğunu özel mektupları açıkça göstermektedir; bir işbirlikçi ve ezilen soyulan halk çoğunluğunun karşısındaydı. Mevlâna’nın, babasından, diğer şeyhlerinden ve medreslerden aldığı eğitim, yetişme koşulları; sahip olduğu inanç ve yaşam biçimi ona bu seçimi yaptırdığı kesindir. Mevlâna Celaleddin’i yargılama veya sorgulama gibi bir niyetimiz elbette ki olamaz. Ancak şu gerçeği unutmayalım: Kim olursa olsun göklere yüceltilen tarihsel kişilerin yanlışlarını, hatalarını gizlemek, görmemezlikten gelmek,-hatta o kişilerin hata yapmayacaklarına inanmak- onlara en büyük kötülüğü yapmakla eşdeğerdir. Son söz olarak Hacı Bektaş Veli ile Mevlâna Celâleddin biribirine aykırı yaşamış, inançta birleşemedikleri gibi toplumsal ve siyasal yönden de biribirlerinin karşısındaydılar. Mevlâna’yı Hacı Bektaş Veli meşrebine sokmaya çalışanlar, Mevlevileri bir Alevi-Bektaşi inançlı topluluk olarak tanımlayanlar çok yanılmaktadır. Ancak Mevlâna ile Hacı Bektaş arasındaki bir ortak noktayı söyleyebiliriz: İkisi de büyük İsmaili Dai’si Şemseddin Muhammed Tebrizi’den feyz almış, ışıklanmıştır. Hacı Bektaş Kuhistan’dan (1224’ten) beri bu güneşin (Şems’in) batıni ışığını yüreğinde ve kafasında sindirerek parlamış ve Türkmen halklarını aydınlatmış. Üç yıl içinde “ayağının bastığı yere ayağını değil, başını koyacak” kadar Şems’e tapan Mevlâna ise, o yokolunca içindeki güneşi (Şems’i) sindirememiş, söndürmüş. Konya’da loş bir ışığa bürünerek, kendi ekseni çevresinde dönmeyi seçmiştir...
NOTLAR: 1. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna Celaleddin, s. 42-43. 2. Özel ilişkilerinde de fazla serbestçe ve gönlünce davranmayı adet edinmiş İzzeddin Keykavus II, hiçbir zaman Moğol egemenliğini kabule yatkın olmayan, devlet kudretinin noksan kılınmasına karşı çıkan bir tavıra sahipti… Türkmenleri örgütlemeye çalışıyordu: Ümit Hassan, ‘Siyasal Tarih, Açıklamalı Bir Krolonoji’, Türkiye Tarihi 1, İstanbul, 1980, s. 253–254. 3. Ahmet Eflaki, Ariflerin Menkıbeleri I, s. 285. 4. Uzun Firdevsi, Haz. A. Gölpınarlı, Menakıbname, s. 48. 5. Ahmet Eflaki’den (prgf. 155, 459) aktaran Lewis, Franklin D., Rumi, Past and Present, East and West; The Life, Teachings and Poetry of Jalal al-Din Rumi, Oneworld-Oxford, 2000 s. 657-658. 6. İlhan Başgöz, Yunus Emre - I, İstanbul–1999, s. 49. 7. Gerçekte Selçuklu çevresini aşan bir siyasi cinayet söz konusudur; bunu “Şemseddin Muhammed Tebrizi” incelememizde genişçe verdik. (İ. Kaygusuz, Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İstanbul, 2005, I. Bölüm) Şems’in katledilmesini A. Gölpınarlı, Mevlâna’nın oğlu Alaaddin Çelebi, Şems’in karısı Kimya hatunu önceden sevdiği için onun kıskançlığına bağlamakta. Son yıllarda Ahi Evren üzerine geniş araştırmalar yapmış olan Mikail Bayram ise, birkaç toplantıda inançsal görüş çatışmasından ötürü, Şeyh Nasırüddin Mahmud el-Hoyi (Ahi Evren?) tarafından öldürüldüğü gibi, hiç de akılcı olmayan bir görüş ileri sürmektedir: A. Gölpınarlı, Agy. s. 81–83; Ahi Evren (Şeyh Nasırüddin Mahmut al-Hoyi), İmanın Boyutları (Metali-ül İman), Çeviri ve İnceleme: Doç. Dr. Mikail Bayram, Konya, 1996, s. 28–34.
Sayı 38
SERÇEÞME
37. SAYIMIZDA BIRINCISINI YAYIMLADIĞIMIZ “ALEVI SORUNU VE PROGRAM HEDEFLERI” KONUSUNUN DEVAMI
Aleviler Cumhuriyete Yasaklı Bir Toplum Olarak Girdiler
O
Zonguldak etkinliğinde deyiş söyleyen gençler
TANTİK yapısı itibariyle tarihi akış içerisinde hangi isimle anılmış olurlarsa olsunlar, yine bu çerçevede, geçmişleri hangi tarih kesitine dayandırılmış olursa olsun, Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içindeki Aleviler, hep yasaklı bir toplum olarak varlıklarını sürdüregeldiler. Daha başından itibaren Alevi Toplumunun bu yasaklı kaderi Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasal düzeninde de değişmedi. Değişmedi çünkü: Genel çerçevesine “Misak-ı Milli” adı verilen sınırlar içinde kalmış Osmanlı yapısını devralan, Askeri bürokrasi öncülüğündeki asker sivil bürokrasi, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurup devlet olarak şekillendirdi. Yönünü “Batı Medeniyetine” döndüğünü ifade eden Asker-Sivil bürokrasiden oluşan irade, Batılı “ulus devletler” modelinin en gerici olanına göre bir “ulus devlet” olarak yapılandırıldı. Buna göre, devlet yapılanması “Türk Ulusu” ekseninde olacaktı. Ama tabi ki Müslüman da olacaktı. Model belirlenmişti, ama sınırsal çerçevesi “Misak-ı Milli” olarak belirlenmiş de olsa, devralınan miras, Osmanlı mirasıydı ve bu sınırlar içerisinde dahi bir çok etnik yapıyı, değişik dinsel yapıyı barındırmaktaydı. Bu durumun getirdiği yüklerden arınılması gerekiyordu ve öyle de yapıldı. Devlet yapılanması organsal olarak “Türk ve Müslüman” olacaktı. Dahası, bu yapı böylece “üniter” bir yapı olacak ve hiç bir anayasal düzende, bu temel değişmeyecek, değiştirilmesi dahi teklif edilmeyecekti. Öncelikle, çok etnili bu topraklar üzerinde yaşayan (Rumlar ve Ermeniler hariç-ki dolaylı olarak bunlar da dâhil olmak üzere) herkes “Türk” olacaktı. Rum, Ermeni ve Asuriler dışındaki bütün dinsel topluluklar da, “Müslüman” olacaklardı. Müslümanlık da genel anlamıyla değil onun bir alt mezhebi olarak görülen Hanefilikle, dahası, bu mezhebin de en gerici yorumu olan Maturidilikle oluşturulacaktı. Burada, Türklüğü ayrı bir kategori, Müslümanlığı bir ayrı kategori olarak belirlemediğim gibi şimdilerde yaygın ama yanılsamalı olarak dillendirilen “Türk–İslam sentezli ideoloji” bağlamında da belirtmiyorum. Tam tersine, üniter devlet olarak çerçevesi belirlenmiş “Ulus Devletin” bir bütün tarifi bağlamında ele aldığımı özellikle belirtmek istiyorum.
Şubat 2008
Haşim Kutlu “Alevi Sorunu ve Program Hedefleri” başlıklı yazımın devamı olarak bu yazımda, sözkonusu program hedeflerinin hangi gerekçelerden yola çıktığını anlatmağa çalışacağım 16 Ocak 2008. Türklük adına oluşturulan bu yapının asli sahibi kabul edilen Türk’ün, ulus olarak tarifi de bu zemine uygun olarak yapıldı zaten. Batıdaki “ulusçuluk” tariflerinden mevcut gerçekliklerine en uygun düşen tarifi aldılar. Çokça sanıldığı gibi Fransız ulusçuluğundan değil, Alman ulusçuluğu temel alındı. Bu çerçevede de söz konusu “Türk Ulusu”nu; etniye (Türk), soya (Oğuz), boya (Kayı), dile (Türkçe) ve dine (Müslüman-Hanefi/Maturidi), toprağa (misak-ı milli) göre tanımladılar. Bu tarifle oluşan “Üniter Devlet” yapılanmasını, Anayasal düzen olarak ilân ettiler. Tabii ki, bütün bu gelişmeler bir gecede gerçekleşmedi. Bu yapılanmanın kimi belirlenimleri daha İttihat ve Terakki döneminde başlamış olarak, Cumhuriyetten itibaren de adım adım gerçekleştirilip yerleştirildi. “Ne Mutlu Türküm Diyene” şiarı, bir İttihat ve Terakki şiarı olarak daha cumhuriyetten önce doğuş yapmıştı!.. Bir kez yapılanma, bu şekilde oluşturulduktan sonra açıktır ki, böylesi bir yapının yukardan aşağı kabulü, diktatoryal zora dayanmak durumundaydı. Öyle de oldu. Daha yolun başında Ermeniler “etnik temizleme” politikalarının ilk denekleri oldular. Rumlar göçertildiler. Kürtlerin direnişi 1921’den 1938’lere kadar fiili olarak devam eden, katliamlar, sürgünler, cezaevleri gibi uygulamalarla, yasa tanımayan bir keyfilikle, oluşturulan yapıyı kabule zorlandılar. Güncel, örgütlü Alevi gerçekliği gibi, Kürt Halkı yönünden bugün yaşanılan gerçeklik ve ortaya çıkan sonuçlar da, kaynağını bu zeminden almaktadır. *** Alevilere gelince, Osmanlı dönemi de dâhil olmak üzere bütün tarih boyunca, Anadolu ve Mezopotamya’da ne kadar etnik topluluk var ise o kadar çoklukta da bir Ortaklık Topluluğu yapılanması olarak Aleviler vardı. Bu gerçek “Misak-ı milli” sınırları içerisinde de değişmedi. Egemen yapısı Hıristiyan’a kayıt düşülse de, örneğin Ermeni Aleviler de vardı, Rum Aleviler de vardı. Tıpkı, Laz, Çerkez, Arap, Fars, Azeri kökenli Alevilerin var olduğu gibi. Ancak, yukarda ana hatlarını belirlediğimiz “Üniter” yapılanmaya göre, hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar, hem “Türk” hem de “Müslüman” olmak zorundaydılar. Bu tarif bile yetmez, hatta “Öz Türk” ve “Öz Müslüman” olmayı “hak etmek” zorundaydılar. Bu belirlemenin de kökleri, daha İttihat ve Terakki döneminde atıldı. Son yirmi yıllık Alevi Hareketlenmesinin önüne yığılan, iddialı yazın çalışmalarının başat belirlemesi olan, “Alevilik Türklüktür, Türk olmayan Alevi de
olamaz” belirlemesinin yaratıcı babası, İttihat ve Terakki’dir. Mantıksal kaynağını, adını “İslamın Büyüğü” unvanıyla Osmanlı tarihine kayıt olarak düşen Şeyh-ül İslam Ebussuud Efendi Fetvalarından alan, Alevilere “Öztürk ve Özmüslümanlık” dayatmasının bir “hak ediş” karşılığı verilmeye çalışılması, kolayca görülebileceği gibi “yok sayılma” ile mümkündü. Ve Aleviler, Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasal düzeninde, “yok sayılan” dini topluluklar hanesinde yer aldı ve bu gerçek hiç değişmedi. Seksen yıllık tarih boyunca, ne zaman kendilerini az ya da çok göstermeğe çalışsalar ya da devlet, ne zaman hangi toplumsal krizini çözmeye çalışsa, mutlaka Aleviler, Asker vesayetindeki devlet bürokrasisinin hedefinde oldu. Olmaya da devam ediyor. *** Topluluk olarak Aleviler, kadim geçmişlerinde olduğu gibi bugün de değişik süreklerden oluşmaktadır. Egemenliklerinde yaşadıkları değişik devlet yapılanmalarında da, bu devletlerin kendilerine yönelmeleri durumunda, söz konusu süreklerin tepkileri ve tepkilerin sonuçları farklı olmuştur. Bu eğilim Cumhuriyet döneminde de görülür. Bir kısım sürekler ya da sürek önderleri (Alevi-Bektaşi), yaşadıkları Osmanlı zulmüne karşılık, Cumhuriyetle birlikte, bütün süreklerin ortak erkânı ve özlemi olan, “Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik” ortamına kavuşabilecekleri umuduyla, asker vesayetindeki Cumhuriyeti desteklemişler, onun ilk organlaşmasında görev de almışlardır. Bu ittifakın bedelini ise daha yolun başında, 1924 yılında çıkartılan, “Tekkelerin ve Zaviyelerin Kaldırılmasına ilişkin Kanunla” ödemişlerdir!.. Bu süreçten kalma yanılsamaların sonucu olarak kimi Alevi sürekleri, Cumhuriyeti ve onun kurucu önderi Mustafa Kemal Paşa’yı hep sevegeldiler ama tarihsel olarak Devletli süreğin bütün zamanlarında olduğu gibi, ne Cumhuriyet ne de onun koruyup kollayanları asla Alevileri sevmediler. Kızılbaş süreğinden ise nefret ettiler. Bu karşılıklı duruş bugün de devam etmektedir. Diğer yandan, söz konusu yanılsamalı destekçi tutum ve davranışlarına karşın, Kızılbaş süreği en başta olmak üzere, Tahtacı, Çepni, Nusayri ve Ehli Hak sürekleri –ki buna Ezidiliği de eklemek gerekir– söz konusu üniter dayatmayı, başından itibaren kabul etmemişlerdir. Kim hangi zeminde anlamlandırırsa anlamlandırsın, en başlıcaları olarak 921 Koçgiri, 938 Dersim katliamları, bu özellikler zemininde düzenlenmiş uygulamalardı. Sürek, bütün cumhuriyet döneminin belli kritik süreçlerine dağılarak hep devam etti. Bilemediğim sayısız tekil olaylardan hiç söz etmiyorum, zayıf hafızaların unutulmuşları arasında kalmış da olsa, bilinenleri ile 1966 Elbistan, 1969 İskenderun, 1971 İskenderun-Kırıkhan, 1975 Sivas-Malatya, 1979 Maraş-Çorum, 1993 Sivas-Madımak, 1995 Gazi katliamları; Türkiye Cumhuriyeti Anayasal düzenin “yok” sayılanlarından Alevi topluluğun, fiili olarak da “yok edilmesine” dönük uygulamalar olarak tarihe kayıt düşmüştür. (Devam edecek)
11
SERÇEÞME
Laiklik Aleviler Bakımından Ne İfade Eder? Murtaza Demir
B
İR Alevi yurttaş olarak bana göre laiklik; özgür, müdahalesiz, aşağılanmadan, horlanmadan, eşitsizliğe tabi tutulmadan yaşamamı sağlayan en temel kavramdır. Laik birey olmadan laik devletin olmayacağını, laik devlete sahip olmadan da ülkemde huzur içinde yaşayamayacağımı, tarihe ve yaşadıklarıma bakarak görüyor, inanıyorum. Bu bakımdan laikliğin, özellikle de çoğunluğun inancındanırkından farklı olan guruplar için yaşamsal değere sahip olduğunun farkındayım. Çünkü evrensel laiklik, bireylerin inançlarını ve inançsızlıklarını en özgür şekilde yaşamalarının teminatı olduğu kadar, çoğulculuğun, toleransın, karşılıklı saygı-sevginin ve bir arada yaşamanın da çimentosudur, teminatıdır. Laiklik; birey olmanın, anayasal yurttaşlığın, çağdaş yaşamın, erdemli insan olmanın kaçınılmaz bir gereksinimiyse ki elbet de öyledir: O halde laikliğin “Aleviler, Sünniler, inançsızlar vb. için” kategorize edilmesinin, siyaseten ve ilke olarak doğru olmayacağını da ilave etmek isterim. Zira laiklik, bu kavramı kararlılıkla savunan ve yaşayan bir Sünni aydın bakımından da en az Aleviler kadar değerli ve yaşamsaldır. Bu durumda laikliğin farkına varmak ve değerini bilmek için birinci koşul “Alevi olmak değil, aydın olmaktır” diyebiliriz. O halde, emperyalist niyetlerin güdümündeki dinci dalganın ülkemizi sürüklediği bu noktada Aleviler bakımından temel ayırım ve siyasal tercih noktası, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ya da sağcı-solcu değil; demokrasi, laiklik ve evrensel insan haklarını herkes için isteyenlerle, ona karşı olanlar arasında olmalıdır. Yine de, ülkemiz özelinde “acaba Sünni çoğunluktan farklı inanan kesimler, laikliğe daha mı duyarlıdır?” gibi bir akıl yürüttüğümde; “evet” gerçekten de Şer-i kuralların ülkeme egemen olması durumunda, “şeriatçıların katliam amacıyla harekete geçecekleri ilk hedef Alevi, Musevi, Hıristiyan vb. gruplardır ve bu nedenle de laikliğe daha duyarlıdırlar” diyebiliriz. Kaldı ki, bu gerçek salt Türkiye’ye özgü olmayıp, dinciliğin, ırkçılığın ve feodalizmin pençesine düşen her ülke ya da bölge için de geçerli bir pratiktir. Fakat bu durum, çoğunluktan farklı inananların ortadan kaldırılmalarından sonra, sıranın egemen çoğunluk içindeki çağdaş-laik kesimlere gelmesi gerçeğini değiştirmez. Bunun en yakın ve bilinen örneği İran’dır. Şah Rıza Pehlevi monarşisinin kovularak, mollaların İran’a egemen olmasında, komünist Tudeh partisinin büyük katkıları olmuş, sonrasında parti üyelerinin tamamı hem yönetimden, hem de ülkeden tasfiye edilmiş, birçoğu da öldürülmüşlerdir. Böyle baktığımızda laikliğin “olsa da olur, olmasa da” diyebileceğimiz bir fantezi değil, aksine gayet ciddiye alınması gereken, çağdaşlığın “olmazsa olmazı” durumunda olan bir kavram olduğunu kolaylıkla anlarız. Laiklik, kurum ve kuralları denenmiş, oturmuş ve netleşmiş bir kavramdır. İkide birde üzerinde oynamaya, orasını burasını budamaya, yeni tarifler üretmeye müsait olmadığı gibi, tekrar tanımlanmaya muhtaç ya da müsait olan bir kavram da değildir. Kimi siyasi akımların “özgürlükçü laiklik ya da inançlara saygılı laiklik” gibi tez ve söylemlerinin, uygulanabilirlik
12
93’ün iki temmuzundan beri altı yıl sonra bile yanık kokusundan ürperdiğimi takkeden türbandan ve irtica sakalından tiksindiğimi onlar nereden bilecek nereden bilecekler on sekiz sularının hicranını bütün sıradanlıklara riyakarlıklara ve Ankara’nın timsah gözyaşlarına isyan ederek ve hepsine lanet okuyarak hicranımı içime akıttığımı onlar nereden bilecek 2 Temmuz 1999 yönünden ve evrensel laiklik bakımından hiçbir değeri yoktur. Laiklik ilkesinin, şu ülke ya da dine göre değiştirilmesi, formüle edilmesi olanağı da yoktur. Dinin toplumsal ve siyasal hayatı yönlendirmesine, devleti yönetme istemlerine set çeker; devleti, toplumu ve kendi varlık nedenlerini esirger. Laiklik, vardır ya da yoktur. “Biraz laiklik biraz da dini kural” olmaz. Bünyesi, yozlaşmayı katiyen kabul etmez: laikliğin bütünlüğünü bozmak, benzine su katmak gibidir. Nasıl benzine su kattığınızda o madde artık orijinal benzin olmaktan çıkarsa, laikliği sulandırdığınızda da laiklik olmaktan çıkar, hiçbir değer ifade etmez. Esasen demokrasinin olduğu gibi, laikliliğin de kendi kendini koruyan, kollayan kuralları vardır. En önemli kuralı, dinin okula, eğitime ve kamuya sızma talebi ve temayülü karşısında esneklik göstermemesidir. Yönetim erki olarak, din ve devletin alanlarını ayırmakta zafiyet gösterir, kurallarına ve kurumsallığına uygun davranmazsanız, laiklik sizi terk eder ve dininizle baş başa bırakır. Şu tespiti yapmak bir zorunluluktur: laikliğin fiili tasfiyesinin zayıf olan altyapısı 1980 cunta rejiminin imam okulu, kuran kursu vb. gibi dini seferberlik çabalarıyla güçlendirilmiş, ortadan kaldırmaya dönük fiili süreci ise AKP hükümetinin “türbana özgürlük” adı altında yürüttüğü yasal kılıf arama süreciyle aleniyete dönüşmüştür. Atatürk’ün üstün öngörüsü ve çabaları sonucu bir bölümü ezilen ama büyük bölümü yeraltına çekilen irtica ejderhası, AKP siyasal çizgisiyle ve çizginin maniple ettiği hareketle hercümerç olarak tekrar baş kaldırmış, 1920’li sürecin “rövanşını almak” üzere harekete geçmiştir. Kan ve can almak üzere fırsat kollamaktadır. Kan, gözyaşı ve katliam, bütün dinci ve ırkçı ideolojilerin doğasında vardır. Dincilerin Alevileri katletme geleneği 500 yıl önceye dayanmaktadır. Coğrafyamızda bu gün dahi hüküm süren bu insanlık dışı gelenek, barış ve laiklik yanlısı Alevileri hedef almakta, o günden bugüne Çorum, Maraş, Malatya, Kayseri, Sivas, Gazi katliamları olarak tekerrür edip durmaktadır. Türbana “özgürlük” açısından bakan aydınlar, fena halde yanılmaktadırlar. Siyasal
dinci ihanet kapımızı, bacamızı sarmıştır. Laikliği ve demokrasiyi içselleştirmeyen, insan haklarından bihaber olan ve ayrıca da hiç okumayan toplulukların geleceği doğru analiz etmeleri ve gelmekte olan tehdidi görmeleri zordur. Bu yüzden şeriat düzeni isteyen ve gerektiğinde “Allah’ın emri” diyerek şiddet kullanan örgütler, bu şiddeti daha çok Aleviler ve gayrimüslim kesimler üzerinde uyguladıkları için, Sünni-laik kitleler tarafından yeterince önemsenmemektedir. Bu bir bilinç kirlenmesidir. “Bana değmeyen yılan” tavrı, en azından insani değildir. Belli ki, şeriatın neden olduğu tehdit ve acı henüz, yalılara, köşklere, havuzlara, kotralara, saraylara, ulaşmamıştır ama şeriatın derinlerden gelen ayak sesi TÜSİAD ve Doğan Medyaya da ulaşmış görünmektedir. Umarım ki, bu farkındalık bir çıkarın-pazarlığın aracı değil, içtenlikli bir duruşun farkındalığıdır. Bilindiği üzere Sivas katliamının her aşamasını birebir yaşayan ve siyasal İslamlaşma sürecini bütün dikkatiyle izleyenlerden biriyim. “Şeriatın gereği” denilen uygulamaları, şeriatçı denilen adam suretli yaratıkları, “din yolunda adam öldürmenin sevap olacağına” inandırılan Ebusuud artıklarını, Madımakta gördüm; tanıdım. Yani salt teori üzerinden analiz yapan biri değil, şeriatçı zihniyetin neden olduğu vahşeti ve sonuçlarını da en acı şekilde yaşayanlardan biriyim. Bu gerçeği “münferit” diyerek geçiştirenleri, insan yakmayı dahi “mazur” gösteren bürokratları, onları koruma altına alan siyaset adamlarını gördüm, tanıdım. Bu çağdışı hareketi koruyan, büyüten ve bugüne taşıyan Evren, Demirel, Çiller, Ağar vb. aymaz liberal siyasetçiler de, partileri de şimdi siyaset arenasında yoklar. O gün koruyup palazlandırdıkları dinci hareket, onları siyasetten silmiş ve tribünlere göndermiştir. Dincilerin adresi, dinci partilerdir. Dinci istemlere milliyetçilik, solculuk, liberallik adına çanak tutmak aymazlıktır. Dinciliği bir ideoloji olarak benimsemediği halde “belki bu kesimden oy alırım” hesabı yaparak pirim veren, ondan nemalanmak isteyen günümüz siyasetçilerinin akıbeti de yine aynı olacaktır. Bulunduğumuz süreçte Türk siyasetinin, çağdaş yaşam ve şeri yaşam biçiminde iki parametreye göre şekillendirildiği gerçeğini anlayamayan Devlet Bahçeli ve avenesi de, bu gerçeği daha ilk seçimlerde anlayacak ve liberallerle aynı akıbeti paylaşacaktır. Yetmiş milyon nüfuslu ülkemizde liberal bir partinin gurup dahi kuramaması sizce de garip değil mi? Daha düne kadar siyasal yaşamımızın en güçlü partileri olan liberal partilerin, kendilerini dinciliğin simgesi olan türbanın cazibesine ve dinci siyasa kolaycılığına kaptırmaları, hem feodal sermayenin hem de orta sınıfın dinci partilere yönelmelerine neden olmuştur. Böylece siyasetin endazesi şaşmış ve siyasi yaşam, dinciler ve Atatürkçü-laikler olarak kategorize olmuştur. Liberal partilerin siyaset sahnesinden çekilmelerinden sonra siyaset kimlere kalmıştır? Demokrasiyi parti içinde boğan ve siyaseti salt dar “hizbinin” milletvekili olması düzeyine indirgeyen Baykal’a; laikliğin evrensel tarifinden dahi habersiz birinin başbakanlığına ve “Türklüğü temsil ediyo-
Sayı 38
SERÇEÞME rum” iddiasında olduğu halde türbandan “hasat elde etmeye” çalışan Bahçeli’ye... Esas trajedi olan da işte bu gerçek değil mi? Öyle ya da böyle: Dinci duyarlılığı en üst seviyeye çıkarılan toplumsal gerçeklik ve siyasetin tek belirleyicisi haline gelen siyasal İslamcı olgu, Aleviler olarak geleceğimiz bakımından kaygı duymamız için yeterli bir nedendir. Bu yüzden, laikliğin tümüyle tasfiyesi halinde, Alevilerin karşı karşıya kalacakları dehşeti düşünmek bile istemiyorum. Yaşadıklarımı anımsadığımda iliklerime kadar ürperdiğimi söylemek isterim. Kişisel olarak ülkemden, çoluk çocuğumdan ve geleceğimden oldukça kaygılıyım. Nitekim Alevilere dönük hak ihlallerinin “oruca, namaza, örtünmeye, Sünni teolojiyi öğrenmeye zorlama” gibi her gün tekrarlanan binlerce tezahürü vardır ve yetkililerin basına yansımasından sonra harekete geçtikleri göstermelik kimi “önlemlerin” dışında hiç kimsenin kılı kıpırdamadığı gibi, bu ihlaller bizzat yetkililer tarafından özendirilmekte, taltif edilmektedir. “Türkiye İslam Cumhuriyeti” çabalarının daha bir aleniyet kazandığı bu süreçte görebildiklerimiz, buzdağının sadece görünen kısmıdır. Esas görülmesi gereken ABD–Fetullah güdümünde son derece sinsi yürütülen Yeşil Kuşak, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve deşifre edilmesi nedeniyle başbakanın oldukça sinirlenmesine neden olan Ortadoğu’da “Sünni Cephe” çabalarıdır. Söylendiği gibi “türbana yasallık antrenmanları” esas niyetin yanında çok masum kalmaktadır. Giresun Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Osman Metin Öztürk, “Orta Doğuda Oyunun Yeni Adı: Sünni Cephe” başlığı taşıyan ve Başbakanın kürsülerden kükremesine neden olan makalesinde konuyu derinlemesine irdeliyor ve özetle şöyle diyor: “Sünnilerin, Şii yayılmacılığına karşı harekete geçirilmesi, İran karşısında ABD’ye verilmiş ekonomik, politik ve askeri destek anlamına gelecektir. Şii yayılmacılığı karşısında bir cephe oluşturacak Sünniler, İran karşısında ABD’nin üstlendiği yükü ve maliyeti paylaşmış olacaklardır. Ancak Sünni cephe yaratma girişimleri, sadece ABD’nin İran karşısındaki konumu ile ilgili olmayacak, aynı zamanda İslam ülkelerini birbirine kırdıracağı için, Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinde geçen İslam-Batı çatışmasında, İslam’ın Batıya üstün gelme ihtimalini sıfırlayacaktır. Bu arada, Sünni Cephe yaratma girişimlerinin, Müslümanların kutsal mekânlarının Suudilerin kontrolünden çıkarılması yönündeki eğilimler ve Güneydoğu Asya’dan gelip Suudi Arabistan’ı hedef alabilecek muhtemel ve farklı bir Müslüman dalgası açısından da görülmesi gerekir. Sünni bir cephenin kurulması, hele bu cephenin liderliğinin ve finansörlüğünün yapılması, Suudi Arabistan’ı bütün bu gelişmeler ve ihtimaller karşısında güçlü kılacaktır.”* Makaleyi okuduğumda şunu anladım: Anayasasında “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” yazılı olan Türkiye, bu niteliğinden sıyrılıp bir İslam cumhuriyetine dönüşmekle kalmıyor, bölgede oluşturulacak Sünni cephenin de en aktif aktörlerinden biri haline geliyor ya da öyle olması isteniyor... Türkiye’nin Orta Doğu politikasındaki geleneksel tavrı, davranışı, tercihleri ve kırmızıçizgileri, bu kuramın mesajıyla örtüşmektedir. Hemen yanı başımızda duran, ticari ve sosyo-politik ilişkilerin arttırılması ve çeşitlendirilmesi için karşılıklı
Şubat 2008
olarak yüzlerce nedenimiz olan İran’dan neden bu kadar uzak, hatta soğuk duruyoruz? Arap İslam ülkelerinin idari yapısı İran’dan çok mu iyi?
Neden? Suudi Kral Aralık 2007 Türkiye ziyaretinde, Atatürk’ün makamı olması nedeniyle ne Çankaya’ya çıktı ne de Anıtkabir’i ziyaret etti! Ya ne yaptı? Hem başbakanı hem de cumhurbaşkanını oteline çağırdı... “Cephe” meselesini konuştular mı? AB üyeliği, çağdaş medeniyet, laik demokratik Türkiye hedeflerine “veda” mı ediyoruz? “Canım bu bir faraziyedir” diyenlere Başbakan Erdoğan ve diğer AKP’li yetkililerin konuşmalarını analiz etmelerini öneririm. Başbakan ve yakın çalışma arkadaşları şunu söylüyorlar: “Efendi sen onu ulemaya sor.”; “Kişiler laik olmaz, devlet laik olur.”; “Bu milletin çoğunluğu şeriatı isterse, şeriat elbette gelecektir.” İşte sorun bu: Başbakanın demokrasi kavramına olan bağı bu kadar. “Demokrasi bizim için tren gibidir: istediğimiz istasyonda ineriz” diyor. Dün bu ülkede şeriat rejimi isteyen kimse yoktu. Ama bugün şeriat isteyenlerin oranı %20’ler düzeyinde. Sistem, harıl harıl yoksulluk ve dinci insan unsuru üretiyor. Devlet eliyle odun, kömür, erzak gibi ihtiyaçlar dağıtılıyor. Toplum dilenciliğe teşvik ediliyor. Yoklamalar, dinci partinin oy oranının %50 düzeyini aştığını gösteriyor. Özgürlüğün en üst düzeyde yaşanması gereken üniversitelerde kızlarımıza türbanla eğitim hakkı tanınıyor. Profesör, doçent, öğretim üyesi gibi “aydınlarımız”; “türban bireysel bir tercihtir ve yasaklanması bireyin özgürlüğüne saldırı niteliğindedir” diyerek kampanya yürütüyor. Oysa ortada somut bir gelişme var ve bu somut gerçek, elbirliğiyle halının altına süpürülmek isteniyor. Şimdi bu somut gelişmeyi analiz edelim: “Sünni cephenin” para babası Suudi yetkililerle ABD’li strateji uzmanları kafa kafaya verip, 1970’li yıllarda bir proje geliştirdiler: Yeşil Kuşak! Projenin uzmanlık boyutu ABD yetkililerce yürütülecek, finansı, ilişkileri ve kurumları da Suudi yetkililer üzerinden yürüyecekti. Rabıta örgütü kuruldu ve tüm bölge ülkelerinde faaliyete başladı. ABD, “bizim çocuklar” dediği Evren cuntası aracılığıyla Türkiye’de yönetime el koydu. ABD güdümlü dinci Rabıta örgütü 12 Eylül cuntasıyla ilişkiye geçti. Dinci faaliyetler için gereken kaynak, bu örgütten sağlandı. Yurt dışına gönderilen din görevlilerinin maaşı, yurt içinde dinci çalışma yürüten okul, dershane, yurt vb. alanlarda finans sorunu yaşayan kesimlerin talepleri de yine bu örgütten karşılandı. Cami ve kuran kursu kampanyası başlatıldı. İmam okulları çığ gibi büyüdü ve din dersleri “zorunlu” oldu.
Sonra? Sonra şu oldu: “İmam okullarına kız çocuklarını da alalım” denildi. Bugün olduğu gibi çok itiraz edildi. Denildi ki, “kadınların imam olmaları dinen caiz olmadığına göre, neden imam okullarına gönderilsin?” Derhal kampanya başlatıldı: “Çocuklarımızın dinini, diyanetini öğrenmelerini istemiyor musunuz: bunun kime zararı var?” Tartışıldı, tartışıldı... Sonra? Sonra kabul edildi. Hem bir zafer elde ettiler; hem de oylarını çoğalttılar. Sonra?
Sonra dediler ki, “İmam okullarında Allahın ayetlerini, Peygamberimizin hadislerini okuyan kızlarımızın başlarının kapalı olması lazım: Yüce dinimiz böyle buyuruyor.” İtiraz edildi: “Laik devlet okullarında başı kapalı öğrenci olur mu; laikliğe aykırı değil mi?; ikili eğitim sistemi mi getiriyorsunuz; milli eğitim temel kanununa aykırı düzenlemeler yapıyorsunuz; Tevhidi Tedrisat kanununu ayaklar altına alıyorsunuz... vb.” denildi. İslam’ın emrine karşı gelmek kimin haddine; düzenleme yapıldı, parmaklar kaldırıldı, kabul edildi. İşte bu kızların öncülük ettiği türbanlı öğrenciler, bilindiği üzere şimdi üniversite kapılarında... Çok da haklı olarak diyorlar ki, “Ey devlet! Bizimle oyun mu oynuyorsun? Madem bizi imam okullarına kabul ettin; bugüne değin eğitimimizi türbanlı olarak yapmamızın olanaklarını da sağladın, kutsal dinimizin emirleri diyerek türbana da inandırdın, alıştırdın, imam ettirdin; şimdi de diyorsun ki, yasak! Sen nasıl bir devletsin? İmam okullarında kapanmamıza neden olan dini sorumluluğumuz, nasıl oluyor da üniversitelerde sorumluluk olmuyor?” Kızlarımız haksız mı? Evet, bir haksızlık, hatta sahtekârlık olduğu doğru ama bunun sorumlusu kızlarımız değil... Üniversitede türbanlı eğitim hakkını alan kızlarımız, yarın avukat, doktor, hâkim, savcı, öğretmen vb. meslek sahipleri olarak aramıza karışmalarından sonra mesleklerini de aynı kıyafetle sürdürmeyi isteyeceklerini bilmeyen yoktur. Ama “olmayacak” diye teminat veriyorlar. İşte “hayır daha ötesi yoktur” diyerek teminat veren; sonra yeri ve sırası geldiğinde “şu da olsun” diyerek, daha fazlasını isteyenöneren cahil, din simsarı, sahtekâr, ikiyüzlü, satılmış ve uşak olanlar da şimdiki durumdan sorumlu olanlar da bunlardır...
Bitti mi? Hayır! “Dinimizin emirleri gereği örtünen”, kamuda en yüksek makamlarda görev ve sorumluluk alan türbanlı hanımlar, kendileri gibi olmayan, inanmayan, düşünmeyen insanlarla; giyimi, inancı, tercihleri kendileri gibi olan insanlara eşit mi davranacaklar? Türbanlı bir hanım hâkim, türbanlı olan ve türbanlı olmayan iki davalı-davacı arasında objektif olabilecek midir? Vb... Türbanlı eğitim talebinin kabulü, dinci zihniyet açısından bir kilometre taşının geride bırakılması, rejimin ve laikliğin geleceği bakımından da çok önemli bir kırılma noktasıdır. Bundan sonra bu taleplerin arkasının gelmesi çok tabiidir. “Dinin gereği” türbandan ibaret midir? Din gereği türban örten ve laiklik karşısında “zafer” kazanan insanlar, şimdi dinin diğer gereklerini-şartlarını isteme alma hakkına ve umuduna da sahip olmuşlardır. Ve çok yakın bir gelecekte bunların talep edilmesi hiç kimseyi şaşırtmamalıdır. Bunun bir çözümü yok mu? Elbette var: Devlet adamı olmak; devletin kuruluş felsefesine ihanet etmemek; laiklik konusunda samimi olmak ve yasaları eğip bükmeden uygulamak...
*
Prof. Dr. Osman Metin Öztürk, Orta Doğuda Oyunun Yeni Adı: Sünni Cephe, 21.01.2008, www.aleviyol.com
13
SERÇEÞME
Durgun Sular, Durgun Sol Hasan Harmancı
B
ELİRSİZLİKLERLE dolu geleceğimiz. Sistem gibi düşünenler eziyor bizleri. Türkiye toplumsal bunalımlardan kurtulamıyor bir türlü. Demokratikleşmiyor, gittikçe çarpık ve kaypak bir liberalleşme düsturu yükleniyor. Sınıflararası bir demokratikleşme süreci beklemek safdillilik oldu. Yeni Sol söylem yetirdi varlığını, emek odaklı tek bir söylemi ne bulmak, ne de umut etmek mümkün artır. Sol siyaset evrensellik ilkesini yitirmiş ve toplumsal bunalımı günümüzün yeni muhafazakar liberalleri ile aynı çizgide çözümler üretiyor halkına. Bir yandan küreselleşme, bir yandan milliyetçilik hareketlerindeki artışı destekleyen bir sol siyaset, günü kurtarmaya çalışıyor. Küreselleşmeye mi kayacak, yoksa şoven çizgileri mi destekleyecek belirleyebilmiş değil. Bu iki zıt kavram arasında bocalamış durumda üçüncü dünya ülkelerindeki gibi Türkiye Sol’u da. Toplumsal çabaları sosyal adalet, sosyal devlet gibi pratiği unutulmuş alanlarda adını duyursa da, devletin çıkarları olarak kanıksatılmaya çalışılan ve çarpık sistemi güçlendiren, ekonomik varlık alanımızı küresel sermayenin beklentisi, rant ve yan sanayi dallarından kazanan çerçeveli düşünen bir Sol. Yükümlülüğünü yerine getirmek için çaba harcamayı geçin, yükümlülüğü küresel beklentiler olduğunu düşünen bir sol. Siyaseti insan ve emek odaklı düşünen bir hareketin olduğunu unutan sol. Türkiye genç ve dinamik enerjili bir topluluk. Umutsuzluğa düşmesi beklenemez aslında. Ancak burası Türkiye. Toplumunun yazgısını belirleyen her şey bir anda çıkar dümenlerinin suyuna bırakılabilir. Sistemin yıkılmak üzere olan bozuk yanlarına tutunma görevi size, karşısında olan size savunma görevi verilebilir. Kürt kardeşiniz sizin için, size düşman hedef gösterilebilir. Sünni kardeşiniz sizin için size karşı şeriatçı yapılabilir. Siz, size zayi olabilirsiniz her an yani. Bu kırılmadır. Sol kırılma. Sol çürüme daha anlaşılır olur.
KÂMIL ATEŞOĞULLARI
İnsan Olmak İnsan olmak kolay değil Edep, erkân yol da gerek Bilinmezin değeri ne Tanımaya kul da gerek Yol uzundur, tez usanma Doğruyu bul, ele kanma Her aşıkı Mecnun sanma Leyla yetmez çöl de gerek Dönemem kendi yolumdan Korkulur mu hiç ölümden Anka’yım kendi külümden Dirilmeye kül de gerek Kamil isen ver bir karar Kararsızlık cana zarar Her varlık dengini arar Bülbüllere gül de gerek
14
Güçlü ve enerji birikimli olabilirsiniz. Ancak enerjiniz ‘güzel damlı’ bir bostana sıkıştırılabilir. Hep kendinizle oyalanırsınız. Büyük sorunla karşısında küçülürsünüz. Küçültülürsünüz. Küçük ve yapay sorunlar karşısında sise, dumana atılırsınız. Feryadınız askeri siren seslerine karışır. Durgun küçük su birikintileri gibi çürümeye itilirsiniz. Hastalık üreten bir Sol alır yerinizi. Yıllarca direndiğiniz kulvarlar kirletildikçe, boşaltılır içi. Size kalan Donkişot olmaktır, kendinizze!
Kullanılan Kim Türkiye’nin mevcut siyasi yelpazesi hep ‘kuruluş’ fikrini tartışmakla geçirdiği için zamanını, bir bakarsınız bir sabah sokaklarda tankların yürüyeceğinin ima edilmesi, başka bir sabah da çarşafları tek tipleştirilmiş bir kadın topluluğu ve onlar adına konuşan erkekler Meclisi’nin tartışması gündeminizde olur. Aslında bu yelpaze içinde kurulu partiler, dev bir bünyeye giydirilmek istenen cüce elbiseleri gibi durmaktadır o toplumsal umutların ve sıfatların üzerinde. Çünkü siz değilsiniz onlar. Çünkü onlar asla siz için yola çıkmamışlardır. Bunun nedeni sizin çevrenizdeki insanlara karşı doğrudan sorumlu olduğunuzu unutmanızdır. Sorumluluğunuz, suskunluğunuz sonucu çevrenizde yaşanan haksızlıkları görmemenizle sonuçlanıyor. Aslında artık halk olarak bu siyasi çıkarcılara ve oyunbazlara, sahte timsah gözyaşı dökenlere güveniniz kalmamıştır. Ancak siyasal yorgunluk içindesiniz. Sizin kendi sorununuzu söyleye söyleye varacakları yeri bildiğiniz halde, uzun iktisat programlarına tabi tutulduğunuz için korkmaktasınız kendi sorunlarınızdan. Büyük olduğunu ve çözümsüz olduğunu düşünürsünüz eğitim, sağlık, işsizlik sorununun ve tarım aldatmacasının vs. Politikacıların seçim günlerinde ve her daim çabalarında, inandırıcılıktan uzak olduklarını bilirsiniz ve aralarında büyük bir fark yoktu dersiniz. İyi olan, az iğneleyen kazansın dersiniz. Kaybedenin sadece siz olduğunu bilirsiniz. Sol olsun, İslami olsun fark etmez sizin için. Bazıları da kendine muhalefet olsun, yeter ki o anlarda amaç siz ve sorunlarınız olmasın. Ülkeyi yönetenler arada bir aralarına yeni umutlar da katmıyor değiller. Her biri ayrı bir cevher hem de. Nasılda seçkinler hepsi değil mi. Onların yönetiminde sizin çıkarlarınıza ve beklentilerinize yer yoktur. Batı’nın AB’nin, ABD’nin, DB’nin ve İMF’nin çıkarları önemlidir. Onlar bunun için sizin gözlerinizin önünde çatışırlar, kendilerini yenilerler. Derman bizdedir derler. Birbirinden farkı adları olan partilerin oluşturduğu siyasi dengeler; lider sultaları, şahsi kaprisler ve yalanlar üzerine inşa edilmiştir. Siz, umutsuz ve çaresiz, örgütsüz, biçare, en az kötüyü seçmeye bazen kırılası dediğiniz elinizle koşarsınız. Niçin? Demokrasinin temeli olan seçme ve seçilme hürriyetini işler hale getirmek için. İşler mi demokrasi? Gelenin gidenin arattığı; siyasetin, devlet imkanlarını peşkeş çekmek, halkı soymak için yapıldığı bir ülkede demokrasiden, halkın çıkarlarına ve beklentilerine dayalı siyasi ik-
tidardan söz edilebilir mi? İktidar olmak için hiçbir değer tanımayan ve hepsini kullanmaya ve tüketmeye hazır, bizi ve beklentilerimizi boşa çıkarmayı kendine amaç edinmiş bütün bu anlayışlara karşı ne yapacağız. Nasıl reddedeceğiz. Nasıl yepyeni ufuklar açacağız kendimize. Bu çarpık siyaset anlayışlarını yıkmak, kendimize güç ve çare olmak için ne yapacağız. Açlar toplumu, yoksullar toplumu, umutsuzlukları artmış toplum olmakla nereye varacağız. Her şey bizim sırtımızdan hırsızlanmıyor mu, her şey bize oyuna dönüşmüyor mu? Yabancı yatırımcılar için çok uygun bir ülke oluyor da bu ülke, bizim için neden açlık, yoksulluk, umutsuzluk oluyor. Bunun yanında bizi vatan-millet-şeriat kümesinde tutmak isteyen anlayışların demokratikleşme, sivil toplumun güçlendirilmesi, insan hakları, kadın hakları, azınlık hakları, kültürel haklar ve kimlik sorunları konularına duyarlı olması beklenebilir mi. Asla. Güncel yaşamımız açısından bundan daha doğal bir şey olamaz.
Soldan Sağa Şeriat Sol bir anlayış hiçbir ayırıcı özelliğe bakılmaksızın bütün yurttaşların eşit değerde ve eşit saygıya layık olduklarını düşünerek açılımlarda bulunmalı. Her fırsatı kullanarak radikal, çılgın milliyetçi ajitasyon yapanların ortalığı sarması yine bu irade kaybı sorununun ürünüdür. Türkiye’de politik gelişim yaratan insan kaynağımız güçlü değil, duygusal. Her tür global ve derin dümen suyuna açık bir duygusallık bu. Bu nedenle Türkiye çok uzun yıllardır korkuları ile yaşayan bir ülke durumunda; kaosta. Bu nedenle 1940’lardan günümüze ‘sol da sağ da’ demokratik toplum anlayışının gelişmesi yerine, karşı düşünceyi temsil etmektedir. Bu nedenle 1980 sonrası partileri neoşeriat düzeninin temsilcileri olarak görmek mümkün. Sol’u da bu yapılanmanın katalizörü olarak deşifre etmek mümkün. Siyaset yorgunluğunu şeriatı ve milliyetçiliği gündemde tutarak yol arayan Sol bir kimlik değil bir katalizördür ancak. Türkiye din üzerine kurulmaya yöneltilmiş bir yapay siyaset arenasındadır bu nedenle artık. Gerçek sorunlarla yapay sorunları birbirinden ayıramayan Sol doğal olarak kan kaybediyor. Yaşam alanını yitiriyor. Yoksulluğun azaltılması ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin giderilmesi yerine ‘türban’ gibi kendisine dayatılan ve tutunamayacağı gündem üzerinde iz arıyor kendine. Sol, Türkiye’nin bütün ekonomik sorunlarını IMF’ye havale ederse, demokrasi kaynaklı sorunları veya bizim halletmemiz gerekenleri AB’ye havale ederse Sol mu olur. Sağın dalgaları içinde kendi iradesinin dışında sürüklenen bir gemiye dönüşüyor. Yeni sisteme karşı başarılı olma şansı var mı böyle bir Sol’un?
Hasan Harmancı’yı Salı günleri Yol TV’de saat 19.00’da Açılın Kitaplar programında izleyebilirsiniz.
Sayı 38
A
LEVİ AÇILIMI adıyla ortaya atılan, önceden hazırlanmış, zamanı gelince ortaya çıkarılan plan-programı, Alevi örgütleri nasıl göğüsledi? Ya da ne düşündü? Bir başka soruyla nasıl değerlendirdi? Bunları değerlendirmek daha çok sosyologların, araştırmacıların işidir diye düşünüyorum. Bir örgüt yöneticisi olarak, bu durumu, bugüne kadar açıklama yapan örgüt yöneticilerinin bakış açılarına ek olarak veya katkı olacak bir başka açıdan ele almak istiyorum. İzlediğim kadarıyla “Alevi açılımı” adı altında; ♦ İktidarın İftar yemeği düzenlemesi, ♦ Resmi Alevi Kurumu oluşturma girişimi, ♦ Dedelerin-Zâkirlerin eğitilmesi(!) ve kadro verilmesi, ♦ Alevilerin demokratik taleplerine duyarlı olunması(!) ♦ Öğretim müfredatlarında Aleviliğe yer verilmesi, ♦ Böylece Aleviliği İslam’ın içine bir yerlere yerleştirmeyi, Amaçlayan bir dizi uygulama içerisinde bulunmaktadırlar. Buna karşılık, tüm bu planlı uygulamaları, açıkçası Aleviliğe bir saldırı olarak görmüşler, AKP hükümeti ve onun “emireri Alevilere” dersleri verilmiştir diyen Alevi örgütlerimiz veya Alevi ileri gelenlerimiz başka bir açıdan bakmayı hiç düşünmemişlerdir. Âdeta iktidarın bu oyununa istemeyerek de olsa katılmışlardır. Elbette ki yüzyılların birikimi ile sürekli baskı altında tutulduğu, horlandığı, hakarete ve katliamlara, kıyımlara uğradığı, öteki olarak değerlendirildiği duygusuna sahip Alevileri çok iyi tahlil etmiş; Alevileri çağdaş, laik bir yaşam anlayışından kopararak kendi dinsel hayallerini gerçekleştirmelerinde bir “piyon” olarak kullanmayı seçmişlerdir. Bir satranç oyunu kurgusu ile her hamleyi önceden hesap etmişlerdir. Yükselen Alevi mücadelesine, Alevilerin örgütlülüklerine, Alevilerin haklı taleplerine ve kent koşullarındaki yapılanmalarına uygun plan-program hazırlamışlardır. Alevi mücadelesinin bir sonucu olarak, Avrupa Birliği Uyum Raporlarındaki istemlere, AHİM Kararlarını da kendisine bir dayatma olarak görüp, kurguladığı planın içini doldurmuşlardır. AKP, yüzyıllardır sürdürülen devlet geleneğini; Alevileri yok sayma, görmemezlikten gelme, hatta İslam’da sapkın bir yapılanma olarak görme anlayışını bir önceki seçimlerde sürdürmüştür. 550 milletvekilli aday listesinde hiçbir Alevi aday yer almamıştır. Ancak 22 Temmuz Genel Seçimlerinde bu devlet geleneğini/anlayışını bir kenara bırakarak, şeklen- görünür olarak hem de vitrinde üç Alevi’yi aday listesinde, seçilebilecek sıralarda göstermiş ve Meclis’e sokmuştur. Böylece önceden kurgulanan planı uygulamasının ilk önemli adımını atmıştır. Bu tabloyu, örgütsüz Alevilerin gözüne gözüne sokmuş, beynine kazımıştır. AKP’nin, daha önce “Abant Toplantı”larında denemesini yaptığı, kendi söylemlerini Alevilere söyletme yöntemini şimdi Meclis sıralarında oturanlara söyletme yöntemini işleme koymuştur. Bunun adı “Alevi Açılımı”dır. Ramazan orucu sonrası, Güneydoğu’da Sınır Ötesi operasyonlarının tartışıldığı günler, Sağlık İş Yasası’nın tartışıldığı ve yaklaşan muharrem ayı öncesidir.
Şubat 2008
SERÇEÞME
AKP’nin Muaviye Kurnazlığı ve Alevi Örgütlülüğünün Duruşu Önder Aydın Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Sekreteri Bu güne kadar Alevilerin sürekli dillendirdiği, kimi sorunlara çözüm yolları getiren, ancak karşılığında büyük planın bir başka parçasını gerçekleştirme olanağını yakalamıştır. Üç Alevi’yi milletvekili yaparak; Alevileri dışlamamış, adam yerine koymuş; dedelere ve zâkirlere Diyanetten kadro tahsisi, öğretim programlarında Aleviliğe yer verme gibi söylemlerle, Aleviliğin devlet tarafından tanınması (!) gibi görünür eylemlerin ardında, aslında, Alevilerin binlerce yıllık kültürel ritüellerini dejenere edip, asimilasyon uygulamaktır. Gerçek niyeti saklamaktaki başarısına diyecek yok doğrusu. Tam da Alevilerin hassas oldukları Muharrem ayı döneminde tartışmaya açılması ve İftar Sofrasında birlikte olmak gibi girişimleri takdire şayandır. Bu girişimlere kimlerin katılıp katılmadığı, karşı çıkışlar süreç içinde unutulup gidecektir ancak bir başbakanın ilk defa Alevi sofrasını paylaştığı iftar (Oruç Açma) daveti akıllarda kalacaktır. İşte takdire şayan bu uygulama da kurgulanmış planın bir parçasıdır. Takiyeci anlayış demokratik-laik yaşam biçimini yok etme mücadelesindeki, “iki adım ileri-bir adım geri” stratejisini yine mükemmel bir şekilde gerçekleştirmiştir. Kurgulanan bu planın içi doldurulurken, geçmişe yönelik itiraflarda bulunma ve bunun çözümde birlikte olma kurgusu yenilen yemeğin tatlandırıcısı olmuştur. Diyanetten sorumlu Devlet Bakanının AKP kadrolarının Antalya toplantısında basına yansıyan açıklaması ilginçtir: “Alevi vatandaşlara biz bir elbise biçmeye çalışmıştık. Ancak bu elbise uymadı. Şimdi bu elbiseyi birlikte dikip, onları mutlu kılacağız...” Bütün bunlar, planın-programın birer aşaması olarak devam ederken, son yirmi yılın gündemini zaman zaman işgal eden, alanları dolduran, protesto eylemlerine konu olan “türban”, AKP iktidarında beş yıldır rafa kaldırıldığı yerden indirilmiş, gündemin birinci konusu olmuştur. Bu günlerde ise kurgudaki işlevini yerine getiren “Alevi Açılımı” projesi, bütün beklentileri ile rafa kaldırılmıştır… Alevi Örgütlerimiz, Alevi Açılımı adı altındaki saldırıları püskürtmenin(!) rahatlığı ile kendilerini iç dünyalarındaki iç çatışmalara bırakmıştır. Bu çatışmalar/sürtüşmeler de Alevi Açılımının bir parçasıdır. Ancak, ne yazık ki henüz bunu göremiyoruz. ABF ve yakın çevreleri, onlarca yıldır İzzettin Doğan Hoca (Cem Vakfı) ile hiçbir zaman bir araya gelmez iken, ne olduysa bu günlerde televizyon programlarında birlikte görülmeye başladılar. Ayrılıklar unutulmuş, söylem birlikteliği oluşmuştur. Zaman zaman Fermani Altun (Ehli Beyit Vakfı) da bu birlikteliğe katıldığı gözlenmektedir. Bu birliktelik Alevilerde olumlu bir hava ve açılım olarak değerlendirilmiştir. Aslında bir açılımdan çok ABF çevresindeki örgütler için bir daralma, bir büzülme yaşanmıştır. Ancak görülen odur ki bu güne kadar iktidarlara ve AKP’ye yakınlığı ile bilinen, gerek Fermani Altun çevresi, gerekse İzzettin Doğan çevresinde bir taban kazanımı göze çarpmıştır.
Sözün özü, her ne kadar, Alevi örgütleri AKP’nin açılımına destek vermedilerse de tartışma sürecinin içerisinde aldıkları yer itibari ile AKP istediğini aldı. Bir taraftan “herkesi kucaklıyoruz”, “Aleviler de bizimdir” imajını yayarken; “bakın biz çağırdık onlar gelmedi”yi pazarlamaya çalıştılar. Öte yandan “türban”ı devletin başına giydirme hayalini tam da bu aşamada eylemleştirerek oluşacak tepkileri de en aza indirdiğini düşünüyorum. Ekonomistler ve sermayedarların ülke ekonomisi üzerindeki sorunlara yönelik haykırışları, özelleştirmeler, sağanak halinde gelen zamlar, güneydoğu sorunu da yine “İftar Yemeği”nin mezeleri arasına katıldı ve ardından “Türban” ile üzeri örtüldü. Açıkça bilinmelidir ki AKP’nin ne bir Alevi kaygısı vardır ne de demokrasi. Farklılıklarımızla bir aradayız olgusunu yok etmek, Aleviliği Sünni İslam’ın/Arap İslam’ının içinde eritmek AKP’nin temel kaygısı ve çabasıdır. Aleviliğin, bin yıllar ötesinden gelen; Anadolu’nun özgün kültürel birikimi ile yoğrulduğunu kabullenememektedirler, kabullenemeyeceklerdir de! AKP’nin derdi Aleviler ve Alevilik üzerindeki asimilasyona yeni bir boyut kazandırmaktır. Korkutmanın, çatışmanın, kıyımların kâr etmediğini görüp; kabullenerek, eriterek, eklemleyerek yok etmeye çalışmaktadırlar. Alevi-Bektaşi örgütlülüğü soruna bu açıdan bakmalıdır…
Antalya Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği ve Serçeşme Dergisi’nin Ortaklaşa Düzenlediği Kültür Etkinlikleri - 2
Tebriz’den Şah Hatayi Diyarından Bir Ses
Cavit Murtezaoğlu Yer: Antalya Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası Toplantı Salonu (Antalya Defterdarlığı Bitişiği) Tarih: 7 Mart 2008 Saat: 19:30 Tel: 0242.345 65 24
15
SERÇEÞME
ERZİNCAN İLİ KÜLTÜR VE YARDIMLAŞMA DERNEĞİ’NİN DÜZENLEDİĞİ AŞURE ETKİNLİĞİ
Zonguldak’ta Anadolu’nun Renklerini Buluşturdu Bahattin Arı
E
rzincan İli Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nce düzenlenen Aşure etkinliği gerçekleşti. Etkinlik Anadolu’nun renklerini bir araya getirdi. Etkinlikte Karadeniz Ereğli Hacı Bek-
taş Veli Kültür ve Dayanışma Derneği Semah ekibi değişler söyleyip semah döndü. Salonu dolduran konukların semah etkinliği sırasında çok duygulandığı gözlendi. Erzincan İli Kültür
ve Yardımlaşma Derneği tarafından her yıl geleneksel olarak düzenlenen ‘Aşure Günleri’ bu yıl da Atatürk Kültür Merkezi’nde yoğun bir katılımla gerçekleştirildi. Dernek Başkanı Bahattin Arı’nın açış konuşmasının ardından etkinliğine katılan Serçeşme Dergisi Genel Yayın Yönetmeni YazarAraştırmacı Esat Korkmaz konuştu. Ardından Zonguldak Valisi Yavuz Erkmen, Belediye Başkanı Secaattin Gonca konuştular. Gümeli Belediye Başkanı Şefik Ünal, Karadeniz Ereğli eski Belediye Başkanı Halil Posbıyık, Karadeniz Ereğli Hacı Bektaş Veli Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Ali Arıkan, siyasi parti, meslek ve demokratik kitle örgütleri temsilcilerinin yanı sıra çok sayıda Erzincanlı ve Anadolu’nun farklı yerlerinden gelmiş yurttaşlar katıldı. Erzincan Belediye Başkanı Mehmet Buyruk’un etkinliğe yolladığı dayanışma mesajı alkışlarla karşılandı. Konuşmaların ardından hazırlanan aşureler konuklara ikram edilirken, Ereğli Hacı Bektaşi Veli Kültür ve Yardımlaşma Derneği Semah Grubu semah döndü, solistler de deyişleri seslendirdi. Etkinliğin ardından Serçeşme Genel Yayın Yönetmeni Esat Korkmaz kitaplarını imzaladı.
ESAT KORMAZ’IN KONUŞMASINDAN:
O Bir İsyandır; O’nu Sevmemek Olası mı?
B
DERNEK BAŞKANI BAHATTİN ARI’NIN KONUŞMASINDAN:
Bu Geleneği Taşıma Görevimiz Var
K
ENTİMİZİN önemi nasıl Cumhuriyetin kuruluşu ile anılıyorsa Erzincanlı hemşerilerimizin, Anadolu’dan kopup gelen yurttaşlarımızın da kentin bu oluşumundaki önemi o derece önemli olduğunu biliyoruz. Havzada yer alan taşkömürü yatakları nedeniyle var olmuş bir madenci kentinin her karışında canını vermiş, emeğini katmış, kentin ileriye gidişinde önemli katkı yapmış Anadolu insanının bugünlere taşıdığı birer mirasçılarıyız. Bunu neden söylüyorum Zonguldak’ta yaşanan maden kazalarında yaşamını yitiren insanlar için yapılmış olan Maden Şehitleri Anıtı’nda yer alan plaketlerden biri 1903 yılında yaşamını kaybedenlerden biri Erzincan/ Tercan’lı Hasan Binali adlı maden işçisidir. Bu kentin kuruşluna hem emeklerini hem de canlarını vermişler bu nedenle biz Erzincan İli Kültür ve Yardımlaşma Derneği yöneticileri ve üyeleri olarak verilen bu canların anısına, verilen bunca emeğe saygı nedeniyle bu geleneği taşıma görevimiz olduğuna inanıyoruz.
16
IZIM Pir’lerimiz, Mürşitlerimiz, Rehberlerimiz, dünyanın acılarını ve günahlarını üstlenen kimliklerdir. Biz öyle olduklarına inanıyor, öyle kabul ediyoruz; haksız yere öldürüldüler, onları ölümsüz kılmak için bu etkinlikleri yapıyoruz, onları aramıza çağırmak, yeniden canlandırmak istiyoruz, acıyı tekrar taşısın istiyoruz. Çünkü onlar acıyı yeniden taşıyınca bizde taşıyacağız. Onları anımsamak, hatırlamak Alevi-Bektaşi topluluğunun tesellisidir. Başlangıçta ölümleri cellâtları bile ürküttüğü için bizim onları yaşatmamız zorbalara, ezenlere ve haksızlık yapanlara bir hakarettir. Bu hakareti de sürekli yapmak istiyoruz. Pirlerimizin, rehberlerimizin, mürşitlerimizin sözlerini her alana taşımak istiyoruz; saklanması gerekenleri saklamak, açıklanması gerekenleri açıklamak istiyoruz Ölmeden evvel öldüğümüzde ya da yaşarken dirildiğimizde pirlerimizin, rehberlerimizin, mürşitlerimizin sözlerini yaşama salmak,
yaşama taşımak anlamında suyun şıpırtısından aslanın kükremesine kadar her yere ulaştırmak istiyoruz. Onlar haksız yere öldürülmeselerdi bizler bunları konuşamayacaktık; en azından bana bu konuşma fırsatını verdikleri için pirlerime, rehberlerime, mürşitlerime aşk-ı niyazlarımı sunuyorum
Sayı 38
SERÇEÞME Sevgili canlar; Alevilik-Bektaşilikte yas orucu Kerbelâ’da şehit edilenler anısına tutulan, özellikle sıvı gıdalardan uzak durularak gerçekleştirilen, 12 günlük süreyi kapsayan “bir ağız mühürleme” davranışıdır. Biz de bu yas orucunu tutarak tarihsel toplumsan bir haksızlığa başkaldırı olarak Kerbelâ katliamını yeniden yaşamak istiyoruz. O bir isyandır O’nu sevmemek olası mı? O bir kıyımdır O’na yanmamak olası mı? Herkes Kerbelâ’nın bir ucundan yakalamak O’nu anlamak, yaşatmak ister. Çünkü bu insan olmanın şerefi ve onuru ile ilintili bir şeydir. Bu yas orucu sonunda aşure yapılır. Bu aşure Kerbela’da şehit edilenlerden arta kalan yiyeceklerden yapıldığına inanılır. Bu anlamıyla “insani” bir lokmadır, ikincisi Zeynel Abidin küçüktür buradan sağ kurtulmuştur, onun kurtulması anısına bir “kutlama” lokmasıdır. Üçüncüsü Mehdi’nin bugün geleceğini kabul ettiğimiz için bir “şölen” lokmasıdır. Bir de dördüncüsü vardır: Kerbelâ olayı ezilenlerin öyküsü, ezilenlerin kavgası olarak algılandığı için, Aleviler-Bektaşiler tarafından “alınyazısı” olarak algılandığı için aşure bir “alınyazısı” lokmasıdır. Alınyazılarını yaşamak isteyen AlevilerBektaşiler Kerbelâ olayını güncelleştirmek, 2008 yılı içerisine taşımakla yükümlüdürler. Çünkü bu toprağın tanıdığı en gerçekçi politika ve siyaset Alevi-Bektaşi tarihidir. Aleviler-Bektaşiler kendi toplumsal sorunlarını dile getirirken, toplumsallaşma araçlarını harekete geçirirken aynı zamanda tüm ezilenlerin, dilek ve isteklerini de yerine getirirler. Toplumsal çelişkileri, siyaset alanına taşıdıklarında, var olan siyaset ve politikayı da terbiye ederler. Terbiye olan siyaset ve politika, tekrara Alevi-Bektaşi toplumuna ve benzer durumda olan diğer toplum katmanlarına döner… Siyasal iktidar “Alevi açılımı” ile AleviBektaşi demokratik kitle örgütlerinin kimliklerini öteleyerek, onlardan sakınarak, onları görmezlikten gelerek Aleviliği devletleştirmeye çalışmaktadır. Aleviliğin-Bektaşiliğin devletle ilişkisi başka şeydir, devletleştirilmeleri başka bir şeydir. Alevilik-Bektaşilik devletleştirilirse devlet “patronlaşır”, Aleviler “memurlaşır”. Sevgili canlar, Bu nedenle ezilen insan, horlanan insan, sömürülen insan var olduğu sürece AlevilikBektaşilik yaşayacaktır. Bu duygular içinde sizlere aşk-ı muhabbetlerimi sunuyorum.
KARADENİZ EREĞLİ HACI BEKTAŞ VELİ KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ BAŞKANI ALİ ARIKAN’IN KONUŞMASINDAN:
Benim Kâbe’m İnsandır
A
LEVI Bektaşi geleneği bir inanç, bir yaşam biçimi, bir kültürdür, bir felsefedir. İnancı İslamiyet’in Anadolu harmanında yoğrulmuş evrensel değerleriyle Anadolu’da insana verdiği değeri görebiliriz. Benim Kâbe’m insandır diyen, yaratılanı severim yaratandan ötürü diyen, insanı merkeze koyan din, dil, ırk ayrımı yapmayan evrensel bir değerdir. Bizler inanıyoruz ki değerlerimizin dünya insanına hizmet edecek haklının yanında haksızın karşısında komşusu açken tok yatana, yardımlaşmak ve paylaşmak isteyen nesiller boyu süregelen kendi iç dinamikleriyle oto kontrol sistemiyle yaşayan Anadolu insanıyız.
Şubat 2008
ÂŞIK VEYSEL
Tarlam Tarlam sana üç yüz fidan aşlasam Tarla coşar fidan coşar el coşar Gücüm yetse hemen işe başlasam Kazma coşar kürek coşar bel coşar Çalışırsan toprak verir cümerttir Emeksiz istemek dermansız derddir Çalışmak insana büyük servettir Kese coşar gönül coşar el coşar
BELEDİYE BAŞKANI SECAATTİN GONCA’NIN KONUŞMASINDAN:
Atalarımız İş, Aş, Ekmek İçin İlimize Gelmişler
T
ÜRKIYE’de din, dil, ırk ayrımı yoktur, hepsi kardeştir. Zonguldak’ta buna örnektir. Atalarımız iş, aş, ekmek için ilimize gelmişler ve yerleşmişler. Kültürlerini başka illere taşımışlar uzun yıllar geçmesine rağmen aktardığı nesiller günümüzde de bu kültürleri birlik ve beraberlik içerisinde ilimizde yaşatmaktadırlar. Bilimden gitmeyen yolun sonu karanlık olduğunu bilen çağımıza uygun düşünen ve yaşayan 72 millete bir gözle bakan kadın-ereken ayrımı yapmayan bir yapıdır. Alevi Bektaşiler ülkemizin laik yapısından Cumhuriyetimizin kazanımlarından ulu önder Atatürk’ün ilkelerinden, hukukun üstünlüğünden asla taviz vermediler, veremezler.
VALİ YAVUZ ERKMEN’IN KONUŞMASINDAN:
Geleneklerini Zonguldak’ta Yaşayan Herkesle Paylaşıyorlar
D
ERNEĞIN kuruluşundan bu yana yapmış olduğu tüm etkinliklere katılmaya özen gösteriyorum. Zonguldak’ta beşinci görev yılımı doldurdum, eski yönetimdeki arkadaşlarımızın yapmış oldukları faaliyetleri hatırlıyorum. Zonguldak’ta birlik ve beraberliği çok güzel oluşturdular, gelenek ve göreneklerini Zonguldak’ta yaşayan herkesle paylaşıyorlar. Başkanlığa yeni seçilen Bahattin Arı arkadaşımızı kutluyor ve aynı birlik ve beraberliği sürdüreceğine inanıyorum. Ülkemizi bölmek için pek çok oyunlar oynanıyor ve ülkemizi Kürt-Alevi-Sünni diye bölmeye çalışıyorlar. Biz bir bütünüz ve kimse bizi bölemez. Üzerimize düşen görevi yerine getirmemiz lazım. Herkes inançlarını yaşayacak ve birbirlerine saygı duyacak.
Yılda bir kez çiçek açan ağaçlar Hayatta insana ömür bağışlar Her taraftan cıvıldaşır o kuşlar Seher coşar bülbül coşar gül coşar Güzelim zülüfü küpeyi saklar Ağacın yaprağı meyvayı koklar Mehtap ile birleşince yapraklar Gölge coşar mehtap coşar dal coşar Yel değdikçe sor ki dallar ne çeker Irgalanır durmaz coşar hü çeker Demişler ki bu dertleri bu çeker Saz iniler Veysel ağlar tel coşar
Esti Bahar Yeli Karlar Eridi Esti bahar yeli karlar eridi Kubarmış dağlarda kar çiçekleri Kavlettim yâr ile ahdim var idi Birlikte dermeye mor çiçekleri Baharda coşarsa bu ulu toprak Vücuda getirir her türlü yaprak Al yeşil giyinmiş dağlara bir bak Besleyip büyüten yer çiçekleri Yürümüş güzeller helke kolunda Sivralan köyünde yayla yolunda Devşirmiş bağlanmış top top elinde Kokular koynuna kor çiçekleri Ah senin elinden çektiğim çile Söyleyip ismini düşürmem dile Bülbül figan eyler kırmızı güle Sakın incitmesin har çiçekleri Veysel’in derdini yazmışlar başta Beni yakıp sen kızınma ataşta Yanakta güllerin fiyatı kaçta Satmaya getirmez yâr çiçekleri
Aldanma Cahilin Kuru Lafına Aldanma cahilin kuru lafına Kültürsüz insanın kulu yalandır Hükmetse dünyanın her tarafına Arzusu hedefi yolu yalandır Kar suyundan süzen çeşme göl olmaz Gül dikende biter diken gül olmaz Diz diz eden her sineğin bal’olmaz Peteksiz arının balı yalandır İnsan bir deryadır ilimle mahir İlimsiz insanın şöhreti zahir Cahilden iyilik beklenmez ahir İşleği ameli hali yalandır Cahil okur amma alim olamaz Kamillik ilmini herkes bilemez Veysel bu sözlerin halka yaramaz Sonra sana derler deli yalandır
17
SERÇEÞME
Siyasal İslam’dan Siyasetin İslamlaşmasına Vahap Erdoğdu
U
ZAK değil, daha birkaç hafta öncesine kadar “Türkiye Malezya olur mu, olmaz mı?” sorusu yoğun bir biçimde tartışılıyordu. Oysa Türkiye ile Malezya paralelliği, ABD yetkilileri tarafından çok önceleri ilan edilmişti. Kamuoyu oluşturmak için, Malezya’nın ne denli “demokratik”, ne denli “gelişmiş” olduğu yolunda medyada yoğun bir beyin yıkama süreci yaşanmıştı. Mahatiri Muhammed’in 22 yıl boyunca demir yumrukla yönettiği Malezya, “demokrasi” ile yönetilen “örnek Müslüman ülke” oluyordu. Yüzde 60’ının Müslüman olduğu bu ülkede, kalan yüzde kırkı ikinci sınıf yurttaş düzeyine indirilerek, Müslümanlar lehine “pozitif ayrımcılığın!” yapıldığı, “din polisinin” Malay kadınının saç tellerini gözetlediği bir ülke, Washington tarafından “demokrasi” örneği olarak İslam dünyasına sunuluyor! Türkiye’deki İslamcı kesim, Malezya ile sıkı bir siyasal ve ticari ilişkiler ağına sokulmuştu. Almanya’daki “din kardeşlerine” bol “ayetli” mektuplar yazarak Biştutlis’te otomobil fabrikası kuracağını söyleyen ünlü dolandırıcı, dini bütün “Jet” Fadıl da Malezya otomobilleri ithal edenler arasındaydı.
Dinin Otoritesi mi, Otoritenin Dini mi? Türkiye AKP’si ile Malezya AKP’si arasında (parti amblemleri de çok benzeşiyor) daha da ötelere uzanan bir zaman dilimi içinde, örgütsel ve ideolojik ilişkiler sürüp gidiyordu. Taraflar birbirlerine deneyimlerini aktarıyorlardı. Türkiye’de pek çok İslamcı Malezya İslam Üniversitesinde öğrenci ve öğretici olarak AKP kadrolarında yer almak üzere, eğitim görüyordu. 22 Temmuz seçimlerinin arkasında üç kişilik AKP heyetinin “seçimlerde edindikleri deneyimleri paylaşmak üzere” Malezya’ya gittiğini gazeteler yazmıştı. Bugün Türkiye’nin geldiği noktada, yalnızca “devlet erkânının refikalarının” giyim kuşamında değil, başka alanlarda da İslam coğrafyasının en İslamcı ülkelerden biri olmak yolunda Malezya’yı solladığı söylenebilir. İran’da 70 bin cami var, Türkiye’de 80 bin. Okul sayısı ise 67 bin. 900 kişiye bir doktor, 750 kişiye bir imam düşüyor. 35 bin cami yaptırma derneği, 4 bin dinci vakıf, bin tarikat okulu, 2 bin Fetullahçı dersane, 100 bin Kuran kursu var. Kuran kurslarındaki kızların oranı üçte iki. 600 imam hatip lisesi var Türkiye’de. Galatasaray’dan Mülkiye’ye geçen Türkiye yönetimi, artık imam hatipliler tarafından teslim alınmıştır. Ekim 2007’de PEW’in 42 ülkede yaptığı kamuoyu araştırmasında, son beş yılda laikliğin desteklenmesindeki düşüşte, Türkiye ikinci sıradadır. 2002’de, Türklerin yüzde 73’ü, “dinin kişisel bir şey olduğu, devlet politikasından ayrı tutulması gerektiği”ne inanırken, 2007’de bu oran yüzde 55’e düşmüştür. TESEV’in yaptığı kamuoyu yoklaması da kendini öncelikle “Türk” ya da “Türkiye yurttaşı” yerine “Müslüman” olarak tanımlayanların oranı AKP’nin 2002’de iktidara gelişinden buyana yüzde 10 artmıştır. Kendini öncelikle “Müslüman” olarak tanımlayanların yarısı “İslamcı” olduklarını söylemektedirler.
18
Davos’ta sunulan bir başka araştırmada da Türkiye, İslam ülkeleri arasında El Kaide’ye yüzde 13’le destek veren ikinci ülkedir. Ama dolar milyarderi bağlamında, 2002’de beş iken 2007’de 26’ya çıkarak Japonya’nın önüne oturmuştur. 22 bin süper zengin ailenin 100 milyar doları var. Bu miktarın 60–70 milyarı yurt dışı bankalarda tutuluyor. Bu “manzarayi umumiye” karşısında, “Türkiye Malezya’ya benzer mi, benzemez mi?” sorusu havada kalıyor. Çünkü İslam, ülkesine göre değişmiyor ki! İslam Malezya’da ne ise Türkiye’de de Cezayir’de de odur. Farklılaşan bir başka şey var; yeni dünya düzeninde, İslam’ın belirli bir anlayışının dünya siyasetinin belirlenmesinde, etkin bir ideolojik silah haline dönüştürülmesi. Eğer “dinin otoritesini”, “otoritenin dinine” dönüştürecek olursanız, Malezya’daki, İran’daki, Suudi Arabistan’daki kadın saçı gözetleyen “din polisini” Türkiye’de de amatörlükten çıkarıp, profesyonelleştirmek gerekiyor. Yukarıda verilen rakamlar başka neyi söylüyor? AKP’nin “iktidar olma” aşamasından “devlet olma” aşamasına ulaştığını, devletin İslamileştirildiğini, yani AKP’lileştirildiğini söylüyor. Bir başka anlatımla, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin, “İslam Cumhuriyeti’ne” dönüştüğünü söylüyor. Malezya Başbakanı Abdullah Ahmet Bedevi bu olguyu şöyle vurguluyor: “Batıda birçok insan zannediyor ki Müslüman toplumlar maddi olarak zenginleştikçe Avrupa’da, Aydınlanma diye bilinen dönemde olduğu gibi, dini dünyevi işlerden ayıracaklar ve din kul ile Tanrı arasında özel bir ilişki haline gelecek. Ancak, şahit olduğumuz, birçok Müslüman toplumun şehirlileştikçe ve endüstrileştikçe İslam’a bağlılığının büyüdüğüdür. Müslümanlar için din hiçbir zaman salt kişisel bir konu olamaz. Çünkü, diğer peygamberlerden farklı olarak, Muhammed bir devlet yönetti ve bu yönetimin kurallarını koydu. Bu kurallar (İslam’ın) değerlerini içeriyor.”1
Türkiye Karşı-Devrimci Bir İktidarın Saldırısı Altındadır Devrim olduğu gibi, karşı devrim de belli bir sınıfın ya da katmanın egemenliğinin bir başka sınıf ya da katman tarafından elinden alınmasıdır. Ama genel kural olarak, egemenliği ele geçirenler, yönetilen yığınlara göre küçük bir azınlık olmaktan öteye gidemez. Bu küçük azınlık ele geçirdiği devleti, kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenler. Çoğunluk ya bu azınlığın peşine takılır, ya da yeni iktidarı sessizce karşılar. Buna bağlı olarak, azınlık kendini bütün halkın temsilcisi olduğuna inandırır ya da kendini öyle tanımlar. Yaptığı her şey “halkın iradesi” doğrultusunda, “halk” adınadır. O nedenle bu azınlığı kimlerin iktidara taşıdığı değil, kimleri iktidara taşıdığı önem kazanır. Bunun kadar önemli olan bir başka olgu da bu azınlığın nasıl iktidar olduğu değil, nasıl bir iktidar öngördüğüdür. Öngörülen iktidarı gerçekleştirebilmek için, ilk aşamada daha esnek, daha yumuşak davranılır. Yönetimi ele geçirmiş olan azınlık giderek katılaşan, giderek sertleşen ikinci aşamaya
gelir. Bu aşamada, yığınların önce pasif direnişi ile giderek eylemli direnişiyle karşı karşıya gelmesi de kaçınılamaz bir başka kuraldır. Türkiye’de siyasal gelişmelerin akışı, tam bir karşı-devrim sürecinin yaşanmakta olduğunu gösteriyor. Bu karşı devrimin adı Ilımlı İslam’dır. Türkiye Cumhuriyetini Ilımlı İslam’a dönüştürme süreci 22 Temmuz seçimleriyle birinci aşamasını tamamlamıştır. Görünen o ki, 22 Temmuz sonrasında bu süreç, tam bir karşı devrim saldırısına dönüşmüştür. Kuşkusuz bu, teolojik bağlamda “İslam devleti”nden çok farklı bir yaklaşımdır. Tam da bu yaklaşımdan ötürüdür ki bütün İslamcı hareketler, teolojik derinliği olmayan, İslam’ın özünden çok, biçimine ağırlık veren, “alaylı” kimseler tarafından yönetilmektedir. Tıpkı Naziler gibi, giyim kuşam, toplu davranış ve ilişkiler (türban, uzun pardösü, toplu namaz vb gibi), belirli kalıplar ve kurallar çerçevesinde yürütülür. Bu kendi aralarındaki iletişimi olduğu kadar, yığınlarla iletişimi de kolaylaştıran bir seçimdir. Moda deyimiyle küreselleşme politikalarının zorunlu bir sonucudur bu. Bu politikalarla, İslam’ın, devletin elinde denetim altında tutulması ile küresel stratejilere eklemlenerek, tek merkezden yönetiminin sağlanması amaçlanmaktadır. Çünkü devletin denetiminin dışında tutulduğunda, İslam radikalizmi, İslam’ın devletini gerçekleştirmeyi öngörür. İslam’ın devleti, ideolojik yapısı gereği, dışındaki inançlara karşı düşmanca bir tutum içerisindedir. O nedenle İslam’ın devleti, küreselleşme anlayışı ile çatışma içerisindedir. Onu savunanlar, devri saadet özlemiyle fanatikleşen marjinal grupçuklar olarak bir kenara atılmışlardır. İslam’ın devletinde, devleti biçimlendiren dindir. Devlet dinin kurallarına göre yönetilir. Bu İslam’ın ilk dönemlerinde, devri saadet döneminde kalmış olan bir düş olmaktan öteye gidemiyor. Küreselleşme koşullarında, radikalleşmenin önünü kesecek olan, devletin İslamı’dır. Devletin İslamı’nda, İslam’ı yönlendiren devlettir, siyasal iktidardır. Siyasal iktidar, dini kendi amaçları doğrultusunda, siyasal iktidarı doğrultusunda kullanır. İslam’ın teolojik içeriği gözardı edilmiştir. Devletin İslamı’nda ritüeller önem kazanır. Bu ritüeller, siyasetin (kuşkusuz İslami siyasetin) geniş halk yığınlarına ulaşmasında en etkili araçlardır. O nedenledir ki Türkiye’deki İslamcılar, otuz yıldan beri sürdürdükleri siyasetin göbeğine “türbanı” koymuş ve ulusal düzeyde olduğu kadar, uluslararası düzeyde de, ülkenin en önemli “özgürlük” sorunu, “demokrasi” sorunu, “insan hakları” sorunu olarak siyasal gündemin başına oturtulmuştur. Aslında bu sorunların yumaklandığı bir ülkede, üç-beş kişinin üniversiteye türbanlı girmelerinin engellenmesi üzerinde kurgulanan bu dramatik “öyküler”, yufka yürekli kimi “liberalleri” için, ak kefeni boynuna geçirerek “türban savaşı veren mücahitlerin” arkalarında saf tutmaları için yeterli bir neden oldu. Ama üç milyon Alevi çocuğun, inancıyla, kültürüyle bağdaşmayan bir mezhebin dayattığı baskılar sonucu yaşamakta olduğu trajediler karşısında gözler kör, kulaklar sağır. Ülke ölçeğinde sürdürülmekte olan “cihat” ortamında, bu çocukların yaşadıklarını, gazete sayfalarına taşan haberlerden izlemek olanaklı.
Sayı 38
SERÇEÞME Bir din, daha doğru deyimiyle “dinsizlik” olarak algıladıkları laikliğe karşı, yürütülen bu “cihat”, ne bir demokrasi hareketi, ne de bir özgürlük hareketidir. Bu, düpedüz bir sistem hareketidir, devletin İslamlaştırılması hareketidir. Apaçık olan bu gerçeği bilmeyen yoktur. Kuşkusu olan dünya basınına baksın: Washington Post (ABD): “AKP için zafer. Meclis, Müslüman dünyasının en kararlı laik cumhuriyetinde muhafazakâr İslam’ın yükselen etkisini kabul ederek türban yasağını kaldırdı.” New York Times (ABD): “Türkiye Meclisi, laiklerle son bir kavga için sahne hazırladı… Dindar Türkler artık elitin bir parçası. Kamu alanının nasıl paylaşılacağı konusunda zor konular ortaya çıkıyor.” El Pais (İspanya): “İslamcı hükümet laik devletin direğini kırdı. Türkiye’deki laik devletin direklerinden biri olan üniversitelerdeki türban yasağı, dün kesin bir biçimde kırıldı.” Deutsche Welle (Almanya): “Türk parlamentosu, laik devletin temellerini zedeleyecek tarihi bir karar ile üniversitede kız öğrencilerinin türban kullanması yasağını kaldırılmasını onayladı.” Türban düzenlemesinin TBMM’den geçmesinden çok memnun olan İran Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Hüccetülislam Biriya, bu başarıyı “İslam’ın tüm dünyada yayılmasına şahit oluyoruz” diyerek kutladı. Türk İçişleri Bakanı Beşir Atalay ise İran İslam Devrimi’nin 29. yıldönümünü, “Devrim, İran halkının mücadelesinin sonucudur” diye kutladı.2 Toplumu şeriatın katı kurallarına hapseden bu “devrim”, en otoriter bir yönetimin adıdır. Ama şeriatın kendisi de iktidarı ele geçirmiş olan bir azınlığın politik amaçlarıyla sınırlıdır. Şeriat hukuku tüm yönleriyle uygulanmaz, uygulanamaz. Şeriat hukuku iki yönlüdür; ceza hukuku ve aile hukuku. Kol kesme, kafa kesme, kırbaçlama, taşlanarak öldürme gibi, ceza hukukunun çok sert uygulamaları sınırlandırılmış ya da değiştirilmiştir. Kesin bir biçimde yasaklanmış olan faiz, petrol dolarlarının en kârlı gelir kaynağıdır. Ama şeriatın aile hukukunda kadını nesneleştiren, onu örtüler içine hapseden kurallar, yaygın bir biçimde uygulanmaktadır. Batıdaki Müslümanlar bile bu hukukun uygulanmasını istiyor. Bu hukuk, erkeklere sınırsız denebilecek haklar tanırken, kadınlara çok az olanak tanıyor. Dört kadınla evlenme, buna bağlı olarak başka kadınlarla zina hakkı, erkeğin kadını dövme hakkı, “ma malakat aymanahum” denen kadın köleye sahip olma hakkı, vb. Görüldüğü gibi, sorun bu kuralların Kuran’da var olup olmaması değildir. Sorun, İslamcıların siyasal hedeflerine ulaşmada bu kural ve sınırlamaların kullanım değerleridir. O nedenle, türbanın Kuran emri olup olmadığı yönünde sürüp giden Bizans tartışmaları, tıpkı laiklik gibi, hedef şaşırtmacadan öteye bir anlam taşımıyor. İslamcılar “devletin İslamı” gibi, laikliği de “devletin laikliği” olarak algılamakta, “laikliğin devletini” yadsımaktadırlar. Tayyip Erdoğan bunu “kişi laik olmaz, devlet laik olur” diye ifade ediyor. Daha önce “hem Müslüman, hem laik olunmaz” söylemi anımsanacak olursa, İslamileştirilmiş bir devletin başbakanı olarak, laikliği devletin hangi mahzenlerine kilitleyeceğini kestirmek zor olmasa gerek. Özünde, laiklik bir bilinç işidir, kişinin özgürce yaptığı bir seçimdir. O nedenle hem
Şubat 2008
inançlı bir dindar, hem de laik biri olabilir insan. Bireylerinin laik olmadığı bir toplumda, devletin laik olması düşünülemez. Ama hem siyasal İslamcı, hem laik olmak olanaksızdır. Sorunun özü de burada yatıyor. Müslüman Kardeşlerin kurucusu Hasan el Banna gibi, onun ideologu Seyyit Kutb gibi İslamcılar, laikliği yıkılması gereken baş hedef seçmişlerdi. Humeyni iktidarının ilk demcinde birinci hedef olarak “laik, Kemalist Türkiye”yi göstermişti. Siyasetin İslamlaştırılması yeni değildi. Yeni olan, İslamcı siyasetin uluslararası bir nitelik kazanmasıydı. Bu aynı zamanda İslam dünyasında İslamcı siyasetin, küresel egemenlik doğrultusunda, devleti İslamileştirmek anlamına geliyordu. Öte yandan, İslam’ın devlet denetimine alınması, uluslararası İslamcı hareketin merkezileşmesini de zorunlu kılmaktadır. İslamcı bir devlet, devletin İslamcı olmayan yönlerinden kendini arındırmak zorundadır. Çünkü İslamcı bir devlet, devletin din ve inançlar karşısındaki yansızlığıyla, bir başka anlatımla, laik yapısıyla, uzlaşmaz bir çelişki içerisindedir. Bir başka uzlaşmaz çelişkisi de devletin ulusal niteliğiyledir. İslamcı, ulusu ümmetin karşıtı olarak görür. İslamcı devlet, kimliğini inanç birliğinden alır. Onun için önemli olan inanç birlikteliği, inanç kardeşliğidir. Hedef kitle, gençlik ve özellikle de öğrenci gençliktir. Okul ve sağlık hizmetleri, yoksullara yardım, kitlesel çalışmaların esasını oluşturur. Aynı tarz giyim, aynı yaşam tarzı, birbirleriyle evlenme, bu siyasetin ulusal ölçekte olduğu kadar, uluslararası ölçekte de ortak paydalarıdır. Örneğin “türban” bu hareketlerin ortak bayrağı olmuştur. Afganistan’da, Mısır’da, İran’da, Pakistan’da, Cezayir’de türban takmayanların yüzlerine kezzap atılması, saçlarının kesilmesi, kafalarının uçurulması vb gibi eylemler, çok yaygın olan uygulamalardır. Siyasetin İslamlaştırılması, Türkiye’de olduğu gibi, Nakşîlik, Nurculuk, Fethullaçılık gibi yerel renkler taşımış olsa da, köken olarak aynı kaynaktan beslenir, kaynağını Suud Vahhabiliği’nden alan Müslüman Kardeşler hareketinin sürdürülmesidir. 2002 seçimleriyle AKP yüzde 34.4 oy oranıyla Ilımlı İslam’ın iktidarını sağlamıştı. 2007 Temmuzunda oy yüzdesini 46.5’e yükselterek iktidar olma aşamasına geldi.
22 Temmuz Seçimleri Uluslararası İslamcılığın Bir Başarısıdır 2007 ilkbahar sonlarında Bonn’da Ortadoğu ve Irak konulu bir toplantıda Amerikan askeri yetkilisi, hedefi göstermişti: “Radikal İslam’a karşı ılımlı Müslümanları kullanacağız. Bunun başında da Atatürk’ün Türkiye’si geliyor.” 3 Seçim öncesi ABD’den AB’ye, Kürt Barzani’den Rum Tasos Papadapulos’a, Fener Patriğinden Ermeni Patriğine, MÜSİAD’dan TÜSİAD’a, “özgürlük sevdalısı” liberallerden, tarikat şeyhlerine uzanan “kutsal ittifak” AKP’nin “ iktidar olması” için maddi-manevi bütün güçlerini seferber ettiler ve büyük bir sandık üstünlüğüyle başarılarını taçlandırdılar. AKP’nin arkasındaki güçlerin boyutları konusunda, benzerleri ne Endonezya’da, ne İran’da, ne Malezya’da, ne de bir başka İslam ülkesiyle kıyaslanamayacak olan ve mali güçleriyle başlı başına bir sektör haline gelen tarikat ve vakıf örgütlenmelerinin (Şimdilerde buna “mahalle baskısı” demek moda oldu.) nicel ve nitel boyutları yeterli ipuçlarını verebilir.
Maddi boyutları ise yalnızca Ankara’da 4.5 milyon insanı şekerleyip, yağlayıp kömürlediğini söyleyen Belediye Başkanına inanacak olursak, Başkan Bush’un seçim bütçesiyle kıyaslanabilecek miktarlara ulaşmak fazla abartılı olmasa gerek Seçim ertesinde verilen demeçler, yapılan yorumlar, ibret verici olduğu kadar, çok da eğlendiriciydi. 22 Temmuz seçiminin dramatik sonucu, Gül’ün türban bayrağını 808 rakımlı tepeye dikmesiyle traji-komik görünüme dönüştü. Kutsal ittifak bu Pirus zaferini coşkuyla kutluyordu. Yunan Etnos gazetesi, “İslamcı Gül, Atatürk’ün tahtında. Kemalistlerin barınağı çöktü.” derken, İtalyan Il Giornale, “Türkiye yeraltından gelen darbe ile derinden stratejik hareketlerle Kuran’ın yolunda emin adımlar atarak hızla İslam ülkesi haline geliyor.” diye müjdeliyor, İngiliz Financial Times, “Türkiye Gül’ü seçerek orduya meydan okudu.” başlığını kullanıyordu. Rus PRS haber sitesi “turuncu devrim” (yeşil deseydi ya!) nitelemesini yapıyordu. Komersant ise şöyle diyordu: “Türk Ordusu komuta merkezini terketti. Gül, Atatürk ilkelerine sadık kalacağı yemini etmesine rağmen Türkiye’de 1923 yılından bu yana süregelen Birinci Cumhuriyet dönemi sona erdi ve İkinci Cumhuriyet dönemi tarihi yazılmaya başladı.” 4 Fransız Le Figaro ise “İş dünyası AKP’nin zaferini selamlıyor” başlığı ile duyurdu. Gerçekten de zil takmış oynayan uluslararası sermaye çevrelerinin yanı sıra, laikliğin DNA’sında bulunduğunu söyleyen Türk (yoksa Türkiye mi desek!) iş dünyasının kudretli kraliçesi, Güler Sabancı, anti-laikliği DNA’sına kazılmış olan “Başbakan Erdoğan’ı Türkiye’nin istikrarı için göstermiş olduğu olgun ve örnek demokratik tavır nedeniyle kutluyorum. Sayın Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığının da ülkemiz için hayırlı olmasını diliyorum.” sözleriyle selamlıyordu. İslamcı basınla, onun “liberal” kalemleri zafer sarhoşluğu ile “intikam” çığlıkları atarken, onların Avrupalı destekçileri, kantarın topuzunu kaçıran bu yandaşlarına “laik azınlığın haklarının korunması” yolunda uyarılarda bulunma gereği duymuşlardı. Bu “zafer”, aynı zamanda Türkiye’nin “Ilımlı İslam Cumhuriyeti’ne” dönüştüğünün uluslararası düzeyde kabulü demek oluyordu. 22 Temmuz seçimleriyle, Pentagon’un öngörüsü gerçekleşmiş, Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda önemli bir adım daha atılmış oluyordu. Bu “başarının” bir başka anlamı da, uluslararası İslamcı hareketin Türkiye gibi, laik bir düzeni ayakta tutmak için irticaya karşı 80 yıllık bir savaşımla elde ettiği kazanımların iyice yerleşmiş olduğuna inanılan bir ülkenin, “İslam dünyasının tek demokratik ülkesinin”, seçimle iktidarı İslamcı bir yönetime devretmesi örneğiydi. Bu başarı, bütün radikal İslamcı hareketlerin izlemesi gereken eşsiz bir örnek oluyordu. NOTLAR: 1. Financial Times, 15 Ocak 2008, Avrupa baskısı, Sayfa 11. Aktaran Metin Münir, “Bazı Müslümanlar dimağlarını kapattılar”, Milliyet, 30 Ocak 2008 2. Hürriyet Gazetesi, 11 Şubat 2008. 3. Yalçın Doğan, Hürriyet, 1 Haziran, 2007. 4. Hürriyet, 30 Ağustos 2007
19
SERÇEÞME
BİR HUKUKÇUMUZUN DEĞERLENDİRMESİ
Aleviler ve Hukuk Muhterem Aktaş
İ
NSANLIĞIN var oluşundan bu tarafa insanlar arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi ve bu ilişkilerin birtakım kurallara bağlanması söz konusu olmuştur. Hukuk, “hak” kavramından türemiş bir kavram olup; insanların birbirleri ile toplum ile ve devlet ile olan ilişkilerini düzenler. İnsanlık, yaşam serüveni boyunca önemli aşamalardan/ çağlardan geçmiştir. İnsanlığın katettiği her önemli dönemin bir de ideolojisi olmuştur. Bu anlamda; insanlığın yaşadığı önemli tarih dönemlerini “tarım dönemi”, “endüstri dönemi” ve “bilişim dönemi” olarak üçe ayırabiliriz. Bu dönemlerin her birinin kendine özgü ideolojileri ise şöyle adlandırılabilir. Tarım döneminin ideolojisi “dinler/ tek tanrılı dinler” olmuştur. Endüstri döneminin ideolojisi “milliyetçilik”; bilişim döneminin ideolojisi ise “demokrasi ve insan haklarıdır.” Günümüzde toplumlar çağdaşlaşma serüveni içinde katettikleri mesafe oranında bu tarihsel dönemlerin ve anılan dönemlerin ideolojilerinin üçünü de bir arada yaşayabilirler. Çağdaşlık yolunda ileride olan toplumlar her anlamda bilişim dönemini yaşadıklarından ideolojik olarak da demokrasi ve insan hakları teması üzerinde fazlaca dururlar. Genel olarak çağdaş toplumun devlet şekli cumhuriyettir. Cumhuriyet, egemenliğin kaynağının halk olduğu ve kişilerin birbirleri ile ve devletle olan ilişkilerinin “hukuk” tarafından düzenlendiği rejimin adıdır. Cumhuriyette; hukuku devlet üretir, devleti “memurlar” yönetir. “Demokrasi” ise hukukun üstün olduğu devlettir. Demokraside; hukuku “halk” yaratır, devleti “hukuk” yönetir. Devlet hukuka saygılı olduğu oranda, hukuk da insanları “özgürleştirdiği” oranda meşrulaşır. Hukukun üstünlüğüne dayanan devletlerde hiç kimse hukukun üstünde veya altında değildir. Herkes hukukun içindedir. Devletin tüm organlarında çalışanlar “meleklerden” oluşsalar bile idarenin bütün işlemleri hukukun ve yargının “denetimine” tabi olmalıdır. Hukuk devletinde; kamu çalışanları performans ve liyakat ölçütü ile yükselirler veya başka görevlere atanırlar. İdarecilerle veya siyasetçilerle olan şahsi-siyasi-ideolojik bağlılıkları ile mevki sahibi olmak hukuk devletinin kabul edemeyeceği bir durumdur. Hukukun olmadığı yerde halk sürü, insan ise köledir. Bunu gören Mustafa Kemal, modern Türkiye Cumhuriyeti’ni “evrensel hukuk” üzerine oturtmuştur. “Adalet devletin temelidir” diyerek hukuka verdiği önemi açıkça ortaya koymuştur. Osmanlı döneminde “ümmet” olan toplum, modern Türkiye Cumhuriyeti’nde “yurttaş”; “kul” olan ve toprakla birlikte alınıp satılan insan ise modern Türkiye Cumhuriyeti’nde “birey” olmuştur.
20
Anayasamızın 2. maddesinde “T.C. demokratik laik sosyal bir hukuk devletidir”, denilmek suretiyle ülkemizde hukukun üstünlüğü ilkesi de kabul edilmiştir.
Alevilerin Hukuksal Durumu Aleviler, Osmanlı döneminde mümkün olduğu kadar merkezi otorite ile “mesafeli” olmuşlardır. Zorunlu kalmadıkça merkezi otorite ile ilişki kurmamışlardır. Bunun tarihsel serüveni bu yazının konusu olmadığı için değinmeyeceğiz. Aleviler, merkezi otorite ile mesafeli olduğundan kendi hukuklarını da “kendileri” yaratmış ve uygulamışlardır. Kişilerin birbirleri ve toplumla olan ilişkilerini kendi yarattıkları hukuk çerçevesinde belirlemiş ve çeşitli suçlara çeşitli yaptırımlar öngörerek toplumsal düzeni sağlamışlardır. Bu sistemi uzun yıllar sorunsuz bir şekilde uygulamışlardır. Aleviler, Kurtuluş Savaşı’nda ve modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması aşamasında M. Kemal’e en üst düzeyde destek olmuş, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini, bütün devrimlerini sahiplenmişlerdir. Bu anlamda yeni hukuk sisteminin, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının birbirleri ile toplum ile ve devlet ile olan ilişkilerini düzenlemesini kabul etmişler ve buna uymuşlardır. 1950’den sonra iktidara gelen yönetimlerin “dini siyasete alet etmeleri” sonucu; kişilerin birbiri ile toplum ile ve devlet ile olan ilişkilerinde objektif hukuk kurallarının yerine “dinsel referanslar” etkin olmaya başladı. Bu süreç Alevileri, toplumsal hayatta ve devletle olan ilişkilerinde ya “asimile” olmaları ya da tamamen sürecin “dışına itilmeleri” ihtimali ile karşı karşıya bıraktı. Aleviler, asimile olmadan ve fakat objektif hukuk kuralları çerçevesinde devletle ilişkilerini “sürdürmek” istemektedirler. Bunun için “demokrasinin evrensel ölçütlerinin” kendileri ile ilgili olarak ta uygulanmalarını talep etmektedirler. Alevilerin talepleri gerek iç hukukumuzda ve gerekse uluslararası hukuksal düzenlemelerde karşılık bulmasına rağmen siyasi iktidarların buna uygun davranmamaları açık “hukuk ihlalidir”. Devletimizin temel düzenini oluşturan Anayasamızın 2, 10, 11, 12, 24, 25, 26 ve 90. maddeleri incelendiğinde Alevilerin günümüzdeki sorunlarının çözümünün çok da zor olmadığı, mevcut anayasal sistem içerisinde bu sorunların kolaylıkla çözülebileceği görülecektir. Anayasamızın yukarıda saydığımız maddelerinin ilgili bölümleri aşağıdaki gibidir. Cumhuriyetin Temel Nitelikleri: Madde 2: Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Kanun Önünde Eşitlik: Madde 10: Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.
Anayasanın Bağlayıcılığı ve Üstünlüğü: Madde 11: Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar anayasaya aykırı olamaz. Temel Hak ve Hürriyetlerin Niteliği: Madde 12: Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir. Din ve Vicdan Hürriyeti: Madde 24: Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. 14. madde hükümlerine aykırı olmamak şar tıyla ibadet dini ayin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz. Din ve ahlak eğitim ve öğretimi devletin gözetimi ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Düşünce ve Kanaat Hürriyeti: Madde 25: Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. Düşünceyi Açıklama ve Yayma Hürriyeti: Madde 26: Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Milletlerarası Antlaşmaları Uygun Bulma: Madde 90: Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. Diyanet İşleri Başkanlığı: Madde 136: Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir.
Yasal Mevzuat 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Yasa: Madde 1: “İslam Dini’nin” inançları, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. 2820 Sayılı Siyasi Partiler Yasası: Madde 89: Siyasi partiler, Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirmek durumunda olan “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın”, genel idare içinde yer almasına ilişkin Anayasa’nın 136. maddesi hükmüne “aykırı amaç güdemez”. 422 Sayılı Köy Yasası: Madde 2: Cami, mektep, otlak, yaylak, (…) bir köy teşkil ederler.
Sayı 38
SERÇEÞME 1587 Sayılı Nüfus Yasası: Madde 43: Aile kütükleri; Ailenin bütün fertlerinin (…) dinini (…) diğer şahsi hal değişikliklerini ihtiva eder. 3402 Sayılı Kadastro Kanunu: Madde 16/a: Kamu hizmetinde kullanılan bütçeden ayrılan ödenek veya yardımlarla yapılan resmi bina ve tesisler... namazgâh, cami... tüzel kişiliği adlarına tespit olunur... 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu: Madde 115: Cebir veya tehdit kullanarak, bir kimseyi dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya veya değiştirmeye zorlayan ya da bunları açıklamaktan, yaymaktan meneden kişi... Dini ibadet ve ayinlerin toplu olarak yapılmasının, cebir veya tehdit kullanılarak ya da hukuka aykırı başka bir davranışla engellenmesi halinde… Madde 125: Bir kimseye... Dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini açıklamasından, değiştirmesinden, yaymaya çalışmasından, mensup olduğu dinin emir ve yasaklarına uygun davranmasından dolayı, Kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlerden bahisle… 2002/4100 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararı: (Elektrikten) (…) indirimli tarifeden yararlanan kişi ve kurumlar. (...) İbadethaneler (cami, mescit, kilise, havra ve sinagog) (…) ibadethanelerin elektrik enerjisi yıllık giderleri de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın takip eden yılı bütçesinden konularak ödeneklerden karşılanır. İbadethane ve genel aydınlatma yerlerine 19.01.2002 tarihinden itibaren içme ve kullanım suyu abone gurubu ortalama satış fiyatı uygulanır.
Uluslararası Belgeler
Zonguldak etkinliğinde Semah dönen gençler
* 1948 Paris İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 2/1., 7., 18., 26. maddeleri, * 1950 Roma Avrupa İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi’nin 9. maddesi, * 1952 Paris Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ek 1 No’lu Protokol’ün 2. maddesi, * 1959 New York Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 14., 30., maddeleri,
Şubat 2008
* 1960 Paris Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşme, * 1965 New York Her Türlü Irk Ayrımcılığı’nın Kaldırılması Uluslar arası Sözleşmesi, * 1966 New York Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 2., 13. maddeleri, * 1976 New York Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 18., 24., 26., 27. maddeleri, * 1975 Helsinki Sonuç Belgesi’nin 7. maddesi, * 1981 New York Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirgesi’nin 1., 2., 3., 4., 5., 6., 7., 8. maddeleri * 1990 Paris AGİT (AGİK) Paris Şartı, * 1995 Kophenhag Toplumsal Kalkınma Deklarasyonu’nun 73. maddesi,
Sonuç Yukarıda, halen yürürlükte olan Anayasamızın ilgili maddelerinin ilgili bölümleri bir bütün olarak incelendiğinde, anayasal düzen; AleviBektaşilerin istem ve talepleri ile çelişmek şöyle dursun, tam tersine Alevi-Bektaşilerin istem ve taleplerinin karşılanması gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla Alevi-Bektaşilerin; * Cemevlerinin inanç merkezi olarak kabul edilmesi, * Zorunlu Din derslerinin kaldırılması (Bize göre, Anayasa’nın 24. maddesinin son fıkrası, Anayasanın 2. maddesine aykırıdır), * Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması (Bize göre, Anayasa’nın 136. maddesi, Anayasanın 2. maddesine aykırıdır), * Alevi Köylerine zorla cami yaptırılmaması, * Alevi kimliğinin tanınması yönündeki talepleri Anayasa’ya uygun talepler olup bu hususlarda yasal düzenleme yapılması Anayasa’ya aykırılık oluşturmaz. Alevilik-Bektaşiliğin yasal zeminde tanınmaması; inanç ve ibadet özgürlüğünden yeterince yararlanamaması sorununun yanında, ceza hukuku mevzuatının inanca dair suçlar dolayısıyla diğer inanç guruplarına sağladığı yasal korumadan, Alevi-Bektaşilerin yararlanamaması anlamına da gelir. Örneğin Alevilik ve Aleviler açısından kutsal değerlere yapılacak bir saldırı, cezai kovuşturmaya tabi tutulmayabilir. Yukarıda da değinildiği üzere birçok yasada, ülkemizde yaşayan inanç guruplarından sadece Sünni/Hanefi/İslam inancı mensuplarının dinsel öğeleri kullanılmış olup bu referanslar Anayasal sistemimize uygun değildir. Kullanılan dinsel referanslar Anayasa’nın “laiklik” ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Bilindiği üzere en basit tarifi ile laiklik; din ile dünya işlerinin birbirinden ayrılması, devletin bütün dini inançlar ve inanç guruplarına eşit mesafede durmasıdır. Ülkemizde özellikle son zamanlarda laikliğin siyasi iktidar tarafından giderek aşındırıldığı bir ortamda Alevi-Bektaşilerin çağdaş evrensel hak taleplerini “yükseltmeleri” daha da anlamlı olup, “gerek bireysel ve gerekse demokratik örgütlenmeler” aracılığı ile yapılan bu hak mücadelesi büyük önem taşımaktadır.
İSMAİL KAYGUSUZ Mürşidden Gönlünü Ayırma
Abdal Musa SultanVelayetname
Mürşid-i Kâmile Eriş Arif Olasın
Kaygusuz Abdal Pendname ISBN: 978-975-6954-23-4 Şubat 2008, İstanbul 13,5 x 19,5 cm boyutunda 226 sayfa
KARACAAHMET SULTAN DERNEĞI YAY. Gündoğumu Cad. No 169, Üsküdar - İST. Tel: 0216.492 20 78, Faks: 391 19 11 www.karacaahmet.com
Önsöz’den 90’lı yılların başlarında yaptığım Abdal Musa Sultan üzerine ilk araştırma ve sonuçları bir makale halinde yayınlamıştım. 2005 yılında Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi’nin bir elyazmasının fotokopisi elime geçti. Bu yazmanın ışığında Abdal Musa’yı yeniden ele alarak, Velâyetname metniyle birlikte kitaplaştırma düşüncesi doğdu. Eldeki Veli Baba Elyazması’nda Kaygusuz Abdal Pendnamesi, yani “Öğütler Kitapçığı”nın bulunduğunu öğrendiğim zaman ilgim daha da arttı. Metinlerin çevirmyazı güçlüğü kadar, ödenecek bedel için kaynak bulmak da sorundu. Edebiyat Fakültesi’nden arkadaşım ve elyazmaları uzmanı Doç. Dr. Hüsameddin Aksu’ya başvurdum. Sağolsun, ödeyebileceğimiz bir bedeli kabul etti. Karacaahmet Sultan Derneği de bu bedeli ödemeyi üstlendi. Halktan kişilerin yazıya geçirdiği velilerin, inanç önderlerinin söylencesel (efsanevi) yaşam öyküleri, keramet olaylarını içeren menakıpnamelerde ve risalelerde, yönetenlerin fetih ve zaferlerini veren resmi tarihin yazmadığı çok önemli toplumsal hareketler ve tarihsel olaylar gizlidir. Bu çalışmamız, Ulu Sultan’ın öğütlerini tutarak, “sözünü önce düşünüp sonra söyleyen ve mevki sahiplerine yüzsuyu dökmeyen; kalleş ve pirsizlere yoldaş olmamaya, mürşidden gönlünü ayırmamaya, tek başına nimet yememeye ve yumuşak huylu, güvenilir insan ol”maya çalışanların kafasını ve “gönlünü güzeleştir”sin, diliyorum.
21
SERÇEÞME
Hz. Muhammed’in Dünyadan Göçüş Sürecinde Yaşananlar Rıza Aydın
D
EĞERLİ dost, Kazım Balaban’ın “Tarihte Bu Hafta” adıyla yazdıklarında ilgimi çekmeyen birçok ayrıntı, tarihi olay ya da hatırlatma olduğu için tümünü okumadan şöyle bir bakıp geçiyorum, hiç açmadıklarım da oluyor, ama genellikle hızlıca şöyle bir göz atıyorum. Bu haftaki yazıda yukarıya aldığım pasajı okuyunca biraz şaşırdım, bu konularda yazıları, kitapları olan bir Alevi bilgesi bunu nasıl yazar diye üzüldüm.1 Ondan olması isteneni değil de, tarihte yaşananı olduğu gibi yazmasını (resmetmesini) beklerdim. Bu anlatılanın tarihi gerçeği tam yansıtmadığını, gerçekliği çarpıttığını düşünüyorum; “şeytan ayrıntıda gizlidir” sözünün anlattığı gibi bu konuya ayrıntılı eğilince bu söylemin şeytanı nasıl gizlediğini göreceğiz. Öz olarak söylenen şu: “Peygamber vefat ettiğinde etrafında bulunanların önemli bir kısmı Halife seçimi ile meşgul olunca cenazenin defnine katılım olmadı. Cenaze Peygamberin ailesinin dışında sahabeden 17 kişinin hazır bulunduğu cemaat tarafından Hz. Ali’nin imamlığı ile kaldırıldı.”; bu anlatımla sanki Muhammed’in cenazesi kaldırırken Ali bunu herkese haber vermiş de, ahali (halk) buna gelmemiş, başka işle uğramış gibi bir intiba yaratılmak isteniyor, hâlbuki gerçeklikte böyle bir şey yok; niye yok, çünkü “halife seçimi ile” Medine’nin küçük bir elit gurubu uğraşıyor, halkın bu işlerlerden haberi bile olmuyor, zaten halkın bunları (Muhammed’in vefat ettiğinin) bilmesi engelleniyor, bu yüzden de Cenaze gizlice bulunduğu odaya defnediliyor. Bu yüzden bu anlatım yaşanan gerçeği yansıtmıyor, doğru da değil. Aşağıda yazdıklarımı okuyunca bu anlatımın ne kadar sığ, ne kadar gerçek dışı olduğunu göreceksiniz. Unutmayalım ki, bu sözünü ettiğimiz tarihi süreçte yaşanacak olanlar, egemenlerle ezilenler arasında süren sınıflar mücadelesinin acımasız, akıllara durgunluk verecek kadar korkunç sahnelerinin yaşandığı anlarla doludur. Hz. Muhammet’in hastalık sürecini, Muhammet’le Ömer’in arasında başlayan, Muhammet dünyadan göçünce onun elini alan Ali ile Ömer arasında süren bir satranç oyununa benzetirsek yanlış olmaz. Bu oyunda dikkatten kaçmaması gereken nokta, “zor oyunu bozar” sözü kanıtlanırcasına, Ömer’in uyguladığı zorun rolüdür. “Tarihte zorun rolü” iki türlüdür bazen tarihi ileriye götürenlere hizmet eder bazen da geriye götürenlere hizmet ederek böylesi sonuçlarda doğurur. Belki bu satranç oyununu şöyle de düşünebiliriz. Bu satranç oyunu başından beri Ali ile Ömer arasında -dolayısıyla da onların temsil ettiği güçler arasında- oynanıyordu, ama Muhammet vasiyetini yazdırmak isteyerek Ali lehine bir hamle yaptı. Ömer malum gerekçelerle bu isteği engelleyerek bunu savuşturan karşı hamlesini gerçekleştirdi. Hemen ardından da bu yaşanan sürecin en kritik yerinde, Ömer, Ebu Bekir’i Halife tayın ettirip şah mat çekerek turnuvanın bir bölümü kapattı âdeta. Bu süreci anlatan tarihçiler yaşananların farklı yönlerini görüp, farklı farklı yanlarını öne çıkararak incelemişlerdir. Bunları okuyunca insan, “bu yaşananlar bir kader miydi, bunca yaşanılanlar önceden yazılmış bir planın, alınyazısı denilen muazzam bir senaryonun gerekleri miydi yoksa herkes kendi iradesiyle
22
“8 Haziran 632: Son peygamber Hz. Muhammed, 63 yaşında Medine’de vefat etti. Peygamber vefat ettiğinde etrafında bulunanların önemli bir kısmı Halife seçimi ile meşgul olunca cenazenin defnine katılım olmadı. Cenaze, Peygamberin ailesinin dışında sahabeden 17 kişinin hazır bulunduğu cemaat tarafından Hz. Ali’nin İmamlığı ile kaldırıldı. Bu durum İslam içinde büyük bir tartışmaya sebep oldu ve ileriki zamanda Sünni/ Şia ayrışmasının en önemli sebeplerinden biri haline geldi.” (Tarihte Bu Hafta/ Kâzım Balaban) kendi hayatını mı kuruyordu?”, diye sormadan edemiyor. Hemen söyleyeyim ki herkesin kendi “özgür iradesiyle” konumunu belirleyip, var olan tarihsel koşullar içince, “kendi rolünü oynayıp”, kendi hayatını oluştururken bir yerlerde konumlandığını, kendi hayatını özgürce yaşarken bu tarih sahnesindeki yerini belirlediğini, yanı herkesin var olan tarihsel koşullar içinde kendi yaptıklarından kendi yaşantısından kendilerinin sorumlu olduğunu düşünüyorum. Buna da yürekten inanıyorum. Yanı kimse alınyazım buymuş diye sucu Allah’ın ya da başkalarının üzerine atıp kurtulmaya çalışmasın; bizler de alınyazıları buymuş, taksiratı af olsun diye kimseleri aklamaya çalışmayalım. Bilindiği gibi Ömer ilk hamlesini, Muhammed’in vasiyet yazdırma isteğini reddederek başlatır. Muhammed gibi bir zatı muhteremin en doğal hakkı olan vasiyet yazdırma isteğinin reddedilmesi bugün akılların alacağı bir şey değildir; ama akıllara durgunluk verse de o tarihte bu olmuştur; Muhammed’in tüm ısrarlı çabalarına rağmen, Ömer vasiyetin yazılmasını, yani Muhammed’in vasiyet yazdırma isteğini engellemiştir.2 Ömer’in bundan sonraki, en az ilki kadar akıllara durgunluk veren hamlesi ise Muhammet ebediyete intikal edince yaptığı hamledir. Ömer Muhammed’in öldüğünün3 bilinmesini, bunun halka söylenmesini yasaklamıştır. O an, Ebu Bekir başka bir şehirdedir, derhal ona haber gönderilir, Ebu Bekir gelince de hemen halifenin kim olacağı arayışına girilir. Bindiği gibi, Muhammed’in toprağa verilmesi Ali ile yandaşları tarafından büyük bir gizlilik içinde gece yapılmıştır. Bu defin işleminden, aynı avludaki başka bir odada bulunan Ebu Bekir’inde kızı olan, Muhammed’in sevgili eşi Âişe’nin bile haberi olmamıştır, yani haberdar edilmemiştir; ondan bile gizlenmiştir.4 Bunu A. Gölpınarlı “İslâm Tarihi” adlı eserinde şöyle anlatıyor: “Rasûllullah (S.M) Pazartesi günü vefât etmişlerdi. O gün, Salı gecesi ve günü namaz kılındı. Çarşamba gecesi sabaha karşı defnedildi. Zevceleri (yani Âişe -R), biz, kaz-
ma seslerini duyup Rasûl’ün defnedilmekte olduğunu anladık der.” (Sayfa: 165). Muhammed’in öldüğünün bilinmesini, Ömer’in engellemek için, O’nun öldüğünün söylenmesini yasaklaması iyice anlaşılmazsa, Ali’nin Onu niçin gece gömme gereği duyduğu gerekçesiz kalır, tam anlaşılamaz, kanımca bu yüzden de anlaşılamamıştır. Mekke’de hava sıcaktır bir ölünün fazla bekletilmesi, hele de Ömer’in dediği gibi kırk gün bile bekleyebileceğinin dillendirilmesi, korkunç bir şeydir, bu yasak öyle bir cezadır ki Antigone’nin karşı karşıya kaldığı türden bir zulümle kıyaslanır ancak; Ali bu yasaktan dolayı Muhammed’i gece, bulunduğu odanın içine gömmüştür.5 Diğer yorumları, ne kadar edebi olurlarsa olsunlar, doğru bulmuyorum. Bilindiği gibi son derece nesnel, son derece değerli tespitleri olan -ya da benim böyle gördüğüm- “Muhammed” adlı ünlü biyografisinde Maxime Rodinson, olayı şöyle anlatır: “Ve o gece, alabildiğine anormal ve hiç beklenmedik bir iş yaptılar. Bu büyük ölünün şanına layık bir törenle Baki mezarlığına, oğlu İbrahim’in, kızı Rukiyye’nin ve sayısız yoldaşlarının yanına gömülmesi gerekirdi. Çok daha önemsiz nice kimseler parlak törenlerle gömülmüştü oraya. Ama öyle anlaşılıyor ki Ali, Abbas ve dostları, cenaze alayı(ni) yönetecek olan Ebu Bekir’in peygamberin tartışmasız halefi olarak kabul edileceği bir törene meydan vermek istemiyorlardı. Sezar’ın cenazesini bu amaçla kullanmamış mıydı Antonius ve Stalin bu amaçla kullanmayacak mıydı Lenin’in cenaze merasimini? Ali’yle dostları da peygamberi hemen o gece ölmüş olduğu kulübenin içine gömmeye karar verdiler. Ortaklarının birinin yanda (kumalarının birinin yanda diye anlayabilirsiniz- R) uyumakta olan Ayşe’ye bile haber verilmedi: Ebu Bekir’in kızı değil miydi? Hemen bir çukur kazıldı kulübeye, ceset alelacele yıkandı ve üç harmaniye sarıldıktan sonra çukura yerleştirilerek üzerine toprak atıldı. Kureyşli Muhammed ibn Abdullah’ın işi böylece bitmişti.” 6 Bu yorum gibi yorumları edebi olduğu kadar güzel bulsam da, yukarda dediğim gibi katılmıyorum. Çünkü bu Ali’nin davranışını anlamamızı çarpıtıp, bir gerçeği yani Ömer’in Muhammed’in öldüğünün duyulmasını yasakladığı gerçeğini gizliyor. Ayrıca böylesi izahlar bundan sonraki Ömer’in ya da iktidarı ele geçiren gurubun diğer hamlelerini, örneğin: -Ebu Bekir’e biat ettirmek için-, Fatima’yı dövüp, kaburgalarını kırıp düşük yapmasına sebep olmasını7, Muhammed’in sözlerini, konuşmalarını (bunlara o zaman hadis denirmiş, bunu bu günkü uydurma hadislerden ayırmak için Muhammed’in sözleri diyorum) toplatılıp, yaktırmalarını, Muhammed’in hadislerinin yasaklanmasını8 açıklamıyor, hatta bunları anlamamızı zorlaştırıyor. Bütün bunları, sözgelimi, Muhammed’in hadislerinin yasaklanmasını ilk kez duyan sade bir vatandaşın aklı almıyor, ama Muhammed’in hadisleri de, 1. halife devrinde yasaklanmıştır.9 Fatima, Ebu Bekir’e biat etmeden bu dünyadan göçüp hakkın rahmetine
Sayı 38
SERÇEÞME
kavuşmuştur. Fatima bu dünyadan göçene kadar Ali de Ebu Bekir’e biat etmemişti. Bu tarih böyle yaşanmıştır, bunlardan dolayı yukarda, en başa koyduğum, “Tarihte Bu Hafta” yazı dizisinde anlatılanlar yaşanılan bu tarihi gerçekliği olduğu gibi yansıtmıyor. Yazarın öznel nedenini -yani bunu niye böyle yazdığını- bilmiyorum ama o anlatım, anlatılanlar doğru değil. Bunun böyle bilinmesini isterim. Muhammed’in ölümü, kentin ileri gelenlerince, yani egemen sınıfların temsilcilerince yeni bir halife seçilene kadar halktan gizleniyor; çünkü bu haber duyulursa halkın Ali’nin etrafında kenetlenip, ahalinin (halkın) Ali’yi halife seçmesinden korkulduğundan Muhammed’in öldüğünün söylenmesi yasaklanıyor, bu yüzden de Ali cenazeyi gece gömmek zorunda kalıyor. Özcesi şu ki, Ömer’in yasağı iyice anlaşılamadan, Ali’nin bu davranışı anlaşılamaz, bu yüzdende bu güne kadarda anlaşılamamıştır. Bu üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur. İmam Ali’nin davranışlarının hikmetini çözmeye, anlayıp aktarmaya çalışan hal ehli kişilerin bu konu üzende önemlice durup muhabbetlerine konu etmeleri gerekir, kanısındayım. NOTLAR: 1. Konunun muhabbetlerde, muhabbet ehli kişilerce irdelendiğini bildiğimden, halk içinde yapılan böylesi konuşmalarında bu bilgilere uygun olacağını varsaydığımdan şaşırdım. 2. Bilindiği gibi aynı Ömer, Ebu Bekir ölürken ona vasiyet yazdırmıştır, hatta Ebu Bekir baygın olduğu için onun adına Osman bunu -yani yazılması gerekeni- yazmıştır; Ebu Bekir ayıkıp ne yazdın oku bakalım diye adına yazılanı okutur sonra peki öyle olsun diye onu kabul eder. Konu için bakınız: A. Gölpınarlı’nın İslam Tarihi sayfa 308. 3. Muhabbet ehlinin bildiği gibi tarih içinde Işık taifesi, Kızılbaş, Alevi, Bektaşi diye adlandırılan kültürel inançta olanlar, kişinin ruhunun ölmezliğine, ruhun göç etmesine, başka bir söylemle kalıp değiştirdiğine inanırlar. Ancak tenle ruh ayrı olduğu için tenin de öldüğünü kabul ederler diye düşünüyorum. Yunus “Ölürse tenler ölür canlar ölesi değil”, Veysel “Can kafeste durmaz uçar” derken bunu anlatmışlardır bence. Bu yazıda ölüm sözcüğünü tenden canın uçması, kalıp değiştirmesi, tenin ölmesi anlamında kullanacağım, söylemde bir kusurum olursa buna yorula. 4. Hatırlatmak isterim ki Muhammed’in defnedildiği bu oda sevgili eşleri Âişe odasıdır. Buraya (Muhammed’in yanına) başka birinin defnedilebilmesi için, Âişe’den izin alınmak zorunda kalınmıştır, bundan kaynaklanan sorunlar olmuştur. 5. Muhammet ruhunu teslim ettiğinde eşlerinden Ayşe’nin odasında bulunuyordu, cenaze ölümünden üç gün sonra- geceleyin gizlice, bulunduğu bu odaya defnedilir. Daha sonra buraya, Ayşe’den izin alınarak ilk iki halifenin, Ebu Bekir ile Ömer’in cenazeleri de defnedildi. Konunun iyice anlaşılması için şu ayrıntıyı da aktaralım: Muhammed’in torunu, o diyarların deyişiyle söylersek Hasan İbn Ali hastalandığında dedesini yanına gömülmek istediğini söyler (vasiyet eder), ancak cenazeyi buraya gömmek için yürüyüşe geçen halk durdurulur, bu gerçekleşirse iç savaş çıkacağı tehdidi savrulur, kargaşa çıkar, sonra Muhammed’in torunu dedesinin yanına değil
Şubat 2008
6. 7. 8.
9.
de Baki mezarlığına defnedilir. Ev sahibesi, Ayşe’nin bu konuyla ilgili tavrı rivayetlere göre muhteliftir: Konuyu Nabia Abbott “Âyşe” adlı ünlü kitabında şöyle anlatıyor: “Peygamber, Ayşe’nin dairesinde gömülü olduğundan, Hasan’ın isteğinin yerine getirilmesi için Ayşe’nin razılığı gerekmekteydi. Hasan’ın kardeşi Hüseyin’in bu izni aldığı söylenir…” ancak yazar o anki atmosferi anlattıktan sonra anlatımına şöyle devam eder: “Aslında Ayşe’nin böyle bir defin için gerçekten izin verip vermediğini tespit etmek oldukça zordur. Bu öykünün başka bir anlatımında… Ayşe, gri bir katırın üstünde protesto edilen cenazeyi karşılamaya çıktı: “Burası benim evim, kimseye (gömülmesi için) içeri girmesi için izin vermiyorum” diyerek Hasanın vasiyetinin gerçekleşmesini engelledi. Bakınız: Nabia Abbott. Ayşe. Sayfa: 187–188. Yurt yay. Merak edecek olanlar için burada şunu da aktaralım. Çok mutsuz bir ruh hali içine, son günlerini yaşayan Ayşe kendisinin “Muhammed’in yanına gömülmesini açıkça yasaklar” Baki mezarlığında kız kardeşinin yanına gömülmek ister. Ayşe “Hiç doğmamış olmayı dileyerek”, “Allah beni keşke hiç yaratmasaydı” diyerek dünyadan göçer. Bakınız adı gecen eser: Sayfa 201–202 Maxime Rodinson. Muhammet. Sayfa: 275. Özne yayınları. Çev: Atilla Tokatlı. Fatima’nın bu hastalıktan kurtulamayıp babasından 93 gün sonra öldüğü söylenir. Bu konu için A. Gölpınarlı’nın “Tarik Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik” kitabının 25,26, 79 sayfalarına bakıla bilinir. Şöyle diyor: “Hz. Peygamber’in (S.M) ebediyete göçmelerinden sonra ümmetin din ve dünya işlerini ühtelerine alanlar, bir çok hususlarda Kur’ân- Mecîdi, Hz. Resûl-i Ekrem’in (S.M) hadisleri açıkladığı hâlde hadislerin yazılmasını şiddetle yasakladılar; birinci Halife, beş yüz Hadis topladığı hâlde sonra onları getirtip yakmıştı. İkinci Halife, kimde hadis varsa onları yok etmesini bütün şehirlere, şehirlerin halkına bir yazıyla bildirmişti. (…) Bu yasak, Emevilerden Abdülâziz oğlu Ömer’in zamanına dek (99–102 Hicri, 717–720 Miladi) sürdü. Sayfa 25. Muhammed miladi 632 yılında öldüğüne göre hadis yasağının da miladi 717–720 yılına kadar sürdüğüne göre bundan sonra toplanan hadislerin durumunu siz düşünün. Okur yazarlığın çok az olduğu bu toplumda, hadisler dillerde söylenenlerden toplanmıştır. Hadis Tarihi adlı kitabında Prof. Dr. Talât Koçyiğit: … yazı bilenlerin sayısı da son derece azdı. … El-Belâzuri, İslamiyet girdiği zaman, Kureyşlilerden on yedi kişinin yazı bildiğini söyler ve bunların isimlerini verir: …” demektedir. Sayfa 29. Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. A. Gölpınarlı, Hadislerin yasaklanmasına gösterilen nedenle ilgili şu ihtirazını belirtiyor: “Kur’an-ı Mecîd, hz. Peygamber’in (S.M) vefatlarından sonra Hz. Emîr’ül – Mümin Alî (A.M) tarafından toplanmış, yazılmıştı. Ayrıca birinci Halîfe zamanında da sahâbeden bir hey’et Kur’an- Mecîd’i yazmışlardı; tertibiyse bizzat Hz. Peygamber (S.M) tarafından yapılmıştı. Bu bakımdan bu hadis yasağının, hadislerin Kur’ân’a karışması ihtimâli düşünülerek alınmış bir tedbir mâhiyetinde olduğu, doğru olmasa gerekir”. Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik. Sayfa. 26. A. Gölpınarlı’nın bu değerli tespitinin, Osman’ın Halifeliği zamanında Kur’an yeniden yazılınca İmam Ali’nin hazırladığı Kur’an’ın da imha edildiğinin bilinmesini not edelim. Bilginin zararı olmaz.
Kâzım Balaban’ın Rıza Aydın’a Yanıtı*
S
EVGİLİ Rıza Aydın Canımız bizim “Tarihte Bu Hafta” yazı dizimizde yer verdiğimiz bir konuya… yorum getirmiş. Ancak Sn. Aydın yazdığı cevapta hem haklı, hem de haksız yorumlarda bulunmuş. Haklı olduğu nokta şudur. Kendi deyimi ile “Şeytan ayrıntıda gizlidir” sözünden hareketle bu önemli olayı daha detaylı açıklayabilirdik. “Gerçek ayrıntıda gizlidir” sözüne biz de inanıyoruz. Bu yüzden ayrıntılı açıklamaların her zaman çok daha yararlı olduğuna inanırız. Fakat bu noktada sevgili Rıza Aydın bize “haksızlık” ediyor… Takip edenler bilirler. Sadece Türkiye’de değil, “dünyanın her yerinde” kronolojik çalışmalarda “detaylara girilmez” ve sadece “ana başlıklara” yer verilir. Bizim yaptığımız “Tarihte Bu Hafta” çalışması da kronolojik bir çalışmadır ve olaylara “kısaca” değinilir. Yeri gelmişken belirtelim. Bizim bu çalışmamız “içerik” ve “kapsam” olarak kendi alanında ciddi bir yer edinmiştir. Benzeri çalışmaların hemen hiçbiri ne bu denli “objektiftir”, ne de bu kadar “kapsamlıdır.” Diğer yanı ile bu ve benzeri çalışmalar zaten bilgi düzeyi ortalamanın üstünde olan okuyucuya, başka deyimle “elit kesime” yöneliktir. Kişi “olayı” ve “tarihini” öğrenir ve eğer daha geniş bilgi edinmek isterse bu alanda konuyu detaylı işleyen başka kaynaklardan daha kapsamlı bilgi edinir. Burada yapılan ve yapılacak olan da konu ile ilgili bizim çok kapsamlı bir bilgi vermemiz değil, sadece “ana başlığı” ile konuya yer vermemizdir. Ancak Sn. Rıza Aydın’a burada gene de “hak veriyoruz” ve çok önemli olan bu konu belki birkaç kelime daha eklenerek zenginleştirilebilirdi. Sn. Rıza Aydın Canı “haklı görmediğimiz” nokta ise olayın haber ediliş biçimine getirdiği yorumdur. Olayın tarihte yaşanmışlığı konusunda Sn. Aydın ile önemli ölçüde aynı görüşe sahibiz. Bizde olayı detaylı işlemek istesek benzeri yorum ve kaynaklara yer verirdik. Ancak Sn. Aydın’ı haklı görmediğimiz bölüm, eleştirisine “itham” edici yorum eklemesidir. Sn. Aydın bakınız ne diyor. “Bu haftaki yazıda aşağıya aldığım pasajı okuyunca biraz şaşırdım, bu konular da yazıları kitapları olan bir Alevinin bunu nasıl yazar diye üzüldüm. Ondan olması isteneni değil de, tarihte yaşananı olduğu gibi yazmanızı (resmetmesini) beklerdim. Bu anlatılanın tarihi gerçeği tam yansıtmadığını, gerçekliği çarpıttığını düşünüyorum” Bu paragrafa baktığınızda sanki olayı “çarpıtmış” ve kasıtlı olarak bir şeyleri farklı yansıtmışız gibi bir yorum çıkıyor. Hâlbuki olayda “ne çarpıtma, ne de bazı gerçekleri gizleme” diye bir şey söz konusu değil… * Esat Korkmaz tarafından kısaltıldı.
23
SERÇEÞME
Yedi Ulu Âşık ve Tarikattaki Rolleri - Bölüm I İsmail Özmen, Yargıtay Onursal Üyesi
A
BAHAR ALKAYA - AYSUN ELDENİZ
Dostu Bulunca Lila Müzik Tel: 0212.249 52 76
B
AZEN sesiniz kendi kendine çığırmaya başlar. Çünkü yüreğiniz dile gelmiştir. Onun coşkusu ve hüznü yırtıcı bir kuş gibi kanatlarını boşluğa bırakmıştır artık. Kim engel olabilir ki, o dumanlı dağların, mor sümbül bozkırların yoksulluk ve yoksunluk kokan uçurumlarından aşağıya süzülüşünüzü. Düşleriniz arasında sesiniz sizi aşar gider. Bazen bunu diliniz söyler de kulaklarınız işitmez. İşte o zaman damlalar ya yüreğinizi düğümler ya da damla damla gözlerinizin kıyısına kavisli yollar çizer. Bazen o soluk alamama halleri de dayanır kapınıza. Bir aşk gibi şaşırırsınız yolunuzu. Önünüzdeki sarp kayaları görmezsiniz de yürürsünüz. Bahar Alkaya ve Aysun Eldeniz’in beraber Lila Müzik’ten çıkardıkları “Dostu Bulunca” albümü böyle bir ahvali içeriyor işte. Dönüp dönüp kuyusuna düştüğümüz hüzün kuyusu karşınızda ve dipsiz olarak sizi çekiyor. Albümdeki türküler “geleneksel karakterde” söyleniyor. Birbirinden ayrılamayan iki kadın sesi birbirine tutunarak ya bir ağıta sürüyorlar seslerini albümde, ya da ezgisi dudaklarınıza hemen yapışan, tortusu boğazınıza düğümlenen deyişlere. Bahar Alkaya ve Aysun Eldeniz’e ait bu ilk albüm Erkan Oğur’un müzik direktörlüğünde gerçekleştirilmiş. Asma Davul, Bendir ve Kopuz (aklınıza gelebileceği gibi Erkan Oğur’a ait), Cura, Divan Sazı, Bağlama, Şelpe (Engin Aslan’a), Abdal Bağlama, Kaval ve Duduk (Suren Asaduryan’a ait tabii ki) “Dostu Bulunca” Anadolu serisi olarak hazırlanmış. Albüm adını Erkan Oğur’un bir şiirinden almış. İki özgün kadın sesini, yorumcusunu ortak bir projede buluşturan bir albüm. Sözler de sesler de dinleyince insana yarenlik ediyor. Albümün bazı parçaları usta işi. Ancak Bahar Alkaya’nın söz ve müziklerini yaptığı yeni çalışmalar da var ve onlar o usta işi çalışmaların yanına nasıl da yakışıyor. İşte “Yad Eller” şiirinden; “Yaylaya giderken yolun olayım Elinde kuruyan gülün olayım Ağzında söyleyen dilin olayım Yad eller duymadan sar beni beni Ateşim yanıyor dumanım tütmez Söylediklerimi duymaz işitmez Ne beni alır ne de terk etmez Yad eller duymadan sev beni beni…”
24
LEVİ geleneğinde ve nazenin Bektaşî yolağında “Yedi Ulu Âşık” adıyla anılan, yolakta apayrı yerleri, değerleri, önemleri bulunan, yolağın âdeta protipleri, idolleri, ana katkı öğeleri, temel malzemesi sayılan; şiir ve kişilikleriyle hep saygıyla anılıp örnek ‘ustaz’lar bilinen, Alevi/Bektaşi kültür ve inancını kutsal bir yerlerden süzerek, edindikleri malzemelerle kendi özlerini de karıp oluşturan, şiirlerinde şekillendirerek aldıkları yerlere ve halka bu ürünlerini düşünce ve duygu olarak geri veren ulular olarak bilinirler. Konumuz, yolakta ‘Yedi Ulu’lar-Yedi Ulu Âşık-Yedi Büyük Ozan’ nitelemeleriyle tanımlanıp anılan bu büyük ve ünlü Hak âşıklarıdır. Bu biçimde adlandırıp nitelendirmenin ne zaman, nerede ortaya çıktığı kesin olarak belli değil; ancak, böyle bir nitelendirmenin onların yaşadıkları 16. yüzyıl sonlarıyla, 17. ya da 18. yüzyıldaki Alevi/Bektaşi büyüklerinin inançsal görüş ve düşüncelerine dayanılarak ortaya atıldığı, bunun adı geçen topluluklarda oluşan bir dinsel gelenek şeklinde belirlenip benimsenen kesin olgulardan biri olduğu söylenebilir. Bunların alabildiğine saygın, kutsal, son derece değerli, üst düzey nitelikte bilgin ve yetenekli mutasavvıf âşıklar oldukları eserlerinde görülen kalite üstünlükler nedeniyle duraksamasızca söylenecek bir olgudur. Bunların yolakça bilinen ad ve mahlasları şöyledir: - Seyyid Nesimi (1369- ?) - Şah Hatayî (1487–1524) - Fuzulî (1495–1556) - Yeminî (15. yy. sonları–16. yy. ilk yarısı) - Virânî (16. yy.) - Pir Sultan Abdal (16. yy.) - Kul Himmet (16. yy.). Daha işin başında, hepiniz gibi benim de, ‘neden beş ya da sekiz, dokuz değil de yedi ozan; bunlar ‘ulu’ da, diğerleri niçin ulu değil; örneğin Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Miratî ve benzerleri gibi büyük ozanlar bu gruba neden dahil edilmemiş, buradaki ‘ulu’luğun kaynağı, halesi nereden geliyor?’ gibi sorularla karşılaşmak olasıdır, benzeri sorular benim de aklıma gelmedi değil, geldi. Ancak, işi derinlemesine araştırıp incelemeye koyulunca gördüm ki, Alevi/Bektaşî vicdanî kamuoyunun (icması) birkaç yüzyıl önce bu konuda oybirliğiyle aldığı anlaşılan bu kararı tamamen haklı, doğru, yerinde verilmiş bir karardır; öyle doğru, öyle haklı ve öyle yerinde bir karar ki, şimdiye değin topluluktan hiç kimse buna karşı durup, en küçük bir itirazda bulunmamış, hep saygıyla karşılayıp onaylamıştır. ‘Yedi Ulu Âşığı’ her yönüyle derinlemesine inceleyerek tanıyıp anlayınca sizlerin de, benim bu naçizane görüşüme ve topluluğumuzun yüzyıllar önce vicdanen almış olduğu bu soylu karara itirazsız katılacağınızdan eminim. Çünkü sizlerde, onların çok üstün nitelikli şiirlerinde yer alan düşünce, duygu yansımalarının güzelliği karşısında hepsinin ter ü taze, net ve temiz bir ortamda oluşan özgün, lirik, romantik, ateşli ve estetik bir aşk denizi olduklarını göreceksiniz. Onlar yaşamlarıyla ve her türlü yönleriyle nitelikli, donanımlı, yetkin/olgun kutsal birer zât olarak, her türlü övgü ve beğeniye layıktırlar; ürettikleri ölümsüz yapıtlarıyla, Alevi/Bektaşi
topluluğuna hayat veren onları renklendiren kişilerdir; şimdi tarihin ve şiirin yalın Batınî perspektifinden bizlere hüzünlü ama gururla gülümsemektedirler. Onların şiirsel serüvenleri birer roman ya da film gibi gözlerimizin önüne serilirken, biz onları yaşadıkları zulüm çağının ateşleri, baskıları, yıldıran takipleri ortasında sözcüklerden oluşan, kanlı şiir haritalarında izlerini sürmekten, yarattıkları kutsallık anaforlarında boğulmadan gezinmekten dolayı derin ve buruk bir kıvanç duyuyor, bu makale dizelerinde onları özümüzde âdeta yeniden yaşıyoruz. Yedi Ulu Âşık’lar hakkındaki akla gelen bazı soruları bu şekilde yanıtladıktan sonra, ana soruna girerek bu konudaki düşüncelerimizi açıklamaya çalışalım.
Yedi Sayısının Kutsallığı a) Genel olarak sayıların kutsallığı, zaman sürecinde Anadolu’nun o günkü toplum yapısı ve evren anlayışıyla sıkı sıkıya bağlantılı bulunmaktadır. Aslında yedi sayısının kutsal bir nitelik taşıdığı bilgisi, Anadolu’ya dışardan ithal edilmiş bir olgudur. Mısır, Sümer, Akad, İran, Hind, Hitit, eski Yunan ve Roma kültürlerinde bu sayının ayrı bir önemi, bambaşka bir yeri bulunduğu bilinmektedir. Yedi sayısının taşıdığı bu kutsallık başlangıcında bu kültürlerde, olaylarla, törenlerle, yaşanan kökensel bir ilişki içindeydi. Başlangıçta bu ilişkinin soyut inançlardan oluştuğu pek söylenemez; olayın kaynağında, doğayla insan arasında sıkı bir yaşam bağlantısı vardı, bu ilk kez Sümer uygarlığında kendini gösterdi. Yedi kat gök inancı ise, Babil, Sümer ve Anadolu halklarının din ve dillerinde zamanla gerçek yerini aldı. Bu bağlamda, yedi kat gök, yedi iklim, yedi kat yerin altı, yedi deniz gibi birçok terimde yer alıp, dinsel açıdan da mabetlerdeki makam ve kutsal alanlara hemen oturuverdi. Ondan sonra, Mısır ve Hititler yedi sayısına daha soyut açıdan önem ve kutsallık vermeye başladılar. Yani yedi sayısı bunlarda daha kutlu ve hayırlı sayıldı. Bu olgu, Anadolu’daki diğer ulus ve uygarlıklarda da yoğun biçimde bu yerleri korudu. Görülen o ki, yedi sayısı anılan kültürlere ilkin edebiyat yoluyla girmemiş, daha çok çağın anlayışına göre bilimsel nitelikli yolları tercih etmişti: Çocuk dişlerinin yedi yaşında çıkması, yedi yaşın bir dönüm çizgisi olması, ölüler için yedi gün yemeği verilmesi gibi motifsel terimler, bugün bile Anadolu halkının örf ve âdetinde, dilinde yer bulan antik motifler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu mekânlarda halen de yedi sayısıyla ilgili çeşitli inançların yanı sıra; yine yedi sayısıyla ilgili birçok töresel motifler türetilmiş, deyimler yaratılmış, bilmeceler uydurulmuştur. b) Ayrıca yedi sayısı, çok tanrılı yerel dinlerden tek tanrılı dinlere de geçmiş eski bir motiftir, bunun kaynağı ise İbrani dini ile Yeni Eflatunculuk kuramıdır. Yedi uyurlar, yedi gezegen, yedi kat gök, yedi kişi (Tanrı Ülgen’in yarattığı), yedi kapı, yedisini yapmak, yedi kollu şamdan, yedi dolaşma (Kâbe’deki bir tür tavaf), yedi bilge, yedi selâm (Mevlevilerde), yedi kule, Yedinci gün (Yahudilerde), yedi taş, yedi mühür, yedi kurban, yedi cin, yedi kez yıSayı 38
SERÇEÞME
BİR KİTAP
kamak (köpeğin su içtiği kabı), yedi kız, yedi tecessüd (gövdeleşme)-yedi oğul, yedi kez kuşak sarıp çözme (fütüvvet ehlinde), yedi kapılı makam (Sarı Kız söylencesinde), yedi mushaf, yedi bilge, yedi gün-yedi gece bu motiflerden sadece bazıları, bunların çoğu halk arasında bugün bile ayakta, dipdiri yaşamaktadır. Bütün bunlar ve benzerleri yedi sayısının bu coğrafyadaki yerini, önemini ve kutsallığını gösteren olgular olarak karşımıza çıkmaktadır. c) Keza İslâm dininde de yedi sayısının kutsallığı, önemi yadsınamaz örfî bir gerçek. Bu motif, tek tanrılı dinlerden ve Yeni Eflatunculuk felsefesinden şu ya da bu yolla İslâm’a, özellikle de tasavvufa geçmiş simgesel bir motiftir. Alevi/Bektaşilerde de yedi sayısı kutsal ve önemli yeri olan bir sayıdır. Üçler-Beşler-Yediler, Yedi farz, yedi deniz, yedi kat gök, yedi burç, yedi iklim, yedi padişah, yedi ayet, yedi mushaf, yedi kelâm, yedi harf, yedi tamu ve benzeri simgesel motiflerle çevremiz dopdoludur. Bu bağlamda Fatiha Sûresi bile, hem Kuran-ı Kerim’in bir özeti sayılır, hem yedi âyetten oluşur (Seb’ül-mesânî), hem de dört kitabın özeti/anası bilinir (ümm’ül-kitâb); bu suredeki yedi âyet, ‘Yedi Ulu Âşık’ın gerçek serçeşmesi sayılır, sanki onlar bu âyetlerden esinlenip beslenirler, onlardan ab-ı hayat, kevser içmiş gibi coşup esrikleşirler, Alevi/Bektaşi topluluklarında bunlar öyle kabul görürler. İşte ‘Yedi Ulu Âşık’ kavramında yedi sayısının temel alınmasının tarihsel ve bölgesel nedenleri, gerekçeleri bunlar ya da bu yakın motifler olsa gerek. Bütün bunlardan esinlenerek “Yedi Ulu Âşık” deyiminin soylu, yüce, ulu ve kutsal nitelikler taşıdığına tüm Alevi/Bektaşi canları tıpkı üçler, beşler, kırklar ve yediler nurundaki kutsallığın, dünyayı ve evreni yüce Tanrı adına yöneten güçler olduğuna içtenlikle inandıkları gibi; bu olguya da candan inanırlar. ‘Yedi Ulu Âşık’ deyimindeki yedi sayısının bu kutsallıklardan telmihen, çağrışım yoluyla geldiğini söylemek daha doğru ve gerçekçi olsa gerek. Yedullah sözcüğünde gizlenen bilgi, Allah’ın eli ve nurudur. Alevi/Bektaşilerin “Yedi” rakamına yükledikleri bu kutsallığı en üst düzeyde gördüklerine somut örnek olarak, Hacı Bektaş Dergâhı Postnişinlerinden Hamdullah Çelebi’nin Hakk’a yürümesi üzerine Âşık Veli’nin söylediği şu şiiri (yan sütunda) gösterebiliriz.
Niçin Bu Ozanlar Seçildi Ortak Özellikleri Nelerdir? 1. Seçim Şekli: Alevi/Bektaşilerin ‘Yedi Ulu Âşıklar’ arasına, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal gibi diğer büyük ozanlarının niçin alınmadıkları hususuna gelince, bu seçim ya da belirleme, temelde hem bir sistem meselesidir, hem de “Yedi Ulu Âşık”ın yaşadıkları ve bu belirlemenin yapıldığı 16., 17. ve 18. yüzyıllarda yaşamış Alevi/Bektaşi büyüklerinin düşünüp bu topluluğa sunarak kabul ettirdikleri, konuyla ilgili inanç ve düşüncelerin yansımasını gösteren bir sonuç belgesi durumundadır. Şöyle ki bu olgu, topluluğun o dönemlerdeki kamuoyunca oluşturularak gündeme getirilen örtülü bir gelenek oylamasının olumlu sonucu da sayılabilir. Dahası, Alevi/Bektaşi topluluğunun, tam olarak
Şubat 2008
ÂŞIK VELİ
Secdem Hamdullah’a Dedi Hüvel hümmet Allah dedi. Hüvel Allahüssemad dedi. Lem yelid velem yüled dedi. Velem yekün lehü dedi Küfven ahad entüm dedi. Niyazım var yedi yedi Beytüllah’ta âyet yedi, Secdem Hamdullah’a dedi Dergâh Hacı Bektaş Veli, Ol sultana entüm dedi Niyazım var yedi yedi, Secdem Hamdullah’a dedi Yer ile gök kat kat yedi Bu cihandaki hat yedi, Şah cihanda odur dedi Secdem Hamdullah’a dedi Bâ altında ismin koydu, Niyazım var yedi yedi Burç yedidir yıldız yedi, Üç sünnet yedi farz dedi Yedi tamuda göz yedi, Sendendir sana tamu od’u. Sırrından emin ol dedi, Secdem Hamdullah’a dedi Niyazım var yedi yedi Ali Hasan Hüseyin adı, Zeynel Bakır Cafer dedi Musa Rıza’ya erişti, Takî Nakî Askerî zâti Mehdi evvel, âhir tahtı, Niyazım var yedi yedi Secdem Hamdullah’a dedi Hak Cebrail’i saldı, Âdem yap diye emir kıldı Yetmiş yerden toprak aldı, Dört âlem bir olsun dedi Ruhun kalıba üfledi, Birliğim bilinsin dedi Niyazım var yedi yedi Secdem Hamdullah’a dedi Yedi yedi âyet yazdı, Taht’ın dört yanına düzdü İblis tavus imansızdı, Âdem’e secde et dedi Hayret Havva nasıl azdı, Yanıldı da buğday yedi Niyazım var yedi yedi Secdem Hamdullah’a dedi Yedi mushaf yatmış yedi, Yedi esma çatmış yedi Yedi derya katmış yedi Secdem Hamdullah’a dedi Bin iki yüz altmış yedi Veli’nin hocası idi, Niyazım var yedi yedi Secdem Hamdullah’a dedi
VAHAP ERDOĞDU
Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam ISBN 978-975-351-030-1 Ankara, 2007 13 cm x 19,5 cm boyutunda 240 sayfa
ONUR Yayınları Tel: 0312.417 00 08 saptanamayan bir tarihte bu büyük yedi ozanına, “Ululuk” sıfatını yakıştırmak suretiyle, onları sevip saydıklarını, beğeni görüşlerini, onları derinden benimsediklerini, tarih huzurunda isteyerek, övünçle, kıvançla bu tercihi kabul etmelerinin bir tür örtülü belgelendirilmesidir. Onun için yedi büyük ozanın bu toplulukça oy birliğiyle bu makama seçildiklerinin kabulü gerekir. Böyle ulvî bir makama seçiliş tarihi ile onlara “Ululuk” sıfatının veriliş tarihi ne yazık ki kesin olarak bilinmemektedir, zaten bilinemez de; çünkü bu tarih her Alevi/Bektaşi’nin istediği, kabullendiği gönlünde yazılı hale dönüştürdüğü kutsal bir tarihtir diyebiliriz. Ama bu tarihin kesin olarak bilinmesi de zaten olanaksızdır; bence bu tarihin bilinmesinin hiçbir önemi de yok. Önemli olan, böyle bir seçimin yapılmış olmasıdır ve bu yedi büyük ozana “Ululuk” makam, sıfat ve mertebesinin toplulukça uygun görülüp verilmesidir, bu sıfatın bir madalya gibi onların göğüslerine manen takılmış olmasıdır. Topluluk adına bu varsayımsal nitelendirme bile hepimize kıvanç, onur ve erinç veren bir durumdur. Bu derece donanımlı, büyük ozanlar yetiştirmek ve onları takdir edip bu sıfatlarla ödüllendirmek her topluluğa nasip olamaz bir şey. Hepimizin gıpta ile baktığı bu yedi ozanın yaşam öykülerini, düşünce yapılarını ve yapıtları olan şiirlerini okuyup öğrendiğinizde, bu nitelendirmelere daha çok hak vereceğinizden eminim. Elbette ki; Yunus Emreler, Kaygusuz Abdallar, Miratiler ve daha yüzlerce ozan yine bu topluluğun yetiştirdiği değerlerdir; dahası yüksek nitelikli şiirlerinden gurur ve onur duyduğumuz ozanlardır, bu makam ve sıfatlara onlar da elbette layıktır. Bu yadsınamaz bir gerçek ama o makama layık görülen yedi ozanın sistemle ilgili ortak yönleri, üstün özellikleri, nitelikleri, özgün farklılıkları olduğu da saklanamaz bir gerçek; bunlara açıklık getirip değinmek doğru ve hak bilirlilik olur kanısındayım. (Devam edecek)
25
SERÇEÞME
Âşık Meftuni ile Söyleştik Seda Coşkun
K
AHRAMANMARAŞ’ta 1949 yılında doğan Âşık Meftuni (Mustafa Doğan) yaşamını 1987 yılından beri Fransa’da sürdürüyor. Âşık Meftuni ile halk ozanlarının yükümlülükleri ve yaşadığı sorunlar üzerine sohbet ettik. Âşık Mahzuni Şerif, Meftuni’yi şöyle anlatır: “Ozanlığın bütün asil hatlarını ve gereklerini senelerdir muhafaza etmiş olup, şiirinde insan sevgisini, zulmünü, insan ezikliğini ve çağın baskıcı sistemlerini insanlığın ve inançların sağlam yanlarına dizelerinde mesaj olarak sunmuştur. Aynı toprağın, aynı ilin iki çocuğu olarak Âşık Meftun ile yıllardır gurur ve onur duydum...” Âşık Meftuni duygularını açık yüreklikle dile getiriyor: “Sanatımdan hiç ekmek yemedim, hep zarar gördüm, ama terk etmedim onu. Eserlerimizi okuyan kişiler hep bedavacı davrandılar.
‘Siz halk ozanısınız, size paranın ne anlamı var, sizler bizim babalarımızsınız, sizler bize yardımcı olun ki, biz bu yolu sürdürelim deyip, hep bedava eserlerimizi okudular’. Devam ediyoruz; haklarımızı yeterince alamıyoruz, bu uğurda evimiz de dâhil çok huzursuzluklar yaşadık. Hâlâ yaşıyoruz. Bu toplum halk ozanları yaşarken, onlara dilenci, beceriksiz gibi eleştirilerde bulunurlar. Öldükten sonra da onu insanüstü insan ilan ederler. Bu zayıf davranışından vazgeçip halk ozanlarına sahip çıkmaları lazım… Toplumu bu olaylardan dolayı uyarıyorum. Bizlere sağlımızda sahip çıkmalarını istiyoruz, ölünce ağlamalarını asla kabullenemem. Ölüye ağlanmaz. Ölmeyen tek şey insanlıktır, dürüstlüktür. En büyük ibadet de dürüstlüktür, dürüst olmayan kişi ne kadar ibadet ederse etsin, benim için bir tiyatrodur, başka bir şey olamaz. Çizgi film gibi bakarım ona ben.”
şarlardan ayrılan Kılıçlı aşireti, Kılıçlılar deniliyor. Biz 34 tane köy bir aradayız, burada Aleviler yaşıyor. Saz çalmaya nasıl başladınız? Ben sazı Alevi cem cemaatlerinde zâkirlik yapan, amcam Ulu Ahmet’ten öğrendim. Onun muhabbetlerinde, çalıp söyleyişlerinden etkilendim. Köyümüzde de çalan insanlar vardı, tabii onlardan da etkilenerek ilerledim. Başkalarına benzemeyen bir mızrap kullanarak sürdürüyorum. Bu benim kendime özel olan tarzım. Küçük bir saz alabildim, on beş liraya Ali Limoncu saz evinden, onunla yazdığım şiirleri besteledim ve İstanbul’a geldim. İlk olarak Cem Karaca ailesiyle tanıştım. Çocukluğunuzu anlatmakla başlayalım, doğdunuz köy nasıl bir yerdi? Kahramanmaraş’ın merkeze bağlı Öksüzlü köyünde doğmuşum. Köyümde, mütevazı ve yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğup büyüdüm. İlkokulu, Cemal Gürsel’in inkılâbından sonra yapılan okulda okudum ve oradan mezun oldum; imkânlarım olmadığı için ileriye dönük okullara gidemedim. Tabii okula gidemeyen, bir iş sahibi olamayan, sanatı olmayan bir kişi olarak, çapa işçiliğinden, hayvan otlatmaya, dağlarda gücüm yettiği kadarıyla işlerde çalışarak hayatımı geliştirmeye başladım, on üç yaşında da halk şairliğine adım attım. Köyünüzün Öksüzlü adını almasının bir hikâyesi var, bundan bahseder misiniz? Öksüzlü köyü olmasının nedeni; Birinci Dünya Savaşı’na gidenlerin geri dönmeyişinden dolayı, bu adı alıyor. Köyümüz o zamanlar yedi haneymiş, yirmi haneye yükselince, köy olarak nüfusa kaydedelim demişler. Köyümüzün yanı başında bir ziyaretgâh var, buranın adı Küpeli Kız. Neyi meşhurdur bu köyün neyle anılır denildiğinde; bir tarafımız zaten ziyarettir, bir de köyümüzde savaşa gidenler dönmedi, kadınlar dul kaldı, çocuklar öksüz. O zaman burayı Öksüzlü köyü yazalım demişler, Öksüzlü Küpeli Kız köyü olmuş. Köyümüzle onur duyuyorum, köy halkımız misafirperverdir, cana yakındır, tutkundur. Haksızlığa boyun eğmeyen bir yapısı vardır. Ben Avşar kökenliyim, İç Anadolu isyanlarında padişaha kafa tutup; “Ölen ölür kalan sağlar bizimdir, ferman padişahın dağlar bizimdir” diye çıkış yapan Dadaloğlu’nun sülalesinden geliyoruz bizler. Aşiretimize Av-
26
Kaç yılıydı İstanbul’a gelişiniz? 1967 yılında. O yıldan günümüze kırk yıl oluyor. Burada benim otantik çalıp söyleyişlerimi görünce çok hayret ettiler. O yaşta, âşıklık geleneğine gönül vermem onları etkiledi... Çocukluğumda hayalimde ya bir tiyatro sanatçısı olmak ya bir köyde ilkokul öğretmeni olmak veyahut da bir halk ozanı olmak vardı. Öğretmen ya da tiyatrocu olamadım, ama halk ozanlığını yapabiliyorum diyebilirim. Peki, sizi kim keşfetti, Cem Karaca mı? Onlar Âşık Mahsuni Şerif’i çağırdılar. Aşkın Plak’ın sahibini çağırdılar. Beni dinlettiler, o gün sabaha kadar muhabbet ettik, beraber çaldık, söyledik, Samanyolu stüdyosundan gün aldılar, bir hafta sonrasında da “Her şeyin başı paradır para” isimli ilk plağımı piyasaya sürdüler. Maraş olaylarının yaşandığı yıllarda siz de orada bulunuyordunuz, neler yaşadınız? O yıllarda benim Maraş’ta müzik aletleri satan bir mağazam vardı. Hangi yıllar arasındaydı? 1975’te başladı, 1978’in sonlarına doğru Maraş olaylarında yağma yapıldı, yakıldı, yıkıldı işyerlerimiz. Can güvenliğimiz kalmadığı için de iş yerlerimizi terk ettik. Bir süre köye çekildim; köyde çiftçilik yaptım, zarar ettim. Onun sonrasında bir evlilik yaptım. Bu evlilikten bir kızım var, adı Bircan. Ekonomik nedenler, bir yandan 12 Eylül darbesi geldi, bu nedenle konserler veremedim, kaset yapamadım. Kaçak yollarla yurtdışına gittim. 22 yıldan beri de Fransa, Paris’te ikamet ediyorum. Araba fabrikasında,
yine çeşitli işlerde çalıştım. Bir yandan da kaset yaptım. Orada, 1997 yılında Paris Alevi Kültür Derneğini kurdum ve başkanlık yaptım. Şiirleriniz neler anlatıyor, ağırlıklı olarak hangi konulara yer veriyorsunuz? Şiirlerimde hümanizmi severim, sofist düşünceyi her zaman severim, fakat mistisizmi asla kullanmam, tembel niyetidir çünkü mistisizm düşüncesi; bana ne, ona ne, sana ne, kime ne gibi., sözcükler. Riski severim, çünkü hayatın bütün alanlarında risk vardır. Ben hiç kimseye karışmayayım, sessiz sedasız çok efendi durayım diyerek iyi bir insan görüntüsü verebilirsin, ama bu tarz yaşamayı benimseyenlerin yaşaması çok zordur. Hasretlik, yoksulluk, gurbetlik, dışlanmışlık, ezilmişlik, horlanmışlık… Bunları yaşadığım için, şiirlerimde yer verdim. Yeri geldiğinde çok radikal şiirler de kullanmışımdır. Siyasi şiirler mi? Kısmen siyasi, kısmen teolojik düşünce. Türkiye’de Alevi toplumunun yaşam tarzını kabullenememiş bir sistemin karşısında basit sözler kullanamam, uyarıcı mesajlar veririm… Çünkü biz bu ülkeyi en çok sevenleriz. Halk ozanlığı bir vatanseverliğin başlangıcıyla gelir. Her ne kadar dünya kardeşliğini savunursan savun, önce sen kendi toprağında vatansever olmak zorundasın. Ben milli duygularıma çok önem veririm. İnsan sevgisi, senden başlıyor, sen nerdeysen orayı değerlendireceksin. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunda Alevi toplumunun büyük payı vardır. Yaşaması için de bütün risklere hazırız, kendimizi öyle hissediyoruz. Türkiye Cumhuriyeti bağnazlığa, yobazlığa, Arabizme, gericiliğe, işbirlikçiliğe karşı bir düzendir. Onun için biz Atatürkçüyüz, bir kez daha dünyaya gelsem, yine Atatürkçü olurum. Siyasi düşüncelerinizden bahsedelim. 1970 yılında askere gittim, İzmir Narlıdere’de istihkâm askeriydim. Yılmaz Güney üzerine bir plak okumuştum, ondan dolayı gözaltına alındım. Ufak tefek cezalar yaşadım. O zaman bana Yılmaz Güney’in bir tebriği gelmişti, o sıra kendisi de Selimiye’de yatıyordu. İzmir’in bende büyük anıları vardır. Geri geldiğimde de artık yine sazımı elime aldım. Gündemin siyasetinde taraf tuttuğum olmuştur, bütün sol kesimin içeride inim inim inlediği 71–72 muhtırasında biz Ecevit’i destekledik. Çünkü o ne ezilen, ne ezen hakça bir düzen istemiyle, 141, 142, 146, 454. maddeyi kaldıracak kararlar ala-
Sayı 38
SERÇEÞME rak, insanları özgürlüğüne kavuşturmak için çalışmalar yapmıştır. Siyasette aktif rol oynadınız mı? Ben hiçbir parti üyeliği yapmadım. Bağımsız çalıştım. Sol düşünce yanlış yapmış olursa ona da karşı çıkmışımdır. İllaki solcu olur iyi olur demedim, sağda da iyi insan var, solda da iyi insan var. Tümünü hiçbir zaman iyi kefesine koymadım. Müziğinizi herkes dinleyemiyor, yeterli kesime ulaşamıyor, bunu biliyorum. Bu durumda müziğiniz hangi çevreye hitap ediyor, dinleyici kitlesinin daha geniş bir alana yayılması için neler yapılmalı? Yaptığım müziklerin ayrıcalıklı olduğuna inanıyorum. Başka birinin yaptıklarına benzeterek müzik yapmam. Ben otantik bir kompozitörüm. İçimden gelen üzüntülerime, aşkıma ve isyanıma göre müzik yaparım. Zaten biz burada iken bir TRT vardı. 1975’te Âşık Mahzuni Şerif’le Kahramanmaraş Halk Ozanları Bizim Eller programını katıldım. Şu an CD’si elimdedir, arşivime koydum. Onun dışında özel televizyonlar yoktu, biz yurtdışına gittikten sonra özel televizyonlar başladı. Ben de 18 yıl bu ülkeye gelemeyince haliyle biraz uzakta kaldım. Yoksa benim daha önce yayınlanmış 22 tane taş plağım vardı, eserlerim çokları okumuş ve ismimi yazdırmamışlar. Bu nedenle bazılarıyla mahkemem olacak. Şu anda da okuyan sanatçılar var eserlerimi. Birkaç örnek verir misiniz? Âşık Ali Nurşani, Engin Nurşani, Zara, Cemile Sönmez, Sevilay Genç, Fatma Şahin, Fatih Kısaparmak, Ankaralı Coşkun, Aydın Ertürk, Cevahir Güzel… İlk olarak aklıma gelenlerden bazıları böyle. Eserlerini kime veriyorsunuz, çeşitli şartlar koyuyor musunuz? Ben sesi güzel olmayan, sesini beğenmediğim sanatçıya eserimi vermem. Bu benim temel prensiplerimdendir. Çünkü benim eserlerimde duygu vardır, duygusuz bir sese ben eserlerimi vermem. Okuyamaz, okuduğu zaman, dinleyenler bir zevk almaz. Onun için önemli kişilerin okumasını istiyorum ben, yoksa türküler ne kadar çok okunursa, o kadar güzelleşir. Benim türkülerimi okusa çok iyi olur diyebileceğiniz biri var mı? Tatlıses, Hasan Yükselir olabilir. Bayanlardan Zara’nın sesi güzeldir, Sabahat Akkiraz’ın sesi güzeldir. Bu gibi sanatçılar okurken güzel okuyorlar, eserleri tam okuyorlar. Saz çalmaya ve ozanlığa karar verdikten sonra feyz aldığınız, sevdiğiniz, yakın bulduğunuz ozanlar var mı? Ben Âşık Veysel’i, Pir Sultan Abdal’ı, Şah Hatayi, Virani, Dertli gibi büyük ozanlarımızı, Davut Sulari, Mahsuni Şerif gibi ozanlarımızın üretici dehasını örnek aldım, kabullendim, sevdim. Onlar gibi bende iz bırakan bir insan olabilir miyim diye uğraşıyorum. Tabii onlar kadar olamam, ama iz bırakacağıma inanıyorum. Zor günlerinizde size bir nevi can yoldaşlığı yapan ozanlardan, özellikle Âşık Mahzuni’den bahsedelim, nasıl bir ilişkiniz vardı, neler paylaştınız? Mahsuni Şerif ile biz eşi Suna Hanım’ın vefatından sonra sık görüşmeye başladık. İstanbul’da beraber günlerimiz geçti.
Şubat 2008
Kaç yılında tanışmıştınız? 1967’de tanıştık. 1975 yıllarına kadar sıkı ilişkilerimiz oldu, uzun bir ayrılıktan sonra Paris’te karşılaştık, 1997 yılında, üç, dört gün bir arada kaldık. Âşık Daimi ile merhabamız vardı. Davut Sulari’nin cemiyetlerinde bulundum, fakat yaşım uygun olmadığı için onunla samimiyetim olmadı, Muhlis Akarsu arkadaşımdı, benim “ne sevdiğin belli ne sevdiğim” adlı eserimi kendisine mal etti, müzik ve sözlerinde değişiklik yaparak. Feyzullah Çınar ile samimiyetim vardı, Haydar Akbaba’yla, Ali Ekber Çiçek’le, Mahmut Erdal’la, Nesimi Çimen’le, ayrıca onun evinde kaldım. Ruhi Su ile aile dostluğumuz vardı, köyümüze kadar gelip misafirimiz olmuştu. Bende onlarda birkaç kez kaldım, Nişantaşı’nda oturuyorlardı kendileri. Âşık Meçhuli’yle ilişkilerim devam etti. Âşık Ali Nurşani’yle merhabamız vardı. Ozan sıfatıyla kabul görmüş insanlarla çoğunlukla ilişkilerimi sürdürdüm. Yurtdışında sanat yaşamınız devam ediyor, hangi müzik evlerinde sahne alıyorsunuz? Paris’te bazı halk gecelerine katılırım, gecenin karakteri benim için çok önemlidir, ne amaçla yapılıyor, eğer amacı dışında kullanılacak bir geceyse asla gitmem, gitmemek için mazeret gösteririm. Çevresi tarafından sevilen insanların düğünlerine de bazı durumlarda giderim. Ancak tavırlarını, bizimle olan bağlarını beğenmediğim, düşüncelerimize yakın olmayan kişilerin, düğünlerine dahi gitmem. Derneklerle ilişkileriniz nasıl? Derneklerin bazı durumlarından şikâyetçiyim. AABF gerçek halk ozanları toplantısı yapıp, bu insanları toplumun sesi olarak, toparlayıp konuşturmuyor ve toplumunun önüne düşürmüyor, bu büyük bir hatadır. Hiçbir zaman akademik ve teknik bir yönetimle, düşünceyle bu toplumu bir araya getirip güç kazandıramazlar, bunu unutsunlar. Kürt Alevi, Türk Alevi sözcüğüne karşıyım, Alevi Alevidir. Caferiler demek, Ehlibeytler demek, bunlara da karşıyım. Sadece Anadolu Aleviliğinin genel yapısı bizi ilgilendiriyor. Çünkü Anadolu Aleviliği, kendisini geri çağdaki yaşam tarzına entegre etmiyor, gelişen dünya koşullarına göre kendisini değiştiriyor, çünkü Hz. Ali’nin de bir sözü vardır. Bunu Marks’a bağlamışlardır. “Hayatta değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir.” Bugünkü Alevilik istediğiniz gibi değil, nasıl görüyorsunuz, nasıl yorumlarsınız, gerçi bu konuya değindiniz, biraz daha açmak istiyorum, istenilen düzeyde değil, ne yapmak gerekiyor? Aleviliği gerçek anlamda yaşatan köy Aleviliğidir. Şehir Bektaşi-Aleviliğinin Aleviliği toparlayacağına inanmıyorum. Sistemin baskılarının acımasızlığına karşın, en iyi şekilde, eksikleri de olmak kaydıyla, köy Aleviliği bugüne getirmiştir. Hem Türk dilinin, Türk kültürünün, hem de Aleviliğin bugüne kadar yaşamasının halk ozanlarına bağlıyorum. Dedeler bizim türkülerimizle, o insanları tutmuşlar, bizim mesajlarımızla. Çünkü dedelerin okuduğu eserler hep halk ozanlarının okuduğu eserlerdir. Halk ozanlığı günümüzde geçerliliğini sürdürüyor mu? Çok halk ozanıyım diyen insan var, ama çok az halk ozanı vardır. İsimle halk ozanı olunmuyor, fiiliyat önemli, ahlak önemli, kişilik önemli, bilinç önemli, samimiyet önemlidir.
Türkiye ile bağlantılarınız ne boyutta? Türkiye’yi çok seviyorum, fakat Türkiye’nin çok tehlikeli bir ortama düştüğünü gördüm. Ondan dolayı üzgünüm. Dış güçler birinci derecede kültürüne el atıp yozlaştırıyor, kültürden sonra ahlaki değerlerini erozyona uğratıyor. Bir dağın; ormanlarını, çiçeklerini, otlarını, dolu ve biçimsiz bir yağmurun götürmesiyle o dağın hiçbir güzelliği kalmaz. En ufak bir yağmur sele dönüşür. Şu anda kültürel bir erozyon başlatılmış, bu kültürün içindeki güzellikler yavaş yavaş erozyona uğruyor ve sonunda sele dönüşür diye korkuyorum. Fransız yerel sanatçılarından bahsedelim. Fransa’nın kendisine göre halk şairleri, kompozitörleri vardır. Mesela bir Ermeni var, çok yaşlıdır, onun besteleri, şu an çok pahalı bir şekilde satılıyor. Kendisi, onun tadını, lezzetini yaşam olarak çıkaramadı, ama en sonunda kavga etti, seksenin üzerindedir yaşı. Şimdi Fransa’da en çok tutulan da onun eserleridir. Fransız şarkılarında genellikle sevgi işlenir, acı ve kırıcı cümleler kullanılmaz, onun için nazik bir dil olarak bilinir. Sivile olmuş, sivilizasyon demek zaten medeniyetin kendisi demektir. Sivilize edilmiş, medenileştirilmiştir. Yakın zamanda gerçekleştirmeyi düşündüğünüz projelerinizi öğrenebilir miyiz? Kafamın içinde çok projeler var tabii. Bir tanesi buradaki kültürü, yurtdışındaki gençlere sevdirmek, yaşatmak. Bir tanesi, aynı düşünceyi Anadolu’ya yerleşerek uygulayabilmek, diğeri de kendisini burjuva gösteren, bozulan bir yapının içine gelerek, bu işe dur diyecek bir örgütlenmeyi düşünüyorum. Burada bizim görev almamız doğaldır, çünkü biz halk ozanıyız, halk ozanları kabuğunda kalmamalıdır, kabuklarını kırmalıdır, topluma önderlik yapmayı bilmelidir, biz en ağır yükü üstlenmişiz, en zor görevi üstlenmişiz. Peki, öncelik vereceğiniz ilk projeniz hangisi olacak? Öncelikle Anadolu’yu düşünüyorum, çünkü her şey oradadır, Maraş’ta da olur, Antep’te de olur, Malatya’da da olur. Buradaki hayat anlayışını benimseyen insanlar toplum duygularına dönemiyor, geçmişini irdelemiyor, şeceresini alıp okumuyor. Okuyamadığı için de dar bir çerçeve içerisinde gelişen teknolojinin, hayat tarzına kendini kaptırmış. İstiyor ki; pahalı bir telefonum olsun, hiçbir şeyim olmasın, istiyor ki bir tek arabam olsun, hiçbir şeyim olmasın, evim olsun bir tek yaşarım diyor. Hayır, bu doğru değil. Önce sağlam yaşamayı, dürüst yaşamayı, iyi örnek olmayı projemize koyup yola çıkmalıyız, öbürleri olur, er geç olacaktır. Bizler çok imkânsız yaşadık, ama umutsuz yaşamadık. Bu toplum insanı yerden yere de vurabilir, zirveye de çıkarabilir. Şu anda laçka edilmiş bir ortam var. Burada artık toplumsal düzenin yara aldığını, aile düzeninin şüpheli duruma düştüğünü görüyoruz. Aile toplum olmanın çekirdeğidir. Bireyler nasıl toplum olur; bir bekâr kişi evlenir bir eşi olur, iki kişi olurlar, çocukları olur. Çocukları evlenir, birbirlerine amca olur, teyze olur, hala olurlar. Derken bir toplum olurlar. Toplum olmanın yolunda, çekirdek kadro olan aile çok önemlidir. Söyleşi için çok teşekkür ediyorum.
27
SERÇEÞME
K
ÜLTÜREL haklar ve kimlik konusuna gir meden önce “kültür” ve “kimlik” sözcükleri üzerinde durmak istiyorum. Gündelik yaşamımızda sıkça konuştuğumuz bu iki kavramı açmak gerekiyor. Kültür, tarih ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan tüm maddi ve manevi değerler ile bunları sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü olup, çok yönlü bir kavramdır. Toplumsal grupları düzenleyen düşünce, sanat, etnisite, inanç, dil ile gelenek ve görenekleri içine alan bir bütündür. Bu nedenle kültür halkbilimini, sanatı (müzik, resim, dans), giyim-kuşamı, beslenmeyi, inancı, mimariyi ve tüm inançsal ritüelleri de kapsar. İnsan soyu kendi özünü, benliğini, kültürü aracılığı ile açıklar. Bu nedenle de kültür, insanlığın evrensel boyutunu, gücünü oluşturur. Kültür, insan eliyle ortaya çıkmış olan değerlerin tümüdür. Bu ürünler/ değerler, belli insan grubu, belli bir sınıf ve ulus için, hatta insanlık için değerlidir. Bir toplumda geçerli olan ve gelenek durumunda süregelen her türlü duygu, düşünce, dil, mimari, sanat ve yaşayış öğelerinin tümüdür. Dinler yalnızca inanç esaslarını belirlemez. Aynı zamanda sosyal oluşumlardır. Ahlaki düşünceler, ibadet biçimleri ve ritüeller, dinin sosyal yönünü belirler. Dinsel olayları; * İnançlar/duygular, * İbadetler/ritüeller olmak üzere sınıflandırabiliriz. Bazı eleştirilere karşın antropolojik/ etnografik kültür tanımını E. B. Taylor yapmıştır: “Kültür ya da uygarlık, geniş etnografik anlamında insanın bir toplum üyesi olarak edindiği bilgi, inanç, sanat, ahlak, yasa, âdetler ve diğer yeti ve alışkanlıklar içeren karmaşık bütündür.” Kısa bir tanımıysa; “Anlam, değer ve öznellikler oluşturan bir dizi maddi pratiktir.” 1 “Günümüzde kültüre, bir toplumun ya da toplumsal bir grubun karakterine damgasını vuran tinsel ve maddi, düşünsel ve kolektif ayırt edici özelliklerinin bütünlüğü gözüyle bakılabilir. Kültür, sanat ve edebiyat’ın yanı sıra, yaşam tarzlarını, insan varlığının temel haklarını, değer sistemlerini, gelenekleri ve inançları da kapsar.” 2 Bu tanımlama belli bir grubun kültürünün karakterini ortaya koymak için, o kültürün “ayırt edici özelliklerini” öne çıkardığından, böylelikle kültürel kimlik kavramına da netlik getirmiş olmaktadır.
Kimlik Kısaca bir aidiyet olayı, bir birlik, bir bütünlük duygusu, bir sahiplenmedir. “Bir insanın yerel, bölgesel, ulusal topluluğuyla ve bu topluluğu belirleyen ahlaki ve estetik değerler ve dille kendiliğinden özdeşleşmesi, bu topluluğun tarihine, geleneklerine, törelerine ve yaşam tarzlarına sahip çıkma biçimi; ortak bir yazgıya katlanma, bu yazgıyı paylaşma ya da değiştirme duygusu; sürekli olarak kendi görüntüsünü yansıtan, eğitim yoluyla kişiliğini oluşturmasını ve çalışarak bu kişiliği geliştirmesini sağlayan kolektif bir ben’de
28
DİN VE İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ AÇISINDAN ALEVİLER
Kültürel Haklar ve Kimlik Kamil Ateşoğulları yansılanma biçimi, işte kültürel kimlik, her şeyden önce budur. Aynen bu biçimde ortaya çıkmasa da ya da sınırları az çok farklı olsa da kültürel kimlik, her insan için dünyayla ve toplumsal bütünle ilişkilerini olumlu ya da olumsuz yönde belirleyen bir tür temel denklem işlevini görür. Oysa günümüzde, halkların kültürel yaşamının temelini oluşturan şeyin tehdit altında olduğu gittikçe daha açık bir biçimde görülmektedir. Yerel kültürlere yabancı kültürel modellerin dünya çapında yayılması, basın-yayın ve kitle iletişim araçlarının olağanüstü yankıları, üretim tarzlarının evrenselleştirilmesine bağlı olarak zevklerin ve yaşam biçimlerinin standartlaşması, kimi geleneksel değerlerin yitip gitmesi ve yeni değerlerin güçlükle boy göstermesi, birçok toplumun, tehlike altında olan kültürel kimliklerini koruma, savunma ve geliştirme konusundaki kaygılarını açıklamaktadır.” 3 Hiçbir kimlik sabit ve türdeş değildir, öncesiz ve sonrasız değildir. Koşullara ve gereksinmelere göre hangi kimliğin öncelikli olduğu zamanla değişebilir. Ülkemizde 1980 öncesi ve 1980 sonrası kimliğe verilen değer ve kimlik önceliği ayrı olmuştur. 1980 sonrası kimlik üzerinden siyaset yapılması da bir gerçekliğimizdir. Kültür ve kimlikler içiçedir ve etkileşim içindedir. Etkileşimin kendine benzetmeye dönüşmemesinin tek yolu, devletin demokratik bir yeniden yapılanmaya gitmesidir. İçinde bulunduğumuz yeni bir anayasa süreci yalnız içerik ve kapsam olarak değil, katılımcılığı esas alan bir süreç olarak değerlendirilirse, bir fırsat değerlendirilmiş olacaktır. Farklı kimliklerin yalnız bireysel olarak özelde değil, siyasal alanda da temsili gerekir. Ancak böylece “çoğulculuk” ilkesi gerçekleştirilmiş olur. İnsana özgü bir kavram olan kimliğin iki bileşeni vardır: * Tanımlama ve tanıma * Sahiplenme/ aidiyet Bu bağlamda da kimliği, mensubiyete göre: * Etnik kimlik * Dinsel kimlik * Ulus kimliği * Sınıf kimliği * Cinsiyet kimliği * Coğrafi kimlik (bölge, köylü, kentli gibi) olarak sıralayabiliriz.
Alevilik ve Sorunları İnanç ve metafizik boyutu bir yana, sosyo-psikolojik açıdan dinin toplum ve bireyler üzerindeki derin etkisi yadsınamaz tarihsel bir gerçekliktir. Ayrıca, bireysel kimliğin ve grup kimliğinin oluşması açısından yüklendiği işlev de küçümsenemez. Bu açıklamadan sonra “emik” bir yaklaşımla ve Amin Maalof’un belirttiği gibi “insanlar en fazla saldırıya uğrayan aidiyetine mi sarılma eğilimindeler?” saptaması gereği ben de Alevilik ve sorunlarına değineceğim.
Alevilik Orta Asya, Ön Asya, Orta Doğu ve Mezopotamya kökenli birçok din, inanç, öğreti ve kültür mirasının, Anadolu’da uzun bir süreçte değişik sosyo-ekonomik ortamlarda yeniden yapılanmasıyla kendi kendini yaratmış, bağdaştırmacı (senkrenik), sezgici (gnostik) ve kamu tanrıcı (panteist), ezoterik (bâtıni) bir inanç sistemidir. Bir kültür ve yaşam biçimidir. “Her şey eşittir ve birdir” anlayışıyla, doğada/ evrende var olan varlıkların birliği (vahdeti mevcut) felsefesini savunan Alevilik, toplumsal ve tarihsel bir olgu, bir gerçeklik olup, onu tek bir din ya da inanç yapısı içinde düşünmek ve yorumlamak olanaklı değildir. Alevi felsefesi maddi olan “ben” ile ideal olan “ben” arasındaki ilişkinin tasarımını yapar ve açıklamasına çalışır. Kabul ettiği hoşgörü, hümanistlik (insancıllık) ve “her şeyde birlik” arayışı ona dinler üstü bir kimlik kazandırdığından da evrenseldir. Sünnilik (Ortadoksi) “İlm-i İlahi’yi”, öbür dünyayı, ümmetçi bir toplumu, kaderciliği ve dogmatizmi esas alırken, Alevilik “İlm-i İnsan”ı, bu dünyayı, toplumsal yaşamı, gelişim, değişim ve eşit bölüşümü esas alan ve “insan”ı merkeze koyan bir inanç ve öğretidir. Varlığı “var olma” durumuna getirenin akıl ve bilinç olduğunu kabul eder. İktidara eleştirel yaklaştıkları için de hep dışlanmış ve ötelenmiştir. Gerek bir inanç olarak gerekse ibadet biçimi yönleriyle Sünnilikten farklıdır. İbadet biçimi olarak kabul ettiği “cem”i, “cemevleri”nde yaparlar, camiye gitmezler, Hacca gitmezler. Diyanet İşleri Başkanlığı’nca atanmış maaşlı din adamları yoktur, böyle bir istemleri de yoktur. Özetle: Alevilik Tanrıyı, evreni ve insanı kendince algılama ve yorumlama biçimidir. Bu yönleriyle de Anadolu’nun yadsınamaz bir gerçekliği ve kültürünün temel taşlarından biridir. Tüm bunlara karşın, her dönemde (Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet) siyasal erkin genel ve değişmez eğilimi “tek etnik yapı” ve “tek inanç” olup, bu yaklaşım ve anlayış Anadolu’nun tarihsel ve toplumsal gerçeklerine ters düşer. Çünkü Anadolu, bir uygarlıklar beşiği ve kavşağı, bir inançlar ve kültürler çeşitliliğinin coğrafyasıdır. Aslında, Cumhuriyet yönetiminin yeni olarak ilan ettiği ideolojilerin arkasında, Osmanlı’dan devraldığı statü toplumunun değerlerini koruma anlayışı vardır. Bu “tekçi anlayış” ve bu anlayışa göre yapılanma, yapıyı ve kurumları sürdürmeye yönelik hukuk düzeni ve yasalar, yaklaşımlar, toplumsal barışı bozan temel yanlışların kaynağıdır. Oysa insanlık tarihten; Tekçi anlayış ve uygulamaların, zorun ve baskıcı sistemlerin, otoriter yönetimlerin düşünsel beslenme kaynağı olduğunu; Böylesi bir coğrafyada “tek etnik yapı” ya da “tek inanç”tan söz etmek olanaksızdır. Bu durum, çeşitlilik, çoğul yapı bir zenginlik kaynağı ve bu zenginliğin yarattığı olumlu bir dinamizmdir. Çoğulculuk ve çeşitlilik bir zenginlik olup günümüz dünyasında kültürel, dilsel ve dinsel açılardan homojen/ uyuşumlu bir ülke
Sayı 38
SERÇEÞME
“Herkesin kimliği olarak kabul ettiği şeye yeni yüzyıl, yeni bin yıl boyunca gitgide daha fazla önem kazanmaya aday yeni bir bileşen katabilmek: İnsanlık macerasına da dâhil olma duygusunu” (A. Maalauf - Ölümcül Kimlikler) kalmamıştır gerçeğini öğrenmiş bulunmaktadır. (İstisnası: İzlanda ve Kore) Eğer bir inanç ve felsefi düşünce, en değerli varlık olarak “insan”ı görüyor ve “insan sevgisi”nin en üstün değer olduğunu kabul ediyorsa, hiçbir inanç ve kültürü, diğerlerinden üstün göremez. Kendisini “asıl öğe”, “biz” görüp, kendi gibi düşünmeyen ve inanmayanı da “öteki” sayamaz. Çoğulculuk günümüzün yadsınamaz bir gerçekliği olarak dar düşünce kalıplarını zorlamaktadır. Bu konuda değişim ve gelişme; insanın, toplumun ve devletin demokratikleşmesi ve demokrasi kültürünün içselleştirilmesine bağlıdır. Çözüm yolu, 85 yıllık Cumhuriyet’in günümüzde geçerliliğini yitirmiş tekçi anlayışın kurumlar ve yapısının toplumsal ve tarihsel gerçekler ve gerekler doğrultusunda değiştirilmesi, özetle Cumhuriyet’in demokratikleşmesinden geçmektedir. Genelde devletler merkeziyetçi yapıdadırlar. Model/ kurgu/ paradigma bu anlayışa göredir. Merkeziyetçiliğin tonu da ülkelere göre değişmekte olup, o ülkenin jeostratejik durumu, etnik ve inanç yapısı, tarih gibi etkenlere göre değişir. Artık uzlaşarak, ortak paydalar bularak, temel mutabakatlar sağlanarak birlikte, bir arada yaşamanın yollarının arandığı bir dünyada yaşıyoruz. Bugün, kuşku ve korkulardan kurtularak “değişik kültürleri” bir bölünme/ parçalanma nedeni görmeden önce kafaları/ mentaliteyi sonra da yasalar, kurumlar ve yapıyı değiştirerek aslında geç kalınmış değişiklikleri bütünsellik içinde gerçekleştirerek, gelişimin sağlanması gerekiyor. Ayrıca, yasalarda değişiklik yapmak yetmiyor, içtenlikli uygulamalar da kaçınılmaz bir zorunluluk ve görev olarak karşımıza çıkıyor. Önümüzde yol gösterenimiz/ kılavuzumuz da var: Kopenhag Kriterleri. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden, Kopenhag Kriterleri’ne geliş sürecinde temel sorun, erki elinde bulunduran siyasal örgütlenme olan devlet karşısında “insanın nasıl korunacağı ve özgürleşeceği” olmuştur. Birleşmiş Milletler, Özgürlükler Özel Raportörü Abdullah Amor’un 1997 yılında hazırladığı raporda, Müslüman olmayan azınlıklar ile Alevilere yönelik ayrımcı, âdil ve eşit olmayan düzenleme ve uygulamalara değinilmiştir. Ayrıca din ve ahlak öğretimi ile Diyanet İşleri Başkanlığının örgütlenmesi ve çalışmaları örneklerinde olduğu gibi pratikte Alevilerinki dâhil tüm diğer yorumları dışlayarak yalnızca Sünni/ Hanefi öğretisine yer veren Devletin tutumuna da vurgu yapmıştır. Aleviler, gerek Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nca hazırlanan 1992 tarihli bildirgede belirtilen, gerekse diğer uluslararası belgeler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatları doğrultusunda ortaya çıkan;
Şubat 2008
* Varlıklarının korunması * Dışlanmama * Ayrımcılığa uğramama * Zaman içinde eritilmeme (asimile edilmeme) koşullarına uyulmasını istemektedirler. Barış, yalnızca savaş halinin son bulması değil, her türlü şiddet ve baskının ortadan kalkmasıdır. Bir toplumda barış içinde, bir arada yaşanması ve barış ortamının oluşturulması/ sağlanması; insanı maddi ve manevi olarak alçaltan özgürlükleri ve hakları kısıtlayan, kullanılmasını önleyen tüm eylem ve davranışların son bulmasıyla sağlanabilir.
Alevilerin İstemleri Uluslararası belgelere, insan haklarına ve özgürlüklere dayalı bir “toplumsal mutabakat sözleşmesi” olan eşitlikçi, özgürlükçü ve çoğulculuğu temel alan demokratik bir Anayasa ve ilgili yasalarda değişiklik yapılarak Anayasa’nın uygun duruma getirilmesini, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal bir kurum olmaktan ve “genel idare yapısı”ndan çıkarılarak, tüm inanç temsilcilerinin yer aldığı “İnanç işleri Üst Kurumu/ kurulu” oluşturulması ve bu kurumun “hizmet verme” kurumu değil, “düzenleme ve denetleme” ile görevlendirilmesini, Zorunlu din ve ahlak dersinin kaldırılması bağlamında Avrupa İnsan Hakları Mahkeme’sinde, İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesinin 9. maddesi ve Ek 1 protokolün 2. maddesine aykırılık gerekçesiyle karara bağlandığı gibi Anayasa’nın 24/son maddesindeki “zorunlu din ve ahlak eğitim ve öğretimine” son verilerek Alevi çocuklarına uluslararası belgelere de aykırı olarak yapılan psikolojiksistematik işkenceye son verilmesini, Zira “zor”un olduğu yerde özgürlük yoktur. Sistematik işkence; bir kimseyi kendi istenci dışında eğitim ve öğretime tabi tutmadır. Ayrıca bir zorlama; * Bilerek ve bir amaca yönelik olarak yapılıyorsa, * Ülke çapında, yaygın olarak yapılıyorsa, * Sürekli (bir eğitim boyunca) ve periyodik olarak yapılıyorsa, bu, insanlık dışı bir sistematik işkencedir. Alevi köylerine zorla cami yapılması ve cami olmayan köylere imam atama uygulamasının durdurulması ve cem evlerinin AB Komisyonu’nun 2004 İlerleme Raporunda da sözedildiği gibi hukuksal güvence altına alınmasını, Alevi kimliğinin tanınmasını ve kendi özgünlüklerini yaşamalarının ortamının hazırlanmasını ve dışardan kendi inançsal kimlikleri için tanım yapılmamasını, Kendi dışlarında yaratılacak bir temsiliyetin kabul görmeyeceğinin bilinmesini, Bu güne kadar sürdürülen inkâr, imha ve görmezden gelme politikalarının yeni bir siyaset biçimi olarak gündeme getirilen “yeni açılım” ve “sorun çözme”lerin terk edilmesini (Son girişimden ders çıkarmaları gerekir.) 667 Sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bir Takım Ünvanların Men ve İlgasına Dair Yasa’nın 1. maddesinin 2. fıkrasındaki Alevi-Bektaşi din adamlarına yönelik aşağılamaların çıkarılmasını ve Alevi- Bektaşilerce “Serçeşme” olarak kabul edilen Hacı Bektaş Dergâhı’nın Kültür ve (Devamı 30. Sayfada)
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49 221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49 179.207 20 65 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50
29
SERÇEÞME (Baştarafı 29. Sayfada)
Kültürel Haklar ve Kimlik Turizm Bakanlığına bağlı bir müze olmaktan çıkarılarak gerçek sahiplerine verilmesini, bu Dergâhtan alınan elyazması kitapların ve diğer eşyaların geri verilmesini, yurtdışına çıkarılan eserler için gerekli girişimin yapılmasını, Madımak Oteli’nin Solingen de yapıldığı gibi bir “müze” olmasını, Her Muharrem ayında TRT radyo ve televizyon kanallarında Alevi örgütlerince program yapılmasını, AB Komisyonu, Parlamento ve Konseyi’nce 2004 yılı İlerleme Raporunda yer alan hususların yerine getirilmesini, bunun da çözüm yerinin Türkiye olduğunun ve birlikte çözüme hazır olunduğunun bilinmesini, Bu ülkenin, eşit haklara sahip yurttaşları olmak ve vatandaşlık hukukunun demokratikleşmesini, istiyorlar.
Toplumsal Barış: Din ve İnanç Özgürlüğünün Gerekleri Barışçı bir toplum, ancak bir “toplumsal sözleşme” ile kurulabilir. Toplumumuzda, toplumsal grupların bir araya gelerek uzlaşmaya dayalı bir “ortak payda” arama, farklılıkların birbirini kabullenerek “bir arada yaşama” gibi bir gereği yerine getirme kültürü ne yazık ki henüz oluşmamıştır. Toplumsal yapımız içinde, yığınlarca sorunlarla kuşatılmış, horlanmış, dışlanmış, ayrımcılığa ve hak ihlallerine uğramış bir kesim olarak Aleviler de bulunmaktadır. Ülkemizde kalıcı ve onurlu bir barışın ve demokrasinin yerleşmesini isteyen farklı inançların, farklılıklarıyla birlikte eşit koşullarda ve özgürlük içinde bir arada yaşamasını isteyen güçlerin; yeni bir toplumsal yapıyı kurma projesi/ tasarımı için çözümler üretmeleri, değişim ve gelişim projelerini/ tasarımlarını birlikte yaşama geçirmenin ortak mücadelesini vermeleri gerekir. Demokrasi, bir birlikte yaşama kültürü olup, yalnızca ayrımcılık yapılmaması yetmez, uzlaşmanın da sağlanması gerekir. Farklılıkları olduğu gibi kabul ederek, sevgi ve hoşgörü göstermek, farklı kimliklerin birbirine bağlılığını arttırır ve giderek uyumlu bir birlikteliğin yolları açılır. Bu uyum, toplumsal barışı ve aynı zamanda refahı da getirecektir. 4
Din ya da İnanç Özgürlüğü * Hiçbir kimseye, din ya da başka inançtan gerekçesiyle herhangi bir devlet, kurum, grup ya da kişilerce ayrımcılık yapılamaz, hoşgörüsüzlük gösterilemez. * Tüm devletler ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamın her alanı ile ilgili olarak ayrımcılık yapılmaması için gerekli önlemi almakla yükümlüdür. Bu bağlamda da; * Vicdan, inanç ve din özgürlüğü, bir dini ya da inancı benimseme, tek başına açık ya da özel olarak ibadet uygulama ve öğretmeyi, * Bir din ya da inancın açığa vurulmasını, * İbadet ya da toplanma amacıyla ibadet yerleri kurma ve korumayı,
30
* Bir din ya da inancın tören ya da törelerine ilişkin araç ve gereçleri yapma, edinme ve kullanmayı, * İlgili metinleri yazma, yayınlama ve yaymayı, * Din ya da inancı uygun yerlerde öğretmeyi, * Din ya da inancın öngördüğü liderleri yetiştirme, atama ve seçmeyi, * Din ya da inancın bayram ve özel günlerini kutlamayı, * Başka bir etnik yapı ya da dinden, inançtan olan bir çocuk, ait olduğu toplumun diğer üyeleri ile birlikte kendi kültüründen yararlanma, kendi dinine inanma, uygulama ve kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılmamayı içerir.
Son Söz Sorular Selçuklu ve Osmanlı dönemini gündeme getirmeden Cumhuriyet dönemini ele aldığımızda yukarıda sıralanan Alevilere yönelik hak ihlalleri konusunda; demokrasi ve özgürlük mücadelesi veren güçlerin neyi nereye kadar yaptıkları ortada: * Varlığı ve kuruluş yasası’nın 1. maddesi Anayasa’nın 2 ve 136. maddesine aykırı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapılanması ve uygulamalarına karşı çıkıldı mı? * Zorunlu din derslerinin bir haksız uygulama olduğu pedagojik - psikolojik yaralar açtığı ortada ve yalnız Alevileri değil, çağdaş eğitim isteyen herkesi ilgilendiriyor. Aleviler
çeşitli davalar açtılar ve yasal yollara başvurarak bir çıkış kapısı aradılar. Bu hak alma mücadelesine ne kadar destek verildi? * Alevilerin ibadet yeri olarak kabul ettikleri cemevleri konusunda, yetkililerce aşağılamalar yapıldığında karşı çıkıldı mı? * Katledilmesi içimizde bir acı olan 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ın adının yanında Madımak’ta yakılan 12 yaşındaki Koray Kaya’yı da andık mı? * Yasalardaki anti-demokratik düzenlemeler dile getirildi mi? Siyasi Partilerin program ve bildirgelerinde, çeşitli örgütlerin yıllık raporlarında ve çalışma raporlarında yer aldı mı? Ne kadar yer aldı? * Tüm bunlar, Alevilere yönelik tutumlar ve hak ihlalleri Alevilerin sorunu olmaktan çok Sünnilerin sorunudur. * “Biz Sünni inançlı demokratlar, eşitlik ve özgürlük mücadelesi verenler bu haksız düzenleme ve uygulamalara karşıyız” diye bir Sünnilik Bildirgesi yayınlamayı düşünüyor musunuz? Zamanı gelmedi mi? Kendini egemen sayanın özgürlüğü, öteki’nin özgürlüğü kadar değil mi? NOTLAR: 1. Jordan – Weedon 1995. 2. Kültür Politikaları Üzerine Dünya Konferansı, Meksiko, 1982. 3. UNESCO- Mimarlar Odası-Kültürel Gelişmenin Dünya On Yılı ve Türkiye -1990. 4. Yasemin Yücesoy Güngör, Radikal Gazetesi, 30 Ağustos 2007
Ek: 1 Hak İhlali Yaratan Düzenlemeler Yasa ve Diğer Düzenlemeler
Madde
Anayasa
24/ son
Siyasi Partiler
89. madde
Köy Yasası
2 ve 13. maddeler
Nüfus Yasası
43. madde
İmar Yasası
18. madde
2981 sayılı yasada 3290 sayılı yasa ile yapılan değişiklik
ek madde 3
Kadastro Yasası
16 madde
Tekke ve Zaviyeler Yasası
1/2. Madde
Türk Ceza Yasası (5237 sayılı)
115. 125. 216. ve 131. maddeler
Bakanlar Kurulu Kararı (2002/4100)
madde 2f ve 3a
Camilerin Bakımı Yönetmeliği (24 Mayıs 1985–18763 sayılı Resmi Gazete)
madde 1
Uluslararası Belgeler Yasa ve Diğer Düzenlemeler
Madde
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi
2, 7, 18 ve 26. maddeler
Avrupa İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi (1 no’lu Ek protokol madde 2)
madde 9
Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi
madde 2/1 ve 13/3
Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi
madde 18/1–4, 24/1, 26 ve 27
Helsinki Sonuç Belgesi AGİT Paris Şartı Kopenhag Toplum Kalkınma Deklarasyonu Çocuk Hakları Sözleşmesi
madde 14 ve 30
Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşme
madde 5/1
Her Türlü Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Uluslararası Sözleşmesi Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme
madde 5/1, 8 ve 12/1
Avrupa Parlamentosu(AP) Dış işleri, İnsan Hakları Güvenlik ve Savunma Komisyonu
41. Paragraf
Din ya da İnanca Dayalı Her Türlü Hoşgörüsüzlük ve Ayrımcılığın Kaldırılması Bildirgesi
Sayı 38
SERÇEÞME
Anadolu’nun Renkleri Yadigar’ın Sesinde
Y
ADİGAR’ın “Etek Sarı” albümü on türküden oluşuyor. Albümde değerli ozanlarımız Davut Sulari, Ali Ekber Çiçek, Dertli Divani’nin deyişleriyle; Neşet Ertaş, Hasan Durak, Zeynel Aba, Şivan Perwer, Şeref Hoşaf, Hamza Şenses gibi ustaların eserleri ve çeşitli yörelerin türküleri yer alıyor. Albümün düzenlemelerini Aytekin G. Ataş yaptı. Stüdyo Sound’da hazırlanan albüm Ağdaş Müzik etiketiyle çıktı. Yadigar albümü için; “Yola, tek başına çıkarsınız, ama giderek büyür ve bir gönül birliğinin üretimine dönüşürsünüz... Tabii ki her şey inanmak ve anlamakla başlar. ‘Ben Türkülere inandım.’ Hangi dilden olursa olsunlar türküler bizi söylerler...” diyor.
SABIR GÜLER
Aleviliğin Siyasal Örgütlenmesi Modernleşme, Çözülme ve Türkiye Birlik Partisi ISBN: 978-975-9051-48-8 14 x 21 cm boyutunda 231 sayfa Ankara, 2008 Dipnot Yayınları, Tel: 0312.419 29 32
B
U KİTAP Aleviliğin, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal dokusunda farklı zamanlarda farklı anlam ve içeriklerle nasıl var olduğunu anlamaya çalışan bir çaba sürdürüyor. Bunu yaparken Alevilik denen inanç, zihniyet ve yaşam tarzlarının siyasal süreçlerde adlandırılma ve anlamlandırılma tarzlarına bakıyor. Aleviliğin bir tür ‘kimlik’ inşası olarak, Türkiye’nin farklı dönemlerindeki farklı siyasal süreçlere eklemlenerek, birbirinden farklı ‘Aleviliğin özü’ söylemleri geliştirdiğini iddia ediyor.
Â
ŞIK VEYSEL Kültür Derneği, iki önemli çalışmayı kitaplaştırmış: “Halk Kültürümüzde Sivas’ın Yeri/ Sempozyum Bildirileri” ve “Türkülerle Âşık Veysel”. Serçeşme Dergisi çalışanları olarak Dernek Yönetim Kurulu’nu kutluyoruz. “Halk Kültürümüzde Sivas’ın Yeri/ Sempozyum Bildirileri” adlı çalışmanın amacı Genel Başkan Hüseyin Özer tarafından şöyle açıklanıyor: “Âşık Veysel Kültür Derneği olarak Anadolu aydınlanma hareketine katkı sağlamak için, Sivas’ın üzerindeki kara bulutları kaldırmak için kültür hanemize yeni bir katkı sunuyoruz”. Başkan, “Türkülerle Âşık Veysel” çalışması için de şu satırları düşmüş: “Bu kitapta Âşık Veysel’in söylediği anonim ve usta malı türkülerin ve Âşık’ın sözlerini kendisinin yazdığı türkülerin sözleri ve notaları var. Hazırlayan ve notaya alan, Âşık’ın hemşerisi, Şarkışlalı İhsan Öztürk…”
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35
Âşık Veysel Kültür Derneği Yayınları Tel: 312.231 24 13
Şubat 2008
Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
1908 DEVRİMİ’NİN YÜZÜNCÜ YILDÖNÜMÜNDE İÇİNDEN ÇIKAMADIĞIMIZ SORUNLAR
Demokrasi Adına Demokrasi Kalpazanlığı Esen Uslu
H
ER YIL “Geçilmez Çanakkale” savaşlarını anma adı altında ırkçımilliyetçi-yabancı düşmanı gösteriler düzenleyenler, Osmanlı’nın son yıllarında yaşanan en önemli olayın yüzüncü yıldönümünü neden hatırlamaz? Unutulmaya ve unutturulmaya çalışılan bu tarihsel olay 1908 Devrimi’dir. Devletin ve kapitalist sınıfımızın bu devrimi unutturmak için nedeni çoktur. Çanakkale Savaşları bahanesiyle askerin, ülkenin siyasi ve toplumsal yaşamı üzerindeki ağırlığının sürmesine hizmet edenler aslında bu devrimde askerin oynadığı rolü de iyi bilirler. Ama o devrimde “kahraman ordumuzun” oynadığı rol, günümüzde kutsallaştırılan “koruma ve kollama görevi” rolü ile pek uyuşmaz. Balkanlarda bağımsızlık yanlısı “komitacı”larla dövüştükçe kendileri de “komitacılığa” yönelen genç subaylar, “Hürriyet” için devlete karşı ayaklanıp, dağa çıktılar. Kurulu düzenin direği “müstebit padişahı” ve etrafındaki paşaları, “93 Harbi”ni bahane ederek 1878 yılında “tatil” ettikleri 1876 Anayasası’na, yani seçilmiş Meclis aracılığıyla yetkilerini kısıtlayan düzene geri dönmeye zorladılar.
1908’in Günümüze Armağanı
R
ESMİ tarih 1908 Devrimi’nin başka bir yönünü daha unutturmak ister. Seçilen o Mecliste Ermeni, Rum, Yahudi, Arap ve Kürt mebuslar vardır. Günümüzde “ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütün” olmakla övünen devletimiz, Osmanlı’nın gayrimüslim halklarının nasıl olup da kaybolduğunu; tarihten ve toplumsal bilinçten nasıl silindiğini unutturmaya çalışmaktadır. Bu devrimin ardından, Türk milliyetçiliği iktidara taşınır; taşınmaya koşut, Osmanlı İmparatorluğu’nun arta kalan toprakları üzerinde en zorba yöntemleri kullanarak bir Türk burjuvazisinin yaratılması süreci başlatılır. Osmanlı’nın gayrimüslim tebaasından oluşan ve adına “levanten” denilen Osmanlı burjuvazisi bu süreç içinde devlet eliyle “mülksüzleştirilir”. Bu talandan pay kapanların “vahşi” ilkel sermaye birikimi, devlet fideliğinde yeşertilir, ayrıcalık ve tekellerle korunarak beslenip-büyütülür ve bugünkü Türk ve Müslüman kapitalist sınıfı yaratılır. Bu sınıfın en üst tabakasını oluşturan finans kapitalistlerimiz arasında bile artık birkaç aile dışında “azınlık” kalmamıştır ve ülkenin tarihi merkezlerinde sivrilen Türk ve Müslüman kapitalistler, günümüzde şeriatçılığın ve milliyetçiliğin sınıfsal temeli durumundaki “Anadolu Kaplanları”dır. Bu sınıf ilkel sermaye birikimini talanla ve kırımla yaptığını hatırlamak istememektedir. Kendisine hatırlatanlara da şiddetli tepki göstermektedir. Bu kanlı süreçte başrolleri oynamış devletlûlarımız da unutma ve unutturma çabasını sürdürmektedir. Ama 1908 Devrimi katliamlar, kırımlar ve savaşların üzerinden tüm Türkiye toplumuna devletin ve ırkçı-milliyetçi cuntacıların hiç hoşlanmadığı bu gerçekleri hatırlatmaya devam edecektir.
Laiklik ve Azınlıklar
G
ÜNÜMÜZDE yükselen siyasi İslam’dan şikâyetçi olan milliyetçiırkçı-cuntacılarımızın, Alevi-Bektaşileri kendi peşlerine takmak için tekrarladıkları bir söz vardır. “Şeriatçılık karşısında en önemli set Alevilerdir”, derler. Bu söz aslında 1908 Devrimi’nin bize hatırlattığı korkunç gerçeklerin üstünü örtmektedir. 1908 Devrimi’nin ardından seçilen Meclis-i Mebusan ilk iş olarak Anayasayı değiştirip, padişahın yetkilerini daha da kısıtladı. Bununla
yetinmedi; ulemanın, yani şeriatçıların devlet ve toplum üzerindeki egemenliğini kırma yönünde de önemli adımlar attı. Ama bu Meclis, açılışından daha birkaç ay sonra, 31 Mart’ta karşı devrimci bir askeri darbeyle karşılaştı. Bu askeri darbe, “Şeriat devleti” istemi altında yürütüldü. Bu darbe, devrimden yana güçlerin Selanik ve çevresindeki birliklerden derledikleri Hareket Ordusu’nun İstanbul üzerine yürümesiyle kanla bastırılabildi. Osmanlı ulemasının kapitalizmin gelişmesinin önüne çıkardığı engelleri temizlemeye girişenlerin o dönemdeki temel dayanağı ülkenin gayrimüslim halkları oldu. Ama o günlerde şeriatçılığa karşı en önemli engel olarak görülen gayrimüslim halklar, 1908 Devrimi’nin üzerinden yirmi yıl bile geçmeden artık bu topraklardan silinmişti. Hem de onları kendi çabalarına dayanak yapanlar, değişen öncelikleri nedeniyle bu etnik temizliğe ön ayak olmuştu. Bu nedenle, Alevi-Bektaşilerin 1908 Devrimi’nden alacağı en önemli ders, ırkçı-milliyetçi-cuntacıların kendilerine gösterdiği “havucun” peşine körü körüne düşmemeleridir. Evet, Alevi-Bektaşiler şeriatçılığa karşıdırlar, bugün de şeriatçılığa karşı kavgada önemli bir yer tutarlar. Ama Alevi-Bektaşiler, bugün karşımıza “türban demokratı” kisvesiyle çıkan, “Türk-İslam Sentezi” diye ortalarda dolaşan eli kanlı katillerin birbiri ardına düzenlediği kırımları akıllarından çıkaramazlar. Osmanlı’nın gayrimüslim halklarının bu topraklardan silinmesine eşlik eden kırımlardan kendilerine dek uzanan tehdidi unutamazlar. Alevi-Bektaşiler bu tehdit karşısında, gece karanlıkta mezarlıktan geçme cesareti bulmak için ıslık çalan çocuk gibi “gerçek Müslüman biziz” ya da “gerçek Türk biziz” diye tekrarlayarak kendilerini avutamazlar. Bu tehdit karşısında tek almaşık, demokrasiden yana tüm güçlerle birlikte kapsamlı bir demokrasi programı çevresinde birleşmek ve mücadele etmektir.
Hicabı Tartışmaktan Hicap Ederiz, Ama…
Y
ILLARDIR devletin temel nitelikleri diye yutturulmaya çalışılan Anayasa ilkelerinin içinin boş olduğu ortadadır. Türkiye ne laiktir, ne de demokratik sosyal hukuk devletidir. Bunu, tüm azınlıklar gibi Alevi-Bektaşiler de bilmekte, elle tutulur bir güç olarak hissetmektedir. Bu nedenle Alevi-Bektaşiler AKP’nin üniversitelerde türbanı serbestleştirme çabasını son derece dikkatle izlemektedir. AKP, liberal ağızlara çiğnemeleri için Anayasa’yı değiştirme sakızını vermiştir. Askeri, Irak Kürdistanı’na yönlendirmiştir ve Alevilerin ağzına “Açılım” balı sürmüştür. Bu girişimlerle yarattığı ortamda, demokratikleşme yönünde adım bile atmaya gerek duymadan türbanı serbestleştirmeye girişmiştir. Evet, Alevi-Bektaşiler özgürlükçüdür, kendilerine olduğu gibi diğer inançlara da devlet eliyle yasak getirilmesine karşıdır. Tekke ve zaviyeler yasasından bu yana yasaklı Alevi-Bektaşiler bu nedenle başörtüsü takma özgürlüğünün devlet eliyle bastırılmasına da karşıdır. Ancak AleviBektaşiler demokrasi kalpazanlarının, siyasi İslam’ı güçlendirmek üzere üniversitelerde başörtüsünü serbestleştirmesini demokrasi ve insan hakları diye yutturmasının arkasını görmeyecek kadar kör değildir. Resmi devlet dininin direği Diyanet ile Alevi-Bektaşi kırımlarına göz yuman diğer devlet kurumları olduğu gibi dururken, üniversitelerde türbanın serbestleşmesi demokrasi yolunda bir adım değildir. Bu adım tam tersi sonuçlar da verebilir. Siyasi İslam’ın önü alınmaz yükselişinin, yeni Alevi-Bektaşi kırımlarının yollarını döşeyebilir. Hicab özgürlüğünü tartışmaktan hicap duyan Aleviler, başörtüsünün ardına saklanan “satırı” görmezden gelemezler.