Serçeşme-39

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

ALEVİLİĞİN-BEKTAŞİLİĞİN ŞİFRE KİMLİĞİ

Bu Sayida H. Hürrem Ulusoy Ludwigshafen Faciasının Ardındaki Gerçekler

AKP’nin Alevi Açılımı ile Alevilik, Sünnilikle “görücü” usulüyle evlendirilmek, bu yolla devletleştirilmek isteniyor:

Ba’nın Altındaki Nokta Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

Fkret Otyam Kimi Zaman Güzel Haber de Gelir Ey Canlar! Esat Korkmaz Şey Dediğimiz Şey Ashgar Al Engneer Dinde Reform Hareketleri Neden Gereklidir - Çev: İsmail Kaygusuz İsmal Yildirim Alevilik Bir İnanç Birliğidir Ergn Doru Yeni Anayasa Tartışmalarında Alevilerin Talepleri Dile Getirildi Lütf Kalel Kadın Hakları ve Türban Sorunu Mustafa Özcvan Alevilerin Açmazları Gülçn Akça - Ahmet Koçak Antalya’nın Bektaşi ve Tahtacı Köyleri - Bölüm I Vahap Erdodu Kutuplaşma Kıskacında Türkiye Ham Kutlu Asimilasyonun Konusu Olarak Aleviler Hüseyn Akın Nereden Nereye Hasan Harmanci Alevi Kadının Cem Mücadelesi Zorunludur Veysel Kaymak Âşık Veysel’in Yaşamından Kesitler Al Aksüt Alaca Kargın Köyü ve Cem İsmal Özmen Yedi Ulu Âşık ve Tarikattaki Rolleri - Bölüm II Öznur Tanal Yeni Yıl Bereketli Olsun

Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

Fyati: Ytl  /   /   Mart  Sayi:

39

İZ DİYORUZ Kİ bu “evlilikte bir tecavüz olayı” var. Aymazlığımızı sürdürürsek eğer yakın gelecekte bu “tecavüz olayı”nın çocukları “Ben Aleviyim”, diye karşımıza çıkacak ve bizleri “mekândan kovacaktır”. Şifre, Alevilerin-Bektaşilerin “yol doğumu” ile dünyaya getirdikleri, besleyip büyüttükleri bâtıni kilit çözücü “sır kimlik”tir. O’nu biz doğurduk, ama O, bizim çocuğumuz değildir: O en büyük öğretmen olarak algılanan yaşamın çocuğudur. Yaşamın çocuğu olduğu için her Alevinin-Bektaşinin içinde “kendisinden büyük biri” olarak yaşar bu “sır kimlik.” Yaşama taşınabilmek için bu sır kimliği “şifre” olarak kullanmak durumundayız. Hisseden doğaya sızabilmek “kültürel can” ile bedeni terk etmekle olanaklıdır. Bedenini terk edip “kültürel canını” avucunun içine alabilen her Alevi-Bektaşi bu sır kimliği, “sonsuz yaşam” içinde “saklar.” Sonsuz yaşam içinde “sonsuz yaşam kaynağı durumunda bulunan bu sır kimlik”, yeri-zamanı geldiğinde “ıslak toprakta fışkıran bir ot” gibi yeşeriverir “yeni bedenlerde”. İşte böyle böyle “dondan dona” binler, milyonlar sır kimlik olarak algılanan “Ba’nın altındaki nokta” olur. Şifreyi “alabilmek” için, yani bu “sır kimliği” kullanabilmek için canın kimi koşulları daha başlangıçta kabul etmesi gerekir. Koşullar sözgelimi bir gülbankla dile getirilebilir. Örnek olsun “Şifre Gülbangını” verelim:

B

“Bismişah! Bizler, bizi ebedi gerçeğin özüne götüren “birlik dolusu”nu içtik, bu nedenle şaraba gereksinmemiz kalmadı. Asıl gerçeğe, ebedi gerçeğe ulaşarak Hakk’a kavuştuk; bunun için mihraba gereksinmemiz kalmadı. Bizim yolumuzda canın önemi yoktur, biz cananı arıyoruz. Gönlü Kâbe bilir, gönüle ulaşma yolunun kurallarına uyarız. Biz; bu nedenle insana secde ederiz; bizim için bundan başka bir ibadet biçimi yoktur. Kuran’ın gerçeklerini ortaya çıkaran bizleriz. Biz Kuran’ı insanın yüzünde bulur ve oradaki Kuran’ı okuruz. Bize başkaca Kuran gerekmez. Bizler, ebedi gerçekler peşinde koşmaktan yanıp yakınan, ama yılmayan insanlarız. Ezelde evet dedik ve bu sözümüzden asla dönmeyiz. Dileriz sözlerimiz, sözlerimizle dile getirdiğimiz kararlığımız Hak defterine, yani dağların-taşların defterine, Dergâh defterine, gönül defterine kayıt edilir, unutulmaz, hep hatırlanır. Gerçeğe Hû! Eyvallah!” Aleviliği derinden etkileyen Hurûfilikte Arap alfabesinin ikinci harfi olan “ba”, her şeyden önce ilk aklın ve varlık türlerinin belirmesine araç olan ilk kâmil insanın simgesidir; ötesinde, varlığa gelen dünyanın tasavvufi kavranışı ya da varlığa gelişin ilk eylemidir. Sûfi gelenekte, “elif ”in eksiksiz-kusursuz birliğinden sonra gelen “farklılaştırma gücünü” anımsatan ya da yüzü iki eşit parçaya ayıran “elif ”in sol tarafında beliren Ondört Masum-u Pâk simgesi harftir. İnsanın yüzü, Levh-i Mahfuz’un kusursuz bir “sureti”dir; bütün hikmet ve güzellik onda gizlidir, onda biçim bulur. Levh-i Mahfuz, “görünmezliği” nedeniyle “Hiçlik Defteri” olarak algılandığından, “yokluğun mushafı” olarak tanımlamak daha doğru olur. Harf simgeciliği tasavvufi metinlerin anlaşılmasında son derece önemlidir. Harf simgeciliğinde harfler, “vahyin kapıları”dır; bununla birlikte Tanrı’dan “farklı” şeylerdir. Farklı olması nedeniyle harfler, sûfi için, ayrımına varması gereken ötekiliğin “örtüsü”dür bir bakıma. “Gerçeği örten giysidir”, algısını ölçü aldığımızda harflere biçimsel bağımlılık “zâhire” tapmak anlamına gelir. Sûfi tasarımlarda, genelde harfler, özelde kimi harfler, “iç anlamı insan gözünden saklayan” deri ya da kabuktan başka bir şey değildir. Alevilikte şifre kimlik, “ba’nın altındaki nokta benim”, diyen Hz. Ali’dir. Ali olarak “ba’nın altındaki nokta”, varlığa gelen evrenin hareketinin başlangıcıdır. Sûfi gelenekte, simgesel anlamda, her şeyin türediği yer ya da her şeyin toplamıdır; bu anlamda “tüm çokluğun (Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)

Kimi Zaman Güzel Haber de Gelir Ey Canlar, Güzel Haber de Gelir…

Ba’nın Altındaki Nokta özü”dür. İnanca göre evrenin ve bütün insanlığın gizi harflerdedir; otuz iki harf, “elif ” ten çıkar; “elif ”in öncesi de Hz. Ali olarak algılanan “Besmele”nin “Ba”sının altındaki “nokta”dır.

Şifre Kimlik Hz. Ali’dir Varoluş tasarımı bağlamında, “nokta”, başlangıçta, eni-boyu ve derinliği olmayan, doğal olarak zamanla ölçülemediği için yani değişmeyen-dönüşmeyen bir “hiçlik”tir. Derken hareket etmeye başlar noktalar yan yana gelir çizgileri; çizgiler yan yana gelir yüzeyleri; yüzeyler yan yana gelir cisimleri oluşturur. Benzer biçimde noktalar yan yana gelir harfleri; harfler yan yana gelir sözcükleri oluşturur. Her iki durumda da oluşum “sonsuza” değin sürüp gider. Madde âleminin varlığı bir noktadan başlamış ya da varlıkların oluşumu bir noktaya indirgenmiş olur.

Şifre Nasıl Kullanılacak Bir Alevi “ba’nın altındaki nokta” anlamında şifre kimlik Ali’yi kullanmasını öğrenemezse “ham ervah” durumunda kalır: Zâhirden bâtına adımını atamaz; bâtın dünyanın ayrımına varamaz; “dolaşan ölü” olarak yaşamını tamamlar ve gerçekten ölür. “Kendini bil” buyruğunun izinde eğitim sürecine adımını atan her Alevi “Ali” olarak algılanan şifreyi girmesini öğrenmek durumundadır. Şifreyi girme iki biçimde gerçekleştirilir. Birincisi, bedenine taşınmak istediğinde bu şifreyi girer. Şifreyi girer girmez biyolojik doğumunu geriye dönüşümle yeniden yaşar; “ana rahminde nokta” olur; dokuz ay on gün sonra “elif ” olarak doğar. İkincisi “Yol”a taşınmak istediğinde bu şifreyi girer: Öğretmeni ile “çiftleştiğinde”, yani onun bilgisiyle “beslendiğinde”, kültürel düzlemde anne karnının karşılığı olan “gönülde nokta” olur; gebe kalan gönülden simgesel anlamda dokuz ay on gün sonra “elif ” olarak doğar. Anlaşılacağı gibi bir Alevi hem biyolojik doğumunu hem de kültürel doğumunu ancak “Ali” olarak algılanan “şifreyi” kullanmakla öğrenebilir.

Nedim Vasıf Otyam 1919 - 7 Mart 2008

2

Fikret Otyam

Ş

U devr-i iktidarda karabasanlar içinde çoğunluk... Haberlerin ak’ına hasret koydular insanlarımızı! İnsanlarımızın elbette çoğunluğu sabah olanda acep bugün ne terslikler, karalar olacak diye kuşkuyla başlar oldular günlerine.. Yine de sıkı durmalı, sağlam durmalı zira şu karamsarlık külliyen yasak, karamsarlığın bir adı da “umutsuzluk” ki bu tümden yasak! Birey olsun, toplum olsun umudunu yitirdi mi ko gitsin gayyanın ta dibine ol nedenle yineliyorum, umutsuzluk külliyen baş yasak… Ol nedenle tek çare birlik olmak, diri olmak, iri olmak için buyurmuş kestirmeden o ulu kişi: “Gelin Canlar Bir Olalım” Nedir mi bu canların “bir” olması? “… Bundan yaklaşık 700 yıl önce güvercin donunda gökyüzünden Anadolu toprağına inen Hacı Bektaş Veli; Sünni Ortodoks Müslümanlıkla barış içinde bir arada yaşama adına değil, Asya kökenli ilkel eşitlikçi toplum değerleriyle uygar eşitsizlikçi toplumda eşitlik adına muhalefet eden değerlerin buluşmasıyla yeni bir sentez olarak beliren ve sonraları Alevilik-Bektaşilik biçiminde kimlik kazanacak olan yaşam görüşü adına bütün gönüllerin aydınlığa, bütün canların ermişliğe kavuşmasını dileyen bir yürek vuruşuyla seslendi gönül yoldaşlarına: ‘Gelin canlar bir olalım.’ İçten, dıştan baskıya uğramış, horlanmış, sömürülmüş, esenliğe susamış, barışın, eşitliğin, yiğitliğin tadına vurulmuş kır emekçilerine, göçerlere yüksek dağ doruklarından seslendi: Gelin Canlar Bir Olalım. Arınmış bir yürekle dolaşmak, er olmak, erlerle yaşamak, erenlere karışmak isteyenlere; görüşmek, barışmak, konuşmak, sevişmek isteyenlere, esriyen gönüllere kendini bulmak, kendinde başkalarını, başkalarında kendini görmek isteyenlere yücelerden seslendi: Gelin Canlar Bir Olalım. Başeğmek, alçalmak istemeyenlere, yanlışı doğruya, çirkini güzele çevirmek isteyen-

Besteci, müzisyen, orkestra şefi, yönetmen ve eğitimci olarak sanat ve eğitim hayatına büyük katkılarda bulunan Nedim Vasıf Otyam İstanbul’da tedavi gördüğü hastanede Hakk’a yürüdü. Türkiye’de film müziği alanında öncülerden biri olan Nedim Otyam, senaryosunu Nazım Hikmet’in yazdığı filmlere müziğiyle katkı yaparak bu alanda çalışmaya başlamıştı. Açtığı çığırdan yetişen nice sanatçıya YÖK üniversiteden kovalayıncaya kadar öğretmenlik de yapmıştı. Fikret Otyam cana ve tüm sevenlerine başsağlığı dileriz Serçeşme çalışanları

lere, eylemin olanaklı olduğu yerde eylemek isteyenlere eylemin olanaklı olmadığı yerde söylemek isteyenlere “dışa dönük eylemlerin nesnelleşmesi” anlamında seslendi: Gelin Canlar Bir Olalım. Uygar insanlara özgü bilinç açıklığına/ davranış bağımsızlığına kavuşmak isteyenlere; insan denen varlığın değerini, önemini, evrendeki yerini bilmek isteyenlere; bilmenin üstünlüğünü, erdemin öncülüğünü, gelişmenin yaratıcılığını, iyinin/ güzelin yönlendiriciliğini anlamak isteyenlere erenler toplantısından seslendi: Gelin Canlar Bir Olalım. Ortodoks Sünniliğin uyuşturucu etkisinden kurtulmak, özgürlüğün diriltici/can verici sıcaklığına koşmak, yeniyi bulmak, eskiyi yerli yerine koymak, yani her an yeniden doğmak isteyenlere yaşamı kucaklayan/onurlandıran inancının diliyle seslendi: Gelin Canlar Bir Olalım.” *

Bir Sonucu.. “Aleviler Danıştay’ın din kültürü ve ahlak bilgisi dersiyle ilgili kararından memnun. ‘Devlet Dindar Üretemez’ Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Turan Eser, “Hükümet boş konuşmaktan vazgeçsin. Ulema yerine evrensel hukukun referanslarına başvurarak zorunlu din derslerini derhal kaldırsın” görüşünü dile getirdi.

Bir Sonucu Daha! “Davayı kazanan öğrenciler din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinden muaf olacak. Her Öğrenci Ayrı Dava Açacak Danıştay’ın ilk ve ortaöğretim kurumlarında verilen din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin bu içeriği ile Alevi öğrencilere zorunlu tutulmasının hukuka aykırılığına ilişkin kararı benzer başvurularda örnek teşkil edecek…”

Bir de Şu Habere Bakar mısınız Ey Canlar? “İzmir’de imam hatip lisesi aralarında anlaştı, kız öğrencilerle erkekleri paylaştı.” Eğitim Ayrığı Merakım şu oldu bu korkunç çağdışı haberi okuyunca, kızlara kız, erkeklere erkek öğretmen mi? Kızlara erkek öğretmense bunların deragap iğdiş edilmeleri şer’an caizdir diyorum dini bütün bir mümin olarak...

Ve Birilerine! Düşmanımız kindir bizim… Gelin Canlar Bir Olalım… NOTLAR: (*) Esat Korkmaz, Alevi Süreğinde Bektaşi Yolunda Enel Hak, Nefes Yayınları, Sayfa 33–34.

Sayı 39


SERÇEÞME

SEÇME HABERLER

onlar bizden bu şekilde intikam alıyor ama biz yılmayacağız ve gerekirse hepimiz her gün bu inşaatın önünde etten barikat olacağız.”dedi.

Derleyen: Seda Coşkun Danıştay Kararından Sonra Din Dersi Müfredatı Değişmek Zorunda Laik Ülkenin Anayasasında 4 Mart Salı Zorunlu Din Dersi Olmaz ROF. DR. Ülkü Azrak, 3 Mart Pazartesi

İ

ZMİR’de“Nasıl Bir Laiklik” panelinde ÖDP adına konuşan Saruhan Oluç, “Bir ülke laik ise anayasasında zorunlu din dersi olmaz” dedi. ÖDP İzmir Örgütü tarafından düzenlenen panele ayrıca Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen ve Ege Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Melek Göregenli konuştu. Saruhan Oluç, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun varlığının laiklikle bağdaşmadığını belirterek, “Bütçesi böylesine yüksek bir kuruluş ülkede din işlerini yönlendiriyorsa ortada büyük bir sorun var demektir.” dedi.

Maraş’ın Alevi Köyleri Çöpe Kurban Edilmek İsteniyor 5 Mart Çarşamba

M

ARAŞ’IN Alevi köylerinin adına konuşan Narlı ve Çevre Köyleri Güzelleştirme, Geliştirme ve Kültür Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Şükrü Tuğcu gelişmeleri şöyle anlattı: “Süreç, Pazarcık Belediyesi’nin Maksutuşağı, Sofuuşağı ve Denizli köylerinin ortasına çöp depolama merkezi inşaatı yapmak istemesiyle başladı. Biz, yaşam alanlarımızın ve su kaynaklarımızın dibine koyulmak istenen bu çöp depolama merkezine itiraz ettik, ama belediye kabul etmedi. Ayrıca o çöp alanı olarak tayin edilen alan rüzgârın rampa dibinde, deprem bölgesinde ve on bin nüfuslu Narlı beldesine beş kilometre uzaklıkta bulunuyor.” Tuğcu, aylardır mücadele ettiklerini söyleyerek, yargıya başvurduklarını belirtti. “Davamız Danıştay’da devam ederken yargı sürecini hiçe sayan AKP’li Belediye, inşaat çalışmalarına devam ediyor” diyen dernek yöneticisi, belediyenin inşaat çalışmalarına askerlerle birlikte geldiğini söyledi. Köylerinin dibinde çöp istemedikleri için asker dipçiği yediklerini vurgulayan Tuğcu, on kişinin de gözaltına alındığını ifade etti. Şükrü Tuğcu, “Bu üç köyden AKP’ye hiç oy çıkmadı ve

Mart 2008

P

Danıştay 8. Dairesi’nin zorunlu din derslerinin hukuka aykırı olduğuna dair kararının ardından, Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) müfredatı değiştirmek zorunda olduğunu söyledi. Prof. Dr. Azrak, Danıştay’ın kararının herkes için geçerli olduğunu söyledi. “Müfredat değişmek zorunda. Çocuğunun muaf olmasını isteyen veliler dilekçe versin, olmazsa dava açsın” diyen Azrak, Danıştay 8. Dairesi’nin kararını şöyle açıkladı: “Bu karar müfredatla ilgili bir karar. Danıştay genel bir uygulamayı iptal ediyor. Dolayısıyla bu karar herkes için geçerli olmalı. MEB’in bu müfredatı kaldırması ve din kültürü müfredatını kabul etmesi gerek. Çünkü karar aslında, dersin ‘Din Kültürü’ başlığıyla içeriğinin örtüşmediği doğrultusunda. Anayasa’nın din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen 24. ve laiklikle de ilgili olan 2. maddesine aykırı diyor. Bu derslerde sadece bir inancın bir mezhebinin, Sünni mezhebinin öğretildiğini görüyoruz. Hatta namaz, dua gibi, uygulamasının da yapıldığını görüyoruz. Dolayısıyla sadece öğretim değil eğitim de var.” Azrak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türkiye’deki zorunlu din dersi uygulamasının eğitim hakkını ihlal ettiğine dair kararına atıfta bulunan bu Danıştay kararının ardından, “idarenin köşeye sıkıştığı”nı söyledi.

Çelik’ten Din Kültürü Dersi Değerlendirmesi 9 Mart Pazar İLLİ Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, “Anayasa’nın 24. maddesinde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi zorunludur” hükmü kaldığı müddetçe, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini şu mahkemenin, bu mahkemenin verdiği kararla zorunlu olmaktan çıkarmak mümkün değil” dedi. Bir TV kanalında soruları yanıtlayan Çelik, bu dersle ilgili Danıştay’ın verdiği kararın anımsatılması üzerine, Anayasa’nın 24. maddesinde bu dersin zorunlu tutulduğunu

M

vurguladı. Çelik, şunları söyledi: “Bu Anayasa yürürlükte olduğu sürece seni de beni de yargı organlarını da herkesi bağlar. Anayasa orada durduğu sürece, hiç kimse şuradan buradan hareket ederek, bazı kararlar vererek Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini zorunlu olmaktan çıkaramaz. Ne zaman çıkarılır? Yasama organı anayasa değişikliği yapar, anayasa değişikliğiyle birlikte bu olabilir.” “Anayasa değişikliği olacak mı” sorusu üzerine Çelik, “Hayır” yanıtını verdi. Danıştay’ın verdiği kararın, 2005 yılındaki iki davayla ilgili olduğunu ve eski müfredata ilişkin verildiğini belirten Çelik, eski müfredatta Alevilik ile ilgili konuların yer almadığını, oysa müfredatın değiştirildiğini ve yeni müfredatta Alevilik konusunun da işlendiğini anlattı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararın da eski müfredata dayandığını söyleyen Çelik, müfredat yenilendiği için “Danıştay’ın vermiş olduğu kararın uygulanma imkânı olmadığını” kaydetti.

Alevi Örgütleri ve Eğitim Sendikaları Tek Ses 5 Mart Çarşamba

A

LEVİ örgütleri ile eğitim sendikaları ayın mesajı verdi: Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Kazım Genç: “Bu yargı kararları karşısında, hükümeti AİHM’nin ve Danıştay’ın kararlarına uymaya ve zorunlu din dersi uygulamasına derhal son vermeye davet ediyoruz. (...) İnanç özgürlüğünü sadece türban özgürlüğüne indirgeyen ve bunun için kefen giymeye hazır olduğunu söyleyen AKP’nin Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a Alevilerin de inanç özgürlüğüne saygılı olmak zorunda olduğunu hatırlatmak da ne yazık bize düşmüş bulunmaktadır.” Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) Başkanı Turan Eser: “Bu kararın ardından zorunlu din dersleri derhal kaldırılmalı. Danıştay, ‘devletin asli görevi din ve dindar üretmek değil, çağdaş bireyler yetiştirmek olması’ yönünde mesaj vermiştir. Zaten hukukun abc’si bile, bize zorunlu din eğitiminin, hukuk, demokrasi ve laiklik açısından kabul edilemez olduğunu söyler. AKP hükümetini sesleniyor ve uyarıyoruz. Alevilere yönelik ayrımcılık ve Alevilerin özgürlük alanlarına yönelik tecavüzlere son verin.” Eğitim-Sen Genel Başkanı

Alaaddin Dinçer: “Ne kadar özgürlükçüsünüz, özgürlük, demokrasi konusunda, kişi, hak ve hürriyetleri konusunda ne kadar samimisiniz, bunu ortaya koyun ve hemen Anayasa’nın 24. maddesinin değişiklik teklifini vererek, bu dersleri zorunlu olmaktan çıkarın”.

MEB’de 110 Bin Derslik Muamması 2 Şubat Cumartesi

İLLİEğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in “iktidarları döneminde 110 bin derslik yapıldığı” iddiası bir türlü kanıtlanamıyor. Bakan Çelik, söz konusu derslikle ilgili olarak sayı vermesine karşın, dersliklerin nerede ve ne zaman yapıldığı ile ilgili hiçbir açıklama yapmıyor. 14 Aralık 2005 tarihinde Meclis Genel Kurulu’nda Bakan Çelik 70 bin derslik yapıldığını açıklamasına karşın Maliye Bakanı Kemal Unakıtan 42 bin derslik yapıldığını söylemişti. İki Bakanlık arasındaki verilerin zıtlık göstermesi tartışmaya yol açmış ve bu konuda 2005 yılından bu yana üç kez soru önergesi verilmişti. Bu önergelere karşın Bakan Çelik söz ettiği dersliklerin hangi illerde kurulduğu sorusuna yanıt vermedi.

M

Vahşet Demek Bile Az! 6 Şubat Çarşamba

T

UZLA tersane işçilerinin ölüsüne bile insanca muamele yapılmıyor. Kaza geçiren işçiyi boynundan gemiye astılar. Öldüğü, bir gün sona ailesinin tersaneye gelmesiyle anlaşılan işçinin ölüsüne yapılan insanlık dışı muamele, işçileri isyan ettirdi. Denize düşerek hayatını kaybeden işçi, boynuna ip geçirilerek denizden çıkartıldı ve bu şekilde bir gemiye asıldı. Tersanede bulunan köpeklerin cesede saldırmasına rağmen işçi, savcı gelene kadar gemide asılı halde bekletildi.

Başbakan’dan Kadınlara Mesaj: En Az Üç Çocuk Doğurun 7 Mart Cuma Erdoğan Uşak’ta kadınlar günü toplantısında konuştu. “Sevgili hanım kardeşlerim, (...) Bunlar Türk milletinin kökünü kazımak istiyor. Yaptıkları iş bu. Eğer nüfusumuzun azalmamasını istiyorsanız bir ailenin üç tane çocuğu olmalı. Sevgili vatandaşlarım çocuk berekettir. (...) Bunu yaşadım inanarak söylüyorum.”

3


SERÇEÞME

KENDİ SESSİZLİĞİMİZDE SAKLADIĞIMIZ SIRRIMIZ:

Şey Dediğimiz Şey Esat Korkmaz

S

ÛFİ gelenekte, simgesel anlamda, sömürü düzeninde tüketilemeyen, ne olduğu kendi “sessizliğinde saklı” bulunan, yeri-zamanı geldiğinde dışa vuracak olan “hiçliğin” kimliklendirilmiş biçimine “şey” adı verilir. “Şey dediğimiz şeyi” sakladığımız kendi sessizliğimiz, kendi karanlığımızdır: Gün ışığı altında “utangaç adımlarla” yaklaşır bize ama çoğu kez ayrımına varamayız. Aydınlıkta “utanıyorsanız” durun biraz bekleyin: Aydınlığın anası karanlıktır. Doğa yinelemeyi sever: İşte yine aydınlık karanlığa “kapanmış” durumda, halden anlar karanlık-ana, alnını gere gere koşarak geliyor sana. Anlıyorum artık canın yüklü, “dirilecek var mı?” diye çırpınıyorsun; Anlıyorum artık canın geçmişin demini taşıyor, “susayan yok mu?”, diye bakınıyorsun; Anlıyorum artık canın sarhoş, “sevişmek istiyorum”, diye döneniyorsun. Tasalanmana gerek yok, benim de başıma geldi: Kendimi “bıraktığım yerde” bulamadım. “Hayvan”, gençliğini aramaya gitmiş, geçmişine: İnsan bir haber bırakır. Kendimi başıboş bırakmak istemiyorum: Yarın kalkar yaşlılığına koşar, kafası eser gökyüzüne yükselir ya da yeraltına göçer. Olur mu olmaz mı demeyin: Kendi aydınlığında herkese görünmek ya da kendi karanlığında kimseye görünmeden yaşamak onun da hakkı. Kendimi “kollamak” için zamanı cepheden göğüslemek istedim beceremedim; çalım attı yanımdan bastı gitti: Bir de baktım giderken geçliğimi de soyup almış. Arkasından bağırdım: “Ulan çırılçıplak kaldım; hiç olmazsa karşılığını ver”. İşine bak der gibi elini salladı ve gözden yitti. Anladım: Yaşadığım “an”dan başka yaşam yok; geçmişin “anısı” geleceğin “isteği” bu “anın” içinde. Çıplaklık denen “utanç” durumundan kurtulmak için “an”dan kendime bir “giysi diktim” ve onu giydim. Antik dünyayı, sona ermiş, yani olmuş-bitmiş bir “altın çağ” olarak algılayamayız. Akıl, adalet, erdem, özgürlük ve bilgelik terimleri üzerine “uzun ömürlü” tasarımlar geliştiren Antikçağ, sürekli güncellenerek bir ölçüde daha sonraki yüzyıllara ve günümüze taşınmıştır-taşınmaktadır. Hiçbir şeye sahip olmayan insan önce kendi “varlığını” taşımasını öğrendi; sonra doğanın dilini “duyular” yoluyla çözdü: Gökyüzünün berraklığında “sevgiyi-aşkı”, siyahlığında “korku”yu gördü. Rüzgârın alçalıp yükselişinde, yıldızların yanıp sönüşünde, gündüz ile gecenin yer değiştirişinde “hikmeti” aradı. Doğanın çıkardığı her seste harfleri keşfetti; harflerin tamamında sözün “sırrına” erdi. Sözü sese “şiir” diliyle dönüştürdü. Evreni “küçük bir nokta”ya, küçük bir nokta olarak algıladıkları kendilerini “evrene” dönüştürdüklerinde “sonsuz boşluktan” ya da “varlıkların özünden hakikat üretti”. Hakikatin izinde “varlığın da yokluğun da bir olduğunu” ya da “iyilik ile kötülüğün eş olduğunu” öğrendi. Bu kapsamda gökyüzüne “merdiven kurdu”; ruhlarını sonsuz yolculuğa çıkarıp Cennet ve Cehennem’in kapısına dayandı. Dağlar aşıldı, bulutlar geçildi; kulak kesildiğinde “vicdanın sesi” duyuldu: Kötüye el çırpmayacaksın, kötünün içindeki iyiyi “keşfedeceksin” ve onu “kötü ile besleyeceksin”. İyiliği kötülükle beslediğinde, “acılar” sahibini eğitmek için birer öğretmene dönüşecek Güneş doğacak, umutsuzluk “terk edilecek”. Yaşlılar, doğanın dansını çocuklarının oyunlarında görmeye başlayacak. Görmenin aydınlığında “Minerva’nın baykuşu”(*) kanatlarını çırpacak, “bilgi kâsesi” olarak algılanan kafalar “ışık” ile dolacak ve bilgeler “melekût âlemi”ne yükselecek. Anlaşılacağı gibi insan ancak “bütün umutlar söndüğünde” özgürleşebilir. Bilgelik sevgisinin-aşkının doğması ve serpilmesi ile “umutsuzluğun karnından dışarı taşınan umut”, insanı gerçeği görmeye, gördüğü gerçekle yaşamaya hazırlar: Halde yaşanan bu durum insanı, varoluş ya da varlığa geliş tasarımını açığa “vurmaya” zorlar. Öyleyse “umut”, sahip olunmak istenenler tarafından tanımlanan “ben” imgesini

4

İnsan “kusursuzluğa”, hava-su-toprak ve ateş, “hava-su-toprak ve ateş olduğunu” hissettiğinde ulaşır. Artık insan çocuk, baba, genç, yaşlı, suçlu, fahişe-pezevenk, cahil, bilgin, zengin ya da ozandır. yaratacak bir “itki”dir; itki olarak “umut” kendini “sürdürmekte” kimi kez çıkmaza girer; çıkmazı aşabilmek için zaman onun “taşını” bardağa attığında “hiçlik” olarak betimlenen “umutsuzluğun-umarsızlığın” içine taşınıp beslenir. Önce taşındığı şeyin, yani umutsuzluğun-umarsızlığın “edilgen” bir parçası olur; semirip belli bir “büyüklüğe” ulaştıktan sonra “doğar” ve varlığını yine “hiçliğe” taşınacağı güne değin sürdürür.

Nasıl Yaşamalıyız? Bugün Antikçağ bilgeliğinin “nasıl yaşamalıyız?”, sorusuna verilen bilgece yanıtın içeriği ortadan kalkmıştır artık. Her şey niceliksel olana indirgenmiştir: Böylesi bir süreçte, elde edilen şeyin sağladığı “mutluluk” zamansal “genişliğini” “yitirmiştir”. Öyle değil mi? Modern insan için “zorunlu olan” anı hızla “unutmak” ve kendini kendine “koşan” zamanın içinde “yitirmektir”. Deneyim konusu yapılabilen dünya, şeyleri “sınırsız” biçimde sömürülür kılan dünyadır. Nesneleri bitimsiz biçimde sömürülür kılan dünyada “değer” olarak görülen şey ise “düzene ait olmak ve onun bilincini taşımaktır”. Umutsuzluğu bir seçeneksizlik olarak sunmaktadır modern dünya bugün bize. “Ben seçeneksiz umutsuzum”, çığlığı kapitalist düzenin insan doğasına ve bu doğanın özgürleşmesine uygun tek düzen olduğu yargısını taşımaktan başka bir şey değildir. Kendi ruhuna “kapalı”, bedeninin bilgeliğinden uzaklaşmış, yani kendini yitirmiş çağımız insanı, anlık tat veren araçları kolayca elde edebildiği için “amaçsızlığını örtebilmekte”, sistemin verdiği-sunduğu amacı “koştuğu amaç” olarak öne alabilmektedir. Mutluluk, üretim-tüketim dengesini sağlamaya, mutsuzluk bu dengenin “bozulmasına” indirgendiği için modern insan, kendi karanlığından kendini “doğurtma” becerisini kaybetmiş görünüyor. Kendi karanlığının “isimsiz acısı” içinde debelenmektedir. Kapitalist sistem, ölçüsüz istekler, artan acı ve hüzün, barış yokluğu ve zihinsel bulanıklıkla belirgin çağdaş insanı yaratmıştır: Acılarına ad koyma “özürlü” olduğu için sistemin sunduğu amaç peşinde koşarken “mutlu” gözüken insan. İnsanın bireysel özü, kendi içindedir ama onun bilinebilmesi için kendi dışıyla “nesnel” ilişkiye girmesi koşuldur; çünkü, bireysel öz, nesnel ilişkide “okunabilir”: Öyleyse bireysel öz, kendi dışıyla nesnel ilişkiye girmiyorsa “yok” kabul edilmek gerekir. Bu yolla bireysel öz, kendini “toplumsal öze taşır”: Toplumsal öz, “yok sayılmamak” için sevgi, acı, neşe vb duygu-düşünce durumlarıyla kendini nesnelleştirir; artık o, yadsınamaz bir toplumsallıktır. Düşünme bir “oyun”dur; “oyun” olarak kaldığı sürece “nesnelleşemez” ama yine de nesnelleşmeye “gebe” bir olağanüstülüğü ifade eder. Böylesi bir durumda düşünme eyleminin kendisi ve bu eylemi yaratan kimlik “özgürdür”: Eylemin sonucu olarak algılanan “düşünce”, uzayın bir “kuşudur”. Ve uzayın kuşu, doğasal ya da toplumsal “nedenlerle döllendiğinde nesnelleşmeye gebe kalır”: Doğumun gerçekleşmesi, sözcüklerle örülmüş bir “kafese” konulması anlamına gelir. Somuttur artık; bizimle kucaklaşabilir ama özgürce uçamaz, kafes içinde kanat çırpar ancak. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Başlangıçta her şey “belirsiz” olduğu için düşünce “oyun” olarak kaldığı sürece “belirsizliği yapısında taşır”: Onu daha anlaşılır-açık kılmaya çalışmak “oyunu bozar”; ucube bir nesnellik söz konusu olabilir. Demek ki “sonuç” her zaman anlaşılır bir şeydir: Hüner, sonuç olmadan “başlangıç” olmakta yatar.

Kurtuluş Nasıl Gerçekleşecektir? Peki kurtuluş nasıl gerçekleşecektir? Bir de ona bakalım: Kurtuluş umudun geri dönmesiyle olacak. O zaman kurtuluş için “geriye taşınıp” umudu doğurtmaktan, geçmişimizi görmeye başlamaktan başka seçenek yok gibidir. Bu olanaksızlıktan “olanak üretmek”, yani umudu “geri çağırmak”, bir “bilgi ve bilgelik” işidir. Bir insanın “felsefe” olması, bilge olma çabası içine girmesi ile olanaklıdır. Eyleme geçmeden önce olanaklar ölçüsünde bilmeye çalışacaksın ancak eylem anında “bilginin ötesine” sıçramalısın. Yaşam bilgeliği peşinde koşabilmek için kendine bakmak, kendini eğitmek, kendi yapındaki “hakikat” ile karşılaşmak gereklidir. Şeyleri “hızla” ve “sınırsız” biçimde tüketerek ve sömürerek, o şeylerin doğasına yaklaşmak hemen hemen olanaksızdır. Bu hız, tüketilen şeyi “anlamamızı” da “sınırlar”; biz daha tükettiğimizi anlamadan, yeni bir şey ararız tüketmek için. Tükettiğimiz şey, “ne olduğuna” ilişkin

Sayı 39


SERÇEÞME tüm ipuçlarını “sessizliğe gömer”. Biz ileriye atılırız, tükettiğimiz şey “küser” ve “geri çekiDünya algıladığımız, lir”. Bu anaforda, “sevgilimizin yanında durayaşam gördüğümüz şey ise eğer mayız”; sürekli o bizden uzaklaşır; sevgilinin küskünlüğünü ciddiye almak durumundayız. yaşamda “sır” boşlukları vardır: Çağdaş insan, “ele geçirme-elde etme ustası” Canın eylemsizliğini, olduğu denli aynı zamanda “elden çıkarma usinsanoğlunun icadı olan tasıdır” da. Modernlik söz konusu olduğunda “zaman” ölçemez; “sevgi-aşk”, insanı sevdiği-âşık olduğu şeylere “dönüştüremiyor”. Tümcelerde geçen “şeyi” ölçebilmesi için felsefe “yaptığımızda”; insanların ve nesnelecanın eyleme geçerek rin “tutsaklığı” ölçü alındığında, “şey dediğiyeni bir bedene taşınması gerekir. miz şey”, sömürü düzeninde tüketilemeyen ya da tüketilmeye yatkın olmayan, ne olduğunu kendi sessizliğinde “saklayan” ya da yeri-zamanı geldiğinde dışa vurma özgürlüğünü elinde bulundurandır. “Şey”in “gebe” kalıp doğurmasını sağlamak için “yaşamı düşüncenin hizmetine vermekten vazgeçip, düşünceyi yaşamın hizmetlisi yapmak gerekir.” Yaşam, yaşanan şeyden; güzellik güzelden; gerçeklik gerçekten daha eskidir: Demek ki yaşanan şeyin öğretmeni yaşam, güzel şeyin öğretmeni güzellik, gerçek şeyin öğretmeni ise gerçekliktir. Konuşmayan yaşam, “sözcüklere dönüşemez”: O ne rüzgâr olabilir ne de kar, ışık, soğuk, sıcak vb. Konuşmayan güzellik “biçimlere dökülemez”: O ne göz olabilir ne de kaş, endam vb. Konuşmayan gerçeklik “sonuçlara dönüşemez”: O hiçbir şeydir artık. Şüphesiz yaşamın kendisi, bilgeliğin de doğal olarak aptallığın da ötesinde bir şeydir.

Kolay mı? Bu kolay mı? Ne yazık ki kolay değil. Çünkü insanlar, kendi benlerini “hakikate” hazırlamıyorlar. Bir şeyi sevecek kadar onun yanında duramıyorlar. Sunulanın dışında bir şey istemeyi unuttu insanlar. Yenisi “kolayca” alınır diye, gönülleri “cam eşya” gibi kırıyorlar. Açıkçası artık insanlar, ne coşkusunu, ne sevgisini ne de acısını biliyor; yaşamayı bilmiyor demek daha doğru. İşte bunun gibi “körlere” çağdaş insan deniyor. Yaşamın, ölümün saklayamayacağı bir “sırrı” vardır: Aklımızın “sığınaklarında” gizlenmiş bir “bilgidir” belki de bu; “sırra ermek” için ruhumuzun dünyasal bağalarından kurtulması koşuldur. Ölüm, dünyasal bağalardan kesin kurtuluş olduğu için “sırrı saklama” özelliğinden de yoksun kalır; öyleyse “ölmeden evvel ölerek” ya da “yaşarken dirilerek”, yani “kültürel” anlamda ruhu, maddenin “denetimi” dışına taşıyarak sırra ulaşabiliriz. Ruh, belki de bedenin “enerjisidir” ama gövdeyi gövde yapan nedendir, ne var ki gövdesiz olamaz. Gövde-beden, yaşamın bir parçasıdır ve sır “saklamasını” bilir. Sır bilgisini alabilmek için bedenin ruhunu, bedenin dışına taşımayı becermek durumundayız. Kendi gelmeden geleceğe koşmak isteyen ruh “açtır”; ruhun açlığı, madde dünyasının “dem”inden daha doğurgandır. Ruhun korkusu, bedenin güvenliğinden daha değerlidir. Doğanın ezberini aşamazsak tümüyle bir içgüdü olup çıkarız: Yolunu hissettiği için düşmeyen körün durumuna düşeriz. Ezberi aşabilirsen “yaşama adını yazdırabilirsin”. Yaşamdan uzaklaşırsan “hiçlik” seninle alay eder; yaşam kendi oyununu oynadığında “hiçlik” kendi geleceğini seyreder; yaşamın kendi oyunu “ölüm” tarafından kuşatılmış bir sahnede oynanan bir trajedidir çoğunlukla. Doğanın aklından “sakınırsa” insanın aklı insanı, köprünün başına getirir ve orada “soğukta” bırakır: Üstelersen “kıçını döner gider”.

Mart 2008

Anahtar Kitaplar, 0212.526 89 17

İsteme adresi:

Dört Kapı Kırk Makam / Kırklar Cemi

Esat Korkmaz’ın iki kitabının yeni baskısı çıktı

(*) “Minerva”, Antikçağ sûfiliğinde, “bilgi ve bilgeliğin” simgesi olarak algılanan, Yunan kökenli Athena ile özdeşleştirilen Roma’nın koruyucu tanrıçasıdır. “Minervanın baykuşu” ise Koruyucu tanrıça Minerva’nın bilgi ve bilgeliğinin kimliklendirilmiş biçimini dışa vuran kalıpsözdür.

Prof. Sadun Aren 1922 - 2008

S

ADUN AREN, altmışlı yıllarda Türkiye soluna damgasını vuran Türkiye İşçi Partisi’nin üç liderinden biri olarak ünlendi. Altmışların sonuna doğru, yanıt getiremediği gelişmeler karşısında çatırdayan TİP’in üst yönetimi içinde yaşanan ayrışmada Behice Boran ile birlikte Mehmet Ali Aybar’a karşı muhalefetin başını çekti. Sadun Aren, 1922’de Erzurum’da dünyaya geldi. 1944 yılında Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesin’nden mezun oldu. Bu yıllarda Türkiye Komünist Partisi’ne katıldı. 1947 yılında İstanbul Üniversitesi’nde doktora çalışmalarına başladı. Tezini yazmak üzere Ankara’ya döndü. SBF’nin doçent açığını kapatmaküzere doktora tezini doçentlik tezi olarak verdi ve 1950 yılında doçent oldu. 1951 yılında İngiltere’ye, Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Konseyi’ne gönderilmesi onu ‘1951 TKP Tevkifatı’nın en azgın uygulamalarından kurtardı. Fakültenin izniyle yurtdışında kalışını uzattı ve bir süre BBC Türkçe Servisi’nde çalıştı. 1956 yılında Türkiye’ye geri döndü ve tutuklandı, TKP davasının sonuna katıldı ve beraat etti. 1957’de SBF’de profesör oldu. 27 Mayıs sonrası Milli Birlik Komitesi’nin İktisat Komisyonu’nda görev yaptı. Yeni kurulan Devlet Planlama Teşkilatı’na sözleşmeli danışmanlık yaptı. 1961 yılında kurdukları TİP’e aydınlardan bir yönetim oluşturmaya çalışan sendikacıların ısrarı ile 1963 yılında TİP’e katıldı. Aynı yıllarda Sosyalist Kültür Derneği’nin kurucularından biri oldu. 1965 seçimlerinde İstanbul milletvekili seçildi. TİP’in Mecliste yürüttüğü sert muhalefet nedeniyle fiziksel saldırılara uğradı. 12 Mart’ta tutuklandı, yargılandı ve 1974 afına kadar mahpus kaldı. Bir daha üniversiteye dönemedi. DİSK’te danışman oldu, 1975’de yeniden kurulan TİP’te çalıştı 12 Eylül’de yeniden zindanlarda süründürüldü. 1984’de tahliye edildi. Aziz Nesin’le birlikte “Demokrasi İzleme Kurulu”u kurdu. Anayasa Kurultayı toplanmasına katıldı. Sosyalist Birlik Partisi’nin kurucu Genel Başkanı oldu. Daha sonra Birleşik Sosyalist Parti adını alan partinin Genel Başkanlığını yürüttü. Başka grupların katılmasıyla Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kurucusu oldu. Çeşitli geleneklerden solun birleşmesine katkısına çok değer veriyordu. ÖDP’nin Onursal Genel Başkanı sayılıyordu..

5


SERÇEÞME

İLERİCİ DAVUDİ BOHRALARIN ÖNDERİ DR. ASGHAR ALİ ENGINEER’E GÖRE KURAN DİNDE REFORM GEREKTİĞİNE İŞARET EDİYOR

Dinde Reform Hareketleri Neden Gereklidir Dr. Asghar Ali Engineer, Çeviren: İsmail Kaygusuz UNUŞ: İsmaili Bohraların önderi Dr. Asghar Ali Engineer, dünyaca tanınmış, seçkin ve demokrat bir İslam bilginidir. Dr. Engineer, reform hareketlerinin toplum için, her zaman gerekli olduğu genel düşünceyle başlıyor aşağıda çevirisini sunduğumuz yazısına. Daha çok ülkesi Hindistan ve çevresinden, eski sömürge ülkelerden reform hareketleri ve reformcu örneklemeleri vermektedir bu yazısında. Dinin kendisinin bir reform hareketi olarak doğduğunu dile getirdikten sonra, İslam dininde reform hareketleri 18. yüzyıldan itibaren Şah Veliyullah tarafından başlatıldığını belirtiyor. Biliyoruz, Dr. Asghar A. Engineer gibi düşünen din bilginleri Türkiye’de de bulunmaktadır. “Tarihten bulaşmış gelenekleri” ve kör inançları temizlemek, öze aykırı biçimleri kaldırıp, Kuran’ı, çağdaş toplumsal yaşamın geçirdiği büyük değişimlerin ışığında ve yaşamakta olduğumuz bilgi ve iletişim çağının koşullarına uygun yorumlayarak reform hareketlerine girişilmelidir. Reform hareketleri büyük destek bulacaktır. Aşırı dindar gruplar “dini ortadan kaldırmak istiyorlar!” yaygarasıyla karşı harekete geçecektir, çünkü dinin “birey ile Tanrı arasında vicdana indirgenmesi” çıkarlarına dokunacaktır. Dinde reform hareketlerinin destek görmesiyle devlet, bünyesindeki teokratik yapılanmayı, yani Diyanet’i kaldırma zorunluluğunu duyacak ve gerçekten laik devlet olmaya yönelecektir.

S

Dinde Reform Hareketleri Neden Gereklidir? Her toplum reform ve değişim sancılarından geçer. Fakat eski düzeni temsil eden toplum önderleri, yetkilerinden yoksun bırakılacakları için, herhangi bir reform ve değişim hareketine şiddetle direnç gösterirler. Bir kurumun, mevcut durumun korunması ile yarar sağlayan kendi önderleri vardır ve onlar, ya din adına ya da eski gelenek-görenekler adına değişime direnmek işin her şeyi yapacaktır. Değişim çağrısı yapan kimseler, inançsızlar, sapkınlar ve dinin dokunulmazlığına, kutsallığa saldıranlar, uydurukçu sahtekârlar olarak suçlanırlar. Gerekli olan gerçek yenilik oluşumlarının, bu türlü suçlamalar denizinde boğulması için elden gelen her şey yapılır. Onlar tarafından gerekli değişim konularına asla değinilmez. Demek ki, neden reform hareketlerinin gerekli olduğu sorusu ortaya çıkıyor. Kuşkusuz çeşitli nedenler var. Ancak bu nedenleri tartışmaya geçmeden önce din ve dinsel öğretiler üzerine birkaç söylemek gerekecektir: Bizzat dinin kendisi zaman içinde bir reform hareketi olmuştu. İnsan, içinde yayıldığı bir toplumu reforme etme, yani yeniden düzene sokma işleviyle gelmeyen herhangi bir dini zor düşünebilir. Kuran’a göre din tektir, fakat önemli olan dinin temel, öz öğretileridir. (…) Âdem’den Muhammed’e kadar bütün peygamberler Tanrı tarafından gönderildi ve aynı bildiri (tebliğ) ile geldiler. Bütün bu bildirimlerin temel öğretileri aynı idi. Ne var ki, her toplum, o dinsel geleneklerin içinde yansıyan, özgül özelliklere sahipti. Bunun için din indirilen

6

Bu yazı Dr. Asghar Ali Engineer’in Davudi Borhalar’ın internet sitesinde Ağustos 2003 tarihinde yayınlanan “Reform Hareketleri Neden Gereklidir?” adlı adlı İngilizce yazısının çevirisinden bir bölümdür. (Aslı içn bkz: www.dawoodi-bohras.com) Çevirinin tam metni İsmail Kaygusuz’un, Su Yayınlarından 2006 yılında çıkmış Müslümanlık ve Hıristiyanlığın İnanç Öğretilerinde Öteki Gerçekler adlı kitabının ekinde bulunabilir. her toplumun Şeriat yasaları farklılık gösterdi. Ancak, bir süre sonra dinin temel öğretileri de bozuldu ya da soysuzlaştırıldı. Böylece yeni bir kâhin, peygamber ve reformcuya gereksinim doğdu. Peygamber (dini) bildirmeye başladığı zaman var olan düzenin önderleri büyük vahşetle karşı çıktı ve sonunda onu öldürdüler. Kuran bunu çok uygun biçimde şöyle açıklıyor: “Kendilerine, Allah’ın indirdiğine (vahyine) inanınız denilince onlar: ‘Biz, sadece bize indirilene (Tevrat) inanırız, derler. Ve ondan başkasının yadsımaktadırlar. Oysa o (Kuran) kendi sahip oldukları (kitabı) doğrulayan gerçek(lik)tir. (Ya Muhammed) onlara de ki: Eğer gerçekten inanıyor idiyseniz, öyleyse bundan önceki Tanrı’nın peygamberlerini niçin öldürdünüz?” (Kuran 2, 91)

Gelenekleri Dinin Temel Öğretilerinden Ayırmak Reformcunun Görevidir Bir dinin ya da inanç geleneğinin iki ana yetkinliği olduğuna dikkat çekmek önemlidir: 1) İndirildiği ya da kurucusu tarafından bildirildiği-vazedildiği gibi kalan temel öğretiler; 2) Zamanın bir döneminde, dinin ayrılmaz parçası olmuş ve o dinin özgün öğretilerini bozmuş çeşitli toplumsal inanç ve gelenekler. Din bu kaderden kurtulamazdı. Bazı toplumsal adetler çok büyük güce sahiptir ve halkın yaşamının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Yaşamlarından onları koparmak, olanaksız değilse bile çok güçtür. Kurulu düzenin önderlerine yarar sağlayan birçok gelenekler, o dini temel öğretilerine aykırı-ters olsalar bile din adına meşru kılınır. Böylece zamanın bir dönemi boyunca, taneden kabuğu ayırmak çok zor olur. Reformcunun, bir dinin temel öğretilerini ve bu öğretileri çarpıklığa götüren çeşitli sosyal gelenek eklentilerini tanımak ana görevidir. Kuşkusuz bazı insanlar, temel öğretiler ile toplumsal eklentileri birbirinden ayırt etmeyi oldukça güç bulurlar. Onlar için ikisi birbirinden ayrılamaz. Sadece o da değil, sonradan eklenmiş bu toplumsal gelenek-görenekler, dinin öz öğretilerinden çok daha önemli duruma gelir. Ve bir dönem boyunca bu toplumsal eklentiler temel dinsel öğretilerin yerini bile alır.

İşte, Tanrının elçi göndermeye ya da halkın arasında bir reformcu-yeni düzenleyici yaratmaya karar verdiği bu andır. Kuran öğretileri gereğince Muhammed son Peygamber olduğuna göre, biz şimdi sadece reformcular bekleyebiliriz. Ancak, o toplumun ya da ülkenin dinsel ve sosyal gereksinimlerine bağlı farklı toplumlar içinde reformcular var olabilir. Bir peygamber evrensel mesajla-bildirimle gelir ve dinin temel öğretilerini bildirir. Ama bir reformcunun rolü daha az evrensel ve daha kendine özgüdür. O kişi belirli bir ülkeye ya da topluma aittir ve onun reformları o ülkeye, o topluma ya da o topluluğa özgü olur. Bir peygamberle bir reformcu arasındaki temel farklılık budur. Bir reformcu, kendi ülkesi ya da toplumunun kimliğini taşımalıdır. Örneğin, Syed Ahmet Khan, Kuzey Hindistan Müslümanları arasında büyük bir reformcuydu. Ama onun bir Mısır toplumu için de çok uygun olduğu söylenemez. Diğer yandan Muhammed Abduh, büyük bir Mısırlı reformcuydu. Onun reform hareketi, Hindistan ve Pakistan Müslümanlarından daha çok Mısır halkına esin verebilir. Bununla birlikte, onların toplumsal ve ulusal sınırların ötesinde de uygulanabilen reformlarındaki evrensel ögeler yadsınamaz.

Toplumsal Gelişimler Dinde Reformu Gerekli Kılar ve Bazı Reformcular Erken İslam toplumunda mucaddid (yeni düzenleme yapan) denilen bir kavram vardı ve her bin yılda bir mucaddid’e gereksinim duyulduğuna inanılırdı. Yani bugün Hindistan’da bizim ikinci bin yıl için yeni bir düzenleyiciye gereksinimiz var. Dar ve karanlık Ortaçağ boyunca değişim adımları çok yavaş atıldığı için model değişim için çok süreyi esas alıyordu ve bu nedenle her bin yılda bir mucaddid’e ihtiyaç duyulduğu düşünüldü. İlk büyük örnek değişim, Asya ve Afrika ülkelerinin sömürge durumunda bulunduğu 19. yüzyılda oldu. Asya ve Afrika ülkelerini hemen hemen hepsi bir Avrupa ya da Batı ülkesinin sömürgesi olmuştu. Olan tek şey siyasal değişim değildi; ekonomik, bilimsel ve teknik alanlarda da çok değişiklikler olmuştu. Bu değişiklikler öyle nefes aldırdı ki, reform hareketleri kaçınılmaz oldu. Bu nedenle İslam dünyasında öyle bir dizi reform hareketine tanıklık ettik. Bu değişiklikleri kavramak ve korumak çok gereklidir. Bunlar öylesine temel değişiklikler oluşturdu ki, eski sosyal yapıyı ve çeşitli toplumsal gelenekleri altüst etti. Eski eğitim sisteminin tamamıyla akıldışı ve saçma konular üzerine olduğu görüldü. Reform hareketleri sadece Müslüman toplumlarda değil, bütün sömürge topluluklar için de gerekli oldu. Benzer bir karışıklığı Hindistan’da Hindu toplumunda da görürüz. Bütün kabile toplulukları da bu değişimin girdabına yakalandı. Toplumdaki bu temel değişikliklere rağmen, reform ve değişimi savunmak zordu. Dinsel ve toplumsal düzenin önderleri, gelenekçi önderliklerini korumak için geleneklere sıkıca yapıştılar. Eski düzendeki değişim kendi

Sayı 39


SERÇEÞME dünyaya uyum sağlamak ve yaşam koşullarının gelişmesi için toplumsal reformları benimseyen zamanının Müslümanları takibata uğradı. Bırakınız toplumsal reformların kabulünü, toplumsal durgunluk o kadar kuvvetle kök salmıştı ki, onlar yeni eğitimi bile kabul etmeye hazır değildiler. Yeni eğitim sistemi dine karşı olarak suçlandı. (…) 19. yüzyıl reformcuları üstlerine koskoca bir görev almışlardı. Acayip durumlarla ve zorlukların her türlüsüyle karşılaştılar, fakat inançlarında, düşüncelerinde sağlam durdular. Büyük bir sabırla çalıştılar.(…)

Değişim Önce Reformcunun Kendisinde Başlar

Dr. Asghar Ali Engineer, İlerici Davudu Bohralar’ın bu yıl Şubat ayında Hindistan’ın Udaypur kentinde yapılan Dünya Davudi Bahroları Kongresin çalışma raporunu sundu ve yeniden sekreterliğe seçildi.e

liderliklerini tehlikeye düşürüyordu. Reformcular, değişimi meşrulaştırmak için kutsal metinlerinden aktarmalar yaptı, fakat kimse bunu dikkate almadı. Evrensel bir kuraldır: Yapıları denetimi altında tutan kurumsallaşmış liderlik, her zaman reformcu bir liderlikten daha etkilidir. Diğer sorun gelenekçi aydınların, yeni ortaya çıkmış reformları savunan aydınları tehdit edici algılamalarıdır. Ve halk kitlelerini kontrol altında tutanlar gelenekçi aydınlardır. Geçmişe bağlı aydınlar, durumlarını korumak amacıyla geleneksel anlayışla reformcuyu “aykırı, sapkın, uydurukçu-icatçı” olarak ilan eder. Bu nedenle, reformcunun enerjisinin yarısı reform ve değişim için çalışmaktan çok kendisini savunmaya harcanır. (…) Cemaleddin Afgani, Mısırlı Muhammed Abduh, Hindistan’dan Sir Syed diğer reformcularla birlikte geleneksel önderliğin baskısıyla karşılaştılar. Gelenekçi aydınlar reformlara sadece durumları tehdit altında olduğu için karşı değillerdi. Bunun yanı sıra onlar, eski öğretiler üzerinde temellenen eski dünya görüşleri nedeniyle karşıydılar. Çevrelerinde oluşan bilimsel ya da teknolojik gelişimlerden habersiz ve bilgisizdiler. Bu değişikliklere kuşkuyla bakıyor ve en kötüsü onları tamamıyla reddediyorlardı. Değişim dinlerinin öğretilerine karşı olduğunu düşünmekteydiler. Öyle ki bazı Ulema 19. yüzyılda ilk kez gördüğü cep saatlerini bile lanetledi ve namaz vakitlerini belirlemek için kullanılamayacağı fetvaları verdir. Sir Syed Ahmed Khan, Kuran’dan şu ayeti aktararak reformlarını haklı çıkardı, doğruluğunu ispatladı: “Bir toplum kendi koşullarını kendisi değiştirinceye kadar Allah onlarda değişiklik yapmaz” (Kuran 13, 11) Demek ki değişim doğanın yasasıdır ve toplum bu değişiklikleri dikkate almak zorundadır; buna göre de kendilerini değiştirmelidir. Kuran’ın tanımladığı dinin temel öğretileri ve ana değerler dışında her şey değişebilir. Sir Syed bu gerçeği vurguladığı için acı çekt. Hindistan’da kendilerini değiştiren; değişen

Mart 2008

(…) Sir Syed Ahmet Khan ortodoks Ulema’dan gelen sert bir direnişle karşılaştı. Çünkü Hindistan’da Müslümanlar arasında reddedilen doğal bilimler temelinde eğitim konusunu savunan ilk kişi o oldu. Sir Syed din ve doğal bilimlerin uzlaşmasını sağlamak için çok zekice bir yaklaşımla ortaya çıktı. Şöyle diyordu: “Kuran Tanrının sözüdür, doğa ise Tanrının işidir, eseridir; öyleyse, Tanrının sözü ile işi arasında nasıl karşıtlık olabilir?” (…) Bir dönem içinde indirilmiş bir kutsal kitabın birçok yorumlarının var olduğu sıkça görülür. Böylece değişmiş olan koşullar içinde yeni yorumların yapılmasına zorunluluk vardır. Muhammad Abduh, Rashid Rida, Sir Syed ve Maulana Abul Kalam Azad gibi reformcuları yaptıkları tam da budur. Onlar kendi değişen çevre koşulları içinde Kuran üzerinde yeni yorumlamalar yaptılar. Bugün hiç kimse, İslam’ın bu âlimlerinin dinsel inançlarının dürüstlüğünden kuşku duyamaz, ama onlar zamanlarının din bilginlerinin çok şiddetli muhalefetiyle karşılaşmışlardı. Bir reformcu zamanının geçerli geleneklerini izlemez. O gelenekten daha fazla akıla güven duyar. Bir ortodoks bilgin ise dinsel geleneklere daha fazla güvenir; eğer bir çelişki varsa, aklı reddeder. Öta yandan reformcu da, eğer akıl ile çelişiyorsa geleneği reddeder. Başka bir söylemle, reformcu aklın yanında durur, oysa ortodoks eleştiri yapmaksızın geleneği izlemeyi tercih eder. Şu halde bir reformcu bir geleneğe, eleştirel değerlendirmeden geçirerek inanır ve onun Kuran’ın özüne aykırı olup olmadığını görür. İyi bilir ki, Kuran akla büyük önem verir ve sadece atalarını körü körüne izleyenlere karşı tartışmalar yapar. Reformcu, sadece halk ona inanmakta olduğundan ötürü bir şeyi asla kabul etmeyecektir. O kişi için aklın değeri çok yüksektir. Ve onun için iman ile akıl birbirine zıt olmaktan çok birbirini tamamlayıcıdır. (…) Bilim nefes kesici bir hızla ilerlemektedir. İnancımızı güçlendirmek istiyorsak, vahiy yoluyla gelmiş bilgiyi, yeni bir açıdan görmemiz gerekmektedir. Bir kutsal kitabın büyüklüğü, onun yeni çevresel koşullarda yeni anlamlandırmaları kabul etmesi gerçeğinde yatar. Dinimizi durgun, değiştirilmez ilkeler gölüne indirgeyemeyiz ve indirgememeliyiz. Afganistan’da bu çeşit bir İslam anlayışını görmekteyiz. Taliban ortaçağların dar görüş ve anlayış ortamı içinde İslam’ı dondurmuş bulunmaktadır. Onlar çağdaş bilimsel bilgiyi değersiz bulmakta ve İslam’ı bütün bu gelişmelerden ayrı tutmaktadır. Onlar için bilimsel bilgi, İslami bilgiye tamamıyla zıttır. (…)

Hızır ve Nevruz (Nuroj). Haşim Kutlu Bu kutsal etkinliğin hem başlangıcı hem de sonudur ve aynı şeydir. Dört hafta sürer. Üç günlük Hızır Orucu ile başlar, her hafta Perşembe günlerinde yerine getirilmek üzere dört günlük oruçla Nevruz’a ulaşır. Son Çarşamba (Çarşemi sor-Kızıl Çarşamba) otantik kızılbaşlık için en kutsal gündür. Kutsal cem ayiniyle karşılanır (Üryan Cemi). Nevruz Erkânı’nı yerine getiren canlar için “Dar gören didar görsün; emekleri hak defterine yazılsın; dillerinde dilekleri, gönüllerindeki muratları hâsıl olsun; Hak kabul etsin!” diyorum Pir Sultan’ım erenler nazda Cümle muhibban aşk-ı niyazda Cuşa geldi canlar irfanda sazda Himmeti erince Nevruz sultanın Pir Sultan Abdal Kadim “Rızalık Şehri-Eden”in Kutsal Ana Atasının armağanı Yerin ve göğün (ard û azman) birleşip bir olduğu Dünya ananın, ateşin ve güneşin bir tezahürü olarak Hızır (Xızır) ile evlendiği (weyve dine) Ve bolluğun Ve bereketin Bir ifadesi olarak yeniden doğuma durduğu bir sürek olarak, Bir yılın sonu yeni bir yılın başlangıcı bağlamında, Her bahar mevsiminin ilk ayında tekrarlana gelen, Değişim ve dönüşümün tarihsel her uğrak noktasında Değişip dönüşüp yeni adlarla zenginleşmiş muhtevalarla İlk çıkış noktasına sadık, müthiş bir kutsallık halesiyle örülerek Süregelen Zulmün, sömürünün, katletmenin, inkâr ve imha etmenin, mazlum insanın Yakasına bir kene gibi yapıştığı tarihsel dönüm noktasından bu yana, Özgürlük, eşitlik, kardeşlik arayan, “isyan haktır” şiarıyla ayağa kalkıp dikilenlerin, Kadim ortaklığın, bu bağlamda yitirilmiş Rızalık Şehri armağanı Nevruz kutsallığını arkalarına alarak isyan bayraklarını çekenlerin Ve de özgürlüğün ve özgürleşmenin simgesi kutsal dağ başlarında, ziyaretgâhlarda, çoğu kez bedenleriyle tutuşturdukları özgürlük ateşlerini harlandırdıkları Günümüz gerçeğinde de yine aynı kutsallık halesiyle günün varislerine ilham kaynağı olan, küllerinden yeniden doğuşun simgesi Nevruz Bayramının halkımıza ve de halklarımıza kutlu olmasını diliyorum. Aşk ile.

7


SERÇEÞME

Ludwigshafen Faciasının Ardındaki Gerçekler Hüseyin Hürrem Ulusoy

U

STA yazarlar, edebiyatçılar çok iyi bilirler. Bazı günlerde yazı yazmak öylesine zor olur ki elinizde kalem kalakalırsınız. Hele üzerinde durmanız gereken konu, keşke hiç olmasaydı, keşke hiç yaşanmasaydı diye düşündüğünüz bir konu ise. İnsanın içini burkan, ruhunu karartan, yüreğini parçalayan bu elim olay üzerine içim dolarak bu yazıyı kaleme aldım. Bilindiği gibi 3 Şubat 2008 Pazar günü, Almanya’nın Ludwigshafen kentinde Janziger Platz’da meydana gelen korkunç yangında beşi çocuk, dokuz vatandaşımızı yitirdik. Gaziantepli yurttaşlarımız tarafından satın alınmış olan eski binada Karanfil Kaplan (4), Dilara Kaplan (11), Kamil Kaplan (3), İlyas Çalar (2), Kenan Kaplan (2), Medine Kaplan (48), Hülya Kaplan (31), Döne Kaplan (21) ve Belma Özkapı (22) yaşamını yitirdi. Bu acıklı olay, yüreğinde insan sevgisi taşıyan, özellikle de analık-babalık duygusunu tatmış olan insanlarda büyük elem ve şok yarattı.

8

Ludwigshafen, Mannheim ve Heidelberg kentleri, Yukarı Ren Ovası’nda bir saç ayağı şeklinde sıralanmış kentler. Ren Nehri’nin doğu kıyısında Mannheim, batı kıyısında Ludwigshafen kentleri yer alıyor. Yaklaşık elli kilometre kadar güneydoğuda yer alan Heidelberg bir üniversiteler kenti ve Almanya’nın en gözde kentlerinden biri. Mannheim’da Alevi Kültür Derneği var. Almanya’daki en güçlü derneklerden birisi. Kendilerine ait binaları ve cemevleri var. Bu derneğin üyelerinden yürekleri Ehl-i Beyt sevgisiyle dolu, Hacı Bektaş Veli Dergâhı muhiplerinden değerli dostlarım Sultan Ulusoy’un, Aynur Özcan’ın, Sevda Özkaya’nın, Sami Tuncel’in, Şahin Bal’ın, Ali Ölmez’in, Meral Özçelik’in samimi gayret ve istekleriyle bir cem ve panel düzenlemeye karar vermiştik. Panelimiz sonradan başka katılımcı olmadığından seminere dönüşecekti. Ankara’da öğretmenlik yapmamız nedeniyle yarıyıl tatiline denk getirdik. Cemi, eksiğimizi yanlışımızı Hünkâr bağışlasın, bizzat yönetmeye çalıştık. Urfa, Kısas Köyü’nden Hüseyin Polat ve oğlu zakirliğimizi yaptı. Yine Gaziantepli dostumuz Sedat Bican gözcülük, Urfa, Sırrın’dan Mehmet Kaz dostumuz da çerağ uyarma görevini üstlendiler. Diğer hizmetlerde Adıyaman, Gölbaşı, Savran köyünden Ali Kürtbağı ve eşi, yine Zileli

dostumuz Sami Tuncel (Mertekli) görevlerini başarıyla yerine getirdiler. Hepsine teşekkürlerimi sunuyorum. Cemden sonra hazır Mannheim’a gelmişken Gaziantepli kadim dostlarımız, adlarıyla soyadlarıyla adaş olan Hüseyin Karalar’ları (iki kişiden söz ediyoruz) ziyaret etmeyi düşündük. Gaziantepli Alevi-Bektaşi yurttaşlarımızla bir araya gelerek, bir akşam “Balım Sultan Muhabbet” yaptık. Bilindiği gibi bu tür muhabbetler, cemden farklı olarak, tabir caizse her konunun, siyasetten tarikata kadar, konuşulup tartışıldığı bir irfan meclisidir. Ev sahiplerimiz Gaziantep’in eski adı Ünaldı, yeni adı “Barış Mahallesi” olan semtinde oturan, burada cemaat lideri olan Yaşar Karalar’ın amcasının oğlu. İkincisi de oğlu. “Ünaldı Aşireti” Gaziantep’te ün sahibi bir boydur. Kazazede “Yeşilova” aşireti de bunların akrabası olan bir Alevi-Bektaşi cemaatidir. Horasan’dan yola çıkıp, Anadolu’ya gelen, halk arasında “Ustalar”, “Abdallar”, “Teberler” gibi adlarla anılan, bir Türkmen boyu olan bu cana yakın, sıcakkanlı, sanatkâr ruhlu insanlarımız Anadolu-Türk kültürüne, Alevi-Bektaşi kültürüne büyük hizmette bulunmuşlardır. Halk müziğimizin ustalarından Hacı Taşan, Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş gibi bağlama ustalarımız; türküleri, bozlakları ile şöhret sahibi olmuşlardır. Bunlar “Bozkırın Tezeneleri”dir.

Sayı 39


SERÇEÞME Anadolu halkının yanık bağrından çıkmışlardır. Ancak aşiret daha çok Klasik Türk Müziğinde ustalaşmıştır. Keman, klarnet, ud, kanun, cümbüş, davul, zurna gibi enstrümanları ustalıkla kullanmışlardır. En ünlü darbuka ustaları da bunlardan çıkmıştır. Düğünlerimize neşe ve coşku katmışlardır. Hüseyin Karalar’ı ve Gaziantepli dostlarımızı Mannheim’da düzenleyeceğimiz panele davet ettik. Daha önce de söylediğimiz gibi panel, seminere dönüştü. Burada yaklaşık iki buçuk-üç saat konuşarak, bilimsel bir yaklaşımla, Hacı Bektaş Veli’nin Ehl-i Beyt’le olan soy bağından, yine belgelere dayanarak (fermanlar, mahkeme ilamları, tarihçilerin kayıtları, vb.) evliliğinden, Hâce Ahmet Yesevi ile olan tarikat bağından (nisbet-i tarikatinden), kendisinden sonra gelen Balım Sultan, Kalender Çelebi, Hamdullah Çelebi gibi tarihte önemli rolleri olan postnişinlerden söz ettik. Gerek 2 Şubat Cumartesi günü düzenlediğimiz cemden, gerekse 3 Şubat günü gerçekleşen seminerimizden kamuoyunda, Alevi TV’leri olarak tanınan TV kanallarını haberdar ettik. Ancak hiçbirinden yanıt alamadık. Yalnız bir kanaldan yanıt geldi. Bunlar da bizden 1.500 Euro talep ettiler. Dolayısıyla TV kanalları Hacı Bektaş Dergâhı’ndan bir kişinin cemini ve seminerini kayda değer bulmamışlardı. Seminerde gözlerimiz Gaziantepli dostlarımızı aradı, göremedi. Sonra yangın haberini aldık. Ölenlerin Antepli olduklarını duyduğumuzda içimize bir kuşku düştü. Hüseyin Karalar’ı aradığımızda, “Efenim, maalesef ölenler bizim akrabalarımız, bunardan bazıları da yanınıza gelmişlerdi. Görseniz hatırlarsınız.” deyince, beynimizden vurulmuşa döndük. Önce taziye için Ladwigshafen’e gittik. Burada acılı aile reislerinden; iki gelinini ve beş torununu kaybeden Cevdet Kaplan’la, yine eşini ve çocuklarını kaybeden Kamil Kaplan’la görüştük. Üzüntülerimizi bildirdik. Cemaatin ileri gelenlerinden Adnan Bey’le de görüştük. Ölen canlarımızın Alevi-Bektaşi olmaları nedeniyle cenaze töreninde neler yapabileceğimizi konuştuk. Cenaze namazında Sünni-Alevi farklılığı olmadığı için, rutin cenaze namazı kılınacaktı. Ancak çoğu Alevi cenazelerinde ilahi, yerine göre de gülbank okunması (bir nevi dua) bir gelenekti. Biz de kısa bir konuşmadan sonra gülbank okumaya karar verdik. Kaza (kundaklama olduğu kanıtlanamadı), uluslararası bir nitelik kazandığı için gerek Türk, gerekse Alman devleti yetkilileri, resmi bir tören düzenlemeye karar vermişlerdi. Mainz Başkonsolosu Sn. Aydan Yaman, Devlet Bakanı Sn. Said Yazıcıoğlu, CHP Genel Başkanı Sn. Deniz Baykal, Sn. Onur Öymen,

Sn. Mehmet Sevigen CDU Hessen Eyaleti Yönetim Kurulu Üyesi Sn. Yaşar Bilgin, Hessen milletvekili Turgut Yüksel, AABF Başkanı Sn. Turgut Öker, Dedeler Kurulu Başkanı Cafer Kaplan, işadamlarımızdan Bak-Tad Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Sn. Mustafa Baklan, Alman makamlarından Federal Hükümet Göç ve Uyum Bakanı Sn. Maria Böhmer, Rheinland-Pfalz Eyaleti İçişleri Bakanı Sn. Karl Peter Bruch törene katıldılar. 10 Şubat’ta 12.30’da başlayan törende ilk konuşmayı Ludwigshafen Belediye Başkanı Sn. Eve Lohse yaptı. Başkan Lohse, yangın kurbanlarının yakınlarına belediye olarak her zaman destek olacaklarını söyledi. Başkan Lohse’nin ardından söz alan Rheinland-Pfalz Eyaleti İçişleri Bakanı Sn. Karl Peter Bruch da taziyelerini bildirdikten sonra Ludwigshafen’de yaşanan bu acının ardından Türk ve Alman toplumunun barış içinde iç içe yaşayacaklarını belirtti. CHP Genel Başkanı Sn. Deni Baykal da Almanya’da artan ırkçı saldırılara dikkat çekerek, Türk-Alman siyasetçilerin işbirliği yapacaklarına inandığını belirtti. Buradaki vatandaşlarımızdan vakur ve ölçülü davranmalarını istedi. Devlet Bakanı Sn. Said Yazıcıoğlu da olayın bir an önce aydınlığa kavuşturulmasını istedi. Federal Alman Hükümeti Göç ve Uyum Bakanı Sn. Maria Böhmer de Başbakan Sn. Angela Merkel’in kurban yakınlarına başsağlığı mesajını dillendirdi. Törenin evrensel boyutuna bağlı olarak sırayla kürsüye gelen Katolik, Protestan (Evangelist) Kiliseleri temsilcisi rahipler ile bir Musevi din adamı dualar okudular. Katolik kilisesi papazı Yunus Emre’den bir dörtlük okudu. Musevi din adamlarından sonra söz bize verildiğinde irticalen (doğaçtan, hazırlıksız) kısa bir konuşma ve ardından bir gülbank okuduk. Konuşmamız ve gülbank’ımız ani gelişen olaylar nedeniyle doğaçlama yapıldığı için, şu anda kelime kelime hatırlayıp yazmak biraz zor olacak. Ancak bazı TV kanallarının arşivlerinde olduğunu biliyoruz. Konuşmamız aşağı yukarı şöyleydi: “Saygıdeğer bayanlar, baylar; sayın bakanlar, parlamenterler, Horasan’dan kalkıp Anadolu’ya gelmiş; Hün kâr Hacı Bektaş Veli’den nasip almış; O’nun ‘yetmiş iki millete bir nazarla bakmayan bizden değildir’ düsturunu kendine yol edinmiş bu canlarımızın cenaze törenlerine geldik. Bu insanlarla olaydan birkaç gün önce bir araya gelmiştik. Olayın şoku içindeyim. Bu nedenle konuşmakta güçlük çekiyorum. Bu insanlarımız Hallac-ı Mansurların, Nesimilerin, Pir Sultanların, Kalender Çelebilerin, Şehitlerin Şahı İmam Hüseyin’in katına ulaşmışlardır. Her nedenle meydana gelirse gelsin elim bir olayla karşı karşıyayız. Bu masum yavrularımız ve bacılarımız doğrudan cennet’e gitmişlerdir. Bunların aslında duaya ihtiyaçları yoktur. Biz fakirler, bunların yüzü gözü hürmetine Cenab-ı Allah’tan af ve mağfiret diliyoruz.Bu canlarımız için bir gülbank okumaya çalışacağım; “Nur-u Hidayet, Ya Allah, Ya Allah, Ya Allah!

Mart 2008

Nur-u Nübüvvet, Ya Muhammed, Ya Muhammed Ya Muhammed! Nur-u Vilayet, Ya Ali, Ya Ali, Ya Ali! Ekber-i Ümmühât Haticetü’l Kübra, Fatımatü’l Zehra Analarımız, On iki İmam, On Dört Masûm-u Pak, On Yedi Kemerbest Ricâl el Gayb Erenleri hürmetine, Yüce Yaradıcımız, bu masum yavrularımızı ve bacılarımızı Sekiz Uçmağ’ında Kevser Irmağı’nda duran Şah Hüseyn’e, Ehl-i beyt’e, cümle şehidana, gaziyan ve bacıyana komşu eylesin! Şehitler zümresine, Hallac-ı Mansurlar, Pir Sultanlar, Nesimiler, Kalender Çelebilerle katara dâhil eylesin! Bunların yüzü gözü hürmetine biz fakir ve günahkâr kullarına af ve mağfiret nasib eylesin! Hazır, gaib, zahir, batın, cümle erenler, nebiler, veliler üzerlerine sayebân olsun! Dil bizden, nutuk Muhammed El Mustafa’dan, Aliyyel Murtaza’dan, Haticetü’l Kübra, Fatimatü’l Zehra, İmam Hasan, Şah Hüseyin, Zeynel, Bakır, Cafer, Kazım, Rıza, Taki, Naki, Askeri, Muhammed Mehdi, Pir-i Tarikat Hünkâr Hacı Bektaş Veli’den olsun. Gerçeğe hü, mümine Ya Ali! Saygılarımı sunarım…”. Ludwigshafen olayının perde arkasına gelince, olayın kundaklama sonucu olduğuna dair bir kanıt bulunamadı. Ancak binanın altında daha önce Nazilere ait bir lokalin bulunması, binanın haciz sonucu satışa çıkarılması, buranın yabancılar tarafından satın alınmış olması, ilk anda ırkçıların bir tertibi şüphesini doğurdu. Ancak Alman makamları kanıt olmadığını söyleyip yangının elektrik şebekesinden çıktığını belirttikten sonra, onlara inanmak zorundayız. Yangın başlamadan kundakçıyı gördüklerini söyleyen çocukların ifadeleri çelişkiliydi, bunlardan küçük bir kız: “Yaşlı bir Alman gördüm, elinde kibrit vardı, çok da yaşlı değildi saçları siyah gibiydi” diye pek inandırıcı olmayan bir ifade verdi. Türk medyası iyi bir sınav vermedi. Bazı büyük tirajlı gazetelerimiz “Türkleri yaktılar” diye manşet attılar. Bu da Alman kamuoyunda olumsuz bir hava yarattı. Alman marketlerinde ücretsiz dağıtılan reklâm gazeteleri bile konuyu işlediler. İşin aslı anlaşılmadan böyle davranmak bir sorumsuzluk örneğiydi. Cenazeye beş-altı bin kişi katıldı birçok Alman TV kanalı (sayısı on’ları geçiyor) töreni baştan sona naklen verdiler. Yine Türk basını ve TV kanalları törenin Alevi dedeleriyle ilgili bölümüne sansür uyguladılar. Yalnızca Milliyet gazetesinin Avrupa baskılarında birkaç satırla bizden ve Gaziantep’te dua okuyan sevgili dostumuz İsa Uğur’dan bahsedildi. Alevi kanalları diye bilinen TV’lerden yalnızca birisi (Yol TV) olayı naklen verdi. Diğerleri ne gördüler, ne de duydular. Tam anlamıyla nal topladılar. Yine de canları sağ olsun. Böyle bir olay ne bir daha olsun ne de bu sorunlar yaşansın. Çiçekler, kuşlar ve ağaçlar hakkında yazmak isterdim. Ancak yaşam insanlar için ibret doludur.

9


SERÇEÞME

Alevilik Bir İnanç Birliğidir İsmail Yıldırım Şubat ayının son haftasında bir dizi etkinliğe katılmak için Kahraman Maraş’a gittim. İlk durak Elbistan ilçesi oldu. 21 Şubat’ta Elbistan’da yapılan Birlik Cemi’ne katıldık.

Elbistan Birlik Cemi Elbistan Birlik cemi yığınsal bir katılımla yapıldı. Akşam saat altıda başlayıp, gece 23’te biten ceme yaklaşık bin can katıldı. Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Elbistan Şubesi’nin cem salonunda gerçekleştirilen cemi Dertli Divani Baba yürüttü. Divani Baba’nın Alevi-Bektaşi inanç ve felsefesiyle ilgili anlatım, açıklama ve yorumları aşkla dinlendi, gönüllere aktarıldı. Alevi öğretisi ve felsefesinin batini anlamları, önemli köşe taşları hakkındaki açıklamalar gönüllerin birliğini tazeledi. Divani Baba’nın zakirlerle birlikte okuduğu tevhit ve duvazlarla olgunlaşan cemde, on iki hizmetler başarıyla yerine getirildi. Canların yürüdüğü semah aşkı doruklandırdı. Cem lokmalar yenildikten sonra mühürlendi. Bu güzel cem nedeniyle Divani Baba ve vakıf yöneticilerinin ellerine, dillerine, gönüllerine sağlık diyoruz.

İlk geceki cem için canlar saat 16.30’dan itibaren cemevinde toplandı, muhabbet başladı. 17.30’da içeri alınan kurbanlık, dualarla, gülbanklarla tığlandı. Sonrasında zakirler çeşitli nefesleri seslendirirken, canlar ceme hazır bir yoğunluğa ulaştıklarını her hallerinden belli ediyorlardı. Delil uyandırılmasına geçilmeden önce, Divani Baba’nın Dergâh Mürşidi tarafından, bu yıl yenilenen icazeti okundu. Ardından delil uyandırılarak cem ayinine geçildi. Görgü-Sorgu safhası başladı. Önce düşkün canlar meydana çağırıldı, dar’a durduruldu. Diğer canlardan dar’dakiler hakkındaki düşünce ve yargıları soruldu. “Şikâyetçi olan varsa dile gelsin, bile gelsin!” dendi. Katılan bütün canların dar’daki canlar hakkında bir şikâyetleri olmadığı ve gönül birliği ile rızalık verdiklerini beyan etmeleri üzerine, düşkünlükleri kaldırılarak dar’dan indirildiler. İkrarları tazelenerek, görgüleri yapıldı. Sonraki safhada, ilk defa ikrar verecek bir grup can meydana alındı. Cümle canlara, dar’daki canlardan bir şikâyetleri olup olmadığı soruldu, rızalık istendi. Canların rızalık vermelerinden sonra görgüye alınan canlara yolun

zorlukları hatırlatıldı. “Gelme gelme, dönme dönme, gelenin malı…” yaptırımları hatırlatıldı. Buna rağmen teslim-i rıza gösteren canların ikrarları tüm cem erenlerinin rızalıklarıyla onaylanmış oldu. Bundan sonra cemin bir sonraki safhasına geçildi. Daha önce ikrar vermiş cem erenleri, gruplar halinde meydana çıkarak özünü dar’a çekip ikrarlarının yenilenmesi talebinde bulundular. Haklarında şikâyette bulunan olmayınca da ikrarlı canların ikrarları tazelenmiş oldu. Görgüleri yapıldı. Görgü safhası sona erince, on iki hizmet sahibi canlar hizmetlerini yerine getirdiler. Divani Baba ve zakirlerin okudukları tevhit ve düvazlarla cezbeye ulaşan canlar, gönüllerini iyice birledi ve pekiştirdi. Cemin ara bölümlerinde Divani Baba’nın Alevi-Bektaşi yolunun, öğretisinin içeriği ve bu inanç perspektifinin bugün bizlerden istediği gerekler hakkındaki açılımları oldukça öğreticiydi. Toplumun, inancının gereklerini bugün de yerine getirmesi, birliğini sağlaması için izlenmesi gereken süreçlerle ilgili uyarılarda bulundu. Canların da katılımlarıyla yapılan muhabbetler, gönül birliğinin daha da pekişmesini sağlarken, insan sevgisinin yaşamın başat gereği olduğu bir kez daha bilince çıkardı. Lokmaların dağıtılması ardından, cem birlendikten sonra, gece yarısı saat ikide cemevinden ayrılana dek muhabbetler sürdü. Ertesi gün aynı tören ve ayinler Nurhak’ın diğer mahallesindeki cemevinde de yaşandı. Oradaki cem de gece yarısı ikiye dek sürdü.

Cemlere Üzerine Birkaç Söz Alevi-Bektaşi toplumu ve Alevilik tarih boyunca kendini yeniden üreterek, daha da geliştirerek ve zamanı yakalamaya çalışarak var olagelmiştir. Bu tarihsel akışta hareketli ve devinimli bir süreç egemendir. Tarihimizde donuk, şekilci ve mirasyedicilikle, atasının asaletine yaslanarak sürdürülen bir Alevilikten söz edemeyiz. Alevilik yolu ve Alevi-Bektaşi toplumu hep insan ya da insan-ı kâmil olma sürecine katkıda bulunarak ve bu nedenle bedeller ödeyerek sürmüştür. Tarihte sürecin böyle gerçekleşmesi merkezileşmiş toplumsal bir örgütlülükle sağlanabildi. Alevilik inanç birliğidir. Hacı Bektaş

Nurhak Görgü Cemi Yolculuğumuzun ikinci durağı Nurhak ilçesi oldu. Nurhak Görgü Cemi’nin günümüzde de sürdürüldüğü sayılı bölgelerden biridir. Toplumsal ilişkilerin dede-talip ilişkisi temelinde Hacı Bektaş Dergâhı’na bağlı olarak sürdürüldüğü Nurhak’ta cem hizmetlerini mürşitten icazetli dedeler yürütmekte. Bugün bu hizmetleri, mürşide bağlı Dertli Divani Baba yerine getirmekte. Nurhak’taki canların görgüleri yapılmakta, ikrarlar tazelenmekte, marakazan hakkı ayrılmakta ve böylece “el ele-el Hakk’a” yol devam etmektedir. Bu yıl Nurhak’taki Görgü Cemleri 22 ve 23 Şubat’ta yapıldı. Nurhak’ın iki farklı mahallesindeki cemler, iki ayrı cemevinde yapıldı. Cemlerin ikisini de Dertli Divani yürüttü. Cemlere ayrıca Nurhak dedesi Hüseyin Baba, Ozan Perişan, Ozan Garip Kamil, Nurhak Belediye Başkanı, Divani Baba’yla birlikte gelen zakirler, yurtdışından canlar ve basın mensupları da hazır bulundu.

10

Sayı 39


SERÇEÞME

GAZİ ve ÜMRANİYE KATLİAMLARININ ON ÜÇÜNCÜ YILDÖNÜMÜ

UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ UNUTTURMAYACAĞIZ Nurhak Cemindeki tüm fotoğraflar Şahan Nuhoğlu can tarafından çekilmiştir

Veli’nin ardından, hizmetler dergâh etrafında birlik ve merkezi örgütlülük modeliyle yürütülmüştür. Alınan kararlar toplumsal düzeyde yaşam gücüne dönüştürülmüştür. El ele el Hakk’a anlayış ve yöntemi Alevi süreğinin temel felsefesi olmuştur. Cemlerin bu süreçte gördükleri işlev belirleyici olmuştur. Katılımcılık, kolektivizm, adil yargılama ve özdenetim cemlerin temel düsturunu oluşturmuştur. Cemler, toplumun “birlendiği” genel kurullardır. Cem bu özellikleri nedeniyle, en önemli toplumsal tapınç kurumu işlevine sahip olmuştur. Cem donuk, gözü geriye bakan ve şekilci bir anlayış ve kavrayışla yapılan bir tören olmamıştır. Hep toplumsal bir işlev görmüştür, insan sevgisini yeşerterek, canlı tutulmuştur. Bugün içinden geçmekte olduğumuz süreç Alevi-Bektaşi toplumunun yapısı, dağılımı ve dağınıklığı gibi sorunları önümüze koymaktadır. Görgü cemleri bugünkü ortamda nasıl gerçekleştirilebilir sorusunun yanıtı henüz belirgin olarak ortaya çıkmış değildir. Daha sık yapılabilen eğitim cemlerinin, yapıldığı yığınsal haliyle görgü cemi gereksinimini karşılayıp, karşılamadığı sorusu da henüz yanıtlanmış değildir. Günümüzde cem özde değil şekilsel bir işlev mi üstlenmektedir, erenlerin algılaması öze uygun mudur sorularının yeniden ele alınması gerekmektedir.

Elbet de bu konu daha uzun süre önümüzde duracak ve ancak en geniş kurul ya da kurultaylarla çözümlenebilecek bir sorundur. Ancak Nurhak görgü cemleri tüm Alevi-Bektaşi toplumuna bu tartışmalarda yol gösteren bir özellik taşımaktadır.

Pazarcık’ta Hasbıhal Konseri Yolculuğumuzun son durağı Pazarcık ilçesi oldu. Pazarcık Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Şubesi tarafından düzenlenen Hasbıhal Konseri 24 Şubat günü yapıldı. Dernek binasındaki cem ya da etkinlik salonunda gerçekleştirilen konser, gün ortasında başlayıp akşam saatlerinde sona erdi. Konsere başta Nurhak olmak üzere Maraş’ın çeşitli yerleşim birimlerinden ve AdıyamanGölbaşı ilçesinden çok sayıda katılım oldu. Konserde sırasıyla derneğin “Deyiş Topluluğu”, ardından Ozan Garip Kamil ve sonra da semah ekibi sahneye çıktı. Dertli Divani, Ulaş Özdemir, Mustafa Kılçık ve Feyzullah Ürer’den oluşan Hasbıhal Müzik Topluluğu’nun sahneye çıkmasıyla konser salonunda coşku yükseldi. Okunan nefesler ve deyişlerle gönülleri coşturacak bir ziyafet verdiler. Aşk olsun, bize bu güzel günleri dolu dolu yaşatanlara.

ŞAH TURNA

Ben Ölmem, Ölmem Can çekilir tenim düşer toprağa Kokarım güllerle ben ölmem, ölmem Sarılırım sarı-yeşil yaprağa Akarım sellerle ben ölmem, ölmem Ömür kısa, yolum uzun sürecek Kim ölecek, kim güzel gün görecek Umut, sevgi duvağını örecek Takarım ellerle ben ölmem, ölmem Toprak bedenimi sarar sarışır Kemiklerim erir, toza karışır Dargın kimse kalmaz, hepsi barışır Bakarım ellerle ben ölmem, ölmem Şah Turna doymadan daha yaşına Hep direndi, yazın mezar taşına Canım koydum özgürlük ataşına Yakarım küllerle ben ölmem, ölmem Ekim 2000, Berlin

VEYSEL KAYMAK

Aşk Olsun Bir bataklık içindeyiz Çıkabilene aşk olsun Umut Kaf Dağı’na uçmuş Tutabilene aşk olsun Bu ne sistem bu ne düzen Kendi uymaz kanun yazan Yok mu bu oyunu bozan Yıkabilene aşk olsun Dini öne çıkardılar Halkımızı kandırdılar Hep kazandı çıkarcılar Bakabilene aşk olsun Emperyalist sömürgenler Her gün anamızı beller Cebimizden gitmez eller Çatabilene aşk olsun Veysel der karşı koyalım. Hakkımız neyse alalım İnsan gibi yaşayalım Yatabilene aşk olsun. 6 Mart 2008

Mart 2008

11


SERÇEÞME

ÖZGÜR DEMOKRATİK ALEVİ HAREKETİ’NİN İSTANBUL’DA DÜZENLEMİŞ OLDUĞU

Yeni Anayasa Tartışmalarında Alevilerin Talepleri Dile Getirildi Ergin Doğru

Ö

ZGÜR Demokratik Alevi Hareketi’nin düzenlemiş olduğu “Yeni Anayasa Tartışmalarında Alevilerin Talepleri” konulu panel İstanbul’da Mezopotamya Kültür Merkezi’nin toplantı salonunda gerçekleşti. Oldukça yoğun ilgi gören panele konuşmacı olarak Hubyar Sultan Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu, araştırmacı-yazar Esat Korkmaz ve Özgür Demokratik Alevi Hareketi aktivistlerinden Av. Mehmet Erbil katıldılar. Panelde ilk sözü alan Ali Kenanoğlu konuşmasında Aleviler Cumhuriyet dönemine girilirken şeriat devletinden kurtulmak amacıyla kurtuluş savaşında yer aldılar dedi. Kenanoğlu konuşmasında Aleviler ilk anayasada yok sayıldığımı belirtti. Alevilerin Cumhuriyet’i en fazla sahiplenenler olarak görülmesinin sebebinin ise Alevilerin şeriat korkusu ve kurulan cumhuriyete duydukları güven ve yapılan reformların uyandırdığı sempatiden kaynaklandığını söyledi. Ali Kenanoğlu konuşmasında Cumhuriyet’e ilişkin de; “Alevilerin cumhuriyeti en fazla savunan olmasına rağmen ilk anayasada yok sayıldıklarını, çıkarılan tekke ve zaviyeler kanunu ile Alevi dergâhlarının kapatıldığını, dedelik, babalık, analığın adeta küfür kabul edildiğini ve Alevilerin yoğun baskı ve katliamlarla yüz yüze kaldığını”, belirtti. Kenanoğlu günümüz değerlendirmesinde; “AKP’nin yeni açılımının Aleviler açısından tehlikeli bir süreç olarak gördüğünü, yeni açılımın Alevileri tarikat ve alt kimlik kabul ettiğini” söyledi. Cemevlerinin yasal bir statüsünün olmadığını, cemevlerinin camii, Kilise vb. gibi inanç evleri olarak kabul edilmesi gerektiğini, iktidarın ise cemevlerini dergâh olarak düşündüğü için yanında mutlaka camii yapılması an-

layışında olduğunu belirterek “son dönemlerde görülen altı cemevi üstü cami olan binaların bu anlayışın yansıması olduğunu”, söyledi. Kenanoğlu son olarak “zorunlu din derslerinin kaldırılması gerektiğini, din ve ahlak bilgisi derslerinin topluma ahlak kazandırma amacı güttüğünü, bunun saçmalık olduğunu” belirtti; “devletin ahlakına ihtiyacımız yok”, diyerek konuşmasının bitirdi. Panelde ikinci sözü alan Özgür Demokratik Alevi Hareketi aktivisti Av. Mehmet Erbil hukuk boyutunda yaptığı sunumunda ilk olarak anayasa tanımı ve tarihsel süreçteki anayasaların ortaya çıkış gerekçelerini ve belirgin özelliklerini ortaya koydu. Erbil konuşmasında Teşkilat-ı Esasiye’den günümüze anayasaları değerlendirirken 1921 Kurucu Meclis anayasasının her yönüyle demokratik ve ilerici bir ruh taşıdığını, daha sonraki anayasalarda ise bu özelliklerin kaybolduğunu; otoriter, inkârcı yaklaşımların anayasalara hâkim olduğunu vurgulayarak anayasalarda Türk kimliği ve Sünni din anlayışının egemen durumda bulunduğunu belirtti. Erbil, gericiliğe karşı yapıldığı iddia edilen 12 Eylül darbesinin din derslerini zorunlu kıldığını ve en fazla imam hatip lisesinin bu dönem açıldığını söyledi. Av. Mehmet Erbil konuşmasında yeni anayasa tartışmalarında da vatandaşlık tanımı, din ve dil eğitimi gibi konuların problem teşkil etmeye devam ettiğini söyledi. Erbil, ÖDAH olarak bu süreçte Alevi kimliğinin anayasal güvence altına alınması, zorunlu din derslerinin kaldırılması ve diyanetin lağvedilmesi gibi temel taleplerinin olduğunu söyledi. Bu taleplerle beraber yeni anayasanın insanı esas alan bir yaklaşımla, demokratik, evrensel hukukla uyumlu, kapsayıcı bir zihniyete sahip olması gerektiğini belirtti.

Panelde son sözü alan araştırmacı-yazar Esat Korkmaz ise Alevilik Felsefesi konulu bir sunumla panele katkı sundu. “Bize Allahsız bir devleti ve zorunlu din derslerinin verilmediği bir eğitimi kucaklayan bir anayasa gereklidir”, diyerek sözlerine başlayan Korkmaz söyle dedi: “Alevi felsefesi-tasavvufu metafiziğe karşı bir başkaldırıdır. Bu nedenle Alevi zeminde, köktendinciliğe karşı çıkmak bir zorunluluktur. Aleviliğin algılanabilmesi için zâhir ve bâtını terimlerinin iyi bilinmesi gerekir. Çünkü, Alevilikte canlı-cansız her şey zâhirden bâtına-bâtından zâhire bir ‘değişim-dönüşüm’ içindedir. Zâhir-bâtın karşıtlığında, her zaman ve her koşulda biri ‘neden ise diğeri sonuçtur’. Neden-sonuç ‘bağımlılığı-zorunluluğu’, evrensel bir yasa olarak öne çıkar. Alevi felsefesinin üç ayağı vardır: Bâtıni doğa felsefesi, bâtıni tarih felsefesi ve bâtıni toplum felsefesi. Bâtıni toplum felsefesi bağlamında Aleviler bu toprakta Allahsızdevletsiz-hükümetsiz bir ‘kamulcu’ örgütlenmeye yöneldiler. Ezilenleri-acı çekenleri esenliğe çıkaracak bu toplum örgütlenmesi modeline ‘kâmil toplum’ adını verdiler. Kâmil toplumda, özel mülkiyet, sınıflar ve devlet olmayacaktı; herkes yeteneğine-becerisine göre üretecek, ihtiyacına göre toplumsal üretimden pay alacaktı. ‘Sosyalizmi de öteleyen’ bir toplumsal tasarımı yaşama geçirme uğraşında çok yüksek ‘kan bedeli’ ödeyen Aleviler, ‘Anadolu aydınlanmasını’ yarattılar. Tam da bu nedenle kendilerini aydınlanmanın çocukları alarak görürler ve bunda da haklıdırlar. Alevilik herhangi bir etnik yapının ürünü değildir. Sınıfsal nedenlerle ortaya çıkmıştır; bugün kendisini anlamlı kılacaksa, ezilenlerin mücadelesini geleceğe taşıyacaksa bunu ‘varolma nedenini unutmadan’ yapacaktır, yapmak durumundadır. Dolayısıyla ezilenler var oldukça, bu felsefe ve inanç da var olacaktır” Esat Korkmaz güncel konulara ilişkin, “AKP’nin Alevi Açılımı; devleti patronlaştırma-Alevileri memurlaştırma girişimidir. Bu anlayış bizi hızla Sünnileştirmeye götürür”, diyerek konuşmasını bitirdi. Korkmaz’ın sunumu dinleyiciler tarafından ilgiyle dinlendi.

12

Sayı 39


SERÇEÞME

Kadın Hakları ve Türban Sorunu Lütfi Kaleli

K

ADIN, salt kadın olduğu ve de fiziken erkekten güçsüz olduğu için, hiç bilgiye ve beceriye gereksinim duyulmadan yaşamın her alanında; gerek dinden, gerekse gelenek ve töreleri n koyduğu yasaklardan kaynaklanan haksızlıklara ve baskılara uğrayarak ezilmektedir. Kadın, evdeki konumu dışında eğitim, hukuk, sağlık ve yönetim alanlarındaki uygulamalarda cinsiyet ayırımı yapılarak eşitsizliğe ve haksızlığa uğramaktadır. Özellikle din baskısıyla uyutulan ve geri kalan ülkelerde kız çocukları, okutulmayarak cahil bırakılıp, iş hayatından uzak tutularak eve hapsedilip erkekler tarafından bir meta gibi kullanılmaktadır. İşte bu haksızlıklara karşı çıkan kadınların, 1800’lü yıllarda örgütlendiklerine tanık oluyoruz. Bu cümleden olarak ezilen ve sömürülen emekçi kadınlar; din, dil ve ırk ayırımı yapmadan kendi sorunlarını uluslararası düzeyde dünyaya duyurup 8 Mart’ı önemli bir gün olarak ilan ettiler. Ancak 8 Mart’ın bir değil, birden çok tarihsel günü vardır. Birinci tarihi gün şudur: 8 Mart 1857 günü, New York’lu dokuma işçisi olan 10 bin kadının 12 saatlik iş gününü, düşük ücretlerini ve artan ağır iş yükünü protesto ederek greve gittikleri gündür. Kadınlar, bu grev esnasında polisler tarafından şiddet kullanılarak engellenmişlerdir. İkincisi olan 8 Mart 1908 günü, Manhatten kentinde tekstil ve tütün işkolunda çalışan kadınların, sekiz saatlik ağır çalışma koşullarını ve işçi kadınların da siyasal haklara kavuşmalarını engelleyenleri protesto ederek greve gittikleri gündür. Üçüncüsü olan 8 Mart 1908 günü, yine New York’ta dokuma işçisi olan kadınların, işten çıkarılmalarını protesto ederek işyerlerini işgal ettikleri gündür. Bu işgal eyleminde polislerin zor kullanması nedeniyle büyüyen olaylarda çıkan yangınlar sonucu 129 eylemci kadın işçi yaşamını yitirdi. Bir yıl sonra yine New York’ta gömlek işçisi 20.000 kadının yaptığı grev, 8 Mart’ın geleneksel olarak anılmasının ilk başlangıcını oluşturdu. Bu yıllarda deneyim kazanan emekçi/işçi kadınlar, kendi aralarında örgütlenme bilincini de geliştirerek “Kadın Enternasyonali” (Uluslararası Kadın Dayanışmasını) sağlayacak güce ulaştılar. 1910’da toplanan 2. Kadın Enternasyonali’nde, kadın önder Clara Zetkin’in önerisi üzerine 8 Mart’ın “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olması kabul edildi ve dünyaya bildirildi... Uzun uğraşlar sonucu, yaşamın her alanında varlığını sürdüren tüm kadınların ezilmesine ve sömürülmesine karşı verilen bu onurlu savaşımın bir sembolü haline gelen 8 Mart günü, 1975 yılında yapılan Birleşmiş Milletler Kadın Konferansı’nda da “Evrensel Kadın Günü” olarak kabul edildi. Böylece “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” Türkiye’de de kutlanmaya başlandı. Ne var ki 12 Eylül 1980 darbesiyle iktidar olan cunta mantığı, diğer tüm demokratik hakları olduğu gibi bu hakkı da budadı...

Mart 2008

İslam şeriatına uygun bir yaşam düzeni kurmak isteyen erkekler, açıkça çok eşli yaşayıp kadını kullanmak istiyorlar.

Osmanlı döneminde olmayan kadın hakları, Cumhuriyet’in Aydınlanma döneminde verilmeye başlandı: 30 Ağustos 1924 günü Dumlupınar’da yaptığı konuşmasında; “Bağlayıcı bir zorunluluk yoktur ki, aileyi oluşturan erkek ve kadın öğeler, doğal haklarına sahip olmalı ve ailesel ödevlerini yerine getirebilmelidirler” diyen Mustafa Kemal Atatürk; kadının, çocuklarının annesi ve eğiticisi olduğuna, bu nedenle de kadının toplumdaki önemine dikkat çekerek sözlerine şunları da ekledi: “Söylemek istiyorum ki, kadınlarımızın genel ödevlerde üzerlerine düşen paylardan başka, kendileri için en önemli, en hayırlı ve en erdemli bir görevleri de iyi anne olmaktır. Zaman ilerledikçe, bilim geliştikçe, uygarlık dev adımlarla yürüdükçe, yaşamın ve çağın bugünkü koşullarına göre evlat yetiştirmenin zorluklarını biliyoruz... Anaların, bugünkü evlatlarına vereceği terbiye, eski çağlardaki gibi basit değildir. Bugünün anaları, gerekli nitelikleri taşıyan evlat yetiştirmek için pek çok üstün niteliklere sahip olmalıdır. Hatta kadınlarımız, erkeklerden daha çok aydın, daha çok bilgili, daha çok becerikli olmak ve toplumun her katmanında yer alıp söz sahibi konumuna gelmek zorundadırlar... Eğer kadınlarımız, uygar bir ulusun anası olmak istiyorlarsa, böyle olmalıdırlar.” “Hanımlar, Efendiler! Dünya üzerinde gördüğümüz her şey kadının ürünüdür. Bir toplum, içinden yalnız birinin uygarlık gereklerini yerine getirmesiyle yetinirse, o toplumun yarıdan fazlası zaaf içinde kalır ve güçsüzleşir...” 9 Mart 1923 tarihli Washington Post gazetesi, Atatürk’ün bir konuşmasını şöyle özetliyor: “Mustafa Kemal, Türk kadınlarının özgürleşmesi üzerine yaptığı planları uzun uzun anlattı. ‘Anadolu’da köylü kadınları ve kızları erkeklerle birlikte çalışır, birbiriyle karışık biçimde özgürce yaşar... Haremlik-selamlık ve peçe takmak, Araplardan kopya edilmiş bir züppe adettir...’” Atatürk; bir bireyin veya bir sınıf ile bir ırkın diğerinden üstün olmasına da şöyle karşı çıkıyor: “Biz, yasalar önünde kesin eşitliği benimseyen ve hiçbir bireye, hiçbir aileye ve hiçbir sınıfa ayrıcalık tanımayan yurttaşları, bir halk ve halkçı olarak kabul ediyoruz...” Atatürk’ün bu görüşleri Anayasa’nın 10. maddesinde aynen şöyle yer alıyor: “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benze-

ri nedenlerle ayırım gözetilmeksizin yasa önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa ayrıcalık tanınamaz. Devlet organları ve idari makamları tüm işlemlerinde yasa önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır.” 1924 Anayasası’nın seçme ve seçilme hakkını düzenleyen ilgili maddeleri, 2599 sayılı ve 5 Aralık 1934 tarihli “Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 10 ve 11. Maddelerinin Değiştirilmesi Hakkındaki Kanun” ile değiştirilerek her erkek ve kadına eşit koşullarda seçme ve seçilme hakkı verildi. 931 sayılı İş Kanunu’nun 26. maddesi ile de kadın işçilerin hakları korunmaya alındı. Anayasa’nın 45. maddesi ile de, yapılan işe uygun ücret ödenmesi zorunluluk haline getirildi. Kadınların analık hakları, 931 sayılı İş Kanunu’nun 70 ve 51/b maddeleriyle korundu. Kadınların, ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmaları, Sosyal Sigortalar Kanunu’nun 43, 73 ve 104. maddeleri; Tüzüğün ise 85 ve 86. maddeleriyle öngörüldü... Ama ne yazık ki kadınlar lehine yapılan bu tür yasal iyileştirmeler, işbaşına gelen ihanetçiler tarafından tam anlamıyla uygulanamadı. Hatta son yıllarda görülen iktidar uygulamalarıyla kadınlar, türban ve tesettürle kapatılıp, sosyal yaşamdan uzaklaştırılarak geri plana itildiler. Beylikdüzü Fatih Sultan Mehmet Camisinin imamı, Cuma namazı fetvasında; “Kadınlar çalışmamalı, evlerinde oturmalıdır. Çalışan kadınlar kocasını aldatır” demek suretiyle iktidar başının “ulema” deyip hukuk adamından üstün tuttuğu bu “molla” mantığı ile hangi noktaya geldiğimiz görülmektedir. Acıdır ki laikliğe, demokrasiye ve cumhuriyete tavırlı olup Türkiye’de bir şeriat devleti kurmak isteyen zihniyet, siyasal simge olarak kullandıkları türbanı, şimdilik üniversitelerde, daha sonraki yıllarda da diğer okullar ile kamu alanlarında serbest bırakmanın mücadelesini vermektedir. YÖK Başkanı Özcan’ın tehditlerine karşın l Şubat 2008 Cuma günü Ankara’da toplanan tüm rektörler “türbanla laikliğin temeline dinamit konuluyor” diyerek tepki vermelerine; 14 Nisan 2007 günü Ankara’da başlattıkları Cumhuriyet Mitingleri ile milyonları toplayan Cumhuriyet Kadınları Derneği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği ve 22 Temmuz seçim yenilgisinden sonra kurulan Biz Kaç Kişiyiz Platformu ile diğer demokratik kitle örgütleri, 2 Şubat 2008 günü Anıtkabir’i ziyaret edip, siyasal simge olan türbanla laik devleti yıkmak isteyen AKP zihniyetini, kara çarşafa bürünmüş kadınlarla gösterip, sonra da bu çarşafları yakarak protesto etmelerine karşın AKP; aralarında ittifak anlaşması imzaladığı “hasat toplayıcısı” MHP ile 2 Şubat 2008 günü türbanın serbest olmasını Anayasa Komisyonu’ndan geçirtti; büyük tartışmaların yaşandığı iki TBMM oturumunda da kabul ettirdi... 26 Nisan 1920 günkü Meclis oturumunda da hilafetçiler, “Fes” için Cumhuriyetçilerle tartışıyorlardı. Şu işe bakın ki, 88 yıl önce Fes’i kafaya takanlar, şimdi ülkede çözüm bekleyen binlerce sorun varken, türbanı kafaya takmanın savaşını veriyorlardı... Türkiye’de bunlar olurken, Afganistan’da kadın haklarını korumak için bildiri yayınlayan 23 yaşındaki bir genç öğrenci ise, şeriat mahkemesi tarafından idama mahkum ediliyordu... (Devamı 14. Sayfada)

13


SERÇEÞME (Baştarafı 13. Sayfada)

Kadın Hakları ve Türban Sorunu

8 MART Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü

Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz ÇIKIYOR

Nejat Birdoğan’ın Anısına

“Gülyüzlüm Merhaba” Esat Korkmaz’ın yayına hazırladığı, Nejat Birdoğan’ın kendi yazıları, çeşitli dostlarının onun için yazdıkları ile çeşitli mektup, şiir ve fotoğraflardan oluşan derleme-anı kitap Alev Yayınları’ndan çıkıyor. Bu kitap Nejat Birdoğan’ı “şimdinin bilincinde yoğurarak yeni bedenlere taşıyıp nesnelleştirmek, nesnelleştirerek ölümsüzleştirmek” isteğinin bir ürünüdür. Kapağını Fikret Otyam’ın hazırladığı bu imece ürün, 3 Mayıs’ta İstanbul’da Nejat Birdoğan anısına yapılacak sempozyumda dağıtıma çıkacak.

14

İslam şeriatına göre kadının fitnesi büyüktür. O nedenle de uğursuzdur. Konumu ise domuz ile eşek gibi namazı bozan hayvanlar düzeyindedir. Kadın, aklen ve dinen eksik olduğu kadar ruhen ve bedenen de pis yaratıktır. Ruhen pis oluşu, onun fitneliğinden, kötülüğünden ve şeytaniliğindendir... Bedenen pis olması ise, hayızlı oluşundandır... Oysa kadının hayızlı oluşu, kendi isteğiyle oluşan pisliğinden değil, yaradılışından dolayıdır. Bu yapısıyla kadın doğuran yaratıcıdır; besleyen, büyütendir; esirgeyen ve koruyan kutsal bir anadır. Kadını hayızlı haliyle pis saymak, hem kadına, hem de onu böyle yaratan Tanrı’ya hakarettir. İslam öncesi Türk toplumunda erkek yöneticiye “Han”, eşine de “Hanım” denilirdi. Han’ın olmadığı zaman toplumu Hanım yönetirdi. İki oba arasında çıkan kavgayı, araya giren kadın, ortaya attığı yazmasıyla bitirir, barışı sağlardı. Kadın, yuvayı yapan dişi kuştur. “Cennet anaların ayakları altındadır”, “Ana gibi yar bulunmaz, Bağdat gibi diyar olmaz” sözleri boşa söylenmemiştir. Ama ne var ki günümüz toplumunda bile kadın; iffetli-iffetsiz, evli-dul diyerek bölümlere ayrılıp türlü kalıplara sokularak bir meta gibi kullanılmaktadır. Evet, günlük yaşamda kadın, eğitimli-eğitimsiz, yaşlı-genç, hatta çocuk ayırımı yapılmaksızın din gereğidir diyerek kumalı yaşama alınmakta, dayak yemekte, aşağılanmakta; sokakta, otobüste, işyerlerinde bile türlü tacizlere uğramaktadır. 1948’de kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”, kadın-erkek ayırımı yapılmadan tüm insanlara ekonomik, kültürel, sosyal, siyasal alanlarda vazgeçilmez temel haklar vermiştir. Ama uygulamada bu haklar ihlal edilmektedir. Birleşmiş Milletler tarafından 1985 yılında yayınlanan kadın araştırması sonucuna göre, dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınların büyük çoğunluğu, kadın haklarından mahrum yaşamaktadır. Maalesef bu mahrumiyet, İslam ülkelerinde yüzde 90’lara ulaşmaktadır. Özellikle bugünlerde kadınlar, kamusal alanın her kesiminde ve karar organlarında olmak; erkeklerin egemenliğinden kurtulup, kendi kimliklerine kavuşarak bedenlerine, cinselliklerine ve emeklerine sahip çıkmak için fiili eşitlik sağlayıncaya dek mücadele vermek zorundadırlar. Bu hakları elde etmenin yolu da örgütlenmekten geçmektedir. Demokrasinin tanıdığı temel haklardan olan örgütlenme hakkı, aynı zamanda çağdaş ve uygar olmanın da temel gereğidir. Toplumların bilinçlenmesi, insanca ve hakça bir düzenin kurulması, ancak kadının özgür birey olmasıyla olasıdır. Kadın özgür birey olursa, kadını kullanmayı dine dayandıran zihniyeti yok eder ve kadını aşağılayan din kuralları ile kadını tepeden tırnağa kapatan şu tesettürü de ortadan kaldırır... Arapça bir sözcük olan “Tesettür”, örtünme ve gizlenme anlamına gelmektedir. Günümüzde irticanın adı, dinsel düşüncenin siyasal düşünceye dönüşerek siyasal İslam oldu.

Siyasal İslam’a göre tesettür, Türkiye’de dine dayalı bir şeriat devleti kurmak isteyenlerce siyasal simge haline getirilen “Türban” biçimine dönüştürüldü ve toplumsal olayların önüne konuldu. İlginçtir ki bu uygulamada, şeriat kurallarından en çok zarar görecek olan kadınlar ve kızlar öne çıkmakta ve kendilerini bilinçsiz bir şekilde kullandırmaktadırlar. Türkiye’de din adına resmi söz sahibi Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu kurumun 1991 yılında yayınladığı 12 ciltlik “Sahihi Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi” adlı yapıtta, İslam’da kadının yeri ayrıntılı biçimde anlatılmaktadır. Alıntıladığımız bazı bölümler şöyledir: “Erkekler, kadınlar üzerinde durarak onları görüp gözetirler. Kavli şerifine (kutsal sözlerine) göre, İslam Aile Hukuku’nda aile riyaseti (başkanlığı) erkeğe verilmiştir.” (Cilt: 11, Sayfa: 283) “Mukadderatını bir kadının eline bırakan millet felah (kurtuluş) bulamaz’ vecizesiyle Resul-i Ekrem, İslam’ın amme (halk) hukukunun en önemli bir kaidesini (kuralını) koymuştur. Bu kurala göre İslam hukukunda amme velayeti denilen devlet teşkilatı riyaseti ancak bir erkek tarafından temsil olunur. Millet otoritesini temsil edecek olan bir makama, kadın asla seçilemez.” (Cilt: 10, Sayfa: 450) Açıkça görülüyor ki kadın, İslam’a göre yönetici olamaz ve toplumu yönetemez. Çünkü şeriat: “Kadının bünye ve iradesindeki fıtri (yaratılıştan olan) za’fa (zayıflığa) mebni (dayanan) muayyen (belli) işlerde kadını, yularından tutup bir erkeğin yönetimine vermiştir.” (Cilt: 4, Sayfa: 220) “Resul-i Ekrem: ‘Hiçbir kadın, mahremsiz (kocasız veya yakın akrabadan bir erkeksiz) üç günlük mesafedeki bir yere asla yolculuk etmesin’, buyurmuştur.” (Cilt: 4, Sayfa: 218) “Kadının uzak bir yolculuğa gidebilmesi, kadının haremine (herkesin girmeyeceği yere) yabancı bir erkeği kabul edebilmesi, ya da bir yabancı ile yalnız bir yerde bulunabilmesi için kocasının veya yakın akrabadan bir erkeğin bulunmasını şart kılması bu cümledendir.” (Cilt: 4, Sayfa: 220) Bugün şeriat yönetimindeki Afganistan’da, salt belli işlerde değil, yaşamın tüm alanında kadın dışlanmıştır. Kadının sokağa çıkması bile yüzünü göstermeden tepeden tırnağa burka ile örtünmesine ve yanında mutlaka yakını olan bir erkeğin bulunması koşuluna bağlanmıştır. Vahabi şeriatının uygulandığı Suudi Arabistan’da da, Şii şeriatının uygulandığı İran’da da aynı şeyler yaşanmaktadır. 2006 yılında Kıbrıs’a giden yazar Hikmet Çetinkaya, üniversitede okuyan başı açık İranlı kızları görünce ilgi duyuyor, konuşmak istiyor. Adlarının verilmemesi koşuluyla konuşan kızlar diyorlar ki: “Biz burada özgürlüğümüzü yaşıyor, başımızı açıp gezebiliyoruz. Sizin ülkede özgürlük var, ama kadın ve kızların örtünme isteklerine bir anlam veremiyoruz. Onlar, İran’a gidip bir süre orada yaşasalar da özgürlüğün ne denli değerli bir şey olduğunu anlayıp kıymetini bilseler çok iyi olur...”

Sayı 39


SERÇEÞME Laik demokratik cumhuriyetin kendilerine vermiş olduğu özgürlüklerin kıymetini bilmeyen kimi kadın ve kızların sayıları her geçen gün artmaktadır. İslam şeriatını kendileri için uygun bulan kimi erkekler de dini kullanarak kadınları kandırmaktadırlar. AKP’li Tuzla Belediyesi tarafından hazırlanıp evlenen çiftlere dağıtılan “Delilleriyle Aile İlmihali” adlı kitapta; erkeğin kadından üstün olduğu, kadının mirastan erkeğin yarısı kadar pay alabileceği, kızların dokuz yaşında evlenebilecekleri, bir erkeğin dört kadın alabileceği, erkeğin iz bırakmadan karısını dövebileceği, akraba kızıyla evlenileceği, doğum kontrolünün İslam dışı olduğu kaydediliyor ve laiklik konusunda da şunlar söyleniyor:

İslam şeriatına uygun bir yaşam düzeni kurmak isteyen erkekler, açıkça çok eşli yaşayıp kadını kullanmak istiyorlar. Kadının örtünmesini Kuran’ın Nur Suresi 31. ayeti ile Ahzap Suresi 59. ayetine bağlamakla kalmıyorlar, Atatürk’ün bazı konuşmalarını çarpıtarak sırtlarını Atatürk’e de yaslamak istiyorlar. Atatürk’ün 31 Ocak 1923 günü İzmir’de yaptığı konuşmanın özeti şöyledir:

“İslam Dini, âlemlerin rabbi olan Allah tarafından, bu dünyada yaşayan insanların dünya hayatlarını düzene koyan kurum ise (ki bunda asla şüphe yoktur); o halde laiklik de ne oluyor? Dinle dünya işlerini ayırmak ve dini dünya işlerine karıştırmamak demek olan laiklik, kimin adına, kim tarafından icat edilmiştir? Şimdi kim İslam’ın hangi hükmünü beğenmeyip de onu hayatın dışına itecek ve ‘laiklik esas olsun’ diyecek? Hangi sebeple, ne adına? Bunların, İslam’ın başka şey, Yahudilik ve Hıristiyanlığın başka şeyler olduklarından haberleri yok anlaşılan!”

Atatürk, 21 Mart 1923 gün Konya’da yaptığı konuşmasında da şunları söylemektedir:

Bu görüşlere karşı çıkanlara hemen Kuran ve Hz. Muhammed’in yaşamı referans gösteriliyor: “Tanrı, çocuklarınız için size şunu öneriyor: Bir erkeğe, iki kadının payını verin.” (Nisa: 11) “Tanrı, erkekleri kadınlardan daha üstün kılmıştır. Sadakatsizliklerinden korktuğunuz kadınlara önce öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın, nihayet onları evden uzaklaştırıp dövün.” (Nisa: 34) “Sizin için uygun olan kadınlardan ikiye, üçe, dörde kadar nikahlayın.” (Nisa: 3) Hz. Muhammed, ilk eşi Hatice 620’de ölünce, 614 doğumlu olan altı yaşındaki Ayşe’yi aynı yıl aldı. Ayşe dokuz yaşına gelince gerdeğe girdi. Çok eşli yaşayan Muhammed, evlatlığı olan Zeyd’in eşi ve de aynı zamanda halasının kızı olan Zeynep’i de aldı... Çok tartışılan bu evlilik, Kuran’da Ahzab Suresi’nin 37 ve 38. ayetleriyle doğal bir hak haline getirilerek tartışma bitirildi... Dinin kitabı böyle söyleyince, erkekler de gereğini yerine getiriyor. Bu erkekler okusun veya okumamış olsun, hiç fark etmiyor. Cahillerin yaşadığı binlerce olumsuz örnekleri bir yana bırakıp okumuşlardan örnekler verecek olursak şunları sayabiliriz: Prof. Dr. Servet Rüştü Karahan, yirmi beş yıllık nikâhlı eşi ve iki çocuk annesi olan Hatice Karahan’ın üzerine bir doktor olan Vildan Ağa’yı imam nikâhlı kuma olarak alıp yedi yıl içinde bir çocuk da ondan edinmiş ve bu halini takdir eden AKP iktidarı ise, onu SSK Genel Müdürü yapmıştır... Öte yanda AKP Trabzon Milletvekili Prof. Dr. Ali Aydın Dumanoğlu, Aynur Bektaş adlı bir bayanla aşk hayatı yaşamış, nikâhlı eşi Sevil Dumanoğlu tarafından mahkemeye verilip 4 bin YTL tazminat ödemeye mahkûm olmuştur. AKP İstanbul Milletvekili İbrahim Özal, danışmanıyla aşk yaşadığını itiraf edince, eşi boşanma davası açmıştır. Prof. Dr. Halil Ürün, iki eşli yaşarken kumasını kıskanan nikâhlı eşini dövmüştür.1

Mart 2008

“Din gereği olan örtünme, kısaca belirtmek gerekirse, denilebilir ki; kadınların sıkıntı çekmesine yol açmayacak ve adaba aykırı olmayacak şekilde basit olmalıdır. Örtünme şekli kadını hayatından ve varlığından tecrit edecek bir şekilde olmamalıdır.” 2

“Gezilerim sırasında köylerde değil, özellikle kasaba ve kentlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini sıkı bir şekilde kapattıklarını gördüm. Özellikle bu sıcak mevsimde bu durumun kendileri için mutlaka bir işkence ve ıstırap nedeni olduğunu düşünüyorum. Erkek arkadaşlar, bu biraz da bizim bencilliğimizin eseridir. Biliniz ki kadınlarımız da bizim gibi anlayışlı ve düşünceli insanlardır. Onlara ahlakla ilgili kutsal kavramları aşılamak, milli ahlakımızı anlatmak ve onların beyinlerini ışıkla, temizlikle donatmak esası üzerinde durursak, fazla bencilliğe gerek kalmaz. Onlar yüzlerini dünyaya göstersinler ve gözleriyle dünyayı görsünler. Bunda korkulacak bir şey yoktur. Bazı yerlerde görüyorum ki başına bir bez, bir peştamal veya buna benzer şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını döner veya yere oturup yumulur. Bu tavrın anlamı ve işareti nedir? Baylar, uygar bir milletin anası ve kızı bu garip şekle, bu vahşi duruma girer mi? Bu durum, milleti gülünç göstermektedir. Derhal düzeltilmelidir.” 3 Dünyaca ünlü Sümerolog Dr. Muazzez İlmiye Çığ, “Vatandaşlık Tepkilerim” adlı yapıtında, 5 bin yıl önce Sümerler’de “mabet fahişeleri”nin türbana benzer bir örtü ile başlarını örttüklerini belirtmektedir. İlahiyatçı Prof. Dr. Zekeriya Beyaz da, “İslam’da Giyim Kuşam” adlı yapıtında İslam öncesi Arap toplumunda kadınların çıplak yaşadıklarını; bir gün evli bir erkeğin Peygamber’e gelip, eşine tecavüz edildiğini söylemesi üzerine, Peygamber, hür kadınların tecavüze uğramamaları için bundan böyle örtünmelerini buyurmuş. Nur Suresi 31. ayette de; “Örtülerinizi yaka yırtmaçlarınızdan aşağı sarkıtıp edep yerlerinizi ve ziynetlerinizi kapatın” denilmiştir. Kesinlikle bir örtünme biçimi belirtilmemiştir, deyip kadınların türbanla başlarını örtüp saç tellerini gizlemelerini “kılperestlik” olarak değerlendirmektedir... Tanrı’nın verdiği doğal başörtüsü saçtır. Saç, kışın soğuktan, yazın sıcaktan başı koruyan ve insana estetik bir güzellik sağlayan Tanrı’nın vermiş olduğu doğal bir örtüdür. Kulun yaptığı bez parçasını kutsarcasına saçın üstüne bağlamak ise Tanrı’ya hakarettir... NOTLAR: 1. Cumhuriyet gazetesi, 21 Eylül 2006 2. Söylev ve Demeçler, Cilt: 2, Sayfa: 87 3. Söylev ve Demeçler, Cilt: 2, Sayfa: 211–217

Alevilerin Açmazları Mustafa Özcivan, İnşaat Mühendisi

A

LEVİ toplumuna yön veren, yön verdiğini iddia eden Alevi örgütleri ve Alevi önderleri ne yapıyorlar? Yılda bir hafta-on gün Muharrem ve Aşure’de huşu içerisinde ağıt yakıyorlar. Yılda bir gün (2 Temmuz) “Yaktılar bizi!” ağıtı ve tepkisi gösteriyorlar. Yılda bir gün (16 Ağustos) “Konuşturmuyorlar bizi!” tepkisi gösteriyorlar. Beş yılda bir ay kadar da siyasete müdahil olma umudu ile toplantılar yapıyorlar. Saymış olduğum bu etkinlikleri ve tepkileri tabiî ki yapacaklar ve gösterecekler, ama bu kadar mı olmalı? Yerel seçimlere bir yıl kaldı. Alevi örgütleri ve önderleri nasıl bir yol izleyecekler seçimlerde, nasıl bir tavır alacaklar, henüz bir işaret yok. Yarın çok geç olmaz mı acaba? Sanal âlemde, internet ortamında, yapılan tartışmalar tamamen işin uhrevi tarafı ile ilgili. Kim ne kadar Alevi? Kim ne zaman Bektaşi olmuş? Kim seyit, kim maraba? Onun tartışmaları yapılmakta. Böylece halen yönetilen olma konumumuz devam etmektedir. Yıllardır söylediğim gibi tekrarlamak istiyorum Alevilerin ve Alevi inancının sorunları siyaseten çözümden geçiyor. Çözüm yeri de Meclis’tir, türban sorunu gibi. Bizler örgütlü, bilinçli mücadele yerine, Bizans’ın papazları gibi meleklerin cinsiyetini tartışıyoruz. Bu arada atı alan, Üsküdar’ı geçti. Genel seçimlerde Cumhurbaşkanlığı, iktidar, Meclis Başkanlığı, YÖK, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı türbanlı ve tarikatçıların ellerine geçti. Bir yıl sonra yapılacak yerel seçimlerde AKP hedeflediği yerleri ve %60’ın üzerinde oy oranıyla 81 ilin seksenini eline geçirirse kimse şaşırmasın. Biz de “Yirmi milyonuz…” deyip duralım. Yerel seçimlere bir yıl kala Alevi kurumlarına, Alevi aydınlarına ve düşünenlerine çok büyük görevler düşmektedir. En kısa zamanda bir araya gelmeli bu birliktelik. Hiçbir farklılık gözetilmeden, ABF ve bağlı kuruluşlar, Cem Vakfı, dergâh, vakıf ve dernekleri, kendilerini Alevi örgütlenmesi kabul eden tüm kurum ve kuruluşlar temsilcileri ile ön görüşmeler ve kitlelerin katılacağı geniş halk toplantıları için çalışmaların bir an önce başlaması gerekmektedir. Bu çalışmaların öncülüğünü ve sekreterlik görevini de aynı zamanda federasyon olma özel görevini de yerine getirmek için ABF üslenmelidir. Aksi takdirde yarın çok geç olabilir Londra, 17 Mart 2008

15


SERÇEÞME

ANTALYA ABDAL MUSA KÜLTÜR DERNEĞİ İLE SERÇEŞME DERGİSİNİN BİRLİKTE YÜRÜTTÜĞÜ ÇALIŞMALAR

Antalya’nın Bektaşi ve Tahtacı Köylerine Ziyaretten İzlenimler – Bölüm 1 Gülçin Akça – Ahmet Koçak

O

CAK ayında Antalya Abdal Musa Kültür Der neği’nin Serçeşme dergisinin katkılarıyla düzenlediği “Türküler Sevdamız” etkinliğinin ardından Korkuteli’ne ve merkez ilçeye bağlı üç Tahtacı ve Bektaşi köyünü ziyaret ettik. Kısaca duyurduğumuz bu ziyaretin ayrıntılarının, daha sonra yazacağımızı belirtmiştik. Yine de ziyaretin öncesine ilişkin birkaç şey söylemek gerek. Düzenli okuyucularımızın hatırlayacağı gibi Esat Korkmaz ve dernek yöneticileri 2006 yılında aynı bölgeyi ziyaret etmişti. Gördüklerini, yaşadıklarını; olumlu ve olumsuz gözlemlerini aktarmışlardı. En olumsuz gözlemleri, bölgede inanç ve kültürümüzün özgün değerlerinin yavaş yavaş yok olması ve toplumun giderek kendi kültürüne yabancılaşmasıydı. Bu temelde neler yapılabilir diye dostlarımızla sesli düşünmeye başladık. Ortak fikir, “Bölge köyleri ziyaret edilerek bir durum tespiti yapmak; yöre halkının beklentilerinin neler olduğunu öğrenmek ve birlikte neler yapılabileceğini belirlemek” üzerine yoğunlaştı. Bu fikrimizi Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Ulusoy’a anlattık. Sayın Ulusoy bu girişimi heyecanla karşıladı ve bu çalışmaya her türlü desteği vereceğini söyledi. Daha sonra Antalya Abdal Musa Kültür Der neği yöneticileri ile görüşerek projemizi daha da somutlaştırdık. Tüm yönetici arkadaşlar bu projeye katkı vereceklerini ve bu çalışmayı destekleyeceklerin söyledi. Çalışmaların mali yükünü karşılamak üzere Antalya’da bir dizi etkinlik yapılmasına karar verdik. Bunun üzerine çalışmalar başladı ve ilk etkinlik olarak Erdal Erzincan, Muharrem Temiz ve Tolga Sağ’ın katılımıyla “Türküler Sevdamız” konseri yapıldı. Konser için Antalya’da toplanmışken projenin ön çalışması olarak Antalya Abdal Musa Kültür Derneğinin yöneticilerinden Süleyman Demir ve Mehmet Ali Çağlak ile birlikte birkaç köyü ziyaret ettik.

Ses Eyleme Dönüşürken İlk uğrak yerimiz Korkuteli’ne bağlı Büyükköy oldu. 5 Ocak akşama doğru Antalya’dan yola çıktık. Büyükköye girdiğimizde hava karar mıştı. Büyükköy rakım olarak hayli yüksek, yaylada kurulmuş bir köy. Hava soğuk, araçtan iner inmez üşüdük ve kendimizi Bahri Ağabeyin evine zor attık. Bahri Ağabey sobayı yakmış, çayı demlemiş bizi bekliyordu. İçeri girdik kucaklaştık, sıcacık çayı yudumlayarak sohbet ettik. Bahri Ağabey Büyükköy’ün kuruluşu, yerleşimi, inançsal, kültürel yapısını anlattı. Osmanlı, Alevilerin yaşadığı her bölgede olduğu gibi burada da “oyununu” esirgememiş: Köy ikiye bölünmüş vaziyette. Yolun bir tarafı Bektaşi, diğer tarafı Sünni. Bektaşilerin yaşadığı mahalleye sonradan yerleşmiş Sünni kökenli kişilerin Bektaşiliği benimsediğini, Sünni yerleşim bölgesinde ise Bektaşilerin Sünnileştiğini Bahri Ağabeyden öğrendik. Bize şunları anlattı: “Yazılı tarihi olmayan kasabamıza söylenceye göre 1210’lu yıllarda İran’ın Horasan

16

bölgesi Nişabur kentinden gelen halk yerleşmiş. Ekonomisi ağırlıkla tarım ve hayvancılıktır. El sanatları halı, kilim, haba dokuma işi yapılır. Hacı Bektaş Dergâhı’nda meydan evindeki halı kilim ve halı yastıklar Büyükköy ile birbirini okşuyor. Hacıbektaş yerlileri, Ulusoylar ve Sarıoğullarından insanlarının davranışı Büyükköy halkının davranışlarıyla benzeşiyor. Büyükköy kuruluşundan 1551 Şahkulu İsyanı’na kadar tam bir Alevi. Yedi rehbere sahipmiş. Bir söylentiye göre kasabamız kurucularından Büyük Ali Fahrettin, yakınımızda Küçük Ali Fahrettin, Kevzer köyünde Kureyş Baba, Korkuteli’nde Yaren Baba, İmrehor köyünde Kurt Baba yatmakta. Bu zatların beşi de savaşçı. 1243 yılında Kösedağı Savaşı’nda yani Moğol istilasında şehit olmuşlar. 1511’de Şahkulu isyanı sırasında kasabamız yerle bir edilmiş. Bundan kaçanlar, İstanbul ve Kırklareli’ne gitmişler. Kaçamayanlar katledilmiş; aslını inkâr edenler Sünnileşmiş. Çevreye kaçıp gidenler 1500–1700 yılları arası inançlarını iki yüz yıl yaşayamamışlar. Geri dönenler iki yüz yıldan sonra kırık dökük olarak bir şeyler yani bilir bilmez cem yapmışlar. Daha sonra Abdal Musa Dergâhından gelen bir derviş Abdal Musa erkânını uygulamıştır. Şahkulu İsyanı’nda büyük darbe yiyen kasabamız iki mahalleye bölünerek o günden sonra asimile olmuş. Bir mahalleyi Aleviliğini inkâr edenler, Sünniler ve çevre vilayetlerden gelen sabıkalılar oluşturmuş. Diğer mahalle, Bektaşi mahallesi ise Şahkulu isyanından sonra isyandan kaçıp canını kurtaran Aleviler ve Hürriyet köyünden gelen Türkmenler tarafından oluşmuştur. Köyümüzde hem cami hem cemevi vardır. Köy bir Bektaşi toplumundan oluşmasına karşın beş vakit ezan okunur. Cenazeler Sünni inanca göre kaldırılır. Sosyal etkinliklerimiz: Hıdrellez ve Nevruz günlerini kutlamak. Bir kısım kişiler Ramazan orucu, bir kısım kişiler ise Mu-

harrem ayında Matem orucu tutarlar ve aşure kaynatırlar. Düğünleri eski usul, atadan dededen gelen geleneklerle yapılır. Davul zurna, saz eşliğinde bol alkol içilir. Ve çok masraflı bir düğün biçimi hâkimdir. Resmi nikâhın yanında bir de Sünni hoca nikahı hâkimdir. Asker uğrulama iki mahalle beraber Sünni duası ile yapılır”.

Büyükköy’de Cem Bahri ağabeyle muhabbetimizden sonra cemevine gittik. Babagan koluna mensup Bektaşi canların yaşadığı bu köyde o akşam yapılan ceme mihman olduk. Yapılan cemi yürüten Dede İsmail Kolağasıoğlu’nun izni ve hoşgörüsüyle görüntüler aldık. Dede İsmail Kolağasıoğlu’nun izniyle canlara ziyaretimizin sebebini anlattık. Cem erenleri bizleri ilgiyle dinledi ve her türlü dayanışmayı göstereceklerini ifade ettiler. Cem erenlerinden Hasan Bayat can, cemde hizmetlerden fırsat buldukça yanımıza oturarak bize uyguladıkları erkân hakkında bilgi verdi. Hasan Can’dan öncelikle inançsal hiyerarşiyi öğrendik. Köyün icazetli dedesi İsmail Kolağasıoğlu. İsmail Dede, Elmalı’nın Tekke köyünde ikamet eden Halife Baba Hüseyin Eriş’ten ikrarlı. İsmail Dede’den sonra yetkili hizmetli ise Baba Şeref Tuğrul. Ve onu sırasıyla post sahipleri takip ediyor. Hizmetlerin yapıldığı mekânın girişinde sağ tarafta sırasıyla altı postun serilmiş olduğunu; bunların Kapıcı Postu, Gözcü Postu, Zâkir/Güvende Postu, Çerağ Postu, Baba Postu ve Dede Postu olduğunu, ayrıca meydanın ortasında ise Meydan Postu’nun olduğunu gördük. Kapıdan içeri giren canlar önce meydan postuna giderek cümle cem erenlerine niyaz ediyor. İkrarlı canlar önce Kapıcı Postu, sırasıyla Gözcü Postu, Meydan Postu, Dede Postu, Baba (Rehber) Postu, Delilci Postu, Çerağcı Postu ve Zâkir Postu’na niyaz ettikten sonra tekrar meydandaki posta gelerek “Cümleden cümleye tüm canlara” diyerek niyazlarını tamamladılar. Erkek canlardan sonra kadın canlar da aynı biçimde niyazlaştılar. Sonra her post sahibi, yerine vekil olarak cem erenlerinden birini oturttu ve aynı şekilde niyazlaştıktan sonra posta geçti.

Sayı 39


SERÇEÞME Büyükköy’lü canlara bir kez daha teşekkür ederiz. Büyüköy için söylenecek son söz şudur: Her zorluğa karşın Alevi-Bektaşi inancını, erkânını yürütüyor olmaları çok önemlidir. Gezdiğimiz birçok yere kıyasla bu çok önemlidir ve önemsenmelidir.

Karatepe Köyüne

Küskünler, gönüller hoş olmadan ceme giremiyor. Sorunu canlar aralarında çözemiyorlarsa cemde çözülmeye çalışılıyor. Sorun cemde de çözülemezse, sorunun tarafı canlar cemden dışarı çıkartılıyor.

Abdal Musa Erkânı Erkân, Gözcü Baba’nın “Dargın küskün olan varsa dile gelsin, bile gelsin!” düsturunu üç kez tekrarlamasıyla açıldı. Dede, Gözcü Baba’nın gülbankını verdi. Daha sonra Carcı’nın süpürmesiyle meydan açıldı. Ardından çerağ uyandırıldı. Akşamın hayırlısı okundu ve zâkirler düvaz imam okudular. Ardından Baba Semahı yapıldı. Baba semahtan inince Gözcü, Baba’ya niyaza vardı. Gözcü Ana da Anabacı’ya niyaz (ziyaret) etti. Gözcü Ana’nın görevi tığbent vermek. Bacıların görevi erkek canların beline tığbent bağlamak. Tığbentleri eş eşe değil, yol kardeşine bağladılar. Sonra kadın canlar kendi tığbentlerini bağladılar. Baba’dan sonra canlar dörderli semaha kalkarak hemhal oldular. Eşler olmadığı zaman dört erkek ya da dört bacının da semah yürüyebileceğini öğrendik. Gözcü üç semahta bir dem sefa (ara) veriyor. Dede veya Güvende/Zâkir tarafında okunan “Mihman sefa geldiniz” deyişi ile konuklar selamlanıyor. Baba dem sefa’da dışarı çıktığında, tekrar içeriye girerken “Kırklar Semahı/Gönüller Semahı” ile karşılandı. Semaha kalkmak isteyen tüm canlar kalkabiliyor. Dışarı çıktıktan sonra geri gelen Baba, canların arasına girip Kırklar Semahı’na eşlik ederek yerine kadar geldi, posta niyaz edip oturdu. Baba yerine oturduktan sonra canlar Baba ile niyazlaşıp yerlerine oturdular. Baba Semahı bu erkâna özgü, başka erkânlarda görülmeyen bir semah. Dem sefa esnasında deyişler söylendi, muhabbet edildi. “Edep, Erkân!” denildi ve semah hizmeti Aşçı ve Gözcü Semahları yürünerek tamamlandı. Eşlerin yürüdüğü bu semahlara tüm canlar ayağa kalkıp, dâr’a durarak eşlik etti. Baba’dan alınan hayırlıdan sonra hizmet sona erdi. Bu cem erkânında dikkati çeken önemli bir nokta, semah hizmetinin sadece Pervaneci/Semahçılar tarafından değil tüm cem erenlerinin katılımıyla yapılmasıdır. Erkânın kapanışında Carcı/Süpürgeci car çekti. Ardından Güvendeler (Zâkirler) düvazi

Mart 2008

imam ile erkânı kapattı. Güvendeler hayırlı (dua) almak için dâr’a durdu. Sonra Dem sefa (ara) verildi. Selman hizmetini (İbriktar) yapmak için hizmetliler cem erenlerinin ellerini yıkattı. Lokma hizmetlileri Babadan Lokma Hayırlısı (duası) aldıktan sonra sofralar serildi ve lokmalar yendi. Sonunda Aşçı hizmetinin duasını aldı. Sofralar kaldırıldıktan sonra Sofracı hizmetinin duasını aldı. Carcı meydanı (sofraların altını) süpürdü, Selman ayin-i cem erenlerinin, canların ellerini yıkattı ve duasını aldı. Onun peşi sıra Saki, saka suyunu dağıttı ve duasını aldı. Kurban sahibi meydana, dâr’a çıkarak yedirdiği lokmaları helal ettiğini beyan etti. Cem erenleri de “Kurbanın kabul olsun!” diyerek razılıklarını dile getirdi. Kurban sahibi, Baba’dan duasını alıp, gönül rahatlığı ile meydandan, dâr’dan indi. Sonra İznikçi meydana çıkarak hizmetinin hayırlısını (duasını) aldı. Son olarak Pervane olan canlar, meydana çıkarak Kaygusuz Sultan Gülbangını okuyarak Baba’dan dualarını aldılar. Baba “Oturan duran canlara!” desturuyla cemi birledi. Hasan Can erkânın her aşamasında bizlere bilgi verdi. Burada yaptığımız aktarmada bir eksiklik varsa hata bizdedir. Hasan Bayat Can’a teşekkür eder, sevgilerimizi sunarız. Bize mihmandarlığını esirgemeyen, başta İsmail Kolağasıoğlu Baba olmak üzere tüm

Ertesi gün, 6 Ocak Pazar günü öğlen saatlerine doğru Süleyman Demir ve derneğin çalışkan üyelerinden Ahmet Ağabey ile birlikte yola koyulduk. İlk uğrak yerimiz bir Tahtacı köyü olan Karatepe oldu. Karatepe köyünün arazisi toplam yedi yüz dönüm. İkamet edilen iki yüz yetmiş hane de bunun içinde. Köy geçimini ağırlıkla seracılık yaparak sürdürüyor. Köyde ilk önce Ali İfrit Can’ın evine konuk olduk, çayını içtik. Ali İfrit can ve yetmiş yaşındaki annesi Anacık Şahin’i dinledik, söyleştik. Anacık Şahin’e köyün etnik, kültürel ve inançsal yapısı hakkında sorular sorduk. Bize Tahtacı Türkmenlerinden, Alevi olduklarını söyledi. Az da olsa köye sonradan yerleşen farklı bölge insanlarının varlığından bahsetti. Sünni kökenli birkaç ailenin de sonradan köye yerleştiğini anlattı. İnanca yönelik, tarikatı, yolu nasıl yürüttüklerini, dedelerinin hangi bölgeden geldiklerini, musahipliğin yaşayıp yaşamadığını soruyoruz. Aldığımız yanıt içler acısı: “Sekiz-on yıldır ne cem yapıyoruz, ne de dede yüzü görüyoruz. Aleviliğe ait hiçbir toplantı olmadı. Biz yine bazı şeyleri gördük. Dedelerimiz Sivas’tan, İzmir’den gelirlerdi. Cemler yapılır, musahip tutardık. Evlerde muhabbetler olurdu. Şimdi hiçbir şey kalmadı. Gençlerimiz hiçbir şey görmediler. Ben bile birçok şeyi unuttum.” Sorularımıza devam ettik. Köylülerin yolla ilgili taleplerinin olup olmadığını, bu konuda girişim yapıp yapmadıklarını soruyoruz. “Bazen konuşuluyor, ama sonra bir şeyler yapılmıyor. Topluma katılalım, biz toplanalım da demiyorlar. Dernekten gelmek istemişler, kimse toplanmayınca onlar da gelmekten vazgeçmişler. Kimsenin toplanmaya niyeti yok.” Ali İfrit can seracılıkla uğraşıyor. Bunun yanında konserlerde, etkinliklerde müzisyenlik yapıyor. Kendine ait eserleri olmasına karşın daha çok usta malı icra ediyor. Antalya merkezde bulunan Alevi-Bektaşi derneklerine gidip geliyor, yani toplumsal ilişkileri zengin (Devamı 18. Sayfada)

17


SERÇEÞME

DERVIŞ KEMAL ÖZCAN

(Baştarafı 17. Sayfada)

Kaz Dağında İbadet (Sarı Kız’ın Aşkına) Kaz Dağı’nda bayram var, Sarı Kız’ın aşkına Dost ilini seyran var, Sarı Kız’ın aşkına Barışsınlar dargınlar, birlik olsun tüm canlar Yola çıksın kervanlar, Sarı Kız’ın aşkına Kaz Dağı’na gidilsin, türbesine girilsin Arz-ı niyaz edilsin, Sarı Kız’ın aşkına Okunarak gülbengler, uyarılsın çerağlar Yansınlar haşre kadar, Sarı Kız’ın aşkına

Bektaşi ve Tahtacı Köylerine Ziyaret olan bir can. Ali can, gençliğin kültürel faaliyetlere katılmadığını, zamanlarının çoğunu kahve köşelerinde geçirdiğini, kısacası yozlaştığını anlatıyor. Antalya’nın yerli Alevilerinin daha çok yozlaştığını, dışardan gelenlerin belli bir gayret içinde olduklarını söylüyor. Tabii çuvaldızı kendine batırmayı da unutmuyor: “Bizlerin de hatası var, gençlere örnek olamadık!” diyor. Bundan sonra da inanca yönelik yeni bir gelişme olmasından umutlu değil.

Ocağa binsin kurban, sofra serilsin heman Sürülsün dem-i devran, Sarı Kız’ın aşkına

Dedemiz Yok Ki Yolumuzu Sürelim

Saki hazır bulunsun, kadehe dem konulsun Tüm canlara sunulsun, Sarı Kız’ın aşkına

Anacık ve Ali can’ın anlattıkları içimizi epeyce karartmıştı. Anlatılanları dinledikten sonra, “Bu köyde inanç ve kültürel etkinlik bağlamında hiçbir şey yapılamaz!” sanısı içimizi kapladı. Bu ruh haliyle canlara teşekkür edip kalktık. Sona belki birilerini görüp konuşuruz umuduyla köyün iç kısmına yöneldik. Niyetimiz köyün kahvehanesini bulup orada bulunan canlarla sohbet etmekti. Köyün merkezine indik. Kahveyi sormak için Çivi Market’in önünde durduk. Çivi Market’in sahibi, köyün ileri gelenlerinden Hasan Çivi ile merhabalaştıktan sonra ziyaret sebebimizi anlattık. Marketin bahçesinde konakladık. Ocak ayı olmasına rağmen hava bahar sıcaklığındaydı. Köyün ileri gelenleri kısa sürede burada toplandı. Hasan Çivi can ile beraber bir dönem mürebbilik ve zâkirlik hizmeti yapmış canlarla sohbet ettik. Sohbetten çok canlarımızı dinledik. Geleneği bilen nesil ile genç nesil arasında kültürel bağ yok denecek kadar azalmış. Gençlerin kültürümüze, inancımıza ilgilerinin olmadığını, daha doğrusu bilmedikleri için ilgilenmediklerini söylüyorlar. Köylülerin arasındaki dayanışma bağlarının her geçen gün zayıfladığını, dernekleşme benzeri yapılanmalara meyil verilmediğini öğreniyoruz. Yıllardır cem yapmamışlar, yapamamışlar. Anacık ile Ali candan dinlediğimiz yakınmaları buradaki canlardan da dinledik. Fakat bu canlar umutsuz değiller: “Köye dede gelirse toplum tekrar bir araya gelir, cemler yapılır” diyorlar. Yani çözüm bir cümleyle özetleniyor: “Dedemiz yok ki yolumuzu sürelim. Yolu iyi bilen bir dede buraya gelirse toplum bir ara-

İnlesin dertli sazlar, dile gelsin düvazlar Arşa çıksın avazlar, Sarı Kız’ın aşkına Bakın, açıldı saha, canlar durmayın daha Haydi kalkın semaha, Sarı Kız’ın aşkına Bu bayram böyle bitsin, dualar Hakk’a yetsin Dertler savrulup gitsin, Sarı Kız’ın aşkına Derviş Kemal kul ola, bu nefes makbul ola Niyazlar kabul ola, Sarı Kız’ın aşkına… 1 Temmuz 1980

KUL CEMAL

Âşık Veysel’e Ağıt Dün bir gerçektin bugün efsane Ecel şerbetini tat koca Veysel Yar diye seçtiğin kara toprağa Aşk ile sarılıp yat koca Veysel

ya gelir, yeniden cemimizi yaparız” diyorlar. Duygularımız karma karışık oldu. Bir iki saat içinde umutsuzluk ile umut gelgiti içinde psikolojik bir yolculuk yaptık. Karatepe’de canlarla helalleşip ayrıldık, umutla yola çıktı.

Değirmendere Köyünde Değirmendere köyüne akşam üzeri ulaştık. Sır tını ormana dayamış, önünde masmavi Akdeniz uzanan bir köy. Burada yaşayan canlar, Antalya’nın Serik ilçesinden ve İzmir Narlıdere’den gelerek bu köye yerleşmişler. Ekibimizdeki Ahmet Ağabeyin akrabaları da bu köyde yaşıyor. Ahmet Ağabeyin kılavuzluğunda akrabalarından Gürsel canın evine mihman olduk. Gürsel can kurduğu “Ali sofrasıyla” açlığımızı giderdi. Kısa süre içinde eve gelen canlarla kalabalıklaştık. Ev küçük olduğu için köyün meydanı sayılan açık bir alanda yakılan ateşin etrafında yaşlı genç, kadın erkek tüm canlarla beraber toplandık. Serin hava, canlarla yaptığımız sıcak muhabbetle ısındı. Kısa sürede kaynaştık. Ve diğer köylerde olduğu gibi burada da canlara ziyaretimizin sebebini anlattık. Sonra biz sustuk, canları dinledik. “Bir söyle, bin ah işit!” sözü sanki buradaki durum için söylenmiş. Kendilerini “Tahtacı” olarak tanımlayan canlar yıllardır inançlarından kopuk yaşadıklarını anlattılar. Buradaki canlarımız otuz yıldır, evet yanlış okumadınız otuz yıldır, ne cem yapmışlar, ne de dede görmüşler. Kültürlerine, inançlarına dair hiçbir eylemde bulunmamışlar, bulunamamışlar. Aş derdi, iş derdi öncelikli olmuş. Zaten yurtlarından, yuvalarından kalkıp buraya yerleşmelerinin temel nedeni de bu değil mi? Dinlediğimiz canların hepsi bu durumdan şikâyetçi, fakat çaresizlikten bir şeyler yapamamışlar, yapamıyorlar. Hiç kimse de gidip hallerini, hatırlarını sormamış. “Bizi ziyaret edip halimizi soran ilk sizler oldunuz” demeleri bizleri de sarstı. Bunu üzerine bizden taleplerini sorduk. Köylerine dede istiyorlar, cem yapmak istiyorlar. Çocuklarına Aleviliğin ne olduğunu anlatmak, göstermek istiyorlar. Çok şey mi istiyorlar? Antalya Abdal Musa Derneği ve Serçeşme dergisi olarak bu konuda üzerimize düşen görevi seve seve yapacağımızı söyledik. Sözümüzün arkasındayız. Üzerimize düşen görevi yapmaya hazırız. Yeter ki Değirmendere’li canlarımız isteklerini bildirsinler. Bizden sıcak dostluklarını esirgemeyen canlara can-ı gönülden sevgi ve saygılarımızla. Aşk ile

Mor menekşelerle kırmızı güller Erisin kar suları çağlasın seller Her seher kabrinde ötsün bülbüller Bitsin kabrinde ot koca Veysel Kendine bir çift göz diye taktığın Yoldaş edip yad ellere çıktığın İsm-i celaline türkü yaktığın İnlesin kabrinde saz koca Veysel Kaderle uğraşıp feleğe çattın Görmeyen gözünle dünyaya yettin Allah bilir mükafatı hak ettin Cenneti alada gez koca Veysel Kul Cemal’ım söyler yarem çok acı Sarardım derdini olsaydı ilacı Bu dünya han idi bizlerde yolcu İşte gelip geçtin tez koca Veysel...

18

Sayı 39


SERÇEÞME

Kutuplaşma Kıskacında Türkiye Vahap Erdoğdu

İ

NSANIN başka insanlarla maddi ilişkilerini, ihtiyaçları ve üretim tarzları belirler. Tarih, dinsel ve siyasal yapıntılardan bağımsız olarak, zaman akışı içinde, bu maddi ilişkiler dizgesidir. İnsanın varoluşundan buyana süregelen bu olgu, ilişkiler akışı içinde yeni biçimler alarak gelişir. O nedenle tarih yaşanılmakta olandan çok, yaşanılmış olanın konusudur. Bu ilkeden hareket edecek olursak, tarih her zaman dündür, bugün ancak yarının tarihidir. Peki, bu günü nasıl değerlendireceğiz? Tarih bize tam da bu günü doğru değerlendirmek için gereklidir. Bugün, ayrıntılarla doludur. Güncel gelişmeleri bu ayrıntıların karmaşasından soyutlayıp, olguları yanyana getirebildiğinizde, ortaya çıkacak tablo, yaşanan gerçekliğin fotoğrafını verir. Onunla da kalmaz, tarihin yarına yönelişinin doğrultusunu da gösterir. Yaşanılan siyasal gelişmelere bakıldığında, toplum yörüngesinden saptırılmış bir belirsizlik içerisinde, bir yerlere sürüklendiği gözlemleniyor. Bu karmaşık görünümü dinsel kutuplaşma ve etnik kutuplaşma dinamikleri belirliyor. Toplumun siyasal biçimlenişi bu dinamikler doğrultusunda zorlanıyor. Özellikle 22 Temmuz seçimlerinden sonra, bu çabalara daha çarpıcı bir biçimde tanık oluyoruz. Belirlenmiş hedeflere kurgulanmış olan siyasal iktidar, mevcut düzenin kurum ve kuruluşlarını hiçe sayarak, yoluna devam ediyor. O nedenle de, AKP hep şaşırtıyor! 3 Kasım 2002 seçimlerinde oyların yüzde 33’ünü alarak 367 milletvekili ile meclise girdiğinde, herkesi şaşırmıştı. 22 Temmuz 2007’de oylarını artırarak yüzde 47 ile yeniden iktidara gelince de, kendileri ile birlikte çoğumuz, çok şaşırmıştık! Bir başka şaşırtıcı olan da, AKP’nin bu hedeflerinin görmezlikten gelinmesi!

Malezya Biraderliği AKP’nin seçim başarılarını “İslam’ın zaferi” olarak alkışlayanların başında Suud krallığı, Malezya’nın İslamcı iktidarı, Hamas liderliği ve Müslüman Kardeşler örgütünün gelmesi bir raslantı değil! Malezya’da şeriatı getirmeyi amaç edinen İslamcı Partinin (PAS) başkanı Türk gazetecisine şunları söylemişti: “Yıllar önce, Erbakan’ın davetlisi olarak gelip Atatürk Stadyumu’nda konferans vermiştim. Siz ilk Müslüman laik devletsiniz ve bunu Mustafa Kemal Atatürk yaptı. Bana göre Atatürk’ün yaptığı İslam dinine aykırı. İslam devleti laik olamaz. İslam ve politika iç içe olmalıdır. Çünkü Hz. Muhammed aynı zamanda devlet başkanıydı. Ben burada, AKP’nin uyguladığı birçok stratejiyi örnek alıyorum. Yavaş ve derinden ilerliyorlar. Orduyla ve AB’yle dengeyi kuruyorlar, kimseyi fazla sinirlendirmiyorlar. Çok iyi düşünülmüş, diplomatik bir stratejileri var. Ben onlarınkini Hz. Muhammed’in diplomasisine benzetiyorum. AKP bu tarihi biliyor, çok iyi özümsemiş ve aynı diplomatik yöntemi izliyor. Umarım Türkiye’de AKP sayesinde alevlenen İslam bilinci, laikliği yok eder.” 1

Mart 2008

AKP’nin bu parti ile organik ilişkisini de, PAS’ın Uluslararası İlişkiler Başkanı, Syed Azaman, şöyle anlatıyor: “Malezya’da şu anda çok ciddi bir İslamlaşma var. Bunda 1980’lerde yurtdışına, Batı ülkelerine okumaya gidip dönen binlerce Malay’ın rolü büyük. İran devriminin ve Filistin sorununun da etkisiyle, döndüklerinde daha iyi Müslümanlar olmuşlardı. İki hafta önce buraya AKP’li bir ekip ve onların think tank’inden birkaç analist geldi. Bize seçimi nasıl kazandıklarını, stratejilerini anlattılar.” 2 AKP’nin Malezya’yla bağlantıları daha da derinlerde bulunuyor. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu sekiz İslam Konferansı Örgütü üyesi tarafından 1983’te kurulan Malezya Uluslararası İslam Üniversitesi, Malezya’da ve dünyada İslamlaşma sürecinin ideolojik ve politik zeminini hazırlamayı amaçlamaktadır. Mütevelli heyetinde Türkiye’yi Türk Büyükelçisinin temsil ettiği Üniversitede, İlahiyat dallarımım yanında, Mühendislik, Siyaset Bilimi ve İletişim bölümleri de var. Bütün bölümlerde ilahiyat ve Kuran okuma (tilavet) dersleri zorunlu. Eğitim İngilizce ve Arapça yapılıyor. Bu dillerde sınavı geçemeyenler bir yıl hazırlık okuyor. Üniversitede kız öğrencilerin sayısı erkeklerin üç katı. Yabancı öğrenci için dini bir lider ya da örgütten referans isteniyor. İmamhatiplilere yurt, burs olanakları sağlayan Ensar Vakfı Malezya’ya öğrenci gönderen örgütlerin başında geliyor.3 1990–95 yılları arasında Üniversitede öğreti m görevlisi ve yöneticilik yapan Başbakanlık baş danışmanı Ahmet Davutoğlu, biraderlik ilişkilerinin düzenleyicisi. Pek çok Türk onun kanalıyla bu üniversitede yetiştirilmiş ve dönünce de önemli görevlere getirilmişlerdir. YÖK Başkanlığına getirilen Prof Yusuf Ziya Özcan, 1992–94 tarihleri arasında bu üniversitede bulunmuştur ve Davutoğlu’nun en yakınlarından biridir. Özcan, Davutoğlu’nun kurduğu Bilim ve Sanat Vakfı’nın (BİSAV) yayın organı Divan’ın danışma kurulunda Malezya kökenli pek çok akademisyenle birlikte bulunuyor. Başbakanın zırhlandırıp ortaya saldığı kişinin saf bir Donkişot olmadığı, tam tersine, özel eğitimden geçmiş bilinçli bir birader olduğunu anlamak için geçmişine şöyle bir gözatmak yetiyor. Malezya Biraderlerinden Prof. İbrahim Kafi Dönmez, Başbakan tarafında 2003 yılında Diyanet İşleri Başkanlığına önerilmiş, Cumhurbaşkanı Sezer tarafından iki kez veto edilmişti. 2005 yılında da Başbakan tarafından YÖK üyeliğine önerilmiş, Köşk tarafından geri çevrilmiştir.4 Malezya biraderlerinin kimi polis kolejlerinde, kimi üniversitelerde, kimi MEB kadrolarında, kimi İslamcı medyanın köşebaşlarında, ama hep “birlik ve beraberlik” içerisinde tarihsel işlevlerini yürütüyorlar. Türkiye’deki İslamcı sermayenin ve İslamcı hareketin amiral gemisi, El Baraka Türk’ün başında bulunan birader Adnan Büyükdeniz’i de Başbakan Erdoğan Merkez Bankasının başına getirmek istedi. Cumhurbaşkanı Sezer’in vetosu ile önlendi.

VAHAP ERDOĞDU

Sermayenin Küresel Egemenliği ve İslam ONUR Yayınları

Tel: 0312.417 00 08

AKP’nin Alevi “Açılımı” ya da Aleviliğin “Devletleştirilmesi” Seçim portföyüne bir iki eski solcuyu, Aleviyi koymuş olması, AKP’nin “vitrin yenileme” fantezisi olarak yorumlanmıştı. Oysa görülüyor ki, bu tür girişimler, kimilerinin gözünde AKP’yi “demokrat!”, “sosyal demokrat!” yapmanın ötesinde, AKP “iktidarının” AKP “devletine” dönüştürülmesi operasyonun vazgeçilmez adımlarıdır. O nedenle, her şeyin AKP’lileştirilmesi, bir başka deyişle, İslamileştirilmesi, daha da açımlarsak, Vahhabileştirilmesi gerekiyor. “Alevi açılımı” da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Muharrem ayında beş yıldızlı otelde bin kişilik “iftar sofrası” düzenledi. Sayısı 20 milyon dolayında olduğu söylenen “Alevi” topluluğunu “kuş sütünün” eksik olmadığı sofralara sığdırmak olanaksız. Kent ve kasaba meydanlarında “iftar çadırları” kurmak gerekiyordu. Ama bu işte yine bir şaşırtmaca vardı. Muharrem ayı Aleviler için “yas” ayı. “Oruç” da “yas orucu”. İmanı bütün bir Alevi, bu dönemde istediği yemeği yiyemeyeceği gibi, doyasıya da yiyemez, kana kana su içemez. Kimileri üç günde bir, kimileri iki günde bir, günde bir, en fazla da oniki saatte bir kez, doyasıya olmamak üzere, yiyebilir. Doğal olarak “iftar” da alevi inancının dağarcığında olmayan bir sözcüktür. Üstelik, Alevi inancında, kadın-erkek birlikte ibadet ederler. Bu bin kişilik “iftara” kaç kişi eşiyle birlikte katıldı? Hele de AKP ricalinden o sofraya eşini oturtan oldu mu ki? Dini biçimsel ritüellerin sınırlarına hapseden bir İslam anlayışıyla, “Mescit ile medreseyi/ Ismarladık zahidlere/ Hakka ibadet etmeğe/ Yeter bize meyhaneler” diyebilen bir inanç anlayışını bağdaştırmak mümkün mü? Elbette değil. Değilse, bu muhabbet nereden geliyor? (Devamı 20. Sayfada)

19


SERÇEÞME (Baştarafı 19. Sayfada)

Kutuplaşma Kıskacında Türkiye Alevi inancının beslendiği ana kaynaklardan biri olan Batınilik, Maveraünnehrin renkli iklimi ve zengin topraklarında doğup gelişmişti. İslam’ın Maveraünnehirde yaşayanlarla tanıştığında, İslam’ın taşıyıcılarından çok daha yüksek bir kültüre sahip olan yerli halk, Horasan bağlarının üzümlerinden süzülmüş şarabı içiyor, saz, dans, şiir ve oyunla inancını yaşıyordu. İslam’ı kabul etmesinden sonra da bu kültürünü terk etmedi, tersine, onu daha da zenginleştirerek, başka iklimlere taşıdı, kuşaktan kuşağa aktararak bugüne getirdi. Evrenin merkezine insanı koyması, bir başka anlatımla, her şeyi insanlaştırması, Alevi inancının temelini oluşturur. Tanrı da insandır. Onunla insani bir ilişkiye girer. Onunla yarenlik eder, kavga eder, ona kızar, öfkelenir, küser, yerer. Bu görüşler, Ortodoks İslam anlayışıyla bağdaşmaz, bu anlayışa göre Alevilik, sapkınlıktır, tarihi boyunca da öyle görmüştür. Bedeli de bu nedenle, çok ağır olmuştur. Büyük kırımlara karşın, Alevi inancını Anadolu’dan söküp atamayacaklardı. Ama ümmet toplumu, devrimi olduğu kadar, evrimi de yadsır. Ümmet toplumu dinin, bir başka anlatımla, İslam’ın, nas’larına bağlı statik bir toplum öngörür. İslamcıların “devri saadet” özleminin nedeni de budur. Onlar, İslami yaşamın hüküm sürdüğü, “dar-ul İslam”da yaşamak isterler, “dar-ul harp” onlar için “cihad” âlemidir. O âlemin de “dar-ul islam” olması için savaşmak gereklidir. Bu savaş, aynı ulustan, aynı kavimden, aynı aileden de olsa, İslami yaşamın dışında olanlara karşı yürütülmelidir. Bu yaklaşımın en önde gelen ideologu olan Seyyid Kutb, Müslüman olduğunu savunan, laiklerin yaşadığı bir toplumu bile, dar-ul harp olarak niteler. Öyleyse, İslamileşmiş bir yönetim altında alevi topluluğunun konumu ne olacaktır? AKP’nin yanıt aradığı soru budur. Burjuva demokrasisinde parlamento, görünüşte, sınıf mücadelesinin güçler dengesi olarak siyasal yansımasının gerçekleştiği yerdir. Seçimler ise, bu gerçekleşmenin aracıdır. Gerçeklikte ise, ne parlamento sınıf mücadelesinde güçler dengesini tam olarak yansıtır, ne de seçimler bu yansımanın eksiksiz bir göstergesidir. Özellikle, parlamenter demokrasi geleneğinin yeterince kökleşemediği yerlerde bu olgu daha da geçerlik kazanır. Parlamento, bu bağlamda oligarşik diktatörlüğe meşruiyet kazandıran bir araca kolayca dönüşebileceğini yaşamakta olduğumuz gelişmeler tanıklık ediyor. 22 Temmuz 2007 seçimlerini doğru açımlamak gerekiyor. Çünkü bu seçimler, özelinde Türkiye’nin geleceği açısından, genelinde ise, bütün bir İslam dünyası açısından, buna bağlı olarak da küreselleşme bağlamında özgün bir nitelik taşımaktadır. Özelinde değerlendirecek olursak, bir dizi paradoksal olgularla karşılaşıyoruz. Toplumun yüzde doksanı (%92) ABD’ye karşı ama, tarihinin en Amerikancı siyasetini iktidar yaptı. Toplumun 20 milyon insanının yoksulluğa, bir

20

milyon insanın açlığa itildiği bir iktidar koşullarında, oy oranını yüzde 35 oranında artırarak yeniden nasıl iktidar oluyor? Soygun, talan, yolsuzluk ve partizanlığın en uçlarda dolaştığı bir dönemde, tütün üreticisinin, fındık üreticisinin, çay üreticisinin yolları keserek protesto ettiği bir partiyi (en yüksek oy oranını bu yörelerde gerçekleştirerek) yeniden nasıl iktidar yapıyor? Milyonların sokakları, meydanları doldurduğu, ulusal duyguların en yoğun olarak yaşandığı, ulusal bilincin en üst düzeylerde dolaştığı koşullarda, ulusal değerlere en karşı olan bir partinin oyları toplaması nasıl açıklanabilir? Daha da önemlisi, “demokrasiyi” amaca ulaşmanın bir “aracı” olduğunu savunan bir siyasal anlayışa, “tarikat demokrasisinin” “en çağdaş demokrasi” olarak kabul görmesine, ne demeli? Parlamenter demokraside egemen güçler, parlamentoyu kendi sultasının bir aracı olarak görür. Bu bağlamda parlamento, egemen sınıflar adına yürütmeyi üstlenen siyasal iktidarın yörüngesi doğrultusunda irade belirleyip, egemen sınıfın/sınıfların diktatörlüğüne biçimsel bir meşruluk görüntüsü kazandırır. İktidar, bu siyasal demokrasi görünümünün ardına gizlenmiştir. Gerçekte ise, bütün kararlar, kapalı kapılar arkasında, otel lobilerinde, iş adamlarının özel toplantılarında alınır ve yürütmeye siyasal uygulama yönünden yetkeler verir. İktidarın arkasında “derin” bir “iktidar” daha vardır. İktidarların politikasına yön verenler, o “derin iktidarın” kuytularına demir atanlardır. Klasik burjuva demokrasilerinde yasama, yürütme, yargı üçlüsünde yasamayı temsil eden parlamento, en “yüce” karar organıdır. Bu organ yasalar çıkarır, çıkardığı yasaları yürütme aracıyla uygulamaya koyar, yargı ile de uygulamayı yasal denetim altında tutar. Bu üç ayrı güç arasında göreli bir uyum vardır ve burjuva demokrasisi bu üç gücün bileşkesidir. Ne var ki bu burjuva demokrasilerin öngördüğü bir varsayımdır. İnsanlık bu varsayıma dayanarak nice diktatörlüklere tanıklık etmiştir. Temmuz seçimlerinin pek çok yorumu yapıldı. Kazanan taraf sonuçları, alışılageldiği gibi, dengi görülmemiş bir “zafer” olarak ilan ederken, kaybedenler, bir kez daha büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Oysa sonuçlar, nicel olarak, ne oydu, ne de bu. 2007 seçimleri, 2002 seçimlerinin bir yinelenmesiydi. Bir farkla ki, kendilerini “merkez sağ” olarak niteleyen sağ partilerin daha da eriyerek, oylarının AKP sepetinde toplanmış olmasıydı. Basit bir aritmetik hesapla bu sonucu görmek olanaklıydı. Kaldı ki, siyaset aritmetikten daha çok, cebire benzer. Aritmetik bilinenlerin dört işlemle hesaplanmasıdır. Cebir ise bilinmeyenlerin bulunmasıdır. AKP’nin 22 Temmuz seçimleri de bir “rekor” değildir. 1950 seçimlerinde, DP oyların yüzde 52.68’ini, 1954 seçimlerinde oyların yüzde 57.61’ni, 1957’de 47.91’ini almıştı. 1965’te AP oyların yüzde 52.87’sini almış, 1983’te Anavatan Partisi oyların yüzde 45.14’ünü almıştı. 2007 seçimlerinde AKP oyların yüzde 46.58’ini aldı. Üstelik hiç bir parti, hiç bir seçimde, bu denli büyük bir iç ve dış desteği sağlayamamış, hiç bir parti devlet olanaklarını bu denli kullanmamış, bu denli büyük paralar harcamamıştı. Ama, gelinen yeni aşama, masrafları fazlasıyla karşılayacak karlı bir yatırıma dönüşmüştü. “Birader” el Kadı, Başbakanın “kefilliği” ile temize çıkarıldıktan sonra, “Biraderlerin”

Suriye’deki lideri Halit Meşal, resmi davetle Türkiye’ ye çağrıldı. Bol hediyeli Suud Kralı gezisinin ardından, soykırımda adı pol Pot’la birlikte anılan Raunda kasabı General Omar el-Beşir, Çankaya’da ağırlanarak “türbanlı” ilk resmi yemek gerçekleştirilmiş oldu. İktidar olmanın ilk adımı Gül’ün Çankaya çıkarmasıyla atılmıştı. Daha koltuğuna oturmadan Gül, masada bekleyen yıllanmış “kadro” kararnamelerini peşpeşe imzalamaya başladı. Önceki Cumhurbaşkanı Sezer’in önünü kestiği AKP’nin hazır kıtaları devlet mevzilerini hızla ele geçiriyor. İkinci adım ise, çok daha önemliydi. İktidarı kalıcı kılmanın ön koşulu, iktidarı ele geçirenlerin kendi ideolojilerinin egemen kılınmasıydı. Bu da “sivil” ve “ideolojiden arınmış” (kuşkusuz Kemalist ideolojiden arınmış) bir anayasayı gerekli kılıyordu. Böyle bir Anayasa, seksen dört yıllık Cumhuriyet ideolojisinden arınmış, bu ideolojiyi sürdüren kurum ve kuruluşların etkisizleştirebileceği, İslami değerleri öne çıkaran bir nitelik taşıyacaktı. Başka bir anlatımla, yeni bir rejimin “tapusu”, Ilımlı İslam Cumhuriyetinin Anayasası olacaktı bu. “Anayasanın Atatürkçü unsuruyla tekçi bir ideolojiye sahip olduğu”, “Kemalizm olduğu sürece Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonunun gerçekleşemeyeceği”, “TSK’nın depolitize edilmesi” gerektiği tezlerini savunan “liberal hocalara”5 seçim öncesinde, 6 Haziran’da elaltında sipariş verildi. “Devrim Anayasası” hazırlamakla “görevli” altı kişilik bu ekip, komisyon başkanı Özbudun’un deyişiyle, “AKP’nin programı dikkate alınarak” hazırlandı.6 Kamuoyundan kıskançlıkla gizlenen bu taslak, öncelikle Türkiye’deki AB elçilerinin onayına sunuldu. Ardından, parça parça kamuoyuna sızdırıldıkça, AKP’nin niyetleri ortalığa saçılmaya başladı. Bu niyet, aslında, kalemşörleri tarafından çok önceleri açığa vurulmuştu. Biri, “Bu Cumhuriyet artık bir nostalji” başlığı altında “Cumhuriyet bu haliyle biter, tarihsel bir parantez kapanırken, Anadolu halkı yeniden cumhurlaşmanın sancıları içinde.” diyordu.7 Bir öteki, “Atatürkçülük, siyasi felsefe olarak otoriterliğin dışında asla tanımlanamaz.”8 diye AKP anayasasına gerekçe hazırlıyordu. Adı konmamış olmasına karşın, bu, yeni bir Cumhuriyetin, mevcut Cumhuriyeti yadsıyan bir Cumhuriyetin, AKP iktidarını kalıcı kılmaya yönelik bir Anayasanın, karşı devrimin Anayasası tasarımıydı. Hedef belirlenmişti: laiklik ve ona sahip çıkacak, başta TSK olmak üzere, olası kurum ve kuruluşlar. AKP’yi en büyük “demokrat” yapan, AB’nin en ateşli savunucusu yapan da buydu. Çünkü “Batı”, laik demokrasinin “çoğulculuğa” karşı olduğu gerekçesiyle, kendi sistemi olan “laik demokrasiyi” islam dünyasına layık görmüyordu. Laikliği çoktan gündeminden düşürmüştü. Erdoğan da, “Biz Batı’nın ilmini, sanatını almadık. Maalesef, değerlerimize ters düşen ahlaksızlıklarını aldık. Biz Batı’nın sanatını, ilmini almakta bir yarış etmeliydik.”9 diyor.(*) Bunun doğal sonucu olarak, tepkiler de “laiklik” ve “türban” konularında simgeleşti. Toplumun değişik kesimlerden giderek yükselen tepkiler sonucu, sergilenen bu gölge oyunu, traji-komik bir nitelik kazandı. Taslağa sahip çıkan olmadı, sokakta kaldı. En son olarak, Hocaefendinin himmetiyle, bu “nezebi belirsiz” çocuğun sokaktan alınarak Amerika’da “vaftiz” edildiğini öğreniyoruz. AKP silahşörleri, ikinci cumhuriyetçi “liberaller”, bu Anayasanın Türkiye’yi Avrupa’yla bütünleştireceğini inandırmaya çalışıyorlar.

Sayı 39


SERÇEÞME Oysa, tam tersine, o kutsal ittifak, Türkiye’yi fiilen Batı yakasından kopararak İslam coğrafyasının merkezine oturtmuş görünüyor. AKP İslamcılarının istediği tam da budur. İslamcı bir rejimi AB’nin bünyesine almayacağını herkesten çok onlar biliyor. AB gürültüsünün şu günlerde gözlemlenen ses kaybının nedeni de budur. Sınıf çelişkilerinin yeğinleştiği bir dönemde, anti-tekelci, demokratik güçlerin parlamentolarda ağırlık kazanmasıyla, yürütme giderek güç kazanmış, çoğu kez kapalı yollarla, yasama ve yargı gücü zorlanmış, yürütmenin yetkesi artırılmış, daha da zora gelince, egemen güçler açık diktatörlüğünü ilan etmekten geri durmamıştır. Egemen güçler parlamentoyu istediği gibi çekip çevirdiği sürece, burayı “millet iradesinin tecelli ettiği yer” olarak kutsamış, gücünün zayıfladığı ölçüde ise, parlamenter mücadelenin “erdemlerinden”, parlamentonun “yüceliğinden” daha az söz eder olmuştur. Türkiye’nin yakın tarihi bunun örnekleriyle doludur. Parlamenter demokrasinin “bizim gibi ülkelerde işlemeyeceğinden”, anayasanın “lükslüğünden”, “özgürlük ve demokrasi kavramlarının yanlış anlaşıldığından”, “halkın demokrasiyi kavrayamadığından”, “anarşiye yol açtığından” söz eden profesörlerin, politikacıların zoru görünce nasıl da “milli irade” söylemine sığındıkları yakın geçmişte yaşanılan deneyimlerle bilinmektedir. Hiç kuşku yok ki, kırkların ortalarından başlayıp bugüne uzanan yol haritasında, BayarMenderes ikilisinin Demokrat Partisi iktidarı ile iki askeri faşist darbe belirleyici olmuştu. DP iktidarının ilk işi kendilerini destekleyen solcuları içeri tıktıktan sonra, ABD’nin yanında komünistlere karşı savaşmak üzere Kore’ye asker göndermek oldu. Kemalist Devrimi Türkiye’nin en uzak köylerine taşıyan ve devrimin halk içerisindeki iki ayağı olan Halk Evleri ile Köy Enstitülerinin kapatmak, yerine imam hatip okullarını açmak da ikinci önemli adımıydı. Marshall yardımı ile ABD’nin maddi desteğinin rüzgarını arakasına alan iktidar, 1954 seçimlerinde oy yüzdesini 57.61’e çıkarmıştı. Menderes, Kemalist “elitlere” karşı “demokratik halk devriminin” önderliğini hak etmişti. Oysa o “demokrat” Menderes, CHP’den, yoksul köylüyü topraklandırmayı öngören demokratik bir yasa nedeniyle ayrılmış ve iktidara gelir gelmez, bu yasayı yürürlükten kaldırmıştı. 6–7 Eylül 1957’de kışkırttığı çapulculara mallarını talan ettirip, canlarını ülkeyi terk etmekle kurtaran Rum yurttaşlara “demokrasi” dersi veren de aynı Menderes’ti. Ama bütün bunlardan sonra, kendinden sonra gelecek olan bütün sağcı iktidarlara “demokratlığı” yanında, “nurlu ufuklar” söylemini de, o miras bırakmıştı. Menderes’in “odunu bile milletvekili yapabileceği”, “orduyu yedek subaylarla yöneteceği” bir dönemin 1960 ihtilali ile sonlandırılmasıyla, oluşan göreli özgürlük ortamında, örgütlenen emekçi sınıfların artan demokratik talepleri egemen güçleri rahatsız etmeye başlayınca, yasal ve yasal olmayan önlemlere giriştiler. 1966 seçimleriyle parlamentoya 15 milletvekili sokan TİP’in önü seçim yasasında yapılan değişiklikle kesildi. Öte yandan, paramiliter nitelikte örgütlenen Komünizmle Mücadele Dernekleri, parti toplantılarını, mitingleri basmak üzere, özel kamplarda yetiştirildiler. Daha sonra Türk-İslam sentezi ideolojisi doğrultusunda özel kuvvetlerce kamplarda eğitilen ülkücüler, devletin kolluk güçlerinin açık desteği ile on beş yıl sürecek olan kanlı bir döne-

Mart 2008

min kapısını araladılar. 1969 yılında, ABD’nin 6. Filosuna karşı gösteri düzenleyen gençlerin üzerine gönderildiler. “Allahü Ekber” naralarıyla iki genci polisin gözleri önünde, bıçakla öldürdüler. 12 Mart 1971’de üç generalin “muhtırası” ile “işlerliğini yitirdiği” gerekçesi altında, parlamentoyu göstermelik bir vitrin haline getirdikleri zaman, o “milli irade”nin, “demokrasi”nin savunucuları, dillerini yutup, suspus olmuşlar, “muhtıra”nın “hınk” deyicileri olarak “emirnameler”in yasalaştırılması işini üstlenmişlerdi. “Türkiye’ye bol gelen” o “lüks” anayasayı kendi iradeleriyle bir kaç kez değiştirdikleri halde, o anayasayı içtenlikle savunanları “anayasayı tağyir ve tebdil” suçlamasıyla darağaçlarına göndermiş, sokak ortasında kurşunlatmış, olmadık işkencelerden geçirilmiş, binlerce aydını ülke ölçeğinde sürek avlarıyla hapishanelere doldurmuştu. Bu sürek avlarının “avcı başı” ise, “laiklik dinsizliktir” diyen Saidi Nursi’nin “nur müridi”, eski bir “Kore gazisi”, Orgeneral Faik Türün’dü. “Sol”a karşı savaş ilan edilmişti. Türün 1 Haziran 1972’de gazetelere verdiği bir demeçte, “sola karşı verilen mücadelede, bazı başarılar olmuştur. Fakat henüz muharebeyi kazanmış değiliz. Ümitsiz olmadık, olmuyoruz. Bu tehdit behemhal bertaraf edilecektir. Tehdit bir nevi sinsi savaştır” diyordu. Türün, yüzlerce Kemalist subayı ordudan uzaklaştırdı, yüzlercesini hapishanelere doldurdu, işkenceden geçirdi. Aslında, 12 Mart darbesi, Kemalist devrimi yadsıyan, bir karşı-devrim hareketiydi. Bu bağlamda, Kemalist devrimlerin Türkiye’nin gelişmesinin önünde engel oluşturduğu görüşleri, dışarıdan içeriye sızdırılmaya başlamıştı. “Demokrasinin” Kemalizm’le bağdaşmazlığı tezi içeride de hazır yandaşlarını bulmuştu. “Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanlık”, Kemalizmi nesnel olarak karşısına almıştı. Kuşkusuz böylece, Kemalizm’in laiklik ilkesi de yadsınmış oluyordu. Ama “demokrasi” adı verilen bu sistem, seçim ve oy sandıklarına dayandırılmıştı. Kolu kanadı kırılan solun siyasal sahneden silinmesinden sonra, dikensiz gül bahçesine dönüştürülen Türkiye, yeniden egemen güçlere teslim edilebilirdi. “Demokrasi”, “parlamento”, “seçim” gibi sözcükler yaldızlanarak yeniden politik sahneye sürüldü. Ama evdeki hesap çarşıya uymamıştı. 1973’te yapılan seçimlerde, Ecevit’in “sol” partisi yüzde 33.29 oy alarak, beklenmedik bir başarı kazanmış, iktidara aday olmuştu. Bir başka şey daha olmuştu. “İslamcı” olduğunu açıkça ifade eden bir parti, MSP, aldığı yüzde 11.80 oyla, parlamentoya girmekle kalmamış, Ecevit’le hükümet ortağı da olmuştu. Ecevit’in iktidara gelişiyle yeni bir dönemin, daha sonraları bireysel öldürümlerden kitlesel katliamlara dönüşecek olan kanlı bir dönemin, ikinci faşist darbeye uzanan bir dönemin startı verilmiş oluyordu. Malatya, Sivas, Kahramanmaraş, Çorum gibi CHP ve sola oy veren Alevilerin yaşadığı bölgelerdeki katliamlar, tüyler ürpertici boyutlara ulaşmıştı. 1977 seçimlerinde “solun”, daha doğrusu Ecevit’in, aldığı yüzde 41.39’luk sonuç bile bu kanlı yürüyüşü durduramamıştı. 1974’te Ecevit’in başbakanlığı ile başlayıp 12 Eylül 1980 askeri darbesine dek 5388 kişi öldürülmüştü.10 Aynı dönemde başbakan Ecevit’in şahsına karşı suikastlar tertiplenmişti. Ve gene bu dönemde, büyük sermaye sınıfı, iktidara karşı açık muhalefetini kendi örgütü (TUSİAD) yolu

ile gazetelere verilen çarşaf çarşaf ilanlarla dünyaya duyurmuştu. 12 Eylül 1980 darbesi, ilk iş olarak, başbakanlığa Nakşî tarikatının inançlı müridi Turgut Özal’ı getirdi. İkinci olarak, din derslerinin Anayasa ile zorunlu hale getirmesi oldu. Üçüncü adım da yurtdışına gönderilen imamların maaşlarının Suud yönetimince ödenmesi idi. Daha da önemlisi ise, Özal’a kurdurulan siyasal partinin iktidarının önünü temizleyerek, siyaseti İslamlaştırılmasının kapısını ardına kadar açmış olmasıydı. Özal, devletin İslamlaştırılmasının temel taşlarını döşeyen ilk Nakşî tarikatçıydı.

Neydi Egemen Güçleri Bu Konuma Getiren? 20. yüzyıl, Hıristiyan dünyasında, dinin işlevini yitirdiği inancının yaygınlaştığı bir dönemdir. Din, bir ayağı mezarda olan yaşlı kuşağın “yolun sonundaki bekleme odası” olarak algılanıyordu. İyiden iyiye aylaklaşan papazlar, yeni müşteriler kazanmak için kiliselerde gençlere danslı partiler düzenliyordu. Teologlar Tanrının ölüp ölmediğini tartışıyordu. Bu gelişmede, özellikle Latin Amerika’da, kilisenin kapitalizme ve emperyalizme karşı savaşımlarında yoksulların yanında yer tutmalarının da payı vardı. Öte yandan, dünyanın geri kalan coğrafyasında tanrıların savaşı devam ediyordu. “Kutsal Topraklar” üzerinde sürdürülen Yahudi-Arap çatışması, din çatışmasına dönüştürülerek, uluslararası bir içerik kazanmıştı. İslam, antikomünizmin en etkili silahı haline gelmişti. Sosyalist sistemin beklenmedik bir dönemde çöküşünde, başka etkenlerin yanısıra, bu silahın da azımsanmayacak bir payı olduğu gerçeği ortaya çıkınca, dinin siyasal işlevi önem kazanmıştı. Ortadoğu, Balkanlar, Asya ve Afrika’da din, siyasal çatışmaların iteleyici gücü oldu. Bu çatışmaların, yeni koşullarda, belirli bir doğrultuda, “küreselleşen” yeni dünya düzeni doğrultusunda yönlendirilmesi gerekiyordu. Huntington’un “uygarlıklar çatışması”, uygarlığın dine indirgenmesiydi. Bir başka anlatımla, dinler arasında, “uygar Hıristiyanlıkla”, “geri İslamlık” arasındaki “çatışmaydı” söylenen. Çatışmayı “uzlaşmaya” dönüştürecek olan “ılımlı İslam” projesinin ilk ayağını, Malezya’nın 8 Mart seçimlerinin yarattığı “tsunami”11 dalgası yerle bir etti. AKP iktidarının bodoslama sürüklediği ikinci ayağı, tuz-buz olmak için, bir başka tsunamiyi bekliyor. NOTLAR: 1. Ezgi Başaran, Hürriyet, 26 Eylül, 2007. 2. Ezgi Başaran, Hürriyet, 27 Eylül 2007. 3. Emre Kızılkaya, Hürriyet, 15 Aralık, 2007. 4. Tolga Tanış, Hürriyet 15 Aralık 2007. 5. Cüneyt Arcayürek, Cumhuriyet, 12 Eylül 2007. 6. Tufan Türenç, Hürriyet, 30 Ocak 2008. 7. Etyen Mahçupyan, Zaman, 2 Ekim 2006. Aktaran Hasan Pulur, Milliyet, 4 Şubat 2007. 8. Cemal Koçak, Belgelerle İktidar ve Serbest Cumhuriyet Fırkası. Aktaran Orhan Bursalı, Cumhuriyet, Bilim Teknoloji, 24 Ağustos 2007. 9. Milliyet, 25 Ocak 2008. (*) Bu düşünceler Seyyid Kutb’un görüşlerinin yinelenmesidir (bkz. Vahap Erdoğdu, Sermayenin Küreselleşmesi) 10. M. İlhan Erdost, “Yaşama Hakkı ve 12 Eylül”, Sosyalizmi Seviyorum, s. 36–62, Onur Yayınları, Ankara, 2006. 11. The Economist, 13 March, 2008.

21


SERÇEÞME

37. VE 38. SAYILARIMIZDA YAYIMLADIĞIMIZ “ALEVİ SORUNU VE PROGRAM HEDEFLERİ ” KONUSUNA DEVAM

Asimilasyonun Konusu Olarak Aleviler Haşim Kutlu İR üniter “ulus devlet” olarak; ulusçuluğunu, etni, soy, boy, dil, din ve tarih ile tanımlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısal özelliklerinin ana hatlarını öncelikle şöyle sıralayabiliriz. Söz konusu ulusçuluk tanımına dayalı olarak devlet yapılanmasını oluşturan Türkiye Cumhuriyeti, bu tanımın dışında kalacak olan hiçbir kategoriye, varoluş hakkı tanımamıştır. Yukarıdan aşağı hiçbir yasayla sınırlandırılmayan her cinsten toplum kategorisini, bu yapı içine katmaya ve üniter yapıyı kabule zorlamıştır. Kabul etmemekte direnenler için üç kademeli bir uygulama planı oluşturmuştur. 1) Aktif örgütlü direniş yapıları, kırılıp dağıtılacak; 2) Orta durumda olanlar ya da aktif örgütlü yapılara kitle desteği sunan zemin sürgün edilip dağıtılacak; 3) Geride kalanların içine, her kategoriye uygun düşen zıt toplum kesimlerinden getirilip yerleştirilerek, çeşitli eğitim ve öğretim kurumları oluşturularak eritilecek. Üçüncü madde de yer alan planlama, doğrudan “asimilasyon” dediğimiz politikayla ilgili madde olup, her tenkil, kırım, bastırma ve sürgün uygulamalarının hemen ardından devreye sokulmuş bir planlamadır. Ermeni ve Kürt etniklerine bu yönden uygulananlar bilinmektedir. Ne ki bu yönden, değişik süreklerden Alevi topluluğuna uygulananlar ya etnik kategoriler içinde görüldüğünden ya da hiç görülmek istenmediğinden hep gözardı edilmiştir. Bu bir gerçektir. Çoğu göçer durumdaki özellikle Kızılbaş süreğinden Türkmenler, “zorunlu iskân yasası”na tabi tutularak Anadolu’nun değişik bölgelerine dağıtılmışlardır. Çok dramatik bir örnektir, Karaman Türkmenleri, adları Hıristiyan’a yazılmış olsa da, otantik yapıları açısından Aleviydiler, ama “Bunlar Rumdur” denilerek, göçertilip Yunanistan’a, etnikleri Rum ya da Grek olduğu halde, Osmanlı dönemi Müslümanları olduğu için, onlar da “Türk’ten sayılıp” Anadolu’nun değişik bölgelerine yerleştirilmişlerdir. Diğer yandan, 1921 Koçgiri Ayaklanması dâhil, 1938 de tamamıyla bastırılan “Dersim Ayaklanması” birilerinin “ulusçu ayaklanma” adına kayıt düşmelerine karşın, gerçekte KürtZaza-Ermeni kökenli Kızılbaş direnişidir. Buraya ilişkin planlama ise daha Abdülhamit dönemindeki kadrolar tarafından yapılmış, Cumhuriyet kadrosu bu planlamanın en uygun kadrosu olarak sonuç almıştır. Denilebilir ki Dersim Kızılbaş yapısı, tarihsel otantik yapının, Cumhuriyet dönemine dek gelebilmiş tek örneğidir. Daha Abdülhamit döneminde uygulamaya sokulan “bölge yatılı okulları”, Osmanlı dönemindeki geleneksel, Sünnileştirme-eritme politikasına uygun işlevleri yerine getirsin diye bölgeye konuşlandırılmış, bu okullara gönderilen kimi ortaklık toplumu şeflerinin (aşiret reisleri) çocukları, koltuklarına iliştirilmiş Kuran nüshalarıyla geriye dönmüşlerdir. Böylece bu öğrenciler kanalıyla Dersim alanı ilk kez Kuran ile tanışmıştır.

B

22

12 Eylül Askeri Darbesi, sadece geleneksel asimilasyonun yinelenmesi değil, fiili olarak Alevileri sindirmenin tekrarı olduğu gibi, modern Alevi hareketinin doğmasının da başlangıcını oluşturmuştur.

Biz bu örneği Cumhuriyet dönemi uygulamalarında da görürüz; yatılı öğretmen, sağlık ve sanat okulları, sadece “Türk-Müslüman” esaslı eğitimi yaptırmıyor, ayrıca bu zeminde daha ilkokuldan başlayarak yetiştirilecek “Cumhuriyet çocuklarını” eğitecek kadroları yetiştirmiş oluyorlardı. Ardından diğer yüksek okul kademeleri geliyordu ki Dil-Tarih- Coğrafya fakültesi, bu zeminde örgütlendirilmiş bir yüksek okuldur. Diğer yandan Türk Dil Kurumu gibi oluşumlar, “ulusçu kadro” gereksinimini karşılayan yapılar olarak bu gün de varlıklarını sürdürmektedir. “Türk-İslam” ulusal yapılanmasının, Müslüman ayağı ise Diyanet kuruluşuna dayandırılmıştır. Ayrı bir organ olarak kurumlaşmasının hangi tarihte ve hangi hükümetler döneminde yapıldığı hiç önemli değildir. Cumhuriyetin başından beri vardır bu yapılanma. Diyanet olarak organlaşma, gelişen “işbölümü” çerçevesinde gerçekleştirilmiştir, o kadar. Her askeri darbe döneminde olduğu gibi, değişik gerekçelerle hedeflenip sindirilmeye çalışılan Alevi topluluğu, en son 12 Eylül darbesinde, sürek olarak kendini tekrar eden “asimilasyon” uygulamalarına bir kez daha tanık olmuştur. Kışla disiplini içinde gerçekleşen geleneksel cumhuriyet asimilasyonunun keskin ucu, en başta, Ermeni-Kürt-Zaza etniğine dayanan Kızılbaş süreklerine yönelmiş ve “iki tarafı da kesen kılıç” rolü oynamıştır. Bu uygulamanın doğal sonucunu hükümran cumhuriyetin lütfu kabilinden gizli raporlarda dillendirilen, “Öztürk olma hakkı”nın bir ölçüde maya tutmasında görüyoruz. Bir kez “Öztürk” olununca, arkasından “Özmüslüman” olmanın da bir “hak ediş” olarak gelmesi, son derece doğal sayılmalıdır. Günün, “biz Horasan’dan geldik Öztürkük” dillendirmesi, sadece kendini ve ailesini korumaya yönelik bir hile değil, “asimilasyon” değirmenlerinden öğütülmüş olmanın “nesnel” ifadesi olarak vardır. 12 Eylül Askeri darbesi, sadece geleneksel asimilasyonun yinelenmesi değil, fiili olarak da Alevilere yönelmenin, bastırıp sindirmenin de tekrarı olduğu gibi, modern Alevi hareketinin doğmasının da başlangıcını oluşturmuştur. Bu günkü Alevi örgütlenmesini anlamanın bütün kaynakları, bu darbe ve darbe hukukunun nasıl bir Anayasal düzen formasyonuna taşındığında ve de kendisinde yatmaktadır. ***

1960-70’li yıllar boyunca, geleneksel otantik özellikleri gereği, “özgürlük-kardeşlik ve eşitlik” arayışında olan Alevi toplumu, ağırlıklı gövdesiyle yükselen devrimci dalganın içinde yer aldı. Maddi olarak, manevi olarak, insan gücü olarak bütün devrimci yapılanmalar içinde yer aldı. Yükselen bu dalganın ona öğrettikleriyle doğal olarak, gelenekselden bir kopuşu da yaşadı. Ne ki, bu süreç boyunca yaşadığı iki askeri darbeyi, bütün ağırlığıyla yaşadı ve 12 Eylül darbesiyle birlikte yaşanan yenilgi, beklentileri açısından onu boşa çıkardığı gibi umutsuzluğa da itti. Burada sayamayacağımız daha bir dizi iç ve dış etkenlere bağlı olarak Aleviler, kendiliğinden “geleneksele dönmek” üzere kıpırdanmaya başladılar. Öncelikle Avrupa sahasında başlayan geleneksele dönme çabaları, giderek ülkeye de yansımaya başladı. Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde, bu özgün gelişmeyi gören devlet, gelişmenin önünü kesmek istedi. 1984 yılında Gölbaşı’nda yapılan gizli toplantı bu bakımdan son derece önemlidir ve o toplantıda alınan kararların etkileri ancak son yıllarda ortaya çıkmıştır. Darbecilerin fiili olarak yönelmeleri, bastırıp sindirmeye çalışmaları, örneğin, Kızılbaş süreğinin merkez ocaklarının yer aldığı Dersim alanında, kimi yerlere camiler yaptırıp, Maraş katliamının henüz kanı kurumamışken, Maraş’ta, Alevi Pirlerini ya da önde gelenlerini zorla toplayarak, Sünnilerle “Barış Toplantıları” düzenlemeleri gibi uygulamaları, istenilen sonucu vermediği anlaşıldığından, yeni arayışları gündeme sokmuşlardır. Gölbaşı toplantısı, bu zeminde gerçekleşmiştir. Bu toplantıdan çıkan konsensüse göre; Devlet, MİT bünyesinde bir Alevi masası kuracaktır. Tıpkı, İttihat ve Terakki darbesinin ardından Teşkilat-ı Mahsusa’ya kurdurulan Alevi-Bektaşi masası gibi. Bütçeden ya da örtülü ödenekten bu masaya fon ayrılacak ve “geleneksele dönme çabasında olan Alevi hareketlenmesine yukardan müdahale edilecektir”. Aynı yıllar, ilginçtir, Kürt halkının özgürlük hareketi de günümüze iz düşüren tarihsel çıkışını gerçekleştirdiği yıllardır. Söz konusu toplantıda Aleviler için belirlenen hedef özetle şöyledir: 1) Aleviler, “Türk ve Müslüman” olarak örgütlendirilmeli ve devletin/ulusun bir bileşeni haline getirilmelidir. Bu amaçla, hızla devreye öğreti kitapları çıkartılmalı, birçok kanaldan bilgilendirilmelidir. 2) Aleviler, devrimci, sol-sosyalist zeminden koparılmalıdır. 3) Gelişen Kürt özgürlük hareketiyle birleşme olasılığının önü kesilmelidir. Bu amaçla, özellikle Kürtlerin Alevi olamayacakları, Aleviliğin Türklük olduğu tezi önemle işlenmelidir. Zazaların ise Kürtlükle hiçbir bağlantısının olmadığı yine aynı bağlamda işlenmelidir. Tarihsel ve toplumsal koşulların bu yeni şekillenmesine koşut olarak, öngörülen müdahaleci ve asimilasyoncu bu devlet çıkışı, Aleviler açısından son derece önemlidir. Önemlidir çünkü, bir yandan dünya konjonktürünün, diğer yandan ülke konjonktürünün koşulladığı, Ale-

Sayı 39


SERÇEÞME vi hareketi, her ne kadar geleneksele dönmek üzere harekete geçmiş ise de kısa sürede geleneksel ile o köke ait olmanın dışında hiçbir ilgisinin kalmadığını kısa sürede görmüştür. Bu müthiş bir boşluktu ve devlet söz konusu programla bu boşluğu hızla doldurmaya çalıştı. O günden bu yana, “Yol-Erkân-Meydan” bağlamında, bir yandan otantik özellikleri bilmeye, öğrenmeye çaba sarf ederken, Alevi hareketi, aynı zamanda devletin bu müdahalesini de göğüslemeye çalıştı. Dernekler biçimindeki örgütlenmelere ne zaman ki devrimci gelenekler içinden gelme Alevi kökenliler el atmaya başladı, devlet müdahalesinde de kırılmalar baş gösterdi ve doğal olarak ayrışmalar da görüldü. Bu müdahalenin hem olumlu hem de olumsuz özellikleri vardı ve doğaldı. Çeşitli kanal ve adlar altında devlet müdahalesine bir biçimde engel olunurken, ama aynı zamanda, daha önceki sol yaşam tarzlarından edindikleri alışkanlıklarını da taşıdılar. Dahası, pratik olarak müdahaleci olurlarken, adına “demokratik” denilmiş olsa da, yukardan beri özetlediğimiz “Türk-İslam” özelliğindeki ulusçuluğun derin etkisinde olduklarından, “Aleviliğin Türklük olduğu” şeklindeki resmi öğretiyi göğüsleyemediler. Yeni bir hareket olarak doğmuş olmasına ve bu bağlamda da otantik yapıyla aidiyet dışında hiçbir bağı kalmamış olmasına rağmen, örgüt olarak ortaya çıkmasının, yani var olmasının, temel nedeni olan “Gerçekten Demokratik ve Gerçekten Laik Türkiye” hedefindeki programatik bulanıklığın, kimlerle birleşip, kimlere karşı olması gerektiği noktasındaki muğlâklık ve belirsizliğin temel nedeni de aslında Türkİslam olarak belirlediğimiz ulusçu asimilasyonun derin etkisinde olmalarındandır. Bu nokta ise, temel hedefler açısından, Alevi Hareketinin mutlaka yüzleşmek ve aşmak zorunda olduğu bir noktadır. Kendini ve varoluş nedenini de önemsemenin vazgeçilmez koşuludur bu.

DEYLEMİ (HAŞİM KUTLU)

Deme Ha Deme Yok ise özünde Hakk’ın gevheri Hak ile hak oldum deme ha deme İkrarıdır insana kendi rehberi İkrarsıza meyil verme ha verme Eşin yoldaşın boş lafı denerim Ben özümü dâr ile zorda sınarım Marifet çerağın fitilinde yanarım Beyhude meydana gelme ha gelme Kimisi tüy kadardır yoktur pahası Kiminin Erciyes’e taydır darası İnkârın o geçide yoktur faydası Seve seveni sele verme ha verme Şer ile halk meydanı kurulmaz Yalan meydanına sofra serilmez İkrarsız rızasız lokma yenilmez Lokmanı münkire verme ha verme Verdiğin sözü tamam et yetir Her işin sonunu hayırla getir Dêr meydanında olmuyor hatır Hatıra rüşvet verme ha verme Daylemi’yem hak için ar etmem Zalime can için ah-ü zar etmem Kızılbaşım ne gam kasavat etmem Ayrılıp dosttan yada gitme ha gitme.

Mart 2008

MEMLEKETİMİN İNSAN MANZARASI:

Nereden? Nereye? Hüseyin Akın

K

APİTALİST sistem ekonomik ve siyasi krizin içerisine düştüğü zaman iki önemli kurtarıcıya başvurur: Milliyetçilik ve din. Ülkemizde seçim öncesi ve seçim sonrası gelişmelerin özünde olan gerçek hiç değişmedi. Açlık, işsizlik, yoksulluk ve hayat pahalılığı almış başını gidiyor. AKP Hükümeti ABD Emperyalizminin yazmış olduğu reçeteleri uygulamakta hiç kusur etmiyor. Bir tarafta dillerinden dolayı horlananlar, diğer tarafta inançlarından dolayı ayıplananlar. Yani: Alevi, Sünni ve Ermeni, Kürt, Türk kutuplaşmasını yaratarak kendisine bir uğraş bulmaya çalışan AKP Hükümeti, ‘Alevi Açılımı’ ile niyetlerindeki gerçeği “faş” etti. Görülen şu ki AKP Hükümeti, şeriatın çıkarlarını temel alarak yolunda yürümekte kararlı; bu kararlılığındaki, duruşun önünde ve arkasında olan güç kendini hiç saklamıyor: İki general Buş ve Fetullah Hoca. Örgütlenip önemli bir güç durumuna gelen Anadolu’nun ikinci büyük inancı olan Alevi-Bektaşi topluluğunu şeriatın bünyesinde nasıl eze bileceğinin planlarını yaparken, kendi içlerinde nasıl çatıştırabileceğinin hesabı içinde. Bu kapsamda devreye sokulan Reha Çamuroğlu’nun yaptığı “Aleviliği İslam’ın özü olarak kabul etmeyenle bizim işimiz yok, onlar bizim muhatabımız değildir” çıkışı toplumu birbirine düşürmeye hizmet edecekti. Aleviler kendi içerisinde bir birleriyle uğraşırken Buş ve Fetüllahın talimatıyla AKP Hükümeti, şeriatın sancağını göklere çekecekti. “Türban siyasi sembol olsa ne olacak” diyerek “işaret fişeği” atan R. T. Erdoğan’ın kurmayları görev başı yaptı; türbana Anayasal statü kazandırdı.

Aleviler Neden Bölünmek İstendi? Dernek ve vakıflar bünyesinde yan yana gelerek güçlü bir örgütsel potansiyele ulaşan AleviBektaşi toplumunu Türk-İslam sentezciler devreye girerek kendi yedeğine alma çabası içine girdi. Biz buna yabancı değiliz: “Alevi kardeşlerimiz de Müslüman’dır, bundan dolayı da Diyanet Alevilerin de temsilcisidir; Alevi kardeşlerimiz bölücülerin etkisinde kalarak bizleri yanlış anladılar; artık Diyanetin kapısı onlara sonuna kadar açıktır. 3000 dedeyi devlet memuru olarak alıp, din hizmetleri bölümünde eğittikten sonra, imam dede olarak cemevlerinde göreve başlayacaktır”,

Corum, Malatya, Sivas, Gazi katliamları ve Madımakta Allah için yakılan 33 can, böylesi bir politikanın sonuçları değil mi? Yazarlarımız, ozanlarımız ve geleceğe umutla bakan çocuklarımız Allah için, öldürülen gazeteciler, yazarlar için ne diyecekler? Hızır Paşa ne diyordu; “devletteki görevimle inancım çatışırsa devletimden yana tavır alırım’, diyordu. Bugünün Hızır Paşaları da bu yolu harfiyen uygulamaktalar. AKP’nin “Alevi Açılımı” öz itibariyle bu, bu açılım aynı zamanda ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nin, AKP’nin uygulamaya koyacağı reçetenin özünde mevcut. Reçetenin bir maddesi de AKP aracılığıyla Orta Doğu’yu egemenliği altına alabilmek için, laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti yerine, ikinci Osmanlı İslam ‘Cumhuriyetini’ yeniden kurmak. Türkiye Cumhuriyeti toprakları içerisinde ikinci büyük inanç topluluğu olan Alevilerin-Bektaşilerin kabul görmesi anayasal statü içerisinde tanınmasıyla, laik Türkiye’nin yaratılması temelinde Diyanet’in dağıtılarak, devletin bütün inançlara eşit mesafede durmasıyla olanaklıdır. Diyanet devletin bir kurumu olarak kaldığı sürece, hükümeti oluşturan bütün milletvekilleri demokrat, aydın hatta devrimci de olsa Türkiye Cumhuriyeti Laik bir Ülke olamaz. Yazımızı sonlandırırken Ozanımız Hüdai Baba’ya kulak verelim: Bahçıvanım derler, bağı bilmezler Gülüş hırsızları, gül hırsızları Yürekler dağlayan dağı bilmezler Duygu hırsızları, dil hırsızları Onlar çok bilendir derine dalar Doluya boş verir, boş ile dolar Sazını sözünü ömrünü çalar Düzen hırsızları, tel hırsızları Ceme cemiyete haremi dolmuş Gerçek er yerini yalancı almış Cahil cühelanın aklını çelmiş Yolcu hırsızları, yol hırsızları. Kargalar her seher ettiler zarı Onlara yol vermez gönül diyarı Kovana boş gider yabani arı Emek hırsızları, bal hırsızları İpek halı diye kıldan çul dokur Altının yerini tutar mı bakır? Şansını belirler bahtını okur Umut hırsızları, fal hırsızları Bizi böyle bölük bölük bölmüşler Nefse uyup hakkıykatı silmişler Ocakzadeliği nerden almışlar? Ocak hırsızları, kül hırsızları Hüdai’yim düştüm çileye gama Yaralar yürekte bak yama yama Hırsızın hırsızdan farkı yok ama Onlardan şerefli mal hırsızı!

demeye başladılar. Ekonomik ve siyasi kriz büyüdükçe Alevi-Sünni inancından olan insanları birbiriyle çatıştırmak Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin temel politikasıdır. Devletin “beslediği” dini görevlilerin, Alevi-Sünni çatışmasını yaşama geçirmenin gereği olarak “Alevilerin katli vaciptir, kestiği murdar, pişirdiği haramdır, dini bütün bir Müslüman yoksulluktan dolayı hac görevini yerine getiremiyorsa, bir Alevi öldürdüğü zaman beş kez hacca gitmiş gibi olur”, sözlerine tanık olmadık mı? Maraş,

23


SERÇEÞME

OZAN UMUT YURDUSAR

Alevi Kadının Cem Mücadelesi Zorunludur

Anadolu’dan Genç Bir Ozan

O

ZAN halkın kulağıdır, dilidir, yüreğidir. Bilinç ve duyguyla halkın sevinçlerini, acılarını ve dirençlerini dile getirirler. İşte bu bilinçle yoğrulmuş ozan geleneğinden gelen Umut Yurdusar (Hüseyin Sarıateş) bunlardan biridir. Sivas’ın Yıldızeli ilçesine bağlı Kale köyünde 1971 yılında doğdu. Ozanlar diyarından yiğit, yürekli ozanları Pir Sultan Abdal, Âşık Veysel, Kemter Baba, Âşık Veli, Ali İzzet Özkan, Muhlis Akarsu, Feyzullah Çınar, Hüseyin Gazi Metin ve ismini sayamadığımız nice ozanı okuyarak rençberlik yıllarında edindiği bilinci, başkentin çetin anakent koşullarına taşımıştır. Emek sermaye çelişkisini derinden yaşayan bir emekçi ozan olarak, şiirlerinde bu izleri görebilmek mümkündür. Halen Ankara’da yaşayan ve özel sektörde çalışmakta olan iki çocuk babası Ozan Yurdusar, “Zor Kapısı” adında yayımlanmış bir şiir kitabı vardır. Yeni kitabı ise yayına hazırlanmaktadır. Haydar Kalkan

Hasan Harmancı

K

ADIN kimliği geniş anlamda feminist beklentileri içerir içinde. Kadına yüklenen tüm yaşam kriterleri onun cinsler arası bölüşümde bir kategori olarak yeniden kişilik kazanmasına neden olur. Kadın ile erkek arasında varolan biyolojik farklar toplumsal bir işleyişe ve değere dönüşür. Erkeğin biyolojik oluşumu ona toplumsal bir egemenlik ve moral değer olarak döner. Bu kimliğine doğuştan bir meşrulaştırma üzerinden sahip olur. Bu kadın ile erkeğin kültürlenmesinde aile, toplum ve kişi olarak kendisinin karşı çıkılmaz meşruluğudur. Sadece erkek veya kadın eksiksiz bu kimliğe sahip çıkılması için koruyucu ve gelenekçi bir rol sürdürücüdür. Cinsiyete bağlı işbölümünün egemenliğinin kurallarla uygulanmaya başlanmasının tarihi çok eskidir ve ne yazı ki kitaplı dinlerin de tanrısal bir yargıya ve yaşam biçimine dönüştürdüğü ve dayattığı bir kurala dönüşmüştür. Kadının beden ve ruh olarak kültürlerin neredeyse hepsinde aynı formüle uygun rollere sahip karakterler almış olması, bu rolün zorunlu yasalar çerçevesinde kabulünü dayatmaktadır.

Kadının Tarihsel Biçimlenişi

Yoktur Gezdim yıkılası koca dünyayı Gördüm ki gerçeğe inanan yoktur Her yaptığı kar kalıyor zorbanın Kızıp da hırs ile donanan yoktur Ar ile namusu arsıza düşmüş Koruyup kollamak hırsıza düşmüş Helali savunmak tersize düşmüş Toplum da bozulmuş kınanan yoktur Yurdusar’ım yalancılar yaranır Bakar kördür düşünse de inanır Karanın içinde ak mı aranır Hem sınayan hem de sınanan yoktur

Zor Kapısı Dünya kapılar dünyası Gördüm bin bir tür kapısı Girdim geçtim dinle derim El kapısı zor kapısı Bu beden bu canda olsa Zindandan zindana dolsa İki elim kanda olsa Çeker beni yar kapısı Kanda kılıcı yayını Seyret hal bilmez hayını Yıkar hakkın sarayını Cahil insan kör kapısı Yurdusar der düşün delir Ateşe dokuna bilir Her zaman vicdansız olur Utanmazın kar kapısı 28 Şubat 2008

24

Kadının doğurucu olması ve tanrısal kurallarla bir bütünlük oluşturur kimlik ve kişilik kazanması onun bu rolünün vazgeçilmezliğini keskinleştirmektedir. Kadın çoğunlukla bunu erkekten önce kendi varlık alanı olarak görür. Cinsler arası iş ve kültür bölüşümünde bunu ideolojik yaşamının da merkezine koyar. Toplum yasalarının meşruiyet kazanmasına yol açan bu kategorileşme, ne yazık ki kadının dinsel, sanatsal, eğitsel ve cinsel işbölümünde de farklı bir iktidar biçiminin gelişmesine izin vermez. Hele hele bu alanların dinsel bir bağlayıcılık içinde sistemleştirilmesi kadının ancak içinde bulunduğu dinin izin verdiği oranda özgür olması, kadın kimliğinin oluşmasında kalıpların ne olabileceğini de ortaya çıkarmıştır. Kadındaki yaşam düzeneğinin en çok kemikleştiği alan olan eviçi kimliği ise onun toplumsal hayata katılabilme koşullarını belirlemiştir. Toplumsal cinsiyet ilişkisinin en belirgin yaşandığı alanda kadının özgürlüğü erkeğin kurallarıyla sürekli olarak yeniden biçimlenebilmektedir. Kadın birey olarak insan olmaktan önce, önce kocası karşısında kadın, sonra çocukları karşısında anne-kadın olmak ve geleneksel boyutta olsun olması iş ve sokak kültürü için de belirlenen kadın rolünü yerine getirmek veya bu alanlarda oluşmuş olan kurallarla beslenmek zorundadır. Kadın yaşam alanını geriye çekmeye başladıkça suçlamalar da artmaya başladı. Erkek kökenli kitapların destekçilerinin bir yanıyla kadınlar olmasına karşın, istedikleri hakları o kitaplarda bulma şansına sahip olamadı kadınlar. Kadınların cins olarak varlığı hep aynı mahiyetli suçlamaların konusu olarak inançlarda yaşayan bir kaynağa dönüştü. Giderek kadın geriledi, tanrısal bir gerileme ve yozlaştırma ile kötü olduğuna dair kutsallaştırıldı. Cinsler arası ayrımın tarih sahnesine çıkmasından ve tarihin erkek egemen bir güzergâha kaymasından bu tarafa, gerek kadın tarihi, gerek kadın kültürü, gerekse onu konu edinen inançlar, zıt

Kızılbaş meydanının özelliği, toplumsal yaşamında kadına biçtiği değerin cem erkânına yansımasıdır. Erkek dişi ayrımı yapılmadan can olarak cem meydanında yer alış dışında, pir postunun önünde olmak üzere kadın-ana postunun yer alması, Kızılbaş meydanının en temel özelliğidir. bir kutba fırlamış erkekçe anlayış tarafından hep aynı dil ile suçlanmış ve aşağılanmıştır. Müslümanlık ise erkek hükümranlığını din derekesinde en uç noktaya sürüklemiştir. Kim ne kadar yumuşatmaya çalışırsa çalışsın Müslümanlıkta, erkeğin hem fiziksel gücüyle özdeşleşen ve hem de cinsel organıyla aynılaşan bir erkek cins fanatizmi vardır ve o coğrafyada maya tutmaya hazır binlerce yıllık bir mirası devralmıştır. Onu sınırladığına ilişkin belirlemeler de doğru değildir. Özellikle Ortadoğu alanına has bir yaklaşımla, daha da özgün olarak, bu konudaki tarihsel Arap kültünü öylesine içselleştirmiştir ki, çağdaş dünyada, bu çürümüş kültün ortaya çıkardığı kadın-erkek manzaralarını insanlık ibretle izlemektedir. Kadın burada bir varlık değildir. Sözü olmayan bir sömürü aracıdır. Tıpkı toprağı sadece çıkarlar ve ihtiyaçlar çerçevesinde kullanmak ve o oranda iyi, değerli ve verimli görmek gibi. Bu nedenle İslam’la aynı coğrafyayı paylaşan birçok inançtan biri olan Alevilik kendi içinde kadın ve erkeği eşit alana taşıdığından ve kadını özgürleştirdiğinden dolayı suçlanmış ve kirli, lanetli bir inanç ve kültürel değer olarak görülmeye çalışılmıştır.

Alevi Felsefesinde Kadın Aleviliğin kendini içine sokmaya, bağdaştırmaya çalıştığı İslamlık bir yana, kendi dışında kalan inançlarla tam bir ayrım gerçekleştiren Başköylü Hasan Efendi1, “Hakikat Yolu”nda bu ayrımı şöyle açıklamaktadır; İki ana yolu vardır: biri Naciye’dir, biri de Havva’dır. Dünyada olup biten bütün kötülükler, iyilikler ana yolundan ispat olur. Kötülükle gelen de iyilikle gelen gibidir ve başta ana yolunda tasdik olur. İnsanlar her şeyi en başta ana yolunda arayıp bulmalı; ortada, sonunda bulunmaz. Baştan alıp süze süze kendisini bulduğu anda, hakikat aşikâre olur. Aşikâre olanların biri Havva’dır. Allah’ın verdiği emri bozdu, Âdem’i kandırdı ve kendine tabi ettirdi. Bu yüzden sürgün olarak dünyaya geldiler. Bu nedenle kötülüklerin başı Havva’dır. Emirle gelen Naciye’dir. Naciye ile Şit birbirinin emrinde Hakk’ın rızasını kazanmışlardır. Hakikat Naciye ile Şit’tir (Naci). Bu nedenle iyiliğin başı Naciye’dir ve hakikat yoludur. Hakikat yolu hem nurdur ve hem de sırdır. Naciye nurdur, Şit de sırdır. Şit’in esas ismi Naci’dir. Naci Hakk’ın emriyle sırdan gelip Âdem’e oğul olduğu için adına ‘Şit’ denilmiştir. Şit ile Naciye birbirine bağlıdır. Birbirine bağlı olanlar bakidir. Bâki dünyasında altı üstüne, üstü de

Sayı 39


SERÇEÞME altına bağlıdır. Bağlılardan doğanlar da ikrarla birbirine bağlıdır ve iman da şahitleridir. Bunlar Hakk’ı kendilerinde mevcut gördükleri için, birbirlerine secde niyaz ediyorlar. Bu nedenle yüz yüze, cemal cemale karşı olarak secde, niyaz ediyorlar. Secde erkâna, eşyaya, ağaca, taşa ve duvara değildir. Secde insanadır ve cemal cemaledir. İnsanın yüzü (cemali) Hakk’ın cemalidir. İnsana yapılan secde Hakk’ın cemaline ve vücudunadır. Bu nedenle birbirine secde, niyaz edenler bakidir, etmeyenler de fanidir. Doğuş yolu Hakk’ın yoludur. Doğuşu Hak bilenler, Hakk’ın kendilerinde mevcut olduğunu bildiklerinden dolayı doğuş yolunun sır ve nur yolu olduğunu tasdik etmişler ve tasdikleri de imanlarıdır. Vücudun binası yenilen ve içilen gıdalardan alınan besinlerden oluşur. Yapılan bina anne ile babanın vasıtasıyladır; baba maya, anne de süttür. Süte maya atıldığında nasıl yoğurt oluyorsa; insanlarda da babanın mayasının (meni) annenin yumurtasıyla döllenmesi sonucu, ana rahminde maya tutmuş olur ve kırk gün mayada kalır. Kırk birinci günü çocuk vücudu hâsıl olmaya başlayarak, vücudun 366 azaları oluşur. Her çeşit gıdalardan alınan besinlerle vücudun binası meydana çıkar. Vücudun binası da kuvvetini topraktan, sudan, havadan ve ateşten almaktadır. Bu dörtlü olmazsa ekilen maya vücut tutmaz. Tarlalardaki ürünler nasıl ki su ile yetişip büyüyorsa, ana rahmi de aynen tarlanın suyu gibidir. Bunlar da yerden, gökten, güneşten, aydan, yıldızlardan kuvvet almaktadır. İşte vücut bunlarla inşa edilip vücut binası halini almaktadır. Ayrıca vücuda gerekli olan kan da yine bunlardan oluşmaktadır. Ana yolu dört kalıptan doğup gelen yoldur. Dört kalıp şeriat, tarikat, marifet ve hakikattir. Bu dört kalıbın da kapısı vardır ve bu dört kalıbı birleştiren kapıdır. Bu kapı Hakk’ın emriyle açılan kapıdır; Hakk’ın kapısıdır, kilidi ikrardır, anahtarı imandır… Hakk’ın cemalini görmek isteyenler aynada kendi yüzlerine baksınlar. Hakk’ın cemali ve yüzü, aynen sizin yüzünüz ve cemalinize benziyor, arada hiçbir fark yoktur. Cenabı Hak insanları kendi nurundan yaratmış, var etmiştir. Hak insanlarda mevcuttur. İnsanlar Hakk’ı kendilerinde mevcut gördüklerinden dolayı insanlara benzediğini de ispat etmişlerdir. Bu nedenle insan (insanı kâmil) Hakk’tır. Hakk insanda, insan Hakk’tadır. İnsan bu âlemde en değerli nesnedir. Bu yüzdendir ki Hakk en görünür hali ile onda misafirdir. İnsandan başkasına secde etmeyin, ne arasanız insanda arayın. Aleviler ulu bir ışıktan(nur) kopup geldiklerine, ilahi yasa gereği sonunda geldikleri kaynağa geri döneceklerine inanıyorlardı. Onların inanışında bu uzun yolculuk cansız nesneden olgun insana (insan-ı kâmil) doğru uzanan bir evrim süreciydi. Onların inanışında ölüm yoktu. Asıl kaynağa geri dönünceye kadar çeşitli bedenlerde yeryüzüne geliş gidişler vardı. Alevi inancına göre insan ve diğer yaratıklar Tanrı’nın birer parçasıdırlar. İnsan, tanrısal kendini bilme aklının gerçeklik kazandığı temel uğrak noktasıdır. Kendini bilmek arzusuyla kendi kendisini doğuran Hakk, cümle varlığın ve canlılar topluluğunun en yüce makamında kendini bulmuş ve onun vasıtasıyla kendini tanımıştır ki bu İnsan’dır. Bu kurguda Alevilik açısından gelinen en önemli nokta Hak- Muhammed- Ali kurgusudur. Alevilik bu üçlemeyi birlemede geldiği nokta Fatıma’dır. Fatıma Hakk olandır.

Mart 2008

Alevi erkeğin Musahip olması, ikrar alması için eşinden rızalık alması gerek. Kadınsız ikrar alınması söz konusu değildir. Kadının rızalık vermediği bir musahiplik darı olmaz. Pirlik makamı, zahiren pir tarafından temsil edilir ve makamda üç post bulunur. Bu üç posta ‘arş-ı rahman’ makamı olarak bilinir. Burada temsiliyet Pir Ana, Mürşit ve Pir arasında paylaşılır. Pir Ana ve Pir, Mürşidin iki yanında bulunurlar. Cemde kadın ve erkek diye bir ayrım bulunmaz. Burada rızalık almaya hazır canlar vardır artık. Benzer bir makam kurgusunu Hitit yönetim erkinde de bulabilmekteyiz. Anadolu’da ilk senatonun Hititler tarafından kurulduğu bilinmektedir ve bu senatonun bileşenleri şöyledir; Kral, Kraliçe ve Soylular Meclisi. Kral ve kraliçe ülkeyi, dinsel ayinleri yönetirler ve uluslar arası sözleşmelere birlikte imza koyarlardı. Mısırla yapılan Kadeş Antlaşması buna örnektir. Bu senatoda kraliçenin imzası (rızalığı) beklenir önce. Kadın imza atmadan kralın imza atma yetkisi yoktur. Bu bağlamda Kızılbaş Meydanı farklıdır. Kızılbaş meydanının en ayırt edici özelliği, toplumsal yaşamında kadına biçtiği değerin, cem erkânına yansımasında açığa çıkar. Erkek ya da dişi ayrımı yapılmadan can olarak cem meydanında yer alış ve saf tutuş dışında, ocak sol tarafında, pir postunun da önünde olmak üzere kadın-ana postunun (makamının) yer alması, bir Kızılbaş meydanının en temel özelliğidir. Bu dizge ve düzenek bir bütün olarak on iki ocak, on iki hizmet gibi temel toplumsal yapılanmaya dek uzanır. Oradan hareketle cem erkânında da yansımasını bulur. Bir başka ifadeyle bu düzenek özetlenmiş bir Rızalık Şehri yapılanması örneğidir. Kadın-Ana postu, Tahtacı ve Çepni Kızılbaşlarda “Ak-ana” ya da “Taclı-Hatun” veya “Kadıncık-Ana” postu olarak tanımlanır. Bu post da pir eşi oturmakla birlikte eskiye doğru gidildikçe, ocak anaları içinden henüz küçük iken işaretlenmiş bir ana, makama uygun olarak yetiştirilmekte ve yer almaktaydı. Bu analar, evlenmezlerdi. Bu nedenle bu makama aynı zamanda “mücerret makamı” da denir. Makam, kadın-atanın, “kızlık, kadınlık ve analık” makamını simgeler. Bu nedenle bu makama, “Meryem Ana Makamı” denmesinde de bir beis görülmemiştir ki, bu örnek bize kadim Anadolu’nun Kadın-Ata gerçeğine, Kibele, Demeter, Artemis gerçeğine işaret eder niteliktedir. Diğer yandan bu posta ya da makama, “Taclı-Hatun Postu” ya da makamı denmesinin nedeni, Kızılbaş Erdebili Dergâhı’na atıfta bulunmak içindir. Şah İsmail’in eşi, Taçlı Hatun’dur. Kürt Kızılbaşlarda ise bu makam ya da post, “Ana-Fadime” ya da “Anamisi Seide” makamıdır. En evvelinde, bu post, Ana-Eşo Postudur.

Ana-Eşo ya da “Ali e Aşa”, her sabahın sahibi olarak Kızılbaş meydanında yer alır. “Haşa Ocaktan” ya da “Haşa Meydandan” diye özdarında bulunan her yol evladı, bu özdarının ardında böyle bir gerçek olduğunu bilsin ya da bilmesin, onun adını böylesi bütün vesilelerle anmış olur. Şafakların ve umutların anasıdır o. Adaletin, evrensel uyum ve ahengin, iç aydınlığının; esirgeyen, bağışlayan, besleyen ve büyüten anasıdır. “Ana Eynel”, “Ana Eyş”, “Ana Karaca”, “Ana Hürremeddin”, bu postta oturmuş, yol ve erkân yürütmüş değerli Kızılbaş Analarıdır. KadınAnayı, temsil etmeyen hiçbir meydan Kızılbaş meydanı değildir. Kadın-Ata makamı, bütün makamların üstündedir. Bunun küçümsenmesi, yok sayılması ya da herhangi bir şekilde tartışma konusu edilmesi, yol erkânınca pirlerden ve rehberlerden dar istenmesini gerektiren bir durumdur.2 Haşim Kutlu’nun cemde kadının rolünü unuttuğumuz süreçte yeniden hatırlatan tartışması aslında kayıp yanımızı yeniden görmek açısından önemli ve yaratıcı. Alevilik damarlarında akan kanın elbette farkında. Bu damarın en güçlü öğesi doğal olarak kadındır. Ancak bu doğal parçasını sürekli olarak ötekileştirip, kendini yüzleştirme ile karşı karşıya, Modern kadın hakları arasındaki ilişkilerde evrensel bir damarı vücudunda taşıyan Alevilik duyuları ile hareket etmeyi bazen bir yana bırakmaktadır. Aleviliğin beş duyusunu yitirmesi demek sakatlanması ve özürlü konuma gelmesi anlamına gelir. Tarihi okumalarını ve kültürel birikimlerini İslam üzerine kurmaya başladıkça ihtiyaçlarını da onun üzerine temellendirme yolunu açacaktır. Bu yol elbette ki önce kadının posttan atılmasını ve haremlik-selamlık uygulamasını açar. Kadının kutsallık adı altında başını bağlamaya başlaması ile birlikte de yüreğini başka inanç formlarına kaptırmaya başlar. Bu nedenle öncelikle Aleviliğin içinde kadının varlık alanının ve yaratıcılığının silinmesini engellemek gerek. Bunun için sadece erkeğin bu durumu görmesi gerekmiyor. Kadının da kendisini çekmemesi ve eylem noktası olarak erkekle bir ve ayrılmaz olduğunu her koşulda savunmak ve göstermek durumundadır. Kadın olmazsa cem olmaz. Cemin kurallarıyla ve eşit yürümediği yerde de Alevi kalınmaz. NOTLAR: 1. Hüseyin Boy (Yayına Hazl.), Alevilik Talip Üzerine Kurulan Yol; “Hakk’ın Emri Rızası, Başköylü Seyyid Hasan Efendi”, Yurt Yayınları, Ankara 2007. 2. Haşim Kutlu, Kızılbaş Alevilikte Yol Erkân Meydan, Yurt Yayınevi, 2007, s. 134–135.

25


SERÇEÞME

Ölümünün 35. Yılında Âşık Veysel’in Yaşamından Kesitler Veysel Kaymak ŞIK, bir tarihte, arkadaşı İbrahim’le, köy köy, kent kent dolaşarak İstanbul’a varır. Radyo Müdürü Cemil Beye, İzmir’den, bir tanıdığından mektup götürmüştür.

Â

Bu konuda ikinci bir olay da, Adalet Partisi’nin iktidar olduğu dönemde yaşanmıştır. Parti yetkililerince, yurdun bazı yerlerinde bir dizi konser verdirileceği söylenerek, Âşık Veysel, Ankara’ya çağrılır. Ankara ve çevresinde bir iki yerde toplantılar yapılır. Âşık bakar ki toplantılarda, Adalet Partisi’nin propagandası yapılıyor, bırakır köye geri döner.

Mesut Cemil Bey, Veysel’i radyoda bir programa çıkarır. Program öncesinde: “İyi söyleyin, bütün dünya sizi dinleyecek” diye açıklama yapar. Âşık, dünyaya duyurmak için, fazla bağırmak gerektiğini zannederek, türküsünü o şekilde okur. Mesut Cemil Bey, bir ara Âşık Veysel’e; “Hiç kendini sıkma, yalnız benim demem, öksürüp, pıskırma, kelimeler açık olsun, en hafi f bile söylesen duyulur” diye açıklama yapar. Âşık türküsünü çalıp, söyler. Program çok güzel olmuştur. Dinleyenler beğenmiştir. Dinleyenler arasında Mustafa Kemal Atatürk de vardır. Atatürk, Radyoevini arayarak, “Onlar kimse bana gönderin” demektedir. O sırada Âşık Veysel’i, İstanbul’da kapıcılık yapmakta olan, Arapkirli Mehmet Efendi, radyodan alıp, misafir olarak evine götürmüştür. Ertesi gün Âşık’a durumu anlatırlar. Mesut Cemil Bey, Atatürk’ün yaveri Şükrü Beye, bununla ilgili bir mektup yazar. Şükrü Bey’e ulaştıklarında, Şükrü Bey onlara: “O bir zevk zamanı idi. Malum ya, şimdi çalışma zamanı. Haber vermeme imkân yoktur, veremem. Eğer yeniden hatırlayacak olursa çağırtırız.” diye açıklama yapar. Görüşme gerçekleşemez. Âşık, sırası geldiğinde bu anısını büyük bir hüzünle anlatır, “Görüşmek mümkün olmadı.” diye üzülürdü.

İsmet Paşa ile Görüşüyor Cahit Külebi bir yazısında Âşık Veysel’i, “Onurlu, dengeli, yaptığı işi iyi bilen bir kişilikteydi. Çok saygındı. Ne para ne şöhret Onun kişiliğini etkiledi” diyerek, İsmet Paşaya benzetir. Bu benzetme bizce de doğrudur. Âşık, düşünce olarak gerçek Atatürkçü ve Cumhuriyetçidir. İsmet Paşa ile görüşmesini: “Bayram kutlaması mı, başka bir tebrikleşme mi hatırlamıyorum, halk kuyruğa girmiş, İsmet Paşa ile görüşüyordu. Biz de kuyruğa girdik, görüşmemiz sırasında, ‘Paşam, Âşık Veysel’ diye tanıttılar. Paşa da ‘Ya öyle mi?’ dedi. İsmet Paşa ile görüşmemiz de böyle oldu”, diye anlatırdı.

Gürsel Paşa ile Görüşme 1965’te Âşık Veysel, oğlu Ahmet’le Ankara’ya gelir. Yanlarına Mustafa Timisi’yi de alarak, Gürsel Paşa ile görüşmek için Çankaya’ya çıkarlar. Paşanın Genel Sekreteri Nasır Zeytinoğlu’na görüşme isteklerini iletirler. Genel Sekreter başlangıçta görüştürmek istemez. Ayrılırlarken Âşık Veysel, ayak üzeri Zeytinoğlu’na, “Bir köylünün diğerini suya götürüp, susuz getirme” öyküsünü anlatır. Sonunda da; “İşte biz de suya geldik, susuz gidiyoruz” der. Anlatılanlar Nasır Zeytinoğlu’nun hoşuna gider. “Bunları uygun bir zamanda Paşaya anlatacağım. Sonucunu size bildiririm” diyerek, adreslerini alıp konukların uğurlar.

26

Âşık Veysel Cemel Gürsel ile...

Atatürk’le Görüşme

Kısa bir süre sonra Paşa, Âşık Veysel’i makamına kabul eder. Görüşme sırasında Âşık, daha çok birlik beraberlik, kardeşlik ve benzeri konularda yazmış olduğu şiirlerini okur. Âşık, o günlerde Kızılay’da bulunan Büyük Sinema’da vereceği konsere, Gürsel Paşayı davet eder. Paşa da konser günü Büyük Sinema’ya gelerek, Veysel’i dinler. Bir görüşme de böyle noktalanmış olur.

Âşık Veysel’in Politik Görüşü Demokrat Parti’nin iktidar olduğu yıllarda, zamanın Sivas Valisi köye gelerek, Veysel’den ve köyün ileri gelen bazı kişilerinden, oylarını DP’ye vermelerini istemiş, bir anlamda baskı uygulamışsa da bunda etkili olamamıştır. Herkesin “Vatan Cephesi”ne geçtiği açıklanan bu dönemde, Veysel ve köyün ileri gelen CHP’lileri görüşlerini değiştirmezler. Hatta Âşık o günlere tepkisini ifade eden, şöyle bir şiir de yazmıştır.

Demokrasinin Budur Rejimi Demokrasinin budur rejimi Vatan milletindir kim kovar kimi Sıkma savcıları, kovma hâkimi Şekavet yok, adalet var bu yolda Topkapı’da, Kayseri’de, Uşak’ta Kimin hakkı vardır bu sefil halkta Parmaklar oynuyor türlü nifakta Selamet yok, felaket var bu yolda Radyo denilen milletin malı Neşriyatlar tarafsızca olmalı Hâkimiyet milletindir bilmeli Esaret yok, hep millet var bu yolda Manasız mantıksız “Vatan Cephesi” Vatan milletindir bu neyin nesi Maksat Menderes’in seçim dalgası Menderes yok, memleket var bu yolda Milletsiz bir devlet yoktur olamaz Eğri bakan aradığın bulamaz Hiçbir parti ebediyen kalamaz Şikâyet yok, nihayet var bu yolda Veysel söyler ama duyulmaz sesi Doğru söyleyene diyorlar “asi” Böyle değil idi şu demokrasi “Tahkikat” yok, hürriyet var bu yolda.

Kişiliği ve Toplumculuğu Âşık Veysel, Atatürk Devrimleri’ne, Cumhuriyete, gönülden bağlı, samimi, dürüst, hoşgörülü, şakacı bir insandır. Bütün bunların yanında önemli başka özellikleri de olan, örnek bir insan. İlk dönemlerde şiirlerinde kaderci bir yaklaşım olsa bile, zamanla kaderciliğe karşı düşünceler ileri sürer. Özel sohbetlerinde dile getirdiği bu düşüncelerden bazıları şöyle; “Neden Örenyurt’tan1 bizim köye kız yazmaz.” Veya “Bir insanın katil olacağı alnına yazılmışsa, katil oldu diye neden suçlanır” benzeri örnekler verirdi. Veysel’in kişiliği de, dünya görüşü de doğal olarak yaşadığı çağda ve ortamda oluşmuştur. Ayrıca bu olguda, Köy Enstitülerinin büyük payı vardır. Ünlü yazar Yaşar Kemal’in bir yazısında belirttiği gibi, “Veysel yeni bir Veysel olduysa, bu yıllarda oldu” görüşü bizce de doğrudur. Yine Yaşar Kemal’in, Veysel’in toplumculuğu konusundaki görüşü ise; “Veysel’in başkaldırması alttan alta bir gülmedir. Belki de kendi kökenine aykırı da olsa, kendi kişiliğinin üstüne yürüyerek de olsa, gerçekten bu kabul eden kişi gülerek, eğlenerek, öfkelenerek başkaldırıyordu. Tıpkı, köy kökenli bazı ozan ve yazarlar gibi, Tagor gibi, Balzak gibi.” Âşık Veysel Sivrialan’ın da içinde bulunduğu, Alevi-Bektaşi köylerinin yer aldığı, Emlak yöresinde doğup büyümüş, daha sonraki yıllarda ise arkadaşı İbrahim ile Küçük Veysel’le, çoğu halk ozanları gibi Anadolu’yu adım adım gezip dolaşmıştır. Doğal olarak onun kişiliğinin oluşmasında, eserlerinin ortaya çıkışında bu kültürün önemli payı vardır. Yine Yaşar Kemal: “İlk yıllarda Hasanoğlan’ı yapmanın, yaratmanın bir sevinç şakımasıydı. Veysel’de bu şakımayı iliklerine kadar yaşadı. Ben Veysel’i o yıllarda tanıdım. Sevinçli bir şakımaydı. ‘Karacaoğlan da böyle şakır mıydı?’ diye sordum Veysel’e. Önce anlamaz gibi yaptı, sonra birden güldü. ‘Karacaoğlan böyle şakıyamazdı, onun Hasanoğlan’ı yoktu garibin’ dedi.” Âşık Veysel Halkevleri ile yakın ilişki kurar, zaman zaman Halkevlerinde, konserler verir. Ayrıca Cumhuriyet’in aydınlanmacı kadrosu ile dostluk kurar. Bu dostlukları uzun yıllar sürer. Böylece karşılıklı etkileşim söz konusudur. Bu konuyu, Veysel’in bir şiirinde yer alan şu dörtlüğü ile bağlayalım: “Kimi yaya kimi atlı Kimi uçar çift kanatlı Dünya şirin baldan tatlı Eyvah, balı tuza katmış.” NOT: 1. Örenyurt, komşu Sünni köyüdür..

Sayı 39


SERÇEÞME

Alaca Kargın Köyü ve Cem Ali Aksüt NÜÇÜNCÜ yüzyılda Baba İshak başkaldırısının ardından Alevi inançlı Türk men kümeleri Malatya, Maraş, Adıyaman çevresinden Sivas üzeri çeşitli yönlere dağıldılar. Gittikleri yerlere obalarını kurup yeni yerleşim yerleri oluşturdular. Bu Alevi-Türkmen kimlikli topluluktan büyük bir küme Bozok’tan sonra Çorum, Ankara, Çankırı çevresini il edindi, yurt tuttu. Bu yerleşim yerlerinden birisi Çorum Alaca asfaltı batısında bulunan Kargın köyüdür. Buraya ne zaman geldiklerini bilmiyorlar. Ancak köyde yaşayan her sülalenin yaşlısı atalarının Malatya tarafından geldiğini söylüyorlar. Kargın köyünde Şah İbrahim Veli, Gözükızıl, Dedekargın ve Sultan Samut Dede ocağından dede soylu aileler yaşıyor. Şah İbrahim evladı dedelerin ardılları Veyisoğulları adını taşıyor. Köyde yaşayan Âşık Veliler sülalesi bu dedelerin talibi imiş. Köyde en kalabalık aile Veyisoğulları. Dedekargın oğulları (Sultan Yusuf) Kargın köyünde; Türkmenler, Hamzalar, Kolukırıklar, Salmanağalar, Bekir Çavuşlar, Çerkez Mustafa oğulları ve Mollaoğulları adlı sülalelere dedelik ediyorlar. Gözükızıl Dede ocağının talibi ise, Geygeller ile Göçmenler adlı sülaleler imiş. Kargın köyünde yaşayan ve Abdulvahap oğulları denilen aile aynı zamanda Çelebiler adıyla anılıyorlar. Dede soylu bu ailenin Kargın köyünde talipleri yoktur. Kargın köyüne bilemedikleri bir tarihte ilk gelen sülale Civelekler imiş. Daha sonra Bekir Çavuşlar, Hamzalar, Mollaoğulları, Geygeller, Kolukırıklar yani Kılıçlar, Salmanağalar ve en sonra da Veyisoğulları, Dedekargınlar ve Çelebiler gelmişler. Kaynak kişilere göre Gözükızıl ailesinin Kars’tan, Samutlar ailesi de Alamaslı (Çevreli) köyünden gelmişler. Gözükızıl ocağı dedeleri Antep’ten dağılmadır. Gözükızıl soylu dedeler Ardahan Damal çevresinde yaygın olarak yaşamakta ve dedelik etmektedirler. Kargın köyü girişinde Duşak Baba adını verdikleri bir düşek yeri var. Köyün içerisinde Veyisağaoğullarından bir aile “Yeşil Papuç” adlı kutsal emaneti saklıyormuş. Şah İbrahim Veli evlatlarından olan bu aileden olan Behlül yapılı Mücerret Modu Ana bu kutsal emanetle ziyaretçilerini ovarmış. Modu Ana Hakk’a yürüyünce, Hücünün Bel’e bir türbe yapıp sır etmişler, orada Kargın’lılarca ziyaret ediliyor.

O

Mart 2008

Kargınlılar her yıl Haziran ayı başlarında Ziyaretin Tepesi adlı dağda bulunan yaşlı bir çamı kutsayıp, yağmur duasına kurbanlarla gelip, dilekte bulunuyorlar. Ziyaret Tepesine çevre köylerden Kalınkaya, Çevreli’lerde aynı amaçla ziyarete geliyorlar. Gözükızıl’lardan, köyün güney kısmında, Ziyaret yolu üzerinde mezarı bulunan Hacı Hüseyin de ziyaret mekânlarından birisi. Köyün kuzeyinde Tavşansekisi yolu üzerinde bulunan Yukarı Mezarlık’ta Dede Kargın evlatlarından Lal Baba da çevre insanının ziyaret ettiği yerler arasında. Geçmişte geleneksel olarak yapılan kış yarısı eğlenceleri, Köse oyunu unutulmaya yüz tutmuş. Üç etekli giysiler bir kuşak öncesine 1960’lı yıllara kadar giyiliyormuş. Bazı yaşlı kadınların gövdesinde dövme geleneği sürüyor. On dokuzuncu yüzyılda yaşayan, deyişleri günümüze ulaşan Âşık Veli de, Kargın köyünde yaşamış ve bir sülaleye ad vermiş. Eski cemlerde bağlama yanında keman da çalınırmış. Geçmişten günümüze çiftçilik ile hayvancılık at başı gitmiş. Köyün pınarı, Yeni pınar, Hücünün pınar, Modana’nın pınarın suyu köye can veriyor. Paylaşmayı seven Kargın’lı canlar Refik Saydam Cad. No: 78/B İncirli Ankara adresinde “Kargın Köyü Kültür ve Dayanışma Derneği”ni kurmuşlar. Örf, adet, gelenek, görenek ve inançlarını, kültür değerlerini yaşatmak için el birliği içinde çalışıyorlar. Üç gün konukları oldum. Üç gün susmadık konuştuk. Dede Kargın’ın, Gözükızıl’ın, Şah İbrahim’in. Sultan Samut’un ince yoluna katkımız olsun diye bir olduk. İri ve diri olmanın yolunun birlikten geçtiğine inandığımızdan; yıkmadan yapmaya, dökmeden gönül heybemizi doldurmaya çalıştık. El ele, el Hakk’a diyebilmenin tüm canlara güç verdiğini, ruh verdiğini gördük. Ezilmişlik güdüsünden olacak dost bir yürek görmek onları mutlu ediyor. Dedeler’den Delibaş’lara Geygel’lerin Yeğen’lerinden Göçmen’lere el ele verdik. İçi dolu bir cem yaşadık.

Kargın Köyünde Cem Kimi araştırmacılar Kargın köyüne ad veren Dede Kargın’ı bir Türkmen beyi, kimi araştırmacılar Ali soylu bir dede sayarlar. Baba İlyas’ın torunu Elvan Çelebi Dede Kargın’ı Baba İlyas’ın baş halifesi olarak adlandırır. Birecik ve Mardin yöresinde Dede Kargın adlı yerleşimler vardır. Dede kargın Ocağının merkezi Malatya’dır. Kargın bir topluluğun adıdır. Alaca Kargın köyünde düzenli tertipli bir Cem evi, ilkeli tutarlı bir talip topluluğu var. Her Alevi yerleşiminde olduğu gibi Kargın köyünde de değişik ocak talipleri hazır bulunan dedenin ceminde aklanıp, yunuyorlar. Kargın köyü Kültür ve Dayanışma Derneği adı altında bir dernek kurmuşlar. Derneğin ilk Kurucu başkanı geniş ufuklu İsmail Pekdemir. Şimdiki dernek başkanı Muharrem Durna el ele vermenin anlamını biliyorlar. Köyde yaşayan ve merkezi Malatya-Hekimhan Ballıkaya köyünde olan Şah İbrahim (Çoban İbrahim) Ocağı’nın evlatlarından, İsmail Şahin dede cemi yürüttü. Mislerovacığı’ndan

Garip Musa Ocağından İsmail Eker dede mihman olarak cem içinde sık sık söz aldı. Cemin başlangıcında ve bitiminde ben uzun soluklu birer konuşma yaptım. Şeyh Samut, Hızır Samit ya da Sultan Samut adı ile anılan Sivas’ın Yılanlı dağında yatan erenin evlatlarından, komşu Horhor köyünden Cafer Ocak dede zaman zaman deyişleri keman ile okudu. Cem gerçek sıcaklığını biraz da Cafer Ocak Dedenin okuduğu nefeslerin içeriği ile buldu. Özgün deyiş ve nefesleri ile ceme renk veren bir isim de Hüseyin Delibaş idi. Ceme konuk olarak da destek vermek amacıyla gelenler de vardı. Antalya merkezde kurulu bulunan Abdal Musa Derneği iki üyesini bu ceme katkı sunmak üzere göndermişti. Süleyman Demir ile Mehmet Ali Çağlak deneyimli zâkirlikleri ile cemin içini ısıttılar. Antalya Abdal Musa Derneği güzel bir ses düzeni ile de ceme katkı sunup Kargınlıları mutlu etti. Benim konuşmamın ardından verilen arada ilkeli, tutarlı olan ancak ihmal edilmiş köy gençleri bu tür bilgilenmeden duydukları memnuniyeti dile getirip, benzeri çalışmaların yapılmasını istediler. Cem olup meydan görmenin, paylaşmanın getirdiği mutluluk, Çorum Alaca ilçesinin Kargın köylülerinin gözlerinden okunuyordu. Kargın’dan ayrılıp Büyükcamili’ye doğru yol alırken, dilerim böylesi olgun cemler tüm canlara nasip olur, diye düşündüm. Benimki sadece bir iyi dilek. Gerisi kendi geleceğini belirleyecek canlara düşüyor. K AYNAK K İŞİLER: Zeynep Şahin - Çorum/Alaca - Kargın köyü - 1941 İsmail Şahin - Çorum/Alaca - Kargın köyü - 1938 Cafer Ocak - Çorum/Alaca - Horhor köyü - 1940 Rıza Şahin - Çorum/Alaca - Kargın köyü - 1949 Arap Hüseyin Yeğen - Çorum/Alaca - Kargın köyü - 1962 Halil Yeğen - Çorum/Alaca - Kargın köyü - 1973 Ahmet Şahin - Çorum/Alaca - Kargın köyü - 1963

27


SERÇEÞME

Yedi Ulu Âşık ve Tarikattaki Rolleri Bölüm II İsmail Özmen, Yargıtay Onursal Üyesi 2. Ortak Özellikler: Alevilik/Bektaşilik yola-

ğında, ‘Yedi Ulu Ozan’ olarak bilinen şairlerin şiirlerindeki duygu, düşünce ve görüşleriyle bu yolağın oluşmasına büyük katkılarda bulundukları, bir tür yapı malzemesi sağladıkları, geniş yelpazeli bir inanç sistemi olmasına yardım ettikleri bilinen tarihî bir gerçektir. Öte yandan bu yolak, salt felsefe açısından da, ağırlıklı olarak Hallac-ı Mansur ve İbni Arabî doktrinlerine yakın bir doğrultuda, onların koşutunda oluşmuş, tamamen Bâtınî içerikli bir tasavvuf örgünüdür. Bir başka açıdan da, bu örgünün tamamen sarıp sarmaladığı “Gizlenmeye tahammülsüz bir Mutlak Güzellik ve Mutlak İyilik” kavramlarındaki Tanrı anlayışının ürünüdür ya da bu üründe gizlenen (Ene’l-Hak) anlayışı içinde erenlere sunulmuş bir doludur veya Hz. Halil İbrahim’in narında açılmış bir kırmızı gül bahçesidir. Lâ-mekân iplerine sarılmış bir zaman periyodunda kolan vurarak geçip giden “südur iniş-çıkış”larının süslediği bir tür sonsuzluk ummanıdır. Daha doğrusu, bir başka açıdan bu inanç, ‘Bâtınî gelenekten beslenen, özgün bir tasavvuf edebiyatıdır.’ Bu ilke doğrultusunda oluşmuş derin bir kültür ve inanç birikimi de sayılabilir. Bunları yaratan, bu vasıfları Aleviliğe kazandıran ‘Yedi Ulu Âşık’ın kavram olarak, öyle tehlikeli bir zaman süreci diliminde karşımıza çıkıp, bizleri yani Alevî/Bektaşileri ibadet edebilmek için toplu olarak “sanat yapan”; kültür ve inanç donanımlarını sazla/sözle/ şiirle/ezgiyle ve ritüellerle oluşturup özgün bir sûfî inanç uygulaması haline dönüştüren öğretmen/düzenleyiciler arasında yer almaları, bizler için çok büyük nimet, engin bir kazançtır. Alevi/Bektaşi yolağının böyle çok yönlü, renkli gösterilmesi bir bakıma onlar sayesindedir. Onların diktikleri tarikat elbisesinin moda dışı güzel bir yapı ve özellik kazanarak yolağın bedenine uyan normal bir giysi sayılması onların üstün çabalarının sonucudur, bu biline. Bunun için bütün bu tanımlar, benzetmeler, nitelemeler karşısında onların, Tanrı ile yaşanmış bir “anı” yaratmak için “O’nu dansa kaldırmak ya da O’nunla dans etmek” gerçeğine ve gerekliliğine inanmış bir topluluk olmamıza çaba sarf-etmeleri de hiç yadsınmamalıdır. Sözü edilen bu “An ve anı” elbette etten yapılmış bir ruhtur; bu yolak mensupları, ‘Yedi Uluları’nın yarattığı bu olguyu hiçbir zaman unutamazlar. Çünkü onlar yine çok iyi bilirler ki, “ruh eti terk ederse”, Tanrı ile ilişki hemen kesilir, sonrasında yapılacak bir dans ise asla ibadet olmaz, neresinden baksanız o ibadet sayılamaz. Öyleyse, nasıl ‘dağların denize kavuşma isteği, kendi bağrından çıkan dereciklerin “akarsu” olup ummanlara dökülmesiyle; bir erkeğin bir kadını-bir kadının bir erkeği ya da yol insanının Tanrı’yı, “kucaklama arzusu,” dahası “gönülden gönüle akması” ile betimlenebiliyorsa bilin ki burada en büyük ağırlık yine “Yedi Ulu Âşık” dediğimiz uluların kefesi tarafındadır; çünkü bu duygu öyle bir olgudur ki, adı aşktır, sevdadır, sevgidir, gönül birliğidir. Burada uyulması gereken temel/ana kriterilkesel ölçü kişiye verilmiş gizli güçte, özde saklı gizli dürtü kıvılcımıdır. Şöyle ki, akan dereleri yoksa dağlar, akan gönlü yoksa insanlar artık ‘O’nunla “dans edemez”ler; ibadet görevini yerine getiremezler,

28

bundan böyle yaptıkları ibadet değildir, boşa yorulmaktır. Bu inancı yolağa aşılayanların başında “Yedi Ulu Âşık” gelir, onlara göre insan, ancak tevhid arzusu içinde, kendisini ve Tanrı’sını bulup kendisine ve O’na yetkinlik yoluyla ulaşmak için tüm varlığı ile çırpınırken şöyle seslenir: Deryâ-yı muhid cûşa geldi Kevn ile mekân hurûşa geldi Sırr-ı ezel oldu âşkârâ Arif nice eylesin müdârâ Her zerre güneşden oldı zâhir Toprağa sücûd kıldı Tâhir Nakkâş bilindi nakş içinde Lâ’l oldu iyân Bedahş içinde Görülüyor ki bu dizelerde yer alan tanımlamalarla öncelikle ve özellikle üzerinde durup çözümler üretmeye çalışacağımız temel konu, ana olgu, künhüne inerek derinlemesine izah etmeye çalışacağımız durum tamamen insandaki batınsal/içsel malzemelerdir; bunlar ise hep insana, hepimize özümüze, değerlerimize yöneliktir. Öyleyse, gelin isterseniz bunun için, öncelikle şu sorunların halli yoluna girip duruma bir göz atalım: a) Şeriat-Tarikat İkilemi: Müslümanlıkta, özellikle de ‘Yedi Ulu Ozan’ın yaşadığı coğrafya ve zaman dilimlerinde, dört kapının (şeriattarikat-marifet-hakikat) ilk ikisi arasında büyük temel farklılıklar bulunduğunu, o dönem koşullarından bile anlamak mümkündür; zaten bu içerik ve nitelik olarak bellidir, belirlenmiştir. Öncelikle birey, bir kez tarikata girmişse, yürünecek yol, varılacak amaç zaten belirlenmiş demektir. Ancak, yine de bilinen şey o ki, dinde şeriat ile tarikat kapıları arasında sabit ve kapanmaz bir uçurum olduğu herkesin bildiği bir gerçek. Bu iki kapı arasındaki derin farklılık, içinde yaşanılan evrenlere ilişkin tüm görüş ve düşüncelerle, sizin anlayacağınız benimsenen sistemlerle yakından ilişkili ve bağlantılı bulunmaktadır. Öncelikle ve özellikle, şeriatın tüm öğretilerini olduğu gibi kabul edenler için dünya hiçten, yani yoktan yaratılmıştır; O “ol” demiş olmuştur. Bu görüşten olsa olsa ortaya ancak, zorunlu bir dualizm kuramı çıkar ki, böylece, bu kuramda bir tarafta, yarattığı evrenin dışında ve üstünde bir Tanrı ve öte yanda en azından belirli bir gerçekliğe sahip maddi bir evren sayılacak yaratıklar var kabul edilmiş sayılır. Oysa tarikat kapısından girmiş olanlar için, durum çok farklıdır, bu kavram ve düşünce sistemi ile dualist sitem bir yana atılarak, onun yerine, zaten var-olan bir şeylerden ortaya çıkmış, yeni bir evren görüş ve düşüncesi ile yepyeni bir sistem gündeme getirilir ki; bu sistemde, bir tarikat üyesi için Tanrı, artık Kadir-i Mutlak bir yaratıcı değil, Hakikat’in ta kendisi olan ve olabilecek sayılan tek Gerçek Varlık’tır; bu sistemde, Tanrı durmadan yansır, bildiğimiz yaratılışdaki varlıklarda durmaksızın böyle oluşur. Ancak, Tanrı’dan başka tüm diğer var-oluşlar/varlıklar yalnızca zâhiridir. Bu olgu çok önemli bir farktır. Şeriat ve tarikat kapılarının bu ince farklarını şiirlerinde açıkça dile getirip söyleyenlerin başında ‘Yedi Ulu Âşık’ gelmektedir diyebiliriz. Böyle bir düşünce sisteminde, tarikat kapısı sarmalında ki en-

gin aşamalarda koşan her türlü insana aşk o da eğitmek suretiyle ancak yol gösterebilir. b) Küntükenz Esrarı Sarmalı: Zamanın başlangıcından önce; bilip inandığımız Tanrı, farklılaşmamış birlik, ahadiyet olarak varlığını sürdürmüştür. Özellikle, ‘O’ mutlak anlamda, Güzel olarak düşünülüyordu. Evrenin yaratılışı, -ananeyle İslam’a geçen bir kutsi hadise göre- sonradan da Davut peygambere söylediği gibi bu, Hakikat’ın kararı verdiği anda meydana gelip hemen oluşmuştur ki, O’nun bu kararı: “Ben bir hazineydim, bu nedenle bilinmek istiyordum ve düzen içinde yaradılışı yarattım ki bilineyim”anlamına gelen aktarma bir hadistir.1 Bu kutsal ibarenin ilk kez NeoPlatonist kuramdaki Tanrı söylemiş gibi ifade edildiği de bilinmektedir. Bu sözün Arapçası “Küntü kenz” esrarı sarmalı olarak bilinir ki, ünlü Bektaşi ozanı Edip Harabî bunu, daha değişik açıdan ele alarak şöyle dile getirerek anlam kazandırır: “Küntükenz sırrının olduk agâhı” dizesinde ki görüş özetle, ‘bu gizin bilincinde, bilgisinde oldukları’ şeklinde ifadelendirilir. Burada ozanın sözünü ettiği giz, her şeyin ancak zıddı ile bilinebileceği olgusudur. Burada, karanlık yüzünden hangi ışığın olmadığını bilip sezinlemeyi bizlerin bilgisi ve usu kavrayacak güç ve durumda olmadığı gibi, o yapıda da değildir. Yani olanı ve bunu yapanı biz algılayamayız. Öyleyse, bu halde, Mutlak Varlık, Gerçek Var-oluş veya Mutlak Güzellik gibi kavramlar ancak, bir Yokluk Âlemi aracılığıyla bilinip sezinlenebilinir. Böyle bir yokluk âlemi ise, tamamen zahirîdir ve kötülüğün âlemidir. İşte Mutlak İyilik’in zıddı dediğimiz şey budur, burada gizlidir. Şunu açıkça bilelim ki, çevremizi saran fiziksel dünya, ne mutlak bir kötülüğe, ne de gerçek bir var-oluşa sahiptir. Çünkü evren, Gerçek Var-oluş’un yokluk aynasındaki bir yansımasıdır, evren sadece bu yansımadan ibarettir. Kötülüğün nihai hakikat ya da Gerçek Varoluş olan Tanrı için bir anlamı yoktur. Zaten bunun, çevresindeki şeyler tarafından çekilenler ve neyin Tanrı olduğunu ya da neyin Tanrı olmadığını şaşıranlar için belki bir anlamı olabilir. Alevi/Bektaşi geleneği ve genelde, İslâm’ın panteist mistikleri nazarında fiziksel dünya, Hakikat’in adem’deki, yani yokluktaki, bir yansımasıdır. İkilik duygusu ise, Tanrı’nın varlığı gerçeğini insandan saklayan bir örtüdür. Burada, yani ikilikte insan kendini Tanrı’dan ayrı hisseder. Çevresindeki dünyaya da Tanrı’dan ayrı imiş gibi bakar. Bu görünen ayrılıkta hakikatin tek dokunuşu, insan ve evrenin Tanrılık’ın tezahürleri olduğu gerçeğinde yatar. Bu nedenle de bir insanın içinde, her zaman, çıktığı kaynakla yeniden birleşmeye çalışan bir Gerçek Var-oluş kıvılcımı yatar, bu öyle bir kıvılcımdır ki insanın özünde saklanır; yani bu kıvılcım, tek gerçek varlıkla birlik olma eğilimini dürtüsüdür; kendisini ‘Ben’le açık-gizli bir mücadele içinde ifade eder. Bu ‘Ben’, ‘birlik’in mümkün olabilmesi için fethedilir. Günah ve üzüntü, bizim hakkımızdaki her şeyin hiçlik olduğunun fark edilmesindeki başarısız olmaktan kaynaklanır. Ancak unutmayalım ki bu, yalnızca Tanrı’nın Mutlak Varoluşu ve Mutlak Güzellik’inin zıddıdır. Kendimizi Tanrı’dan başka masiva, her hangi bir şey olmayan, Tanrı’nın ta kendisinin yansıması olan bir evren içinde görürsek, Hakikati olduğu gibi fark etmenin tek deneyimi olan tatmin edici ‘birlik’ duygusunu bulmuş oluruz. İşte bu deneyim, Edip Harabî’nin sözünü ettiği ‘Küntükenz’ sırrıdır; “Ben” ve ‘ikilik’ duygusunu

Sayı 39


SERÇEÞME aşmak için verilen bu savaşım, ancak aşk gücüyle (ışıkla), sevmekle mümkün olur. Mistik edebiyatta, Fuzûlî’nin ‘Leylâ ü Mecnûn’ adlı yapıtında; Mecnun’un Leyla’ya aşkı, sıkça, insanoğlunun kutsal sevgiliye duyduğu coşkulu maddi aşkın bir türü, benzeri olarak ele alınır. Oysa gerçek öyle değildir; orada Leyli Tanrı, Mecnun da ona koşan âşıktır. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin büyük Mesnevi’sinin ilk şiirlerinde, dervişlerin kendi müziklerini çaldıkları ney’in koparıldığı sazlığa geri dönme isteğinde olduğunu yanıp yakılarak dile getirmelerinde bu derin gizli aşk anlatılıp betimlenir. İşte Alevi/Bektaşi için, dünyayı aşabileceğimiz ve Tanrı’yla birlik duygusuna ulaşabileceğimiz “aşk,” bu özlem dolu, istekli gerçek aşktır. Aslında bu “aşk” içimizde vardır, çünkü o da Tanrı’nın kendi öz yapısının, özünün bir parçasıdır. Daha önce Bektaşi şairinin zihninde gördüğümüz, Âdem’i âdem yapan, dünyayı var eden aşk işte bu derin aşktır. Dünyadaki birey de bunu hisseder ve ruhunu yakan bir istekle, aşk ateşiyle, ancak ondan huzur bulacağı ummanın kaynağına geri çekilerek, limana dönmek için çalışmalarını sürdürür, amacına bunu gerçekleştirerek ulaşır: Aşk kitabın açtım okur-yazarım, Hakk’a doğru açılmıştır nazarım. Aşk ile uyandım aradım derman Leyl ü nehar yandım bulamam derman (Kul Budala) Böylece, Hakk’a ulaşıldığında tüm ikilik duygusu yok olur, birlik başlar. Artık; “Nereye baksa Tanrı’nın Yüzünü görür; gökteki her yıldızdan Tanrı ışır onun üzerine; tarladaki her çiçekten Tanrı bakar ona, her dürüst yüzde Tanrı gülümser ona, her tatlı sesle Tanrı konuşur onunla; tüm çevresinde Tanrı vardır, sadece ve sadece Tanrı. Eğer gözlerini içine çevirip yüreğine bakarsa harfi harfine Tanrı’nın yüreğini okuyabilir” 2 İslâm’ın birçok mistikleriyle birlikte Alevi/Bektaşiler de, ünlü mutasavvıf Mansur el Hallac’ın “Enelhak” “Ben Hakikatim” sözünde ki öze katılıp ummana dalarlar ve Seyyid Nesimî gibi: Küllî yer ü gök Hak oldu mutlak Söyler def ü çeng ü ney Enelhak Ma’şuk ile âşık oldı bir zât Mahv oldı vücud-i nefy ü isbât Her katre muhît-i a’zem oldı Her zerre Mesîh-i Meryem oldı Bu cesur düşünceyi (Ene’l-Hakk) tabirini ilk kez ifade ettiği için işkenceyle öldürülen Mansur el-Hallac tüm Alevi/Bektaşiler arasında hep saygı ve itibar görmüş, önem ve makam kazanmış, hatta yola giriş erkânında kısmen de olsa, ona hakikati izlediği için verilen ceza olan (Mansur dârı) ölümün simgesi ve hesap yeri şeklinde gösterilmiştir. Seyyid Nesimî, Hatayi, Fuzûlî, Yeminî, Virânî, Pir Sultan Abdal ve Kul Himmet ve onları izleyen diğer âşıklar da aynı yolu izlemişlerdir. Bunlardan Seyyid Nesimî, şiirlerinde (Ene’l-Hakk) deyimi geçtiği için, Halep’de derisi yüzülerek işkence edildikten sonra asılarak öldürülmüştür.

c) Sözleşme-Misak (Bezm-i Elest Sarhoşluğu): Gönlün ana kaynağa dönüş için duyduğu

mistik özlem, Kur’an’ın şu âyetlerinde yer alan düşünceyle yakından ilgili ve bağlantılıdır: “Rabbin, insan oğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: ‘Ben sizin Rab-

Mart 2008

biniz değil miyim’ demiş ve buna kendilerini şâhid olarak tutmuştu. Onlar da: ‘Evet şâhidiz’ demişlerdi.” 3 Alevi/Bektaşi kavramlaştırmasında ruhların beden bulmadan önceki bu toplantıları, bir tinsel deyimi açıklamanın simgesi haline gelmiştir. Yaratıcı bilinc ve ona duyulan aşk, (Bezm-i Elest) “Ruhlar Meclisi” ile başlamıştır; yukarıya Türkçe mealini aldığımız iki ayette sözü edilen meclis Ruhlar Meclisidir. Orada Tanrı ile insanlara verilen tüm ruhlar toplanmış, Tanrı, onlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuş, bunlardan iyi ruhlar bu soruyu “Kalubelâ” diye evetlemişler ve Mutlak Güzellik’in görünüşüyle, evrenin sonlanmasına değin sürecek bu sonsuz güzelliği görmeden kaynaklanan vecd sarhoşluğuna kapılmışlardır ki, bu sarhoşluk, Tanrı ile yeniden birleşmeye değin sürecek sonsuz bir titreşim evresidir; bu sarhoşluk, simgesel olarak şarap sarhoşluğunu da anımsatır (Mesnevi’de ki Ney’in geldiği kamışlığı özlemesi gibi). Bu nedenle de ozan Derviş Ruhullah, Bektaşi dostlarına bunu şöyle anımsatır: Vahdet bâdesiyle mestiz ezelden Elest kadehinden tadanlardanız Tanrı, Kur’an’ın bir başka âyetinde, “Rableri onlara tertemiz içecekler içirir.” 4 buyurur ki; yine buna simgesel bir yorum getirilerek bu olgu, hem öğreti, hem de pratikleri bakımından Alevi/Bektaşiler için temel bir kavram haline dönüştürülmüştür. “Elest şarabı”nda ima edilen anlamdan, Sekahüm, “onlara içki verdi” sırrı bulunacaktır, Yine ‘Yedi Ulu Ozan’dan biri olan büyük şair Seyyid Nesimî de bu olguyu şöyle ifade eder: Ezelden içmişim câmi sekahüm Anın içün söylerim her dem Ene’l-Hak Ruhlar Meclisi toplantısında Tanrı’nın güzel yüzünü görmenin adı bir tür “elest şarabı” içilmesidir; bu ve bunun uygulaması Alevi/ Bektaşi tarikatının önemli sırlarından biri sayılır ki, bu, ayni zaman da düşünsel olarak, bir tür içsel ve tinsel yaşam deneyimidir, ama aynı zamanda bunun manâsını anlamaya hazır olmayanlara karşı, sır gibi korunması gereken derin bir uygulaması da vardır. Yine bu ikili şiirde geçen ‘dem’ sözcüğünün, Türkçe’de birkaç anla mı olduğu açıktır: Öncelikle soluk demektir; ayrıca bir zaman dönemi/dilimi anlamına da gelir ve yine Alevi/ Bektaşiler arasında içki içmenin sembolik ya da gerçek adı olarak da dem sözü kullanılır; burada çift anlamlı kullanılmış da olabilir, hem “her an”, hem de şarabın “her demi” şeklinde söylenmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir. Bu, Bezm-i Ezel’de Tanrı’yı görmenin bir tür sarhoşluğudur ki, özellikle inanan her kişide, bence, bütün insanlarda ve hatta yaratılan her varlıkta bu, Tanrı Güzelliği sevgi selinin yarattığı coşku titreşiminin, yani bir tür devinimin sonsuza değin sürüp gitme olasılığı olgusunun yarattığı bir inanç şeklinde de yorumlanır. Bu, atom fiziğindeki yasalara, fiziksel kural ve bulgulara koşut ve benzer bir nitelik ve içerik sergiler. Bu tür bir uygulamayla, mistiklik ya da tasavvufun ana çerçevesi çizilerek tamamlanmış olur demektir. Yedi Ulu Âşık şiirlerinde hep bu mitosu işlemişlerdir. NOTLAR: 1. Gibb’in “History of Otoman Poetry” cilt 1, s. 15–23. 2. Gibb, I, 21. 3. A’râf Sûresi 7/172–173 4. İnsan Sûresi 76/21

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49 221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49 179.207 20 65 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50

29


SERÇEÞME

Yeni Yıl Bereketli Olsun Öznur Tanal - Folklor Araştırmacısı

S

ON yıllarda dünyanın en önemli gündem maddesi kuşkusuz su. Suyun olmayacağı düşüncesi yeryüzünde insanlığın varolduğu gün ile başlayan bir kavramı da akla getirir: Bereket. Türk Halk Kültüründe de inanç ve uygulamalar yeni yılda başlar, baharda doruğa çıkar ve bütün bir yıl, yani yaşam boyu sürer. Bereket; su, ateş, hava ve toprağın doğal dengeler içinde insan emeği ile birleşmesi sonucu ortaya çıkan her şeydir. Bereket inancı tarihin ilk çağlarından beri başlamaktadır. Mitolojide tanrıların babası olarak bilinen Jüpiter neşe, bolluk, zevk, zenginlik veren bir güçtür. Astrolojide bu gezegen en büyük yardımcı, en fazla iyilik eden güç sayılır. Dokunduğu her şeye bolluk veren Jüpiter şans gezegenidir. Yıldız haritasında geçtiği evlere (o evlerle ilgili konularda) bolluk verir. Fırat’ın bolluk ve bereketi bir Zeugma mozaiğine konu olmuştur. Fırat Nehri’nin kralı olan Akheloos’un başı yemişler ve meyveler saçan bereket boynuzuyla birlikte betimlenmiştir. Akheloos kanat biçiminde bıyıklıdır. Saçına çiçekler takılmış. Alın üstü çift bereket boynuzuyla taçlandırılmış. Fırat çevresinde yetişen üzüm, armut, incir, nar, yenidünya, ayçiçeği gibi meyvelerin resimleri bu mozaikte bereket boynuzu ve dallarla çevrilerek resmedilmiştir.

Burhaniye - Ören: Körfezde Asos-TruvaBergama arasında yer alan “Antik Adramytteıon” liman şehri, kaya sunaklarında Cilalı taş devrinden beri var olan “Tanrılaştırılmış Doğa ve Bereket İnancı”nın en güzel örnekleri vardır. Olympos’un 12 tanrısından biri olan, toprak, bolluk-bereket tanrıçası olarak saygı gören Demeter’in (Ceres=Serez) simgesi orak ve elinde sürekli taşıdığı buğday demetidir. Demeter ekinleri ve özellikle buğdayı temsil eder. En çok tapıldığı yerler Eluesis, Sicilya, Trakya ve Peleponessos’tur. Friglerin Ana Tanrıça inancını sembolize eden ve bir diğer anlamda bereketin sembolü olan Kybele’nin, Akdeniz, kuzey ülkeleri ve Asya’nın içlerine dek yayılan Ana tanrıça kültünün kaynağı Anadolu’dur. Ana Tanrıça Kybele, doğayı, canlılığı ve verimliliği simgeler. Kendi kendine doğurur. Hem ana, hem bakiredir. Bu nedenle ayrımsız tüm Tanrı’ların anasıdır. Kybele’nin yerini Efes’te Artemis, Aphrodisias’a gelindiğinde Aphrodit almış, Bereket Tanrıçası olmuştur. Efes Arkeoloji Müzesi’ndeki Kolosal Artemis ve Güzel Artemis heykellerinde birçok göğüs görülür. Bu göğüsler nedeniyle tanrıça, “Artemis Polymastos” (Çok memeli Artemis) diye anılır. Artemis hem ana, hem bakire, hem de doğum yapan kadınların yardımcısıdır.

30

Bereket Sembolü Olarak Dünyada Kullanılan Objeler Boynuz: Antik Çağ insanları için boğa, cüssesi ve vahşiliği ile güçlülüğün, etkileyici çiftleşmesi ile doğurganlığın, sabana koşulması ve çiftçilere yardım etmesi nedeniyle ise bereketin sembolü olmuştur. Ayrıca boynuzların dış ev duvarlarına asılması ile nazardan koruyacağı ve bereketi çağıracağı düşünülmektedir. Kırmızı Mercan: Kırmızı mercan suyun bereketini ve öldürülmüş bir canavarın kanından güzel kırmızı mücevherleri temsil eder. Bu anlamda kısırlığa karşı da çok güçlü bir korunma olarak görülür. Kadınlar hormon düzensizliklerinden korunmak için kırmızı mercan takarlar. Hamileyken kolay doğum yapmak için üreme organlarının yanında bir tane bulundururlar. Yeşim Taşı: Çin’de düğünlerde sonsuz sevgi sembolü olarak yeşim taşından yapılmış kelebekler armağan edilir. Bir efsaneye göre büyük Çin Ejderi’nin yeryüzüne boşalttığı tohumlarının donmuş biçimidir. Topaz (Sarı Yakut): Topaz yaygın deyimiyle “Bereket Taşı” olarak bilinir. Etkisi ile manevi anlamda bolluğu yani bereketi çağıracağına inanılır. Ortaçağ’da nazardan korunmak için altın bileziğe takılmış olarak sol kolda taşınırdı. Roma İmparatoru Hadrian’ın en sevdiği taş buydu. Parmağındaki tılsımlı yüzükte üstünde Tanrı’nın doğaya galebe çalacağı yazılı bir topaz vardı. Romalılar yolculukta kendilerini tehlikelerden ve kötülüklerden koruyacağına inandıklarında topaza “Güç Taşı” adını vermişlerdir. Akik: Geleneğe göre akik taşı toprağın korunmasında ve verimliliğinde özellikle önemlidir. Bu inanca göre eğer bir çiftçi elinde akik taşı bulundurursa, tarlası daha verimli olacaktır. Bir çiftçi tarım araçlarına bir akik taşı taktığı takdirde ise, daha çok ürün alacaktır. Ortadoğu’da toprakların bol verim alma kavramı, akik taşı’nın gücünün gömüleri bulmaya yaradığını söyleyecek kadar abartılmış ve yaygınlaşmasına neden olmuştur. Türkiye’de de oldukça yaygın olarak kullanılan bir taştır. Aynı zamanda ruhsal korunmayı sağladığı düşünülür. Akik taşı İslam ülkeleri’nde üzerine Kuran-ı Kerim’den Ayetler yazmak için seçilen taşların başında gelir. Tüy: Eski Mısır öğretisinde, tüyün refah ve servet getirdiği düşünülürdü. Üzerinde tüy tılsımı taşıyanlara bolluk ve bereket getirdiğine inanılır. Ayrıca deniz kabuğu, çekirge, tilki ve kurbağa da bereket sembolü olarak kullanılmıştır.

Bereketin Anavatanı: Anadolu Balkanlardan başlayıp Baykal Gölü’ne kadar uzanan yaşadığımız coğrafyaya “Bereketli Hilal” adı verilmiştir. Aslında bereketli toprakların anayurdu, “dev memesinden cüceler emziren” cefakâr büyük ana, bire bin veren, esirgeyen, bağışlayan, gözüyle gördüğünü eteğiyle örten tanrısal coğrafya Anadolu, Kybele’de vücut bulan “Kadın” ile özdeştir. Bu düşünce İslam inancında; “İlk çocuğun kız olması, kadının bereketindendir.” (Hadis-î Serif/ İbni Asakir) hadisi ile onanır. Kadın anaerkil toplumlardan bu yana doğurganlığı ile yaşamın

kimi zaman gizli, kimi zaman açıktan kabul gören hâkimi, bereketin kaynağıdır. Kadının bereketi, sürekli hareketle bugünü ve geleceği üretmesinden kaynaklanır. Anadolu’da bütün etnik guruplarda, yaşamın her alanında, inançlarımızda, yiyeceklerimizde, eylemlerimizde bereket motifine rastlarız. Ürünlerin ekilmesinde dilek, yetişmesinde emek, hasadında şükür ve saklanmasında esirgeme olarak karşımıza çıkar. Özellikle Alevi Bektaşi ve Tahtacılarda tohumların ekiminden önce ekinlerin bereketli olması veya kaza ve belalardan korunmak için “Bereket Kurbanı” kesilir. Bu kurbana “Abdal Musa veya Birlik Kurbanı” da denir. Bu kurban ekilen ürünün bereketli olması, kazasız belasız derilmesi gibi dileklere yöneliktir. Anadolu’nun birçok yerinde yemek yerken veya elinde nimet varken bereketi kaçmasın diye kötü ve ayıp söz söylenmez. Ekmek ya da kurban gibi kutsal bir amaca yönelik yiyecekleri hazırlamadan önce mutlaka beden temizliği yapılır. Nazarının değeceği düşünülen insanların yanında mal, mülk, bereketten bahsedilmez. Anadolu’da bolluk ve bereket sembolü olan öğelerin başında değirmen, buğday ve akarsu gelir. Evlerde bereket sembolü olarak başaklardan örülmüş süsler bulunur. Türk halı motiflerinde de bereket sembolleri görürüz. En önemli bereket sembollerinden biri de karıncadır, geldiği eve, yere bereket getirdiğine inanılır ve asla zarar verilmez. Evlerde karınca duası bulundurmak da yine bereket dileğinin sembolüdür. Yağmur duası da bereket arayışlarının bir sonucudur. Anadolu Aleviliğinde yağmur duası için bir yatır ya da kutsal sayılan yere gidilip kurban kesilir. Kesilen kurbanın ciğeri bir çam ağacına asılır. Bunu bir kuzgunun yemesi halinde yağmurun hemen yağacağına, almazsa dileklerin kabul olmayacağına inanılır. Kurban yendikten sonra ufak ve yetim çocuklar omuzlara alınır, sağ işaret parmakları göğe doğru kaldırılır “Yarabbi, bu çocukların hakkı için bize yağmur ver” diye dua edilir, nefesler söylenir, cem yapılıp samah dönülür. Bereket inancının en önemli unsurlarından biri de Hızır ve Hıdırellez’dir. “Sofranıza Hızır Uğrasın” dileğiyle sembolleşen bu inançta Hızır ile İlyas biri karada biri denizde yaşayan iki kardeştir ve yılda bir kez 6 Mayıs’ta buluşurlar ki bu gün “Bolluk - Bereket Bayramı”dır. Eski zamanlarda her köyde “Köy Odaları” bulunurdu. Bu odalarda köye gelen misafirler, yolcular, yoksullar barınırdı. Bu çoğunlukla köyün malı olduğu, hizmeti köy halkı tarafından ortaklaşa yürütüldüğü gibi bazen şahısların da köy odası vardı. İşte böyle köy odası sahibi muhterem bir zat yıllarca odasında insanlara hizmet etmiş. Ancak yaşlanıp yatağa düşünce oğulları hasta yatağının başucunda kendi aralarında konuşmuşlar; “Babamız öldükten sonra biz niye gelene gidene yedirip içirelim, odayı kapatalım.” Baba hayal meyal bunları duymuş ve evlatlarına ocağı yakmalarını söylemiş. Ocak yanınca bu kez evde ne kadar tahta kaşık varsa toplayıp gelmelerini istemiş. Getirmişler, hepsini yanan ocağa atmalarını söylemiş, atmışlar. Kaşıkların üçü dışında hepsi yanmış. Baba evlatlarına bu kaşıkların neden yanmadığını bilip bilmediklerini sormuş, bilememişler. “Hızır’ın elinin değdiği kaşık yanmaz. Bu yıl hanemize üç kez Hızır uğramış, onun

Sayı 39


SERÇEÞME

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

eli değdiği için bu kaşıklar yanmadı. Ben öldükten sonra odayı bırakmayın, evin bereketini kaçırmayın” diye öğütlemiş. Bereket getirdiğine inanılan şeylerden biri de misafirdir. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi her yolcu Hızır kabul edilip öyle karşılanır. “Misafir, bin bereket ve bin rahmetle gelir.” (Hadis-î Serif/ Nisab-ül Ahbar) veya “Misafir on nimet getirir, birini yer dokuzunu bırakır” inancı Anadolu’da oldukça yaygındır. Bereketin Anadolu Halk Kültüründeki en bilinen ve hayata geçirilen simgelerinden biri de “Halil İbrahim Bereketi”dir. “Allah Halil İbrahim Bereketi versin” dileğiyle yaşama geçirilen bu geleneğin şu söylenceden kaynaklandığı sanılmaktadır: Vaktiyle birbirini çok seven iki erkek kardeş varmış. Büyüğünün adı Halil, küçüğünün İbrahim’miş. Halil, evli çocuklu, İbrahim bekârmış. Ortak bir tarlaları varmış. Hep çalışır, eker biçer, ne mahsul çıkarsa ikiye pay eder, geçinip giderlermiş. O yıl da öyle yapmış, buğdayları biçip harmanı savurmuşlar. Sapla samanı ayırınca da yine her zaman olduğu gibi ürünleri tarlada ikiye bölmüşler. İş bunları evlerine taşımaya gelince abi Halil kardeşine; “İbrahim! Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdaylarımızı bekle! demiş. “Peki abi! demiş İbrahim ve O gidince, düşünmüş. “Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine. Ve bu düşünceyle kendi buğdayının bir kısmını abisinin tarafına aktarmış. Az sonra abisi gelmiş. Getirdiği çuvallara bölüştükleri mahsulleri doldurmuşlar. “Haydi İbrahim! demiş, sen gençsin, ben burada hem dinlenip hem kalan mahsulü beklerken sen payını taşı ambarına. Yine; “Peki abi! diyen İbrahim, bir çuval omuzlayıp yola düşmüş. O gidince, bu kez abi Halil’i düşünmüş. “Çok şükür, ben evliyim, kurulu düzenim var. Ama kardeşim bekâr. O, daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.” Bu düşünce ile bu kez O kardeşinin çuvalına kendi payından birkaç kürek atar. Biri gittiğinde biri, sonra diğeri. Bu böyle birbirlerinden habersiz sürüp gider. Nihayet akşam olur. Karanlık basar. Görürler ki buğdaylar bitmiyor, hatta azalmıyor bile. Yaradan bu hali çok beğenir, buğdaylarına öyle bir bereket verir ki günlerce taşır, bitiremezler. Dolar taşar ambarları. İşte buna “Halil İbrahim bereketi” denir o günden sonra “Bereket” denilince, hep o kardeşler ve onlar gibileri akla gelir.

Bereket Getireceğine İnanılan Yiyecekler Anadolu’nun birçok yöresinde gelinin başına bereket getirmesi için buğday, mısır, kuru üzüm, nohut, şeker, leblebi atılır. Alanya’da da yeni gelinin başında nar patlatılır.

Mart 2008

Gelin eve girerken uğur ve bereket getirsin diye kapının üzerine hamur yapıştırılır. Alevi ve Tahtacılarda ambardan ilk zahire çıkarılırken yapılan özgün bir bereket uygulaması vardır. Zahire ölçmek için kullanılan kile doldurulup çuvala dökülürken saymaca; “Allah bir, Muhammet hak, Bereketi çok” diye başlayıp dört, beş, altı diye sürer. İbadet ederken de “Artsın eksilmesin, taşsın dökülmesin, bir nimet-i nur ola, içtiğimiz tahur ola, ocaklarımız mamur, gönlümüz pirnur ola” diye süren gülbanklarla (Türkçe dua) Hakka yakarırlar. Ayrıca misafirler yemek yedikten sonra “Cennet taamınız olsun, hayırlısı hanenizde kalsın.” sözleriyle teşekkür ederler. Önemli günlerinde, kutlamalarında, düğün, kurban ve cenaze yemeklerinde bütün tahılların yer aldığı aşure, keşkek ve hedik yaparlar. Bir evde buğday ekmeği, yufka yapılırken uğrayanlar “Bereketli olsun” derler. Bu konuda yapılan en sevimli uygulamalardan biri de hasat zamanı verdiği ürünler için “Çiftçi Goca”ya şükür kurbanı kesmeleridir. Anadolu’da yaşayan Girit göçmenlerinin mutfağında da bolluk ve bereket umuduyla yapılan bir yiyecek vardır. Çulama adı verilen bu börek önceleri yılın başında yaptıkları bir yiyecek olup, sonraları bütün yıl, özel günlerde yapılmaya başlanmıştır. Yapılışı: Un, su ve tuzla kulakmemesi yumuşaklığında bir hamur yoğrulur. İçine isteğe göre süt, yumurta da konabilir. Bu hamurdan alınan bezeler açılıp saçta pişirilir. Bir yanda yağlı, büyük bir tavuk haşlanır. Diğer yanda ıslanan pirinç yağda ince kıyılmış soğanla çevrilir. İçine haşlanıp didilmiş tavuk eti, tavuk ciğeri, ince doğranmış havuç, dövülmüş ceviz içi, kabuğu soyulmuş badem, dolmalık çam fıstığı, kuşüzümü, tarçın, pirinç, tuz ve karabiber eklenir ve tavuk suyu katılarak iç pilav hazırlanır. Pilav demlendikten sonra tepsiye aralarına tavuk suyu gezdirilip 3–4 kat yufka serilir ve bu işlem araya iç pilav döşenerek 2–3 kez tekrarlanır. En üstteki kata da iç konur, üstüne de tavuk suyu veya arzuya göre süt gezdirilip fırında pişirilir. Çulama bugün hazır yufka ile de yapılmaktadır. Yazındaki yerini bir şiirle örnekleyerek bitirelim;

Bereketim Bu bereketli topraklar üzerinde doğurdum ilk çocuğumu, İsmi konmamış bir güneş sembolünden ibaretti başkentim. Ve ne zaman yollar gelse aklıma, Bir avuç pirinç döktüm Başımdan aşağı ki, yeşersin dünya. Sevginin ve kalbin yeşilinde Göbek bağlarından oluşmuş bir dünya, Dönüyor dönüyor avuçlarımda. Üşenmedim Gömdüm onu da toprağa ki, Bir çocuğum daha olsun Menekşelerden papatyalardan. Elif Oktav Yeni yılda bereketiniz Anadolu kadar bol olsun. Sağlıcakla. 15 Aralık 2007 / Antalya

Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

IRAK KÜRDİSTANI’NA YAPILAN SINIR-ÖTESİ OPERASYONUN ARDINDAN GELEN TARTIŞMALARIN AKLA GETİRDİKLERİ

Ceset Saymak mı, Adam Saymak mı? Esen Uslu

C

ESET SAYMAK, ABD’nin yenilgisiyle sonuçlanan Vietnam savaşında kötü ün kazanmış bir deyimdir. O dönemin dünya koşullarında ABD’nin uluslararası bir anlaşma ile kurulmuş olan Kuzey Vietnam’ı işgal etmesi olanaksızdı. ABD zoruyla ayakta tutulan Güney Vietnam hükümeti o anlaşmayı çiğneyerek varlığını sürdürüyordu. Güney Vietnam’da bağımsızlık için ayaklananları bastırmaya çalışan ABD, Kuzey Vietnam’a karşı resmen savaş ilan edemedi. İkiyüzlü ABD’nin uçakları Kuzey Vietnam’ı bombalıyor, küçücük ülkeye İkinci Dünya Savaşı’nın tümü boyunca kullanılan patlayıcının toplamından fazla bomba yağdırıyordu. Ama ABD, resmi ağzıla “Vietnam Çatışması” dediği, ilan edilmemiş bu savaşta Kuzey Vietnam’ı işgal edemiyordu. Bu durumda ABD ordusu kendi halkına “zafer” kazandığını nasıl gösterebilirdi? Soru önemliydi, çünkü Güney Vietnam’da ABD askerlerinin “düzen düşmanı komünistlerden kurtardığı” topraklar, askerlerinin çekilmesinin ardından, yeniden ayaklanmış halkın denetimi altına giriveriyordu. Generaller, ABD’nin savaşı kazanmakta olduğu söyleyebilmek için “üstün Amerikan teknolojisi” ve “kahraman askerlerin fedakâr” mücadelesiyle “düşman güçlerin eridiğini” kanıtlamanın bir yolunu bulmalıydı. Ceset saymak bu ortamda resmi politika olarak benimsendi. Çatışmaya katılan her askeri birim ceset sayısı raporunu bir üst subayın denetimine sunuyordu. Hilecilerin ceset sayısını abartmasına karşı önlem olarak cesetler bu subay denetleyinceye kadar gömülmüyordu. Hatta çatışma alanında öldürülenler emin geri bölgelerine kadar taşınıyor, orada gözetim altında sayılıyor, sonra gömülüyordu. Bu politikanın iki sonucu oldu. Başarılarını abartmak isteyen askerler uydurma ceset sayısı bildirmeye başladı. Uydurma haberler, gerçek durumla örtüşmeyince “güven boşluğu” denen ortam doğdu. Resmi ceset sayısı haberlerine kimse güvenmez oldu. Öte yandan ABD askerleri her Vietnamlıyı insan değil, düşman görmeye; sivil, çoluk-çocuk ayırmadan öldürüp, ceset saymaya başladı. Ceset sayma politikası, tam kırk yıl önce, 1968 yılının Mart ayında, Amerikan askerlerinin Miy Laiy köyünde bir katliama yapmasına vardı. Sayısı hâlâ kesin olarak bilinmeyen, ama 350 ile 500 arasında olduğu tahmin edilen silahsız çocuk, kadın ve yaşlı köylü katledildi, köy yakıldı. Katliama tepki duyan askerlerin raporları karşısında ordunun üst kademesi bu katliamı örtbas etmek istedi. O gün binbaşı olan Colin Powell bu raporları inceleyerek, böyle bir olay olmadığı kanısına vardı. O zatın bu tutumu olayın örtbas edilmesi çabasında uğursuz bir rol oynadı. Ne ilginçtir ki aynı zatı, yıllar sonra birinci Irak savaşı sırasında ABD Genelkurmay Başkanı olarak gördük. Aynı zat, bu ay içinde tüm dünyanın beşinci yıldönümünü nefretle anacağı Irak’ın işgali sırasında ABD Dışişleri Bakanıydı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde yaptığı konuşmayla ABD’nin sahte gerekçelerinin dünyaya yutturulmasında rol aldı. Ne var ki Miy Laiy katliamı, üç namuslu astsubayın ordunun baskılarına ayak diremesiyle ve bir fotoğrafçının çektiği birkaç kare resmin basına yansımasıyla kamuoyunun bilgisine ulaştı. O güne dek ABD ordusu, kendi halkına savaşı kazanmakta olduğunu kanıtlamak için her akşam televizyon haberlerinde kaç Amerikan askerinin şehit düştüğü; buna karşın kaç düşman Vietnamlı komünistin öldürüldüğünü haber olarak yayınlatırdı. Bu olaylardan sonra Vietnam’dan geri dönen her asker kendi ülkesinde bir kahraman olarak değil, “Bebek katili” diye karşılanır oldu. Bu, uğursuz ceset sayma politikasının sonunu getirdi. Aslına bakarsanız, bu iğrenç politikanın ve propagandanın bir kurtuluş savaşı karşısında ne denli etkisiz kalacağını Demokratik Vietnam Cumhuriyetinin Başkanı Ho Çi Min Amca, Amerikalılardan önce ülke-

sini işgal etmiş ve arkalarından teneke çalınarak kovalanmış olan Fransızlara yıllar önce söylemişti: “Her öldürdüğümüz askerinize karşı bizim on adamımızı öldürebilirsiniz. Ancak bu oransız durumda bile siz kaybedersiniz, biz kazanırız.”

Aynayı Çevir Yüzüne, Ne Görünüyor Gözüne

K

ırk yıl öncesinin bu deneyiminden ders alarak bugüne, ABD icazeti ile ABD istihbaratının belirlediği hedeflere karşı yürütülen sınır ötesi operasyonuna bakarsak, ceset sayma politikasını bizde de benimsediğini görüyoruz. ABD düdük çalınınca, “kalmaya gitmemiştik, zaten çıkıyorduk” diye “kurtardığımız” yerleri “düşmana” bırakarak ansızın sınır-ötesinden çekilme, “zafer” ile “bozgun”un birbirine karışmasına yol açtı. Bu karmaşada resmi açıklamaların, askerin başarısının kanıtı olarak, “üstün askeri gücümüz” ile “askerimizin kahramanlığı” karşısında “düşmanın eridiği” söyleminin benimsendiğini ve “ceset sayısı”nın başarının ölçütü haline geldiğini görüyoruz. Bu politikanın kaçınılmaz olarak bir “güven boşluğu” ortamı doğurduğunu da görüyoruz. Basına sızdırıldığı öne sürülen ses kayıtlarından bu konuda ordunun komuta kademesi içinde bile farklı değerlendirmeler olduğunu öğreniyoruz. Hatta Genelkurmay Başkanı’nın bir konuşmasından, kendilerine “ceset gösterin” baskısının yapıldığını, ama bunu insani bulmadıkları için yapmayacaklarını öğreniyoruz. ABD’nin gelişmelere katkısıyla, ırkçı-milliyetçi gericiliğin boğucu etkisi altına girmiş siyaset ortamımızda doğan güven boşluğu o kerteye ulaştı ki, iktidar partisine karşı tutumunda orduya toz kondurtmaz iki muhalefet partisi ile ordunun en üst kademesi kamuoyu önünde birbirlerine ağır sözler sarf ettikleri bir tartışmaya girişti. MHP, Genelkurmay’ın bazı açıklamaları, “terör örgütünün hak etmediği bir imaj ve prestij kazanmasına ve kendisine büyük bir güç vehmedilmesine hizmet” edebilir diye çıkıştı. Genelkurmay Başkanlığı bir basın açıklamasıyla yapılan eleştirileri “Türk Silahlı Kuvvetlerinin terörle mücadele azmine, hainlerden daha fazla zarar vermektedir” diye damgaladı. Günümüzde siyasi ve toplumsal ortam, AKP’nin “türban” tartışmasını yeni bir boyuta taşımasıyla ve düzenin tüm unsurlarının birbirleriyle olan çatışmalarının ayyuka çıkmasıyla belirlenmektedir. Bu ortamda Alevi-Bektaşiler, bugüne tarihten ders alarak bakmayı bilen; haklı-güçsüzü, haksız-güçlüden ayırmayı bilen felsefelerine sahip çıkmalıdır. “Kürt sorunu-terör” şifresi ardına gizlenen şeyin aslında Türkiye’de kapsamlı demokrasi sorunu olduğu görülmelidir. Bu sorunun çözümünün ceset sayarak değil, Kürt emekçilerini ve yoksul köylülerini adam sayarak bulunabileceğini kavranmalıdır. Demokrasi diyen kişi, demokrasinin Kürt emekçileri adamdan saymak anlamına geldiğini bilmelidir. Alevi-Bektaşi emekçiler, yaşam ya da ölüm kertesinde önem verdikleri “laik demokratik cumhuriyet” isteminin, Kürt yoksullarının adam sayılmak istemi ile bir ve aynı olduğunu kavramak zorundadır. Bu nedenle Alevi-Bektaşiler, ceset sayılarının ya da hedefsiz ve sonuçsuz kahramanlık menkıbelerinin gözlerini boyamasına izin vermemelidir. Hepimizin gözü önünde egemenleri birbirine düşüren “güven boşluğu” ortamının ardında yatan, onların Kürt-Türk, Sünni-Alevi tüm işçi emekçilerden yükselen kapsamlı demokrasi istemine karşı olmalarıdır. O nedenle toplumsal muhalefet, tek ve ortak bir demokrasi programında birleşemedikçe, gönlümüze göre bir demokrasiyi kuramadıkça gelecekte yolumuzun önünde yeni katliamlar, kırımlar durmaktadır. Alevi-Bektaşilere kendi tarihlerinin ve başka halkların tarihinin gösterdiği budur.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.