SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
SEZGİSEL BİLGİYLE EDİNİLEN KESİNLİK IŞIĞI
Bu Sayida Veliyettin Ulusoy Londra’da Yapılan Konuşma: Alevi-Bektaşilik Felsefesi Üzerine
Makalat’a göre; ilham, fehm, aşk, şevk ve muhabbet cana kondu; can dirildi; akıl egemen oldu; geleni, varanı bildi. Çünkü tüm nesneler canla dirilir, can marifet ile dirilir. Onun için marifetli canlar, erenler canıdır; marifetsiz canlar, hayvanlar canıdır. Su olarak algılanan marifet, gönül gözünden akar ve bostan olarak bilince çıkan canı sular.
Marifet Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni
Fkret Otyam “Ne Zaman Bir Dosta Gitsem Evde Yoklar” Esat Korkmaz Aleviliğin Yazgısı Tarihi Aşmaktır İsmal Kaygusuz Bir Batını-Tasavvuf Kitabı: Makâlat-ı Şeyh Sâfi Ham Kutlu Tufandan Günümüze Nevruz (Xızır û Nuroj) Metn Acar Aleviler ve Devlet İlişkisi - Bölüm: I Gülçn Akça - Ahmet Koçak Antalya’nın Bektaşi ve Tahtacı Köyleri - Bölüm II Al Aksüt İlk Abdal Musa Dergâhı, Kâfi Baba ve Yuvalı Erdal Erzncan ve Balama Orkestrasi Bağlamanın Miracı - Esat Korkmaz Murtaza Demr Aleviliğe Karşı Alınan “Tedbirler” Mustafa Özcvan Bilinç ve Şapka Kendal Doan Babek: Zamanı Gelmiş Bir Önder Fatma Ataseven Remzi Aydın’la “Göçebe Ruhlar”ı Söyleştik İsmal Özmen Tasavvufta Aşk Kavramı Hürrem Ulusoy Güzide Ana
Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Nisan Sayi:
40
A
levilik “marifet” temelli bir felsefe-inanç ve öğretidir: Bu bağlamda “marifet” yol erinin “yol kültürünü” kucaklar; marifet bilgisini “almaya” başlayan yol insanı “kendine gebe” kalır ve “yol doğumunu” gerçekleştirir. Makalat’ta söz edilen ilham inançta, kulun kendi isteği, gücü ve çalışmasına bağlı olmaksızın, doğrudan Tanrı vergisi olarak kalbe atılan, gönüle doğan anlam, sezgi, bilgi anlamına gelir. İlham, akıl ve duyuların aracılığı olmaksızın, tanrısal gerçeklerin ve sırların, varlık ve olayların iç yüzünün, velinin gönlüne doğması biçiminde algılanır. Bu durum ancak arınmış gönüller için söz konusudur. Akıl ve duyu yanılgılarından uzak olduğu için, ilhamda aldanma ve yanılma payı yoktur. Geleneksel söylemde; Makalat’ın bu açıklamasının yüzeysel anlaşılması sonucu, “Akıl şeriat ve tarikat kapıları için gereklidir; marifet ve hakikat kapılarında akla gereksinme yoktur” biçiminde özetlenebilecek bir ters bilinç ortaya çıkmıştır. Bu doğru mudur? Doğru olmadığı açık: Burada anlatılmak istenen şudur: İnançtan akla atlayarak şeriat ve tarikat kapılarında eğitilen yol ehli can; zâhirden kaçış görüntüsü altında bâtını yani gerçeği akılla kavrama gücüne erişmiştir. Daha açık bir anlatımla beyin, marifet kapısı ile birlikte daha az düşünme etkinliğinde bulunarak daha üretken bir aşamaya sıçramıştır. Nesnel süreçteki doğal yasaları, birey ilişkilerini ve toplum yasalarını; özel bir düşünme çabası harcamadan kavrayabilmektedir. Özcesi üretkendir. Gördüğü, duyduğu şeyler; bunun da ötesinde görmeden, duymadan soyut olarak algıladığı şeyler arasında var olan ortak yasalar/kurallar/ilkeler kendiliğinden gibi gözüken ama kesinlikle daha önceki “bilgi birikiminin” bir sonucu olan süreçte, “beynin bir yansıması” durumundaki gönülde belirir. Hak ile Hak olma yolunda yüründüğünden; yol ehli can, “üzerine aldığı yükümün” bir gereği olarak birey gücünün/yeteneğinin üstünde bir güç/yetenekle donanır. Akıl insanından çok inanç insanı ya da söylence kahramanı durumuna dönüşür. Akıl arkada, görülenler/duyulanlar, hatta görülmeden/duyulmadan soyut olarak algılananlar öndeymiş gibi görünür; gerçeğinde önde olan “akıldır”. Akıl alanı terk edildiğinde; akla gereksinme duymadan ulaşıldığına/elde edildiğine inanılan hemen her şey “yok” olur. Akıl size seslendiği zaman ona “kulak vermek” durumundayız: Çünkü akıl, dikkatli bir yönetici, sadık bir yol gösterici ve bilgili bir danışmandır; karanlığın içindeki aydınlıktır. Akılla “akraba” olunsa bile aklın “kan kardeşi” marifetten yoksun olunursa, kendimizi savunamayız: Açık konuşursak “marifet” aklın “tanığı”dır. Akıl ve öğrenim, can ve beden gibidir: Akıl, en büyük öğretmen olarak algılanan Yaşam’ın “kaynağıdır” ve gerçeği gösteren bir “şamandıra”dır. Can bedeninizi, beden canımızı “düşmanını izler gibi izlemek” durumundadır. Nedeni açık: Marifet bilgimizin buyruklarına uymayı öğrenmedikçe kendinizi yönetemeyiz. Hatanın bedenimize, bedenimizden içimize nereden “giriş” yaptığını saptamamız gerekir: Saptayalım ki “çakış” kapısının “dar” olmamansa özen gösterebilelim. Yine burada geçen fehm, inancı anlama ve bunun gereğini yerine getirme anlamını taşır. Alevilik-Bektaşilikte “din” dendiğinde “bâtıni inanç toplamı” anlaşılır. Dinin zâhir anlamı; insanın kutsal olanla ilişkisini betimleyen inanış ve dogmalar bütünüdür. Alevi-Bektaşi inancında ise “dinin” ikili anlamı vardır: a) Yol makamında beliren inançtır; tektanrıcı inancın dünyalaşmasıyla kazanılan ve yeni bir içerikle biçimlenen yarı-ilahi boyuttur. Akılla ulaşılan sonuçları kutsayan, düşüncenin evrimine koşut olarak değişimler/dönüşümler geçirerek anlamlı ve güncel kalan manevi ilkeler/kurallar bütünüdür. Tanrı’nın eksiksiz sureti olarak beliren insan-ı kâmil’in, bunun yüceltilmesi bağlamında kutbun yaşama görüşüdür. (Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)
Marifet b) Âşktır, sevgidir. Aşk, yol makamında beliren inanç dünyasında, kutsal köken olarak öne çıkan tanrısal varlığı, içten gelen bir eğilimle sevmedir; sevginin insanı bütünüyle egemenliği altına almasıyla sevenin sevilende kendini yoketmesidir. Fiziksel dünya, Hakikat’ın yokluktaki bir yansımasıdır. İkilik duygusu, Tanrı’nın varlığı gerçeğini insandan saklayan bir örtüdür. İnsanın içinde, çıktığı kaynakla yeniden birleşme eğilimi vardır. Bu nedenle insan kendi “ben”iyle bir savaşım içine girer. “Birlik”in sağlanabilmesi için “ikilik” aşılarak, “ben” fethedilir. “İkilik duygusu”nun aşılması ve “ben”in fethedilmesi, ancak “aşk gücü”yle olanaklıdır. Bu aşk içimizde vardır; çünkü o da, Tanrı’nın kendi yapısının bir parçasıdır. Bu bağlamda, içene saz çalıp şiir söyleme yeteneği ve becerisi kazandırdığına inanılan içki olarak algılanan aşk badesi, kâmil insanın bilgisinden başka bir şey değildir. Yol ehli can, bu bilgiyle donanır; bu bilginin gereklerini yerine getirir. Tektanrıcı dinin emirleri, bâtını bilmeyen cahillerin yerine getirmekle yükümlü olduğu görevlerdir. Yol ehli canlardan bu emirler düşer. Makalat’a göre cana konan ve canın dirilmesine ve aklın egemen olmasına yol açan bir diğer durum ise şevk’tir. Şevk, Tanrı sevgisinden, tanrısal tecellilerden kaynaklanan coşkuyu anlatır. Bu inançtan akla atlanılarak yakalanan yol sürecinde; üretken kılınan aklın, kendi yaratıları karşısında duyduğu hazdır/onurdur. Canı sulayan, düşüncenin evrimini kesintisiz besleyen muhabbete gelince; onun da ikili bir anlamı vardır: a) Tanrı’ya, yol ulularına ya da yolda yapılan bir işe, eyleme karşı gönülde uyanan sevgi, bağlılıktır. Bu sevgi ve bağlılığın kesintisiz yaşanmasıyla tan rısal âlemin gücü içinde erimeye koşut olarak; Tanrı’nın tarikat yolcusundan “ben” özelliklerini alarak yerine kendi özelliklerini koymasıyla elde edilen “bir” olma olgusuna ulaşılır. Kurgulanan inançla özdeşleşip halk’a dönülmesiyle inanç dünyalaşır; bunun doğal bir sonucu olarak Tanrı yeryüzüne iner ve yeryüzü tanrısallaşır. b) Bir şikâyetin, sorunun tartışılıp değerlendirilmesi ve bir sonuca bağlanması için yapılan cem törenidir; muhabbet meydanıdır. Meydanın Alevi-Bektaşi inancında çok özel bir yeri vardır. Meydana niyaz etmek; bir aşama olarak algılanan ve yolda ceme katılanları temsil eden mekâna, bir dileğinin gerçekleşmesi için yakarmak anlamını taşır. İbadet meydanı, erenler meydanı ya da Kırklar meydanı adlarıyla da anılır.
DUYURU NEJAT BIRDOĞAN ANISINA İstanbul’da, Hadi Çaman Tiyatrosu’nda 3 Mayıs Günü Yapılacak Olan SEMPOZYUM Ortak Düzenleme Komitesi İçinde Çıkan Sorunlar Nedeniyle İPTAL EDİLMİŞTİR. Sempozyumun Hangi Tarihte ve Nerede Yapılacağı Daha Sonra Duyrulacaktır. ESAT KORKMAZ
2
SEÇME HABERLER
Derleyen: Seda Coşkun
“Alkolsüz Türkü” Üretildi 16 Mart Pazar
Sağlık Bakanlığı, 14 Mart Tıp Bayramı nedeniyle, Leyla Gencer Sahnesi’nde bir tören düzenlendi. Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın katıldığı törende, yılın doktorlarına ve sağlıkçılarına ödül verildi. Gecenin sonunda Sağlık Bakanlığı’nın koordinatörlüğünde sağlıkçılardan oluşturulan iki ayrı koro katılımcılara müzik ziyafeti çekti. Ancak türkülerdeki alkollü kısımların makaslanması şaşkınlık yarattı. Sağlık Bakanlığı Türk Halk Müziği Korosu’nun gecede seslendirdiği üçüncü türkü olan Âşık Mahzuni Şerif’in “Kanadım Değdi Sevdaya” türküsünden, eserin orijinalinde yer alan “İçmişem sarhoşam dünden, bayram eyledim bugünden, âşıkların köprüsünden, döndüm döndüm geçemedim” bölümü tamamen çıkarıldı. Aynı türküde yer alan “aşk şarabı” ifadesi korundu. Kerkük türküsü olan “Evlerinin önü mermer döşeli” de sansürden nasibini aldı. “Evlerinin önü tahta daraba, oğlan işlediğin verir şaraba, şarapçının evi olsun haraba” dizeleri tamamen çıkarıldı. “Sarhoşlar geliyor eli şişeli” dizesi de “Doktorlar geliyor eli şişeli” olarak değiştirildi.
Demirel: Türban Şeriat Aracı 9 Mart, Pazar
Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, türbanın özgürlük olarak değerlendirilemeyecek kadar masum bir simge olmadığına dikkat çekerek, türbanın başka ülkelerde şeriat devleti arayanların aracı olduğunu ifade etti. Demirel, türban konusunun Türkiye’ye has ve yeni bir konu olmadığını belirterek şunları söyledi: “Türban şeriat devleti arayan İslami cereyanların kullandığı araçlardan biridir. Aslında göründüğü kadar masum göründüğü kadar ‘Ne var bunda canım, işte özgürlüktür’ denecek
cinsten bir şey değildir. Bizim ülkemizde de başka ülkelerde de tartışılmıştır. Bu zamanda böyle bir meselenin yeniden Türkiye gündemine gelmesi ve alevlenmesi Türkiye için talihsizliktir”.
kadınla evlenmeye izin var.” açıklamasını yaptı.
Diyanet’ten Skandal Fetva
AKP Hükümeti ve AKP’li belediyeler, her fırsatta kaçak yapılaşmaya izin vermeyeceklerini söylüyor. Ancak AKP’li Kıraç Belediyesi’nden gözünden, başka kimsenin gözünden kaçmayacak kadar büyük olan kaçak Kuran kursu, kaçmış olmalı. Aldığımız bilgilere göre İlim ve İrfan Yayma Cemiyeti tarafından izinsiz yaptırılan Büyükçekmece Kız Yurdu’na hiçbir yasal işlem veya engelleme yapılmadı, özetle; belediye, kaçak yapının bitirilmesine göz yumdu. Çevrede oturan mahallelinin şikâyetleri karşısında belediyenin harekete geçmemesi, kaçak yapının korunduğu düşüncesini daha da güçlendiriyor.
10 Mart Pazartesi Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi web sitesinde feminist hareket için “Feminizm adı verilen hareket, ahlaki ve sosyal bakımdan çok olumsuz sonuçlar doğurmaktadır” denildi. Kadın özgürlüğünün ailenin temelini dinamitlediği iddia edilen yazıda, “Kendi hayatımı canımın istediği şekilde yaşamak hakkımdır!” şeklindeki anlayışın, nikâhsız birlikteliklerin artmasına yol açtığına değinildi. Feminizmin erkekleri de olumsuz etkilediği iddia edilen yazıda şu ifadelere yer verildi: “Bazı erkekler eşlerini baskı zoruyla sadık kılmaya, yuvada tutmaya çalışmaktadır. Bazıları ise, zaten eşlerini başlarından atmak ve yuvayı yıkmak istediklerinden, boşanmanın olağan bir gidiş haline gelmesi bunların işini kolaylaştırmaktadır”
Erdoğan’ın Fikrî ‘Şeriat’ı
10 Mart, Pazartesi Her seferinde AKP’nin din eksenli bir parti olmadığını savunan Başbakan Tayyip Erdoğan’ın söylem ve uygulamaları bunun tersini işaret ediyor. AİHM’nin türban kararı üzerine “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Bu hak din ulemasınındır.” diyen Erdoğan, yurtdışında Türk Medeni Yasası’nı yok soyarak Kuran’a göre dört kadınla evlenmenin şartlarını anlatmasıyla tartışma yarattı. Erdoğan, AİHM’ye türban kararı nedeniyle tepki gösterirken, “Mahkemenin bu konuda söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır.” dedi. Erdoğan, Almanya’ya yaptığı gezi sırasında bir milletvekilinin “İslam ülkelerinde dört kadınla evlenilebiliyor. Bu da Kuran’da var mı, mecburi mi?” sorusu üzerine, Türk Medeni Yasası’nın hükümlerini yok sayarak, “Hayır, bu Kuran’ın emri değil. Ama bazı özel durumlarda dört
Belediye Kaçak Kuran Kursuna Göz Yumuyor 12 Mart, Salı
Kürt ve Çingene Davası 30 Mart, Pazar
“Kürt ve Çingene nüfusu artışı durdurulsun” diyen ‘Türkçü Toplumcu Budun Derneği Başkanı Tozkoparan, bunu devlete önerdiklerini söyledi. İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı, çalışmalarını 2007’de kendisini feshedip sonlandıran “Türkçü Toplumcu Budun Derneği”nin Başkanı Rifat Cenk Tozkoparan hakkında benzer fikir ve çalışmaların da yargılama konusu olacağını gösteren bir dava açtı. Kürt ve Çingene nüfusunun artışının durdurulmasını isteyerek, Türk kadın ve erkeklere “çocuk yapın” çağrısında bulunan Tozkoparan, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan yargılandığı davaya Helsinki Yurttaşlar Derneği ile Avrupa Çingene Hakları Merkezi Vakfı da müdahil oldu. Derneği de fikirleri doğrultusunda kurduğunu ve İçişleri Bakanlığı’ndan gerekli faaliyet izinlerini aldığını öne süren Tozkoparan şunları söyledi: “Anayasa’mıza göre Türkiye’de Türk milleti dışında bir millet yoktur. Kürtçüler, DTP’liler açıktan, ‘Türkiye’de Kürt halkı vardır. Bize özerklik verilmesi lazım’ diyor. Kendisini Kürt ve doğulu olarak ifade eden vatandaşlar televizyon programlarında
Sayı 40
SERÇEÞME hiç sorulmadığı halde ‘Kürdüm, doğuluyum, 10 tane, 20 tane çocuğum var, 4–5 karım var’ diyorlar. Türk milletinden bu çocuklara bakmasını söyleyip yardım istiyorlar. Çoğunluğun azınlık durumuna düşmemesi için dengeli bir nüfus artışıyla Kürt nüfusun artışının durdurulmasını devlete bir öneri olarak sunduk.”
Cennete Gitmenin Yolu Savaşmaktır 17 Mart, Pazartesi
İnsan Hak ve Hürriyetleri (İHH) İnsani Yardım Vakfı, çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte, “Şifahen Değil Acilen” sloganıyla “Filistin’le Dayanışma Gecesi” düzenledi. Geceye, Anadolu’da Vakit Gazetesi Yazarı Abdurrahman Dilipak’ın konuşması damgasını vurdu. Dilipak, Ümraniye Haldun Alagaş Spor Kompleksi’nde düzenlenen gecede, cennete gitmenin yolunun savaşmaktan geçtiğini söyledi. Şu anda Üçüncü Dünya Savaşı’nda asker olduğunu belirten Abdurrahman Dilipak, “Allah sizin şehit olmanızı istiyor. Bu Allah’a ulaşmanın en kolay yoludur. Allah sizinle zulmedenleri cezalandırmak istiyor. Eğer bunları yapmazsanız kendi cenazenize odun taşırsınız. Allah’ın ipini bırakırsanız o da sizin ipinizi bırakır” diye konuştu. İnsani Yardım Vakfı (İHH) Milli Görüş camiasının uluslararası yardım kuruluşu. Asıl işi Türkiye dışındaki İslam ülkelerinde yardıma muhtaçlara yardım yapmak.
Türkiye’de İşkence Artıyor 28 Mart, Cuma
Türkiye’de 2007 yılında işkence gördüğü iddiasıyla 452 kişi Türkiye İnsan Hakları Vakfı’na (TİHV) başvurdu. İşkence görülen kurum ve yerler ile işkencenin şiddetine de değinilen raporda, kötü muamelenin en çok karakollarda, açık havada ve sokakta görülmesi ve bu yerlerde en ağır işkence türlerine rastlanması Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda (PVSK) yapılan değişikliği tekrar gündeme getirdi. Türkiye’de başta yaşam hakkı, işkence yasağı, düşünce ve ifade özgürlüğü olmak üzere ciddi insan hakları ihlalleri gereken yasal önlemler alınmadığı için halen devam ediyor. İşkence ve kötü muamelede artış anlamına gelen hak ihlallerinin ülke çapındaki sonuçları THİV Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri’nin çalışmaları kapsamında açıklanan raporla da ortaya çıktı. TİHV’nin İstanbul, Ankara, İzmir, Adana ve Diyarbakır olmak üzere beş
Nisan 2008
kentte bulunan merkezine işkence gördüğü iddiasıyla 2006 yılında başvuran kişi sayısı 337’ydi. 2007 yılında ise bu rakam 293’ü erkek, 159’u kadın ve 33’ü çocuk olmak üzere toplam 452’yi buldu.
Vali, Nakşibendî Cenazesinde 22 Mart, Cumartesi
Nakşibendî tarikatı şeyhi Müşerref Özcan, çarşamba gecesi karaciğer yetmezliğinden 83 yaşında öldü. Özcan’ın önceki gün Siirt’te yapılan cenaze törenine, Türkiye’nin her tarafından müritleri akın etti. Şeyhin cenaze törenine Siirt Valisi Necati Şentürk, Belediye Başkanı AKP’li Mervan Gül ve Emniyet Müdürü Cuma Ali Aydın da katıldı. Özcan, Çarşı Abdulhakim Sancak Camii’nde kılınan namazın ardından Ulus Mahallesi’deki Şeyh Süleyman Mezarlığı’nda toprağa verildi. Siirt’te ‘küsleri barıştıran, kan davalarını sona erdiren ve sözü geçen’ bir kişi olarak bilinen Özcan’ın iki eşinden 13 çocuğu bulunuyor.
Alevi Köyüne İmam Atandı 12 Nisan, Cumartesi
Cemaati olmayan iki Alevi köyüne iki imam atandı. İmamlar maaşa kavuştu ama cemaat bulamadı. Tunceli’nin Hozat ilçesi Uzundal ve Yenidoğdu Alevi köylerinde bir tek Sünni yurttaş bulunmamasına karşın, bu köylere iki imam kadrosu verildi ve iki imam ataması yapıldı. Kadroları köylerde görülen imamlar maaşlarına kavuştu.
İslam’da Kadın Hakkı Yok 28 Mart, Cuma
Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ, dört bin yıl önceki Sümer kültüründe bile kadınların İslam hukukundan daha üstün bir konum ve yaşama sahip olduklarını söyledi. Cumhuriyetin kurulmasının ardından kadınlara evlilik belgesinin verildiğini anımsatan Çığ, “İslamda kadınlarla erkekler eşit değildir. Oysa bundan dört bin yıl önce Sümerlerde bile kadınlarla erkekler eşit haklara sahipti” dedi. Başkent Okulları’nda “Anadolu Medeniyetlerinden Günümüze Kadın” konulu konferans veren Çığ’a öğrenciler büyük ilgi gösterdi. Öğrencilerin “Atatürk ‘ü gördünüz mü?” , “Cumhuriyet döneminde kadınların toplumdaki yeri nasıldı?”, “Kadınlar haklarına tam olarak sahip olabilecek mi?” şeklindeki sorularına yanıt veren Çığ, şöyle konuştu:
“Atatürk’ü gördüm, ama yakın diyalogumuz olmadı. Cumhuriyet döneminde kadınlar erkeklerle eşit hale getirildi. Kadınlar mücadele ederse, yasalardaki tüm haklarına sahip çıkarsa bu ülkede her şey daha iyi olur.”
Velileri Yeni Şafak ve Star Almaya Teşvik Edin 13 Mart Perşembe
Burdur İl Milli Eğitim Müdürü Recep Yiğit, kentteki 131 okul müdürlüğüne ikişer kez e- posta yollayarak Yeni Şafak ve Star gazetelerinin satın alınması ve velilerin buna özendirilmesi talimatını verdi. Milli Eğitim Müdürü Recep Yiğit, bu gazetelerden “Yeni Şafak’ın kuponla İngilizce- Türkçe sözlük, Star’ın ise kitap verdiğini belirterek, diğer gazetelerin de aynı şeyi yapması halinde onları da tavsiye edeceğini” belirtti. Sendikalarının şube başkanları olayı gerici kadroların gazetelerini öğrencilere okutturmaya çalışmak olarak değerlendirdi.
Munzur Vadisi İçin Delil Tespit Davası Açıldı 14 Mart Cuma
Munzur Vadisi’nin barajlar altında kalmaması için, Tunceli Sulh Hukuk Mahkemesi’nde Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Erzurum Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’ne “delillerin tespiti” için dava açıldı. Avukat Barış Yıldırım tarafından açılan dava dilekçesinde Munzur Vadisi Milli Parkı’nın için çeşitli tespitlerde bulunması istendi. Dilekçede, “taşınmaz tabiat varlığı” özelliklerini sahip olup olmadığı, “1. derece doğal sit” alanı özelliklerini sahip olup olmadığı ve “korunma alanı” olma özelliğine sahip olup olmadığı yönünde tespitlerin yapılması talep edildi. Ayrıca aynı konu ile ilgili dilekçenin Kültür ve Turizm Bakanlığı’na iletilmesi için Tunceli Valiliğini de aynı dilekçe verildi.
Yüzyılın ‘Zihni Sinir’ Projesi 14 Mart Cuma
Okullarda uyuşturucuya savaş açan İstanbul Milli Eğitim Müdürü Ata Özer, müdürlüğü ‘laboratuvar’a çevirerek ‘arı deneyi’ başlattı. Ata Özer’in projesi kapsamında arılar iki aydır çeşitli uyuşturucu maddelerle besleniyor. ‘Zihni Sinir’ projelerini andıran deney
sonunda arıların ava çıkarak, üzerinde uyuşturucu olanlara konması bekleniyor. Deneyde henüz ölen arı yok ancak denek insanların başına neler geleceği meçhul.
Sağlıkta Korkutan Ayrımcılık 17 Mart Pazartesi
Kayışdağı’ndaki Darülaceze Müdürlüğü’nde, sekiz ay eğitim alarak bakım hemşiresi ve bakım görevlisi sertifikası alan türbanlı kursiyerler, sertifikalarını veren erkeklerle tokalaşmadı. Erkek eli sıkmayan kadın bakıcının, erkek hastalara nasıl bakacağı sorusunu akla getiren görüntüye tepki gösteren sağlık örgütü temsilcileri, sağlıkta dini inançlarını gerekçe göstererek cinsiyet ayrımcılığı yapanlarla daha sık karşılaşılmaya başlandığını vurguladı. AKP, MHP ve DTP ortaklığı ile yapılan anayasa değişikliğinin ardından kamu kurumlarındaki türbanlı sayısının hızlı artışı, “Kamu kurumlarında cinsiyet ayrımcılığı hangi boyuta ulaşacak” sorusunu gündeme getirdi. İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Özdemir Aktan , “Tıp fakültelerindeki türbanlı öğrencilerin erkek kadavraya dokunmak istememesi gibi olaylar da çıkıyor karşımıza. Bunlar kabul edilebilecek olaylar değil. Biz tıp fakültesinden mezun olurken ırk, cinsiyet, dil, din ayrımı yapmayacağımıza dair yemin ediyoruz. Tıp mensubunun da böyle bir ayrımcılık yapması kabul edilemez. Gelişmeler endişemizi arttırıyor” dedi.
Bir İşçi Daha ‘Kaza’ Diye Yutturulan Bir İş Cinayetine Kurban Gitti 31 Mart Pazartesi
Tuzla Tersaneler Bölgesi’nde faaliyet gösteren Sedef Tersanesi’nde çalışan Ali İhsan Çam (31) adlı bir işçi düşerek kafasının yere çarpması sonucu yaşamını yitirdi. Son kaza ile birlikte bölgede son sekiz ayda meydana gelen kazalarda yaşamını yitiren işçi sayısı 19’a yükseldi. Sedef Tersanesi Genel Müdürü Cumhur Kuter olayla ilgili yaptığı yazılı açıklamada yaşamını yitiren işçinin ölüm nedeninin, “kapalı boya atölyesini aceleyle terk ettiği sırada, iskeleden inerken son platformdaki otuz santimetre boşluktan yere düşerek kafasını çarpması” olduğunu ileri sürdü.
3
SERÇEÞME
“Ne Zaman Bir Dosta Gitsem Evde Yoklar” Fikret Otyam
Mustafa Enhas Dede, sesiyle parmaklarıyla güzelliklere güzellikler katıyor.. Bitirince, “Dede devam” diyorum o doyulmaz sese ve tezenesiz parmaklarına “acımadan!” Bir Pazarcık keyfi Elif Ana’nın evinin bahçesinde.. Sakalımdan biliyor elini yüzümde gezdirirken, hemen soruyor: “Keyfete hoşe gazataciya?” “Hoşe Elif Ana, hoşe..”
M
ARAŞ’IN Pazarcık ilçesindeyim kırk altı yıl önce. Yanımda,onlarsız asla edemediğim iki can dostum var, ses alma ve fotoğraf makinelerim.. Hastası olduğum “Kızılbaş havaları” derliyorum yedi iklim dört köşeyi dolanıp; çalanları, avazlayanları ve ora canlarını daha yakından tanımak, bilgi dağarcığımı zenginleştirmek tutkusu ne keremdir bilirsiniz... Yeni dostlarla kavilleştik, akşam onlardan birisinin evinde cem olacağız. Kaymakama da uğradım, izindeymiş yerine Hükümet Doktoru bakıyormuş, buraya doğduğum Aksaray’dan atanmış orada eczacı şair ağabeyim Nusret Otyam’dan sevgiyle özlemle söz ediyor. Akşam birlikte olmamızı isteyince durumu anlatıyorum, yanıtı: “Senin dostun/dostların benim de dostlarım sayılır hepsi konuğumdur” oldu. Evinin kocaman balkonunda oturduk “Benim dostlarım onun da dostları olan” canlarla.. Gökyüzü yıldız doluydu, ellerimizde dolular.. Sofra, dolu eşliğiyle donanmış.. İriyarı, sevgi bakışlı, tezene kullanmayan ve gür sesli can, Fuzuli’den bir mersiye avazlıyor, gecenin cırcır böcüleri bile susmuş.. Sonra deyişler.. Nefesler.. Semahlar. Mustafa Enhas Dede, sesiyle parmaklarıyla güzelliklere güzellikler katıyor.. Bitirince, “Dede devam” diyorum o doyulmaz sese ve tezenesiz parmaklarına “acımadan!” Soluklanırken, Maraşlı Âşık Kul Ahmet’in tenbihi düşüyor aklıma. Saz çalarken bülbül konarmış sazının ucuna, sesine de diyecek yokmuş, hazır uzanmışken hocasını aramadan/görmeden dönersem Ankara’ya, oralara boşa gitmiş sayılırmışım! Saat neredeyse yirmi üçe geliyordu, ev sahibimiz bekçiyi görevlendirdi, tarifim üzerine Köprübaşı köyündeki evine uzandı ciple, çalarken sazının ucuna bülbül konan ustasını getirmeye!. Ve asık suratlı, avurtları çökük, makas değmemiş bıyıklı, kasketli ve elinde telli Kuranıyla gelen mihmanı hep birlikte buyur ettik Ali sofrasına, doldurduğum akyakalı’yı sundum, kabullenmedi, zorlayınca dikti kafasına hepsini, yineledim ve Âşık Kul Ahmet’in selamını ilettim, ama aldığım yanıt “Böyle birisini tanımıyorum ”oldu sertçe! Mesele anlaşıldı, bekçi bir başka ozanı helalinin koynundan alıp getirivermiş! Rica minnet, bin bir özür ve eşliğinde bir dolu daha!.. Sazını bebe gibi kucakladı, rahatladım. Bunca yıldır saz dinledim tellerinin böylesine gerilmişine rastlamadım! O ise bir Karacaoğlan çekti, “Kaçma güzel kaçma boşu
4
boşuna”.. Zevkten öleyazdım.. Koca makara bant da keyifle dönüyordu.. Mustafa Enhas Dede de hayranlık içinde, herkes herkes.. Sekiz on deyiş, hepsi bir birinden güzel ve birden elektrik söndü ve anında yandı, ne bileyim saat 24 de elektriğin tümden kesileceğini! Kahrolmak neye yarar? Ve kayıtsız sürdü gitti gece! Bir Enhas Dede, bir Nuri Gümüş, ay ışığında. Can kurbandı bu yanlışlığa.. Sabaha karşı evden ayrılırken kolumdaydı Nuri Gümüş yalvarıyordu yürürken: “N’olur gitme kal, n’olur gitme kal, mihmanımız ol..”
Mustafa Enhas Dede
Y
İNE bir Pazarcık keyfi Elif Ana’nın evinin bahçesinde.. Sakalımdan biliyor elini yüzümde gezdirirken, hemen soruyor: “Keyfete hoşe gazataciya?” “Hoşe Elif Ana, hoşe..” Sonra Filiz’in kolunu tutuyor bermutad, incecik parmakları tam nabzının üzerinde, çok atıyorsa anlıyor heyecanlı olduğunu.. Videoya aldığımız o tarifsiz güzel cem’den sonra, hazır gelmişken sürüyoruz arabayı Mustafa Enhas Dede’nin köyüne.. Kısmet kapalı, Dede Maraş’a inmiş, varsın olsun beklemeye karar veriyoruz ne ki Filiz’in nabzı düşüyor ver elini Maraş’a doktora! Aradan yıllar geçiyor, yıllar.. 12 Eylül zindanında kızına yapılan zulum perişan etmiş dedeyi gelen haberlere göre.. Özledikçe bikez daha o güzelim gecenin kaydını dinliyorum tarifsiz bir keyifle.. Maraş’lı dostum Abdullah Özdemir arıyor on on beş gün önce, laflamak ve yeni çalışmalarını anlatmak için. Kara haber telgraftan geç geliyor, ya da çok erken, çağ değişti artık. Ve Abdullah can veriyor haberi: “Mustafa Enhas Dede Hakk’a yürüdü, duydun mu?” Al bir “evde yoklar” daha! O güzel gecenin band kaydı şimdi daha acılı. . Yattığı yer ışıklı ola,
Pazarcıklı Elif Ana
Mustafa Enhas Dede
İriyarı, sevgi bakışlı, tezene kullanmayan ve gür sesli can, Fuzuli’den bir mersiye avazlıyor, gecenin cırcır böcüleri bile susmuş.. Sonra deyişler.. Nefesler.. Semahlar.
Nuri Gümüş’ü bir daha göremedim iki kez oralarda aramama karşın. Yaşıyorsa ellerinden öperim, göçtüyse onun da yattığı yer aynı ola. Ne diyordu Madımak hayınlığında, insanlık dışılığında diri diri yakılan sevgili ozan dostum Metin Altıoklar, diyordu ki: “Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar Ne zaman bir dosta gitsem evde yoklar..”
Ey Kızılbaşlar Sözüm Sizlere!
B
İR Diyanet İşleri Başkanlığı’mız var, tamam mı? İkincisi var mı? Yok.. Onun en başı Diyanet İşleri Başkanı bir bilim adamı mı? Adamı. Başka Başkanı var mı? Yok! (İyi ki yok diyesim geliyor, ama demiyorum saygımdan.) Yaradana binlerce şükür, ülkemizde neredeyse adım başı cami, mescit ve dahi banka var. Siz birtakım Ali evlatları, yani Aleviler, bir başka anışla Kızılbaş’lar, sanki neredeyse evinize bitişik bir cami ya da mescit var iken neden “Cemevleri” diye tutturup Başkanımızı üzüyorsunuz? Yakışıyor mu yani, soruyorum? Sayın veya muhterem Başkan, cemevlerinin ibadethane ‘statüsüne’ alınması isteklerini nasıl değerlendiriyor bakın: “Aleviliğin özüne ve tarihsel tecrübesine aykırı.” Oysa Aleviler, Aleviliğin özüne ters düştüğü halde ve de tarihsel deneyimlerinin sonucu olarak tutturuyorlar illa cemevleri diye! Bunu kim mi diyor? Açıklayayım, eski kafakağıdında Dini: İslam - Mezhebi: Hanefi yazan, Vasıf oğlu Naciye’den doğma 1926 tevellütlü Fikret Otyam... Başkan karşı çıkıyor bu isteğe, söyle diyor demecinin sonlarına doğru: “Cemevlerinin ibadet yeri statüsüne alınıp alınmaması ve ibadet yerlerine sağlanan olanaklardan yararlandırılması ise hükümetin tercihidir. Verilen yanıttan anlıyoruz ki hükümet buna karşıdır.” Neden şaşmalı ki? Bu haberin başlığı da şöyle: “Cemevi Müslümanlıktan Koparır” Böyle diyen Başkan muhakkak bunlarla ilgili kitaplar da okumuştur görevi gereği ya da merakı. Bendeniz fakir de öğünmek gibi asla olmasın, merakım yüzünden ne bulursam okuyorum neredeyse yetmiş yıldır. Allah’ın bildiğini kuldan neden saklayayım, okuduğum kitaplarda kimi canlar katılmasa da en hoşuma giden bölüm başlıkları şöyle: “Alevilik İslam dışıdır..” Gerçeğin dem-i devranına Hü..
Sayı 40
SERÇEÞME
HACI BEKTAŞ VELİ DERGÂHI POSTNİŞİNİN 23 MART PAZAR GÜNÜ İNGILTERE ALEVİ KÜLTÜR MERKEZİ CEMEVİ’NDE KURULAN OKULUN AÇILIŞINDA YAPTIĞI KONUŞMA
Alevilik-Bektaşilik Felsefesi Üzerine Veliyettin Ulusoy
A
leviliğin Bektaşiliğin tarifi yapılmak isteniyor ve bunda da hiç başarılı olunmuyor. Dergilerde, televizyonda, internette hep bununla uğraşılıyor. Hareket eden, değişen bir şeyin tarifini yapmak da mümkün değildir. Onun ne olduğunu, ancak yaşarsanız anlarsınız. Ama Aleviliğin-Bektaşiliğin temel felsefesi nedir, onu size anlatmaya çalışayım, çok çok özetle, özetin özetiyle. Yaradanı artı olarak düşünün. Elektrikteki artı var ya, öyle. Yaratılan, insan, hem artı hem eksi.
Eğer insan hayatı boyunca eksilerini atarsa (Eksileri nedir? Kindir, garezdir, nefistir; hayatı boyunca bunları atar ise) artıya doğru bir gidiş olur. Öyle bir an gelir ki, devam ederse bu yolda, tamamen artı olur, eksileri
Hacı Bektaş Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy Londra’daydı İsmail Büyükakan
H
acıbektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy ve eşi 21 Mart-27 Mart tarihleri arasında Londra’da canların arasındaydı. 21 Mart Nevruz akşamı tutulan Cem’e katılan Veliyettin Efendi, Cumartesi günü sevgili Dertli Divani’mizin Mustafa Kılçık ve Harun Özdemir canlarla birlikte verdiği Hasbıhal Konseri’ne katıldı. Birbirinden güzel ve öğretici deyişlerin okunduğu konserin ardın-
Nisan 2008
dan İngiltere Alevi Kültür Merkezi (İAKM) yöneticileriyle sohbet eden Veliyettin Efendi, İAKM’nin çeşitli sorunlarının ele alındığı bir toplantıya katıldı. Geç saatlere kadar süren toplantının olumlu sonuçlandığının ilan edilmesi, dernekçilik faaliyetleri içinde ortaya çıkan anlaşmazlık ve ikilikten iyice sıtkı sıyrılmış olan tüm canları gerçekten sevindirdi. Veliyettin Efendi ve eşi, 23 Mart Pazar günü,
biter. Tasavvuf dilinde buna “Fenafillâh Mertebesi” diyoruz. Yani bir damlayla, bir deryanın, bir okyanusun birleşmesidir. O damla okyanusa ulaştığı an ondan artık o damlayı ayırt edemezsiniz. Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” dediği gibi, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin Dört Kapı-Kırk Makam formülü altında Allah’a ulaşmanın yollarını anlattığı gibi… Yani en kısa şekliyle, gönlümüzdeki, içimizdeki güzel olmayan şeyleri attığımız zaman yaratanla biraraya geliriz. Alevi-Bektaşi felsefesinin temeli budur. Bunu başarabilir isek yaratanla bir oluruz ve kâinatı seyretme makamına ulaşırız. Allah, yaradan, hepimize bunu nasip etsin. Dinlediğiniz için teşekkür ediyorum ve saygılar sunuyorum. Londra Dalston’daki Cemevi binasında büyük emekler verilerek hazırlanan Okulun açılış törenine katıldı. Türkçe dilli çocuklara destek eğitiminin yanında, gençlere ve yetişkinlere yararlı kurslar verecek olan Okulun hayırlı olması dileğiyle kesilen kurdelanın ardından tören için Cemevi’ne toplanan çok sayıda can topluca beş derslikli okulu gezdi ve yetkililerden bilgi aldı. Açılışın ardından, mikrofon Veliyettin Efendi’ye verildi ve bir konuşma yapması istendi. Kürsüye gelen Hacıbektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Efendi, kısa özlü ve son derece güçlü bir konuşma yaptı.
5
SERÇEÞME
Aleviliğin Yazgısı Tarihi Aşmaktır Esat Korkmaz Aleviler-Bektaşiler, alınyazısına karşı “kavga” vereceklerse eğer, her şeyden önce “Alevi aydınlanmasını” güncelleştirerek kendi alınyazılarını da kendi başkaldırılarının “göbeğine” yerleştirmek, kendilerini ve ötesinde içinde bulundukları toplumu “tarihi aşmaya” uyarlamak durumundadırlar.
K
ENDİ gelmeden geleceğe koşmak isteyen can “açtır”; canın açlığı, madde dünyasının “deminden” daha doğurgandır. Canın güvenliği, bedenin “korkusundan” daha değerlidir: Öyle değil mi? Toprağımda özgürlük bile “can güvenliğine” indirgendi. Cansal açlık, yaşamın anlamıdır ve can bu anlamla her şeyi kucaklayarak kendi çabalarını kendinde “mihman eder”. Kendi çabaları onun “düşü”dür; çabasını gerçekleştirdiğinde düşünü “yitirir”. Alevi aydınlanması, Alevilerin “düşüdür”; o düş gerçekleştiğinde düş olmaktan çıkar ama geçmişin gerçeği “kırılır” gelecek düşe dönüşür. Dünyayı kocaman bir insan olarak düşlediğimizde onun gönlü okyanusları oluşturur: Kalbi hızlandırıp gönlü biraz fazla ısıttığımızda gönül suyu “buharlaşır”; artık biz onu yönetemeyiz. Buharlaşan gönül suyu bulut olur vadileri, tepeleri-dağları aşar. Sonra rüzgârla buluşur; ateşli bir sevişme sonunda “gebe” kalıp ağırlaşır; başlar süzülmeye; oğul verip-kız verip damla damla düşer yere, yaprakların-çiçeklerin üzerine; Yeryüzü Ana kana kana içer, artanı derecik derecik akar; derecikler birleşir bu kez ırmak ırmak akar: Bütün bu çaba “kendi evine” dönmek içindir. Can da canların toplamı olarak algılanan ve Canan olarak adlandırılan Tanrı’dan işte böylesi bir “serüvenle” kopup gider: Tanrı, kendine âşık olduğunda “eyleme” geçer; iç ısısı yükselir ve “patlar”; enerji her yana saçılır. Her bir can beden edinme “telaşına” düşer; beden denen evi yapıp bitirdiğinde içine geçip oturur: Ancak “beden gailesi” içinde geçmişini unuttuğundan geleceğe de gidemez; seçeneksiz beden denen “hapishanesine” kendisini kilitler. Zincirlerini kırar, yeni bedenlerde özgürce dolaşarak ölümsüzlük kazanabilirse sorun yok demektir. Tersi durumda, “ölüm” denen şey gelir; o son âşıktır; senin aşkın: Sevişir seninle; o “gebe” kalır, ölümsüzleşemezsin adın “ölüm” olur. Bütün bu çaba da “geldiği yere dönmek” içindir. Kendimi kendime taşımak için kendimi “simge” yaptım; kendim ile buluşmaya başladığımda, kendi “öncem” hakkında bilgi sahibi olmaya başladım. Bu içimdeki “ben’in”, dışımdaki “ben’e” verdiği bir “güvence” oldu; içimdeki “ben’e” ilişkin kuşkularımı giderdi diyebilirim. Anlatabildim mi bilmiyorum? Kendimi “simgeleştirmekle”, kendimi “güncelledim”: Geçmişim bana “yansıdı”; üzerime geçmişin bilinci-inancı “düştü”. Bilincin-inancın düştüğü “deliğe” baktığımda, geçmişime bir “pen-
6
cerenin” açılmış olduğunu gördüm. Bu yolla “ölmüş zamanın ağırlığı”ndan kurtardım kendimi ve “şifreli-gizemli bir örtü”nün altına gizledim: “Gizemli dünya”nın bir üyesiyim artık; “bir kenara çekilmiş” şifrelerden “sıyrılabilen” insanların yaşadığı “açık ve çıplak dünyayı” seyrediyorum. Seyrettikçe seyrettiğim dünyanın, üyesi bulunduğum dünya ile bir “çelişki” oluşturduğunu algılıyorum. Derken simge ile yaşam, birbirine “kötü kötü bakmaya” başlıyor. Sanki simge, yaşamın çıplaklığını “örten” bir giysi imiş gibi çıplak dünyanın “ayıbına” taşınmak için simge denilen örtüyü “kaldıranları” izliyorum: Yaşanılan yerden gizil dünyaya, gizil dünyadan yaşanılan yere girip girip-çıkıyorlar. Simgelerin şifrelerinin “çözüldüğünü” anlıyorum; anlar-anlamaz dünya artık şuradan-buradan rastlantısal olarak fırlatılmış nesnelerden oluşan bir “yığın” olmaktan çıkıyor; doğum, ölüm, cinsellik, verimlilik ya da yağmur, dolu, kar vb olaylar anlam kazanıp çözülüyor. Demek ki kendimi kendime taşımak için kendimi “simge” yaptığımda “doğaya” ve “doğama” bir “olağanüstülük” kazandırıyorum: Şifresini çözdüğümde ise hem bu dünyayı “terk etmenin” hem de bu dünyayı “gizlemenin” sırrına eriyorum; yine hem doğayı, hem de kendimi “doğa olmayan yere”, yani “hiçliğe” taşımayı öğreniyorum.
Aydınlanma, aydınlık-karanlık karşıtlığının hangi yanının ürünü acaba? Aydınlık yanının mı? Yoksa karanlık yanının mı? Diyalektik düşünemediğimiz koşulda aydınlanma, karşıtlığın yalnızca “aydınlık” yanıyla ilişkilendirilir. Ben diyorum ki karşıtlığın “karanlık” yanından sakındığımız sürece aydınlanmacı olamadığımız gibi aydınlanmaya katkı da veremeyiz.
Yazgımız Öne Geçmesin Bir insanın üç türlü yazgısı vardır: a) Doğasal yazgı; insanın doğa karşısındaki kaderi; inanç diliyle söylersek tanrısal yazgı, b) Toplumsal yazgı; sınıfsal kader ve c) Bireysel yazgı; sınıf insanının kaderi. Sınıflı bir toplumda sınıf insanının “kaderi” olarak algılanan “toplumsal ve bireysel yazgı aşılmadan”, yani bu yazgılar üzerinde belirleyicilik oluşturulmadan doğasal yazgı üzerinde, metafizik tanrının dünya görüşü üzerinde “egemenlik” kurulamaz. Sözde biz şimdi “kendi doğamızın yazgısına” egemen olacağımız bir “çağı” yaşamaya hazırlanıyoruz. Apansız yakalandığımız da bir gerçek. Çünkü, kendi doğamızdan daha “cahil” bir duruma düştük; bu yüzden şeriatçı değer ve kurumlarla “burjuva demokratik devrimi zemininde” adam gibi hesaplaşamadık; bu toprağın ilerici dinamiklerini, özellikle Alevileri-Bektaşileri, bireysel-toplumsal ve doğasal
yazgı üzerinde “egemenlik” kurmaya yönelik olarak harekete geçiremedik. Eksik hesaplaşmanın “bedelini” ödüyoruz. Günümüze uzanan, ötesinde iktidara taşınan ve “karayazgı” çağına duyulan derin bir özlem biçiminde dışa vuran “köktendinci bağnazlık”, bizi yolumuzdan çevirmeye çalışıyor. Şeriatçı bir geçmişten gelerek, yaşanan anı ve geleceği şeriatçı biçimde “üretmeye” soyunuyor. Sünni Ortodoks inancı, toplumun tümüne, hatta doğaya dayatıyor; bireyin-toplumun ve doğanın bilincini “silmeye”, onun yerine metafizik tanrının “dünya görüşünü” yerleştirmeye çalışıyor. Aydınlanmayı, aydınlanmacıları, boğmaya yelteniyor; akıl taşıyıcılarını kuşatma altına alıyor ve hemen her türlü “insanlık kazanımına” saldırıyor. Aydınlanma zemininde düşüncenin evrimiyle sağlanan; insanlığın gelişmiş, derinleşmiş biçimi olarak algılanan ve bir “kazanılmış hak” durumunda bulunan insanlık kazanımlarını yadsıyacak mıyız? Bunu yaparsak kendimizi yadsımış oluruz; aklın karşı kanalına gireriz; insanlaşmanın “uzağına” düşeriz. Bu toprak insanını esenliğe kavuşturan aydınlanmacı güçlerin başında Alevilerin-Bektaşilerin geldiği savı, hemen herkesin ortak yargısı durumundadır. Yargının nedeni, Alevilerin-Bektaşilerin şeriatçı inanca karşı “akıl alanında” kalarak oynadıkları onurlu işlevin bilince çıkardığı bir gerçekliktir. Bâtınilikte bilme-bilinç, “neden” temellidir; “neden” ne denli sağlıklı bilinirse/güncelleştirilebilirse aydınlanma o edenli “sağlıklı” gelişir. Akılla ulaşılan sonuçlara cesaretle koşarken “kirlenmeye” karşı bir önlem olarak kendi inancını bile kendine “engel” gören Alevi-Bektaşi dünyasını, aydınlanma açısından sorgulamak, aydınlanmanın neresinde bulunduğunu “ikirciksiz” ortaya koymak zamanı gelmiştir artık. Düşünmenin kesintiye uğramasına izin vermeyelim: Çünkü düşünme eylemi, ancak şeriatçı bir inanç “dayatması” karşısında kendi kendisini “durdurabilir”. Şeriatçı inanç, her türden “sorgulamanın” son bulduğu noktada başlar. Öngördüğü “kesin” ve “değişmez” doğrular, insanı insan yapan düşünme yetisini “örseler, kısırlaştırır” ya da “ortadan kaldırır”. Bu nedenle şeriatçı inançta “evrim” yoktur; zaman içinde bir “ilerleme” göstermesi düşünülemez. Demek ki görevimiz/yükümlülüğümüz açık: Şeriatçı inancın “kesinliğine” ve “ödünsüzlüğüne” karşı durmak, düşüncenin “engellenemez evrimini” koşulsuz benimsemek durumundayız.
Alevi Aydınlanması Anadolu coğrafyasında Aleviler; tektanrıcı üç dinin (İbrahim-İsa-Muhammet dinleri) şeriatıyla kendinden “kopartılıp” gökyüzüne çıkarılan insanı, önce felsefesinin ve öğretisinin yorumuyla kuşattı. Akıldan inanca atlanılan zeminde kendi ürünü inanç yaratısınca zincire vurulan ve zavallılaşan insanı, inançtan akla inilen çizgi üzerinde “yukarıdan aşağıya uçurarak” yere, ait olduğu toprağa indirdi. İndirir indirmez de hümanizmin/ aydınlanmanın bireysel-kitlesel tabanını yaratmış oldu.
Sayı 40
SERÇEÞME Toprak üzerinde gezindirdiği insanı; önce bireyselleştirdi, sonra toplumsallaştırdı. Onu bir inanç varlığından bir yorum ve yetenek varlığına dönüştürdü: İnsan ya da insanlık sorunlarına akılcı çözümler bulma yolunda hizmetli yaptı. Hizmetli olmanın aydınlığında, devletin ve şeriatın uzağında, ona karşı kanalda, hümanizmi/aydınlanmayı yaratan/ üreten asıl toplumsal tabanı yakalamış oldu. İçinde yer aldığı toplum katında; uygarlık öncesi eşitlikçi toplum değerlerinin taşıyıcısı durumunda bulunan muhalefet insanının yaşama yordamı olarak algıladığı hümanizmi/ aydınlanmayı(1), devlete karşı halkla taraf etti. Aydınlanma dünyasında: Gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan Tanrı buyruklarına göre bedenleşen ve egemenin güdümünde canavarlaşan insana karşı üretici/yaratıcı insanı; konuşan Tanrı durumunda ve halk kimliğinde kişilendirdi. Bu potada, yani mazlumlar katında 72 milleti eritti; bir yaptı. İnsan-evren-Tanrı sorununu yeniden irdeledi: İnancın yerini akıl aldı. İnanca dayanan tanrıbilimin karşısına, inancı aklın denetimine veren bâtıni felsefeyi yerleştirdi. Tanrı-evren sorunu inanç sorunu olmaktan çıktı, bir insan sorunu durumuna geldi. Batı’da burjuva hümanizmi/aydınlanması(2) daha tarihin gündemine gelmeden Anadolu toprağında Aleviler; İlkçağ aydınlanmacılığının uzantısında ve İlkçağ hümanizminin(3) kuşatıcılığında insanın bedensel ve ansal (anlama-kavrama) yeteneklerini geliştirdi. Bu yolda, genelde şeriatçı dinsel değerlere, özelde feodal despota ve onun uşaklarına başkaldırdığında, burjuva sınıf kimliğinin henüz ufukta gözükmediği bir toprakta; ilksel eşitlikçi toplum değerlerini bayraklaştırarak, tasavvuf bağlamında ancak sezgiyle ulaşılabileceğini varsaydığı insanlığın son kurtuluşunu tarihin gündemine taşıyıverdi. Düşyapısal da olsa toplumcu hümanizmi/aydınlanmayı(4) en üretici halkasından yakalanmış oldu. Farkında mısınız-farkında mıyız bilemem ama bu toprağın Alevileri; hümanizmi/ aydınlanmayı, halk memnuniyetsizliğinin uzantısında ezilenin iktidara yönelik özlemlerinin taşıyıcısı durumuna getirdiğinde, kendilerini de tanrıbilimin karşısına koydular. Tasavvufi “maya” biçiminde algıladıkları hümanizmi, egemene yönelik isyanla bugünlere taşıdılar. Onbinlerle seslendirilen kıyımlara uğradıklarında ödedikleri bedel, toplumcu hümanizmi/ aydınlanmayı yaşama geçirebilmek için ödedikleri bir bedeldi bir bakıma. Bu anlayış en net ve en boyutlu anlamını; Şeyh Bedrettin’in, “Yarin dudağından gayri her şey her yerde ortak olmak için” ileri haykırışında buluyordu. Alevi hümanizmi/aydınlanması bugün: Ortaçağ’dan günümüze feodal değerlere/kurumlara karşı verdiği kavganın, bu yolda kazandığı deneyimlerin güvencesinde; kendisini geleceğe hazırlıyor. Kendisine yardımcı olacak toplumsal dinamikler özlenen toplu davranışı yaratamamış olsalar da Aleviler; tasavvuf algılarında “ters” duran gerçekleri ayakları üzerine “oturtarak” tarihin nesnel yasalarını, insanın özgürce gelişebileceği ve insanlığın hızla ilerleyebileceği insanlık çağına geçişin maddi koşullarını yakalama uğraşında kararlı gözüküyor. İnsanı aşağılaştırarak, uşaklaştırarak hümanizmi/aydınlanmayı boğmaya çalışan sistemin dayatmasını; insanın insanı sömürmesine son verecek asıl kimliği, emekçi kimliğini-halk kimliğini öne çıkararak-onurlandırarak çözmeye çalışıyor.
Nisan 2008
Talihin hep talihliden yana güldüğü bu toplumsal “cangıl”da Aleviler; inadına aklının yolundan yürüyerek, insanı, okunacak en büyük kitap olarak algılayarak, idealizmini çağdaş insanı okşayacak bir “damak tadı”na dönüştürerek, genişleyen akıl alanında toplumcu hümanizmin/aydınlanmanın tohumlarını ekiyor. Görüldüğü gibi Alevilik, doğaüstü ya da ötesi bir gücü, anlayışının merkezine koymaz. Tam tersine şeriattan özgürleşilerek kazanılan nesnel-toplumsal zeminde, insanı merkeze alır. Onu kutsar, onu sever. Bu da laikliğin insansal-toplumsal zeminidir. Bu anlayışı Aleviler dünden bugüne taşımıştır.
Sırra Ermek Yaşamın, ölümün saklayamayacağı bir “sırrı” vardır: Aklımızın “sığınaklarında” gizlenmiş bir “bilgidir” belki de bu; “sırra ermek” için canımızın dünyasal bağlarından kurtulması koşuldur. Ölüm, dünyasal bağlardan “kesin kurtuluş” olduğu için “sırrı saklama” özelliğinden de yoksun kalır; öyleyse “ölmeden evvel ölerek” ya da “yaşarken dirilerek”, yani “kültürel” anlamda canı, maddenin “denetimi” dışına taşıyarak sırra ulaşabiliriz. Can, gövdeyi gövde yapan nedendir, gövdesiz olamaz. Gövde-beden, yaşamın bir parçasıdır ve sır “saklamasını” bilir. Sır bilgisini alabilmek için bedenin canını, bedenin “dışına” taşımayı becermek durumundayız.
NOTLAR: (1) Hümanizm, insanı ve temel insansal değerleri her şeyin üstünde gören, insanlık sorunlarına akılcı çözümler bulmayı amaçlayan, insanın her yönden gelişmesini temel ilke edinen bir öğretidir. Dilimize “insancılık” olarak girmiştir. Geniş anlamda hümanizm, tarihsel süreçte “insanı insan etme” çabalarının bir ürünü olarak algılanır. İnsanın yaratıcı güçlerinin geliştirilmesini, onu özgür ve gönençli kılmayı ve her bakımdan yükseltip ilerletmeyi dile getirir. Tarihsel süreç içinde hümanizm, Batı’nın bize öğrettiği kadarıyla birbirinden farklı üç biçim gösterdi: İlkçağ hümanizmi, burjuva hümanizmi ve toplumcu hümanizm. Alevilik ise “belletilenin” dışında Ortaçağ’da yaşama geçmiş, “insanın yeniden kendini ele geçirmesini ve doğayla bütünleşmesini sağlayan, insanlığa kesin kurtuluşu getirecek toplumsal-nesnel koşulları sergileme çabasına giren” bir hümanizmdir. (2) Burjuva hümanizmi Rönesans’la başladı. Antikçağ yapıtlarını meydana çıkararak bilimi kilise baskısına karşı savunma ve geliştirme amacını güttü. Dünyanın insan eliyle değiştirilebileceği inancını, insan sevgisinin ve insana saygının temeline koydu. (3) İlkçağ hümanizmi; insanın bedensel ve ansal yeteneklerinin eğitimle geliştirilmesini amaçladı. (4) Toplumcu hümanizm, tarihin nesnel yasalarına dayandı. İnsanlık çağına geçişin nesnel koşullarını sergiledi ve yasalarını açıkladı. Hümanizmin taşıyıcısı olarak algıladığı toplumsal insanı, yabancılaşma kaynağı olarak yaşama geçen üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı örgütleyerek insanın kendini yeniden ele geçirmesini sağladı.
6 MAYIS ÜÇ FİDANI VE DE UNUTTURULMAK İSTENEN SON SÖZLERİNİ UNUTMADIK UNUTMAYACAĞIZ UNUTTURMAYACAĞIZ: Deniz Gezmiş “Hoşça kalın. Herkese, bütün devrimcilere selam... Yaşasın Türkiye halkının bağımsızlığı, Yaşasın Marksizm-Leninizmin yüce ideolojisi, Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi, Yaşasın işçiler, köylüler, kahrolsun emperyalizm.” Hüseyin İnan “Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım. Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım. Bundan sonra bu bayrağı Türkiye halkına emanet ediyorum. Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler, kahrolsun faşizm.” Yusuf Aslan “Ben halkımın bağımsızlığı ve mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum. Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz. Biz halkımızın hizmetindeyiz, siz Amerika’nın hizmetindesiniz. Yaşasın devrimciler, kahrolsun faşizm.”
7
SERÇEÞME
“SEN SENİ GÖRDÜĞÜN YER, TANRIYI GÖRECEĞİN YERDİR”
Bir Bâtıni-Tasavvuf Kitabı: Makalât-ı Şeyh Sâfi İsmail Kaygusuz Makalât-ı Şeyh Sâfi (Şeyh Sâfi’nin Sözleri) Üsküdar Hacı Selim Ağa Kütüphanesi, Kemankeş Bölümü no: 247’de kayıtlıdır. Elyazması yapıt, sahibi “Haci (el-hâcc) Seyyid Abdülkadir” olarak tanınan “Üsküdarlı Hâce Kemankeş” tarafından Üsküdar’da bulunan Vâlide-i Âtik Camii Şerifi’ne 1569’u izleyen yıl(lar) içinde vakfedilmiştir.
Sunuş H.760 (1359–60) tarihli 141 yapraktan) oluşan elyazması ta’lik yazıyla istinsah edilmiştir. Her sayfada on üç satırın yer aldığı eserde başlıklar kırmızı kalemle ve daha büyük ebatlarda yazılmıştır. Sayfa kenarlarında yer alan yazılar, yazarken gözden kaçmış olup, müstensih (yazman) tarafından daha sonra eklendiğinden (V) işareti ile satırdaki sırası belirtilmiştir. (…) Ayetler ve hadislerin büyük çoğunluğu Arapça yazılmış ayetlerin ve ait oldukları surelerin numaralarıyla birlikte anlamları dipnot olarak verilmiştir. (…) Elyazmasının genel dışsal özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Cilt özellikleri: Açık kahverengi deri ciltle kaplıdır. Kapaklar üzerinde ortadaki büyük alttaki ve üstteki küçük olmak üzere üç adet baklava dilimini andıran, içini güllerin süslediği motifler vardır. Kitabın cildi sağlam olup fazla yıpranmamıştır. Kâğıt: Kalın kâğıt kullanılmıştır. Sayfalarda cetvel çizgisi olmamasına karşın satır sonlarının aynı hizada olması bir cetvelin kullanıldığı izlenimini vermektedir. Yazı: İran’a özgü bir yazı stili olan ta’lik yazıyla yazılmıştır. Genel olarak siyah mürekkep kullanılmış. Özel isimler, beyit başlıkları dâhil olmak üzere bütün başlıklar mavi ve sarı mürekkeple yazılmıştır. Ayetlerin, hadislerin ve nazmın ardından gelen nesir kısımların üst kısmına ayırt edici olması sebebiyle kırmızı mürekkeple çizgiler çekilmiştir. Sayfa boşluklarında yer yer ekler (haşiye) yer almaktadır. Yaprak ve Satır Sayısı: Yazma 141 varaktan oluşmakta (…) İlk yapraktaki yazı kitabı vakfeden kişiye aittir. Yaprak sonlarında yer alan kelimeler diğer yaprağın başında yer alan ilk kelimeyle aynı olup bu bir çeşit sayfa numaralandırması sayılmaktadır. Her yaprak arkalı önlü iki sayfa ve her sayfa 13 satırdır. Ölçüleri: Dış kapak: 190–123 mm. İç yapraklar: 118–77 mm. Başı: Şükr-i sipas-i bi-had şol padişâhlar padişâhına olsun ki envai kâinatı hâlketti. Ve sena-yı ba’id ol bi-menzile olsun ki esnaf-ı mahlûkatı âlem-i âdemden âlem-i vücuda getürdü. (Türlü evrenler yaratmış olan o padişâhlar padişâhı Tanrıya sonsuz şükürler olsun. O yeri-durağı olmayan Tanrıya sınırsız övgüler olsun ki, yaratık türlerini yokluk âleminden varlık âlemine getirdi.) Sonu: Hezar durud ve hezar selâm zi ma ber Muhammed Aleyhisselâm çün vey ez zühd ve ibadet hast dad Hak te’alâ dad veyra herçi hast.
8
“Semah üçe ayrılır; tevacüd semahı ten ile; vecd semahı gönül ile; vücut semahı ruhla birlikte olur... Tevacüd semahı bütün sufilere nasiptir. Vecd semahı has sufilere nasiptir ve vücud semahı en has sufilere nasiptir. Mübah olan semah odur ki, edenler gönül ehlilerine bağlı olup, tanrısal sohbet içinde semah edeler; zevk ve şevk esrikliği hakikatta ola. Nefsin zevkleri için semahı tutmak ve çalmak haramdır.” Makalat-ı Şeyh Sâfi - 86. Yaprak (Binlerce selam ve esenlik bizden Muhammed aleyhisselamın üzerine olsun. Çünkü o züht ve ibadet istedi. Hak te’alâ ise o ne istediyse verdi.)
Makalât-ı Şeyh Sâfi Bir Sünni/Şerîat Kitabı Değildir Makalât-ı Şeyh Sâfi’nin bir Sünni-Şerîat kitabı olmadığını, aşağıda vereceğimiz şerîatın dogmatik kurallarına ve Sünni inanç anlayışına karşıt örneklemelerle birlikte, çeşitli fasıllar içinde geçen çok sayıda bâtıni söylemler yardımıyla açıklamaya çalışacağız. Bunlar kitabın içinde onca şeriat öğeleri arasında öylesine dengeci bir ustalıkla kullanılmıştır ki, koyu bir şeriatçının bile karşı çıkamaması bir yana, onları kazanma ve yola çağırma (dai, davetçi) görevi üstleniyor. Daha sonra vereceğimiz Makalât’ın sadeleştirilmiş metninin dipnotlarında çok sayıda örnekleri bâtıni-Alevi yapıtlarla karşılaştırarak yorumlayacağız.
Sünni İnanç Anlayışına ve Şerîata Karşıt Bazı Örnekler 1) “İslâmın şeriat hükümlerini açıklamak ve dini sağlamlaştırmak için Muhammed Mustafa gönderilmiştir. Ve dahi güzel ve temiz (tayyib ve tâhir) olan sülalesine ve evlâdına çok selâm ve dualar olsun.” Kitaba Muhammed peygamberle birlikte, özellikle evlâdı ve soyunu ‘tayyip ve tâhir’ niteleyip, onlara ‘çok çok selâm ve salâvat’ göndererek yapılan başlangıç onun gayri-Sünni niteliğini hemen ortaya koymaktadır. 2) “Cennet dahi iki türlüdür; özeldir ve geneldir. Genel olan cennet odur ki, onda yemek ve içmek ve şehvet vardır; o cennet ona lâyık olan bütün kulları içindir. Ama has cennet odur ki Tanrının zatına mensuptur.
Cennetime gir dediği odur ki o has kulları içindir. O, buluşma ve kavuşma cennetidir onda yemek içmek olmaz.” Şeyh Safî’nin cennet hakkındaki anlayışı ve bu düşünceleri şeriat ehlinin inancına tamamıyla aykırıdır. Tanrının has kulları, dostları olan velilerdir. Orada Tanrıya kavuşurlar; Tanrıyla aynı köşkte otururlar. Kitapta sıkça rastladığımız velilik (velâyet) inancı Sünnilikte yoktur. 3) “Lâkin aşırı namaz inanmayanı gizlemeye engel olmaz. Bundan ötürü ki, o kimsenin vakit geldiğinde gönlü namazda olur ve inkârcı aşırılığını gizlemeyi sürdürür. Gizlilik de halkın bakış yeridir. Ama zikr etmek gizliliği saf kılar; inkârcı küfrü gizlemekten ve inkârcı aşırıların bakış yeri (olmaktan) pak eyler. Öyleyse Allah’ı zikretmek namazdan büyüktür ve bunlardan dolayı zikrullah en büyüktür.” Görüldüğü gibi Şeyh Safî, aşırı kılınan namazla inkârcılığı eşit tutmakta ve şerîat kurallarına aykırı olarak Zikrullahı en büyük ibadet kabul etmektedir. 4) “Tanrı arıları dahi toplum, yani halklar biçiminde tamamlamıştır Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin.) demekle ve ayrıca (K.16, 68: İşte onların kalbine Allah, iman yazmış) derken müminin gönlüne iner. İkinci odur ki, arı imamsız ve sultansız olmaz; sultansız hiç bir yerde oturmaz ve sultan bulamayınca karar kılıp yerleşemez. Mümin dahi Peygamber ve evlâdına uyarak karar verir veya muhalefet eder.” Gerçek inananı, mümin olanı arıya benzeten Şeyh Safî’nin, onun imamsız ve sultansız olamayacağını söylerken kastettiği ne cami imamıdır(!), ne de dört Sünni mezhebinin imamlarıdır. Sultan Muhammed peygamber; imamlar ise soyundan, yani kızı Fatıma ile Âli’den inen kişilerdir. Bâtınilik ve Şiilikte ‘aşamı boyunca İmamı tanımayan kişi ölürken cahiliyet dönemi inançsızı gibi öbür dünyaya gider’ ve ‘İmama inanmayan Müslümanın imanı yoktûr” çok önemli bir inanç ilkesidir. 5) Sultan Şeyh Safî bir tâlibine soruyor ve sonra aynı soruyu kendisi yanıtlıyor: “...ama Muhammed (Aleyhisselam) mezhebinde, büyük islâmi kural olan namazı abdestli mi yoksa abdestsiz mi kılmak gerektir? O tâlib dedi ki, ‘Ey Padişâh, hiç kimse tahâretsiz namaz kılar mı?’ Hazreti Sultan Şâh Safî (Tanrı onun sırrını kutsasın) buyurdu ki, ‘Her kim içerisini temizlemiş olsa sufiler katunda öyledür, yani namazı tahâretsiz eda eyler’.” Arkasından soruyu soran Türk tâliplerinden biri olmalı ki, şu Türkçe beyiti söylüyor: “Gönlinin guslini her kim kıldı yitmiş katla pak Yohsa tâlibin nemazı hamu olur ayb-nak” (Yani gönlünü yetmiş kez yuyarak arındırmayan tâlibin bütün namazı kusurlu olur)
Sayı 40
SERÇEÞME Kuşkusuzdur ki, abdestsiz namaz kılmak ortodoks İslâmın ibadet anlayışına her ortam ve koşulda aykırıdır 6) “Tanrıdan korkmak, insan iradesinin gücünü yadsıyan zorlayıcı âlimlerin anlayışı gibi değildir: Onlar kulun hareketini, cansızlar hareketi hâline sokarlar, yani insanı akılsız iradesiz cansız varlık gibi görürler ki, onlar âlim dahi değildir; ikiyüzlü yaşayarak dünya işleriyle meşgul olmakta ve onlara yakalanıp kalmışlardır. Nitekim biz zamanımız âlimlerini şu anlayış üzerinde davrandıklarını gözlemekteyiz; Tanrıyı çok yükseklere çıkarırken, ulemanın kendisini de nasbolunmuş, görevlendirilmiş görüyorlar, yani inne-ma yahşa Allah min ibadihi el-ulemâ demektedirler... Oysa Tanrıdan korkma ayeti şu manaya gelir; ‘Tanrının rızası o âlimlere olur ki bütün vücut ile uyuşum içerisine girer.” Şeyh Safî burada ayeti yorumlarken, Tanrıdan korkarak buyruklarını yerine getirmeyi söyleyen ulemâyı, yani şerîat bilginlerini kıyasıya eleştirmiş ve ikiyüzlülükle suçlamıştır. Oysa Tanrıya, ondan korkarak değil, onu severek tapınılır. Tanrıya ulaşmanın yolu sevgidir. Tanrıya erişmenin, onunla buluşup birleşmenin ve onun varlığında yokolmanın adı aşk makamıdır. Ona göre zamanının bilginlerinin Tanrıyı, çok aşağı gördükleri insandan uzaklaştırarak, çok çok yükseklere çıkarmakta. Böylece O’nun buyruklarını iletmekle kendilerinin görevlendirildiklerini sanmaktadırlar. Şeyh Safî’nin bu söylemleri, çağdaşı Yunus Emre’nin (ö.1320) “Kendini peygamber yerine koyan hocalar” ve “Uslu değil delidir halka salusluk (ikiyüzlülük) satan Nefsin müslüman etsin var ise kerâmeti” dizeleriyle tam uyuşum içindedir. 7) Diğer yandan Şeyh Safî masum imamları anıyor ve tevhidin peygamberden onlara ve birinden diğerine, büyükten büyüğe geçerek kendisine kadar geldiğini açık açık belirtiyor. Dolayısıyla onların soyundan olduğunu ve kendisinin de onlardan biri olarak işlevini sürdürdüğünü anlaşılır biçimde söylediği gibi, sadece ve sadece Muhammed Peygamberi günahtan arınmış, yani masûm olarak niteleyen ve İmamları tanımayan Sünnilik ve şerîatı dışlamış olmuyor mu? Şeyh Sâfi’nin bunu nasıl ifade ettiğine bir bakalım: “Bu la ilahe illallah zikrini Cebrail aleyhisselam, Hak te’alâdan Hazreti Peygamber’e getirdi; Peygamber’den, Masum İmamların (Tanrı hepsinden razı olsun) büyüğünden büyüğüne geçerek karın be karın gelen bu kelime-i tevhid, yani la ilahe illallah, bizim
İsmail Kaygusuz, Makalat-ı Şeyh Safi’nin İstanbul’da bulunan en eski Türkçe çevirisinin elyazmasını çevrimyazısının yapılmasını ve sadeleştirilerek günümüzde kullanılan dile uyarlanmasını sağladı. Bu metin üzerinde yaptığı çalışmayla Kaygusuz Makalat’ı Şeyh Safi’nin bağımsız bir eser olmadığını; Şeyh Safiyüddün Erdebili’nin oğlu döneminde Arapça yazında İbni Bezzaz olarak tanınan Mevlâna Şemseddin Tevekküli’ye yazdırılan ve Şeyh Safiyüddin’in görüşlerini derleyen Safvatü’s Safa adlı Farsça büyük çalışmanın dördüncü bölümü olduğunu ortaya koydu Yorumlarla zengileştirilen bu yapıt, elyazmasının tıpkı basımı ile birlikte yayına hazırlamakta. Almanya Alevi Akademisi’nin desteği ile bu kitabın kısa sürede yayımlanması beklenmekte. Kaygusuz’un çalışması, Sünni İslam savunucularının iddia ettiğinin tersine, bu kitabın dönemin koşullarına uygun yazılmış batını tasavufi bir yapıt olduğunu gösterdi..
ÂŞIK BERÇENEKLİ FEZALİ (HACI CIRIK)
Deniz’e (Deniz Gezmiş’e) Yaylası obası deresi dağı Damla damla kaynar akar Deniz’e Temiz çıkar duru arıdır suyu İnce uzun yolda akar Deniz’e Bentleri barajı tutmaya yetmez Halatı urganı boğmaya yetmez Temizdir özünde pisliği tutmaz Dura çoşa akar gider Deniz’e Hedefi derya ummana dönüşür Tam bağımsız Türkiye konuşur Yusuf’la Hüseyin ile görüşür Buluşa danışa varır Deniz’e O kızıl derenin sarptı yolları Sorumlu duygusu yazdı elleri Özgürlük barıştı söyler dilleri Yarışa vuruşa varır Deniz’e Fezali’m üçgül miras solmaz İnan Ölümsüz Nurhak’ta yaşıyor Sinan Bir bütün İbrahim ile Mahir Çayan Seri sırrı içinde gelir Deniz’e
işimizdir. Her kim bu kelime-i tevhidi zikrederse, Hak te’alâ ona lâyık gördüğü imanı verir...” 8) “Nehyi bilmek odur ki, namazı ve orucu alışkanlık gereğince, âdet yerini bulsun diye değil, illa ki şeriatı Kuran’a göre yerine getirmelidir. Hak te’alâ öyle buyurmuştur; dinin konusundan ve şeriatından yükümlü kul bu kısım kadarını bilip yerine getirirse zâhir Müslüman olur. Çünkü şeriat, Resul’un sözü, tarikat ise Resul’un eylemidir ( kavl-i resuldür ve tarikat-i faal-i resuldür). Öyleyse gerekdir ki, gönül istemiyle, iradesiyle ayağını tarikata basmalı, Resul’un işlerini işlemelidir.” Açıkça görülmektedir ki Şeyh Sâfi, şerîatın mezhep kurucularına izafe edilen İslâmî anlayış kurallarına göre anlayıp, âdet yerini bulsun diye şekil olarak değil, Kuran’a göre, Peygamberin sözlerine göre yerine getirilmesini istiyor. Bunu yerine getiren de ancak zâhir Müslümandır, imanı tam değildir; asıl olan Peygamberin eylem ve uygulamalarının oluştûrduğu yolu, tarîkatı yürütmektir. Çok daha sonraki pasajlarda söylediği gibi “tâlip marifet makamıyla Tanrıyla dost olup muhabbete başlar ve hakikatta ise O’nunla birleşir.”
ESAT KORKMAZ
Anadolu Aleviliği İkinci Baskısı Çıktı ISBN: 978-975-7354-96-3 13,5 cm X 19,5 cm boyutunda 494 sayfa Mart 2008, İstanbul
Berfin Yayınları Tel: 0212.513 79 00
www.berfin.net
Teşekkür 14. yüzyılın sonlarında ta’lik yazıyla istinsah edilmiş bu Makalât-ı Şeyh Sâfi elyazmasının çevirimyazısı ve metin içindeki Farsça ve Arapça şiirlerin çevirileri, 2003–2004 ders yılında Malatya İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden birincilikle mezun olmuş Arapgir-Şotikli değerli hemşehrim Vural Genç tarafından yapıldı. Lisans tezi “Gıyaseddin Hondmir bin Hamidüddin Mirhond’un Farsça tarihi ‘Habibu’s Siyar’da Moğol Tarihi” olan
Nisan 2008
Vural Genç, 2006-2007’de Mimar Sinan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı, Ortaçağ Tarih Programı’nda “İdris Bitlisî’nin ‘Heşt Bihişt’in Mukaddimesi ve I. Defteri’nin Tahlil ve Tercümesi” adlı yüksek lisans tezini yüksek başarıyla savunarak bu bölümü de birincilikle bitirmiştir. Yeni başlamak üzere olduğu doktora öğrenciliğini de başarıyla bitireceğine inanıyor ve kendisine candan teşekkür ediyorum. İ. Kaygusuz
9
SERÇEÞME
Tufandan Günümüze Nevruz (Xızır û Nuroj)
N
EVRUZ, bir kutsal bayram olarak ilk çıkışını, kadim ortaklık toplumunun simgesel adı olan “Rızalık Şehri”nde gerçekleştirdi. Kadim Rızalık Şehri (Aden-Eden), tektanrılı Semitik dinlere “öte dünya”nın ödülü bağlamında “cennet” olarak geçse de, gerçekte, antik tarihin gelecek bütün zamanları etkileyen, en önemli devrim olarak tarihe kayıt düşen, kadim ortaklık (kömün) köyünün adıdır. İlk ocak, ocakta harlanan ilk ateş, ateşi harlandıran ilk soluk, insan zihninde kopan ilk fırtına ve bu fırtına ile ocakta tutuşan çingileri dört bir yana yayan, sonrasında bayramlaşan, gönüllerin ve sevdaların filiz verdiği, dile döküldüğü, dilden dile destanlaştığı ilk ana rahmidir. “Bereketli Hilâl”in, Kafkas-Toros-Zagros’un harman olduğu yerde, Eden’de kuruldu Rızalık Şehri. Tabii ki Kadın Ata’nın sinesinden doğuş alanına çıkarak, bugüne kutsal bir mirastır Nevruz. Bugün doğuş alanına çıktığı ilk ana ocağının bulunduğu topraklarda, tabii yeni anlamlar da kazanarak, yine Kürt kadınlarının görkemli sahiplenişleriyle yeniden yaşama durması, kutsal ocağa ve kutsal ateşlere sunulan tazecik bedenlerin küllerinden yeniden doğuş alanına çıkması, bir rastlantı eseri olmasa gerek. Ne ki, kadim çıkışında, kıtlıktan, kıştan, kardan, sudan, selden kurtuluşun bir ifadesi olarak Kadın Ata’nın kutsal ocağında meydan tutarken, hem tarihsel hem de sosyal devrimlere koşut, değişen, dönüşen, zenginleşen muhtevasıyla, bugün yine aynı bağlamda; özgürlük, eşitlik, kardeşlik şiarıyla meydan tutmaktadır. *** ITLIKTA, kıtlık koşullarında, bir bayram etkinliğinin olması mümkün değildir. Nasıl ki bugün, özgürlüğünden yoksun olanların, baskı ve zulüm görenlerin bu şartlar altında bayram yapmasının mümkün olmaması gibi, uzak geçmişin sürü insanın da zorlu yaşam koşulları kıtlıkla, barınaksızlıkla çevriliydi. Dahası, düşünsel çerçevesi de bu koşullarla sınırlıydı. Dolayısıyla onun yaşamında bilme alanına giren etkinliği içinde ne bugünkü bağlamda haz ne de acı vardı. Maddi gereksinimlerini, bizzat kendisinin üretebildiği koşulları uzun ve ince yollardan geçerek, deneyerek ve yanılarak ortaya çıkardı, aynı zamanda yerleşik hale de getirdi. Kendisini bu yaşam koşullarına kavuşturan, ilk öğretmen, ilk doktor, ilk üretici, ilk dil, ilk söz, ilk bilme kapısı, ilk ocak, ilk hane, kısaca ilk beslenme ve ilk barınma, maddi üretimin ve kendini üretmenin doğuş kapısı olan kadın ataya şükranlarını sundu. Onu kutsadı. Bolluk ve bereketin simgesi olarak kutsamasını bayram düzeyine sıçrattı. Bütün bu gelişmeye ilk tanıklık eden Ocak ise yaşadığımız coğrafyada, Bereketli Hilal’de, Aden’de kurulan Rızalık Şehri oldu. Ana atanın kutsal ateşini ilk harlandırdığı ocak olarak Rızalık Şehri, belleklerde bolluğun ve bereketin simgesi olarak anlam kazandı. Herkesin ihtiyacına göre yaşadığı, ana yasasına müthiş kutsallık bağlamında bağlı olduğu kandaş bir toplum örneği olarak; bir kez ters doğum yaparak tarih sahnesine çıkmış, evrim
K
10
Haşim Kutlu - 26 Mart 2008 Yazılarımla düzenli katkıda bulunmaya çalıştığım E-Ütopiya’nın bahar kitabı için bir Nevruz yazısı istenmişti. Zaman darlığı nedeniyle hazır olan yazılardan birini gönderebilirdim. Ancak, kelimenin gerçek anlamıyla ve bir ‘son dakika’ kararıyla, yeni bir yazı kaleme almayı daha uygun buldum. Çünkü bu yazının hazırlandığı saatlerde, Amed’de Nevruz bayramı, kazandığı yeni muhteva ile en başta Kürt halkı olmak üzere, bölgenin bütün halklarının, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” arayışının, görkemli ve giderek daha da gürleşen sesi olarak kutlanıyordu. Bundandır ki, hem bu sevinçle yazıyı yazmak ve hem de Amed’de yüzbinlerin açığa çıkardığı bu coşkudan nasiplenmek istedim. yasalarının kendisine biçtiği kaderden kurtulamamış ve nerdeyse, bir daha dönüş yapmamak üzere Rızalık Şehri’ni yitirmiştir, onun mirasını, bu kez yitik cennete özlem olarak dillendirmiş ve tarihin her uğrak noktasında yitirdiği bolluk ülkesine, özgürlük ve eşitlik ülkesine, bir gün mutlaka yeniden kavuşma özlemiyle, ayağa kalkışın bayrağı haline getirmiştir. Bütün tarihsel devrimlerin arka planında bu görkemli özlem yatmaktadır. Uygarlığı yaşayan insanlığın, bir başka deyimle tektanrılı dinlerin/devletlerin baskı ve zulmünden, yılanların bir kurtuluş umudu olarak dillendirdikleri “Mehdi” ya da “Mesih”, Kızılbaş Alevilerde “Rızalık Şehri” kavrayışlarının altında hep, bolluğun ve özgürlüğün ülkesi, ortaklığın kurduğu Rızalık Şehri’ne özlem vardır. Dürüst, namuslu ve onurlu ilk kutsal ortaklık geleneğidir. Kim ona ebcet bilmeceleri içinde nasıl anlam veriyor olursa olsun, biz gelişmenin bu seyrini, “Ana cennet-Baba devlettir” diye anlamlandırmıştık! Çünkü insan da dâhil hiçbir canlı gelişmenin evrimsel yasalarının dışında değildir. Tek bir Allah bile bu yasaların bir tezahürüdür, bundan kurtuluş yoktur... *** İR olgu bir kez doğuş yaptıktan sonra, doğuş yaptığı kapıda kalmadığı gibi, ilk kundağı içinde de kalmaz. Evrimin yasalarına tabi olarak, gelişimin ve değişimin çarkına uğrar. Onun artık her tarihsel evreye göre temel dürtüsü, hareket ettirici etkeni, ona duyulan gereksinimdir. Bu bağlamda değişir dönüşür ama yok olmaz. Millet dinin modern bayramları bile, ödünç alınmış ağızlarla ve modern kılıklarla yeniden üretilmiş gelenek süreğinden alır kaynağını. Bu bağlamda, tarihsel çıkışı itibariyle adı belki de Nevruz değildi ama ne fark eder, ilk
B
yaşama durduğu yerde ve zamanda, evrimin yasalarına uyarak akış yörüngesini (kader) belirledi. İnsan nesli gelişiminin her uğrak noktasında, her devrim konağında, kendisini koşullayan tarihsel toplumsal şartlara uygun adlandırmalarla, yeniden ve yeniden yaratılan gelenek, görenek ve kutsallıklarla- ki, modern toplumun şafağına kadar kutsallık dışında bir varoluş yoktur- muhteva kazanıp zenginleşerek tarihsel yolculuğunu sürdüregelmiştir. Biz onu bugün Nevruz olarak ama bir yeniden doğuş, özgürlük ve kurtuluş günü olarak öğrendik ve yaşadık. *** EVRUZ, kadim kökleri itibariyle kadın atanın “Rızalık Şehri”nden çıkmış olmasına karşın, kuzeyde, Anadolu ve İranî (Hurrit) halkların; güneyde bütün Semitik (Amorit) halkların, yukarıda da belirtildiği üzere değişik ad ve muhtevalarda her bakımdan olgunlaşmış dinsel bayramı özelliğine kavuşmuştur. Açıktır ki, tarihsel evrim bağlamında, “Göksel Milât”a, bir başka ifadeyle göklerin bilgi ve ilgi alanı içine girmesine koşut olarak gerçekleşmiştir. Toprak (dünya) ananın kucağında büyüyüp yolculuğa çıkan, buna karşın tüm toplumsal devinimin bir yansıması olarak, tekmil kutsalların/tanrısalların yer ve gök arasında pay edildiği evreye denk düşer. Bu, aynı zamanda, toplumsal yaşam koşullarında üretim ve üretimin kadın ve erkek atalar arasında pay edildiği bir süreçtir. Özellikle Yukarı Mezopotamya ve Anadolu halkları başta olmak üzere tekmil İranî halklarda bu dönüşüm, oldukça uzun evrelere yayılarak gelirken, Semitik halklarda; özelikle de, çiftçi ve çoban kuzeylilerin aksine, tefeci-bezirgân tüccarlığın çok erken toplumsal yaşama girdiği Semitlerde, özel bağlamda da İbrahimi dinler süreğiyle birlikte erkek atanın önceliği ve önderliğine dönüşmüştür. Bunun göksel kutsallık yansıması olarak ise çok Allah’lı süreç yerini tek Allah’a bırakmıştır. Allah-Devlet-Baba üçlüsü, bu dinler süreğine, sözgelimi, en son Hıristiyanlığa “Baba-Oğul-Kutsal Ruh” olarak yansımıştır. Kuzeyli toplumlarda yansıma ise, eş ve eşitliği temel alan toplumsal yaşam koşullarına uygun olarak, söz gelimi kadim Kızılbaşlık süreğinin yakın geçmişinde bu, “Hak-Naci-Naciye” olarak yansımıştır. *** IFTÇİ ve çoban kavimler olarak Anadolu ve İranî kavimlerde yılın iki mevsimi son derece önemlidir. İlk ve sonbahar ekinoksları, toplum olmanın maddi temelini oluşturan üretim açısından son derece önemli olduğu kadar, insanın kendi neslini üretmesi, kendi üretimi açısından da son derece önem arzetmiştir. Çünkü beslenme ve barınma ile kendini üretme birbiriyle yaşamsal düzeyde bağıntılıdır. İlkbaharın doğum yılının başlangıcı olması bağlamında, bugün de bir biçimde kutlanagelen, Nevruz, Nisan (Hıristiyanlarda Paskalya) ve nihayet Hıdırellez (Hızır-Eliyas), doğuma ilişkin, bolluk ve berekete ilişkin dileklerin, beklentilerin dinsel bayramıydılar. Benzer şekilde, sonbaharda da, ekimin ve tohumun kutsanmasına dönük, örneğin, harman, bağbozumu, koçkatımı (beranberdan) gibi etkinlik-
N
Ç
Sayı 40
SERÇEÞME
HAKKARİ 2008
ler yine aynı şekilde dinsel/toplumsal bayramlardı. Ve tabii ki süreğin tarihselliğine uygun olarak kutsal ve tanrısaldılar. Modern pozitivizmin anlayabileceği, kavrayabileceği olgular da değildiler bu yönleriyle. *** EVRUZ, özellikle, kadim Rızalık Şehri kutsal değerler süreğine, bütün tarihleri boyunca sahip çıkan, bugünkü varisleri olarak Kızılbaş Aleviler için de bir dinsel bayram olduğu kadar, “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” bayramı olarak da kutlanageldi. Daha doğrusu, özgürlük için zalimlerine karşı “isyan haktır” erkânıyla ayağa kalkışlarında, isyanlarına kutsallık kaynağı olarak her defasında Nevruz’u gözetmiş çıkışlarını bugüne dayandırmışlardır. Bir ortaklık toplumu olarak sosyal düzenlerinde erkeğin ve kadının “eş ve eşitliği” erkânına uygun olarak ve onun simgesel bir yansıması olarak, ateşi ve güneşi (gök baba) temsilen Hızır kutsalının, dünya ananın (toprak ya da yer ana) birleşip “Bir” olduğu bir muhteva içinde, hem oruç, cem gibi ritüellerden nasiplenerek, hem de bu ritüeller etrafında şenlikler, şölenler düzenleyerek kutlamaktadırlar. Bu bağlamda, Hızır ve Nevruz, bir doğum yılının sonu ve yeni bir doğum yılının başlangıcı olarak başlangıç ve sonuç etkinliklerinin adıdır. Tabi ki Kızılbaş Alevilere ilişkin burada belirlediklerimin tamamı, otantik Kızılbaşlık için geçerlidir. Bugün, artık ne yazık ki bu zemin yoktur. *** UŞKUSUZ, Nevruz için özetle de olsa belirtilebilinecekler ifade ettiklerimden ibaret değildir. Ancak bu yazının kapsamı da ancak söylenebilenlere izin vermektedir. Sonuç olarak şunları söylemek mümkündür. Tabi ki, tarihsel bağlamda bu topraklar, Kadın Ata bilgeliklerine tanık olduğu gibi erkek ataların ilk Tapınak Devletlerine de, birer devrim önderi olan Peygamberler süreğine tanık oldukları gibi “Enel Hak” diyen insan-ı kâmillere
N
K
de tanık oldu. Dahası var, Zalim Dehak olarak tarihe kayıt düşen zalimliklere, sömürüye, zulme, cins ve sınıf egemenliklerine tanık olduğu gibi, cümle mazlumlar adına, kutsal isyan bayraklarını göndere çeken Kawa’lara, Ana Hürremeddinlere, Kerbelâ mazlumu Hüseyinlere, Hallac-ı Mansur, Fazlullah, Seyyit Nesimi’den Karmatlara, Hasan Sabbahlara, Baba Paul, Baba İshak, Bedreddin, Pir Sultan Abdal ve daha nice sayısız “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” mücadelesinin “Ortaklık Toplumu” kahramanlarına tanık olmuştur. Nevruz, tarihsel akışa uygun, her zeminde, zeminin kahramanlarına çıkış kapısı olurken, dirilişin, kurtuluşun ve özgürleşmenin de “kutsal isyan” bayrağı olmuştur. Değinmeden geçmek müthiş bir gaflet olur, Nevruz bugün Kürt özgürlük hareketinin şahsında küllerinden yeniden doğmuştur. Özgürlük hareketi önce, yukardan beri özetlediğim, en uzak geçmişten, en yakınına bütün gelenekseli bünyesinde toplamağa çalışmış, bunun için büyük bedeller ödemiştir. Gelenekselin tekmil kutsallığına yaslanarak kendi geleneğini oluşturmuştur. Modern Kawa Mazlum Doğan’ın bir Nevruz gününde, zulmün en katmerli zindanında bedenini kutsal Nevruz ateşine sunak olarak vermesiyle beraber, binlerce yılın bilinçaltlarına yüklediği tekmil kutsallıkları, bilinçaltının labirentlerinden adeta fırlayarak çıkmalarına neden olmuştur. Birbiri ardına gencecik kızların kendilerini özgürlüğün bu kutsal ateşine sunak etmeleri ve ayağa kalkmaları rastlantı olmasa gerek. Bu satırlar yazıldığında ise Amed’de en başta kadınlar ve Kürt halkı olmak üzere bölgenin her halkından yüz binler modern bağlamda Kutsal Nevruz Ateşini yaktılar. Dillendirdikleri istemlerle, özgürlük yürüyüşünün artık durdurulamaz olduğunu, sadece Kürtler için değil zulüm altında olan bütün bölge halklarına umut olduğunu ortaya koydu. Modern Dehaklara korku mazlumlara umut saldı. Newroz Piroz be!
DAYLEMİ (HAŞİM KUTLU)
Okunacak Kitap İdim Okunacak kitap idim Okumadan attınız siz Altın idim sarrafına Bir pula sattınız siz Şah-ı Merdan hanedanlık Orda olmaz senlik benlik Hem cahildir kem kibirlik Münkirliğe taptınız siz Dost hatırın sormadınız Hâli hayra yormadınız Hırs bürüdü görmediniz Dile destan ettiniz siz Hasretim dost didara Kapısında düşsem dâr’a Adü taşın kime çara Türlü yara açtınız siz Daylemi’yem özün öldür Kin kuburdur közün öldür Gidiyorum son sözümdür Teni candan ettiniz siz
Nisan 2008
11
SERÇEÞME
Aleviler ve Devlet İlişkisi - Bölüm I Metin Acar Sosyolog/Siyaset ve Sosyal Bilimler Uzmanı
A
LEVİLERİN devlet ilişkisi dört başlık altında ele alınacaktır. İlk önce Alevilerin devlete bakış açısı ele alınarak, devletin Aleviler için ne ifade ettiği ve temel sorunlar tespit edilmeye çalışılacaktır. Daha sonra dönemsel olarak Selçuklu Devleti, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti dönemleri çerçevesinde, Alevilerin devletle yaşadıkları problemler, devlet ile olan ilişkilerin Alevileri nasıl etkilediği, sebep ve sonuçlarıyla ele alınıp açıklanmaya çalışılacaktır.
Alevilerin Devlete Bakışı Alevilerin devlet örgütlenmesinde ifadesini bulan iktidarla ilişkileri her zaman sorunlu olmuştur. Selçuklulardan başlayarak, Aleviler hiçbir devletle uzlaşmamış ve sürekli, tarihin isyancılar sayfasında yerlerini almıştır. Devletle bu gerginliğin nedenini Yalçınkaya (1996) şöyle ifade etmektedir. Birincisi, Alevilerin öğretisel olarak devletsiz bir toplum yaşamı öngördüğü ve buna uygun davrandığıdır. İkincisi, ilişkili olduğu devletin yaslandığı toplumsal tarihsel şema ve bu şemada ifadesini bulan çıkarlar bütünüyle çatıştıklarıdır. Üçüncüsü ise, Alevilerin isyanlarla devleti yıkma amacı gütmediği, sadece reform talep etmiş olmaları, dolayısıyla isyancı bir nitelik göstermemiş olabileceklerdir. Tarihe dönük olarak yapılan araştırmalarda ikinci olasılık ön plana çıkmaktadır. Aleviler var olan devlete karşı olmuşlardır ve devletsiz bir toplum tasavvurlarının olmadığını söylemek olanaklıdır.1 Aleviler Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerinin kuruluşu süreçlerinde onları destekledikleri için ilişkiler oldukça iyi sürmüş, ancak devletler yerleşip kurumsallaştıktan sonra özellikle dini anlamda ki farklılıkları problemlerin yaşanmasına yol açmıştır denebilir. Selçuklu ve özellikle Osmanlı Devleti döneminde ise Kızılbaşların Türkmen göçerleri olmaları dolayısıyla yerleşik yaşama geçmeye direnmeleri, ciddi çatışmalar ve problemlerin yaşanması sonucunu doğurmuştur. Tüm bu gerilimler nedeniyle Aleviler fırsat buldukça ayaklanarak, mevcut devleti yıkmaya uğraşmışlardır. Bu nedenle hem devlet Aleviler için hem de özellikle Aleviler devlet için, öteki olmuştur. Alevilerin devletle barışma talepleri ise bu devletlerin Sünni hegemonyası nedeniyle, başarısız olmuştur. Yalçınkaya (1996: 176), Alevilerin devlet perspektifini şöyle çizmektedir: “Aleviler bürokratik, merkezi, zor kullanma gücünü elinde tutan, zora dayalı bir aygıt olarak devleti benimsememiştir. Onun yerine, bir zincirin halkaları gibi, aralarında hiçbir hiyerarşik ilişkinin olmadığı ama birbiriyle sıkı ilişkili bir yönetsel yapıyı öngörür. Bu küçük birimlerin örgütsel sıralanışı içinde, ahlaki sistematik temel çerçeve olacak, topluluklar, kendi iç kuralları gereği ve onların işleyişiyle, dışsal bir yönetime gerek duymayacaktır.” Selçuklu ve Osmanlı Devletleri döneminde Aleviler kendi iç yaşantılarında devlete gerek duymamışlar ve devletin olabildiğince kıyısında kalmışlardır. Cem, devletin üstlendiği bü-
12
Alevilerin devlet örgütlenmesinde ifadesini bulan iktidarla ilişkileri her zaman sorunlu olmuştur. Selçuklulardan başlayarak Aleviler, hiçbir devletle uzlaşmamış ve sürekli, tarihin isyancılar sayfasında yerlerini almıştır. tün rolleri üzerinde toplamış, adeta küçük bir devlet örgütlenmesi gibi çalışmış, devlet buna müdahale edince ya isyan etmişler ya da yeraltına sığınarak kendilerini yeniden üretmeyi başarmışlardır. Bu durum dışa kapalı, geniş topluluklar içinde ve ilişkilerin yalnız onlarla sürdürülmeye çalışıldığı dönem için geçerli olmuştur. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’yle birlikte Aleviler, başka topluluklarca kuşatılmış olarak yaşadığı ve kapanmanın ortadan kalktığı koşullarda devleti yeniden ele almak zorunda kalmıştır. Yani modern devletle birlikte artık devlet Yalçınkaya’nın (1996: 177) belirttiği gibi: “Devlet ilgisiz kalınacak ya da doğrudan karşısına çıkılacak bir makro iktidar odağı olmaktan çıkmış; mikro iktidar ağının çoğulluğunda kendi meşruiyetini yeniden üretebilen, bu ağ içinde insanların tüm yaşamlarına müdahale edebilen; müdahaleden de öte, yaratıcı vasıflar üstlenen bir aygıt durumuna yükselmiştir.” Devlet artık sadece iktidar olarak değil yaratıcı ve yönlendirici olarak insanların karşısına çıkmakta; Hacı Bektaş Törenlerine katılmakta, dergâhlara maddi yardımlarda bulunmakta, şair ve ozanlar için anma programları2 düzenlenmektedir. Bu durum ortada (1978) Kahramanmaraş, (1980) Çorum ve (1993) Sivas katliam örnekleri olmasına karşılık, hiç olmamış gibi davranmalarına yol açmaktadır. Cumhuriyet ile birlikte toplumsal, dini ve siyasi yaşama damgasını vuran kentleşme ve laiklik, içe dönük ve kapalı yapıların çözülmesi sonucunu doğurmuştur. Bu durumdan Alevilikte etkilenmiştir. Kentleşmeyle toplumsal yaşam alanı, sanayileşmeyle de burjuvazi ve işçi
Modern devletle birlikte artık devlet ilgisiz kalınacak ya da doğrudan karşısına çıkılacak bir iktidar odağı olmaktan çıkmış; kendi meşruiyetini yeniden üretebilen, insanların tüm yaşamlarına müdahale edebilen; müdahaleden de öte, yaratıcı vasıflar üstlenen bir aygıt durumuna yükselmiştir.
sınıfının sayıca çoğalmasına yol açmıştır. Bu değişen durumdan kendisini korumak isteyen Aleviler, Aleviliği; “Kimliğini modern topluma rehin bırakan öğreti, varlığını güvence altına alma adına, laiklik gibi kendisiyle hiçbir ilgisi olmayan bir kavram içine sokulmuş” (Yalçınkaya 1996: 178), böylelikle Aleviliğin bütün radikal unsurlarının tasfiyesi, yeni bir ahlaki yapının kurulması, toplumsal kurumların modern toplum paradigması bağlamında yeniden tanımlanıp inşasıyla; yeni bir Alevilik ortaya çıkmıştır. Bu durumdan da etkileyici ve belirleyici olan faktör devletle yaşanan ilişkiler olmuştur.
Selçuklular ve Aleviler Anadolu Aleviliğin gelişimi aynı zamanda Türklerin Anadolu’ya gelişi ve oluşan ortamın siyasi, sosyal hareketliliğinin ürünüdür. Türkmenlerin Anadolu’ya sızmaları XI. yüzyılın ortalarına doğrudur ve XIII. yüzyılın sonuna değin sürmüştür. Malazgirt zaferini izleyenler, yani 1071’den sonra gelenlerle, Moğol istilasının sürüp getirdikleri, bu sızmada en önemli iki dalgayı oluşturmuştur. Malazgirt savaşından önce gelen Türkmenler, yaşamlarını yağma ile sürdüren göçerlerdi, Anadolu’yu da ancak bunun için bulunmaz bir geniş alan olarak görmekteydiler. Anadolu Selçuklu Devleti kurulup geliştikten sonra XII. yüzyıl boyunca yavaş yavaş, bütün Anadolu’ya gelmiş bulunan Türkmenleri bünyesinde eritti. XIII. yüzyılda, en yüksek döneminde Selçuklu İmparatorluğu’nun içinde, yaşam hiç olmazsa kentlerde kolay ve rahattı. İranlılaşmış bir sarayın ve hükümdarın etkisiyle İran kültürünün yayılmış bulunduğu bu kentlerde oturanlar, Farsça söylüyor ve yazıyordu. Resmi din medreselerde eğitimi verilen Sünni İslam’dı. Selçuklu Türklerinin özü savaşçıydı, bu yüzden ticaret ve zanaat Hıristiyanların elindeydi. Mellikof’a göre “Bununla birlikte, yönetim geniş düşünceli ve hoşgörülü idi. Bu sebeple Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar uyum içerisinde bir arada varlıklarını sürdürmekteydiler.” (1999: 60) Selçuklu Sultanları iyi eğitim almış kişilerdi; tasavvufun ve ilim birikimlerinin gelişimini korumaktaydılar. Etkisi bütün Müslüman ülkelere yayılmış bulunan İspanyol kökenli büyük Arap Mutasavvufu Muhyiddin İbn Arabî3 (1164–1241), Anadolu’yu da etkilemişti. İbn Arabî tasavvufi bir panteizm4 olarak tanımlanabilen ve bütün sufi görüşleri etkileyecek olan Vahdet-i Vücud5 felsefesini yaymaktaydı. Ancak nüfusun temelini oluşturan göçerlerin oluşturduğu, kırda ise durum farklıydı. “Kentler, ataların töre ve işlerini hala titizlikle koruyan göçerlerin kapladıkları bozkır topraklar arasında, yitik kent kültürü vahaları gibi görünüyordu.” (Melikoff 1999: 60) “Selçuklunun merkezi gücünün zayıfladığı bölgelerde ve dağlık yörelerde boy beyleri ve töreler baskın bulunuyordu. Türkmenler, sultana, güçlü olduğu sürece boyun eğiyorlardı. O dönemde Selçuklu yönetimi, topraklarına saldıran ve otlaklarını ele geçiren göçerlere karşı, yerli halkın ve Bizanslıla-
Sayı 40
SERÇEÞME rın yanında yer almaktaydı. Merkezi gücün gevşediği yerlerde ise, birbirlerine bağlı boylar halinde yaşayan Türkmenler üstünlüğü ele geçirdiklerinde Sultana başkaldırıyorlardı.” (Melikoff 1999: 61) Boyların bu durumu XVIII. yüzyıla kadar korundu ve her yolu deneyerek kendilerini yerleşik düzene geçirmeye çalışan Osmanlılara karşı da sorun olmayı sürdürdüler. Bozkır göçerleri, kent merkezlerinin İranlılaşmış, İslamlaşmış halkı ile bağdaşmıyor ve kentliler de Türkçe’den başka dil konuşmayan, eğitimden yoksun Türkmenlere pek iyi gözle bakmıyorlardı. Onlara “etrak-i bi-idrak” (Zekâsı kıt Türkler, anlayışı kıt Türkler) diye hitap ediyorlardı. Türkmenler, henüz İslamlıktan çok Şamanlığa yatkın, cemaat-dışı bir inanç taşıdığı için de “Etrakin dini zaif ” (Türklerin inancı zayıftır) denilmekteydi. Bu durumda aynı zamanda Türkmenlerin sistemle çatışmasını getirmekteydi. Selçuklu yönetimi ile sorunun bir nedenini de Muzaffer Özdağ (2002: 52) şöyle ifade etmektedir: “Acem (Fars) ve Arap mekânları Oğuz Türklüğünü kendi hayat ve zihniyet kalıplarına dökmeye çalışırlar. Geniş bir coğrafyada çökmüş, çözülmüş devlet kalıplarını aynı yapı malzemesi ile onarma, Türk halk kitlesini özellikle göçebe Türkmen boylarını, Yörükleri devlet nimetlerinden mahrum etme sonucunu verdi. İmparatorluk yönetimi kurucu, kurtarıcı öz halkına bürokrasisi ile bürokrasinin benimsediği dile giderek yabancılaştı.” Dolayısıyla Selçuklu yönetimi ile göçer Türk menlerin arası gittikçe açılmaya başladı ve isyanların ortaya çıkmasıyla da ilişkiler koptu. Selçuklu döneminde isyanların kökeninde merkezileşmeye karşı direniş yatmaktadır. 1153’te Büyük Selçuklu Devleti’ne karşı başlatılan Büyük Oğuz İsyanı, 1240 yılında patlak veren ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışında önemli bir paya sahip Babailer İsyanı, 1414’te yapılan Şeyh Bedrettin İsyanları’nın6 kökeninde “devleti kuran esas tabakanın, onu ele geçiren ve bütün nimetlerinden yararlanan yabancılaşmış bir hükümete karşı duyduğu nefret hissi yatmaktadır.” (Ocak 1996, b: 141) Sonuç olarak Aleviler ve Selçuklu ilişkisi devletin kurumsallaşması ile gergin bir hal almıştır. Bektaşiler ve göçebe heteredoks Türkmen zümreleri, kimi kaynaklar da Selçuklunun yıkılışına yol açan, kimi kaynaklarda da yıkılmasına götüren süreci başlatan Babailer ayaklanmasına destek vererek, Selçuklunun yıkılmasında rol oynamışlardır. Yıkılan Selçuklu devletinden sonra Anadolu’da Beylikler Dönemi başlamış ve bu Beyliklerden Osman Bey tekrar birliği sağlayarak devlet haline gelmiştir. Aleviler Osman Bey’i destekleyerek Osmanlı Devleti kuruluşunda önemli rol oynamışlardır.
Osmanlı Devleti ve Aleviler Âşık Paşazade’ye göre (1992: 16) Osmanlının kuruluşunda, savaşçı Gaziyanı Rum, zanaatkar Ahiyan-ı Rum, doğrudan ideolojik işlevleri yerine getiren ve oldukça yaygın dini kesimi oluşturan Abdalan-ı Rum “belirleyici” olmuşlardır. Ernest Werner bu üç sosyal tabakanın önemini şöyle vurgulamaktadır: “Erken Osmanlı iktidarı tümüyle şu üç direk üzerinde kurulmuştu: Ahilik, heteredoks dervişlik ve gazilik” (1986: 134–135). Âşık Paşazade, yukarıda ifade edi-
Nisan 2008
Orhan Bey, Kızılkilise’nin fethine katkıları nedeniyle Geyikli Baba’ya ödül olarak şarap ve rakı göndermiş, çünkü Geyikli Baba ve müritleri şarap içerlermiş. len üç zümre dışında, bir de ‘Bacıyan-ı Rum’u7 eklemektedir. Abdalan-ı Rum veya heterodoks der vişlik Alevilere verilen isimdir. Bunlara Bacıyan-ı Rum’u da eklediğimizde Osmanlı’yı kuran toplumsal gruplar içerisinde Alevilerin önemli bir grup oluşturduğu açığa çıkmaktadır. Ayrıca bu gruplar Selçuklunun, kimi kaynaklarda yıkan, kimilerinde ise yıkılmasına yol açan, Babailer isyanına katılanlardır.8 Peki nasıl oluyor da Selçukluyu yıkan bir toplumsal grup, daha sonra yine kendisiyle ters düşecek olan Osmanlı’nın kuruluşunda rol oynuyor? Buna cevabı Fikret Başkaya vermektedir: “Abdalan-ı Rum’lar heterodoks İslam’ın 16. yüzyılda olduğu gibi militan bir Şiilikle damgalanmadığı, öte yandan Osmanlı beylerinin Sünni İslam’ın 16. yüzyılın, katı ve hoşgörüsüz İslam’ı olmadığı unutulmamalıdır.” (1999: 38) Bu hoşgörüyü açıklayan tarihi bir örnek verebiliriz. Olay, Orhan Bey ve Geyikli Baba arasında geçmiştir. Hilmi Ziya Ülken tarafından 1924 yılında yayınlanan bir belgede yer almıştır. Bu belgeye göre; “Orhan Bey, Kızılkilise’nin fethine katkıları nedeniyle Geyikli Baba’ya ödül olarak şarap ve rakı göndermiş, çünkü Geyikli Baba ve müritleri şarap içerlermiş.” (İmber 1997: 171–172) Aynı zamanda Osman Bey’in yaşamında, ilk planda önemli bir rol oynayan Şeyh Ede Bali ile Hacı Bektaş arasında önemli bir ilişki vardır. Tüm bu olumlu tutumlardan sonra ilişkiler zamanla bozulmaya başlamıştır. Alevi-Osmanlı gerilimi iki yönlü olmuştur; “dini nedenler” ve “siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel sebepler”, bunları ayrı ayrı ele alıp açıklamak gereklidir.
Aleviler ve Osmanlı Devleti Arasındaki Dini Sorunlar Bekir Karlığa’ya göre (1995: 46–51) Osmanlı dönemi din sorununu anlayabilmek için daha gerilere bakmak gereklidir. Ona göre: “İmam Gazali’nin ünlü ‘Filozofların Tutarsızlığı’ (Tehafutu’1-Felasife) adlı eseri İslam dünyasında felsefi düşünceyi yıktığı ve bu nedenle hem İslam düşüncesinin hem de buna bağlı İslam dünyasının gerilediği düşüncesi yaygındır. Aslında İmam Gazali İslam dünyasında Ortaçağ düşüncesinin yani Aristothales felsefesinin ve buna bağlı olarak bilimin bütün disiplinlerini değil, sadece Metafizik disiplinini reddetmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Buna karşılık Gazali, bu düşüncenin öteki disiplinlerini Müslümanlıkla ve özellikle de Sünni düşünce ile bağdaştırmakla kalmayıp, ‘mantık bilmeyenin ilmine itibar yoktur’ diyerek Aristothales mantığını bütün bilimlerin ve aynı zamanda dini bilimlerin de temeli haline getirmiştir. Böylece (Devamı 14. Sayfada)
Dr. CEMŞİD BENDER (MEHDİ HALICI) (10 Nisan 1927 – 7 Nisan 2008)
A
SIL adı Mehdi Halıcı olan Cemşid Bender baba tarafı Bingöl, Karlıova’dan, ana tarafı Van, Başkale’den gelen ve Birinci Dünya Savaşı yıllarında Konya’ya göçen bir ailenin çocuğudur. Konya Lisesi’nden sonra gittiği İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’ni 1950 yılında bitirdi. Askeri hâkim olarak yaptığı askerliğin ardından doktora için Fransa’ya gitti. 1958 yılında “Osmanlı Devleti Maliye Teşkilatı” teziyle Hukuk Doktoru oldu. Fransa’da kaldığı sürede, Fransızların Cezayir’de yürüttüğü sömürge savaşına karşı yükselen direnişe katıldı. 1958 yılında Norveç’e giderek kooperatifçilik ihtisası yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra 1960 yılında, 27 Mayıs’ın ardından, Türk Ceza Kanunu’nun 159. maddesi uyarınca suçlanarak tutuklandı. 1961’de çıkan af yasasıyla tahliye oldu, ama davası devam etti ve en sonunda beraat etti. Girmeyi umduğu akademik kariyer artık hayal olmuştu. Konya’da serbest avukatlığa başladı. 1974 yılında tekrar Norveç’e gitti ve 1983 yılına kadar orada kaldı. 1983 yılında Konya’ya döndü, 1988’de İzmir’e yerleşti. İlk yazısı, Cemal Nadir’in Arkadaş dergisinde 1941 yılında yayınlandı. Daha sonra kendisi de haftalık kültür ve sanat dergileri, gazeteler yayımladı. Yayımlanan on üç kitabı defalarca basıldı. Yazarlığının yanısıra resim ve şiir alanlarında da çalıştı. 1961–64 arasında Konya Gazeteciler Cemiyeti’nin başkanlığını yaptı. 1959–1980 yılları arasında da Türk Dil Kurumu üyeliğinde bulundu. Çatalhöyük arkeolojik kazılarının yürütülmesi için Paris’te kurulan Bilim Komitesi’ne üye seçildi. 1962 yılında Millet Partisi, 1968’de de SDHP İl Başkanlığı yaptı. 1991’de Abdur rahman Dürre, İsmail Beşikçi, Musa Anter, Yaşar Kaya ve diğer aydınlarla birlikte İstanbul Kürt Enstitüsü’nün kurulmasına katıldı 1991–1997 yılları arasında çeşitli Avrupa ülkelerinde Kürt tarihi, kültürü ve mitolojisi konularında konferanslar verdi, panellere katıldı. Bu çalışmaları nedeniyle İzmir Mezopotamya Kültür Merkezi kendisine fahri profesörlük payesi verdi. Kürt tarihi, mitolojisi ve kültürüne yönelik popüler çalışmalarıyla ünlenen Bender’in Kızılbaşlık ve Alevilik konularını incelediği “Kürt Uygarlığında Alevilik” ve “12 İmam ve Alevilik” adlı iki çalışması da vardır.
13
SERÇEÞME
ÂŞIK BERÇENEKLİ FEZALİ (HACI CIRIK)
Doğuda Hesaplar Kapital bezirgan çattı silahın Doğuda hesaplar petrole niyet Kim dinler ezilen halkın ahın Doğuda hesaplar petrole niyet Planlı savaşla halkı bölmeye Siyaset yapılır haklı olmaya Üretir silahı insan vurmaya Doğuda hesaplar petrole niyet Ölenle öldüren savaşta erdir Gerçek o ki bilinmez sanki sırdır Avrupa Amerika kirdir ha kirdir Doğuda hesaplar petrole niyet Talaban Barzani sahne piyonu Kapital döyüztler oynar oyunu Yelpaze rantçılar alır payını Doğuda hesaplar petrole niyet Geçmişte İngiliz savaşı yaptı Doğuda kaynayan petrolü kaptı Üretimde aslan payını sattı Doğuda hesaplar petrole niyet Türkün ve Kürdün hesabı almaz Yapılan savaşı yarayı sarmaz Böyle gidişle gözyaşları dinmez Doğuda hesaplar petrole niyet Böl yönet yöntemi hayata geçti Uygun olan bölge doğuyu seçti Hesabı kitabi çizmeyi aştı Doğuda hesaplar petrole niyet Bağlıydı göbeği yıllar önceden Demirel ile Erbakan Türkeş’ten Ecevit’te vardı içinde serden Doğuda hesaplar petrole niyet Madenle petrol olmadığı yerde İnsanın başı hiç girer mi derde Merhamet edilmez Türkle Kürde Doğuda hesaplar petrole niyet Son yüzyılın sinsi paylaşımı var Kendini yönet dünya olmasın dar Soğuk sıcak iç savaş yaşamı zor Doğuda hesaplar petrole niyet Hangi dilde söylesem anlar insan Fezali’m istemez dökülsün bu kan Yeter be kardeşim gafletten uyan Doğuda hesaplar petrole niyet
YILMAZ GRUDA
Köylü Devrimci
Börklüce Mustafa Destan Vekayinâme ISBN: 978-975-6680-81-0 13,5 cm x 19,5 cm boyutunda 40 sayfa Mart 2008, İstanbul
Berfin Yayınları Tel: 0212.513 79 00 14
www.berfin.net
(Baştarafı 13. Sayfada)
Aleviler ve Devlet İlişkisi Aristothales düşüncesinin ki bu Ortaçağda dünyanın her tarafında egemen olan bilim ve felsefe demekti- metafizik dışında kalan disiplinleri aynı zamanda dini düşüncenin tartışılmaz dayanakları haline gelmişti. Gazali’den sonra İslam dünyasında onun geliştirmiş olduğu yönteme dayalı olarak yeni bir teoloji olan Kelam ortaya çıkmış ve İslam dünyasının Sünni kesiminde egemen görüş haline gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin ilk kurulduğu günlerde tamamlanmış olan bu anlayışa dayalı doktrin, Sünni İslam dünyasındaki bütün eğitim kurumları gibi Osmanlı eğitim kurumlarına da girmiş ve Osmanlı medreselerinde resmi görüş olarak okutulmuştur. Bu aynı zamanda İslam dünyasındaki fikir durgunluğunun temelini de oluşturmaktadır. Yani dinileşerek bir nevi kutsallık kazanan ve bu sayede her tür eleştiriden korunmuş halde tartışılmaksızın kabul edilmesi gereken bir dogma haline dönüşen, Aristothales’çi düşünce. Bu durum Osmanlı’dan önce olup bitmiştir ve Osmanlı’da bu çıkmazı aşamamıştır.” Ortodoks İslam inanışın karşısında yer alan İslam mistisizmi, dini amaçlarını ayrıntılı ibadetler ve İslami görevleri yerine getirmek değil de, kişinin kendi ilahi yaşayışında aramıştır. Bunun doruk noktasına, kişinin Tanrı arayışı içinde iken kendi egolarından sıyrılması ile ya da hatta Tanrı ile bir olması ile ulaşılmaktadır. İran-Irak toprakları üzerinde, bu akımın ilk büyük temsilcileri, Beyazid Bistami ve Hallac-ı Mansur’ dur. Mistiklerin yapmış olduğu faaliyetler, özellikle de kendilerinden geçmek amacı ile yaptıkları hareketler, mistisizmi kabul etmeyenlerle sorun yaratmıştır. Sufilerin çoğu, dogmatik, dini tören ve hukuki farklılıkları, hatta özellikle de değişik dinler arasında ki farklılıkları, ikinci planda ve anlamsız bulurlar. Osmanlı devlet sistemi içerisinde Sünni ulema etkin oldukça, devlet büyüyüp sorunlar arttıkça, heterodoks dini çevrelere karşı şüpheci ve sert politikalara girişildi. Ulema çevrelerinden sufi çevrelere karşı bir çeşit kültürel düşmanlık oluştu. Sufiler istenmeyen yeniliklerin yayıcıları olarak görülmekteydiler. Bu bakımdan “Ulema, kendisini doğru İslami geleneğin koruyucusu olarak görüyor ve Sufilik içerisinde var olan Melami öğretilerini onaylamamaktaydı.” (Martin 1972: 283) Yavuz Sultan Selim inanç olarak Şiiliğin karşısına Sünniliği koymuştur. Bu amaçla, ilk iş olarak devrim ulemasını “Şiiliğin, Ehl-i Sünnet mezheplerince red edilmiş olduğunu halka telkin etmekle görevlendirmiştir” (Özkırımlı 1985: 26). Bu tutum Kanuni Sultan Süleyman döneminde en üst düzeye ulaşmıştır. Osmanlının temel kurumları önce Kemalpaşazade (1525–1536) sonra, Ebu’s-Su’ud tarafından şeriat kurallarına uygun olarak yeniden düzenlenmiştir. Böylece onun zamanında “Osmanlı eski kimliğinden soyunup, politikaları ve kurumları ile klasik dönem İslam Halifeleri döneminin bir halefi konumuna gelmiştir” (İnalcık 1993, a: 71). Osmanlı’nın almış olduğu bu önlemler Anadolu’daki popüler dini hayatın akışını değiştirmeye yeterli değildi. Türkmen-
ler, lonca ve ahi teşkilatına bağlı insanlar da birbirine yakın öğretilere sahip sufi tarikatlara bağlıydılar. Bunlar 15. yüzyıldan itibaren bâtıni öğretilerinin etkisine girmeye başladılar. Özellikle 15. yüzyıldan itibaren Hurufi9 öğretilerin, Halk İslam’ı içerisine nüfuz etmeye başlamasıyla, bu kesime mensup insanlara “rafizi, zındık, mülhid” gibi isimlerle hitap edilerek, çeşitli baskılar ve aşağılanmalarla karşı karşıya kalmışlardır.10 Çünkü onlar Osmanlının yeni yapısına uymuyorlar, Sünni Osmanlıya karşı hoşnutsuzluklarını, kendi Sünnilik karşıtı dini öğretileri ile dile getiriyorlardı ve böylece İmparatorluk içinde Ortodoksi-Heterodoksi mücadelesi başlamış oldu. Bu gerilim Osmanlı’da resmi inanış olan Sünnilik ile Alevilik arasında ki çatışmanın kaynağı olmuştur. (Devam edecek)
DİPNOTLAR: 1. “Ancak, Alevilerin temel kitabı olan Buyruk’ta ütopya olarak bulunan ‘Rıza kenti’ devletsiz bir yaşam projesi önermektedir. AleviBektaşiliğin geleceğe yönelik kestirimde, düşsel kâmil toplumun bir anlatımı olarak algılanabilir. Toprağın temel üretim zemini, köylülüğün ezilen sınıf olduğu feodal Ortaçağ koşullarında; sınıflı toplum öncesinden taşınan ilkel komünal değerlerin güdücülüğünde, gelecekte insanlığa kesin kurtuluş getirecek olan düşsel kurtuluş projesidir bir bakıma. Sınıfların olmadığı, paranın ortadan kalktığı, herkesin gereksinimine göre tükettiği, özlemine göre yaşadığı söylencelerin canlı tutulmaya çalıştığı, geleceğe yönelik rüyanın projeye bağlanmış bir biçimidir” (Buyruk 1997: 143– 151). 2. Örneğin, Âşık Mahsuni Şerif’in cenaze töreni Kültür Bakanlığı’nda yapıldı. Âşık Veysel için Sivas’ta köyünde anma etkinlikleri düzenlenmektedir. Özel kanallarda hiç olmadığı kadar devlet, TRT yoluyla Alevi kültürünü (cem, semah) göstermekte, türküleri geniş kitlelere ulaştırmaya çalışmaktadır. 3. Muhyiddin İbn Arabi’nin yaşamı ve görüşleri için Bkz.: Endülüs Sufileri Muhyiddin İbn Arabi, (Çev. Refik Algan), İstanbul, Dharma Yayınları, 2002. 4. Panteizm: “Tanrı tabiatın dışında değil, fakat onunla özdeş olan kişisel olmayan bir ilkedir” (Rosental ve Yudin 1980: 376). 5. “(…) Bir çeşit tasavvuf yoludur. Buna göre Vücud (varlık) birdir. O da Allah’ın vücududur. Bütün varlıklarda çeşitli şekillerde ortaya çıkan da O’dur. Her şey O’nun varlığına ve birliğine delalet eder. Âlem O’nun varlığının alametidir. O’nsuz hiçbir şey olamaz. Var olan şeyler bir an için vardırlar ve asılları yoktur” (Pala 1989: 509). 6. Şeyh Bedrettin isyanının kökeni ve gelişimi üzerine Bkz. A. Cerrahoğlu, Şeyh Bedrettin ve Türkiye’de Sosyalizm Hareketleri, İstanbul, Çığ Yayınları No: 1, 1966. 7. Bacıyan-ı Rum: “Bacı Bektaşi ya da Alevi kadınlara verilmiş addır” (Mélikoff 1999:25). Bu konu için Bkz.: İréne Mélikoff “Bacıyan-ı Rum’dan Biri Kadıncık Ana” Yol Dergisi, Sayı 2, Kasım Aralık 1999: 20-25. 8. Babailer isyanı için Bkz.: Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, İstanbul, Dergah Yay., 1996. 9. Hurufilik: Horasan’ın Esterabad şehrinde Fazlullah adlı birisi tarafından kurulmuştur. (…) Fazlullah Hz Muhammed’den daha büyük kabul edilir. Kelam şeklinde tecelli eden Tanrı’nın harflerle ortaya çıktığı kabul edilir (Pala 1989: 236). 10. Bu konuda ayrıntılı bilgi için Bkz. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhitler (15–17. yüzyıllar), İstanbul, Tarih Vakfı Yayınları, 1998.
Sayı 40
SERÇEÞME
ANTALYA ABDAL MUSA KÜLTÜR DERNEĞİ İLE SERÇEŞME DERGİSİNİN BİRLİKTE YÜRÜTTÜĞÜ ÇALIŞMALAR
Antalya’nın Bektaşi ve Tahtacı Köylerinden İzlenimler – Bölüm II Gülçin Akça – Ahmet Koçak
A
Antalya Abdal Musa Kültür Derneğinde Birlik Cemi
NTALYA’NIN Bektaşi ve Tahtacı köylerini ziyaretlerimiz ve ortaklaşa etkinliklerimizin ilkini 8–10 Şubat tarihlerine programlamıştık. Bu programa göre ilk gün Antalya Abdal Musa Derneğinde “birlik cemi” yapılacak; cemde, katılan aydın ve yazarlar konuyla ilgili konuşacaklar. İkinci gün Değirmendere köyünde cem yapılacak, üçüncü gün ise Finike’nin Gökbük köyü ziyaret edilecekti. Bu programın akışı için gerekli hazırlıklar tamamlanmıştı.
Program dâhilinde tertiplediğimiz birlik cemi, Antalya Abdal Musa Derneğinde yapıldı. Özellikle gençlerin ilgi duyduğu ceme yoğun bir katılım oldu. Esat Korkmaz yapılan her hizmetin sonunda o hizmetin ne anlama geldiğini açıkladı. Yer yer Alevi-Bektaşi tarihini ve felsefesine değindi. Cemde güncel konular da tartışıldı. Mecliste yapılan türbanın okullarda serbest bırakılması üzerine tartışma, AKP’nin “Alevi Açılımı” konuları ele alındı ve tartışıldı. Sonradan aldığımız duyumlara göre yapılan bu tartışmalar bazı katılımcıları rahatsız etmiş. Onlara göre cemde sadece ibadet yapılır, toplumsal ve siyasi konular konuşulmazmış. Son yıllarda bu tarz yaklaşımların, AleviBektaşi canlar arsında fazlaca yaygınlaştığını görmekte, şahit olmaktayız. Tarih bilincinin köreltilmesi dedikleri şey bu olsa gerek. Bir toplum ne zaman tarihinden ve kültüründen uzaklaşırsa o denli çabuk yok olur. Asimile olur. Böyle düşünen canlara önerimiz resmi tarihi değil, Hacı Bektaş Veli’ler, Kalender Çelebi’ler, Pir Sultan Abdal’lar, Şeyh Bedreddin’lerin tarihini okumalarıdır. Hünkâr Hacı Bektaş Veli, dergâhında yetiştirdiği ve dünyanın dört bucağına gönderdiği üç yüz altmış ereni insanlara sadece ibadet etmesini öğretmek için mi, yoksa insanları irşat ederek aynı zamanda haklarını haksızlara karşı savunmasını öğretmek için mi eğitmiştir?
Değirmendere Köyü Halkı “Cem” Ol(a)madı
kuşaklara inanca ve kültüre dair herhangi bir şey taşımazsak olacak olan budur. Değirmendereli canlara söyleyeceğimiz şudur; her ne koşulda olursa olsun kimliğinize, inancınıza sahip çıkın. Aksi takdirde üzerimizde karanlık bulut gibi dolaşan çağdışı düşünceye hizmet etmiş olursunuz.
Serik’e İlk Ziyaret Değirmendere köyü programımız iptal olduğu için bir günümüz boşa çıkmıştı. O günümüzü değerlendirmek için birkaç telefon görüşmesi yaptık. Görüşmeler sonucu Serik’i ziyaret etmeyi kararlaştırdık. Serik’te akrabaları bulunan Ahmet ağabeyin kılavuzluğunda akşam saatlerine doğru yola çıktık. Serik’e ulaştığımızda hava iyice kararmıştı. Ahmet ağabeyin bir akrabasının evine konuk olduk. Bir süre sonra Serik’in ileri gelenlerinden Selim Arı can mihman olduğu(Devamı 16. Sayfada)
Selim Arı
Kâfi Baba Türbesi önünde
Önceki ziyaretimizde Şubat ayı içinde “Birlik Cemi” yapmayı kararlaştırdığımız Değirmendere köyü sakinleri belirlediğimiz tarihe birkaç gün kala bizi arayarak cem için organize olamayacaklarını söylediler. Doğrusu şaşırmadık dersek yalan olur. Daha bir ay önce köyün meydanında yakılan ateşin etrafında toplanarak inanca dair sorunlarının olduğunu, yıllardır cem yapmadıklarını, Alevilik konusunda hiç bilgilerinin olmadığını söylemişlerdi. Bizim ziyaretimizden sevinç duyduklarını dile getirmişler, bizden cem ve benzeri etkinlikleri yapmalarına yardımcı olmamızı istemişlerdi. Biz de bu istekleri doğrultusunda aydınlarımız ve dedemizi de alarak geleceğimizin sözünü vermiştik. Biz sözümüzü tuttuk, hazırlıklarımızı yaptık. Ne yazık ki Değirmendereli canlara bir daha mihman olamadık. Bu ve daha sonra değineceğimiz benzeri olumsuzluklar toplum olarak, yaşadığımız sorunlara karşı niyetimizi ve samimiyetimizi açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu durumda anlaşılıyor ki biz aslında bulunduğumuz koşullardan memnunuz, hiçbir şeyden şikâyetçi değiliz. Yani birilerinin bizi asimile etmesine gerek yok. Bu tutum ve davranışlarımızla bizler zaten bunu yapmaktayız. Gelecek
Mart 2008
15
SERÇEÞME (Baştarafı 15. Sayfada)
Antalya’nın Bektaşi ve Tahtacı Köylerinden İzlenimler muz eve geldi. Selim Arı yetmiş yaşlarında, yol, erkân bilen bir can. Selim Arı canla tanışıp merhabalaştıktan sonra ziyaretimizin nedenini anlattık. Selim Arı’dan burada yaşayan canların kültürel, inançsal durumlarını sorduk. Duyduklarımız diğer bölgelerden duyduklarımızdan farklı değildi. Yine dede sorunu, yine cem olamama sorunu… Selim Arı canla kısa ama özlü sohbetten sonra, burayı daha sonra ziyaret edeceğimizi belirterek izin isteyip kalktık. Daha sonraki yazımızda konu edineceğimiz cemin yapılmasında bu ziyaretin etkili olduğunu düşünüyoruz.
Bir Tahtacı Köyü: Gökbük 10 Şubat günü sabah erkenden Finike’nin Gökbük köyünü ziyaret için Antalya’dan bir ekiple yola çıktık. Ekipte Serçeşme Dergisinden Esat Korkmaz, Ali Aksüt, Öznur Tanal, Akçaeniş köyünden Serdar Tanal, Antalya Abdal Musa Derneği zâkirleri Süleyman Demir ve Mehmet Ali Çağlak ve dernek üyelerinden canlar vardı. İlk uğrak yerimiz Gökbük köyü yolu üzerinde bulunan Kâfi Baba türbesi oldu. Ekipteki canlarla Kâfi Baba türbesini ziyaret ettik. Yanımızda bulunan Ali Aksüt’ten türbe ve Kâfi Baba hakkında bilgiler aldık. Türbenin fotoğraflarını çektik, niyazımızı ederek buradan ayrıldık. Kâfi Baba ve adına yapılan etkinlikleri Ali Aksüt’ün kaleminde dergimizde okuyacaksınız. Öğlen saatinde Gökbük köyüne ulaştık. Hava kapalı ha yağdı ha yağacak. Dört bir tarafı ormanla çevrili olan köyün içinde küçük bir “ırmak” geçmektedir. “Irmak” köyü ikiye bölüyor. Irmağın üzerine yapılmış bir köprü ile köy birleşiyor. Birleşilen bu nokta köyün
16
meydanı olmuş. Köy kahvesi de bu meydanda. Meydana geldiğimizde araçlardan indik. Geleceğimizden haberdar olan Muhtar Elles Alkaç, Mehmet Pınar ve birçok can kahveden çıkarak bizi karşıladı. Kısa sürede organize olan Gökbük’lü canlar, kadınlı erkekli kahvede toplandılar. Hoşbeşten sonra Esat Korkmaz ziyaretimizin sebebini anlattı. Beraber neler yapabiliriz, bizlerden beklentileriniz nelerdir? diye Gökbük’lü canlara soruldu. Canların taleplerini, sorunlarını dinledik. Köyde uzun yıllardır cem yapılmadığını, köylülerin Alevilik hakkında neredeyse hiç bilgilerinin olmadığını, birkaç kez örgütlenme girişiminde bulunmalarına rağmen sonuçsuz kalındığını anlattılar. Buna rağmen Tahtacı geleneklerinin bazılarının hâlâ diri olduğunu sohbetimiz esnasında öğreniyoruz. Buradan ayılmadan canlarla tekrar birlikte olmak, cem olmak için sözleştik. Kahveden dışarı çıktığımızda sicim gibi bir yağmur yağıyordu. Yağmurun altında araçlarımıza binerek yeni tanıştığımız dostların sıcak muhabbetinin etkisiyle Gökbük’ünden ayrılıp, Akçaeniş köyüne doğru yola koyulduk.
Gökbük köyüne bizimle giden Serdar Tanal buradaki ortamı gördükten sonra ekibi, yoğun bir ısrar ile Akçaeniş köyüne götürmek için ikna etmişti.
Elmalı Akçaeniş Köyü Ziyareti Tekke köyünde Abdal Musa Türbesi’ni ziyaret ettikten sonra yoğun kar yağışı altında Akçaeniş köyüne ulaştık. Köyde kooperatif binasının üst katında lokal olarak kullanılan bir mekânda mihman edildik. Akçaeniş’te Tahtacılar ve Bektaşiliğin Babağan koluna mensup canlar yaşamakta. İki ayrı süreğe mensup olan canlar arasında sürek farklılığından kaynaklanan sorunların olduğunu, cemlerin beraber yapılmadığını, hatta aynı cemevini beraber kullanmadıklarını öğrendik. Alevi-Bektaşi erkânı Akçaeniş köyünde canlılığın koruyor. Tahtacıların dedeleri Aydın ve İzmir’den geliyor. Cemlerini, görgülerini yapıyorlar. Bektaşilerin ise erkânları dikme babaları tarafından sürekli yapılmakta. Gençlerin yoğun katıldığı sohbetimiz faydalı oldu. Karşılıklı bilgi alışverişinde bu-
Sayı 40
SERÇEÞME ANTALYA ABDAL MUSA KÜLTÜR DERNEĞİ VE SERÇEŞME DERGİSİ ORTAK KÜLTÜR ETKİNLİKLİĞİ - 3
lunduk. Yapmakta olduğumuz bu çalışmanın amacını anlattık. Canlar öylesine coşkulu idiler ki en kısa zamanda Akçaeniş köyünde beraber bir cem yapılmasını, günün birlik günü olduğunu dile getirdiler. Bu çalışmalara mali kaynak sağlamak üzere hazırlığını yaptığımız konserin biletlerini “gelmesek bile katkımız olsun” diyerek aldılar. Cemin yapılacağı tarihi belirleyerek köyden ayrıldık.
Atı Alan Üsküdar’ı Geçer Şubat ayında yaptığımız gezi ve etkinlikleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde AleviBektaşi köylerimizin durumunun hiç iç açıcı olmadığını söyleyebiliriz. Köylerde yaşayan insanlarımızın birçoğu nerdeyse hiç ceme girmemiş. Cemin ne olduğunu televizyonlarda öğrenmişler. Alevilik hakkında bildikleri şeyler çok sınırlı. Bazı köylerde gençlerin nerdeyse tamamı kültür ve inançlarına karşı ilgileri yok. Sorunları daha da sayabiliriz. Bu durum örgütlerimizin ve özellikle de Pir Dergâhı’nın önünde ciddi bir sorun olarak durmaktadır. Biraz daha zaman kaybeder, iç çekişmelerle birbirimizi yersek “atı alan Üsküdar’ı” geçer.
Cavit Murtezaoğlu Dinletisi Yürüttüğümüz bu çalışmanın Mart ayı içerisindeki ilk etkinliği Cavit Murtezaoğlu dinletisi
Mart 2008
oldu. Etkinlik Antalya Serbest Mali Müşavirler Odası salonunda yapıldı. 7 Mart Cuma günü akşam saat sekizde başlayan dinletiyi yaklaşık dört yüz kişi izledi. Etkinliğin açılışından sonra sahneye önce Antalya Abdal Musa Derneği’nin Çocuk Korosu çıktı. Mehmet Ali Çağlak’ın çalıştırdığı koro, sevilen türkü ve deyişleri seslendirdi. Korodan sonra kürsüye çıkan Esat Korkmaz kısa bir konuşma yaptı. Korkmaz yapılan bu etkinliğin amacını anlattı, katılanlara teşekkür etti. Daha sonra dernek zâkirleri Süleyman Demir ve Mehmet Ali Çağlak sevilen türkü ve deyişlerden bir demet sundular. Son olarak Cavit Murtezaoğlu sahneye davet edildi. Murtezaoğlu İran Tebriz doğumlu, Ehli Hak inancına mensup bir sanatçı. Müzik çalışmalarına beş yıldır ikamet ettiği Türkiye’de devam ediyor. Cavit dinletide Şah Hatayi deyişlerinden ve kendi eserlerinden örnekler sundu. Cavit Murtezaoğlu’na sahnede Kopuz ile Folva Zaman, Kemançe ile Arslan Hazreti, Klavye-Org ile Can Hazreti eşlik ettiler. Bize bu çalışmalarımızda destek veren Cavit Murtezaoğlu ve kendisine eşlik eden canlara sonsuz teşekkür ediyoruz. Azerbaycan’dan gelip etkinliğimize bulunan ve bize manevi desteğini sunan Gazeteci Dimes Cavidan’a da teşekkürler ediyoruz. Aşk ile.
CAVİT MURTEZAOĞLU CENGİZ ÖZKAN EROL PARLAK SEBAHAT AKKİRAZ
KONSER 31 Mayıs, Cumartesi Saat: 19.45 Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosu ANTALYA 0242.345 65 24 - 0505.897 49 70
17
SERÇEÞME
İlk Abdal Musa Dergâhı, Kâfi Baba ve Yuvalı
A
Ali Aksüt
NADOLU Aleviliğinin serçeşmesi Hacı Bektaş Veli’nin amcası olan Haydar Ata’nın oğlu Hasan Gazi’nin oğlu Abdal Musa 14. yüzyılda Kırk abdalı ile birlikte Horasan Hoy şehrinden Anadolu’ya gelmiştir. Uludağ’da türbesi bulunan Geyikli Baba ile birlikte kerametleri olan Abdal Musa’nın, Kaygusuz Abdal, Kâfi Baba gibi daha birçok ergin dervişleri var idi.(2) Abdal Musa Sultan’ın Türbesi Antalya ili Elmalı ilçesinin 14 km. güneyinde bulunan Tekke köyündedir. Bu türbe 18. yüzyılda yapılmıştır; 1874, 1910 ve 1968 yıllarında onarım gören türbe 9.40 x 9.40 metre boyutlarında kesme taştandır. Sekizgen kasnak üzerinde bir piramit çatı ile örtülüdür. Türbede Horasan erenlerinden Abdal Musa soyundan beş kişinin sandukası vardır.(3) Elmalı Finike çevresi Abdal Musa’nın yaşadığı dönemde Alaiye Beyliğine bağlıdır. Gaybi adıyla da anılan Kaygusuz Abdal Alaiye beylerinden Hüsameddin Mahmud’un oğludur. Farklı künyelendirenler de vardır. Şeceresi Karamanoğulları’na kadar inmektedir.(4) Attığı okun ardından Abdal Musa’ya can yoldaşı olmuştur. O Abdal Musa’dır ki Gaybi’yi mıknatıs gibi kendine çeker. Bektaşi yolağında “Elifi Tac” Abdal Musa’dan miras kalmış sayılır. Abdal Musa Tekkesinde üç yüzü aşkın dervişin ilimle uğraştığı, kırk aşçının mutfakta hizmet ettiğine dair çok sayıda kaynak vardır.(5) Abdal Musa deyince akla daima Elmalı Tekke köyü gelir. Oysa Abdal Musa buraya gelmeden önce o zamanlar Alaiye Beyliğine bağlı olan Finike yakınlarındaki Limira Harabeleri yakınına dergâh kurmuştur. Burada Kâfi Baba Türbe ve Tekkesi diye bilinen mekân Evliya Çelebi’ye göre Abdal Musa Asitanesidir.(6) Bu mekân Kâfi Baba türbesi olarak ziyaret edilmektedir. Günümüzde Finike Yuvalı köyünün Saklısu Mahallesinde bulunan Kâfi Baba Türbesinin bulunduğu mevkiinin eski adı Zengeder’dir. Buradaki Kâfi Baba Türbesi kitabesinde 1815 yılında onarım gördüğüne dair kayıt vardır.(7) Kâfi Baba Tekkesinin kitabesinde Abdal Musa “pir-i sani” lakabı ile anılmaktadır. Abdal Musa Velayetnamesi’ni de hazırlayan Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Finike ve Tekke köyündeki tekkeler ile ilgili olarak şöyle bir yoruma ulaşmaktadır. “Elmalı’da Abdal Musa Tekkesi XVI. asırda kurulmuş olması ve an’anenin yavaş yavaş Finike’den buraya nakledilmiş olması, buna rağmen, Finike dergâhında o an’anenin XVII. asır sonlarına kadar devam ettiğini Evliya Çelebi’nin kaydından anlıyoruz.”(8) Abdal Musa Velayetnamesi’nde geçen bir cümleden de Tekke’nin ilk önce Finike Yuvalı köyü yakınlarında, eski adı Zengerde olan Saklısu Mahallesinde olduğunu doğrular. “Andan Abdal Musa Sultan yaylakdan sahil evine indi. Anda bir Tekke bünyad itdi. O Tekkeyi yaptıkları yirden bir kazan altun çıkardılar.”(9) Bu cümle ile Finike yöresinde halk ağzında yaşayan söylence tıpa tıp birbirinin aynıdır.
18
Abdal Musa Sultan gerçek er ise Ali’yi sevenler muhib yar ise Hakk’ın maksuduna erem der ise Urganı boynunda dar meydanıdır.(1) Yöre halkından Hasan Tanal: “Avlan Gölü’nden, Avlan Beli’nden, Aykırca’dan, Çatallar’dan, Finike’nin yanında Keli Baba diye bir türbe var onun az ilerisinden Bedir Zaman’dan Zengerde’ye geliyorlar. Orada sekiz dokuz asırlık bir çınar ağacının yanına Gaygusuz dervişleriyle birlikte konaklıyorlar. Çınarın yanından bir su çıkıyor.”(10) Bu cümleden yola çıkılarak diğer tüm sözlü ve yazılı kaynakları birlikte değerlendirdiğimiz de ilk tekkenin Zengerde (Saklısu) da olduğunu çıkarıyoruz. İşte bu mekân bugün Kâfi Baba Türbesi diye biliniyor. Abdal Musa günlerden bir gün etrafında bulunanlara nasip dağıtır. Daha sonra oturup eli ile ocağı karıştırır. Abdal Kâfi, “Sultanım, elin yanmaz mı?” der. Abdal Musa her bilge tarafından bilinen şu cümleyi söyler. “Abdallarız, fetalarız, üryanlarız, büryanlarız!” deyince, yine Abdal Kâfi sorar: “Acaba bu sultan hangi soya bağlıdır?” Abdal Musa Sultan karşılığı verir. “Kim ne bilür bizi nice soydanız Ne bir zerre oddan ne hod sudanız Bizim hususumuz marifet söyler Biz Horasan mülkündeki boydanız”(11) Hacı Bektaş Tekkesinde abdallık mertebesindeki Ayakcı Postu, Abdal Musa’nındır. Kimi kaynaklara göre Bursa’nın fethine katılıp, tahta kılıcı ile kale burçlarını ikiye bölen kara sancaklı Abdal Musa imiş. Onun için olacak Akdeniz yakası Aydın Elleri’nin serdarı, Anadolu’nun Akdeniz’e açılan kapılarından birinde gözcü ve uç dergâhın ulusu Abdal Musa’dır. O yalnız andığımız yörenin değil her habibin koçlarını kurban gönderdiği Abdal Musa’dır.
Kâfi Baba Daha önceki satırlarda Abdal Musa Dergâhı abdallarından Kâfi Baba’nın adından kısaca söz ettik. Abdal Musa Sultan’a o ünlü kimlik bildiren nefesi söyleten Kâfi Baba ile ilgili en toplu çalışmayı Şevki Koca yapmış. Şevki Koca Kâfi Baba Bektaşi Dergâhını döneminin önemli “Seyf-i Meşreb Tekyeleri”den sayar. Şevki Koca Baba’nın tespitlerine göre: Kâfi baba aslen Alaiyelidir (Alanya). H. 870 M. 1454 yılında Hakk’a yürümüştür. Kabri dergâh haziresine sırlanmıştır. Dergâh Cumhuriyet döneminde hayli tahribat görmüş, kutsal emanetler yağma edilmiştir. Ahmet Sırrı Baba’nın yazdığı “Risalet-ül Ahmediye” adlı dosyada da Kâfi Baba’nın gerçek adı “Muhammed bin Nida-i Kasım” olarak kayıtlıdır. Kâfi Baba da Seyit Ali Sultan (Kızıldeli) gibi Hûrifilikten etkilenmiştir. Nida-i Kasım’a yazdığı “Maarifname-i Nün” adlı eserden dolayı Kâfi Baba dendiği rivayet edilmektedir. Bu kitaptan kalan birkaç sayfa Şevki Koca
Baba’da olup “Vücutname-i Âdemullah” adlı el yazma cönk içinde saklanmakta imiş. Menakıbname ve söylencelerde Kâfi Baba Abdal Musa’nın kırk dervişinden biridir. Abdal Musa kırk dervişini Kaygusuz’un emrine verip Mısır’a gönderir. O zaman Mısır Sultanı’nın verem olmuş bir kızı vardır. Sultan Kaygusuz Abdal’dan kızının sağlığına kavuşması için yardımcı olmasını ister. Kaygusuz Abdal, hasta kızla ilgilenmesi için Nida-i Kasım’ı görevlendirir. Nida-i Kasım yani Kâfi Baba hasta kızı nefes ve nazar eyleyerek kısa zamanda sağlığına kavuşturur. Sevinç ve mutluluk içinde olan Mısır sultanı Kâfi Baba yani Kasım Derviş’e, “Bir dileğin var mı?” diye sorar. Kasım Derviş (Kâfi Baba) nefirini kuşağından çıkarıp, “Şu nefiri dolduracak kadar yağ verirseniz mutlu oluruz” der. Mısır Sultanı bu isteği küçümseyerek Mısır’ın bir yıllık yağını nefire boşalttırır, nefir dolmaz. Sultan şaşkınlıkla, “Kâfi derviş, Kâfi derviş” diye seslenir. Kasım Derviş nefiri kuşağına yerleştirir. Taa o günden bu güne Kasım Derviş, Kâfi Baba diye alınır. Kâfi Baba Dergâhı ya da Abdal Musa Sultanın ilk tekkesini kurduğu yerde Cumhuriyet dönemine kadar postnişinler tekke hizmetlerini sürdürmüşlerdir. Seyyid İbrahim Baba tarafından Kâfi Baba türbesine diktirilen kitabenin metni şöyledir. “Hü Dost; Pir-i sani Hazret-i Abdal Musa hadim-i Gülşan-i zar içre esrar-ı Hakayık mahremi Askeri’dir. Ol şahın devlet-ü eyyamında Kâfi Baba dirler idi, iş bu erin namına ‘Kaf u Nun’la dile geldi, eyledi Hakk el yakın Seyyid İbrahim Dede ol Pişuva’yı müminiyn Saye-i Sal mescidinde olmuşum bağdaşnişin Tariha’dır şeş cihana padşah-ı dide ban” H. 1231 (M. 1815) Kâfi Baba Dergâhı Evkaf kayıtlarında (maalesef) Finike Nakşibendî dergâhı olarak kaydedilmiştir.(13) Kalemine sağlık, hizmeti Hak için olsun Şevki Koca Baba bizleri Kâfi Baba konusunda da karanlıkta bırakmamış.
Finike Yuvalı Köyü Günümüz Antalya’sının Finike İlçesinin bir köyünün adı Yuvalı. Yuvalı köyü Finike ilçesinin kuzeyinde Gülmez Dağı’nın eteğinde kurulu. Nüfusu iki bini aşkın. Yuvalı merkezinde Yağmurlu Dede Ocağı talibi olan Abdal kümeleri oturuyorlar. Abdallar, Kazancılar ve Elekçiler adlı üç akraba topluluklar. Kâfi Baba Türbesinin bulunduğu mahallenin adı ise Saklısu. Saklısu Mahallesinde Saçıkaralı Yörükleri oturuyorlar. Saçıkaralı Yörükleri Hanefi inançlılar. Saçıkaralı Yörüklerini Haytaların bir obası sayan ve onları da Tencililerle birleştirip değerlendiren araştırmacılar da var. Yuvalı Abdalları ile Saçıkaralı Yörükleri Kâfi Baba’ya birlikte sahip çıkıyorlar. Başkanlığım döneminde başlattığımız Kâfi Baba etkinliğine birlikte katkı sunuyorlar. Yuvalı yakınlarındaki Gülmen dağının başında bir yatır var. Bu yatırı yöre insanı “Eren Baba” diye anıyor. Eren Baba’nın asıl adı Nuri Eroğlu imiş. Halveti tarikatı pirlerinden Nebati Ümmi’nin talebesi olan Nuri Eroğlu, Elmalılı Sinan Ümmi’nin de hocası imiş. 1603 yılında ölmüş. Saklısu (Zergende) mevkiinde bulunan Kâfi Baba Türbesi’nin hemen bitişiğinde Hasan Baba’nın bir mezarı var. Sit alanı içinde, altı metre kadar uzunlukta bir koca mezarda yatanı da Bedri Zaman Baba diye adlandırıyorlar. Bedri Zaman Baba’nın da tekkenişin olma olasılığı yüksek. Yuvalı köyünün Tocak Dağı
Sayı 40
SERÇEÞME tarafında çevre yolu altında Bektaş Ağa Bahçesinde bir ulu kavak var. Halk bu ağaca “Eren Kavağı” diyor, kutsuyor, ziyaret ediyor. Köyün doğusunda bulunan yakın zamana kadar kalıntıları olan değirmenden hiç iz kalmamış. Bu değirmene Yuvalılar “Abdal Musa Tekke Değirmeni” diyorlar. Yuvalı köyü yakınlarında bir köy Hallac-ı Mansur’dan ya da Halaç topluluğundan ad almış olsa gerek. Günümüzde Hanefi inancında olan bu köyümüzün mezarlığında bulunan Ali Baba da ziyaret edilen yerlerden birisi. Yuvalılar geçimlerini seracılık, çalgıcılık ve pazarlamacılık yaparak sağlıyorlar. Yuvalı sakinlerini kısaca da olsa tanımakta yarar var.
Yağmur Oğulları Yuvalılardan bir kısmı Demirayak soyadını taşıyorlar. Bu soyadını taşıyan ailelere Karayağmurlu da deniyor. Kütahya-Gediz arasında bir yerleşim yeri de bu ocaktan ad almıştır. Yine Tokat Niksar arasında bir köyde Yağmuroğulları diye tanınan dedelerin ardılları yaşıyor. Veli Saltık’ın tespitine göre Yağmuroğulları Ocağı Çorum Misler Ocağındandır. Şah Şadıllı Ocağı dedeleri Yağmur Ocağı Şadıllı ocağına bağlı diyorlarmış. Dr. Mehmet Yardımcı ise Yağmur Dede Türbesinin Zile’nin Kabalcık köyünde yatığını yazmaktadır.(14) Yuvalı adı da Türkmen Yörükan taifesinden bir grup adıdır. Yuvalı cemaatı Tabanlı diye bilinen Bozulus aşiretindendir. Yağmuroğullarından dede soylu Haydar Demirayak kendi arsasına Murtaza Dinçer Dede’nin de katkıları ile bir cemevi yaptırmış. İçini cem adlı güzellik ile doldurmak yöre insanına düşüyor. Bu çalışmayı yaparken buluştuğum Yuvalı gençler büyük bir inanç boşluğu içinde olduklarını ve kendilerine konuşma yapmamı istediler. O cemevinde bu boşluk doldurulmaz ise asimilasyon kapıda demektir.
Yağmurlar Osmanlı kayıtlarında Türkmen Yörükan Taifesinden, Sındırgı, Kazası (Karasi Sancağı), Tahtapazarı Kazası (Paşa Sancağı), Tavşanlı Kazası (Kütahya Sancağı), Maraş, Karahisar-ı Şarki, Kütahya, Karasi ve Hüdavendigâr Sancakları, Kula Kazası, Tarhala Kazası (Hudavedigar Sancağı) gibi yerlerde kayıtlı görünmektedirler. Yağmurluca adlı cemaat ise Ordu, Rakka, Karaman ve Sivas çevresinde Türkmen Yörükan taifesinden şeklinde kayıtlıdır. Yağmuroğulları ile Yağmurluca aynı yerleşim yerlerinde kayıtlıdırlar. Bir de Yağmuroğlu Ceceli diye bir cemaatın adı geçmektedir ki, bu da aynı topluluğun perakende uzantısıdır.(15) XI. yüzyılın ilk çeyreğinde maveraünnehir çevresinde bulunan Selçuklu’lardan dört boyun başında Yağmur, Buka kızı ve Göktaş adlı beyler bulunmaktaydı.(16) Yazır Hanı Yağmur Hazerm ile Gürgen arasındaki bölgede hüküm sürüyordu.(17) Çin yıllıklarına göre Dokuz Oğuz boyunun birisi Yağmurkar adını taşımaktadır.(18) Yozgat ili Çayıralan ilçesine bağlı bir yerleşim yerinin adı Babayağmur’dur. Maraş Yörüklerine tabi olan Araban tayfasına bağlı bir cemaatin adı Kara Yağmur’dur. Bunlar on altıncı yüzyılda Behisni Kazasına bağlı Ceysun Nahiyesinde kışlamakta olup 13 hane 1 mücerret nüfusları vardır.(19) Bala, Keskin, Elmalı, Eskişehir Sarıkavak, gibi yerleşim yerlerinde yaşayan Abdal kümelerinin bazıları Yağmuroğulları dede ocağı talibidirler.(20) Antalya Merkez Zeytinköy de
Nisan 2008
Karayağmurlu ocağına bağlı olduklarını söylemektedirler. (Ali Aksüt ‘ün Abdallarla ilgili alan çalışmasından). Çanakkale Merkez ilçe Elmacık köylülerinin de Yağmurlu ocağı talibi olma olasılığı vardır. Mersin Kuzucubelen köyünün Karaca İlyas Tepesinde Yağmur Dede ziyareti vardır. Rumeli’nde Yağmuroğlu Hasan Baba Zayivesi Tanrı Dağı kurbündedir.(21) Yağmurlar konargöçer yaşam tarzından dolayı küçük gruplar halince çok geniş bir alana dağılmışlardır. Elekçiler Burdur Isparta arasında bulunan Gölbaşı adlı yerleşim yerinden taşınma gruptur. Aksaray ve çevresi ve birçok yerleşim yeri çevresinde Adapazarı, Düzce arasında yarı yerleşik konumdadırlar. Kazancılar ise Çankırı, Kurşunlu çevresinde de bulunan bir Abdal topluluğudur. Kazancılar Başbakanlık Arşiv kayıtlarında Kazancı, Kazancılı, Kazgancı, Kazgancılı, Kazgancıyan adları ile kayıtlıdırlar. Bu topluluk yörükan taifesinden yani konargöçer yaşam tarzında olup Adana, Sis, Maraş, Kırşehri, Karahisarı Şarki Sancakları, Gülnar ve Ermenek Kazaları, Samsun ve Bafra kazalarında görülmektedirler. Göçebe Kazganlı (Kazganlu) Türkmanı ise Marmaracık Kazası (Aydın Sancağı) kayıtlarındadırlar.(22) Yağmurlu ya da Karayağmurlular, Kazancılar, Elekçiler aynı iş ve yaşam tarzını benimsemiş çoğu akraba topluluklardır.
Saçıkaralılar Kâfi Baba etkinliklerini ilk kez ben Antalya Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Başkanlığını yürüttüğüm dönemde başlattık. Yönetim kurulu olarak bu etkinliğin zamanla gelenekselleşmesini arzuluyorduk. Dediğimiz gibi de oldu. Anadolu’nun tüm türbe ve yatırları bu toprağın her insanı tarafından saygı görür. “Zamanla inançları ayrışmış kardeş toplulukları, birlikte mutlu görmek bizleri de mutlu eder” diye Kâfi Baba’ya herkesi çağırdık. Saklısu’da yaşayan Saçıkaralı Yörükler bu çağrıya candan katıldılar, içtenlikli bir destek verdiler. Bana kendinizi anlatın demiştim, anlatmışlardı. Saklısu çevresinin eski adı Zengerde’dir. “Zen” altın, “ger” ise “cı” ekidir. Altıncı gibi bir anlama gelir. Başbakanlık Arşivi Kayıtlarında Saçıkaralılar şu şekilde kayıtlıdır: “Konar-Göçer Türkman Yörükanı Taifesinden İshaklı Kazası (Akşehir Sancağı), Kazan Kazası (Adana Sancağı), Hamideli, İçel, Teke, Alaiye, Adana, Sis, Aydın, Saruhan, Tarsus, Beğşehri ve Akşehir sancakları, Manavgat ve Düşembe Kazaları (Alaiye Sancağı), Anamur Kazası (İçel Sancağı), Kıbrıs Ceziresi, Uşak ve Denizli Kazaları (Kütahya Sancağı), İlisuluk ve Coruş karyeleri (İçel Sancağının Selinti Kazasında). Saçıkaralı cemaati İçel Sancağında iskân edilmiş olup, eşkiyalık sebebiyle 1140 (M. 1624) tarihinde Kıbrıs Ceziresine nakl ve iskân edilmişlerdir. Cemaat-ı mezbur, mukaddema Aydın Sancağının hali ve harab mahallerine iskân olunmuşdu.”(23) Yörükler hakkında değişik görüşler öne sürülmüştür. Menzek, Yörük ve Türkmenlerin Moğol ardılı olduklarını öne sürmüştür. Lejean gibi birçok araştırmacı ise, Yörüklerin Türkmenlerin soyundan olduklarını yazmışlardır. Oruç Bey, Yörükler için “bu Oğuz taifesi göçküncü Yörükler” diye anlatır.(24) Antalya-Teke yöresinde hemen hemen her Yörük obasından izler vardır. Antalya’ya yaşa-
yan Saçıkaralı ile Hacı Aliler, Teke Yörük oymaklarından aynı grubun üyesidirler.(25)
Sonuç Abdal Musa Sultan’ın Hoy’dan başlayan yolculuğu Akdeniz kıyılarına kadar uzanmıştır. Onunla ilgili anlatılanların büyük bir kesiti Antalya Finike Yuvalı Köyü Saklısu (Zengerde) Mevkii Kâfi Baba Türbesi diye adlandırılan mekânda geçmiştir. Unutturulmaya çalışılan, unutulmaya yüz tutmuş bir tarihi ve köklü değer yeniden yaşasın düşüncesi ile Kâfi Baba etkinliklerini başlattık. Eğer, Abdal Musa ve Kâfi Baba gerçeği ortaya çıksın, Yörüğün, Abdalın, Manavın kardeşliği sürsün isteniyorsa saydıklarımızın tümünün ortak değeri, eski tekke ve zaviye kalıntılarının korunmasına da özen gösterilsin. Bu bir dilek yapıcı devlet, yapıcı dernek yetkililerine, Anadolu’nun yıkmasını bilmeyen yapıcı insanına arz olunur. Kim bilir büyüklerimiz neler ihsan ederler bizlere…
K AYNAKLAR 1. Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi, Haz. Adil Ali Atalay, Cem Yay., İstanbul, 1990, s. 114. 2. Age. s. 108. 3. Yurt Ansiklopedisi, Anadolu Yay., İst, 1982, c. 2, s. 866. 4. Armağan, A. Munis, Ege’nin Gizli Tarihi Horasaniler, Tüze Yay., Ankara, 2001, s. 179. 5. Age. s. 142, 144. 6. Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi, Haz. Abdurrahman Güzel, TTK, Ankara, 1999, s. 14. 7. Age. s. 35. 8. Age. s. 56. 9. Age. s. 141. 10. Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi, Haz. Adil Ali Atalay, Cem Yay., İstanbul, 1990, s. 101 11. Age. s. 28. 12. Age. s. 34. 13. Koca, Şevki Akdeniz’de Bir Erenler Ocağı Kafi Baba Bektaşi Dergahı, Cem Der. 2002 Sayı 122. 14. Saltık, Veli İz Bırakan Erenler ve Alevi Ocakları Ankara,2004, s. 239 15. Türkay, Cevdet Başbakanlık Arşivi Belgelerine Göre Osmanlı İmparatorluğunda Oymak Oba ve Aşiretler Tercüman Yay., İstanbul, 1979, s. 760. 16. S. C. Agacanov, Oğuzlar, Selenge Yay. İstanbul, 2004, s. 284. 17. Age. s. 365, 18. Divitçioğlu, Sencer Kök Türkler Ada. Yay., İstanbul, 1987 , s. 181, 19. Taşdemir, Mehmet XVI. Yüzyılda Adıyaman, TTK, Ankara, 1999, s. 111 20. Yörükan, Y.Zira Anadolu’da Tahtacılar ve Aleviler, Ankara, 2002, s. 403 21. Türkler Ans. c. 9, s. 145. 22. Türkay Cevdet, Age, s. 501. 23. Türkay Cevdet, Age, s. 638. 24. Hayati Beşirli-İbrahim Erkal, Anadolu’da Yörükler Tarihi ve Sosyolojik İncelemeler, Ankara, 2007, s. 136, 139. 25. Dulkadır, Hilmi, İçel’de Son Yörükler Sarıkeçililer, Mersin, 1997, s. 56.
K AYNAK K İŞİ Haydar Demirayak Antalya-Finike-Yuvalı 1954 (Yağmur Dede Oğlu). Yaşar Öncel Antalya-Finike-Yuvalı Köyü 1938 (Haydar Dede Oğlu). Kerim Aydınlı Antalya-Finike-Yuvalı-Saklısu Mah. 1951 (Saçıkaralı).
19
SERÇEÞME
ERDAL ERZİNCAN VE BAĞLAMA ORKESTRASI’NIN KADIKÖY HALK EĞİTİM MERKEZİ’NDEKİ DİNLETİSİNDE
Bağlamanın Miracı
O
LAĞANÜSTÜLÜK denen şey; susadığımda “içtiğim” seste bir de görüntümü izlemek olmalı. Erdal Erzincan Bağlama Orkestrası kulağımı “göz” yaptı; seslerinde görüntüm bana “göründü.” Yaşamın müziği “ses gölgesi”nde dinlenir ve unutulmasın diye “gönül defterine” kaydedilir. Kültürümüzde, insan-tanrıcılık gereği bağlama önce “insan” yapılır, sonra da algılanmaya çalışılır: Bu bağlamda bağlama “konuşan tel”dir, yani tıpkı bizler gibi doğar, büyür ve ölür. Dişil ağaç ile eril tel “evlenir”; bu evliliğin “çocuğu” olarak dünyaya gelir bağlama dediğimiz şey. “Çocuğu” yetiştirmekle görevli “usta” onu “canlandırır”; sese dönüşüp dönüşemeyeceğini, ses olup olmayacağını denetler. Olumlu sonuç alırsa bağlama “ilk doğumunu” yapmış olur. Asıl doğum “bağlamanın yol doğumudur”: Yol doğumunda baba ozandır, ana ise öğrenci olarak bağlamanın kendisidir. Ozanın eli tele dokunduğunda bağlama “gebe” kalır ve doğum gerçekleşir. Çocuğu adı “titreşim”dir. Titreşim ses olduğunda bağlama içini dışına taşıyarak yaşama akmaya başlar. İki cinsin “evliliği”, verimlilik, yani “canlandırma” için koşuldur. Her evlilik bir “doğumu” olanaklı kıldığına göre “canlanma”, yani “verimlilik” olanaklı hale gelir. Ve sonsuz gerçekliği anlat-
20
Esat Korkmaz Titreşim ilkesi gereği hiçbir şey durağan değildir; her şey hareket eder: Her şey enerjidir ve durağan hiçbir şey yoktur; evren ve hayatın en ücra köşesi bile titreşir. Demek ki “değişim” ya da “ses” kaçınılmazdır. ma biçimi olan bağlamanın “miraç yolculuğu” başlamıştır artık. 21 Nisan 2008 günü akşamı Kadıköy Halk Eğitim Merkezi Salonu’nda Erdal Erzincan’ın ve öğrencilerinin “tel dinletisi”nde idim; ikrar vererek “yola giren” ve “görgüden geçerek ikrarını tazeleyen” bağlamanın/bağlamaların “miraç yolculuğu”na tanık oldum.
Bağlamanın Miraç Yolculuğu “Erdal Erzincan ve öğrencileri” gözümüzün önünde bağlamalarıyla “sevişti”: Kollarını göğsünden içeri öyle bir soktular ki öyle bir karıştırdılar ki başladı bağlama/bağlamalar inlemeye; bağlamanın içindeki boşluğu “nesnelleştirememiş”, yani ona “biçim” verememiş olsalardı “el attıklarında” bağlamayı “kalçasından” yakalayabilirler miydi? “Arsızca” iki eşik arasında kalan yaşam alanında “esrik” gezinip durdular. Titreşim ürettiler ya da ürettikleri titreşimleri avuçladılar, sıktılar. Bir sevişme sesi ki sormayın gitsin; kulağım yetersiz kalınca gözümü de ekledim. Duygularım ve heyecanım “göz” oldu ve seste kendi “görüntümü” izledim: Sonsuz var olma sevincimi kendimi ileriye doğru taşıyan bir “tekerlek” yaptım. Yaşamın eli ses oldu geldi saçlarımı okşadı; sade-
ce içimi değil bedenimi bile “şımarttı”. Daha uzun yıllar Yeryüzü acıkıp size koşmasın; çok yaşayın Erdal-Mercan Erzincan ve öğrencileri. Hani Tanrı, “et ve kemikten yapılmış bir adamdır”, deriz ya; inandım artık bu “adam” sesin “donudur”. Sese acıkmışım, sese susamışım: Dinleti boyunca bağlamanın miraç yolculuğunda sırrımın yaşam belirtilerini izledim. Çünkü, bağlamanın sırrı “dört hareketin çocuğu” olarak algılanan “ses”tir; bağlama sesin hapishanesidir. Daha doğrusu canlı-cansız her şey “sesin görünüşe taşınma araçlarıdır”; her şey “ses” olduğuna göre seslerin toplamı Tanrı’dır. Yaşamın ve nesnel sürecin sırrına erebilmek için “görünüşe taşınma araçlarından”, yani somut olarak bağlamanın kendisinden “özgürleşmek, özgürleşerek sesle yüz yüze gelmek” gerekir. Bu da bağlamayla sevişmekle olanaklıdır: İşte Erdal Erzincan ve öğrencileri bunu yaptı. Ses, Tanrı’nın bağlamanın yapısına koyduğu bir işarettir. Ve bu işaret somut anlamda bağlamanın “bilincinden” özgürleşebilenlerce “keşfedilebilir”. Bu nedenle gürültüyü müzik sananlarca anlaşılmaz. Sesle, “üç terki” gerçekleştiremezsek, yani bu-dünyayı terk edemezsek, öbür-dünyayı terk edemezsek ve terk ettiğimiz yeri de terk edemezsek “sesin/ seslerin sabit anlamları” tarafından “zincire
Sayı 40
SERÇEÞME
vuruluruz”. Yeni bir şeyi betimlemek o denli zorlaşır ki “benimiz” düşünülemez ve sese dönüştürülemez bir duruma düşer; zihnimiz “paramparça” olur. Sesler manayı “anıştırdığı” için, sözcüklerle açıklanamaz ya da sözcükler burada yetersiz kalır. Daha doğrusu, “hallerin elinde esir”dir sözcükler; onlar kullanılırsa herkes anlar. O zaman da amaç ortadan kalkar.
Sesler Amaçsız Değildir Demek ki ses/sesler amaçsız değildir: Zamanın tersine çevrilmezliğine başkaldırmak ve insanı, ulularımızın başlangıç zamanına taşımak, geçmişi yakalamak-geleceği kurmak gibi bir amacı vardır. Erdal Erzincan ve öğrencileri, yapmak istedikleri şeyin “öncesi” ve “sonrası” konusunda bize bilgi verdiler; bu bize/bizlere verilen bir “güvence” oldu. Geçmişimize “yaklaştık” ve geçmişimizi “ses” yapmaya başladık. Bu yolla geçmişimizi “güncelledik”, yani “şimdileştirdik” onu. Bağlamada, alt ve üst eşikler arasındaki tellerden “ses” alınabilir; tel “eylemli” ise artık tel değil “ses”tir ve “yaşamın” simgesi durumundadır. Üst ve alt eşiğin dışında kalan teller, “sese dönüştürülemez”, yani onlardan “ses alınamaz”; ses alınamayan bu teller “doğum öncesini” ve “ölüm sonrasını” simgeler. Tasavvuf geleneğinde “doğum öncesi” de “ölüm sonrası” da “doğuran hiçlik”tir. “Devriye” kapsamında, doğuran hiçlikten çıkılır, yine doğuran hiçliğe dönülür. Bunu başarabilirsek “ölmüş zamanın ağırlığından” kurtarılır geçmişimiz; ses alınabilen dünya bir tarafta, ses alınamayan dünya diğer tarafta konumlanır: İkisi bir “karşıtlık” oluşturur. Tasavvuf edebiyatında kimi kez “ses/sesler”, hiçliğin “çıplaklığını”, yani “ayıbını” örten bir örtü olarak da algılanır. Tasarımın mantığı gereği “bağlama ile sevişme”, bağlamayı “soyma”, soyarak “acı duymayan bir ses” olup “hiçliğe taşınmak” anlamını da içerir; dünya artık şuradan-buradan rastlantısal olarak “fırlatılmış seslerden oluşan bir gürültü” olmaktan çıkar. Bilincimize-inancımıza düşen bir “yaprak”, geleceğimize açılan bir “pencere” olur. Bir kere daha anladım kendisini yetiştiren ozan bağlamasıyla sevişirken “uyumlu ses” çıkarır; bunun dışında yaptığı “gürültü”dür. Şöyle de düşünülebilir: Gürültü, çok şey düşünen insanın sesidir, uyumlu ses ise bir tek şey düşünen ve düşündüğünü uygulamaya sokmaya çalışan insanın sesidir. Yani sevişirken insan
Nisan 2008
daha az akıllıdır; az akıllıyken insan en üst düzeyde doğurgandır. Erdal Erzincan ve öğrencileri en üst düzeyde doğurgandı ve bizleri de en üst doğurgan birer dinleyici yaptı. Erdal Erzincan, bağlamanın içine “girebilen”, içine “biçim” verebilen, içindeki “doğa olmayan şeyi doğa yapabilen”, bunu becerebildiği için bağlamaya “dokunabilen”, bu yolla bağlamasıyla “sevişebilen” sayılı ozanlarımızdan biridir. Konser sona erdiğinde “düşümü kırmak” zorunda kaldım. Söylencedeki sûfi gibi “saçmalamaya” başladım: Yaşadığım “an”dan başka yaşam yok; geçmişin “anısı”, geleceğin “isteği” bu “anın” içinde. Çıplaklık denen “utanç” durumundan kurtulmak için “an”dan kendime bir “giysi dikmek” , onu giymek ve “zaman olmak” durumundayım. Sanırım başka seçeneğim yok… Şeyleri “hızla” ve “sınırsız” biçimde tüketerek ve sömürerek, o şeylerin doğasına yaklaşmak hemen hemen olanaksızdır. Bu hız, tüketilen şeyi “anlamamızı” da “sınırlar”; biz daha tükettiğimizi anlamadan, yeni bir şey ararız
tüketmek için. Bu müzik için de geçerlidir: Tükettiğimiz şey, “ne olduğuna” ilişkin tüm ipuçlarını “kendi hiçliğine gömer”. Biz ileriye atılırız, tükettiğimiz şey “küser” ve “geri çekilir.” Bu anaforda, “sevgilimizin yanında duramayız”; sürekli o bizden uzaklaşır; sevgilinin küskünlüğünü ciddiye almak durumundayız. İnsanların ve nesnelerin “tutsaklığı” ölçü alındığında, “hiçlik dediğimiz şey”, sömürü düzeninde tüketilemeyen ya da tüketilmeye yatkın olmayan, ne olduğunu kendi sessizliğinde “saklayan” ya da yeri-zamanı geldiğinde dışa vurma özgürlüğünü elinde bulunduran şeydir. Hiçliğimizden doğabilmek için “yaşamımızı düşüncemizin hizmetine vermekten vazgeçip, düşüncemizi yaşamımızın hizmetlisi yapmak durumundayız.” Kederi ölen insan fazla yaşamazmış; kederimiz ölmesin Erdal Can-Mercan Can; kederimizin olduğunu sandığımız bir ses duyduğumuzda, “acısı nerede?” diye sormayı unutmayalım. Aşk ile bağlamalarınızın miracı kutlu olsun.
21
SERÇEÞME
OSMANLI VE TÜRKİYE’NİN, ÇAĞA VE BİLİME KARŞI DİRENİŞİ
Aleviliğe Karşı Alınan “Tedbirler”
B
Murtaza Demir
İLİNDİĞİ gibi matbaa Johann Gutenberg tarafından 1455 yılında icat edilmiştir. Johann Gutenberg, çırağı Fust ile birlikte Mainz şehrinde metal harflerle basım tekniğini uygulamış, ilk çalışmaları olan 42 satırlık İncil’i basmışlardır. Gutenberg bu çalışmalara bilgi ve birikimini, Fust ise sermayesini katmıştır. Sultan II. Beyazit’ın 1492 yılında topraklarına kabul ettiği engizisyondan kaçan Yahudiler, matbaa tekniğini de beraberlerinde getirmişlerdi. Osmanlı ülkesine gelişlerinden bir yıl sonra, David ve Samuel ibn Nahmias kardeşler 1493 yılında İstanbul’da ilk basımevini (matbaasını) kurarlar. Kendilerine, sadece Tevrat ve dini kitaplar basma izni verilmiş ve uzun süre salt bu kitaplar basılmıştır. Bu tarihten sonra çeşitli kereler matbaa açma girişiminde bulunanlara hep karşı çıkılmış, Kuran’ın daha önce olduğu gibi mutlaka elle yazılması gereğini dair fetvalar verilmiş, zamanın önemli kişileri olan hattatlar kışkırtılmış ve yönetimden himaye görmüşlerdir. Osmanlı topraklarında çalışan ilk matbaa, icat edilişinden tam 262 yıl sonra, Lale Devri olarak bilinen 1727 yılında İbrahim Mütefferika tarafından kurulmuştur. Bu süre, batıyla Türkiye arasındaki gelişmişlik farkıdır. Bilim, sanat, edebiyat ve diğer alanlarda görülen batıyla aramızdaki bu büyük zaman ve gelişmişlik farkı halen aynı ölçüde sürmekte ve aradaki fark kapatılamamaktadır. Yeri gelmişken dinci (dindar değil) zihniyetin iyi anlaşılması ve tanınması; fırsat bulduğunda işi nasıl bir ifrat noktasına götürebileceğini göstermesi ve bir örnek oluşturması bakımından, bir hikaye daha vereceğim: Padişah III. Murat döneminde (1574–1595), Mısır’lı müneccim Takiyeddin Efendi, müneccimbaşılığı1 görevine atanır. Takiyeddin Efendi zamanının ünlü bir bilimcisidir: “Görevini başarıyla yapabilmesi” için bir gözlemevine ve yeteri kadar personele ihtiyacı olduğuna dair bir rapor hazırlar ve raporunu III. Murat’a arz eder. Raporunda, “fal açılarak yapılan hava tahminlerinin bir değerinin olmadığını, Avrupalı gökbilimcilerin benzer çalışmalarını, bunun bilimsel gerekliliğini” vb. anlatır. Padişah III. Murat, Takiyeddin Efendi’nin isteklerinin “tiz elden” karşılanması için ferman yayınlar. İstanbul Tophane sırtlarına kurulan görkemli gözlemevi, Avrupalı benzerlerinden daha donanımlı olarak hizmet üretmeye başlar. Saray çevresinde bir bilim adamının öne çıkması ve çevresinden saygı görmeye başlaması, özellikle din uleması başta olmak üzere pek çok kişinin kıskançlığına neden olur. 1577’de gökyüzünde görülen kuyrukluyıldız, uğursuzluk sayılır ve ertesi yıl ortaya çıkan veba salgını çoluk yaşlı demeden ahaliyi kırıp geçirir: Avrupa ve Asya’da milyonlarca insanın ölümüne neden olur. “Veba salgınını, Allahın bir cezası” olarak yorumlayan ulema, duruma ilişkin pek çok neden bulmuş, istemedikleri her şeyi salgına gerekçe olarak göstermiş, gökyüzünü gözleyen Takıyeddin’in rasathanesinin de sorumlular arasında olduğu söylenmiştir. Takıyeddin’i ve rasathaneyi istemeyenlerin başında Şeyhülislam Kadızade gelmektedir. Kadızade, Padi-
22
şah II. Murat’a gönderdiği mektupta “Rasat icrasının (gözlem yapmanın) eflakin (Allahın) sırlarını öğrenmeye teşebbüs mahiyetinde bir küstahlık olduğunu, rasathane ihdas eden devletlerin zeval bulduğunu (yıkıldığını)” bildirir. Bunun üzerine hemen harekete geçen III. Murat, Kaptanı Derya Kılıç Ali Paşa’ya bir hattı hümayun göndererek, gözlemevinin yıkılmasını emreder. Kılıç Ali Paşa gemileriyle bir gece Haliç’e girer, Tophane önüne gelir ve rasathaneyi yerle bir eder. Tarihçi ahlakıyla hiçbir ilgisi olmayan “Resmi tarihçilerimizin” allayıp pulladıkları, adaleti, hoşgörüsü, ilericiliğiyle öve öve bitiremedikler Osmanlı, işte bu Osmanlıdır. Aynı Osmanlı, Batı’da ortaya çıkan teknoloji üretimini takip edip, bu yarışa girmek yerine, Batıni ve sufi takibi yapmakta, öldürülmelerini, kaybedilmelerini, “defterlerinin dürülmesini” isteyen fermanlar göndermeye devam etmektedir. Bu yüzden Batıni akımlar varlıklarını gizli ve çok güç koşullarda sürdürmektedir.2 1537 yılına gelindiğinde, bağnaz din uleması, Şeyhülislam İbn-i Kemal’in telkinleriyle, Sünnîliği güçlendirmek ve Batıniliğin etkisini azaltmak amacıyla bir takım tedbirlerin daha alınmasına ihtiyaç gören yönetimin aldığı “kararlar” şöyledir: 1. Dinî gerekleri yerine getirmeyen, ya da dine karşı saygısızlık gösterdiği ileri sürülenlere ağır cezalar verilmesi öngörülmüştür. Örneğin Peygamber’in sözlerine şüphe ile bakanlar inançsız sayılacaklar ve öldürüleceklerdir. 2. Her köye bir camii yaptırılacak, halkın Cuma namazlarına katılmaları sağlanacaktır. 3. Devletin benimsemiş olduğu Sünnî görüşün güçlendirilmesine yardımcı olmak amacıyla bazı eğlence yerleri, özellikle de meyhaneler kapatılarak, sapık inançlı oldukları ileri sürülen bazı dervişler İstanbul dışına sürülecektir. 4. Bütün bu tedbirlerin, en önemlisi, bir bakıma en korkuncu, dine zarar verdiği gerekçesi ile matematik, felsefe ve kelam gibi müspet/ çağdaş bilim ve düşünce hayatı ile ilgili dersleri, medrese programlarından çıkarılacaktır.3 1537 yılında Osmanlının aldığı tedbirlere karşın, Atatürk ve arkadaşları tarafından temelleri 1920’lerde atılan ve Anayasa’sında “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin 1980 sonrası ve devamında, aynı konularda aldığı tedbirler de şunlardır: 1. Alevi köylerine cami yapılması, 2. Sünni akidelere göre okutulan din ve ahlak bilgisi dersinin “devlet zoruyla” okutulması, 3. Tasavvuf, felsefe ve mantık derslerinin yasaklanması, 4. Üst düzey bürokratlık hakkının yasayla olmasa dahi fiilen, Alevilere kapatılması, 5. Bu anti insanlık uygulamalarına karşı çıkanların sürü(ündürü)lmesi, yakılması ya da öldürülmesi! Bu siyasi ve dini tedbirler, 500 yıl öncesinin yönetim anlayışının ve kurumlarının bugün halen en radikal şekliyle sürdürüldüğünün çarpıcı belgeleri ve kanıtlarıdır. Utanç verici ve onur kırıcı bu Osmanlı siyasetinin bugün dahi harfiyen sürdürüldüğünü görmek, bir tesadüf
değil, katı ve iflah olmaz bir bağnazlık histerisidir. Bir kanlı geleneğin devralınması, baş tacı edilmesi ve Çorum, Maraş, gazi, Sivas gibi kentlerde uygulamaya konulmasıdır. Hilafetin yani Evkaf ve Şeriye Vekâleti’nin kaldırılıp, yerine Diyanet Teşkilatının ikame edilmesi ve Atatürk dönemi sonrasında, bütün yaşamımızı etkileyecek şekilde kapsamlı bir büyüklüğe ulaşması, işte bu bağnazlığın sonucudur. Ve geri bırakılmamızın temel nedenidir. Osmanlının, her türlü yenililiği yasaklayarak bilimden, ilimden ve felsefeden kopuşuna, Hilafet Kurumu ve arkasındaki çağdışı ulema kastının, kişisel çıkarlarını koruma kaygılarıyla, devleti feda edecek ölçüde, anti millici karakterleri neden olmuştur. Kitabın muhtelif bölümlerinde tekrar etme pahasına kimi tespitlerin altı sürekli olarak çizilmeye çalışılmıştır. Bunlardan biri de, Osmanlıda sürdürülen, fakat en kötüsü de bütün değişim, yenilenme, muasır medeniyet seviyesi vb. nutuklarına karşın, Osmanlı devlet bürokrasisinin Alevilikle ilgili zihinselinin hiçbir değişikliğe uğramadan cumhuriyet kadrolarına da aktarılmış, ya da bilinçli biçimde devralınmış olmasıdır. Bu elbette Atatürk’ün mirasına oturanlar adına, ülkemiz ve milletimiz adına elem verici ve içler acısı bir durumdur. İşte yukarıdaki örneklerin benzeri bir ibret belgesi daha: Bölge Jandarma Komutanlığının, Dersim Ayaklanması öncesinde hazırladığı “Dersim Raporu’ndan”4 bazı bölümler: Üstelik bu kez Mustafa Kemal’in askerlerinden: (İmla bozukluklarına dokunulmadı.) Zaza kadını Türkmen kadınları gibi, Yörük kadınları gibi cinsi temaslara pek düşkündür... Kızılbaş, Sünni müslümanı sevmez, bir kin besler onun, ezelden düşmanıdır... Bu netice Dersim Alevi Türklerinin de benliklerini kaybetmeğe başladıklarına ve ihmal edilirse günün birinde Türk dili ile konuşana tesadüf edilemeyeceğine delildir... Zaza karakteri itibariyla Türkmenin aynıdır... Haftanın bir gündüzünü sevdiği bir erkekle geçirmek Kızılbaş kadınını hakkıdır işte buna oynaş tutmak derler. Kadın ancak gündüz oynaşmağa mezundur. Gece oynaş tutamaz. Kadının bu hareketi kocasına ve Kızılbaşlarca günah sayılmaz... Dersimi şu suretle mütalaa ettikten sonra... milli varlığına doğru çevirmek için hemen ıslahata ve tedbirler almağa başlamak lazım geldiği kanaatine varılır... Yukarıda belgesini verdiğimiz cumhuriyet döneminin Alevilikle ilgili zihni yapısıyla, 1500’lü yılların Osmanlı yönetiminin aynı konudaki zihni yapısı arasında ne fark var? Kıyaslanması bakımından bir belge de Yavuz’dan verelim: İran/İsfahan kökenli bir Yavuz devşirmesi ve Ebussuud’un öğrencisi olarak bilinen Hoca Sadettin Efendi, Şehzade Selim’in de katıldığı bir konuşmayı, Bali Paşa’dan naklen şöyle yazıyor: “Saadetlü beğümüz tahta otursa, her birimiz devlete irüb, yeni bir dönem açılsa, bahtiyarlık etkinlikleri gözükse ve padişahın güçlü kolu, devleti koruyucu olsa, doğuyu da batıyı da fethetsek, aşağılık Kızılbaş’ın yığınlarını darmadağınık edüp, pislik içindeki kâfirlerin vücutların, zamanın sayfalarından kazısak’ deyu söyleşirlerdi.”5
Sayı 40
SERÇEÞME “Osmanlı devleti, (...) dini kuralları hiçe sayan dervişleri, evlenip bir yere yerleşmeye ve beş vakit namaz kılmaya zorluyordu. Bu nizama uymayanlar sürgüne gönderiliyor, Sünniliği kabul edip, evlenerek aileleriyle bir yere yerleşenler ise takibattan kurtuluyorlardı.” 6 Tam bir dramdır, Osmanlı’yla Türkmen arasında olup bitenler: Hem de adamakıllı bir dram. Ama bu dünyanın en acıklı dramının senaristi için de oyuncusu için de yazıp oynamaya yürek istiyor. Pir Sultan Abdal, değerli yazar Erol Toy’un Kuzgunlar ve Leşler adlı romanında Osmanlı-Türkmen gerçeğini, oba beyine şöyle aktarıyor: “Ülkenin dört bir yanında yangın tutuşturdular beyim. Bu yeni kişizadeler, topraklara el koymakla yetinmediler. Tefecilerden tefeyle para toplayıp, daha bir fazlasıyla yoksula dağıtmaya durdular. Onu onbirbuçuktan aldıklarını, onu onüçten aylığına kiraya verir oldular. Elbette aradan bir yıl geçtiğinde kimse borcunu ödeyememekte, borcu bırakın, faizini dahi ödemek olanağından yoksun bulunmakta. Bir iki yıl geçti mi halleri duman... Toprak elden gitti, çoluk çocuk aç ki, anlatılmaz. Bununla yetinmemekteler elbet... Faizin dinen haram olduğunu ve dahi kadı annacına çıktıklarında senetlerinin bozulacağını bilmekteler. (...) İşte o zaman, yolsuzluktan vazgeçeceklerine, kadıyı değiştirmeye sıvanırlar.” “Bütün bu ve buna benzer yüzlerce hukuksuzluk yüzünden, suhte ayaklandı. Levendin ve dahi çift bozan reayanın bazısı da öğrencilerinin (Medrese öğrencisi-suhte) arasına sızmakta, hatta başlarına geçenleri de bulunmakta. Bunların kime ve dahi nice hizmet ettiklerini bilememekteyiz. Genç kişilerdir. Ve dahi bir kez amaçsız vurup kırmaya döndüler mi, bunca emek, bunca bilimle yetişenleri usta haramiliğe sıvanır görürüz ki, biz bile hakkından gelemeyelim. Ya da hakkından gelmeye sıvanıp, oğullarımızı kıralım.” 7 ‘Osmanlıda oyun bitmez’ derdi köydeki büyüklerimiz: ‘O, ipin hem altında oynar, hemi de üstünde...’ Osmanlı bir yandan gazalarla büyüyor, yeni uygarlıklarla tanışıyor, Selçuklu aristokrasisiyle yetinmeden, Bizans, Sırp, Boşnak, Arap ve Acem ülkelerinin yönetsel kazanımlarından kimi öğeleri de ülkesinde uygulamaya koyuyordu. Bu uygulamanın başına ve diğer sorumluluklarına da konunun uzmanı, ya da bilgisi olan devşirmeleri getiriyordu. Türkmen’in alışık olmadığı ve bilmediği kurumlaşmaya ve devlet olmaya dönük her devinim, yetkinin, Türkmen’den alınıp, bir devşirmeye verilmesiyle son buluyordu. Kaldı ki, istese de, bu görevler Türkmen’e verilmiyordu. “Osmanlının Kapıkulu erki arasına Türklerin alınması yasaklanmış, bu görev çoğunlukla Sırp ve Hırvatlara mahsus görev alanı olarak ayrılmıştı.” 8 Türkmen, kurucusu olduğu devlet içinden yavaş yavaş, ama hiç bitmeyen bir kararlılıkla dışlanmış, küstürülmüştü! Çığlığını duyan, sorununa çare arayan yoktu. Sesi Saraya ulaşmıyor, kalın taş duvarlarına çarpıp geri dönüyordu. Saray sağır, içinde yaşayanlar ise hepten el olmuşlardı artık. Türkmen kalkıp yaylasına yürüdü Dağıldı aşiret il bozuk bozuk9
Nisan 2008
Bir tarafta devşirme Sünni ulema, Türkmen’in katline fetva veriyor. Kızılbaş, Rafızî, idrak-i bi Türk’ün ‘defterinin dürülmesi ve kaddinin bükülmesine’ dair fetvaların biri bitip, diğeri yazılıyor, diğer tarafta ise ‘çift bozuluyor,’ obalar köyler terki diyar ediliyor, dağlar mesken tutuluyordu. Göçer Türkmen, evini köyünü terk edip, geldiği topraklara geri dönüyordu. Ferman padişahın Dağlar Türkmen’indi artık...10 “Osmanlı devletinde İslam ananelerini ve şeriatı yükseltmek yolunda muvaffakiyetle çalışanlar ve bu memlekete yeni bir cereyan (Sünnilik) yaratanlar, Mısır ve Suriye’den gelen ve getirilen âlimler ve fakihler olmuştur. Bunlar Doğuda Cengiz ve Temür zamanında yaşatılan nizama ve Şiilik temayüllerine karşı müthiş bir düşmanlık beslemişler ve belki de Doğudan gelen her şeyi Şiilik telakki etmişlerdir.”11 “Yalnız biz, idari ve milli bakımdan Yavuz’un Türklere ve Türklüğe çaldığı kılıcı övmeyiz ve sevinmeyiz. Çünkü Hilafetin zehriyle sulanan bu kılıç, iki baştan Türk kanını akıtmıştır.”12 “Ecdadımız” dediğiniz Osmanlı işte bu! (Makale, Murtaza Demir’in “Osmanlı Şafii, Saferi Kıskacında Türkmen” adlı eserinden bir bölümüdür.)
NOTLAR: 1. Astrolog, gök bilimcisi; o dönemde yıldızların hareketini izleyip fal bakan ve geleceğe ilişkin haberler veren din adamı 2. Batıniliğin daha tekâmül etmiş bir sonucu olan Aleviliğin bu gizlilik hali, ne yazık ki, 2000’li yıllara değin varlığını sürdürebilmiştir. 3. Akşin, Sina Türkiye Tarihi 2, Hüseyin G. Yurdaydın mk. s. 224 4. Dersim Raporu. Jandarma Genel Komutanlığı. Kaynak Yayınları, İstanbul (2000), s. 36 ve sonrası 5. Hoca Sadettin, Tacü’t Tevarih, C. IV, s. 123–124 6. Savaş, Saim, Bir Tekkenin Dini ve Sosyal Tarihi, s. 64. Yazar bu bilgiyi Prof. A. Yaşar Ocak’tan aldığını söyleyerek şöyle devam ediyor: “Ayrıca bu bilgiyi destekleyen bazı arşiv vesikaları da bulunmaktadır. Misal olarak bakınız; A. Refik, 16. yy. Rafızîlik ve Bektaşilik, s. 13’te kayıtlı 1 nu. 23 Ramazan 966/1558 tarihli hüküm, s. 32’de kayıtlı 42 nu. 15 Safer 980/1572 tarihli hükümde geçen, “evvelki fıska müteallik adetlerin terk idüp ehl-i sünnet ve cemaatten olup evkatı hamseye müdevemat idüp yoluk ve çıplak yürümemek...” şeklinde kayıtlar. Aynı şekilde, s. 34’de kayıtlı 45 nu. 25 Cemaziyelahir 984/1576 tarihli hükümde de, Kızılbaşların teftişi anında katl olunmaktan korkan bazı dervişlerin Halveti tarikatına girdikleri anlaşılıyor. Merkazi kontrollerin baskısı neticesinde Sivas’ta bulunan Seyyidler ve Şehir Ayanı’nın, bu gibileri şehirde barındırmadıkları anlaşılıyor. Bkz. Jean-Lois Bacque-Grannmont, “Seyyid Tamam, un Agıtateur Heterodoxe A Sivas (1516–1518)”, IX. TTK, Bildiriler, II, Ankara 1988, s. 865–874. 7. Akdağ, Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, c. II, s. 478 8. Aydın, Erdoğan, Osmanlı Gerçeği, s. 32 9. Pir Sultan Abdal 10. Dadaloğlu: “Ferman padişahın/dağlar bizimdir.” 11. Velidi, Zeki Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 376 12. Fırat, M. Şerif, Doğu İlleri ve Varto Tarihi, Ankara, 1970, s.41
Bilinç ve Şapka Mustafa Özcivan
T
OPLUMLAR dinsel, ekonomik ve sosyal reformlarını yapamadığı sürece kimliklerini bulamazlar. Batı uygarlığı 1789 Fransız devrimine kadar dinin ve kilisenin etkisinde idi. Reform ve Rönesans hareketi Batı toplumlarının yaşamının her safhasında devrimler yaptı. Önce dinsel ve sosyal reformlar, peşinden sanayi devrimi ve sınıf bilinci, çağdaş toplumun doğuşu, bireyin kimliğini ve kişiliğini kazanması ile bugün ulaşmaya çalıştığımız Batı uygarlığının ortaya çıktı. Bugün Avrupa toplumlarının büyük çoğunluğu inançlarına bağlıdır, Londra, Köln, Roma ve Paris’te dünyanın en büyük kiliseleri, ibadet yerleri mevcut. Hele Londra’da neredeyse her köşe başında görkemli kiliseler mevcut. Avrupa’da toplum şekilciliği çoktan aşmış. İnsanların giyim kuşamı ile inançlarını tahmin etmek zor. Ama ülkemizde öyle mi? Şalvarlı, sarıklı, çarşaflı, türbanlı gezmek şimdilerde ben herkesten daha iyi Müslüman’ım mesajı vermekte. Çağdaş giyimli insanlar (özellikle kadınlar) neredeyse dinsizlikle suçlanmakta. İslam dininin çıktığı döneme, bölgeye ve topluma bakarak 21. yüzyılda da aynı şartlarda yaşamak o dinin ya da o dinin mensuplarının ne kadar reformist ve çağdaş olduğunu göstermez mi? Alevi inancı ve kültürü bulunduğu çağa ayak uydurduğu. sürekli değişimi kabul ettiği, bilme ve mantığa uymayan olayları reddettiği için aydındır, çağdaştır. Alevilik şekilcilik değildir. Alevilik yüzyıllardır ezildiği için mazlumdan yanadır. Üretenden yanadır, emekten yanadır Buna rağmen Alevilik de gerçek anlamda inançsal, sınıfsal ve ekonomik devrimini, gerçek reformunu gerçekleştiremediği için örgütlenme anlamında istenilen başarıya ulaşamamıştır. Onun içindir ki ülkemizde ezilenler ve sömürülenler (işçiler, köylüler) sağ’a; burjuvalar ve üst sınıflar sol’a (tabii sol denirse) oy verirler. 1950 ve 54’de Demokrat Parti iktidarında Menderes dinsel reformu yapamamış Anadolu halkına, “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyerek toplumun zaaflarını okşamıştır. O güçle, “Ben istersem odunu bile seçtiririm” diyerek toplumu ümmet olarak görmesine rağmen, topluma hakaret sayılan bu cümleyi kullandığı halde, toplum tarafından alkışlanmıştır. “Ben istersem odunu bile seçtiririm” demek bu halk bir şey bilmez, körü körüne oy verir, halk benim kölemdir, ben ne dersem o olur demektir. Son günlerde Hacıbektaş’ta yerel seçimlerle ilgili buna benzer sözler söylenmektedir. “Ben istersem şapkamı koyar seçtiririm!” Bu ne demek oluyor? “Odunu koysam seçtiririm” cümlesiyle, “Şapkamı koysam seçtiririm” arasında ne fark var söyleyebilir misiniz? Bu laf Hacıbektaş halkına yapılmış hakarettir. Hacıbektaş halkı bu kadar mı cahil, bu kadar mı bilinçsiz? Yoksa birilerinin ümmeti mi? Yarın başka birisi “Resmimi gönderir seçtiririm” derse kimse şaşırmasın. Hacıbektaş halkı şapkaya oy veriyorsa yerel seçimlerden önce Hacıbektaş’a acele bir şapkacı dükkânı açmak lazım. Bu halk bu kadar mı şapka düşkünü? 15 Nisan 2008
23
SERÇEÞME
Babek: Zamanı Gelmiş Bir Önder Kendal Doğan
İ
LKEL-KOMÜNAL yaşamın hemen arkasından gelen ve hala süren insanlık yaşam sürecimizin tamamı, “sınıf savaşımı” tarihidir. Komünist Manifesto’da bu durum, “Bu kavga her seferinde ya bütün toplumun devrimci bir yeniden kuruluşa varmasıyla ya da çarpışan sınıfların birlikte mahvolmasıyla sonuçlanmıştır.” şeklinde açıklanmıştır. Yukarıdaki temel düşünce bazında tarih; Üretim süreçlerinde ortaya çıkan, toplumsal olay ve olguların kaydedilmesi, yorumlanması, çözümlenmesi, incelenmesi ve öğretici bir şekilde açıklanmasıdır. Tarihsel kişilikler, tarihin önemli bir unsuru ve olgusudur. Bu nedenledir ki tarihi kişiliklerin doğru ele alınıp değerlendirme zorunluluğu vardır. Bu anlamda, “özgür birleşik demokratik” bir toplum yaratma kaygısı ile “yarın yanağından gayri her şeyimiz ortaktır” diyen bir yaşam felsefesinin önderinin burjuva ve İslam tarihçileri tarafından nasıl linç edildiğine en güzel örneklerinden biri de Babek’tir. Kimdir Babek demeden önce Babek’i daha iyi anlamak için yaşadığı coğrafyayı ve coğrafyadaki siyasal yaşamı değerlendirmek gerekir; “Babek’in vatanı, güney tarafından Erdebil ile Merend’e, doğu tarafından Hazar denizine, Şamahı ve Şirvan’a, kuzeyden Muğan Ovası ile Muğan ve Aras çayı sahiline, batıdan ise Culfa, Nahçıvan ve Merend bölgesine ulaşıyordu… Babek’in yaşadığı yer, Savalan dağının kuzey bölgesindeydi.”1 Arya uygarlıkları; “Aryaniler İran’da üç büyük kavme bölünüyorlar. Bir kısmı doğuda Horasan’da yerleşmeyi seçerek ‘Partileri’ oluşturdular. Diğer bir kısmı kuzey-batıda yerleşmeye karar verip meşhur ‘Medler’i (Kürtler’in ataları) oluşturdular. Üçüncü kısım da Fars Eyaleti etrafında, merkez ve güneyde kaldılar. Bunlar da ‘Parsiler’ olarak isimlendirildiler.”2 Görüleceği üzere, Babek’in yaşadığı coğrafya Med imparatorluğunun içinde yer almaktadır. Bu coğrafyanın başka bir önemi ise; İslam karşıtı, İslam’ı kabul etmeyen farklı ulus ve milliyetlerin yaşadığı coğrafyadır. Ancak bunun da bir nedeni vardır. Mezopotamya medeniyetler (Sümer, Akad, Babil, Asur) ve İran antik medeniyetleri bu alandadır. Bu coğrafyada yüksek kültür ve birikim söz konusudur. İlkler alanıdır. İlk at burada ehlileştirilmiş, ilk tekerlek, ilk yazı, ilk mülkiyet belirleme v.s burada gelişmiştir. Sözü edilen bu alanda sırasıyla dört büyük din Mehreizm, Zerdüştlük, Manizm ve Mazdekizm etkili olmuşlardır. Bu dinlerden özellikle Manizm güçlü bir felsefi alt-yapıya sahipti. “İ.S. III. yüzyılda İran’da akıllı bir adam yaşadı. Bu adam, bütün dinlerin aynı kaynaktan olduğunu, değmez ayrıntıları yüzünden bunca yıldır insanların boş yere birbirleri ile boğuştuklarını görerek bütün dinleri tek bir dinde toplamaya, bir çeşit dinler bireşimi (sentez) yapmaya kalktı. Bu akıllı adamın Adı Mani’dir (Mani’nin Babası bir Med’li olup Babil’e sürülmüştür-KD)”3
24
“Özgür birleşik demokratik” bir toplum yaratma kaygısı ile “yarın yanağından gayri her şeyimiz ortaktır” diyen bir yaşam felsefesinin önderinin burjuva ve İslam tarihçileri tarafından nasıl linç edildiğine en güzel örneklerinden biri de Babek’tir.
Bu dinin temel yaşam felsefesi her türlü tutkudan ve yalancılıktan uzak yaşamaktır. Alevi öğretisinin ‘eline beline diline sahip ol’ma ilkesi Manicilikten geçen bir anlayıştır. Aryan halklarında çok önemli bir din de Zerdüştlüktür. Avesta kutsal kitabının orijinali Büyük İskender’in Medya alanına karşı yapmış olduğu savaşta on iki bin öküz derisi üzerine yazılmış on yedi cildi toplatarak yakmıştır. Zerdüşt’ün dininde, kamuculuk, bir tür ilkel sosyalist anlayış egemen olmuştur. Sasaniler döneminde devlet dini olarak kabul edilen Zerdüştlük alışagelmiş olağan bir din olmayıp iyilik-kötülük, aydınlık-karanlık düalizmini bir sistem dahilinde insanların emrine sunmuştur. Bu dinin aryan uygarlıklarında egemen olduğu, kaynağını Media olarak anılan coğrafyasından aldıkları tarihçiler tarafından belirtilmektedir. Toprağın en önemli üretim aracı olarak sayıldığı bu dönemde Zerdüşt dininde hayvanlara iyi bakılması, toprağın iyi sürülmesi gerektiği belirtilmiştir. Sonra aynı coğrafyada Mazdek’in kurucusu olduğu Mazdekçilik de yine ilkel komünist bir model önermiş, militan ve sosyal-reformist kişiliği ile de İslam’ın hedefi olmuştur. Mazdek için ünlü İslam Tarihçisi Taberi; “Daha Muhammed Mehdi zamanında o taife zuhur etti ki onlara zenadıka (ZındıkKD) derler. İslam dinini inkar ederler ve ahkam-şeriata itikadları yoktur.” “Ez cümle bütün milletler içinde bunların mezhebinden daha necis ve murdar mezheb yoktu… Tanrı Teala hazretlerini ve peygamber aleyhisselamı inkar edip, derler ki bu cihanın evveli yoktur ve sonu da yoktur. Ve olacak da değildir. İnsan ve hayvanlar da ot gibi bitip ot gibi yok olurlar. Bunların hallerini kimse bilmez ki nereden gelirler ve nereye giderler. Ölenler tekrar dirilmez ve dünyadan başka yerde bir şey olmaz. Bu dünyada olanı biteni ay ve güneş bitirir ve yine onlar olgunlaştırır…”4 derlerdi. Mazdek’in o dönemin koşulları nedeniyle savaşlara neden olan mal, mülk ve kadınlar için kamuculuk tezini savunmuş, Müslümanlar ise bu durumu; Haram ve helal mefhumlarını tanımadıklarını, mal ve kadın ortaklığını savunduklarını, Mazdek ve taraftarlarının nihai hedeflerinin lezzet ve zevk olduğunu, bu yüzden mal ve kadın ortaklığını savundukla-
rını taraftarlarına yayarak gelişen kamuculuk, anlayışına karşı durmaya çalışmışlardır. Nizamülmülk Siyasetnamesi’nde “Dünyada ilk olarak bir dini ifsat eden kişi İran’da Adil Nuşirevan’ın babası Kubad b. Firuz’un şahlığı devrinde yaşayan Mecusiler’in başrahibi olan Mazdek’tir.”5 der ve Mazdek’in de sonu her yenilikçi ve kamu anlayışına sahip kişilerin sonu ile aynı olmuştur. Bir kireç kuyusuna atılarak feci şekilde öldürülmüştür. Media bölgesinde egemen olan dini ve siyasal durum açıkladıktan sonra Babek öncesi İslam’ın durumunu da kısaca belirtirsek; İslam’ın bir devlet modeli olarak kendini kabul ettirmesi kolay olmamıştır. Fetihler sonucu işgal edilen coğrafyalar kılıç zoruyla İslam’a zorlanmışlardır. Müslümanlığın daha ilk yıllarında dinsel dogmalar ve bu dogmalarla kurulan toplumsal düzen yetmemeye başlamıştır. Halife Ömer döneminde İslam’ın çok geniş bir coğrafyaya egemenlik kurması, İslam ordularının, İslam’a karşı halkların mücadelesinde yetersiz kalmaya başlamıştır. Kuzeye doğru bir türlü açılamayan İslam devleti, karşısında tüm gücünü yitirmiş Sasani imparatorluğunu (o dönem Mezopotamya’nın kuzeyini ve İran’ın tamamını içine alan coğrafya) İslam’ın önünde engel görülmüştür. Bu bölgenin halkları Kürtler, Farslar, Ermeniler, vb. İslam’ın devlet modeline karşı duruyor, ısrarla direniyorlardı. Ancak bu direniş 641 yılının sonu 642 yılının başında kısmen kırılmasıyla Arap/İslam orduları bu coğrafyayı ele geçirmeye başlamışlardır. Ele geçen coğrafyalarda İslam devletinin adam başı vergi, şeriat hukuk sistemi halklar için tam anlamı ile yaşanmaz bir süreci dayatmıştır. Valiliklere bölünen İslam imparatorluğu, kuzeyde yaşayan halkları da yapmış oldukları seferler sonucu Media bölgesi olarak anılan büyük bir coğrafyayı Cezire Eyalet valiliğine bağlamışlardır. Emevi imparatorluğunun kavimci, aşırı şeriatçı devlet düzeni, kavmiyetçi anlayışı nedeniyle Arap nüfusunu fetih alanlarına yerleştirerek bir tür Araplaştırma politikası izlemiştir. Yerli halkın sahip olduğu arazilerde çalışan haline gelmesi, toplumsal başkaldırılara neden olmuştur. Bölge halkına karşı geliştirilen Mevali politikaları ile sıkı vergi politikaları, karşı duruşların toplumsal muhalefete dönüşmesine neden olmuştur. Bölge halklarından bir kısmı korunma amaçlı takiye yaparak, İslam’ın şeriatçı devlet düzeninin baskılarından kurtulmak istemişlerdir. Ancak yinede kurtulamamışlardır. Çünkü bu kez de Mevali olarak işlem görmüşlerdir. Korunma amaçlı takiyeler farklı inançtan insan gurupları üzerinde ruhsal çöküntülere, sonuçta da ruhi şekillenmelere neden olmuştur. Bu ruhi şekillenmenin sonucu halklar istemedikleri motifleri kazanmış, bu motifler (Ehlibeyt sevgisi) özgürleşmelerini engellemiştir. Açıkça karşı çıkamadıkları İslam dini tarafından sürekli olarak baskı altında tutulmuşlardır. “Dersime sefer olur ama zafer olmaz” sözü İslam’ın bir türlü kabul etmeyen Hazar Gölü’nün batısını ve güneyini kapsayan Medya ülkesi içinde geçerliydi. Yapılan birçok sefer İslam ordularının başarısızlıkları ile sonuçlanmıştır. Irkçı Arap siyaseti, Emeviler’in halkla-
Sayı 40
SERÇEÞME
rın başkaldırısı nedeniyle, yerini yeni bir İslam devleti olan Abbasilere bırakmıştır. Halkların umut bağladığı bu devlet anlayışının da Emeviler devletinden farklı olmadığı süreç içerisinde görülmüştür. Aryan Halkları, Emeviler devletine karşı muhalif olmalarından dolayı Ehlibeyt soyundan gelenlere büyük sempati duyuyorlardı. Onlarında kendileri gibi haksızlığa uğradıklarını düşünüyorlardı. Hz. Hüseyin’in İran Kralı Yezdcir’in kızıyla evlenmesi, bu sempatiyi daha da artırmıştır. Bu yüzden Abbasiler Aryan halklarının desteğini kazanmışlardır. Özellikle geçmişte “saraçlık” yapan Kürt Ebu Müslim’i Horasani, Emeviler’e karşı savaşta bir sembol durumuna gelmiştir. Ezilen horlana halkları bir araya toplayarak, Emeviler iktidarının yıkılmasını sağlamıştır. Taberi’ye göre; “Ebu Müslim, zeyrek ve akıllı bahadır bir oğlan idi. (…) Horasanda bir serrac oğlu meydana çıktı ve Horasan’ın devletsizlerinden nice kişiler ona uydular…” İslam’ın kavimci devletine karşı savaşta Ebu Müslim kara elbiseler giyerek, Kürt Acem, Türk ve Nabatiler’den bir ordu oluşturarak savaşmış (748), bu nedenledir ki bu hareket Karabayraklılar olarak da anılmıştır. Ancak yeni şeriat düzeni de, Ebu Müslim’i Abbasi Devleti’ni bir tür “Dervişan Cumhuriyetine” dönüştürmesini hazmetmeyerek, bu devrimciyi katlederek aslına dönmüştür. Bu olay gelecekteki birçok ayaklanmanın başlangıcı da olacaktır. İslam’ı kabul etmiş gibi görünen ancak korunma amaçlı takiyede bulunan halklar her an bir isyan için hazır beklemişlerdir. Bu guruplar içinde eski Aryan dinleri olan Mazdekizm, Zerdüştlük ve Manizm’i savunanların yanında, İslam’a karşı doğrudan karşı çıkanlarda vardı. Ebu Müslim’in öldürülmesi, yüzünü gizleyen ve örtüsü düşen Abbasi devletine karşı başkaldırılarda bir kıvılcıma dönüşmüştür. Başta Sicistan’da, Horasan’da ve Deylem bölgesinde başkaldırılarda bulundular. Halklar bu bölgede oluşan sosyal mozaiğin gereği olarak birlikte hareket ediyor, hareket içerisinde her farklı yapı kendisini ifade edebiliyordu. Bundan sonraki tüm süreçlerde Babek’e kadar olan süreçte bu başkaldırıların toplum adına İslamcılar tarafından Hürremiye6 adı verilmiştir. Özellikle tarihçiler bu hareketin nitelik olarak ilk kez Sinbat önderliğinde başladığını, Rey, Taberistan ve Kuhistan bölgelerinde etkili olduğunu, Sinbatın katledilmesi ile duraklama yaşadığını belirtmişlerdir.
Babek Kimdir? Bir devlet modeli olarak İslam’ın kurucusu Hz. Muhammed’in ölümü ile başlayan İslam karşıtı ayaklanmaların en önemlisi Hürremiyye ayaklanması ve ayaklanmanın önderi Babek’tir. Bu hareketin, İslam devlet modeline ilk karşı duruşu, önerdiği düzen ve devlet biçimi Ortaçağ’ın aydınlanmasına çok büyük katkısı olduğu tartışmasız bir gerçektir. Kavimci Arap ordularına ve İslam İmparatorluğunun şeriatçı devlet yapısına karşı savaşmış, savaş konusunda ustalıklara sahip bir “gerilla” komutanıdır Babek. Babek’in ordusu
Nisan 2008
Kürt, Fars Ermeni halklarından oluşmakta idi. Eşitlikçi birleşik bir toplum modelini öneren Babek, İslam’ın en azılı düşmanı ilan edilmiştir. “Babek Haremi derler bir kâfir zındık mezhebine yakın bir mezhep icat etti. Haram ve helal ona göre müsavi idi. Şarap içmeyi ve zina etmeyi ve bir kişinin zulüm ile malını almayı reva görürdü. Müslümanlardan birçok devletsiz onun mezhebini ihtiyar ettiler. Ve çok memleketleri harap ettiler. Ve Ermeniye dağlarında muhkem bir sarp kalesi vardı. Fakat sarp bir dereden yolu vardı. Çok sarp derbentler ve dağlardan geçilirdi… Askerin ona varması mümkün değildi. O sebepten kimse ona zafer bulamazdı.” der Taberi. “Babek (?-842) Halife Me’mun ve Mu’tesim devrinde (813–842), Azerbaycan’da, dinisiyasi bir mahiyeti haiz bulunan ve takriben çeyrek asır sürecek, İslam dünyası için ciddi bir tehlike teşkil eden Hurremi hareketinin başıdır. İran’da Sasaniler devrinden beri takibata uğrayan Mazdek taraftarlarının Komünizm mahiyetindeki hareketleri, İslam istilasından sonra da türlü adlar altında zuhur etti. Babek isyanı, İslam âlemi için teşkil ettiği tehlike bakımından, bunların en ehemmiyetlisi addolunabilir.”7 Onun (Babek’in) babası Median’lı, yağ satan bir kişi idi. Babasız büyüyen ve çobanlık yapan Babek daha sonra Yezidi bir aile olan Şabl ibn Mengi Ezdi’nin yanında 18 yaşına kadar kalmıştır. Cavidan adında, bölgede etkin olan bir kişi tarafından, hizmetçisi olarak alınarak Bezz dağında bulunan yerleşim alanına götürülmüştür. Cavidan’ın ölümüyle birlikte, Cavidan’ın tüm ekonomik ve siyasi değerlerinin tek temsilcisi olan Babek, Mazdekçi yaşam tarzını yaygınlaştırmak amacı ile halkları İslam devletine karşı birlikte olmaya çağırmış çok kısa zaman aralığında, büyük başarılar elde etmiştir. İslam Tarihçileri Babek için daha öncede İslam karşıtı hareketler için ne söylemişlerse Babek içinde tekrarlamışlardır. Babek’in etnik yapısına ilişkin veri yok denecek düzeydedir. Ortaya koymuş olduğu felsefe, özlediği düzen, etrafına topladığı halklar mozaiği, etnik kişiliğini önemsiz hale getirmiştir. Çünkü Babek ezilen bölge halklarına ortak bir vatan, özgür bir gelecek vaat etmiştir. Babek’in yirmi yıl boyunca yaşattığı, özgür ve eşitlikçi devlet model, bölge halkları için önemli bir rehber işlevi görmüştür. Bundan sonraki tüm ayaklanmalar, yaşadıkları düzenin yeniden inşası için olmuştur. Babek’in sağlam ve devrimci kişiliği içinde İslam tarihçileri istemeyerek de olsa “O düşüncelerinde tavizsiz ve çok gururlu bir kişiliğe sahip idi.” sıfatını kullanmışlardır. Abbasilerce esir alınan oğlunun ve bir mektupla kendisine teslim olması için çağrıda bulunması karşısında “O benim oğlum değilmiş, ona söyleyin bir gün özgür yaşaması, kırk yıl esir ve hakir olarak yaşamasından iyidir.” dediği belirtilir. Abbasilerin altı düzenli ordusunu yenen Babek, kurmuş olduğu adil, özgürlükçü devlet düzeni (ilkel-komünal) Abbasi devletinin sürekli
baskısı ile karşılaşmıştır. Altı düzenli ordusu imha edilen İslam devleti, Babek’i ve kurduğu düzenin nasıl yok edeceği hususlarında sürekli plan yapmasını zorlaştırmıştır. Babek’in ordularına karşı başarısız olan İslam devleti, Emeviler zamanında başlayan ancak kurumsallaşamayan ordu teşkilatına özel kuvvetler diyebileceğimiz maaşlı ve tarihte hassa ordusu olarak anılan ve tamamen Orta Asya steplerinden getirilen Türklerden oluşan bir ordu kurarak Babek’i yenebilmişlerdir. Yirmi yıl süren savaş için tarihçiler İslam orduları tarafından yüz binlerce canın katledildiğini yazmışlardır. Afşin bir meydan muharebesinde sahte ricatla kaçmış ve Babek’i tuzağa çekerek seksen binden fazla Babek askerini öldürmüştür.” Bir halk kahramanı, özgür birleşik demokratik ve de eşit paylaşmaya dayanan bir devletin yaratıcısı, “ilkel-komünist gerilla” olan Babek bir ihanet sonucu İslam’ın şeriatçı ellerine teslim edilir. İnsanlık dışı işkencelerle ölüme yollanır. Gördüğü işkenceler sonucu fiziksel yenilgisini gizlemek için kanların aktığı kolunu yüzüne sürerek, çektiği acıyı gizlemek kararlılığını ortaya koymuştur. Babek başkaldırısı, özel savaş yöntemleri ile bastırılmış ancak bölge halkları üzerinde muazzam bir etki bırakmıştır. İslam devletine karşı Babek’in geliştirdiği mücadeledeki başarısı esas olarak bölge halklarının birlikteliği ile ilgilidir. Babek’ten önce bir dünya imparatorluğu şekline dönüşen İslam devleti, başkaldırıdan sonra Bağdat merkezli bir devlet şeklini almıştır. Ezilenler, yoksullar, baskı altında tutulan halklar, her süreçte Babek ve benzeri kahramanların önderliğinde baskıya, zulme ve sömürgeciliğe başkaldırmışlardır. Bu başkaldırılarda her zaman bir kahraman yaratılmıştır. Mücadele içinde yaratılan kahramanlar, halk önderleri tarihteki onurlu yerlerine doğru bir şekilde oturtulmuşlardır. Kawa’dan Babek’e, Hallacı Mansur’dan Hasan Sabbah’a, Nesimi’den Pir Sultan’a, Mustafa Suphi’den Deniz Gezmiş’e kadar olduğu gibi.
NOTLAR: 1. Said Nefisi, Babek, Berfin Yayınevi, 1998, İstanbul, 1. Baskı 2. Ali Şeriati, Dinler Tarihi, Seçkin Kitaplar Yayıncılık 3. Orhan Hançerlioğlu, Düşünce Tarihi, Remzi Kitapevi, Dördüncü Basım, İstanbul, 1983. 4. Ebu Cafer, Tarihi Taberi Tercemesi, Can Kitabevi, Konya 1974. 5. Nizamülmülk, Siyasetname, Dergah Yayınları, 1995, İstanbul. 6. İslam karşıtı hareketlere bu dönemde Hürremiye adının verilmesinin nedeni, karşı duruşun ve talebin kamucu niteliği ile ilgilidir. “Her türlü zevki mübah” gören ve küçük düşürme gayesi ile Farsça’da hoş, güzel, zevke uygun anlamına gelen Hürremiye adının kullanılmasının İslamcılar tarafından özellikle seçildiği anlaşılmaktadır: “Hurremi şehvetlere uyan ve bunları helal edinen anlamındadır… Hurremi kelimesi hoş anlamındaki kelimeden türetilmiştir. Çünkü bu mezhep her şeyi hoş ve mübah karşılamıştır. İçkiyi ve diğer haramları mubah saymıştır.” 7. İslam Ansiklopedisi, Cilt 2, MEB, İstanbul, 1993.
25
SERÇEÞME
Remzi Aydın’la “Göçebe Ruhlar”ı Söyleştik Fatma Ataseven Son zamanlarda okuduğum en güzel romandı diyebilirim. Farklı bir tat; geçmişten geleceğe miras; doğaya karşı duyarlılık ve bilge insanların özdeyişleri... Teşekkür ederim. “Göçebe Ruhlar” Benim halkıma karşı bir sorumluluğumdu. Çünkü benim halkımın gençleri şu anda ve yüzyıllardır “Melem Aşısının” kurbanı oluyor. Ovalarda, dağlarda, metropollerde, yabancı ülkelerde ve hatta varoşlarda kuruyorlar ve ben sadece izlemekle yetiniyorum. Birileri ortaya çıkıyor ve ben bahçıvanım diyor, elinde keser, mum, çelikler. Sonra başlıyor aşılamaya ve bunu yaparken, iyilik yaptığını savunuyor üstüne üstlük. Tarihte bunlar hep vardı, şimdide varlar ve gelecekte de olacaklar. O nedenle gençleri ve gelecek nesili uyarmak gerekiyor. Kendi çocuklarımın bu şekilde tarumar olmasını istemedim, köklerini bulabilmeleri için onlara küçük küçük ipuçları sundum. Kurtulmak ve yeşermek isteyenler zaten bu ipuçları sayesinde kendilerini bulacaklardır, buna inanmak istiyorum. Bir miras dediniz ya, evet “Göçebe Ruhlar” o bağlamda geçmişin geleceğe borcu gibidir. “Kendini tanıyamayan, okuyamayan birey hiçbir şeyi okuyamıyor ve tanıyamıyor. Hatta
kendini sevemeyen kişi, başkalarını da sevemiyor” İşte benim inancımın temel felsefesi de bu; Önce kendini seveceksin, yaratandan dolayı yaratılanı seveceksin ve doğayı seveceksin. Onunla imzalanan anlaşmaya sadık kalacaksın. Yoksa sonuçta kendine yabancılaşıp kendi özgürlüğünü kendi ellerinle yıkıyorsun. Dersim halkının özelliklerinden biri de buydu, doğa ile aralarındaki anlaşmaya sadık kalışları. O nedenledir ki, beş yüzyılı aşkın bir süre işgal edilemedi. Ne zaman ki “kapı içeriden açıldı” işte o andan itibaren işgal edildi. . Başkalarına sığınarak yaşamanın sonu hüsran mıdır sizce? Kendi; dili, kültürü, inancı, yaşam felsefesi, coğrafyası ve insanlarından ayrı yaşayan kişi özgür değildir. Sorunlarını, duygularını, aşkını, edebiyatını, yiyeceğini, sevdasını, küfürünü ve hatta rüyalarını bile kendi diliyle göremeyen insan ne kadar özgür olabilir. Bu tıpkı “Melem aşısına” benziyor; aluç ağaçları iğdiş edilerek kiraz dalı ile aşılanır. Kiraz; suyu ve ovayı sevmesine rağmen; aluç yabani bir ağaçtır, kayalıklarda ve yükseklerde yaşar, suyu da pek sevmez. Bunu götürüp bahçesine diken insan bir süre sonra kirazın kuruduğunu görür. Oysa suyu ve gübreyi tam vermiştir, ağacın yeri de iyidir ama neden kuruduğunu anlayamaz bir türlü. Hatta belki içinden küfür bile eder kiraz ağacına. Fakat bilse ki; kökü aluçtur ve o yabani bir ağaçtır, kayalıkları sever, suyla arası pek hoş değildir. İşte Dersimliler’e yapılacak her aşısının sonu böyle hüsranla biter. Bence kendi kökü ile yaşayamayan insanın sonu gerçekten hüsrandır. Belki sonraki kuşak bu hüsranı tam olarak anlayamaz ama ilk kuşaklar bu hüsranı çok daha derinden ve anlamlı yaşarlar. Sizce aşk nedir?
REMZİ AYDIN
Göçebe Ruhlar Tanrı, Doğa, İnsan Üçlemesi ISBN: 978-9944-215-38-1 13,5 x 21 cm boyutunda 352 sayfa İstanbul, 2008
Ekvator Yayıncılık Tel: 0212.528 39 33 e-posta: ekvatoryayincilik@gmail.com 26
Aşk kulağa hoş gelen bir sözcük ama ben hep “sevda” sözcüğünü tercih ettim. Sanki daha derin, daha anlamlı ve daha safmış gibi geliyor. Ve bulunması zor olan bir duygu. Sevda; “kardelenlere” benziyor. Tüm olumsuzluklara rağmen yaşamın diğer yüzü. Veya yeni tomurlanan bir çiçeği düşünün. Önce dalın o sert kabuğunu yavaş yavaş pamuk gibi bünyenle parçalayacaksın. Sonra başını çıkarıp güneş ışığını göreceksin, gözlerin kamaşacak hatta kör olacaksın. Ama her acıya inat yaşamın içine akıvereceksin rengârenk, güzelim kokularla. Aşk acıdır, aşk kör edicidir ama aşk canlıların olduğu yerde varolmak zorundadır. Patlayan tomurcuk zamanı gelince meyveye dönüşecek ve bir süre sonra yok olup gidecektir. Bir sonraki yıl belki aynı yerden aynı renklerle yeniden yaşama katılacaktır, belki de dalın farklı bir yerinde daha farklı bir renkle yaşama merhaba diyecektir. Dağda gezerken bir kaya görüyorsun. O kadar çok beğeniyorsun, o kadar çok etkiliyor ki seni onu alıp şehre evinin bahçesine diktiriyorsun. Sonuç, senin gördüğün kaya orada yaşıyordu ve oranın bir parçasıydı. Bahçedeki kaya ise farklı bir yerin parçası. Aşk, her yıl o dağa tırmanıp o kayayı orada ziyaret edebilme yürekliliği gösterip emek harcayabilmek ama özel mülkiyetin olarak görmemektir…
Doğa? Tanrı ve insanın kesiştiği yer. Doğa-Tanrı ve insan. Yaşam ise bu üçayak üzerine kurulmuş bir kazana benziyor. Ayaklardan biri zayıfladığında diğerleri de anlamını kaybedip işlevselliğini yok ediyor. Özellikle Alevilerde doğa farklı bir felsefe ile onurlandırılmış. Yeminler su üzerine yapılmış, ağaçlara savaşçıların ruhları verilmiş, her bir kayanın, her bir canlının ismi koyulmuş. İsimsiz bir canlı veya cansız varlık yok. Su, toprak, hava, ateş, güneş, ay hatta yıldızlar ve gezegenler Aleviler tarafından kutsal olarak adlandırılır ve onlara yaklaşım kutsal bir varlığa yaklaşım ayini gibidir. Düşünsenize, yılanlara bile musahiplik kardeşlik sıfatları verilmiş; vaşaklar, kurtlar, geyikler, tavşanlar, yabani keçileri kutsal olarak kabul edilmiş. Onları avlamanın ve zarar vermenin bedelinin çok ağır olacağına inanılmış. Hatta ağaç dallarını kesen kişilere sürgün cezası verilmiş, öküze vurdukları için tecrit edilmiş insanlar. Newroz’da kurbanlar kesilmiş doğaya; uyandığı için. Mihrican’da, kurbanlar kesilmiş doğaya verdiği ürünlere şükran için. Tanrı? Tanrı; belki de en karışık ama en saf kavramdır. Tüm kâinatta tanrıdan birer özellik vardır ve tanrı tüm kâinatla beraber tek vücut olabilir. “Ve O; başından göğü, ayaklarından toprağı, kıllarından ağaçları, gözyaşlarından suyu, anlamından ateşi yarattı.” İslamiyet’ten çok daha önceki bir mirastır Alevilere ve hâlâ da bu inancın önemi devam etmektedir. Toprağın, suyun, ateşin, havanın kutsallığı ve Tanrılaştırılması geçmiş kültürden mirastır. İnsan ne kadar güçlü, sevecen, bilgili, hoşgörülü ne kadar olgun ise Tanrısı da o kadar güçlü, sevecen, bilgili, hoşgörülü, olgun ve sonsuz bir güce sahip oluyor. Kısacası sizin yüreğiniz ne kadar sevgi, nefret, aşk ile doluysa tanrınızda öyle oluyor. Barış ne zaman? Barış, insanların önce kendileri, sonra da doğa ile kucaklaştıkları gün. Kendisine sarılamayan, kendisini sevemeyen, kendisine dokunamayan insan başkalarına da bunu yapamıyor. Önce kendimize karşı hoşgörülü olmak zorundayız, sonra diğer insanlara ve doğaya. Kendimize istediğimiz yaşamı, koşulları, hayalleri başkalarını da verdiğimiz anda barış kendiliğinden oluşuyor. Ama öncelikle doğa ile barışmak zorundayız zaten gerisi kendiliğinden gelecektir. Çünkü doğa barış ile yaşamanın tüm koşullarını yüzlerce örnekle bize göstermiştir, yeter ki doğayı okumayı öğrenelim. Barış halıya benziyor. Her figür ancak sırasında ve aynı anda yapılırsa güzel ve anlamlı. Figürler birbirine karışıyor ise orada bir karmaşa ve düzensizlik oluşuyor. Ve adalet herkese aynı yakınlıkta ya da uzaklıkta olmak zorunda. Kuzey yıldızı gibi. Onu zümrelere sınıflara insanlara göre yakınlaştırıp uzaklaştırırsanız o zaman barışı da kendinizden uzaklaştırıyorsunuz demektir. Kadına Alevilerin bakışı nedir? Alevilerde kadın, binlerce yıldır bırakılan bir miras ile olması gerektiği gibidir. MÖ 3500’den beri kadın erkek aynı mecliste, yan yana ve omuz omuzadır. Dinsel ibadetlerinde; kadın erkeğinin yanındadır. Meclislerde ve
Sayı 40
SERÇEÞME toplantılarda erkeği ile aynı koşullarda aynı söz hakkına sahiptir. Dikkat ederseniz Alevi kızları daha özgürlükçü ve daha modern bir yapıya sahiptir. Yazar olarak sizin bakışınız? Kadınlar ve ben; bunu anlatmak çok zor olacak. Kadınlar bazen bir kardelen kadar narin ama güçlüler. Bazen ise çoban gülünü andırıyorlar. Ben kadınların özgürleşmesi ve erkek hegemonyasından sıyrılıp kendi ayakları üzerinde durmasını istiyorum. Fakat bu erkeklerin vermesi ile olacak bir kazanım da olmamalı. Kendi kazanımları onlar için daha değerli ve daha anlamlı olacaktır. Kadın ve erkek; düğünlerdeki halayın o eşsiz ezgisi gibidir. Ezgi ve ahenk, ezgi ve figür, davul ve zurna, misafir ve ev sahibi eğer biri diğeriyle uyum içinde değilse olay bitiyor. Eşit şartlarda birbirlerine mecburlar. Dersim’i bir de siz yorumlar mısınız? Dersim, benim zayıf noktam. Bir insan nasıl olurda toprağa âşık olur demeyin, işte onlardan biride benim. Fakat sıkıntılı bir bölge. Bir söz var, “None xode sol çino - Ekmeğinde tuz yok.” Dersimin de ekmeğinde tuz yok. Kendi kültürümü, dilimi, inanışımı, doğa ile aramdaki bağı ve bırakılan mirasları tanıdıkça, özümsedikçe Dersimli olmaktan gurur duydum. Dersim doğası ile Dünya’da nadiren bulunabilecek bir coğrafyaya sahip. Üç yüzden fazla sadece o bölgede yetişen nebat var. Henüz doğallığı bozulmayan bir yer ve ona sahip çıkmak gerekiyor. “Göçebe Ruhları” anlatır mısınız? Bazı insanlar; vücutsal olarak köle edilebilmiş fakat ruhları ele geçirilememiştir. Onlar bir yere bağlı olmadan, varolan sınırları yok sayarak sınırlar ötesine, milliyetler, cinsler, renkler, felsefeler, kültürler ve inançlar ötesine savurmuştur ruhlarını. İşte bunlar benim için özel insanlardır. Göçebe ruhlardaki kahramanlardan bazıları böyle bir yapıya sahip. Onlar kendilerine ulaşabilme yürekliliğini; tüm acıları göğüsleyerek ulaşabilme mücadelesi verebilenlerdir. Ve bu günün entelektüel insanlarının eksik kalan bölümleridir de aynı zamanda. Belirli liderler tanımayan, varolan çarklarla işleri olmayan, savaşları başkaları ile değil kendileri ile yapabilenlerdir. Doğa ve insan barışına inanan kişilerdir. Sevgileri dışarıya, savaşı kendilerinedir onların. Yine de “Göçebe Ruhlar”ı anlatmak çok zor. Ancak okumakla ve okuduğunu yaşayabilmekle, hissedebilmekle olası. “Göçebe Ruhlar”da Meyman ve İsme’nin aşkları tabuları zorladı ancak yıkamadı neden? Meyman ve İsme’nin aşkı birazda platonik bana göre. Ve unutmayalım ki 1917’li yıllarda geçen bir olay. O tarihlerde dünyanın birçok coğrafyasında aşklar tabuları yıkamadı. Kaldı ki oradaki aşk, standartların çok daha üstünde zorluklar yaşıyor. Birde aşk zor koşullarda ortaya çıkıyor sanırım. Olanaksızlıklar, tabular, inançlar aşkı daha da büyütüyor. Feda edilmeye gerçekten değer miydi? Misafir, Dersim bölgesinde kutsaldır. Gelen kişi kim olursa olsun kapıyı açmak zorundasınız. O düşmanınız dahi olsa hanenize girdiği andan itibaren bunu gözardı etmek zorundasınız.
Nisan 2008
Bir de sığınma hakkı olanlar vardır. Örneğin o tarihlerde Osmanlıdan kaçan kişiler Dersimlilere sığınmışlardır. Fakat bu onların hakkıdır ve haklarını isteyerek bunu yaparlar. Sığınma hakkı sığınan kişiye aittir, sığındığı kişinin bu konuda söz söylemeye hakkı yoktur, kabullenmek zorundadır. Hatta kabullenmeyen kişiler lanetlenir, sadece kendileri de değil gelecek nesilleri de soyutlanır, tecrit edilerek cezalandırılır. Belki de bu özellik sadece Dersimde vardır. Bahta düşeni koruyamayan kişi “Bebehten” olarak kabul edilir. Bahta ihanet eden ve affedilmeyecek bir suçtur bu. “Göçebe Ruhlar”da böyle bir olay var, Tanrı Misafiri öldürülmek zorunda kalınıyor. Tabii bu çok kolay kabul edilen bir davranış da değil. Uzun zaman tartışılıyor, sancılı alınan bir karar. “Meyman” Rus olmasına rağmen sevilen ve kabul görülen kişi oluyor. Fakat İsme ile olan aşkı işleri biraz daha zorlaştırıyor. O günün koşulları ve o günün insan beyni ile düşünmek gerekiyor bence. Göçebe Ruhlar kitabınızın aşk romanı olmadığını düşünüyorum, ancak insan varsa aşk da vardır. Sizce? Sevda, insanların yaşadığı her yerde ve her dönemde olagelen bir duygu. Ve iyi ki bu duygu var, zorluklara rağmen, yasaklarına rağmen iyi ki yaşanmış. Evet, “Göçebe Ruhlar” aşk romanı değil. Fakat insanların yaşadığı bir coğrafyada sevdayı yok sayamazdım. Ama şu beni rahatsız eder açıkçası, “Göçebe Ruhlar” romanının aşk romanı olarak anılması ve anılarda öyle kalmasını istemem. Fakat bu aşk benim romanımda dekorlardan biriydi ve dekorun sevilmesi beni mutlu etti. Kardelenin sizin için kutsal olduğunu tahmin ediyorum. Kardelenler; onlar ki bu denli yüksekte yaşamasına rağmen başlarını önüne eğebilenlerdir. Düşünsenize, narin yapılarına rağmen önce karı yavaş yavaş eritiyorlar ama bedenleri kadar yapıyorlar bunu. Ve orada kendilerine bir yaşam alanı açıyorlar, tüm bitkiler henüz uyuyorken onlar; yaşamanın güzelliğini haykırıyorlar, her şeye rağmen. Başka çiçekleri kıskandırmamak için kendilerini ve kokularını onlardan saklayacak kadar alçak gönüllüler. Onlara ulaşmak için tehlikeleri göze almanız gerekir, o yükseklikte her an bir fırtınayla, boranla, vahşi bir hayvanla karşılaşabilirsiniz. Hatta kayıp kayalıklardan parçalanabilirsiniz. Ama bence değer, onun için yapılan bu mücadele boşa harcanmış zaman ve emek değildir, yaşamın derinliğine atılan tatlı ve tehlikeli bir yolculuktur. Mirz’in doğayı okuması ve yaşamının anlamını doğada bulmasını inanç ve felsefesi ile yorumlamak gerekirse? Mirz Alevi felsefesini özümsemiş, onunla yoğrulmuş bir insan. Zamanın felsefecisi, hatta psikologu bence. Doğayı okuyarak; kendine bırakılan kültürel mirası iyi özümsemiş ve bunlara sahip çıkarak emanetini torunlarına bırakabilecek kadar da engin bir insan. Aslında Alevi öğretisinin özü Mirz’in davranışları. Wayu; (Vâ) Rüzgâr tanrısı, Zervanizm; zaman tanrısı, Mitra; güneş tanrısı, gök tanrısı, toprak tanrısı, Mazdaizm, hatta ağaç tanrısı, davaya Yasnicilik, Şamanizm, Zerdüştlük zaten Alevilerin köklerinde olan özellikler. Bu nedenle Mirz’in o mistik yapısı aslında mistik Alevi felsefesinden kaynaklanıyor.
Mirz, güçlü bir karakter, güçlü bir insan. Doğaya karşı sadık, onun bir parçası olduğunu kabullenmiş ve ancak onunla barış içinde yaşarsa torunlarına mutlu bir gelecek bırakabileceğini kavramış biri. Mile Xori’de güçlü bir insan sevgisi var, insanı olduğu gibi kabul eden, hataların nedeniyle değil yaşama kattıklarını ve öğrettiklerini önemseyen hümanist yönü etkileyici. Öyle değil mi? Mile Xori (Hori - Derin bilge); tam anlamıyla doğa dostu. Yılanları, ayıları, vaşakları tedavi edebilen ve doğaya karşı son derece verici bir bilgin. Söylediği şu cümleler onu daha iyi tanımamızı sağlayacak. “Yaşam nedir?” sorusuna verdiği yanıt, aynı zamanda Mile Hori’yi anlatıyor. “Yaşam, iki penceresi açık bir oda düşleyin. İşte orası dünyadır. Pencerenin birinden girip diğerinden uçuveren bir kuş, işte o insandır. Uçuş süreci ise hayattır, işte o kadar kısadır. Önemli olan bu süreç değil, bu süreçte yaşama ne katıp ne aldığınızdır” Mirz ve Mile Xori üzerinden doğa ve insan sevgisini aktarmışsınız? Sınırları, toprakları ve liderleri kabul etmek bana göre değil. Varolan sistemin bir parçasıyım, ama ruhumda bu konuda bir göçebelik var. Ben zaten varolan mükemmel bir sistem tanıyorum. O da doğanın sistemi ve bundan daha önemli bir sistemin insanlar tarafından getirilemeyeceğine inanıyorum. Ancak doğa ile anlaşmaya sadık kalabilirsek mutlu olabileceğiz. Benim atalarım bu anlaşmaya uymuşlar, doğa ile ilgili sıkıntıları olmamış. Ama diğer insanlar tarafından sürekli rahatsız edilmişler. Roman kahramanlarınızla özdeşleşen, benzeşen özelliklerinizi biliyor musunuz? Sanırım her kahramanla özdeşleşen özelliğim var. Çünkü onları yaratan ve öyle düşünmelerini sağlayan, “benim içimdeki ben”. Biraz Mirz, biraz İsme, biraz Mile Hori ve diğerleri. Biraz ağaç, biraz annesine ağlayan ayı, biraz kurdu parçalayan ayı, biraz toprak, biraz ateş… Hepsinden vücudumda ve ruhumda biraz var ve birleşince bir bütünü oluşturuyorlar, yani beni. Hem bağlı olduğunuz köklerinize ve inancınıza hem de gelecek kuşaklardaki Kardelenlere başka bırakacak mirasınız olacak mı? Yeni kitaplar, uygun zamanda kendiliğinden yaşamın içine akacaktır buna eminim. Bu benim bırakacağım mirastan ziyade onlara borcumdur, ancak borcumu ödedikten sonra rahat uyuyacağım sanırım. İnsanlar başkalarının ayakkabısının içine girmeyi öğrendiği gün, başkalarının acısını yüreğinde hissettiği gün, doğa ile anlaşmasına sadık kalabildiği gün mutlu olacaktır. Bu mutlulukta eğer benimde küçücük bir katkım olursa işte o zaman başarmışım diyeceğim. Her kitap bu konuda atılmış küçücük bir adım olur umarım. Göçebe Ruhları iyi ki yazdınız ve umarım ruhunuzu kattığınız ve kahramanlarınız üzerinden aktardığınız duygularınız tüm insanlara ve kardelenlere ulaşır. Sohbet için çok teşekkür ederim. İletişim için: remziaydin62@hotmail.com
27
SERÇEÞME
Tasavvufta Aşk Kavramı
İ
İsmail Özmen, Yargıtay Onursal Üyesi
slam’ın temelini ve özünü oluşturan tasavvuf düşünce sisteminde aşk kavramının yerini belirleyip, onu bu sistem içinde konuşlandırıp açık adresinin yerini saptayabilmek elbette kolay bir iş olmasa gerek. Hz. Muhammet bir sahih hadisinde, “Allah güzeldir ve güzeli sever” buyururken bu adresi açık biçimde belirleyip bizlere de yerini göstermiştir. Bu konu için şöyle gerilere dönüp zaman panoramasına baktığımızda şunları görürüz: Yaklaşık on üçüncü yüzyıldan itibaren tasavvuf öğretilerinde hiçbir konu aşk kavramı değin öne geçip olduğundan fazla bir değer ve önem kazanamamıştır. Genel kabul tasavvufun, ilkin bir zühd ve korku olgusu olarak başladığını, giderek aşk ve takvaya yönelik bir vurguya dönüşüp bu çizgisini hızla ve tutkuyla sürdürürken sonra da bilgi ve marifete önem ve öncelik veren bir yola girmiş olduğu biçimindedir. Bazıları ise, Allah’a kavuşmanın bu üç yolunun üç temel Hindu yolla örtüştüğünü belirtir ki bu Hindu yolları: Karma yoga, bakti yoga ve jnana yoga yollarıdır. Bu tür programların aslı, keşfi, yeri, değeri, önemi ne olursa olsun, yaratan Allah’a yakınlık elde etme özlemi içinde ibadet eden tüm Müslümanların ilk dönemlerden, yani ta başlangıçtan bu güne değin, aşk ve bilgi aracılığıyla bu olguyu açıkça ya da gizlice gerçekleştirmeye çalıştıkları açıktır. Kutsal kitabımız Kuran’ın daha derinlemesine, dikkatle, özüne inilerek, tüm şekillerden soyutlayarak, içrek (bâtınî) biçimde okunması durumunda, onun, nefsin açılmasının farklı olanaklarını göz önüne serdiği, açıkça ortaya koyduğu görülecektir. Aşk, tasavvufun en erken somutlaşan anlatımsal örneklerinde bile yer almaktadır. Bunu vurgularken, Kuran onun asli rolüne açıklık kazandıran bir dizi anahtar ayetlerde de hep sevgiden söz eder. Bu ayetlerden birinde, Allah’ın insanlara olan sevgisinin, onların Hz. Peygamber örneğine kendini teslim etme başarısına uygun ve koşut olarak artığını da ifade eder. Gerçi bu ayet, Allah sevgisinden, sırasında Allah sevgisine erişmek için bir önkoşul olarak söz etse bile, tüm büyük âşıklar, Allah sevgisini uyandıran şeyin her şeyden önce Allah’ın insanlara karşı duyduğu sevgi olduğunu görüp doğrulamışlardır. Eğer Allah insanları sevmemiş olsaydı, onların O’nu sevmeleri mümkün olmazdı. İşte O’nun “Gizli Hazine Hadisi”nde vurgulamak istediği bu olgudur. Bu olguya göre, Allah insanları onlara olan sevgisinden dolayı yaratmıştır. Bu sevgi hiyerarşisine Kuran’daki açık kanıt: “O onları sever, onlar da O’nu severler.” (Maide, 5: 54) ayetidir. Demek ki, önce Allah insanları sever, sonra da insanlar Allah’ı sevmeye başlar. Onlar yani insanlar bir kez O’nu sevmeye başlayınca, O’nun onlara karşı olan sevgisi de, onların Hz. Peygamber’e uymaları, onu ve Ehl-i beyti’ni sevmeleri, nefislerini arıtıp terbiye etmeleri, Allah’ı aralıksız anıp sevmeleri ve yetkin insan olmaları ölçüsünde artar. Yapılan aşk birikimleri bunları beslemek içindir. Aslında İslam dininin bir tür (karma yoga) üzerine inşa edildiği söylenebilir, bu apaçıktır. Çünkü İslam’da ayrımsız herkes, Allah’ın istem ve istencine eylemle kendini teslim etmek şeklini öngören asgari bazı şekil kurallarını gözetmek ve bunlara uymak zorundadır. Yine
28
Müslümanların ve sûfîlerin ( jnana yoga)’ya önem verdikleri de söylenebilir. Çünkü genel olarak onların bilgiye, Yahudiler ve Hıristiyanlardan daha yüksek bir değer biçtikleri bilinen tarihsel bir gerçektir. Bununla beraber tasavvuf, aşka belli bir övünç mertebesi tanır. Aşk deyince, aşkın iki büyük deryasından söz etmeden geçilemez: Mevlâna Celâleddin-i Rumî (öl. 1273) ile İbn Arabî (öl. 1240). Bu iki mistiğin bilgi ve eylem yolunu gözardı etmeden, aşkın derinlerine daldıklarını, aşkın gerçek anlam ve içeriğini özgün biçimde algıladıklarını böyle bir iki çizgi ile anıp vurgulamak gerekir. İbn Arabî’nin aşkın yanı sıra, bilgiye de öncelik tanıdığı yadsınamaz. Ancak tasavvufun ana temeli aşktır. Çünkü o Tanrı yolunun ışığı, göstergesi ve taşıyıcısıdır. Aşk ister zikredilsin, ister zikredilmesin, tasavvuf gerçeğinin ilk anlatımlarında hep Allah yoluyla ilgilidir. Bu aşamalarda aşk, anlatım olarak çok çeşitli konulara değinen özlü sözler şeklinde ortaya çıkmıştır. Râbia Adâviyye (öl. 801) ve Hallâc-ı Mansur (öl. 922) gibi birkaç isim bu dönemin tanrısal aşk yaşamının somut örnekleri sayılabilir. Ama on birinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar, özellikle de beşinci yüzyıldan yedinci yüzyıla değin ayrıntılı bir aşk psikolojisi ortaya koyan son derece önemli bir dizi mistik/veli yazar ortaya çıkmıştır. Bunlar, inançları doğrultusunda tespih tanesi örneği zaman sürecinde ve tasavvuf meydanlarında yanan mumlar gibi dizilip giderler. Ünlü Gazâlî (öl. 1111) zaman zaman beşerî ve ilahî aşk konularında yazılar yazmıştır. Ondan daha ünsüz kalan kardeşi Ahmed Gazali (öl. 1126) Sevânih adındaki Farsça kısa yapıtında aşkı yazar; bu küçük kitabın çoğunu, nefsin temeli ve birleştirici gerçekliği saydığı ilahî aşka ayırır. Bu küçük yapıt çok ünlenir, birçok şair tarafından daha sonraları yazılacak onlarca risaleye esin kaynağı olur. Ahmed Gazali’nin müridi Aynu’l-Kudât Hemedânî (öl. 1131) aşk psikolojisi ve aşk metafiziğinin formüle edilme sinde önemli roller üstlenir. Bir süre sonra ise, aşkın bütün konularını derinlemesine oya gibi işleyerek gözler önüne serip bunu yapıtlarıyla çağlar ötesine yansıtan İranlı büyük şair Attâr (öl. 1221) sahneye çıkar, işini başarıyla tamamlar. Aşkın bayrağını gelecek kuşaklara iletir. Bu bağlamda İbn Arabî ve Mevlâna Celâleddin-i Rumî tasavvufun iki farklı damarını oluştururlar. Bunlardan her biri kendi tarzındaki geleneğin doruk noktalarını teşkil ederler. Onun için, tasavvufî öğretiler ve ilahî aşk konusunda bu iki önemli mistik zatın yapıtları, kendilerinden sonra gelen düşünür, yazar ve şairleri etkileyip onların da esin kaynağı olmuş-tur, olmaya da devam etmektedir. Aslında tüm İslam dünyası; İbn Arabî’yi gelmiş geçmiş en büyük sûfî kuramcısı; Celâleddin Rumî’yi ise tarihin en büyük mistik aşk şairi olarak görüp nitelerler ki bu, abartısız doğru bir nitelendirmedir. Aşkı karanlığın gözleri yapan iki dev!... Bir bakıma kutsallık düzeyinde aşka, Allah’ın yaratıcı etkinliği denebilir.“Gizli Hazine Hadisi” üzerine yaptığı çok sayıdaki yorumlardan birinde, İbn Arabî, Allah’ın yaratma aracılığıyla ulaşmayı sevdiği bilgi türünün zamana dayalı bilgi olduğunu söyler bize; çünkü O zatını ve her şeyi ezelî ve ebedî
olarak doğrudan doğruya biliyordu. İbn Arabî bu sözü çocuk sahibi olmak amacıyla yapılan cinsel birleşme ile Allah’ın âlemi yaratma ereğiyle bilinmeyi sevmesi arasında bir benzerlik kurduğu sırada söyler. Aşağıda İbn Arabî’den ve Rumî’den aldığımız birkaç örnekle onların aşk anlayışını somut biçimde yansıtmaya çalışacağız. Aşk tanımlanamaz; ama onun izi ve etkilerini anlatmak mümkündür. İslamî mistisizmin kuramcısı İbn Arabî ile büyük mistik şairi Rumî aşk konusunda tam olarak, motamot örtüşmektedirler; işte bunun birkaç örneği: “Aşkın bilinmesini mümkün kılacak hiçbir tanımı yoktur. Tam tersine, olsa olsa, onun betimleme ve söze dayalı tanımları yapılabilir. Aşkı tanımlayanlar onu bilmemiştir; onu yudum yudum tatmamış olanlar onu bilmemişlerdir ve aşka kandığını söyleyenler onu bilmemiştir; çünkü aşk kanmak nedir bilmeden içmektir” (İbn Arabî, Futuhât, II, 111/12). “Üreme ve çoğalma sevgisinden dolayı vuku bulan evlilik, âlem diye bir şey olmadığını andaki ilahî sevgiyi andırır. O “bilinmeyeni sevdi” Böylece bu sevgiden dolayı, şeyler yokluk durumunda iken O istencini onlara yöneltti. Onlar kendi olanaklarının hazır olmasından dolayı asıl makamı’nda beklemekteydiler. O, onlara “Ol!” dedi ve onlarda olmaya başladı; öyle ki O her türlü bilgi ile bilinebilirdi. Bu, zamana bağlı bilgi idi. Henüz hiçbir nesnesi yoktu; çünkü onunla bilen henüz varoluş ile nitelenmemişti. Onun sevgisi bilginin mükemmelliğini ve varoluşun mükemmelliğini aradı.” (İbn Arabî, Futuhât, II, 167/12). Gelelim ünlü mistik aşk şairi Mevlâna Celâleddin-i Rumî’deki aşk nitelemelerine: “Âşıklık nedir?” diye sordu biri Dedim “Bu konularda bana sorma; Benim gibi olursun, bilirsin; O seni çağırınca anlatırsın hikâyesini” (Rumî, Külliyât-ı Şems) Âşık olmak nedir? Yanmak susuzluktan En iyisi ab-ı hayatı anlatayım ben (Rûmî, Fihi mâ fihi) Denebilir ki, çok sayıda büyük şeyhlerin yaşadığı bir dönemde ilahî aşka en köklü ve özgün yaklaşımda bulunan kişi sûfî-yazar Ahmed Sem’ânî’dir. (öl. 1140) Ne yazık ki bu zat konuyla ilgilenen çağdaş bilim adamlarınca bile, hemen hemen hiç keşfedilmeden kalmış, adeta unutulmuştur. Ne zamanki, 1989’da Sem’ânî’nin Ravhu’l-ervâh fî şerhi esmâi’lmâliki’l-fettâh (Ruhların Tazelenmesi: Her Şeyi Aşan Mâlik’in İsimlerinin Açıklanması) adlı altı yüz sayfalık el yazması Farsça yapıtı yayınlandı; Sem’ânî’nin yıldızı işte o an parlamaya başladı. Bu yapıt, ilahî aşk konusunda büyük bir klasik sayılmayı hak eden, aşk anlatımının en güzel örneklerinden biridir. Kısaca, “Ravhu’l-ervâh” denilen bu yapıtı, Sem’ânî’nin tüm dinî bilimlerde üstat olduğunu gösterir ana belgelerden biri sayılmalıdır. Onun yapıtının biçim ve içeriğinde en açık biçimde parlayan ve en önde giden İslam’ın tasavvufî boyutudur. Uzmanlara göre onun tasavvuf konularındaki düzyazıları bu konuda yazdığı şiirlerinden daha şiirseldir. Onu Fars dilinin büyük nesir ustalarından biri saymak gerekir. Sem’ânî yazılarını son derece doğal
Sayı 40
SERÇEÞME
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR
Hamit Aytaç (1891-1982) üstadın H. 1393 (M. 1973) tarihinde Celi Sülüs hatla yazdığı zerefşan tezhibli ketebeli levha (16 cm x 51 cm) Şura suresi 23. ayet: “Ey Muhammed onlara de ki, “Ben bu tebliğime karşı sizden ehl-i beytime sevgiden başka hiç bir şey istemiyorum.”
ve neşe içinde yazar; yazılarında birinci sınıf bir biçemcinin (üslupçu) tüm tekniklerini büyük bir beceriyle kullanarak, üst düzey ustalığını açıkça kanıtlar. Yazdığı metinlerin müzikal kalitesi ve güzelliği cidden hayret vericidir. Kuşkusuz o kitabını sanki sesli okunmak için yazmış gibidir. Kitap, Âdem kıssasından başlar, bu kıssa kitabın diğer bölümlerinin birbirlerine bağlanmasında büyük rol oynar. Hz. Âdem’in yaşamındaki her olayın Allah’ın rahmet ve bağışlayıcılığından kaynaklandığı konusunda ısrar eder. Daha özel olarak, o, Allah’ın insanlara olan merhametini, yasak meyvenin yenmesinde en yüksek noktasına ulaştığı şeklinde görür; böylece bu olguyu, Allah’ın bütün yaratıklar içinde insanlara olan sevgisinin biricikliğini gözler önüne seren bir felix culpa (mutlu günah) olarak niteler. Onun bu nitelemesine karşı, günahı meziyete dönüştürdüğü şeklinde bir itirazda bulunulabilinir. Ama o zamanda bu, onun Şer’i vecibelerin kesinlikle gözetildiği bir toplumda yaşadığını unutmak olur. Gerçeklere uymaz. Zaten o, günah işleyelim ve bundan da mutluluk duyalım demek istemiyor; bizden böyle bir isteği de yok. Fakat bizden davranışlarımızdaki güdü ve dürtülere dikkatle bakmamızı talep ediyor. Şeriat’a sırf Allah emrettiği için ya da cezadan kurtulmak istediğiniz yahut ta cennete girmek istediğiniz için uymak doğru mudur? Sorusuna: Hayır diyor Sem’ânî. “Tıpkı Allah’ın etkinliği insanlara olan sevgiye motive edildiği gibi, insanî davranış da Allah aşkıyla motive edilmelidir.” Bu iki motive her zaman ve her yerde karşılıklı olmalı, kesintisiz sürmelidir. Allah’ın insanlardan istediği sadece budur. İnsan Allah’tan daha fazlasını isteyebilir, onun hakkıdır diye düşünmek her zaman olasıdır. Kıssa’nın anlam ve önemini açıklarken, Sem’ânî, İslâmî antropoloji ve psikolojinin Tanrı adlarına ve ilahî sıfatlara nasıl değer verip, kök saldığını tüm gözler önüne serer. Zaten, mutasavvıfın birinci amacı Allah’ın ahlâkıyla en üst derecede nitelenmek ya da insanların üzerine yaratıldıkları tanrısal gö-
rünümü (ilahî sureti) özünde gerçekleştirmektir. Allah’a giden yollarda varıp konulması ve aşılması gereken “makamlar”la ilgili bütün tartışmalar kuvveden fiile (düşünceden eyleme) çıkarılması gereken karakter özelliklerine hep doğrudan yollamada bulunur. Sem’ânî’ye göre mükemmel (yetkin) ilahî suretin simgeleri peygamberlerdir ve bütün peygamberlerin babası da bizzat Hz. Âdem’dir. İnsanlar tarafından gerçekleştirilmesi gereken tüm yetkinlikler (mükemmellikler), üstün nitemler ve makamlar Âdem’de zaten vardı. Âdem kıssasının anlaşılması, ilahî ve insanî sevginin karşılıklı olmasının nasıl insanî olanağın tam çiçeklenişini meydana getirdiğini ve Tanrı’nın âlemi yaratmaktaki amacını gerçekleştirdiğini görmemizi sağlar. (William Chittick, Tasavvuf, s. 237, vd.) Sem’ânî “Âdem” derken, o bu sözcüğü, temel nitelikleri tüm insanlar tarafından paylaşılan ilk ya da aslî örneğe yollamada bulunacak biçimde anlar ve kullanır. Bu kullanım, A’râf Suresi 7:11’de olduğu gibidir, yani bu olgu Kuran’da da vardır. O, Havva’ya, hemen hemen açık bir şekilde yollamada da bulunmaz; bu durum kadınların önemsiz olduklarından dolayı değildir. Ancak kadının, kıssanın cinsiyet rollerinin ayrımlaşmasına yönelik yönleriyle ilgilenmemesinden dolayıdır. Sem’ânî, yapıtında, insan olmanın ne anlama geldiği sorusunun yanıtını aradığı için, bir erkek ya da kadın olmanın ne anlama geldiğini göz ardı etmiş olabilir. Aslında ona göre Âdem’in düşüşü herkesin düşüşüdür ve Havva da özel hiçbir rol oynamaz. Düşüş “hatası” elbette ki yalnız Havva’ya yüklenemez. Eğer bu mümkün olsaydı, Sem’ânî ona hali hazırda sahip olduğundan şüphesiz çok daha yüksek bir mevki verirdi; çünkü insanları böylesine biricik kılan şey günah işlemek olgusudur. Aslında Sem’ânî’nin Âdem’in düşüşü hakkındaki görüşlerini, Kuran kıssası bağlamında ele alıp, bu şiirsel yapıtı da aynı açıdan irdeleyerek değerlendirmek gerekir. Hükümetinin sosyal güvenlik yasalarında yapacağı değişikliği protesto etmek üzere 6 Nisan Pazar günü Kadıköy’de yürüyen ve bir açık hava toplantısı yapan emek örgütlerinin yanında flamasını açarak katılan tek demokratik Alev örgütü PSAKD Pendik Şubesi oldu. Herhal diğer AleviBektaşi örgütlerinin “tuzu kuru” ve sosyal güvenceleri tamam! Belki de yağmur nedeniyle gelemediler!
Nisan 2008
Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49 221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49 179.207 20 65 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50
29
SERÇEÞME
Güzide Ana Hürrem Ulusoy
F
EYZULLAH Çelebi 1742–1824 yılları arasında yaşamış; hoşgörülü, bilgin ve olgun bir kişidir. Yirmi bir yıl meşihat (şeyhlik) ve tevliyet (vakıf yöneticiliği) görevlerini yürütmüştür. O’nun zamanında Hacıbektaş Dergâh’ı tam bir irşad makamı işlevi görmüştür. Bir gece mütevazı evinin zemin katında otururken, kimler tarafından yönlendirildiği az çok tahmin edilebilecek, Baba Eliy Oğlu ve arkadaşı tarafından tabanca ile vurularak şehit edilmiştir. Katiller cezasız kalmamış, İstanbul’dan gelen Kapıcıbaşı suçluları yakalamış, muhakeme sırasında suçlarını kabul eden Baba ve yandaşları asılmak suretiyle cezalandırılmıştır. Şehit Feyzullah Çelebi adıyla tarihe geçmiş olan bu zatın Mehmet Hamdi (Hamdullah), İbrahim Selâmet, Veliyettin adlı oğulları ile Şefika, Zarife, Samut, Güzide adlı kızlarının olduğu biliniyor. Babasından sonra posta oturan Mehmet Hamdi, şiirlerinde kullanmış olduğu “Hamdullah” mahlasından dolayı halk arasında “Hamdullah Efendi” adıyla bilinmektedir. Yaşamı efsaneleşmiş, Amasya’da geçen sürgün günleriyle ilgili olarak başka şairlerce şiirler yazılmış; hakkında her biri bir tenasüh örneği sayılabilecek menkabeler anlatılmıştır. Yazımızın konusu Güzide Ana olduğu için başlı başına bir yazı konusu olabilecek sürgün olayının ayrıntısına girmeyeceğiz. Yalnız yeri gelmişken Güzide Ana’nın bir dörtlüğüyle konuya girelim: Bu sözlerim Bektaşi’ye Yanılıp gitme Nakşi’ye Uyma hal bilmez kişiye Taş getirir yola kardaş Bilindiği gibi Hamdullah Efendi sürgüne gittikten sonra Padişah tarafından Dergâh’a Nakşibendi Tarikatı şeyhleri atanmıştı. Bu şiir o tarihte söylense gerektir. Kardeşi Hamdullah Efendi gibi Güzide’nin de dramatik bir yaşamı vardır. Kesin doğum ve ölüm tarihleri bilinmeyen bu muhterem ananın gençlik yıllarında acı bir olay yaşanmıştır. Hacı Bektaş Veli evlatları “Mürselli” ve “Hüdâdatlı” olmak üzere iki kola ayrılır. Mürsel Çelebi’den beri (1384-1483) tevliyet ve meşihat görevi “Mürselli” denilen ve günümüzde “Ulusoy” soyadını taşımakta olan kolda kalmıştır. Hüdadatlılar diye anılan kol “dedelik” görevi yapmış, yine icazetlerini postnişinden almışlardır. Eskiden Hüdadatlı soyu Hacıbektaş ilçesinin “Yukarı Mahalle”sinde oturdukları için, bunlara aile içersinde “Yukarı Evliler” de denilmiştir. Kasaba halkı Hacı Bektaş Veli soyundan olanları mahalle farkı gözetmeksizin Çelebiler diye adlandırmıştır. 19. yüzyılda Hüdâdat soyundan Ali Ağa Dede adlı saygın bir şahsiyet yaşamıştır. Bu sırada postta oturan Feyzullah Çelebi (Şehit) ile samimi, diyalogları olduğu anlaşılan bu kişinin Abbas isimli bir oğlu varmış.
30
Güzide, hurafeye karşıdır: Bülbül-ü şuarâ hep zârı bizden öğrenir Dûdû-yı sûr-nâ güftarı bizden öğrenir Âşık-ı sâdık olanlar bilir kavl-i kararın Ham ehl-i harabâd etvârı bizden öğrenir Ey Güzide bezm-i gamda gezme hod serseri Oluben meydân-ı aşkta merd olan gelsin beri Bizdedir velhasıl mihr-i muhabbet defteri Onca şairler gelir eş’arı bizden öğrenir Ali Ağa oğlu Abbas ile Feyzullah Çelebi kızı Güzide arasında duygusal ilişki doğuyor. Bu da büyüklerin dikkatini çekiyor. O çağda gençlerin buluşması, oturup konuşması mümkün müydü? Bunu bilmiyoruz. Ancak küçük bir yerleşim yerinde göze batmaması mümkün değil. Güzide’nin babası, oğlanın babası Ali Ağa Dede’yi yanına çağırttı. Müşfik bir baba olan bu muhterem zat, kız evi naz evi, anlayışına uymayan bir yaklaşımla doğrudan konuya girdi – Ali Ağa, bu gençler birbirlerini seviyor. Gel bunların mutluluklarını sağlayalım. Ali Ağa Dede, biraz düşündükten sonra – Ben de uygun görüyorum, Çelebi Efendi Hazretleri, lakin Aşağılara (Ege Bölgesi) acilen dedeliğe gitmek durumundayız. Dönüşte bunu gerçekleştiririz. Eskişehir. Kütahya, Gediz, Manisa, Aydın illerinde görgü-sorgu, cem ile geçen günlerden sonra baba-oğul Gediz Irmağı kıyısında olan bir köyden çıkmak üzeredirler. Yol ve köprü olmadığı için ırmağı en geniş yerinden at ile geçmek zorundadırlar Abbas, babasından önce ata biner. O devirlerde babadan önce ata binmek büyük bir saygısızlık sayılmaktadır. Ali Ağa Dede birden celâllenir: – Abbas, der. Benden önce ata bindin, derin sularda boğulasın. Derler ki, babanın kargışı pek geçerli olurmuş. Irmağı geçerlerken atı tökezler, Abbas attan düşer, ırmağın azgın sularına kapılıp gider. Acı haber Dergâh’a tez ulaşır. Güzide yangılanır, ecdadına sitem eder: Bulandı aşkımın seli Acep artık durulmaz mı? Hüsnün gördüm oldum deli Akıl başa derilmez mi? Yüzün benzer dolunaya Sensin ömrüme sermâye Yüzüm sürdüm hâk-i paye Hatırcığım sorulmaz mı? Ferhat’tır dağları delen Şirin’in yoluna ölen Der Güzide, Mecnun olan Leyla’sına sarılmaz mı? Güzide’de beşeri aşk, giderek ilahi aşka dönüşecek, şairlik yaşamına tasavvufla, tarikatla ilgili şiirler yazarak devam edecektir. Güzide’nin şiirleri çoğunlukla satirik (eleştirisel) şiirlerdir. Bir kısım şiirleri de didaktiktir (öğretici). O’nun sitem oklarından toplumun her katmanı nasibini almıştır. Şu şiirini incelersek sanki günümüz için söylenmiştir diyebiliriz.
Behey efendiler zamane halkı Her biri bin türlü iş eylediler Ayete hadise iman etmeyip Efsane sözleri hûş eylediler Hûş: Fikir
Bektaşi sırrı kalmamış fitne fesat almış yürümüştür: Sırrı Muhammed’den ne kaldı eser Cihan fitne ile doldu ser-tâ-ser Yetmiş iki ile aynı gelenler Kıl’ ibrişime eş eylediler Ser-ta-ser: Baştanbaşa, bütün Yetmiş iki: Hz. Hüseyin’e refakat edenler.
Mürşid (Evlâd-ı Hünkâr) olanlara kızar. Kimi postta oturur kimisi gezer Kimi yol gösterir kimisi bozar Kimi aklı sıra fetvalar dizer Evliyâ’nın sırrını faş eylediler Faş eylemek: dile verme, açığa verme
Uygun almayan evlilikler, uygunsuz kişilerle yeme içme gibi davranış bozukluklarına sinirlenir: Muhabbet kadehin kenara döküp Mürüvvet tohumun ham boza ekip Katırı beygiri tavlaya çekip Eşeği küheylana eş eylediler
Felçli, deli, yeteneksiz kişiler yönetime gelir: Kötürüm şah oldu çıktı zuhura Çaylak vezir oldu gitti Mısır’a Çok karış eylediler baykuş fakıra Serçeyi Anka’ya eş eylediler Beyhude yere uğursuz sayılan zavallı baykuş, aynı zamanda bilgeliğin simgesidir. Gözleri yüzünün önünde olan bu kuş türünün bakışı büyüleyicidir. Kendinden emin bir insanın bakışlarına sahiptir. Günümüzde yılda bir kez kurban keserek kendilerini Alevi-Bektaşilik kurallarını yerine getirmiş sayan insanlar vardır. Halbuki her Cuma akşamı (Perşembeyi Cumaya bağlayan gece) ibadet günüdür. Ayrıca kişi ömrü boyunca Alevi gibi yaşamalıdır. Güzide Ana bunu da vurgular: Bunca mahlûkatı bir yere derip Delilsiz bürhânsız yol erken sürüp Yılda bir davarın kanına girip Cahiller gönlünü hoş eylediler Yolumuz uğradı kıra bayıra Hiç ağzını açan yoktur hayıra İşimiz zor oldu Mevlâ kayıra Bir acayip yollu iş eylediler Güzide’m der ahd-i imanzâdeler İşimiz zor oldu ocak-zâdeler Helal haram demez şeyh ve dedeler Eline geçeni nûş eylediler Mahlûkat: Bilinçsiz, ne yaptığını bilmeyen topluluk Delil: çoğu zaman çerağ anlamında kullanılır ki aydınlatarak gerçekleri ortaya çıkarmaktır. Bürhân: Delille eş anlamlı, tanık Nûş eylemek: İçmek
Sayı 40
SERÇEÞME Son dörtlüğü açıklamaya gerek yok sanıyorum. Yarası olan gocunur. Softaları eleştiren şiirleri çok etkileyicidir:
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Gel ey sofu Hak ararsan Yüzüm döndür bize doğru Ne buldun beyhûde laftan Yaşın vardır yüze doğru
Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır
Her suya karışıp akma Sen seni odlara yakma Er isen kem gözle bakma Gelen giden kıza doğru Düşme nefsin tuzağına Cehdeyle yolun uzağına Bir gün de ömrün bağına Gazel iner güze doğru Haberdar ol Şeriat’tan Yol bulasın Tarikat’tan Marifet’ten Hakikat’tan Eriş gerçek söze doğru Güzide bildi suçunu Seyretti Çin’i Maçin’i Gam değil çekti göçünü Hakk’a giden ize doğru Güzide’nin bazı şiirlerinden ileri düzeyde edebiyat ve felsefe eğitimi gördüğü anlaşılmaktadır: Bülbül-ü şuarâ hep zârı bizden öğrenir Dûdû-yı sûr-nâ güftarı bizden öğrenir Âşık-ı sâdık olanlar bilir kavl-i kararın Ham ehl-i harabâd etvârı bizden öğrenir Biz hakikat kerızinin bevvabının derbanıyız Hem mûciz marifet ehlinin hayranıyız Bizi hor görmeyin kim dil mülkinin sultanıyız Bunca ârifler gelir esrarı bizden öğrenir Dilber-i Şirin için âlemde Ferhâd olmuşuz Gerçi Mecnûn’uz ama Leylâ’dan âzâd olmuşuz Sûrette kemterleriz manada üstâz olmuşuz Cümle âşıklar gelir dildarı bizden öğrenir Ey Güzide bezm-i gamda gezme hod serseri Oluben meydân-ı aşkta merd olan gelsin beri Bizdedir velhasıl mihr-i muhabbet defteri Onca şairler gelir eş’arı bizden öğrenir Bülbül-ü şuarâ: Bülbül gibi feryad eden şairler; şuara: şairler Dûdû-yı sûr-nâ: Zurna gibi sesli dudu kuşu, papağan. Güftar: Söz, konuşma Ehl-i harabâd: Meyhane halkı. Etvâr: Hal, hareket Kerız: Hazine Bevvab: Kapıcı, hademe Derban: Kapıcı Dil: Gönül Suret: Görünüş Kemter: Aşağı, hakir Dildar: Sevgili Bezm-i gam: Gam meclisi Hod serseri: Kendi başına serseri Eş’ar: Vezinli, kafiyeli söz Bazı deyişlerinde “Kâtibi” mahlasını da kullanan Güzide Ana, tüm gelirini fakirlere dağıtışı, haksızlığa hiç tahammül etmeyişi ile ünlüdür. Gördüğü kusuru kim olursa olsun açık biçimde ayıpladığı kişilerin yüzüne söylemiştir. Aslanın dişisi de erkeği de aslandır.
Nisan 2008
EROL PARLAK
“Yalınkat” Arda Müzik Tel: 0212.527 47 44 www. ardamusic.com Önce toprak vardı, sonra sevgi. Sevgi tohumu toprağa düştü, kor oldu, Yürek kora sevdalandı, pervane oldu, Pervane kendini kora yaktı, Yandı, yandı… Türkü oldu. “Türkülere vurgun, türkülere pervane yüreğin, türküyle yüzleşme anıdır Yalınkat… Candan, hesapsız, gözü kara, çırılçıplak oluşudur, hayal ve mana âleminin sonsuzluğunda… İşte yine, yüreğimin yalınkat’ında, beni benden alan, uzak diyarlara göçüren, can paresi bir demet türkünün buluşmasında birlikteyiz. Yüreğimiz Anadolu, menzilimiz insan, erebilmek yolunda çabamız. Gönüllere armağan olsun…” Erol Parlak yeni albümü “Yalınkat” için bunları yazmış. Albüm on iki eserden oluşmuş: 1. Eller Güldü Ben Gülmedim Söz: Âşık Özlemi (Merzifon) Müzik: Seyfi Alkan 2. Engeller Koymuyor Yar Sana Varsam Söz-Müzik: Anonim (Trabzon) / 2. dörtlük: Neşet Ertaş / Kaynak: Emine Tanaydın Derleyen: Muzaffer Sarısözen 3. Şu Dağların Başında (Ay Dağlar) Söz-Müzik: Tekin Büyükkay Giriş müzik: Erol Parlak 4. Beyhude Söz: Erdal Küçükkaya- Hüseyin Poyraz Müzik: Erdal Küçükkaya Giriş müzik: E. Parlak 5. Aldın Aklım Bir Bakışta Söz-Müzik: Neşet Ertaş 6. İsterim ki Bu Dünyada (Benim Yurdum) Söz-Müzik: Neşet Ertaş 7. Selanik Türküsü (Çalın Davulları) Söz-Müzik: Anonim (Rumeli) / Kaynak: Hüseyin Yaltırık / Derleyen: Nihat Kaya 8. Bad-ı Saba Oyun Havası Söz/Müzik: Muharrem Ertaş 9. Sevmeli Cananı Can-ı Gönülden Söz-Müzik: Âşık Dursun Cevlani (Kars) Arasaz Düzenleme: Erol Parlak 10. Ey Efendim Söz -Müzik: Erdal Küçükkaya 11. Bir Çift Turna Gördüm Söz-Müzik: Anonim (Yozgat) / Kaynak: İbrahim Bakır / Derleyen: Nida Tüfekçi 12. Zaman Değil (Derin Uyku) Söz –Müzik: Âdem Aslandoğan Giriş müzik: Erol Parlak
Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
DEMOKRATİK ALEVİ ÖRGÜTLERİNDE KONGRE MEVSİMİ: PSAKD ONUNCU GENEL KURULUNDAN AKILDA KALANLAR
Bazen İyi Bir Kavga Kötü Bir Barışa Yeğdir Esen Uslu
H
ACI BEKTAŞ VELİ Anadolu Kültür ve Tanıtma Dernekleri Genel Merkezi’nin ardından, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği de genel kurulunu tamamladı. Yapılacak Alevi-Bektaşi Federasyonu genel kurulu ile birlikte demokratik Alevi örgütlerinde “Kongre Mevsimi” tamamlanmış olacak. Ama “Bu mevsimden geriye ne ürün kaldı?” sorusuna olumlu bir yanıt vermek çok zor. Genel Kurula giderken bir çalışma raporu basıp, üyelerine ve kamuoyuna dağıtmaya gerek görmeyen Hacı Bektaş derneklerinin durumu demokratik Alevi-Bektaşi hareketi için belli ki “umutsuz vaka.” PSAKD genel kurulunda dağıtılan Çalışma Raporu bu farkı gösteriyor. Demek ki genel merkez, üyelerine ve tüm Alevi-Bektaşi kamuoyuna rapor verecek ölçüde çalışmış. Genel Başkan ile önde gelen iki yöneticinin yeni dönemde görev almayacaklarını önceden duyurdukları ortamda, bu çalışma raporunun ortaya konmuş olması özellikle olumlu. Gönül, çalışma raporunun genel kuruldan önce tüm şubelere sunulmasını, yaygın tartışılmasını ve yapılacak eleştirilerin, tartışılacak konuların şubelerden kongreye gelecek delegelere görev olarak verilmesini isterdi. Raporda merkezi çalışmaların daha kapsamlı ele alınmasını, yerel örgütlerle ilgili bölümünün daha kısa tutulmasını isterdi. Ama yine de bir rapor verilmiştir ve bu doğru yönde bir adımdır. Genel Kurulda bazı teknik eksikler kendini gösterdi. Örneğin, toplantıya basının geleceği düşünülmemiş, buna göre hazırlık yapılmamıştı. Serçeşme adına toplantıyı izleyenler ve diğer gazeteciler Genel Kurula “Konuk”(!) olarak katıldı. Gündemde de sıralama hatası vardı. Genel Başkan’ın Çalışma Raporunu sunduğu konuşmasının ardından konuklara söz verildi. Hangi konuklara söz verileceği ve kaç dakika süreyle konuşacakları üzerine bir hazırlık yoktu. Divan Başkanı, “Konuşma sürenizi kendiniz belirleyin” diyerek gevşek bir adım atınca, hangisi oradaysa siyasetçiler sırayla, “aldı sazı eline, bir daha bırakmadı.” Hem genel başkanın konuşması ve hem de çalışma raporunun tartışılması güme gitti. Bu kadar uzun süreden sonra bir araya gelen delegelerin konuşması ve tartışmalar için ayrılması gereken kıymetli zaman boşa harcandı.
G
Tartışma-Eleştiri Yokluğu ve Demokrasi
enel Kurul, demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinde görülen sahte “birlik ve beraberlik” hastalığına kurban oldu. “Aman ele güne karşı birlikmişiz gibi görünelim” kaygısından kaynaklanan bu anlayış, kötü niyetli kurnaz siyasetçilerin elinde ciddi bir yanlışa dönüşüyor. Yapılması gereken yerde, yani açık toplantılarda, genel kurullarda örgüt içindeki farklı seslerin duyulmasını engelliyor, farklı görüşlerin tartışılmasını ve yapılacak eleştirileri boğmaya yarıyor. Genel Kuruldaki görüntüye bakarsanız PSAKD içinde hiçbir tartışma olmayan “dikensiz bir gül bahçesi” imiş! Peki, gerçek böyle mi? Bu örgütü siyasi bir partinin güdümüne sokmak için elinden geleni yapmış; bu nedenle bir daha seçilmemiş; seçilemeyince örgüte almaşık yapılar kurmuş; örgütün düzenli etkinliklerine karşı almaşık çalışmalar örgütlemiş eski bir genel başkan yeniden aday olmuş! Geçen yıl genel seçimlerde kapı kapı dolaşıp kendine bir yer bulamamış, hatta bağımsız aday bile olmuş nice etkili ve tanınmış can bu adayı desteklemek için çalışmış! Bazı şubeler bu adaydan yana tavır belirlemiş. Sonra şehit aileleri adına yapılan sert bir açıklama ile bu can adaylıktan çekilmeye zorlanmış. Bunun üzerine bazı şubeler genel kurulu boykot etmiş ve tek bir delege bile göndermemişler! Bu sorunların genel kurulda tartışılmasına gerek görülmüyor, çünkü bu “küçük sorun” genel kuruldan önce “halledilmiş!”
Merkezin örgütü dikensiz gül bahçesi gibi göstermek istemesi anlaşılabilir. Peki, geçmiş çalışma döneminde Genel Merkez ile sürtüşmeleri ayyuka çıkmış şubelerin delegelerine ne demeli? Örneğin, Genel Merkezi, AKP’li belediye ile anlaşarak kendilerini aldatmaya çalışmakla suçlamış olan Sultanbeyli Şubesinin delegeleri neden Genel Kurul’da söz alıp eleştirilerini dile getirmedi? Bu soruyu kendilerine sorduğumuzda, “Zaten yönetim değişecek; tek listede anlaşıldı; neden konuşalım?” dediler. Bu anlayış, örgüt tabanındaki çalışkan gençlerin sözün ve bilincin gücünden umudu kesmesi demektir. Devrimci, solcu arkadaşların gizli-kapaklı tek liste pazarlıklarında yer alması, bu tutumun yanlışlığını gidermez. Tam tersine, onların da örgütün üye tabanını bilgilendirme, bilinçlendirme görevinden kaçındığını; örgütünün tabanından ve yönetiminden umutlarını kestiklerini; temel görev olan üyeleri bilinçlendirme ve eyleme seferber etme yerine, şu ya da bu şubede “siyasi etkinlik” kazanmaya yoğunlaştıklarını gösterir. Bu, örgütün geneli için iyi değildir.
S
Tek Liste ve Demokrasi
eçimlere tek liste girmesi birlik görüntüsünü vermenin diğer yoludur, ama bu da örgüt içi demokrasiyi boğan bir yöntemdir. Örgüt üyelerinin yöneticileri demokratik bir işleyiş içinde seçmesini önler. Bunun yerine, kapı arkasında gizli-kapaklı “siyasi” pazarlıkları geçirir. “Tek liste” zorlaması örgüt içinde varolan farklılıkları gizler ve seçimlerde üyelerin nesnel ölçütler kullanma yeteneğini elinden alır. Aday olanlarda o görev için gereken yetenek ve becerileri aramayı bir yana bırakır. İnsanları yetenek ve becerisine bakmadan başka kaygılarla bir araya getiren pazarlık öne çıkar. Nesnel olmayan ölçütler, örneğin “bizim yörenin/aşiretin/ocağın/siyasetin adamı olmak” temelinde yürüyen pazarlıkların kötü sonuçlarında biri de birbiri ile uyumlu çalışamayacağı belli insanları bir araya getirmesidir. Böyle oluşmuş yönetim organlarının sağlıksız sonuçları sonraki çalışma döneminde görülür. Geçmişte bunun nice örnekleri görülmüştü, belli ki ders alınmamış. Ama bu gidiş, farklılıkların üstünü örtemez. Sorunlar başka şekillerde ortaya çıkıverir. Bu nedenle tartışma ve eleştiriyle üye tabanının gönlünü kazanmaya, bilincini geliştirmeye önem vermeyenler yanılır. Tartışmasız, eleştirisiz ortamdan yalnız geri ve geriye çekici düşünceler yararlanır. İlerici bir açılım sadece tartışmaya, eleştiriye açık ortamda doğabilir. Göreve uygun yetenek ve becerilere sahip insanların seçilmesi örgütün önünü açar. Bu nedenle, “iyi bir kavga, kötü bir barışa yeğdir!”
Y
Çalışma Programı Ölçüt Olacak
eni Genel Başkan toplantıda hatrımızı sorma inceliğini gösterdi. Serçeşme dergisini toplantının yapıldığı salona sokmamaya kararlı Hacı Bektaş dernekleri/vakıfları yöneticilerinin garip tutumlarından sonra bu da bir farkı gösterdi. Genel merkeze yönelik eski eleştirilerimizden hoşnut olmadığını kibarca söyledi. Kendisine eleştirilerimizin temelinde plansız programsız çalışma olduğunu hatırlatıp, “Sunduğun bir çalışma programı var mı?” diye sorduk. “Var”, dedi ve sağolsun, dağıtılan basılı çalışma programını verdi. Bize ve çevremizde oturan genç delegelere bu programı uygulamaya kararlı olduğunu ve adaylığı sırasında verdiği tüm sözlerin kişisel garantisi altında olduğunu belirtti. Şimdi hep birlikte, seçilen yönetimin Genel Başkanın sözüne sadık kalıp kalmayacağını izleyeceğiz. Artık elimizde verdiği sözü yerine getirmeyeni ve yoldan sapanı ölçeceğimiz bir program da var.