Sercesme Dergisi, Sayi 41, Mayıs 2008

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

HEPİMİZ TECRİTTEYİZ

Bu Sayida

Türklüğü, “aşırı gelişmiş bir milli kültür bilgisi”nin “tasallutundan” kurtararak, “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp “barış içinde yeniden kurmak” artık “yükümlülüğümüzdür” diyorum

Hüseyn Hürrem Ulusoy Postnişinlik Sorunu  Mayis  Terör Bahane Devlet Şiddeti Sahnede Fkret Otyam Nejat Birdoğan Anısına “Gülyüzlüm Merhaba” Veysel Kaymak İktidar ve Demokrasi Esat Korkmaz Evrensel Dişil İlke: Havva İsmal Kaygusuz Makâlat-ı Şeyh Sâfi Bir Şii Propaganda Kitabı Değildir Erdoan Aydin Efsaneyle Gerçekleri Birbirinden Ayıklamak Metn Acar Aleviler ve Devlet İlişkisi - Bölüm: II Gülçn Akça - Ahmet Koçak Antalya’nın Bektaşi ve Tahtacı Köyleri - Bölüm III Cavt Murtazaolu Yarenler Ceminde Dil Olunca, Kulak Ol İsmal Yildirim - Yolcu Blgnç le Söyletk: Farklılık Gütmek Değil Amacımız Ahmet Koçak - Âik Yener le Söyletk: Halk Şiiri Halktan Aldığını Halka Vermektir Hasan Harmanci Boşlukta Köprü: Nereye Gideceğiz Mustafa Özcvan Yiğit Muhtaç Olmuş Bekta Tufan Güne Kongre İzlenimleri Metn Özdemr Selçik Köyünde Nevruz Bayramı Av. Muhterem Akta Tekzip Yazısı

Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

Fyati: Ytl  /   /   Mayis  Sayi:

41

Acı Olan Tecritte Kimliksizlik Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

E

mperyalizm, halkımı ortak bir iradeyi dışa vuran güç olmaktan çıkardı kalabalık durumuna getirdi orada “tecride aldı”. Devlet Ortodoks Sünniliğe “yatırım yaptı”, diğer inanç-düşünce ve felsefeleri Allahın görüşünde “tecride aldı”; Türklük, kendi kanına “yatırım yaptı”, diğer etnik yapıları kendi kan dolambacında “tecride aldı”. Sistem kadını erkeğin evrenselliğinde, erkeği de kendi amacında “tecride aldı”. Şimdi tecritte “kimlik kırmakla” uğraşılıyor. Tecrit kaçınılmaz ise “tecritte kimlikli” olmak anlamlıdır.

Milliyetçilik Milliyetçilik özünde “siyasal”dır; tarihsel olarak doğru olsa da milliyetçilik “nötr bir halk” kavramından kaynağını almaz. Tam tersine “belli bir etnik grubun” siyasal egemenliği için öne çıkar; onu “en kanlı” ideoloji durumuna getiren neden de budur. Günümüz Türkiyesinde milliyetçilik bu anlamını korumakla birlikte daha çok “sosyolojik bir nitelik” kazanmıştır. Sosyolojik bir nitelik kazanma gereği milliyetçilik benim toprağımda “lümpen kesimin” kendini ifade etmek için kullandığı bir “araçtır” artık. Bir anlamda “hafi flemiş”, bir anlamda da “ağırlaşmıştır”. Hafiflemiştir çünkü “sistematik bir toplumsal ideoloji” olma içeriğini yitirmiştir. Diğer taraftan “en kötü” ve “en tehlikeli” niteliğini kazanmıştır; varoşların “sağ politik açılım ve arayışlarının dayanak noktası” haline gelmiştir. Artık milliyetçi olmak için ne tarihi bilmek ne de toplumu tanımak gerekiyor: “Arzu” etmek, “istemek” yeterli. Arzu edilen ile gerçekte olan arasındaki “mesafe” açıldıkça, “ben” boşluğu “doldurmak”, kırılganlığını “örtmek” zorunda kalıyor. Kimlik ne kadar “zaaf ” ya da olanaksızlık-umarsızlık içindeyse o kadar “saldırgan” oluyor. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı, lümpen kültürle beslenmiş varoş kimliği için “son mutluluk çağrısı” belki de.

Ulusçuluk Ulusçuluk, milliyetçiliğin zaman içinde yıpranmasından ve kirlenmesinden “çekinen” çevrelerin ürettiği “yeni bir ideolojidir”. Milliyetçiliğin “sağ bir ideoloji” olarak algılanması ve özellikle MHP gibi bir partiyle “özdeşliği” karşısında kendilerine “sol” bir nitelik kazandırmak isteyen Kemalist çevreler, kendi milliyetçiliklerini “ulusçuluk” olarak tanımladılar. “Karşıya geçip baktığımızda”, milliyetçiliğin MHP bağlamındaki halinin ancak “popülist bir değer” olarak tedavülde kaldığını, buna karşın ulusçuluğun, “çok ciddi” bir ideolojik kapasiteye sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Milliyetçiliğin “popülist dokusu”, onu giderek şiddete dayalı bir tür “lümpen” tarzın değer yargısı haline getirirken ulusçuluk, “net bir siyasal ideoloji” olarak sivrildi. Varoşlarda ya da Türkiye’nin şurasında burasında işlenen cinayetleri tartışıyoruz: Kimileri çıkıyor(solcular ya da soldan bakanlar) bu cinayetleri “illegal” olarak örgütlenmiş durumda bulunan “köktendinci çetelerin” yaptığını söylüyor. Kimileri de (sağcılar, sağdan bakanlar) bu cinayetleri “derin devlet bağlantılı”, doğal olarak illegal, “milliyetçi” ya da “ulusalcı” çetelerin yaptığını savlıyor. Sağcılar kendilerini “dinden”, solcular kendilerini “ulusalcılıktan” sakınarak giriyor tartışmaya. Makale konusu “ulusalcılık” olduğu için öne alarak sormak istiyorum: “Ulusalcılık bu konuda tümüyle masum mu acaba?” Ulusalcı bir hareket içinde bulunanlar “içinde bulundukları” hareketi şöyle bir irdelesinler: “İyi niyetli olmanın sınırları aşıldığında”, ulusal hareketin faşizme ve terörizme son derece elverişli bir “zemin” sağladığını göreceklerdir. Son dönemde büyük kentlerin varoşlarında ya da ülkenin kimi yörelerinde “milliyetçilik ile ulusalcılık arasındaki ayrım” ortadan kalktı. (Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)

Acı Olan Yurtseverlik Türkçede yurtseverlik, 1970’lerde “sol kesim” tarafından kullanılan bir terimdi. Antiemperyalist, Kemalist ve “sağ” anlamında milliyetçilikten uzak, milliyetçiliğin içerdiği “etnisite” algılamalarından arındırılmış, ondan özenle kaçınan bir ifade biçimi olarak toplumsal yaşamda yerini aldı. Bugün ise “mikro-milliyetçiliğin” ya da “derin devlet” bağlantılı “ulusalcı çetelerin” yarattığı baskı karşısında insanların “orta yol” arayışına rehberlik eden “zararsız” bir terim olarak çıkar karşımıza. Bütün kötülüklerin kaynağı olarak algılanan “milliyetçiliğin” ve olumlu kazanımlarına karşın yetersizliği anlaşılan, bir yanıyla milliyetçilikle buluştuğu için tehlikeli görülen “ulusalcılığın” terk edilmesiyle varılan “iyi” yer. Kendisini zamanın “uzmanı” görenler, her davranışımızı “ölçmeye”, kendi tutumlarını yaşanan halin “bilimsel doğrusu” görmeye kalkışınca “yurtseverlik” de “ne oluyor?”, demeye fırsat bulamadan “kirlenmeye” başladı. Yurtsever olmak ile cuntasever olmak “özdeşleşti” ne dersiniz? Sûfi yorumda yurt dendiğinde bu iki biçimde anlaşılır: a) Yurt, canın gölgesi ile gezindiği yerdir; bu anlamda bir toprak parçasıdır. b) Yurt, doğrudan doğruya canın “gölgesi”dir; canın gölgesi “beden” olduğuna göre,

örneğin bu toprakta yaşayan 70 milyon insanın bedeni yan yana getirildiğinde elde edilen “büyük beden” yurttur. Demek ki yurtsever olmak “topraksever ve insansever” olmak anlamlarına gelir. Anlaşılacağı gibi bedene “işkence” edilerek topraksever-yurtsever olunamaz; bunan tersi de doğrudur, toprağa “işkence” edilerek de insanseveryurtsever olunamaz. Toprağı ya da bedeni yurt edinmek, topraksever ya da bedensever olmak anlamında “yurtsever” olmak, kan akıtılarakbedel ödenerek elde edilen bir “sevgi”yi taşıyor olmak demektir. Bu sevgiyi, mazlumlar, sıkıntı içinde olanlar, ezilenler geleceğe taşıyabilir; çünkü, bedeli ödeyenler onlardır. Gerçek yurtseverler onlardır. Sağ siyaset zemininde örgütlenen ya da orada kimlik edinen hiçbir parti bâtıni anlamda yurtsever olamaz; onlara el uzatarak, onlar desteklenerek yurtseverlik giysisi giyilemez. Böyle davranırsak kendimizi, temsil ettiğimiz toplumsallığı ve siyaseti “sınıflar üstüne” ya da “ideoloji-ötesine” taşımış, şu ya da bu cuntaya yem oluruz. Her şey anlamsızlaşır. Karşıtlar olarak kadın ve erkek “aile” içinde vardır: Aile dışında her biri yurttaştır. Ve yurttaşın cinsel kimliği olamaz. Kadınlara ve erkeklere özgü “sivil haklar” olmadığından, kadınlar için durum yürekler acısıdır. Var olan yasalar erkeklere uyarlandığından ve yurttaşın modeli erkek olduğundan kadın yurttaş, ihtiyaçları karşılanmayan bir haklar eşitliğiyle “is-

tismar” edilmektedir. Böylesi bir durumda aşk kadın tarafından olanaklı olmaz; çünkü, kadın erkeğin içinde bilinçsizce “erimiş” olarak kendi cinsiyetini ve cinsiyetiyle ilişkisini göremez. Başka bir anlatımla kadının aşkı “ailevi bir şey olarak sivil bir göreve indirgenir”: Ne tekil bir aşka hakkı vardır ne de kendini sevmeye. Tam tersine o sevilmeye ve himayeye adanmıştır; bu adanmışlık içinde kendini kurban etmelidir. Erkek için ise kadına duyulan aşk, yurttaşın evin tekilliği içinde “dinlenmesini” temsil eder. Kadın evrenselliği erkek everenselliğinin içine alındığı için pratik bir emeğe indirgenir. Böyle olduğu içinde kadın bir göreve denk düşer, bir hakka değil. Erkeğe gelince o kendini aşkın tekilliğine teslim eder: Evinde bir kadınla yaşadığı aşk, yurttaş olarak verdiği emeği tamamlayan bir “dinlenmeyi” simgeler. Toplumsal üretimin maddi yönlerinin konumlanışı nedeniyle yani zorunlu emeğin “toplumsal ve özel yanları” arasındaki çelişkinin tırmanmasıyla kadın-erkek birbirinden uzaklaşır: Ötesinde zorunlu iş-saati ile erkek işçinin yaşamı birbirinden bağımsızlaşır. Artık kadın da yalnızdır erkek de; kadın da tecrittedir erkek de. Tarihin gelişimini sürdürmesine olanak sağlamak için bu sömürüyü ve bu sömürünün ürettiği tecridi kaldırmak zorundayız: Uzaklaşma nedeniyle cinsler arasında etik ilişkiler yoktur. Aile yaşamı dışında her ikisi “kimliksizdir”. Kimliksiz kimlikler muhatap alınarak verilen haklar “cinslere özgü sivil haklar üretmez”. Tam tersine yeni haksızlıklar üretir.

insanlar sabahın erken saatlerinde yeni yeni taplanmaya çalışırlarken, kendi mekanlarında tazyikli suyla, gaz bombaları ile coplarla saldırıya uğramalarını nasıl anlatacağız? Sokaklarda, hastanelerde kadın erkek, yaşlı çocuk demeden, turist ayırmadan yapılan bu saldırıların savaş sırasında bile yapılamayacağı nasıl izah edilir? Buna olsa olsa iktidarın demokrasi ile imtihanı ya da şöyle denebilir, iktidarın ve onun amiri ve memurunun emekçilerimize, halkımıza göstermiş olduğu gerçekten de göz yaşartıcı bir tavır! Göz yaşartıcı da ne demek, bir anlamda ölesiye, öldüresiye bir yaklaşım! Anlaşılan bu zihniyet değişmedikçe bu filmi daha çok izleyeceğiz. Bu zihniyetin de kolay kolay da değişmeyeceği ortada. Nasıl bir eğitimdir, nasıl bir görev aşkıdır, nasıl bir inançtır ki bu insanları böyle saldırgan ve acımasız yapar? Yüzyıllardır Osmanlının tebaası olarak yaşanmış ve Padişahı Tanrının yeryüzündeki tek temsilcisi kabul eden bir anlayıştan gelinse gelinse ancak buralara gelinir mi diyeceğiz. Aradan geçen bunca yıla ne demeli, boşa mı geçti onca yıl? Benim anlayamadığım konulardan biri de bazı sendika başkanlarının, gazeteci ve aydın-

ların bu yaşanan vahşeti görmezden, bilmezden duymazdan gelmeleri. Halkı kendi görüşleri doğrultusunda yönlendirmeye, şartlandırmaya çalışmaları. Üzülerek ifade edeyim, bunda da çoğu zaman başarılı olmuşlardır. Bana göre şimdiye değin vahşetlerin yaşanmasın da bu ve benzer anlayışta olanların payları vardır. Eğitimi gericileştirenler, Halkın aydınlanmasından, uyanmasından çıkarları zedelenecek olanlar, sermayedarlar, sermayenin iktidarıdır başlıca sorumlular… Bütün bu ve benzer olumsuzluklardan ülkemizin kurtarılması için ne yapmalı? Diyojenin orta çağda yaptığı gibi gündüz vakti elimize fener alıp, sokak sokak dolaşmalı mıyız? Bu güzel ülkemizi, halkımızı doğru dürüst, insan onuruna yakışır bir şekilde yönetebilecek insanları, arasak da bulabilir miyiz? Çoğu zaman olduğu gibi, söylendiği gibi umudumuzu yitirmemeliyiz. Umut var oldukça, değişim de olacaktır. Birçokları gibi buna olan inancımızı sürdürmeliyiz. Bu karanlık sır perdesi bana göre ancak bu şekilde aralanabilir ve ülkemiz aydınlığa çıkabilir. Çocuklarımız için, torunlarımız için, tüm halkımız için aydınlık bir gelecek umuduyla…

Kadın-Erkek

İktidar ve Demokrasi Veysel Kaymak Mayıs, 2008 1977’nin 1 Mayısında katledilenlerden, Sevgili Bayram Çıtak, benim en yakın arkadaşımdı. Acısını bu gün bile yüreğimde taşıyor, devrimci mücadelesi önünde bir kez daha saygı ile eğiliyorum. Şimdi denilebilir ki iyi hoş da ya; Taksim’de diğer yaşamlarını yitirenler, Sivas da, Çorum da, Maraş da, Gazi de katledilenler kimlerdi? Bizlerin doğrudan yakınları olmasalar bile, kendi insanlarımız, yurttaşlarımız değiller miydi? Onları nasıl unuturuz. Yetmiş iki millete, inanca aynı nazarla bakan, insanı inancının merkezine koyan bir anlayış, bu katledilenler arasında ayrım yapabilir mi? Hatta dünyanın neresinde olursa olsun, haksızlığa, zulme uğrayan, katledilenler için bir insan olarak üzülmemiz gerekmez mi? Bütün bunlar insan olmanın gereği değil midir? Üzülmek de yetmez karşı durmamalı mıyız? Bu girişten sonra sözü bu yılki 1 Mayıs’da yaşananlara getirmek istiyorum. Hep birlikte, özellikle İstanbul da ve yurdun birçok yerinde izlediğimiz, macera filmlerine taş çıkartan bu anlayışı, ölçüsüzlüğü, acımasızlığı, vahşeti nasıl anlatacağız halkımıza ve tüm dünyaya. Başta Başbakan olmak üzere, zaman zaman politikacılardan duyarız, “yaradılanı hoş gör, yaradandan ötürü” ve benzeri lafları. Politikacıların bunları inanmadan söyledikleri ortada. Bunları inanarak söylemiş olsalardı, 1 Mayıs da bu ve benzer çirkinlikler yaşanmazdı. Dünyanın hemen her ülkesinde, savaş halindeki Irak da bile 1 Mayıs “İşçi Bayramı” olarak kutlanırken, ya yurdumuzda olanlar, en hafif deyimiyle zulüm değil de nedir? Daha

2

Sayı 41


SERÇEÞME

SEÇME HABERLER

Güder adlı işçi ölmüş, 6 işçi de yaralanmıştı. Kaşıkeman’ın ölümüyle Tuzla’da son 9 ayda ölen işçilerin sayısı 22’ye yükseldi.

Derleyen: Seda Coşkun Pilot Seçilen Okulda Türbanlı ve Sarıklı Sınav

Çağdaş Gazeteciler Derneği’nden Vakit Yazarına Tepki 28 Nisan Pazartesi

Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’in küçük yaşta bir kız çocuğuna cinsel tacizden tutuklanmasını, “Türkiye basının içine düştüğü durum açısından yüz karası” olarak değerlendirdi. ÇGD Ankara Şube Başkanı Tarık Hatipoğlu, yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Yıllarca basın tarafından gazete sayfalarına, TV’lere konuk edilerek bir gazeteciye (Ahmet Emin Yalman) yaptığı alçakça bir silahlı saldırıyı böbürlenerek anlatan ve övünen, bu saldırı nedeniyle düşün adamı, gazeteci kimliği aynı basın tarafından paye olarak verilen Hüseyin Üzmez’in annesiyle beraber yaşadığı küçük bir kıza cinsel tacizden tutuklanması Türkiye basının içine düştüğü durum açısından yüz karasıdır”

Bakanlıktan Gazeteciye Bir Mayıs Tazminatı 16 Mayıs Cuma

Geçen yılki 1 Mayıs’ta polis müdahalesi sonucu yaralanan Cumhuriyet gazetesi muhabiri Alper Turgut, İçişleri Bakanlığı aleyhine açtığı tazminat davasını kazandı. Alper Turgut, “sarı basın kartı”nı göstermesine ve gazeteci olduğunu söylemesine karşın, çevik kuvvet polislerinin cop ve tekme darbeleriyle yaralanmıştı. İdarenin hizmet kusuru olduğunu iddia ederek gazete avukatı Tora Pekin ile birlikte İstanbul 9. İdare Mahkemesi’ne başvuran Alper Turgut, 1000 YTL’lik manevi tazminat talep etmişti.

Tuzla’da Bir İşçi Daha Öldü 17 Mayıs Perşembe

Tuzla’daki Selah tersanesinde bir işçi daha hayatını kaybetti. Deniz Kaşıkeman adlı işçinin üzerine saç düştüğü öğrenildi. Kaza, 24 yaşındaki Deniz Kaşıkeman kaynak yaparken meydana geldi. Olay yerinde hayatını kaybeden Kaşıkeman’ın cenazesi, Aynı tersanede geçen hafta meydana gelen patlamada da İzzet

Mayıs 2008

17 Mayıs Cumartesi

Milli Eğitim Bakanlığı tarafından eğitimde Avrupa standartlarının uygulanması için pilot okul olarak seçilen Çapa İlköğretim Okulu’ndaki açık lise sınavlarına sarıklı ve türbanlı öğrenciler de katıldı. Açık lise 2. dönem sınavlarında öğrenciler, kimlik kontrolünün ardından sınava alındı. Öğrencilerle ilgili bir tutanak tutulmadığı gözlendi.Okul müdürü ise açıklama yapmaktan kaçındı. Sınavlara kıyafet yönetmeliği aykırı girenler hakkında tutanak tutulması gerekiyor.

Hukuk Devleti Gitti, Polis Devleti Geldi 11 Mayıs Pazar

Türkiye Barolar Birliği Başkanı Özdemir Özok, 1 Mayıs’ta Taksim’de yaşanan olaylara ve Türk Tabipler Birliği Başkanı’nın, sabaha karşı gözaltına alınmasına dikkat çekerek, “Hukuk devleti anlayışının yerini polis devleti almıştır” dedi. İktidar karşıtlarının kapatma davasının, yandaşlarının ise Ergenekon davasının haklılığı yönünde kampanya başlattıklarını söyleyen Özok, şöyle konuştu: “Mahkeme kararlarını ‘yargıçlar devleti’, ‘yargıçlar darbesi’ diye nitelemeler karşısında, hukukun üstünlüğü üzerinde düşünmek gerektiğine inanıyorum. Zorbalık uygulamaları sadece kral ve diktatörlere özgü değildir. Aynı anlayış demokrasi diye nitelenen rejimlerde de ortaya çıkabilmektedir. Demokrasiyi oy ve sandık olarak algılayan; hoşgörü ve uzlaşmayı özümsemeyen, laik hukuk devleti gerçeğini anlayamayan, ben merkezli, öngörüsüz liderler yönetiminde ülke kaoslara sürüklenmektedir.”

Fikri Sönmez (Terzi Fikri), Ölümünün 23. Yılında Anıldı 11 Mayıs Pazar

Fatsa eski bağımsız Belediye Başkanı Fikri Sönmez (Terzi Fikri), ölümünün 23. yılında Kabakdağı köyündeki mezarı başında anıldı.

Fatsa’da terzilik yaparken devrimci mücadeleye katılan Fikri Sönmez, 14 Ekim 1979’da yapılan seçimlere bağımsız aday olarak katılmış ve seçime giren diğer partiler CHP, AP ve MSP’nin aldıkları toplam oyun iki katını alarak belediye başkanı seçilmişti. Göreve gelir gelmez bir kent meclisi kuran, halk meclisi ve komiteleriyle öncelikle kentin çamurdan, rüşvetten ve karaborsadan kurtarılmasını sağlayan Sönmez, uygulamalarıyla Türkiye’nin her köşesinde örnek alınmaya başlayınca dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in dikkatini çekmişti. 11 Temmuz 1980’de Bakanlar Kurulu’nca alınan küçük terör odaklarına baskınlar yapılmasına ilişkin kararın ilki Fatsa’da uygulanmış ve Kenan Evren’in kuvvet komutanlarıyla birlikte Fatsa’da başlattığı nokta operasyonunda Sönmez, halktan ve sivil toplum örgütü temsilcilerinden oluşan 300 kişiyle birlikte gözaltına alınarak tutuklanmıştı. 1985’e kadar Amasya Cezaevi’nde kalan ve ağır işkenceler gören Sönmez, 5 Mayıs’ta geçirdiği kalp krizi sonucu cezaevinde yaşamını yitirmişti.

Danıştay Başkanı: “Laikliği Zaafa Uğratacak Anayasa Değişiklikleri Kabul Edilemez” 11 Mayıs Pazar

Danıştay Başkanı Sumru Çörtoğlu, hükümeti yargı kararlarına uymaması nedeniyle eleştirirken, laiklik ilkesi ve laik eğitim kurallarını dolaylı dahi olsa zaafa uğratacak anayasa değişikliklerinin kabul edilemeyeceğini vurguladı.

tartışmalarının boyutları göz önüne alındığında ‘türban sorunu’nun, ülkenin türbandan çok daha önemli sorunlarının örtüsü haline geldiğini söylemek mümkündü.”

Anayasa Mahkemesi Raportörü: “Türban Serbest Olabilir” 17 Mayıs Cumartesi

Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can, üniversitelerde başörtüsü serbestliği getiren Anayasa değişikliğiyle açılan davada, esas hakkındaki raporunu tamamladı. Can raporunda üniversitelere türban serbesti getiren yasa düzenlemesinin şekil yönünde Anayasa uygun olduğunu, Anayasa Mahkemesi kanun tasarılarını esastan değil şekil yönünden inceleyebileceğini, türban düzenlemesi de şekil yönünden yasaya uygun olduğu için davanın reddedilmesi gerektiği yönünde görüş bildirdi.

Reuters Ajansı Cemevi Ziyaret Etti 7 Mayıs Çarşamba

Reuters haber ajansı Alevilerin statüsünün Türkiye’deki din özgürlüğü konusunda Avrupa Birliği’nin kaygılarının başında geldiğini dile getirdi. İstanbul’da bir cemevini ziyaret eden ajans, birçok önemli Alevi isimle de görüştü. Oğlunun okulda aldığı din dersi eğitimini yargıya taşıyan Hatice Köse’nin mahkeme zaferinin, “hükümete karşı öncü bir çığlık olduğunu” ve AKP hükümetinin din özgürlüğünü artırması yönünde baskıları arttırdığını kaydeden Reuters, “Dindarlıklarını göstermek için bir çember içinde dans eden kadınlar ve adamlar, hükümet tarafından asimile edildiklerini söyleyen bir dini topluluğun üyeleri” ifadesini kullandı.

Eğitim-Sen Genel Başkanı Dinçer: “AKP Eğitim Sistemini Kendi İdeolojisine Uyduruyor” Bin Kız Çocuğu Asker 9 Mayıs Cuma Olarak Kullanılıyor Eğitim-Sen Genel Başkanı Alaaddin Dinçer, AKP’nin eğitim sistemini kendi ideolojisine uydurmak için tüm imkanlarını seferber ettiğini, siyasal kadrolaşma yoluyla eğitimin tüm kademelerindeki etki ve baskılarını arttırdığını söyledi. Dinçer, eğitimin giderek bir hak olmaktan çıktığını orta ve üst gelir gruplarının yararlandığı bir fırsat haline geldiğini belirterek şunları söyledi: “Benzer sorunlar yükseköğretim açısından da sürmektedir. Üniversitelerdeki türban

16 Mayıs Cuma

Dünyada Kız Çocuklarının Durumu 2008 Raporu “Özel Odak: Savaşın Gölgesinde” başlığıyla yayınlandı. Rapor, savaşın gölgesinde yaşayan 200 milyon kız çocuğu ve genç kadına adandı. Rapora göre 5 ülkeden biri kız çocuklarını çocuk asker olarak kullanıyor. 100 bin kız çocuğu dünyanın farklı yerlerindeki çatışmalarda savaşıyorlar ve 20 milyonu savaş bölgelerinde okul ve eğitim olanaklarından yararlanamıyor.

3


SERÇEÞME

SEVGİNİN/SAYGININ/DEĞER BİLMENİN VE VEFANIN KİTABI:

Nejat Birdoğan Anısına “Gülyüzlüm Merhaba” Fikret Otyam

E

SAT KORKMAZ can haber verdi o insanı kâmil Nejat Birdoğan can için bir anma kitabı çıkarılacağını, tarifsiz bir kıvanca/duyguya kapıldığımı neden kimden saklayayım? Tamı, “Allahın bildiğini kuldan esirgeme” miydi? İşte dedim, insanı mutlu eden bir haber, yürekleri sevgi, saygı dolu hele hele vefa doluların bir eylemi/ bir davranışı helâlinden.. Böyle bir çalışma mutlu etti ama en çok ne mutlu etti, kıvanç verdi bilir misiniz? Vefa’nın ölmediğinin, hâlâ yaşıyor/yaşatılıyor olmasının bikez daha ispatlanması. Her zaman söyler yazarım, vefa öldü mü ko gitsin o bireyi, o toplumu, taa gayyanın dibine kadar! Üstelik onur veren/kıvanç veren iki de istek, dilediğim kadar yazı ve kitabın kapağı.. Serçeşme’ciler anlaşılan şu ahir ömrümde bu canı da listelerine almışlar, mutlu edilecekler listesine, eyvallah.. Yolları bu ara yaşam yerimiz Antalya’ya sık düşer oldu, önce fakirhanede bizlerle özlem gidermek.. Sonra ilçelerimizde, köylerimizde Alevi/Bektaşi canlara gidip bu inancın güzelliklerini/yüceliğini, olmazsa olmazlığını, söyleşilerle, yeri ve olanağı sağlanınca cemlerle gönüller yumak, ışıklandırmak... Cem görmeyen/cemi bilmeyen/buyruklarından habersiz Alevi düşünebiliyor musunuz? Ya da Bektaşi? Yazan bozsun! Serçeşme’ciler ve çok çabalı/hizmetli/ışıklı, Antalya Abdal Musa Derneği’nin bu çabaları, abartmıyorum “kutsal görev”in ta kendisidir, hele hele bu zamanda… Eğer bu canı “suval edecek”, sen nerdesin diyecek olursanız, altı ay önce geçirdiğim ağır sayrılık Filiz Otyam canın/canbakanlarım ve sevenlerimin sonsuz ilgisiyle giderek gerilerde kaldı ne ki yurdumun içinde bulunduğu/bulundurulduğu akıl dışı işler/uygulamalar canbakanlarımın tüm yasaklamalarına karşın elimde olmadan kafamı/bedenimi zorluyor, “hiçbir şeye aldırış etmeyeceksin” buyruğu, inadına “aldırış et”e dönüşünce beden de direnişler başlıyor ve dikkatlerin rağmına üre’nin o zapt edilmez yükselişi çıkıyor raporlara! Acil tarafından önlemek için, can yoldaşım, yasalar gereği de artık kullanmadığım arabamıza atıyor, kapılar neyim balyozla kırılmadan soluğu yine Akdeniz Üniversitesi Hastanesi Nefroloji Bölüm Başkanı canbakanım Prof. Dr. Gülşen Yakupoğlu’nun yanında alıyoruz!.. Uzatmaya gerek yok, anhası minhası kesici canbakanlar, hünerli elleri ve kıldan ince kılıçtan keskin aletleriyle yarım saat içinde sağ boynumun altından geçen damara tıktıkların iki ucu tıpası kapalı hortumun ucunu dışarıda bırakıp hemen, bölümün acil odasına gönderiyorlar ve yine elleri hünerli ve deneyimli bir bacı, o hortumları adam boyu cihazın diğer borularına bağlayıp, bedenimdeki kan arındırılmaya başlıyor! Ayalım Filiz Otyam, kendi eliyle kendine asla boşayamayacağım bir “kuma” getiriyor o gün! İlk gün iki saat,bir gün sonra üç, bir gün daha sonra dört saat yeni yaşam yoldaşımla olmaya başlıyorum vesselam!.

4

yapacağın işler var!” Bir açtım gözümü, üniversite sayrılar evindeyim, ne ki herkesi her şeyi çift görüyorum! Karşı duvardaki televizyon da çift ve camda Abdullah Gül, türbancıbaşı Hayrünnisa Sultan hazretleri ile Başbakan! Yazdım daha önce, sık sık konuşurum yaradanımla, öyle yaptım, kapattım gözlerimi, “ey ulu tanrım” dedim, “hikmetinden asla ‘suval’ edilmez ama bağışla, şu ekrandakilerin birine tahammülüm yok iken hangi suçuma bu çift gösterme zulmu/cezası?” (İyi demiş miyim?) Bakın, sabah n’oldu? Canbakanım geldi, yine parmağını gösterip “kaç” diye soruyor, “bir” deyince şaşırıyor; bir daha, bir daha hepsi “bir”!.. Meğer bu çift görme bir ay, bir yıl falan sürermiş, nasıl olurmuş? Yanıtladım, “konuştum, O’na ve verdiğiniz ilaçlara bin şükür” Gönlüm durmaz, yine konuşmaya başladım dörder saatten haftada on iki saat ya da sekiz saat apaçık hayırlı işkence hangi suçuma bu ceza? Bekliyorum..

Bilirsiniz Verilen Sözde Durmak Ne Keremdir..

Bir bilge kişi tanımak isteyen ötelerde aramasın, alıversin “Nejat Birdoğan Anısına/ Gül Yüzlüm Merhaba” kitabını.. Bu önerim her eve de geçerlidir.. Niyazım şu: Evet bence kapak hariç bu çok değerli kitabı alanlar bana ait olduğu belirtilen “kapak resmi: Fikret Otyam” yazılı yeri Ali aşkına siliversinler.. Neden mi? Neden olacak, 65 yıl öncesinde bile böyle bir kapak düzenlemesi yapmamıştım!

Diyorum ki İki Çeşit İşkence Vardır, Öldürmek İçin: Hayırsız Yaşatmak İçin Hayırlı İşkence! Bizimkisi hayırlısından !. Altı ay önce köyümüzden, aynı sayrılar evine cankurtaranla götürülürken kendimi cennetin kapısında bulmuştum, Hazreti Ali ve Hünkâr Hacı Bektaş Veli orada, hayırladılar, dedim “gönderildim”.. Bakıştılardı ve elleriyle işaret edip “dön” dediydiler ” senin orada daha

On iki yıl önce Antalya’da bir temel atma törenine çağrıldık, eşim hastaydı yalnız götürüldüm, o zamanki adıyla Hacı Bektaş Veli Cem ve Kültürevi’nin yapılacağı alana.. İlk harcı bir hoş can Ali Doğan atıp küreği bu cana vermişti, üçleyince Doğan can “ben üçledim” demişti.. “Ali can” demiştim “senin ki senin, benim ki benim hesabıma”. Ve o gün bir söz vermiştim: “Hayırlısıyla bitirin, buraya Hünkârın kocaman bir resmini yapacağım armağanım olsun, insanlar gider yaptıkları kalır yadigar, iyi kötü!..” Beş ay önce yine alıp götürdüler, koltuk değneğime yaslanıp yerlerden yer beğendim, yapı bitmiş gibi.. Belediyenin o rezil klorlu suyuyla yapılmış çaylarımızı yudumladık.. On beş gün önce o kocaman tabloya imzamı attım sözde durmanın keyfiyle, onuruyla.. Ne me gerek, koca reisin hikmetinden asla ‘suval’ edilmez dedim ya! Resim şaşilerimi, çerçevelerimi tarifsiz sevgiyle aksatmadan yapan, canlardan Figür Çerçeve/Ercan Kanık usta bunun da çerçevesini en hasından yapıp getirdi arabasıyla.. Borcumu soranda “hiçbir borcun yok ağabey”, dedi Ercan can, “benim de katkım olsun Hünkâra”.. Eyvallah! Yakında koyacağız o güzelim duvara..

Saatlar Saatlar Hep Nejat Birdoğan O Güzel Canla Oldum Elimde Kitap Hayırlı işkencenin bir hoşluğu saatlerce kitap okuma olanağını yaşamak.. Vefanın ölmediğini/ölmeyeceğini bigüzel kanıtlayan başta Esat Korkmaz ve unutulmaz katkılarıyla can yoldaşı Dr. Ressam Şule Birdoğan ile, eli kalem tutan dostlarının imecesiyle okurlarına kavuştu: “Nejat Birdoğan Anısına/Gülyüzlüm Merhaba” Alev Yayınları / Yayına Hazırlayan: Esat Korkmaz / Büyük boy, fotoğraf ve belgeli, Kapak resmi: Fikret Otyam, 440 sayfa”. Kitabı sevgiyle kucaklıyorum. Duyunca çıktığını eşe dosta sunmak için on tane istemiştim, ilk ağızda dokuz tane geldi ve tutarı 180 lirayı, bildirilen hesap numarasına gönderdim.. Kapağın arkasında bu vefalı imeceye katılanların isimleri var, onurla, kıvançla, sevgiyle buraya da alıyorum onları:

Sayı 41


SERÇEÞME A. Yaşar Ocak, Ağa Demir (Şaheri), Ahmet Koçak, Ali Balkız, Ali Yıldırım, Ayhan Aydın, Aziz Tatlısu, Cengiz Kılıç, Doğu Perinçek, Dr. Cemşid Bender, Erdoğan Aydın, Faik Bulut, Faruk Tuğrul Okay, Fikret Otyam, Hasan Harmancı, Hüseyin Fırtına, Irene Melikoff, İsmail Aydoğmuş, İsmet Kür, Kamil Ateşoğulları, Lütfi Kaleli, M. Erman Aslanoğlu, Mehmet Özbek, Murtaza Demir, Mustafa Özcivan, Server Tanilli, Süleyman Zaman, Şükrü Günbulut, Zeki Büyüktanır.. Yukarda da değindiğim gibi Şule Birdoğan’ın değerli katkıları, Nejat Birdoğan’ın kendi yazıları, deyişleri ve anı fotoğraflarıyla zenginleşmiş öpülesi bir kitap.. Can dostuma, kitaptaki yazımın başlığıyla “Gülyüzlüm/Tabibim/Işığım/Bilgi Kaynağım, Nejat Birdoğan Seni Nasıl, Ama Nasıl Özledim Ah Bir Bilsen, Bir Bilebilsen!”, deyip durdum bağlandığım yerde.. O, seninle ilgili okunması gereken yazıları can gözüyle okurken bu özlemde, bu sevgide, bu saygıda yalnız olmadığımı bikez daha yaşadım, ne mutlu ne mutlu sana sevgili Birdoğan, bilmem bunlar her faniye nasip mi, duyuyorsun bu canı değil mi? Sunduğun o değerli yapıtlarından Alevilikte Yol Ayrımı’a “Fikret Ağabey, Hü dost” demiş ve eklemişin; “Varayım mı bir gönülde dergâha? Gideyim mi, güzel gözlü bir şaha? Hak yoluna engel koyan Allah’a? Kılıç çekip çalayım mı ne dersin?”

Senin O Sevgi Kılıcına Can Kurban Sen şimdi gönül dergâhındasın, güzel gözlü şahının yanında, elinde sevgi kılıcı çalmaya hazır, hak yoluna engel koyan Allah’a ve göçerken, duvarında asılı tasvirine sevgiyle bakıp gönülden selamladığın Mustafa Kemal’inin yanındasın. O’na deyiver, eli kalem tutana kadar, dili dönene kadar, emanetine bu canın da sahip çıktığını, çıkacağını.. Bir bilge kişi tanımak isteyen ötelerde aramasın, alıversin “Nejat Birdoğan /Anısına/Gül Yüzlüm Merhaba” kitabını.. Bu önerim her eve de geçerlidir..

İncinsem de İncitmeyeceğim… Biz bir aileyiz, Serçeşme ailesi, saklımız gizlimiz yok ki takiye dolu “kol kırılır yen içinde kalır” olsun? Küçücük ithal kutu yağlı boyalara bindokuzyüzkırklarda bulaşmam hariç, 1943 yılında resmen bulaşmaya başladım eski adıyla İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde resim öğrenmekle. Hocam, tüm hocaların hocası kabri her daim ışıklı Çallı İbrahim idi iki yıl.. Ardından bir başka eşsiz hoca, dostluk arkadaşlık, resim, şiir, düz yazı türkü, insan ve de demsever ki bunların has ustası, Bedri Rahmi Eyüboğlu.. Orta ve Yüksek Resim Bölümü’nü O’nun atölyesinde bitirdim 1953 yılında.. Yani 65 yıldır güzel sanatların bu koluyla uğraşmaktayım.. Ta öğrencilik yıllarımda ünlü yazarların/şairlerin kitaplarının kapaklarını da yapıp geldim bu günlere. Şu güzel insan şu değerli bilge kişi Birdoğan’ın kitaplarının kapaklarını da yapmak onurum oldu ve Esat Korkmaz ve nice bu kültürün bu inancın değerli kalemlerinin, Irene Melikoff ananın, nice büyük yazarlarımızın bu dünyada olan/olmayan. En sonu, dostum Prof. Dr. Fuat Bozkurt’un o güzelim “Semahlar” kitabının.. (2008)

Mayıs 2008

Bir bilge can için imeceyle ortaya çıkarılacak kitabının kapağı O’na yaraşır biçimde nasıl olmalıydı? Bu, 65 yıldır süren bir uğraşın ağulardan süzülmüşü olmalıydı.. Köydeki evin bahçesi “hakiki” güllerle bezeli, al’ının, sarı’nın, ak’ının en hasları, Filiz ile birlikte dikip büyüttüğümüz.. Bakıyorum, bir tanesi hele bir tanesi taa ötelerden sesleniyor “beni beni” diye!. Evet, Nejat’a yakışacak al gül buydu, al’ın, kızıl’ın en güzeli, yaraşanı.. Arşivimi karıştırdım, en güzel, en anlamlı, içten bakışlı tasvirini, yazarı olduğu ve yazarı olduğum Aydınlık Dergisi’nde buldum.. Kapağın renkleri yüreğimin ortasında hazır ve nâzır.. Siyah zemin içine yazılar, “beyaz” ve “gök mavisi” ve o tarifsiz güzel al gül.. Ve Nejat canın tasviri.. Fotoğraf öyle pırıl pırıl değil, ellesem olur ama böylesi yani yalansız dolansızı güzel. Siyah kartona yapıştırdım ve minicik fotoğraf makinemizle onu, o bağıran, kapağa yaraşan/ hak eden al gülün arkasına koydum o kadar.. Siyah zemin içinde o eşsiz güzel gülü getirin gözünüzün önüne.. Adı “beyaz”, Gül Yüzlüm “beyaz”, Anısına da “gök mavisi” seyri, ahengi doyumsuz.. Bir tane daha yaptım, seçme kolay olsun.. Gönderdim, ne ki o güzelim al, siyah, beyaz, mavi düzenlemeye başka eller karışmış, ona benzemeyen bir fotografı, kendisine benzemeyen fotograf olur mu, olur işteydi örneği! Oldurulmuş! Belki haklıydı böyle yapan! 65 yıl ne gam, el elden üstündür demiştir. Sıkılarak, kimseyi kırmadan ilk yaptığımın aynen kullanılmasını önerdim telefonla, olurlandı, sevindim.. Gönderilen paketi açarken ellerim ve dahi kalbim de durayazdı, siz hiç beyninizden vuruldunuz mu nereden bileyim, ama bu can vuruldu! O siyah zemin yani, ak’ı, al’ı, gök mavisi’ni çıldırtacak kömür siyah, kişiliksiz bir türbe yeşiline dönüştürülmüş, mavi elbette o yeşil içinde en yaşamasızı, ne etseniz kâr eylemez, olan olmuş, oldurulmuş, adına “saygısızlık” demeye yine de ne elim, ne gönlüm el vermiyor ama neyleyim? Ve bilgi sayfasında da: Kapak resmi Fikret Otyam yazıyor.. Haşa, o güzelim o duygulu fotoğrafı ne yazık ki bu satırların yazarı çekmedi, onunla kapak Düzenlemesi’ni yaptım, daha doğrusu yaptığımı sanmışım! Niyazım şu: Evet bence kapak hariç bu çok değerli kitabı alanlar bana ait olduğu belirtilen “kapak resmi: Fikret Otyam” yazılı yeri Ali aşkına siliversinler.. Neden mi? Neden olacak, 65 yıl öncesinde bile böyle bir kapak düzenlemesi yapmamıştım! N’olur kimse alınıp darılmaya! Gerçeğin dem-i devranına Hü.. Aşk ile..

Meraklısına Not: Hani konuştum dedim ya, yanıt olumlu… Diyalize bağlanmak haftada bir, dört saat! Tam yeri ve sırası bir deyiş avazladım: “Eyvallah Şahım Eyvallah!”

Sakınılan Göze Çöp Batarmış Nejat Birdoğan anısına kitabın kapağı Fikret Otyam ustamızın istediği gibi olsun diye uğraştık, ama ne ona beğendirebildik, ne de dizgi yanlışlarını önleyebildik. Kitaba katkı yapan yazar İsmail Aydoğmuş canın adını da kapağa yanlış yazmışız. Her ikisinden de özür dileriz. Alev Yayınları

LEYLA GENCER 10 Nisan 1928-10 Mayıs 2008

L

EYLA GENCER bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’ne Osmanlının bıraktığı son miraslarından biriydi. “Türk milleti” yaratma sürecinde ortadan kaldırılan, artık örneği pek görülmeyen bir ailesi vardı: Annesi, İstanbul’da Polonezköy’de yerleşik Polonyalı katolik Hristiyan bir ailenin kızıydı. Babası ise Safranbolu’dan İstanbul’a göçmüş bir Bektaşi ailenin çocuğuydu. Hoşgörülü bir ortamda, kozmopolit İstanbul’da Batılı bir terbiye ve eğitim almıştı. Büyük yeteneğinin ziyan olmasını engellemek için uzun yıllar yurtdışında yaşamış ve çalışmıştı. Leyla Gencer, azınlık ve yabancı düşmalığı ile hastalıklı, içe kapalı milliyetçiliğin ve resmi dinciliğin halkın ruhunu zehirlediği Türkiye’de unutturulmuştu. 1960 ihtilali sonrasında idamlara karşı çıktığı için devlet uzun yıllar kendisi ile barışmamıştı. Bu nedenle, dünya çapında tanınmış bir sanatçı olmasına karşın Türkiye halkının çoğu adını bile duymamıştı. Yirminci yüzyılın en ünlü sopranolarından biri olmasına; dünyada operanın evi diye bilinen İtalya’nın Milano kentindeki La Scala operasının sanatçısı olmasına; İstanbul Festivali’nin ilk girişimcilerinden biri ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı mütevelli heyeti üyesi olmasına; kendi adına İstanbul’da bir şan yarışması düzenlenmesine karşın Leyla Gencer’in adı, Hakk’a yürümesi ve cenazesi nedeniyle duyuldu. İtalya’da ölen sanatçı için katolik kilisesinde bir tören yaplıdı. Bu törenden önce genel geçer Sünni İslam usulü bir cenaze namazı kılındı. Daha sonra vasiyeti gereği cesidi yakıldı ve külleri çocukluğunun geçtiği İstanbul Boğazı’na serpildi. Hoşgörüsüz tutuculağun sözcüsü bir gazeteci, gâvur-azınlık-modern, yani darkafalı milliyetçiliğe ve bağnaz İslam’a uymayan bu sanatçının küllerinin Boğaz’a dökülmesine, “külleriniz de İtalya’da kalsın, niye kirletiyorsunuz suyumuzu?” diye itiraz etti. Özgürlükçü ve demokrat basın bu tutuma karşı çıktı, hoşgörüsüzlüğe ve ince ruh yoksunluğuna karşı, laiklik ve demokrasiden yana sözler söylendi. Ne var ki, hoşgörüsüzlük diye nitelenen olgunun aslında sözde laik-sözde demokrat devlet eliyle örgütlenen resmi devlet dini Sünnilik demek olduğu ve bunun tüm azınlıklara baskı anlamına geldiği unutturulmaya çalışıldı.

5


SERÇEÞME

MİTOLOJİLERDE GEZİNTİ

Evrensel Dişil İlke: Havva Esat Korkmaz

Y

AHUDİLİK, Hıristiyanlık ve Müslümanlık inancında, “ilk” erkek Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığı kabul edilen ve onun eşi olarak algılanan ilk kadın “Havva”dır. Sûfi gelenekte ise Havva, “evrensel dişil ilke” olarak “eril ilke” Âdem’in karşıtı olarak algılanır. Sûfi kültür, insanlığın yaradılışını ya da varlığa gelmesini kutsal Âdem-Havva öyküsüne bağlamaz. Her varlık belli bir sıra ve uyum içinde “görünüşe” taşınır yargısının izinde İbni Arabî, “Âdem’den önce başka ‘âdemler’ gelmiştir”, der. Yine İmam Bakır, “Âdemden önce milyonlarca ‘âdemler’ gelip geçmiştir” yargısında bulunur. Özünde eski Türk inançlarında ve Şamanizm’de, Zervanizm’de, Mazdaizm’de ya da Zerdüştlükte “yaradılış” yoktur; varlığa geliş, varlaşma, varoluş vardır. Ne var ki varoluş tasarımları yakın çağlarda derlendiği için Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi tektanrıcı dinlerin etkisiyle yaradılış tasarımları durumuna dönüşmüş ve Âdem ile Havva kutsal mitolojisine bağlanmıştır. Ancak örtü kaldırıldığında eski tasarımların ipuçları rahatlıkla gözlenebilir. Hemen hemen tüm mitolojilerde “ilk kadın” ve “ilk erkek” tasarımı vardır.(*) Tektanrıcı dinler Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta Âdem’le Havva’nın “ilk kadın” ve “ilk erkek” olduğu ortak payda durumundadır: Yine öykü örgüsünde kimi farklı ayrıntılar bulunur. Örneğin, Kuran’da, ilk kadını baştan çıkaran “Yılan”dan söz edilmez; “tövbe ettikleri” için günahlarının bağışlandığını bildirir. Buna karşın Eski ve Yeni Ahitler’de ise Havva’yı “Yılan” baştan çıkarır ve “İlk Günah”ın sorumluluğunu bütün insanlar taşıyacaktır inancı vardır. Bizlere taşınan Âdem-Havva kutsal söylencesini anımsayalım: Âdem ile Havva, sıradan zevklerin bulunduğu Yeryüzü Cenneti’nde oturuyorlardı. Daha sonra Şeytan Havva’yı baştan çıkardı; yenik düşen Havva bu kez Âdem’i baştan çıkardı; böylece Âdem de “yenik” düştü: Yasak Meyve’yi ısırdı ve “İlk Günah” işlenmiş oldu.

Şeytan’ın Cennet’te İşi Ne? Tekvin’de betimlenen ve “İyiliğin ve Kötülüğün Bilgisi” ağacının meyvesinden yemeleri durumunda ne Âdem’in ne de kendisinin öleceğini Havva’ya söyleyen “Çıplak Yılan” bizim tanıdığımız Şeytan mı acaba? Eğer bu “Yılan” Şeytan ise o zaman bu Şeytan insanlara, hem “iyiliği” hem de “kötülüğü” öğrettiği için gerçekten yardım etmiyor mu? Diğer taraftan Tanrı, “iyiliğin” ve “kötülüğün” bilinmesini yasaklayabilir mi? Sorular çoğaltılabilir. Ama gerçek “basit”tir: Âdem ile Havva “bal gibi” sevişmişlerdir; “Günah” buradadır. “Yılan” Şeytan ise Cennet’te ne işi var: Tanrı önce kötülüğü yaratıp sonra da Cennet’e mi aldı? Sorulara doyurucu yanıt bulabilmek için, mitsel tasarımları “geçmiş” nedenleriyle birlikte değerlendirmek; dönüşüm “kopuklukları”nın ne gibi sonuçlar ürettiğini iyi algılamak gerekir.

6

“Yoluma tuzak kurdu Âdem tuzağın yemiydi Bana lanet damgasını basmak istedi Yaptı istediğini; topraktan Âdem bahaneydi.” (Senai/Şeytan İniltisi) Kutsal yapıtlara göre insanoğullarının babası olan Âdem’i Tanrı, “kumlu toprak ve pis kokan çamur”dan yarattı. Yahudi kutsal kaynaklarına göre Tanrı, dört büyük meleğine yedi kat yerden yedi avuç toprak getirmelerini buyurdu; yer bu toprağı vermek istemeyince büyük meleklerden Azrail, Tanrı’nın istediği toprağı dünyadan zorla aldı. Tanrı, önce yağmur yağdırarak bu toprağı yumuşattı ve meleklerine yoğurttu; sonra da ona kendi eliyle biçim verdi. İslam kutsal kaynaklarına göre ise Âdem, seksen yıl çamur yığını durumunda kaldı; daha sonra kendisine biçim verildi; yüz yirmi yıl da ruhsuz bırakıldı ve süre sonunda kendisine ruh verildi. Tanrı’nın amacı Âdem’i meleklerine hükümdar yapmaktı; bu yüzden meleklere Âdem’in önünde diz çökmelerini buyurdu. Sadece İblis (Şeytan) bu buyruğa uymadı. Bu olay Âdem’le İblis’in Cennet’ten kovulmalarıyla sonuçlandı.

Gözlemci Melekler Enoş Kitabı’nda düşen melekeler, gökyüzünde kayan yıldızlara benzetilir. Meleklerin yıldızlarla özdeşleştirilmesi, Eski Ahit’te sık rastlanan bir durumdur. Kötülüğün “nesnelleştirilmesi” bağlamında yıldızla özdeşleştirilen Şeytan, mahvolmuş meleklerin başkanı olarak Gökyüzü’nden şimşek gibi düşer. Mitolojik “düşüş” öyküleri arasında var olan temel tutarsızlık, düşüşün gerçekleşme zamanı konusunda düğümlenir: Mitolojilerdeki egemen genel kabule göre Gözlemci Melekler’in Cennet’ten düşüşleri, Âdem ile Havva’nın Cennet’ten ayrılmasından çok sonraları gerçekleşti. Gözlemci Melekler’in düşme nedeni “günahı” Nuh döneminde işlenir: Gözlemci Melekler, insanoğlunun kızlarını baştan çıkarırlar, ama aynı zamanda insanlara “yararlı bilgiler” de öğretirler. Bu nedenle, Âdem ile Havva’nın düşüşü öyküsü ile Gözlemci Melekler döneminde insanlığın düşüşü öyküsü, yapısal bağlamda aynı mitolojinin farklı biçimleri olarak algılanabilir. Her iki öyküde de belirleyici “neden”, Tanrı’nın kendilerinden gizlemek istediği bilgiyi “edinme” durumudur. Âdem ile Havva, kötü bir melek olan İblis tarafından kandırılmıştır. Zaman sırasını veri alırsak böylesi bir baştan çıkartma olanak dışı görünür; çünkü, melekler, henüz Cennet’ten sürülmüş değildir. Kimi araştırmacılar, mitolojik içsel tutarlılığı sağlamak için meleklerle İblis arasına bir “ayrım” yerleştirme yoluna gittiler. Şeytanlarla kötü melekeler “aynı özde” olduklarından bu “yapay” tasarım tutmadı. Bunun

üzerine yine kimi araştırmacılar, Gözlemci Melekler öyküsünü tümüyle ortadan kaldırdılar: Ve İblis’in, Tanrı’ya duyduğu kıskançlıktan dolayı Cennet’ten kovuluşunu Âdem ile Havva’nın yaradılışından öne aldılar. Konuya ilişkin mitolojiler arasında bir diğer tutarsızlık daha vardır: Kötü ruhların algılanışı farklıdır. Kimi zaman düşmüş meleklerin kendileri kötü ruhlar olarak algılanır; kimi zaman da kötü meleklerin insanoğlunun kızlarıyla birleşmeleri sonucu doğan “devler”, kötü ruhlar olarak algılanır. Ötesinde kötü ruhlar, bu devlerin İntikam Melekleri tarafından öldürülmelerinden sonra Yeryüzü’nde kalmaya devam eden ruhlarıdır. Özetle konuya ilişkin mitolojiler arasında bir iç tutarlılık yoktur denilebilir.

Şeytan Havva’yı Kandırdı İS 70’den önce Yahudi kökenli bir yazar tarafından kaleme alındığı sanılan, sonraları Hıristiyanlarca kimi eklemeler yapılan Âdem ile Havva kitaplarında Şeytan, Havva’ya “güzel bir melek” biçiminde görünerek Âdem ile birlikte Cennet’ten kovulmalarına neden olur. İblis yani Şeytan, Havva’yı “günah”a özendirir; bunu başardığında Havva O’na şöyle seslenir: “Yazıklar olsun sana, Şeytan. Neden hiç günahımız yokken bize saldırırsın?... Neden bizi böyle üzersin ve neden kötülüklerin (ve kıskançlığınla) bizi ölüme sürüklersin, ey düşman?”. Âdem de Havva’ya eşlik edince Şeytan şu açıklamada bulunur: “Ey Âdem, tüm düşmanlığım, tüm kıskançlığım ve garezim hep sanadır, senin yüzünden şanımdan oldum ve sürüldüm… Sen yaratıldıktan sonra Tanrı’nın huzurundan çıkartıldım ve meleklerin meclisinden sürüldüm. Tanrı sana yaşam nefesini üfledikten ve senin yüzün ve benzerliğin Tanrı’nın imgesinde yaratıldıktan sonra Mikail seni bize getirdi ve (bizlere) Tanrı’nın huzurunda sana tapmamızı buyurdu; ve Tanrı yani Rab bize şöyle dedi: ‘İşte Âdem; onu kendi görünümümüzde ve benzerliğimizde yarattım’… Ben(kendimden) daha aşağı ve daha genç bir varlığa tapmayacağım. Yaradılış içinde ben ondan daha büyüğüm; o yaratılmadan önce ben yaratılmıştım. Bana tapmak, onun görevidir”. Mikail, Şeytan’ın savlarını yadsır ve Âdem’e tapmazsa Tanrı’nın öfkesini üzerine çekeceğini söyler. İblis Mikail’i, “Eğer bana(öfkelenirse), ben de tahtımı gökyüzündeki yıldızların üzerinde kuracağım ve en yüksekte ben yer alacağım”, diye yanıtlar. Öfkeye kapılan Tanrı, İblis ve meleklerini gökyüzünden sürer ve onları yeryüzüne fırlatır. Kutsal söylencede olduğu gibi Şeytan’ın “güzel bir melek” donuna bürünebilme yeteneği, O’nun özünde bir “melek” olmasına bağlandı. Melekler, “tinsel bir beden”e sahip olarak algılanırlar. Bu nedenle insanlarla iletişime girmek istediklerinde kendi seçtikleri bir beden donuna bürünebilirler; yine istediklerinde biçimlerini değiştirebilirler. Kötü melekler, in-

Sayı 41


SERÇEÞME Milattan önce 18. yüzyıldan kalma bu keramik kabartma, Hıristiyan mitolojisine Lilith olarak geçen eski Sümer tanrıçalarından Lilitu’yu göstermektedir. Tanrıça ellerinde, yüz bin sayısını ifade eden işareti, yani Sümer Kraliyet arması olan ve adaleti temsil eden çubuk ile halkayı tutmaktadır. Tanrıcaya bilgeliği temsil eden baykuş ile hayvanlar kralı aslan eşlik etmektedir 49,5 x 37.5 cm boyutundaki bu kabartma, İngiltere’nin Londra kentindeki Britanya Müzesinde bulunmaktadır. Albrecht Dürer’in 1507 yılında tamamladığı başyapıtlarından biri olan Adem - Havva ikili tablosu. Ortadan menteşeli iki ahşap kanattan oluşan bu mihrap tablosunda her panel 209 x 81 cm boyutundadır. Ahşap üzerine yağlıboya tablo günümüzde İspanya’nın Madrid kentindeki Prado Müzesi kolleksiyonundadır.

Âdem ile Havva Cennet’ten kovulduklarında ölümü tanıyacaklarına, yani ölümlü olacaklarına göre zaten tanrılar gibi değiller mi? Yasak meyveyi üzerinde taşıyan ağaç, yani “İyiliğin ve Kötülüğün Bilgisi” ağacı ise onun meyvesini yememek “bilgi edinilmesini yasaklamak” anlamına gelmiyor mu? Kutsal söylencenin mantık izini sürelim: Âdem ile Havva sevişmiş ve İlk Günah’ı işlemişlerdir; sevişmelerini beklemek sonra da onları tehdit etmek mantıklı gözükmüyor öyle değil mi?

NOTLAR: (*)

sanları kandırmak istediklerinde “yakışıklı bir delikanlı” ya da alçakgönüllü davranışlarıyla belirgin bir “bilge” donu edinirler. Şeytan’ın “görkemli bir görünüme” bürünmesi, daha o dönemde, Lucifer-İblis özdeşleşmesiyle kendini gösterir.

Yılan Neyin Simgesi? Kimi metinlerde Havva’yı günaha özendirenin “Yılan” olduğu yazılıdır: Yılan, Şeytan’ın donuna büründüğü bir varlıktır ve “örtük” de olsa “cinselliği” simgeler; bu simge, Âdem’in “erkeklik organı”nı çağrıştırır. Derinden derine “düşüş”ün asıl nedeninin “şehvet” olduğunu bize anımsatır. Çünkü Yılan, “meyveye kendi kötülüğünün, tüm günahların kökeni ve başlangıcı olan şehvetin zehrini aşılamıştır”. Mezopotamya mitolojisinde, “Ölüm ve Kötülük”, Ereşkigal’in “dişiliği” ile temsil edilir. Ataerkil sistemlerden türeyen vahiyli dinlerin

Mayıs 2008

temelindeki kadın düşmanlığı gibi cinsellikle “canlandırılır” ve cinsellik, Günah’ın taşıyıcısıdır. İlk büyük baştan çıkarıcı olarak Ereşgikal, daha o zamandan hem Havva’nın atasıdır, hem de Âdem’in ilk gerçek karısı olan Lilith’in atasıdır. Âdem ile Havva, “sıradan zevkler”in bulunduğu “Yeryüzü Cennet”inde oturuyorlardı: Âdem ile Havva masumdu; daha sonra Şeytan Havva’yı baştan çıkardı; yenik düşen Havva da Âdem’i baştan çıkardı. Yasak meyve yendi, İlk Günah işlendi: Ve insanlar İlk Günah’ın ağırlığını sonsuza kadar taşımaya mahkûm edildi. Atalarımızın günahı bizleri ilgilendirmeyeceği için bu aynı zamanda “gizli bir ahlaksızlık”tır. Tekvin’de Havva’yı baştan çıkaran Şeytan, “yılan” biçiminde betimlenir. Bahçe’nin ortasında yer alan “İyiliğin ve Kötülüğün Bilgisi Ağacı”nın yasaklı meyvesini yerlerse “tanrılar gibi olacaklarını” söyleyen Şeytan ne yapmak istiyor?

Zervanizm inancında; Ahuramazda’nın yarattığı Gayomart’ın toprakta saklı bulunan spermalarından bir ağaç biçiminde geliştiğine inanılan ve Maşyana’nın eşi olarak algılanan ilk erkek insan “Maşya”dır. Buna karşın Maşya’nın eşi olarak algılanan ilk kadın insan “Maşyana”dır. Bir Altay mitolojisine kulak verelim: Söylenceye göre Yer’in “göbeğinde” ilk Adam olduğuna inanılan Ak-Genç vardır. Canı sıkılır, çevreyi tanımak ister. Doğu yönüne gittiğinde, aydınlık, geniş bir düzlüğe ulaşır. Düzlükte büyük bir tepe ve tepenin üzerinde büyük bir ağaç görür. Ağacın tepesi, göğün yedinci katına, kökleriyse yeraltının derinliklerine uzanmaktadır. Yapraklarıyla dile gelmiş olan ağaç, gök sakinleriyle sohbet halindedir. Ak-Genç, ağaca yaklaşır, yalnızlıktan sıkıldığını, kendisine bir “ortak” bulunmasını ister. Dileği kabul edilir; ağacın yaprakları hışırdamaya başlar. Ak-Genç’in üzerine süt görünümünde ve kıvamında bir yağmur yağar. Derken ağacın köklerinden, yarı beline kadar çıplak bir kadın belirir. Bu da İlk Kadın’dır; kabaran göğüslerinden Ak-Genç’e gençlik sütü sunar; sütü içen Ak-Genç, gücünün yüz kat arttığını hisseder. Yakut mitolojisinde Ak-Genç’in yerini “Er Sogotoh” doldurur: Söylenceye göre Er Sogotoh’un evi, geniş bir düzlüğün ortasındadır. Burada bir “yaşam ağacı” vardır; kökleri, ölüler âlemine, tepesi gök katlarına uzanmaktadır. Yaşam ağacının köklerinden köpürerek yüzeye çıkan “yaşam suyu”ndan içen hayvanlar ve insanlar, gençliklerini yeniden kazanmaktadır. Er Sogotoh, ağaca yaklaşır; bu sırada ağacın kovuğundan ya da yarığından bir kadın ortaya çıkar ve O’na, insan soyunun babası olmak için yaratıldığını söyler.

7


SERÇEÞME

“HER K İM BU DÜNYADA TANRIYI GÖREMEZSE, AHRETTE DE GÖREMEZ”

Makalât-ı Şeyh Sâfi Bir Şii Propaganda Kitabı Değildir İsmail Kaygusuz İsmail Kaygusuz’un yakında yayınlanacak Makalat-ı Şeyh Safi çalışmasının Sunuş bölümünden özetlenmiştir

İ

LAHİYAT Profesörü, Diyanet İşlerinin önemli danışmanlarından ve Din Araştırmaları Bilim Kurulu üyelerinden Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun “Uluslararası Hacı Bektaş Bilgi Şöleni”nde bildiri olarak sunulmuş bir yazısından söz etmeden geçemeyeceğiz.1 Profesör Kutlu bu bildirisinde Savfatu’s Safâ ve Şeyh Safi hakkında söylenen ve yazılanların dışında yeni bir şey söylemiyor. Dikkat çekmek istediği, bu yapıtın bir bölümü ya da tamamının Türkçeye çevrilirken, Anadolu’da Şiilik propagandası için kitabın tahrif edilerek Şiileştirildiği(!) iddiasıdır. Bunu da dolaylı olarak Alevi-Bektaşilerin Şeyh Safi adının ve onun tarikat kurallarının kullanıldığı Buyruk metinleri üzerinden açıklık getirmeye çalışıyor. Kendisine göre Sünni-Şafii inanç anlayışı çerçevesinde yazılmış olan Safvatu’s Safâ’dan yararlanılmış, ama tahrif edilerek hazırlanan Buyruk metinleri birer Şii propaganda aracıdır. Tahrifatı da “bu müdahaleler, Şia’nın imamet konusuna ters düşen hususlarda yapıldığı anlaşılmaktadır” biçiminde açıklıyor. Tuhaf olduğu kadar yanlış bir yaklaşımla şunları söylemektedir: “Çünkü Safevî tekkesine ait Kızılbaş metinleri, XV. Asırdan itibaren Şiî unsurların sokulmasıyla Şiileştirilmeye çalışılmıştır. Örneğin Şeyh Safî’ye ait Makâlât ve Menâkıb adıyla bilinen eserler, çoğaltılırken müstensihler tarafından önemli tahrifatlara uğramıştır. İlk metni ortaya çıkarmadan, sonraki dönemlerde yazılmış bir yazma esas alındığında, Şiileştirilmiş bir metni Kızılbaş Aleviliğinin metni olarak göstermiş oluruz. Bu da Kızılbaş Aleviliğin Şiilik olarak gösterilmesiyle sonuçlanabilir.” Birinci paragrafın birinci cümlesinde, yukarıda çelişkilerini gösterdiğimiz Abbaslı’nın görüşünü yineleyen Prof. Kutlu, ilginç bir biçimde Safvatu’s-Safâ’nın bir Kızılbaş Aleviliği’nin metni olduğunu söylüyor –ki doğrudur– ve bundan dolayı da 15. yüzyıldan itibaren de içine Şiilik öğeleri sokuşturulduğu, yani içeriğe müdahale edildiğini bazı örneklemelerle tartışıyor. Örneğin bizim yaklaşık bir yıldır üzerinde durduğumuz 247 Kayıt nolu Kemankeş elyazması, ona göre bu bağlamda “Şiileştirilmiş metindir.” Savfatu’s Safa’nın çok tartışılmış inançsal niteliklerini/özelliklerini, kaleme alındığı dönemin siyasal, sosyal ve ekonomik koşullarını irdeleyerek kısaca da olsa açıklamaya çalıştık. Asıl çalışma ve incelememizi yoğunlaştırdığımız Makalat-ı Şeyh Safi, yani Savfatu’s Safa’nın 4. Bab’ı, eserin yazılmasından sadece iki yıl sonra Türkçeleştirilmiştir. Metnin Farsçası, biraz farklı biçimde, Süleymaniye (Ayasofya) Kütüphanesinde 3099 numarada kayıtlı olan, 1490 tarihli Farsça nüshanın 92a ve 129b varakları arasında yealmak-

8

Hak teâlâ varlığı âdemdedir Ev anundur ol bu evde demdedir... Her ne yerde gökte var âdemde var Her ne ki yılda ayda var âdemde var Ne ki elde yüzde var kademde var Bu sözü fehmetmeyen âdem davar Şeyh Safî’nin oğlu Şeyh Sadreddin’in çağdaşı Seyyid İmadeddin Nesimi’den birkaç dize tadır. Çok daha sonraları istinsah edilmiş bu Safvatu’s Safa nüshasında, incelediğimiz Türkçe metinde bulunmayan “Hûlafa-i Râşidin”in geçmesi; kocası İmam Ali ve oğulları Hasan ile Hüseyin’e asla dostluk göstermemiş olan Ayşe’nin Fatima ile birarada gösterilmesi doğal karşılanmalıdır. Prof. Dr. Sönmez Kutlu’nun düşündüğünün tam tersine, metni Sünnileştirmek amacıyla bunları ekleyenin nüshanın müstensihi İbadullah Sunullah Efendi olmadığını kim söyleyebilir?

Metni Görmeden Ahkâm Kesmek Bilim Adamına Yakışmaz Anlaşılıyor ki, Sayın Profesör ne Farsça nüshayı, ne de Kemankeş’in Makalat-ı Şeyh Safi yazmasını gerektiği biçimde dikkatini vererek incelemiştir. İkincisini hiç görmemiş olması da olasıdır; çünkü Türkçe metninin sonunda, ‘26 Rebiyülâhır’ açık bir biçimde yazılıdır. Bu tarih 27 Mart 1359’u karşılar. Gerçekten bu elyazmasını görmüş olsaydı, metnin tarihini 100 yıl beriye, yani H: 968/M: 1460 yılına getirmezdi. Kısacası, ‘herkesi kör cahil, kendisini allâme sanan’ Profesör Kutlu, metnin tarihini yanlış okuyan birinin tuzağına düşmüştür. Bizi üzen bir başka nokta, İslam mezhepleri tarihi profesörünün Bâtınilik ile Şiilik arasındaki farklılıkları bilmemesi ya da bilmek istememesidir. Makalat-ı Şeyh Safi’de geçen dogmatik şer’î kurallara karşıt bilgi ve davranışlarla birlikte, yoğun bâtıni söylem örnekleri ne Sünniliğe ne de Şiiliğe uyar ve ikisinin de şeriat anlayışına aykırıdır, bidâttır. Ama amanın zorlayıcı yaşam koşullarında bunlar çoklukla zahiri ve zâhidlik örtüsü altında (takiye ile) verilmek durumunda kalınmıştır. Makalat-ı Şeyh Safi’deki bu yoğun gayriSünni, bâtıni öğeleri ancak sıradan koyu Sünni inançlı bir vatandaş, ortodoks Caferî Şiilik olarak algılayıp, Şii propagandası sayabilir. Oysa bugünkü Caferîlik, Muhammed Bakır Maclisi’nin Şeyhülislam’lık ve ölümüne değin süren Molla Başı’lık yıllarında (1687–1693) bu yeni karakterine bürünmüştür. 10. yüzyılda İmamiye ya da İsna Aşariye (Oniki İmamcılık) mezhebi olarak kurumlaşmış Şiilik, İran’da ulemanın 17. yüzyılda usulî ve ekberi tartışmaları sonucunda, Usulîlik başarı kazanıp, yani en kısa tanımıyla icma-ı İslam kuralları

da kabul edilerek, Ortodoks Caferîlik olarak tam anlamıyla resmileşip yaygınlaşmıştır. Dememiz odur ki, Savfatu’s Safâ’nın yazıldığı (1357/58) ve Makalat-ı Şeyh Safi’nin Türkçe’ye çevrildiği (1359) dönemde koyu şeriatçı bir Caferî Şiilik mevcut değildi. Sonra şunu unutmayalım ki, Şiilikteki Ali, Ehlibeyt ve bunların soyundan gelen imamların kutsal sayılması; Ali’nin Muhammed peygamberin vasisi ve diğer halifelerden üstün olduğu ve Muhammed’in nübüvveti, Ali’nin ise velâyeti temsil ettiği inancı Batıniliğin tüm kollarında (Alevi-Bektaşilik, İsmaililik, vb.) varolmanın ötesinde içselleştirilmiştir. 14, 15 ve 16. yüzyıllarda Türkçeleştirilmiş Şeyh Safi’nin eserleri, bunlardan kaynaklanmış Buyruk metinlerinde bu öğelerin bulunmasına, Türkmenler arasında Şiilik propagandası gözüyle bakmak doğru olmaz, kasıtlıdır. Gerçek Şiilik propagandası özellikle 17. yüzyılın ortalarından itibaren Anadolu’ya gönderilen Buyruk’larda şeriat öğelerinin kendilerini hissettirmeye, daha doğrusu artırılmasıyla başladı. Ancak yine de Safevi soylu Şahların ikiyüzlü siyasetleri çerçevesinde, Anadolulu Kızılbaşları İran’dan tamamıyla uzaklaştırmamak için kitaptaki batıni öğelere de fazla dokunulmamıştır. Buna karşılık İran içlerinde Horasan’da Kızılbaş katliamı ve kovuşturmalar sürdürülmüştü. Bu yüzden Anadolu’ya geri gelemeyen büyük çapta Kızılbaş Türkmenler, İsmailî Alevilerle birleşerek yeraltına çekilmiş ve onlarla birlikte Ortodoks Caferî Şii takıyesi uygulamak zorunda kalmışlardır. Ama asıl büyük tehlike Osmanlı’dan geldi: Anadolu’da yaşayan Kızılbaşları sistemli bir biçimde kırımdan geçirmesi bir yana, kitaplarını yasaklayarak inançlarına ilişkin bilgilerin kaynağını kesmekle kalmadı; kâtip mollalarının istinsah ettiği Alevi kitaplarına Hanefi şeriatı öğelerini sokarak Sünniliğin propagandasını yaptılar. Bu tahrifatları, “geliştirilmiş, genişletilmiş ekler ve ilâveler”(!) olarak değerlendiren bilim adamları de bulunmakta. Bugün bunu, sözde çağdaş ve laik Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde teokratik bir yapılanma ve din işleri holdingi olan Diyanet Kurumu, 17 ve 18. yüzyıllardan kalma bu türden kâtip mollaların şeriat öğelerini sokup tahrif ederek istinsah ettiği kitapları “Alevi-Bektaşi Klasikleri” adı altında yayınlamaktadır. “Bu Sünniliğin propagandası değil midir?” diye sormak gerekiyor Prof Dr. Sönmez Kutlu’ya, çünkü bu kitapları seçen ve yayımlanmasına karar veren kurulun en önemli danışman üyelerinden biri kendisidir. Tarihsel Alevi-Kızılbaş kaynaklarının Şiilik tahrifatı ve propagandası üzerine kaleme alınmış bu yazısında dahi çok tehlikeli iki gizli amaçta Sünnilik propagandası bulunmaktadır.

Kızılbaş Türkmenler Sünni İnançlıydılarsa(!) Neden Kırıma Uğradılar? Profesör Kutlu görünüşte yeni bir şey söylemek adına, doğruyu yanlışı birbirine katarak şöyle konuşuyor:

Sayı 41


SERÇEÞME “Kızılbaşlık ve Bektaşilik, Şeyh Safî ve Hacı Bektaş Veli’nin öncülüğünde oluşturulmuş yazılı kaynaklar yoluyla kurumsallaşmıştır. Yazılı olarak Dedelerin elinde bulunan Kızılbaş Buyrukları ve yazılı olarak Bektaşi Dedelerinin elinde bulunan Makâlât ve Erkannameler olmaksızın sözlü kültüre dayalı bir Kızılbaşlık ve Bektaşiliğin varlığını sürdürebilmesi mümkün değildir.” Bir yandan makalenin tamamını Şeyh Safi’nin Sünniliğini ve onun görüş, inanç ve öğretilerini içeren eserlerinin tahrif edilerek Şiilik propagandası yapıldığın ispatlamaya ayıracak, ama öbür yandan aynı yazı içinde “Kızılbaşlık Şeyh Safi’nin öncülüğünde oluşturulmuş yazılı kaynaklar yoluyla kurumsallaşmıştır” diye kayıt düşeceksiniz. Bundan, bir çeşit mantık önermesiyle şu sonuca varılır: “Şeyh Safi bir Sünnidir; mademki Kızılbaşlığın öncülüğünü onun yazılı kaynakları kurumsallaştırmış, öyleyse Kızılbaşlık Sünniliktir ve bütün Kızılbaşlar da Sünnidir.” Yani Profesör Kutlu’ya göre; tarihte Kızılbaş denilen Türkmenler zaten Sünni’ydi, ama Safevi Şahları Şeyh Safi’nin yazılı kaynaklarına Şii öğeler sokarak Şiiliğin propagandasını yaptılar. O zaman sormazlar mı; mademki Kızılbaşlık Sünnilikti, neden Osmanlı 16–17. yüzyıl boyunca onca kırımları yaptı, sel gibi Kızılbaş kanı akıttı? Oysa bu gizli Sünnilik propagandası, aynı önermenin tersine çevrilmiş biçimiyle; Kızılbaşlık Sünnilikse, bütün Sünniler de Kızılbaştır sonucu çıkar. Bugün çıkıp Sünni toplumuna, “Siz hepiniz de Kızılbaşsınız!” demek cesaretini kim gösterebilir? Bir profesörün bilerek veya bilmeyerek bu tür mantıksal sonuçlara varabilecek sözler söylemesi yadırgatıcı olduğu kadar da tehlikelidir. Ancak paragraftaki ikinci cümleyi bunları bilerek, ama çıkarılacak sonuçları düşünülmeden söylediği anlaşılıyor. Amacı “Kızılbaş Aleviliği” dediği Alevilik ile Bektaşiliği birbirinden ayırmak ve farklı inançmış gibi göstermektir. Bektaşiliği, Nakşibendîlik, Yesevilik, Kadirilik, Nurculuk vb., tarikatlarla birlikte kullanıp, tarikat düzeyine indirgeyerek, Diyanet İşleri Başkanı ve diğer yetkililerinin sıkça söylediklerini onaylıyor. Önce şunu söyleyelim ki Alevilik tektir ve evrenseldir. Bazı dönemler toplumsal hareketler ve reformlar olarak ortaya çıkan BabekHurremilik, Karmatilik, İsmaililik, Babailik, Bektaşilik, Bedreddinilik, Kızılbaşlık Aleviliğin siyasal-toplumsal türevleridir. Aleviliğin özünde, İslam Peygamberi ailesinin, yani Ehlibeyt ve İmamların Tanrısal nuru taşıdıkları ve zamanın İmamı/Velisi olarak Tanrının bir mazharı olduğuna inanmak vardır. Tıpkı kandil, lamba, ampul, meşale gibi ışık veren bir aracın kendisi ışık olmadığı halde; ışıktan da ayrı olamayacağı ve ışığın da bu araçlar olmayınca çevreyi aydınlatamayacağı optik gerçekliğe benzetilmektedir Ali ve Ehlibeyt tanrısallığı. İnsan-ı kâmil mertebesine ulaşmış ve Enel Hak diyen büyük velilerin tanrılaşmasının da bu ışıksal bütünlüğe ermiş olduklarına inanmak vardır Alevilik-Bektaşilikte. “Bektaşilik, diğer tarikatlar gibi bir tarikattır” diyen Diyanet’e karşı birkaç yıl önce yazmış olduğumuz yazıdan bir-iki paragrafı burada yinelemek yerinde olacaktır: “Bektaşilik, Aleviliğin ilkelendirilmesi; ritüel kurumlaşma ve inançsal kuralların felsefi açınımıdır: Aleviliğin bizatihi ken-

Mayıs 2008

“ Her kim içerisini (bâtınını) temizlemiş olsa sufiler katunda öyledür, namazı tahâretsiz eda eyler” “Gönlinin guslini her kim kıldı yitmiş katla pak Yohsa tâlibin nemazı hamu olur ayb-nak” (Gönlünü yetmiş kez yuyarak arındırmayan tâlibin bütün namazları kusurlu olur) disidir. Ne hikmetse, önce Alevilikten ayrı gördükleri Bektaşiliği, ayn-i Cem (Görgü Cemi) törenlerinden ötürü –Sünni tarikatlarındaki zikir ve raksla aynılaştırarak– bir Sünni tarikatı sayıyorlar; sonra bir bakıyorsunuz, sosyolojik gerçeği anımsayarak ‘Aleviliğin Bektaşilikten bağımsız olarak ele alınması mümkün değildir’ diyorlar. İşlerine nasıl geliyorsa kavramlarla öyle oynuyorlar.” “Hayır, Alevilik-Bektaşilik bir tarikat değildir. Ayn-i Cem (Görgü Cemi) de, ne ‘Mevlevi Sema Ayini’ ne de sesli ya da sessiz ‘Nakşi Zikir Ayini’dir. Cem, Alevi inancının toplu tapınmasıdır; kadın erkek birlikte ve cemal cemale (yüz yüze) Tanrıya yapılan ibadettir... Alevilik-Bektaşilik bir yoldur; Tanrıya ulaştıran ve onunla Enel Hak mertebesinde birleştiren Hak-Muhammed-Ali yoludur. Bu tek yol, eğrisi kırığı olmayan ve dosdoğru yol diye tanımladıkları tarik-î müstakîm ve onun kapsamında bin bir sürektir. Alevilik, ‘bir Sünni tarikatı’ ya da ‘mezhep’ kavramlarıyla tanımlanamaz. Sünnilik ise, dört mezhebi kapsar ve İslam dininin baskın, egemen olan ortodoks bölümüdür.”2 Prof. Sönmez Kutlu’nun makalesini okumaya başladığımızda, Alevi-Bektaşiliğin sadece sözel inanç kültürü olmadığı ve görüşlerinin temellendirildiği –bizim de sürekli vurguladığımız gibi– çok geniş yazılı kaynakları bulunduğu yönünde doğru görüşler belirtmesinden umutlanmıştık. Ama gördük ki bu yazı, Alevi-Bektaşi kaynaklarını hiç de dostça olmayan bir psikolojik davranış içerisinde inceleme ve irdelemedir; bir bilim adamının değil bir Sünni militanın düşüncesinin ürünüdür. Baştaki girişin dışında yazının tamamı Savfatu’s Safâ’nın 15, 16. ve sonraki yüzyıllarda istinsah edilen nüshalarındaki bazı değişiklik ve ekleri, birtakım yanlış örneklemelerle “Sünni metnin çarpıtılarak Şiilik propagandası yapıldığı” iddiasının sözde ispatına ayırmıştır. Oysa incelemediğimiz 1359 tarihli metnin Sünni şeriatının değil, yarı örtülü (takiyeli) bâtıni bir metin olduğunu açıkça görüyor, gösteriyoruz. Şunu belirtelim ki, özellikle Şah İsmail (1501–24) ve oğlu Şah Tahmasb (1524–1576) dönemlerinde yapılan değişiklik ve eklemeler, Kızılbaş Safevi siyaseti çerçevesinde Savfatu’s Safâ’dan takiyenin kaldırılıp, eserin açık bir batıni-Kızılbaş metnine çevrilmesini sağlamış, metni gerçek kimliğine kavuşturmuştur. Notlar: 1

2

Bkz: www.sonmezkutlu.com “Tarihsel Süreçte Aleviliğin Yazılı Kaynaklarında Yapılan Metin Tahrifatı (Safvetu’s-Safâ’nın Türkçe Çevirileri Örneklemi Üzerinden)” Geniş bilgi için bkz. İsmail Kaygusuz, Alevilik Diyanet Siyaset, Alev Yayınları, İstanbul, 2004, s. 3–21.

İSMAİL KAYGUSUZ

Şarabi Öyküler 1970-80 İstanbul, Mart 2008 ISBN 978-975-6709-63-4 13,5 cm x 19,5 cm boyutunda 160 sayfa, 10 YTL

Su Yayınları 0212.512 16 68

Önsöz’den Toplumsal gerçekçi öyküleri, üretildikleri dönemin tanıkları olarak görür ve bu bağlamda değerlendirmek gerektiğini düşünürüm hep. Yazıldığı zaman hemen pek farkında olunmasa bile, aradan 25–30 yıl geçtikten sonra okunduğunda o günleri yaşarsınız. Öykülerde işlenen sorunların neresinde bulunduğunuzu, değişimlerin ve farklılaşmaların nerelere ulaştığını sorgulamaya başlarsınız. ... Demem o ki, bu türden öyküler, hoşça vakit geçirmek ve edebiyattan alınan içsel beğenilerinizi doyurmakla kalmaz, sizi düşünmeye, araştırıp soruşturmaya ve hatta yazarını da yargılamaya yöneltir. Çoğu farklı kırsal, kentsel tarihsel-kültürel bölgelerde yaşanmış, gözlenmiş ve imgelenmiş olaylardan kurgulanıp devinime sokulmuş; hangi çelişkiler içinde umutsuz ve öfkeli ya da uslu, boyun eğmeci duyguların tutsaklığında yazmışım, fazla anımsamıyorum ve doğrusu anımsamak da istemiyorum. Bazıları da 70’li yılların sonu ve 80’li yılların başlarında Üniversitelerde yaşananlar ve kendi yaşadıklarımdan kâğıtlara aktarmış olduklarımdır. Öykülerde anlatılanlar büyük bedeller verilerek toplumsal, siyasal ve ekonomik ortamın değişimlerine uğramış bir daha tıpatıp benzeri görülemeyecek olaylardı ve değerliydi. Benim için acısı ve tatlısıyla sarhoş ediciydi ve okudukça buruk mu buruk bir tat hissettim her birinde; yıllanmış şarabın tadını çağrıştırıyordu. Bu yüzden “Şarabi Öyküler” adı da yakıştı diye düşünüyorum. Umarım okurken bu tadı sizler de alacak; yaşanmış, gözlenmiş, kurgulanmış yer ve döneminin tanıklığını yapan öykülerdeki olaylar, sizleri düşündürecek ve keyiflendirerek ya da öfkelendirerek sorgulamaya yönlendirecektir.

9


SERÇEÞME

HACI BEKTAŞ VELİ ANMA ETKİNLİKLERİ YAKLAŞIRKEN

Bölüm I: Efsaneyle Gerçekleri Birbirinden Ayıklamak Erdoğan Aydın

H

ER YIL Ağustos ortasında Hacıbektaş ilçesinde yapılan şenlik, Anadolu tarihin önemli şahsiyetlerinden biri olan Bektaş-ı Veli adına yapılıyor olması nedeniyle, Tarihçe’nin de ilgi alanına giriyor. Böylesi tarihsel şahsiyetler söz konusu olduğunda karşımıza çıkan sorunlardan biri, efsane ile gerçeğin sıklıkla birbirine karışmasıdır. İnanç önderleri söz konusu olduğunda bu durum daha da belirginleşiyor. Öncelikle Hacı Bektaş örneğinde sıradışı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu anımsamalıyız. “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen ayrıksı bir inanç önderi söz konusu olan. “72 millete bir nazarla bakmayan Kırk yıl müderris olsa hakikatte asidir” diyen, “eline beline diline hâkim olmayı” temel düstur edinen bir inanç biçiminin çok özel bir bilgesidir söz konusu olan. Ona atfedilen; “Hararet nardadır, sacda değildir Keramet baştadır, taçta değildir Her ne ararsan kendinde ara Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir” deyişi bile, günümüz ortalamasının ilerisinde bir bilgelikle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. İ. Melikoff’un, Baba İlyas’ın soyundan gelen Aşıkpaşazade ile Elvan Çelebi, keza Eflaki ve diğer kaynaklardan aktarmalarla gösterdiği gibi, Hacı Bektaş, kardeşi Menteş ile birlikte Babai ayaklanmasının öncüsü Baba Resul’ün yanıbaşında, dahası “Baba Resul’ün halife-i has”ı, gözde mürididir. Paralı Frenk askerlerinin katliamıyla ezilecek olan ayaklanmada (1240) Baba İlyas ve Baba İshak yanı sıra Menteş de öldürülenler arasındadır. Hacı Bektaş, Babailerin Selçuklu egemenliğince aranıp öldürüldüğü bu baskı sürecini Sulucakarahöyük’te Hıristiyanlar arasında saklanarak atlatacaktır. Bunu yaparken aynı zamanda kendini eğitecek, düşünceleri doğrultusunda insanları örgütlemeye çalışacaktır. 1271’de öldüğü zaman, ardında zayıf bir çevre, ama güçlü bir fikri yapı bırakacaktır. Bu zayıf ilişki ağı, fikri yapının gücü ve or tamın uygun olması nedeniyle, Osmanlının kuruluş sürecinde hızla büyüyecek ve farklılaşacaktır. Ölümünden iki yüzyılı aşkın bir dönem sonra kaleme alınacak olan Vilayetname ise, Hacı Bektaş ve Bektaşliği, resmi Osmanlı tarih yazımının çarpıtmalarına kurban edecektir.

Bektaş-ı Veli’nin Resmi üretimi Abdülbaki Gölpınarlı’nın da işaret ettiği gibi Vilayetname, II. Beyazıt zamanında ve Balım Sultan’ın Bektaşi Postnişinliğine atanmadığı, yani 1501 öncesinde, İlyas Bin Hızır (Uzun Firdevsi) tarafından yazılacaktır (Vilayetname, s.XXVII) Vilayetname, Bektaşiliğin henüz Ali eksenli bir tarikat/inanç haline gelmediği bir dönemin ürünüdür. Nitekim Vilayetname’de Kızılbaş/ Safevi söyleminin hiçbir izi bulunmamaktadır ki, bu etki Bektaşiliğe sonradan girecektir.

10

Vilayetname, II. Beyazıt’ın, Bektaşi türbesinin çatısını tunç levhalarla kaplattığını söylemektedir. Demek ki bundan sonra yazılmıştır. Diğer yandan Vilayetname, Balım Sultan’ın, Kızılbaşlığın halktaki yayılışını etkisizleştirmek üzere Bektaşiliğe getirilen yeniliklerden önce kaleme alınmış görünmektedir. (İ. Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, s. 99) Bu dönem, Anadolu Alevîlerinin Osmanlı ve Yeniçerileri tarafından katliamdan katliama uğratıldığı dönemdir aynı zamanda. Kızılbaş düşmanı Osmanlı iktidarı ile entegre olmuş bir Bektaşî Babası tarafından yazılmış olan Vilayetname, Bektaşi Dergahının Osmanlı otoritesinin bir parçası olduğu dönemin ilişkileri çerçevesinde II. Beyazıt ve Osmanlı egemenliğinin istediği bir Hacı Bektaş portresi çizmektedir. Bu Vilayetname’yi esas alacak olursak, Babai katliamından sağ kurtulmuş Hace Bektaş, Babailerle asla ilişkilenmemiştir. Aksine gençlik dönemini Anadolu’da değil Türkistan’da, Yesevi’nin yanında geçirmiştir. Doğumundan altı ay sonra parmak kaldırarak şahadet getirmiş, 12 İmam’dan yedincisi Musa Kâzım’ın soyundan gelmiş, manen de olsa Hac’ca gitmiş, revize edilmiş olsa da namaz dâhil ibadetinde İslamcı özellikler gösteren ve tabii Osmanlıyı “kâfirlere” karşı savaşa yönlendiren bir yeniçeri ağasını andırmaktadır. Esasen Vilayetname’den hareketle çizilecek bir Bektaş-ı Veli portresinin gerçeğinden ne kadar uzak olduğunu anlamak için birkaç bilgi aktarmakta yarar var: Söz konusu bu kaynağa göre Bektaş-ı Veli, hocası Lokman Perende’ye atfen, daha küçük bir çocukken Muhammed ve Ali’den Kuran okumayı öğrendiği, yine Lokman Perende’nin Hac dönüşündeki anlatımına göre, “Kâbe’de namaz kılarken Bektaş’ın da sürekli kendisiyle birlikte namaz kıldığı”, yani cismen olmasa da Hac’ca gittiğini (ki Anadolu’ya göçerken cismen gittiği iddiaları da mevcut) öğreniyoruz. Vilayetname’de namaz kılan, bir an bile ibadetten geri kalmayan, üstüne üstlük cihat yapan bir Bektaş portresiyle karşı karşıyayız.

Tarih Dışı İddialar Bu kaynağa göre Ahmet Yesevî ile aynı dönemde yaşamış, onun yaşlılığında gençliğini

Hacı Bektaş, kardeşi Menteş ile birlikte Babai ayaklanmasının öncüsü Baba Resul’ün yanıbaşındadır, dahası “Baba Resul’ün halife-i has”ı, gözde mürididir. Paralı Frenk askerlerinin katliamıyla ezilecek olan ayaklanmada (1240) Baba İlyas ve Baba İshak’ın yanı sıra Menteş de öldürülenler arasındadır.

Bu yazı daha önce Cumhuriyet gazetesinin 18 Ağustos 2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır. yaşayan, ondan ders alan bir Bektaş söz konusu. Daha garibi bu dönemde Horasan’da kâfir-Hıristiyan bir egemenlik olduğu iddia edilmekte ve Yesevî’nin, oğlu Kutbeddin Haydar’ı bu kâfirlerin elinden kurtarmak üzere Bektaş’ı görevlendirdiği, Bektaş’ın da bunları ezdiğini ve Haydar’ı kurtarıp bu kâfirleri Müslüman yaptığını öğreniyoruz. Bu tarih dışı iddiaların sonu yok; daha sonra Ahmet Yesevî’nin, seccadesini eline alıp huzuruna gelen Bektaş’a, “git seni Rum’a saldık” diyerek Anadolu’yu İslâmlaştırmaya gönderdiğini öğreniyoruz. Tabii bunlar, resmi ihtiyaçlar doğrultusunda üretilmiş iddialardır. Her şeyden önce Ahmet Yesevî’nin yaşadığı zaman ile Hace Bektaş’ın yaşadığı zaman arasında tahminen yüz yıl var. Diğer yandan 12 İmam soyu Araptır, oysa Bektaş-ı Veli Arap kökenli değil bir Türkmen velisidir. Bu anlamda da Vilayetname’nin bilgileri doğru değil. Vilayetname ile tarihe inip onu aydınlatacaklarını sananlar, tarihe değil efsaneler dünyasına inmiş olacaklardır. Kuşkusuz efsanelerden de tarihçilerin öğrenebileceği çok şey var; ancak bunlardan öğreneceğimiz tarihsel olgular değil, dönemin ve yazanın siyasal, kültürel dünyasıdır. Ancak onlardan bundan ötesini beklemek tarih yazıcısını ve ona inananları efsane kuyusunda boğar. Yesevilik, özellikleri İslamlaşmanın henüz başarıya ulaşamadığı bir dönemin, İslam’la birlikte eski inançların da birarada yaşadığı bir geçiş dönemine denk düşüyor. Bizzat Yesevi, dönemin İslamcılarınca sapkın görülen, farzlara uymayan, haremlik selamlık ayrımına itibar etmeyen bir dönem bilgesi. Yesevi damar üzerinden sonradan İslamcılaşanlar Nakşibendiliği üretirken İslamcılaşmayıp kendi Alevi sentezini kuranlar ise Bâtıni tarikatlarla ilişkileneceklerdir. Bu anlamda Bektaş-ı Veli ile Yesevi arasında tarihsel-teolojik bir etkilenmeden söz edilse de organik bir bağdan kesinlikle söz edilemez. Aksine Bektaşilik açısından organik bir bağ, ancak Babailik ve Vefailik’le kurulabilir. Ki Bektaş-ı Veli’nin, Ede Bâli, Geyikli Baba, vb., dönemin tüm erenleri gibi kendini Vefai gördüğü ve yine bir Vefai olan Baba İlyas’ın halifesi olduğu biliniyor. Fuat Köprülü’nün de işaret ettiği gibi, “Tacü’l-Arif’in” lâkabıyla da tanınan Seyyid Ebu’l Vefa-yi Kürdî, Baba İlyas öncesi Batıni inanç ekolünün en büyük etkeni durumundadır.

Osman’a Elifi Taç Giydirmek! Vilayetname’de Hacı Bektaş’ın, 1160’ta ölen Yesevî’den, gerçek dışı, tarih dışı bir şekilde ders aldırılması yetmezmiş gibi, bir de 1290’larda Osman Bey ile görüşen bir Bektaş ile karşı karşıyayız. Oysa ölümü 1271 olan Bektaş-ı Veli’nin Yesevî’nin yaşlılığına yetişmesi mümkün olmadığı gibi Osman’ın ilk iktidar dönemine yetişmesi de mümkün değil. Buna rağmen Osman Bey’e Elifi Taç giydirip kılıç kuşatan bir Bektaş’la karşı karşıyayız. Dolayısıyla bütün bu bilgilerden, Vilayetname’nin efsaneler dünyasına ilişkin bir anlatı olduğu sonucuna varıyoruz. Vilayetname’ye göre Bektaş’ın Osmanlı kurucusu Osman Bey’le de aynı dönemde yaşadı-

Sayı 41


SERÇEÞME ğını, onunla konuştuğunu, onu kutsadığını, “bizim yaptığımız gibi onu kâfire göndersin” diye Sultan Alaattin Keyhüsrev’e emir verdiğini, bunun üzerine “Osmanoğulları askerinin hiç bozguna uğramadığını” öğreniyoruz. Özetle Vilayetnamede, Alevilikteki Kızılbaş özellikleri de göremediğimiz gibi Hace Bektaş’a özgü pasifist, barışçı, öteki inançları bir gören anlayışları da göremiyoruz. Ama buna rağmen Hacı Bektaş’a gerçek dışı bir şekilde yüklenen bu Yeniçeri kuruculuğu ve ajitatörlüğü damgasını bir övünç vesilesi yapabilenler de olmaktadır: “1339 yılında Bursa Atıcılar Meydanı’nda mahşeri bir kalabalık toplanmıştı. Bütün gönüller büyük önder Orhan Bey ile evliyalar bağr-ı başı, erenler başçeşmesi Hacı Bektâş-i Veli’nin muhabbetiyle dolanıyordu. Bursa tarihi bir an yaşıyordu. Orhan Gazi yeni bir ordu kurmak üzere, Türklüğün ikinci Nuh’u Hacı Bektâş-ı Veli’yi davet etmişti. Büyük Türk evliyasının görklü bakışıyla bütün kalpler fetholmuş genç ihtiyar çoluk çocuk in cin dağ taş istiklâle çıkmıştı. Hacı Bektâş-ı Veli, güzeşteleriyle beraber Bursa’yı şereflendirmişti. Gülbanklar dalga dalga semalara yükseliyordu. Allah Allah şayialarıyla yer gök dolmuştu. Hacı Bektaş-ı Veli alana ulu bir ateş yaktırmış, üstüne bir kazan oturtmuş, aş pişiriyordu. Hacı Bektâş-ı Veli ağır ağır doğrulmuş, sağ elini Bati istikametine çevirmiş, manen İstanbul’un, Kosova’nın, Belgrat’ın, Varna’nın, Budapeşte’nin fethini işaret ediyordu.” (Turgut Koca Baba’dan aktaran Şevki Koca, Cem Dergisi, sayı 96, s. 26.)

Bektaşiliğin İstismarı Orhan Bey ile o, doğmadan ölmüş olan Bektâşı Veli’yi aynı sahnede oynatmak gibi maddî hatalar ve komik mizansenler bir yana, burada çizilen Bektâş-ı Veli portresinin, gerçeğinin tam karşıtı olmak üzere, İstanbul’dan, Belgrat’a, fetihten fetihe koşan (ve tabiî bunun kaçınıl-

maz sonucu, dönüp kendi halkına saldıran) bir Yeniçeri ağası portresi olduğu açıktır. Burada egemene, hele ki onun militarizmine yataklık yapan bir Bektaşîliğin, kaçınılmaz olarak kendi zıddına dönüşünün sonuçları ile karşı karşıyayız. Bu efsaneyi esas alan Bektaşiliğin Osmanlıcı kanadı Babaganlığın son dedebabası Bedri Noyan da Hacı Bektaş’ın ölüm tarihini 1337 (738.H)’ye, yani ölümünden 66 yıl sonrasına kadar götürecektir; böylece Yeniçeri’nin bizzat onun tarafından kutsandığını ispatlamaya, Osmanlı iktidarının uzantısı bir Bektaşîlik anlayışını, bizzat Hacı Bektaş üzerinden meşrulaştırmaya çalışacaktır. Devşirme ve Yeniçeri zihniyetini Bektaşîlik görüntüsü altında günümüze taşımaya çalışan bu anlayış, aynı zamanda geleneğin önemli postnişini Kalender Çelebi’den de; “vatan bütünlüğünü tehlikeye atan” bir “asi” diye söz ederek, Osmanlı’yı “vatan” düzlemine yükselten bir anakronizm sergileyecektir. (B. Noyan, Bektaşîlik ve Alevîlik, s. 154, 115) Benzer sorun alanları Makalat’ta da bulunmaktadır. Doğrudan Hacı Bektaş’a atfedilen Makalat’ın da gerçekte Hacı Bektaş’a ait olmadığı bir yana, tarikat kurmamış olan Hacı Bektaş’a tarikattan sözettirilmekte, “Her ne ararsan kendinde ara Mekke’de Kudüs’te Hac’da değildir” diyen bu inanç önderine Hac’cın farz olduğu söyletilmektedir. (İ. Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Gerçeğe, s.107) Tıpkı Vilayetname’nin Hacı Bektaş’a bir paye olarak “hacı” yapmakta, hacca gitmiş göstermesi gibi. Nakşibendî Şeyhi Esat Coşan’ın, Makalat’tan hareketle Bektaş-ı Veli’nin ortodoks anlamda Müslümanlığını “ispatlaması” da, bu tip sorun alanlarının istismar örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak kabul edilmelidir ki bu tarihe yönelik istismar örnekleri, sadece Coşan’da gördüğümüz gibi “dışarıdan” yapılmamakta, Hacı Bektaş, “içeriden” ve çok daha etkili istismar örnekleriyle karşılaşmaktadır.

Genel Başkanımız Av. Fevzi Gümüş, Olli Rehn İle Buluştu PSAKD Basın Bürosu, 5 Mayıs 2008

P

IR SULTAN Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş, Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ile 5 Mayıs 2008 Pazartesi günü akşam yemeğinde buluştu. Genel Başkanımız yarın (Salı günü) Ankara’da Bakanlar düzeyindeki Türkiye-AB Troyka toplantısı öncesi, Alevilerin Türkiye’de yaşadıkları sorunları Avrupa Komisyonu Üyesi Olli Rehn Başkanlığındaki heyete anlattı ve Trokya toplantısında ele alınması ve görüşülmesi talebinde bulundu. Buluşma AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi Marc Pierini’nin daveti ile gerçekleşti. Yaklaşık iki buçuk saat süren buluşmada heyet ile birlikte akşam yemeği yenilerek Türkiye’de Demokrasi ve Laiklik ekseninde Alevilerin sorunları görüşüldü. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş görüşmede AKP’nin özgürlükçü olmadığı, demokrasi ve laiklik konusunda ülkeyi geriye götürdüğünü, 12 Eylül Hukukunun arkasına saklanarak Alevi varlığını tanımadığını, laiklik konusunda milli görüş geleneğinden aldığı mirası sürdürdüğünü, zorunlu din dersleri konusunda

Mayıs 2008

AHİM ve Danıştay’ın verdiği kararları uygulamaktan kaçınarak göz boyama siyaseti güttüğünü ve hatta zorunlu din dersleri ile ilgili AHİM’in verdiği kararı Diyanet İşleri Başkanlığından görüş alınmalıydı şeklinde yorumlayarak adeta ulema görüşleri ile ülkeyi yönetmeye heveslendiğini, DİB’nın demokrasi ve laiklik açısından ülkemizde bir kambura dönüştüğünü ve AKP’nin bu gerçeği tartışmaktan kaçındığını, Alevilerin inanç merkezi olan Cemevlerinin yasallaşmasına ilişkin hiçbir çaba sergilemediğini ifade etti. Gümüş, ayrıca AKP hükümetinin 1 Mayıs ve Sakarya’daki linç girişimi örneğinde görüldüğü gibi ülkeyi Madımaklaştırmak istediği görüşlerini de ifade etti. Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ise Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş tarafından ifade edilen görüşleri not ederek önümüzdeki müzakere sürecinde ve AB İlerleme Raporlarında Alevilerin sorunlarının çözümü yönünde çaba sarf edeceğini ifade etti. Buluşma yaklaşık 2,5 saat sürdü ve dostça bir ortamda gerçekleşti.

PİPPA BACCA Giuseppina Pasqualino di Marineo 9 Aralık 1974 - 31 Mart 2008

P

İPPA BACCA sahne adıyla gösteriler düzenleyen İtalyan sanatçı Guiseppina Pasqualino di Marineo, sanatçı arkadaşı Silvia Moro ile birlikte “Barış Gelini” adı altında, gelinlikle dünya barışı için çeşitli ülkeleri kapsayan bir yolculuğa çıkmıştı. 8 Mart 2008’de Milano’dan başlayan yolculukları Balkan ülkeleri üzerinde, Türkiye’ye varmıştı. Önlerinde Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin üzerinden Tel-Aviv yolu vardı. İstanbul’a vardıklarında basının yakın ilgi gösterdiği iki sanatçı ayrı ayrı yola devam etmek ve Nisan ortalarında Kudüs’e ulaşmak için yola çıktılar. Pippa Bacca, Kocaeli, Gebze ilçesine bağlı Tavşanlı köyü yakınlarında tecavüze uğradı ve boğularak öldürüldü. Barış Gelini olmak gibi ilginç bir gösteri düşünen yaratıcılığa ve bunu uygulama cesaretine sahip sanatçı Pippa’nın aklına gelmeyen, yıllardır süren iç savaşın ve kadını meta gibi gören gericiliğin ülkemizi nasıl bir yangın yerine çevirdiğiydi. Altıncı Ölüm Yıldönümünde

AŞIK MAHZUNİ ŞERİF HER DAİM GÖNLÜMÜZDE

11


SERÇEÞME

Aleviler ve Devlet İlişkisi - Bölüm II Metin Acar Sosyolog/Siyaset ve Sosyal Bilimler Uzmanı

O

SMANLI’DA siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel nedenler açısından ilişkilerin seyri, Kızılbaşlar ve Bektaşiler açısından farklı olmuştur. Her ne kadar Kızılbaş-Bektaşi olarak bu iki zümreyi birbirinden ayırmıyor, kavram olarak birlikte kullanıyor olsak da Osmanlı’nın bu iki gruba bakışı ve onlarında Osmanlı’ya bakışı farklı olmuştur. Bunun için de, süreci Kızılbaşlar ve Bektaşiler olarak ele almak gerekmektedir.

Kızılbaşlar Osmanlı Devleti büyüyüp geliştikçe merkezkenar çatışması ortaya çıktı. Devlet olmanın gereği olarak ilk dönemlerdeki geniş hoşgörü ortamı kalktı, sistem donuklaştı. Bu durumdan Heterodoks kitle olumsuz anlamda etkilendi. Özellikle fetihlerde önemli rol oynayan Türkmen kabileleri Osmanlı Devletine yabancılaştı. Çünkü gittikçe merkezi bir yapıya bürünen Osmanlı Devleti, otoritesini ve düzenini tehlikeye sokan Türkmenlerin özgürlüklerini kısıtlayıp, yaşam tarzlarını değiştirmeye zorlayarak, onları tamamen merkezi yönetimin kontrolü altına almak istiyordu. Bunun için sosyo-ekonomik ve hatta dini hayatlarını da bu yapıya uydurmak çabası içinde olmuştur. 16. Yüzyıl’da hızlı nüfus artışı nedeniyle ekilebilir alanlar, göçebelerin yaylaları aleyhine hızla genişlemekteydi. Bu gelişmeler kenar ile merkezin ilişkilerinin oldukça gerilmesine yol açmıştır. Osmanlı göçebelerin toprağa yerleşmesi için “ağır vergiler, köprü ve madenlerde zorunlu çalışma” (İnalcık 1993a:24), “yerleşik insanlara verdikleri zararları ödetme” (Linder 1983:54-55), ya da “göçebeleri sürgün ederek otoritesine karşı koyan toplulukları etkisiz kılmak” (İnalcık 1994:32) gibi yaptırımlar getirmişti. Amaç Türkmenleri yıldırmak ve fakirleştirmek, böylelikle de yerleşik hayata geçmeye mecbur kılmaktı. Türkmenlerin önünde iki yol vardır; ya özgürlüklerini yitirecek ya da isyan edeceklerdir. Batı bölgelerinde bulunan aynı inanışa sahip Yörükler, bu alanların düz ve ekilebilir alanlar olması dolayısıyla uyum sağlarken, iç ve doğuda bulunan Türkmenler için aynı durum geçerli değildi. Bu duruma en büyük tepki Anadolu’nun doğusunda ortaya çıktı. Doğunun dağlık alanlardan oluşması ve batının aksine kalabalık Türkmen gruplarının bulunması, bu uygulamalara karşı gelmelerini de kolaylaştırmış, Safeviler’in ortaya çıkmasıyla da, sorun daha ciddi bir hal almıştır.1 Merkezileşmeye karşı geliştirilen direniş, Selçuklularda olduğu gibi 16. Yüzyıl’da Safevi propagandası ile ortaya çıkan isyanlar içinde geçerlidir. Yüzyıllardır hemen hemen aynı nedenden ortaya çıkan bu isyanlar, göçebe Türkler arasında bir “isyan geleneği” oluşturmuştur. 15. yüzyılda itibaren merkezileşen Osmanlı karşısında “heterodoks” kitle, Anadolu’nun Müslümanlaştırılması ve Türkleştirilmesi sırasında sahip oldukları haklarını kaybetti. Osmanlı Sünni İslamın temsilcisi olarak, izlediği her politikayı bu çerçevede meşrulaştırdığı için, Osmanlı’ya muhalif olan heterodoks bir İslami anlayışı benimsemiş olan Türkmenler de kendi dini inançlarıyla Osmanlı’ya cevap verdiler. Linder’in deyimiyle “Sultanları tarafından incitilen bu insanlar, kendi ‘Şahlarını’

12

yarattılar” (1983:38). Bu çelişki Türkmen heterodoksisi içinden Aleviliğin doğmasına yol açmıştır. Ahmet Yaşar Ocak (1996a:209) bunu şöyle açıklamaktadır: “Şah İsmail, Türkmenlerin inanç ve hayat tarzlarının yarattığı bu son derece uygun ortam içinde, bir yandan ‘zalim Osmanlı yezidinden intikam almaya’ mükemmel bir ideolojik araç halinde Kerbelâ matemi kültünü sokarken öte yandan, ilahlaştırılmış ve kendisiyle özdeşleştirilmiş bir Hz. Ali kültünü yerleştirmeyi başardı. İşte Türkmen heterodoksisi, Alevilik şekline böyle dönüştü.” Aleviliğin oluşumunda her ne kadar Şah İsmail’in etkisi varsa da, Kerbelâ mateminin Anadolu kültürüne girişi daha önce olmuştur. Bu konuda Heinz Halm (1991) şunları söylemektedir: Moğollardan önce ve sonra, mistikler ve Ali sempatizanları (bunlar Şii olmayabilirler) arasında var olagelen bağ, aynı zamanda İran, Irak, Suriye ve Anadolu’da genç erkekler birliği, Fütüvvet (Ahilik) arasında da bulunmaktaydı. Bu toplulukların askeri bir karakteri yoktu ve taraftarlarını genel olarak zanaatkâr kesiminden insanlardan sağlıyordu. Sloganları ‘yiğit delikanlılar’ idi. Bunlar lonca benzeri bir dayanışma kurmayı ve belediyesi olan bir topluluk olarak bir birlik oluşturmayı başardılar. Fütüvvet topluluğu için Ali hem bir model hem de koruyucudur; onların sloganları (düstur) ‘lâ fatâ illâ Alî’ (Ali en mükemmel, mahir genç) dir. Bu Fütüvvet topluluklarını Şii yapmamaktadır; örneğin Abbasi Halifesi elNasır (1180-1225) kendisini bu topluluğun lideri yapmanın yollarını aradı. Onlar, pek çok sufi tarikat gibi, daha çok şehirli halk arasında Ali sevgisini yaydılar. Bu doğal olarak Şii propagandalarına uymaktaydı. Bu durum özellikle de 1300’lü yıllarda Moğol hâkimiyetinin son bulması ile Anadolu’da kurulan pek çok Türkmen beylikleri arasında geçerliydi. Örneğin, Kuzey Anadolu’da bulunan Kastamonu’da kurulan Candaroğulları sarayında, Kerbela olayı eski Türkçe olarak yeniden yazılmıştır, fakat aynı zamanda -muhtemelen aynı yazar tarafından- Abbasiler için mücadele etmiş olan Ebu Müslüm hakkında bir roman yazılmıştır. Bu zamanlarda Anadolu’da ki Türkler arasında, İmami Şiiliği’ne inanan bulunmamaktaydı. Sufilik ve Fütüvve tarafından halk arasında Ali ve Hüseyin’e karşı sempati yayılmıştır. Bu durum Sünniliğin bir tür gizli Şii’leşmesidir ve Anadolu Aleviliğinin yolunu açmıştır denebilir. Göçebe Türkmen aşiretleri ve Osmanlı tarafından ortadan kaldırılan beyliklere mensup aşiretlerin “devlet içinde devlet” (İmperium in imperium) yapılarını ortadan kaldırmak Osmanlı’nın hedefi olmuştur. Uzun yıllar Anadolu’da egemenlik için Osmanlıya karşı savaş vermiş olan Karamanlılar, pek çok göçebe isyanını desteklemişlerdir ve onların “Selçukluların meşru varisi olarak, yerleşik İranlılaşmış (Alevi) yönetim ve medeniyeti uygun gördüğünü ve bu yönde söylemler kullandığını görmekteyiz” (Lindner 1983:107). Başka bir deyişle, “Anadolu Alevi Türkmen toplulukları bir siyasal egemenlik kavgasında kullanılıyordu” (Özkırımlı 1993:173). Bunun kanıtı olarak Anadolu’da, Sünni ve Alevi halk arasında

Aleviler kendi devlet perspektifleri doğrultusunda, sivil bir hareket olarak gelişmeyi tercih etmekle birlikte; gerektiğinde, zorlandıklarında ve kendilerince uygun tarihsel fırsatlarda silahlı ayaklanmaya kalkışmaktan geri durmamışlardır inançtan dolayı bir çatışma yaşandığına dair okuduğumuz eserlerde hiçbir bilgiye rastlanmamıştır. Türkmenlerin sorunu, inançtan çok güçlenen Osmanlı karşısında kaybettikleri haklarını geri alma çabası idi. Osmanlı merkezi yönetimi ise, Ocak’ın belirttiği gibi: “Bu geniş tabanlı halk hareketlerini ve kullandığı dini söylemleri, belirgin bir toplumsal değişimin ve bunun yarattığı bir takım rahatsızlıkların sonucu olarak değil, kendi otoritesine ve bu otoritesinin dayandığı inanç ve ideolojiye bir karşı çıkış olarak algılamıştır (1998:IX).” Sonuçta isyanlar ard arda patlak vermiştir. Bu isyanların tamamında “Alevilik eksenli, ihtilalci ve mesihçi bir ideoloji ile hareket edilerek”, Osmanlı saltanatını devirme amaç edinilmiştir. Kendilerine sahib-i zaman ve mehdi-i devran olarak niteleyen isyan liderleri, amaçlarının “Yezid’in mülkünü ele geçirmek olduğunu bizzat ifade etmişlerdir” (Ocak 1996b:157). Amaç var olan kötü koşulları düzeltmek ya da kendi lehlerine daha iyi şartlara kavuşturmak olmamış, devleti yıkmak amaçlı olan bu isyanlar, süreklilik gösteren bir iç savaşa dönüşmüştür. Savaş hiçbir insafın kaldıramayacağı ölçüde vahşilik sınırlarında dolaşmış ve Alevilerin ödediği bedeller çok ağır olmuştur. Buna karşın Osmanlı yönetimi ayaklanmaları tümüyle bastıramamıştır. II. Bayezid döneminden itibaren Alevi ayaklanmaları aralıksız devam etmiştir. Örneğin, 1510-1511 yılları arasında Şah Kulu ayaklanması, 1512 Nur Ali Halife Ayaklanması, 1517-1518 Bozoklu Celal Ayaklanması (Celali isyanlarına adını veren bu ayaklanmadır), 1519 Şah Veli Ayaklanması, 1525-1527 Süklün Koca- Baba Zünun Ayaklanması, hemen ardından Zünunoğlu Ayaklanması, 1526 Atmaca Ayaklanması, Yenice Bey Ayaklanması, Veli Halife Ayaklanması, 1526-1527 Kalender Çelebi Ayaklanması, 1529 Seydi Bey Ayaklanması2, liste böylelikle uzayıp gitmektedir. Bazı görüşler ayaklanmaların tümünün Safeviler ile alakalı olduğunu ileri sürmektedir. Örneğin Ali Bulaç “tarihte her iki topluluğu karşı karşıya getiren temel faktör siyasal iktidarlar arasındaki rekabet ve çatışma idi; yoksa İslam ve şeriat değildi” (1993: 25) demektedir. Oysa tarihe dönük olarak baktığımızda, 1512, Nur Ali Halife ayaklanması, “Safevi Devleti’yle yakın bağlantısı olan ve doğrudan Şah İsmail’ce yönlendirilen tek ayaklanmadır” (Bozkurt 1990:52). Bunun dışındaki ayaklanmaların Safeviler’le ilişkisi yoktur. Bu ayaklanmadan sonra Osmanlı İran’a sefer düzenlemiş ve Çaldıran Savaşı (1514) ile yenilen Şah İsmail,3 Safevi Devleti içinde değişime gitmiştir. Safeviler tarafından merkezi devleti olma yönünde giderken engel olarak görünen bu Kızılbaş Türkmen kitle sürgünlere uğramış ya da zorla yerleşik hayata geçmeye zorlanmıştır. Yani Osmanlı Devletinde yaşadıkları ile aynı

Sayı 41


SERÇEÞME akıbete uğramışlardır. Daha sonra Safevi Devleti, Şah Tahmasb’ın oğlu II. İsmail döneminde (1576-1578) On iki İmam Şiiliği görüşü ile Şia’lık eksenine geçmiş ve Anadolu Aleviliği ile ilişkiler kopmuş, her iki kesim de kendi yolunda ilerlemiştir. 1512 Nur Ali Halife Ayaklanmasından sonra Anadolu’da büyük bir Alevi kıyımı başlamıştır. Özellikle Yavuz Sultan Selim, bir yandan Aleviler üzerine kanla giderken, öte yandan ideolojik bir saldırıya da geçmiş ve ulemayı bununla görevlendirerek, Müftü Nureddin Hamza’dan “Kızılbaş taifenin kâfir ve mülhid sayılıp öldürülmesinin vacip olduğunu bildiren, hatta öldürülen ricallerin mallarının, kadın ve çocuklarının öldürenlerin hakkı” olduğunu bildiren bir fetva alarak4, Anadolu’ya adamlar gönderip “Kızılbaşları önce kaydettirmiş ve sonra da bu liste esas alınarak, çeşitli bölgelerde yaşayan kimi kaynaklarda 40 000 kişiyi” (Uzunçarşılı 1975:257) katletmiştir5. Bu katliamlarda “Kızılbaş kafasından minareler yapılmıştır” (Kemali 1932: 122). Sünni-Alevi ekseninde olayın din sorunu haline gelmesinde Yavuz Sultan Selim etkili olmuştur denebilir. Şah İsmail kendisini Şiilerin lideri olarak ilan edince, bunun karşıtı olarak Yavuzda Mısır’ın fethi ile Halifelik makamını alarak Sünni kitlenin lideri olmuş ve Halifeliği amaçları doğrultusunda kullanmıştır. Yani Osmanlı verdiği mücadelesini meşrulaştırmak için, kendisini “sapkınlara” karşı doğru İslamı, adaleti koruduğu yolundaki karşı propagandası, bu inançlarla verilen karşılıklı mücadeleler, zamanla toplumu Alevi-Sünni olarak ikiye bölmüştür. İdeolojik olarak devralınan bu mücadele, Osmanlı tarihi boyunca sürmüştür. Kızılbaş topluluklar göçebelikten gelen, cemaatçi nitelikler taşıyan bütün özelliklerini ayaklanmalar içinde sergileyerek sıkı bir örgütlenme içinde ayaklanmışlardır. Örneğin Şah Kulu ve Nur Ali Halife Ayaklanmalarında, cemaatin kadın ve çocuklarıyla birlikte topyekün katıldığı (ve topyekün katledildiği) ayaklanmalardır. Osmanlı dönemi Alevi ayaklanmalarının değişik biçim ve amaçlarla olsa da bazı ortak sonuçları vardır. Öncelikle Aleviler Osmanlı Devleti ile uzlaşmayı seçmemiş aksine, Osmanlı’yla sürekli bir mücadele içinde olmuştur. Hatta Aleviler kendilerini hiçbir zaman Osmanlı’dan saymamış gibi bir görünüm sunarlar. İkinci olarak Alevi topluluklarda belli bir devlet perspektifi vardır ve bu perspektif kendini Safevi Devletinde cisimleştirmiştir. Üçüncü olarak Aleviler kendi devlet perspektifleri doğrultusunda, sivil bir hareket olarak gelişmeyi tercih etmekle birlikte; gerektiğinde, zorlandıklarında ve kendilerince uygun tarihsel fırsatlarda silahlı ayaklanmaya kalkışmaktan geri durmamışlardır. Ayrıca, Aleviler hiçbir zaman politik olarak durgun bir kitle olmayı seçmemiş, aksine sürekli hareket halinde ve eylem içinde olmayı seçmişlerdir. Şunu da belirtmek gerekir ki tüm bu sonuçlar Alevilerin içinde bulundukları tarihsel ve sosyal koşullar ele alınarak düşünülmelidir. Yoksa mutlak bir gerçeklik ve öğretiye aitmiş gibi sunulamaz ve anlamlandırılamaz.

Bektaşiler Kızılbaş topluluğu ile Osmanlı arasında çok şiddetli ve gerilimli bir ilişki varken, Alevilik içinde sayılan Bektaşiliğin durumu daha farklı olmuştur. 16. Yüzyıl’da Balım Sultan, Haydarilikten ayrılıp Osmanlı hükümet merkezinin

Mayıs 2008

de desteğini alarak Bektaşilik tarikatını Hacı Bektaş Veli’nin adına, bugün bildiğimiz şekliyle fiilen kurmuştur ve 15.6.1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasına kadar zaman zaman Osmanlı yönetimi ile sorunlar yaşanmışsa da, toplu katliamlarla karşılaşmamış ve Alevi ayaklanmalarına mesafeli bir tutum takınmışlardır. Suraiya Faraoqhi (1995 a:178), “II. Beyazid’dan itibaren ‘Kızılbaşlar’ arasında büyük nüfuza sahip olan Bektaşi tarikatının göçebeleri ‘Müslümanlaştırmak’ amacıyla kullanıldığını” belirtmektedir. Bektaşi tarikatının bu amaç için kullanılmasının nedeni ise, bu tarikatın önceleri aşırı öğretiler taşımaması idi. Oysa Kızılbaşlar Ali’yi tanrının yer yüzündeki yansıması olarak kabul etmekle birlikte, Şah’ın Tanrı ve Ali’nin bedenleşmiş hali olduğu “tevella” ve “teberra”6 gibi inançlara da sahiptirler. Bektaşiler Sünni olmasa da, Osmanlı yönetimi tarafından bu aşırı Şii öğretiler karşısında daha ılımlı bir tarikat olarak görülmekteydiler. Mélikoff (1972:30-31) Kızılbaş öğretiler etkisi olmadan önce Bektaşiler hakkında şunları söylemektedir: “XVI. yüzyıldan önce bu tasavvuf tarikatı (Bektaşilik) üstüne tüm bildiklerimiz, bu tarikatın halkça tutulması, törenlerinde Türk dilini kullanmış olması ve şeriata uymamasıdır. Hacı Bektaş da Türkmen babalarındandı. Türkmen babaları da daha epeyce iptidai bir İslamlık örtüsü altında köylerdeki Türk halkının erişebileceği bir görüşü tavsiye ediyorlardı. Bu görüş belki de, eski Türklerin dini tatbikatları, adı Hacı Bektaş’a bağlı an’anede beliren Orta Asya’nın büyük tasavvufu Ahmet Yesevi tarafından etkilenmiş bir tasavvuf sistemiyle birleştirilmiştir. Başka bir deyişle, bütün bunlarda Bektaşi-Alevi edebiyatının özellikleri olan aşırı unsurların hiç birini bulamıyoruz; tevella ve teberra görüşüyle tamamlanan Ali’ye aşırı bağlılığın, Şah Hatayi çağından beri bu edebiyatta açıkça gözüken görüşlerin, tecelli ve tenasuh’un hiçbir izini bulamıyoruz. Şah Hatayi’den önceki Bektaşi denen şairlerin arasında Yunus Emre’yi, Said Emre’yi, Abdal Musa’yı, Kaygusuz Abdal’ı, Nesim’i, Temennayi’yi buluruz. Bu değişik şairlerin mısraları, özellikle Kaygusuz Abdal az çok hepsinin etkilendikleri Yunus Emre’nin ilhamından farklı bir ilham koymaz. Anılan şairlerin hiçbirinde aşırı yönelmeler bulunmaz.” Sultanlar tarafından Kızılbaşları kontrol altına almak amacıyla görevlendirilen bu eğitici Bektaşi dervişler, “kendilerini, yabancı ülkeler yerine, atalarının inançlarını ve batıl inanışları korumakta olan kardeşleri arasında bulunca, bu uygun zeminde Kızılbaş öğretilerin etkisi altına kolayca girdiler” (Mélikoff 1994:224). Faraoqhi (1995b:178-180) ise Kızılbaşları Şii inançtan kurtarmak için görevlendirilen bu dervişlerin, insanlar üzerinde etkili olmak için bu göçebe kültürü benimsemek zorunda kaldıklarını, bunun sonucu olarak da Bektaşi Tarikatının, Kızılbaş öğretisinin etkisine girdiğini söylemektedir. Faraoqhi, Kehl-Bodorgi ve Hanna Sohrweid’e dayanarak “Safevi İran’ın da aradığını bulamayan Kızılbaşların, Bektaşilere yakınlaşmaya başladığını ve bu yakınlaşmanın 16. yüzyıl ortalarından sonra daha da kuvvetlendiğini” (1995:174) söylemektedir. Karamustafa’da (1994:245-246) 16. Yüzyıl’da Osmanlı, Özbek ve Safevi gibi büyük yerel imparatorlukların kurulmasının heterodoks (Devamı 14. Sayfada)

PROF. DR. HALİL ÇİVİ 1945 yılında Sivas iline bağlı Kervansaray Köyü’nde doğdu. Önce köy hocalarından eski yazı ve dini bilgiler öğrendi. Doğduğu köyde okul yoktu, Sivas, Merkez, İşhan köyünde ilkokulu bitirdi. İstanbul’a gitti. Emirgan Orta Okulu ve Haydarpaşa Lisesi’nde okudu. 1972 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Aynı yıl asistan olarak akademik yaşama başladı. Değişik üniversitelerde öğretim üyeliği, yöneticilik ve Üniversitelerarası Kurul Üyeliği yaptı. Mesleki alanda çok sayıda yayına imza attı. Prof. Çivi, halk edebiyatı ve halk şiirine ilgisini hep canlı tuttu. Yazdığı şiirler nedeni ile onun şair kişiliği hakkında bilimsel tez çalışması yapıldı. Halktan ve halk için yazmaktan zevk almaya devam etti. Prof. Çivi evli, üç kız çocuğu ve torun sahibidir. Günümüzde İnönü Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlık görevindedir.

Görmeli Gayri… İrtica dirilmiş, dört yanı sarmış; Bu tufana bir set vurmalı gayri, Yobazlık tırmanmış doruğa varmış; Bu kötü gidişat durmalı gayri. Meydanlar mürteci-dinciye kalmış; Yasa dışı yurtlar, evler kök salmış; Laik eğitimin içi boşalmış; Bu işe bir çare bulmalı gayri. Güzel dinim olmuş servet aracı; Falcıyla muskacı olmuş baş tacı; Üfürükçü yapar olmuş ilacı; Bu gidişe bir son vermeli gayri. Çıkarcı siyaset ikbal getirmiş; Aslan yatağına tilki oturmuş; Şarlatanlar malı almış götürmüş; Bu paslı zinciri kırmalı gayri. Yeni kuşak a-politik nesilmiş; Devleti-milleti gönlünden silmiş; Bilim insanları sus-pus kesilmiş; Bilmem kimden akıl sormalı gayri. Dönek devrimciler medyaya dolmuş, Irkçı, bölücüler baş tacı olmuş; Atatürkçü nesil kararsız kalmış; Kesin bir karara varmalı gayri. Akıl dağlarını duman bürümüş; Dinci tezgahtarlık almış yürümüş; Devrim sahipleri çok mu kör imiş; Dostlar bu yarayı sarmalı gayri. Liboş aydınlara virüs bulaşmış; Devrim oklarının hedefi şaşmış; Yoksul halk ekmeğin derdine düşmüş; Kalkınma borusu çalmalı gayri. Tu-kaka edilmiş bilim insanı; Menzile varmamış akıl kervanı; Dışlamışlar Atatürk’ü ananı; Devrimciler başa gelmeli gayri. Halil Çivi söyler temiz yürekle; Laik Cumhuriyet yaşar emekle; Çözüm üretilmez hep beklemekle; Bu kötü gidişi görmeli gayri. 16 Ağustos 2007 Malatya

13


SERÇEÞME

PROF. DR. HALİL ÇİVİ

(Baştarafı 13. Sayfada)

Aleviler ve Devlet İlişkisi

Yaşam Döngüsü Annen, baban sevgi mektubu yazar; Canlanıp bir insan olasın gelir. Dokuz aylık yoldan bir ışık sızar; Dünya denen yere gelesin gelir. Tezce unutulur doğum feryadı; Nüfusa işlenir doğanın adı, Tüm ailen senden alır muradı, Sevgi denizine dalasın gelir. Büyüdükçe etrafını süzersin; Bir yaşında ayaklanır gezersin, İkisinde dilbağını çözersin, Gördüğün her şeyi sorasın gelir. Oyun çağın gelir, derslerin başlar. Kıskançlığın gide gide yavaşlar, Gelecek üstüne görülür düşler, Hayal dünyasında kalasın gelir. Bir gün gelir ergen gibi yürürsün, Bir bakışa binbir anlam verirsin, Karşı cinsi hayal eder durursun, Herkesin gönlünü çalasın gelir. Delikanlıyım der evde durmazsın, Zamanında meskenine varmazsın, Annene, babana hatır sormazsın, Ellerin uğruna ölesin gelir. Gençken gezmek ister insanın canı, Sevda derdi gelir, tutar yakanı, Geçim derdi bozar bu fiyakanı, Çarnaçar bir meslek bulasın gelir. Ya bir meslek öğren, seni kurtarsın, Ya da okur, masa başı tutarsın, Sonra döner para ile satarsın, Evlenip bir yuva kurasın gelir. En sonunda deli gönlün durulur, İki can bir olur, yuva kurulur, Çocukların doğar, yaşam dirilir. Her yana şan, şöhret salasın gelir. Mal, mülk derdi seni çokça oyalar, Geçim endişesi derin kök salar, Gençlik uçup gider, ten rengin solar Bu acı yazgıyı silesin gelir. Torunların dizlerine sarılır, Yaşam çarkı yeni baştan kurulur, Solan tenin sanki tekrar dirilir, Ömrünü onlara veresin gelir Bu yalancı bahar çabucak biter, Öbür dünya derdi giderek artar, Mirasçılar seni malınla tartar, Saçını başını yolasın gelir Bedenin tükenir, bezer gidersin, Ölüm kaçınılmaz, sezer gidersin, Bir ibret destanı yazar gidersin, Dönüp hallerine gülesin gelir. Halil Çivi haber var mı öteden Toprağa karışır, toz olur beden, Kimseler bilemez geri dönmeden, Bu sırrı arayıp bulasın gelir.

14

derviş gruplarının daha sıkı organize olmalarına sebep olduğunu ve bu ortamda Anadolu ve Balkanlar’da Bektaşiliğin, Kalenderilerin, Haydarilerin ve Abdalların meşruiyetini sağlayan önemli yeni bir tarikat olarak ortaya çıktığını söylemektedir. De Jong “Bu bölgede (Balkanlarda) 16., 17. ve 18. Yüzyıllarda ‘Bektaşilik’ empoze edilmeye çalışılmıştır” (1993:216) demektedir. Osmanlı sadece Balkanlar’da değil, Anadolu’daki diğer derviş grupları Abdallar, Torlaklar ve Işıkları da Bektaşi tarikatı altında toplamıştır. Tüm bunlar Bektaşiliğin Osmanlı tarafından, Kızılbaşlığı etkisiz hale getirmek için kullanıldığını ve uzun süre bunun sürdüğünü göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğu, her ne kadar Bektaşi tarikatı aracılığı ile Kızılbaş kesimi kontrol altında tutarak, hem aşırı Şii öğelerden uzaklaştırmayı, hem de kontrol altına alabilmeyi umut etmişse de, Kızılbaşlar bu tarikata bağlanmalarına rağmen yollarına devam etmişler, üstelik Bektaşi tarikatını derinden etkilemişlerdir. Bektaşiler, geniş heterodoks kitleyi çatısı altında topladığı ve Yeniçeri Ocağı bu tarikata bağlı olduğu için, hem Osmanlı hem de Bektaşi tarikatı birbirleri ile olabildiğince iyi geçinmeye çalışmışlardır. Yeniçeriler Osmanlı için sorun yaratmaya başlayınca kanlı bir şekilde ortadan kaldırılmıştır. Yeniçeri Ocağıyla bağlarından dolayı, Bektaşi Tarikatı da yapılan katliam ve yıkımdan payını almış ve tarikat kapatılıp kovuşturmaya uğramıştır. Bundan sonra tarikat gizlilik içerisine girmiş ve bu durumu tüm tarikatların yasaklandığı 1925 yılına kadar devam etmiştir. Bektaşiler kentlerde yaşayan, aydın zümre olarak Alevilerden ayrılmaktadır. Mélikoff’a göre “Bektaşiler, her zaman serbest görüşlü ve kural dışı insanlar olarak tanınmışlardır” (1999:302). Ancak bu kapatılma onların ibadet ve tekke yapılarıyla gizlenmelerini getirmişse de, Osmanlı’nın siyasi hayatını etkilemesini engellememiş, belki de bu durumu kolaylaştırmıştır. Bektaşiler, kendileri ile aynı ideali (Hürriyetçi, gelenek dışı, dini otoriteye karşı olma) paylaştıkları Far-masonların yanında bir destek bulmuşlardır.7 Tanzimat Fermanı ile hangi din ve ırktan olursa olsun, İmparatorluğun bütün unsurlarının eşitliğini savunan bildirge okunmuş, Batıda var olan eşitlik, özgürlük, milliyetçilik söylemleri Osmanlıya girmiş, bu süreçte ortaya çıkan siyasi hareketliliklerde Bektaşiler ve Far masonlar yan yana yürümüşler ve hatta ünlü bazı Bektaşilerin, Farmason olarak siyasi arenada olduğu gözlenmiştir. Mélikoff’un, Ramasaur’dan aktardığına göre “hür ve aydın seçkin bir kesimden gelen Bektaşiler, XIX. Yüzyıl’da Osmanlı İmparatorluğu içinde, Franc-mason’luğun Avrupa inkılâp hareketi içinde oynadıkları role benzer bir rol oynamışlardır” (1994:233). Hasta Osmanlıyı kurtarmak için hareket eden gruplar 1850’den sonra etkin olmuş ve bunlar içerisinde Bektaşiler, hem liderlik hem de destek anlamında önemli rol oynamıştır. 1865’de kurulan, Bâbıâli Tercüme Odası, Yeni Osmanlılar Cemiyetini oluşturmuşlardır ki aralarında Bektaşi olan, şair Namık Kemal’de bulunmaktadır. Daha sonra Jön Türkler Hareketi oluşmuş ve bu hareketin önderleri Anadolu’ya sürgün edilince, başta Bektaşiler (Mevleviler ve

Melamilerde) olmak üzere tarikatlardan destek bulmuş, İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulduğunda öncelikle Far-masonlarla ortak bağları bulunan Bektaşilerden yararlanmıştır. Şair Abdülhak Hamid de Bektaşi olarak, Namık Kemal gibi öncü Jön Türk kadrosu içerisinde bulunmuştur. Yine Bektaşi Baba Rıza Tevfik, İttihat Terakki Komitesi üyesi Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Talat Paşa önemli Bektaşilerden bazılarıdır. Birge (1991), Bektaşilik ile ilgili olarak 1867’den başlayarak dikkate değer ölçüde kitapların yayınlanmaya başladığını söylemektedir. Bunun, yönetimin izni olmadan yapılmayacağı açıktır. Bunu Sultan Abdülaziz’in Bektaşi olan annesi tarafından mümkün kılındığı yine Birge (1991:94) tarafından aktarılmaktadır. Yine Mélikoff 1826’dan sonra Bektaşiliğin etkinliğinin sürdürülmesini üst düzeyde desteğe bağlayarak “Sultanların yakın çevrelerinden birçok prenses -valide ve hemşire sultan- Bektaşi idiler” (1994:234) demektedir. 1876’dan itibaren Bektaşilerin, Fransız Devrimi’yle ortaya çıkan paradigmayla yoğun bir ilişki içerisine olduğu bizzat kendi yayınlarından anlaşılmaktadır. Aydınlanmacı kavramlar Bektaşilerce tartışılmıştır. İttihat ve Terakki Partisi içerisinde bu kavramlar doğrultusunda bir mücadele vermişlerdir. Enver Paşa’nın Hacı Bektaş’ı ziyareti anılarda canlı tutulmaktadır ve Çelebi Cemalettin, I. Dünya Savaşı’nda Mücahidin Alayı adıyla bir alay oluşturmuş ve bizzat savaşa katılmıştır. Sonuç olarak Bektaşilik Osmanlı ile ilişkileri dolayısıyla Yeniçeri Ocağı’nın kapatılışına kadar sistem içerisinde kalarak kendisine yer edinmiştir. 1820’den sonra ise Osmanlı sistemi içerisinde Far-Mason’lukla ilişkiye geçerek kendisini devam ettirmiştir. Ancak aldığı büyük darbelerle tekkelerinin Sünni tarikatlara devri ile de tüm çabalarına rağmen geçmişin etkili ve büyük gücünü yeniden kazanamamıştır.

NOTLAR 1

2 3 4

5

6

7

Bkz.: Oktay Efendiyev, “Safavi Devleti’nin Kuruluşunda Türk Aşiretlerinin Rolü” 1997:29-42. Bu ayaklanmalar hakkında Bkz. Baki Öz, Osmanlıda Alevi Ayaklanmaları, 2. Baskı, İstanbul, Ant Yayınları, 1992. Şah İsmail ve Alevilik ilişkisi için Bkz. “Şahların Şahı İsmail”, Pir Sultan Abdal Kültür ve Sanat Dergisi, No: 46, 2001:38-62. Fetvanın Osmanlıca metni Şahabettin Tekindağ, “Yavuz Sultan Selim’in İran seferi”, İÜ. EF. Tarih Dergisi, C 17, No 22, 1968; Türkçe metni, Rıza Zelyut, Aleviler Ne Yapmalı, İstanbul, Yön Yayınları, 1993. İ. Hakkı Uzunçarşılı bu rakamı verirken, Solakzade Tarihinde şunlar söylenmektedir. “Padişah Hazretleri (…) Kızılbaşları teftiş için vilayet valilerine Şerifler göndermiş ve yedi yaşından yukarı olanlardan, ne kadar kerih guruh’a mensup var ise, bütün eşkiyanın isimlerini defter ettirmiş idi. Toplamı kırk bin miktarı olan bu sapıkların kimi maktül ve kimi mahpus olmuş idi” (1989:s.16), bu sözlerden bazılarının “maktül” yani öldürülmüş, bazılarının ise “mahpus” edilmiş yani hapsedildikleri anlaşılmaktadır. Sonuçta bu olaydan 40 bin kişinin direkt olarak etkilendiği üzerinde anlaşma sağlanmıştır. Tevella: Ehl-i Beyt’i yürekten sevmektir. Teberra: Ehl-i Beyt’e düşman olanlara, Kerbela’da İmam Hüseyin’i şehit edenlere lanet etmektir (Yaman 1994:38). Masonluk için Bkz.: “Masonluk”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 5 , İletişim Yayınları, 1983:1347-1362.

Sayı 41


SERÇEÞME

ANTALYA ABDAL MUSA KÜLTÜR DERNEĞİ İLE SERÇEŞME DERGİSİNİN BİRLİKTE YÜRÜTTÜĞÜ ÇALIŞMALAR

Antalya’nın Bektaşi ve Tahtacı Köylerinden İzlenimler – Bölüm III Gülçin Akça – Ahmet Koçak Yazı dizimizin son bölümünde Antalya, Finike, Gökbük köyünde ve Serik’de yapılan cemleri ve Pınar köyünden izlenimlerimizi anlatacağız. Ayrıca planladığımız halde gidemediğimiz köyler üzerine izlenimlerimizi aktaracağız. Yaptığımız alan çalışmasının giderlerinin karşılamak için Ocak ayından başlayarak ayda bir konser düzenledik. Mart ayında yapılan “Tebriz’den, Şah Hatayi Diyarından Bir Ses: Cavit Murtezaoğlu” konserinden bahsetmiştik. Cavit can hiçbir ücret talep etmemiş, çalışmalarımıza her zaman destek olacağını söylemişti. Böylesi candan bir insanla dostluk kurmuş olmanın hazzıyla, Cavit’i canlarımızla içice etme çabasına girdik. 8 Mart, Cuma akşamı Antalya Abdal Musa Kültür Derneğinde yapılacak birlik cemine davet ettik. Ne var ki cemde doğan bir durum canımızı sıktı, ancak tüm katılanların o cemi unutmayacağını da biliyoruz.

Cavit Murtezaoğlu ve Cemde Tartışma Cemde hizmetlere geçmeden önce Dernek Başkanı Gülçin Akça kısa bir konuşma yaptı: “Bugün Tebriz’den, İran Azerbaycanından dostlarımız bizimle birlikte. Dün katılanlar bilirler, muhteşem bir gece yaşadık. Sevgili Cavit Murtezaoğlu ve canlarımız muhteşemdiler. İki gündür onlarlayım, inanın yürekten söylüyorum bunu; ben dünden beri bulutların üstündeyim. Onlarla birlikte olmak, onları derneğimizde ağırlamak bizim için bir onur. Kendilerine çok teşekkür ediyor, hoş geldiniz diyorum. Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Bir kadın yönetici olarak bütün anaların, bütün bacıların, yanaklarından ellerinden öpüyorum.”

Antalya’da yapılan birlik ceminde Cavit Mürtezaoğlu ve arkadaşları

Posta oturan Feyzullah Kılıç Dedenin verdiği gülbank ile hizmetlere geçildi. Zakirler Süleyman Demir ve Mehmet Ali Çağlak deyişler söyleyerek muhabbeti açtılar. Canlar-

dan rızalık alındıktan sonra Esat Korkmaz, Alevi-Bektaşilikte kadının yerine değinen bir konuşma yaptı. Ahmet Koçak, cem erenlerine mihmanımız Cavit Murtezaoğlu’nu tanıtarak ondan, İran’daki Ehli Hak inancına mensup canlar hakkında bilgi vermesini istedi. Cavit Murtezaoğlu’nun cemde yaptığı konuşmanın tamamını dergimizde okuyacaksınız. Cavit konuşmasından sonra, İran Ehli Hak cemlerindeki uygulamalardan örnek vermek için ışıkların karartılmasını, alkışla ritim tutulmasını istedi. Bunun üzerine ceme katılan canlardan birisi buna itiraz etti. Gerekçe olarak da yüzyıllardır Alevi toplumuna atılan “mum söndü” iftirasını örnek verdi. Böyle bir uygulama yapılırsa, dedikodu olacağını söyledi. Cem erenlerinin bir kısmı da buna destek verdi. Canların çoğunluğu ise dedikoduların, kimin ne diyeceğinin önemli olmadığını, İran’da uygulanan bir ritüelin burada görülmesinin bir sakıncası olmadığını söyledi. Bunun üzerine kısa süreli bir tartışma yaşandı. Postta oturan Feyzullah Dede itiraz eden canların sözlerini gerekçe göstererek bu gösteriye izin veremeyeceğini söyledi. Cavit Murtezağolu, tartışmaya son verilmesini isteyerek şunları söyledi: “Amacım sizin adetlerinizi bozmak değildi. Ben, İran’da cem nasıl yapılır, onu göstermek isterdim. Ben bir şeye şaşırıyorum: Biz İran’da beş yüz sene baskının altında bu işi yapabiliyoruz. Siz böyle demokratik bir atmosferde yapabiliyor musunuz?” Tartışmalar sırasında bir süre sesiz kalan Esat Korkmaz, Cavit’in seslendirdiği eserden sonra söz aldı: “Işıkların azaltılması, ten gözünü sönümlendirme, can gözü ile daha iyi görmek için yapılan bir eylemdir. Kimi bölgelerde bu tür uygulamalar vardır. Canlarımız, İran Ehli Hakları’nda ki ibadet uygulamasında bir örnek vermek istediler. Bu örnekle bizi bilgilendirmek, bizi bilgi ile yıkamak iste-

diler. Bu bir fırsattı, bir olanaktı. Bu nedenle ben bu iç sıkıntım nedeni ile canlarımızdan özür dilerim.” Esat Korkmazın açıklamasına itirazlar tekrar yükseldi. Cavit Murtezaoğlu, “biz buraya sizin yüreğinizi öpmek için geldik. Siz çok seviyoruz. Biz seneler boyu bu buluşmanın hasretinde olduk. Bu tartışmaya neden olduğumuz için sizden tekrar özür dilerim” diyerek bir anısını anlattı: “Bir gün oturmuş karıncaları seyrediyordum. Gördüm nasıl çalışıyorlar. O, ona sen buyur diyor; o diyor sen buyur. Böyle bir âlem yaşıyorlar. İçimde dedim bakayım ben bunların düzenini nasıl bozarım. Parmağımla toprağa kalın bir çizgi çizdim, hem de derin. Sonrada beş parmağımla çizdim. Şimdi karıncalar ikiye bölündüler. Yemek getirmeye giden askerlerde yuvayı kaybettiler. Çok dikkatle bakıyorum, geziniyorlar, ama birbirlerini bulamıyorlar. Sonra çok cesaretli bir karınca dere tepe geçer gibi karşıya geçti. Baktı ki arkadaşları bu tarafta, arkadaşlarına bağırdı gelin bu tarafa, diğer taraftan da cesaretli biri bu tarafa geçti o da arkadaşlarına seslendi buradalar diye. Ve yine buluştular. İşte bizi tarihte böyle ayırdılar. Ama içime öyle geliyor ki, sizin içinizde de bizim içimizde de böyle karıncalar olacak ve belki bedenlerimizle köprüler kuracağız. Bir olacağız.” Cavit Murtezaoğlu’na İran Ehli Hak inancının bir ritüelini bu birlik ceminde uygulaması için biz rica etmiştik. Cavit’te bu isteğimizi söylediğimizde cem erenlerinden böyle bir tepkinin geleceğini tahmin etmemiştik. Hele cemi yürüten Feyzullah Dededen olumsuz bir tepkinin geleceğini hiç beklemiyorduk. Gerçi Feyzullah Dede daha önceki bir cemde “siyasi konular” konuştuğumuz içinde bizi eleştirmiş, olumsuz tepki göstermişti. Ne var ki böyle bir gösterime karşı çıkmasını hiç beklemiyorduk. Cemdeki bazı canların ve dedenin gösterdiği bu tepkiye Cavit ve Esat canların verdiği yanıt çok yerinde oldu. Günümüzde bile böyle konularda gösterilen bu tepkinin hangi korkunun sonucu doğrusu anlamakta güçlük çekiyoruz. Bu toplumun ataları değil mi inancı için asılan, kesilen, idam edilen, katledilen? Onlar bunca baskı karşısında bile inancından, doğru bildiğinden ödün vermemiş. İnancına, kültürüne, tarihine sahip çıkmak böyle mi olur? Bu konuyu Hz. Ali’nin bir sözüyle bağlamak istiyoruz: “Haksızlığın önünde eğilmeyin, hakkınızla birlikte şerefinizi de kaybedersiniz”.

Akçaeniş Kurbanı İptal Şubat ayı köyleri gezerken, bir sonraki ziyaretleri 21–23 Mart tarihinde yapmayı planlamıştık. Bu programa göre önce Finike Gökbük köyünde cem, bir sonraki gün Elmalı, Akçaeniş köyünde birlik kurbanı yapılacaktı. Hazırlığımızı buna göre yapmıştık. Ankara’dan Cafer Dede ile İstanbul’dan Esat Korkmaz ve (Devamı 16. Sayfada)

Mart 2008

15


SERÇEÞME (Baştarafı 15. Sayfada)

Ahmet Koçak bir gün öncesinden Antalya’ya gelmişlerdi. Akçaeniş köyündeki çalışmaları Sayın Serdar Tanal’ın tamamladığı inancıyla gönül rahatlığı ile Gökbük köyüne yola çıkış hazırlığına başladık. Serdar Bey’i arayıp son durumu sorduğumuzda, bize hiç bir hazırlık yapmadığını; kendisinin bir sürü işi olduğunu, “daha armutları bile budamadığını” söyledi. Misafirlerimizin bu program çerçevesinde geldiklerini hatırlatmamız ve ısrar etmemiz üzerine, “Ben birkaç kişiyle konuşayım, size dönerim” dedi. Fakat bizi arayıp davet eden olmadı. Elmalı, Akçaeniş köyü aslında bizim alan çalışma programımızda yoktu. Bir önceki yazımızda belirttiğimiz gibi Sayın Serdar Tanal, Gökbük köyüne bizimle birlikte gitmiş, oradaki ortamı gördükten sonra, yoğun bir ısrar ile ekibimizi Akçaeniş köyüne de gitmeye ikna etmişti. Akçaeniş köyüne gittikten sonra oradaki canlarla sohbet edip, 22 Mart gününde birlik cemi organize etmeyi kararlaştırmıştık. O gün sohbet ettiğimiz canların bizleri mihman edişi bizi sevindirmişti. Programımıza bu köyü de katmadığımız için yanlış yapmışız diye hayıflanmıştık. Buna karşın, Akçaeniş köyüne gidişimiz daha önce bir haber bile verilmeden, son anda ve anlaşılmaz gerekçelerle iptal oldu. Neden böyle iptal oldu hala anlayabilmiş değiliz. Serdar Bey’in duyarsızlığı mı yoksa başka bir şey mi, bunu bilemiyoruz. Bu tatsız durumun kötü sonucu, aramıza bir “güvensizlik” ortamının girmesi oldu. Umarız benzer olayları bir kez daha yaşamayız.

Gökbük Köyü’nde Cem

Gökbük köyündeki cem

21 Mart Cuma günü akşamüzeri kalabalık bir grupla Gökbük köyüne gittik. Muhtar Elles Alkaç, Mehmet Pınar, Ali Okur ve Ahmet Pınar amcalar ile diğer Gökbüklü canlar köyün meydanında bizi bekliyorlardı. Hazırlanan lokmalar yenildikten sonra cemin yapılacağı mekâna gittik. Cemin yapılacağı mekân hazırlamış, yaşlı-genç-çocuk, kadın-erkek canlar yerlerini almış oturuyorlardı. Cemi yürütmek için Ankara’dan gelen Cafer Ocak Dede posta oturdu. Cafer Ocak, Sultan Samut Ocağından ve Hacı Bektaş Veli Der-

16

Gökbük köyünden Ali Okur can

Antalya Bektaşi ve Tahtacı Köylerinden

gâhından icazetli dedelerimizden. Cafer Dede, cem erkânını Dergâhın süreğine göre yürüttü. Bu uygulamanın Gökbüklü canlarımıza farklı geldiğini biliyoruz, çünkü Gökbüklü canlarımız geçmişte Aleviliğin Tahtacı erkânını uyguluyorlardı. Bu durumu orta yaşın üzerindeki canlar dile getirdi. Gençlerin çoğu ceme ilk kez girdiklerinden erkânlar arasındaki farkı anlayamamışlardı. Gökbük köyündeki uygulanan birlik cemi her yönüyle başarılı geçti. Esat Korkmaz, Alevi felsefesi üzerine; ceme katılan yazar Ali Aksüt, Tahtacıların tarihi ve gelenekleri üzerine; Ahmet Koçak Hacı Bektaş Dergâhının Alevi yaşamındaki yeri üzerine sohbet açtılar. Canlardan gelen sorularla eğitici ve öğretici bir muhabbet oldu. Cem birlendikten sonra gece mihman olacağımız evlere üçer-beşer dağıldık. Bizleri köyün hemen girişindeki otelinde mihman eden Şükriye Brunauer ablaya ve diğer canlara gösterdikleri yakın ilgiden dolayı teşekkür ediyoruz.

Çatallar Köyünü Ziyaret ve Sonrası Gökbük köyünde yapılan ceme Finike’de oturan canlarda katılmıştı. Çatallar Köyünden Şahin Çelik canda Finike’de ceme katılanlardandı. Cem bittikten sonra Şahin can, eşi ve kızı bizimle sohbet ettiler. Ayrılırken bize telefon numaralarını vererek, bu etkinliğin kendi

köylerinde de gerçekleşmesini arzu ettiklerini, bu konuda yardımcı olmamızı istediler. Biz de kendilerini arayacağımızı söyleyerek gösterdikleri ilgiye teşekkür ettik. Ertesi gün, 22 Mart günü Mehmet Pınar canın kılavuzluğunda tüm ekip Çatallar köyüne gittik. Şahin canın babası, Ali Çelik’in evine konuk olduk, tanıştık. Köyün Babalık hizmetini yürüten Ali Çelik bize çok sıcak davrandı. Bu çalışmaların yapılmasında geç bile kalındığını söyledi. Ali Baba ile yaptığımız sohbette Çatallar köyünde Tahtacı erkânının hâlâ canlı olduğunu duyduğumuzda heyecanlanmış, sevinmiştik. Bunu Ali Baba’ya da ifade ettik. “Biz sizlerden bir şeyler öğrenmek isteriz. Erkânınızı görüp, bilgilenmek isteriz.” dedik. Ali Baba ile 5 Nisan tarihinde sözleşip köyden ayrıldık. Bir kaç gün sonra Ali Baba bizi arayıp, “Köyde ikilik çıktı, benden çağrı almadan köye gelmeyin.” dedi. Ertesi gün oğlu Şahin Çelik’i aradık. “Böyle bir şey yok; mutlaka köyde bu çalışmanın olması gerekiyor; siz babamı tekrar arayın” dedi. Ali Baba’yı evinden ve cep telefonundan birkaç kez aramamıza rağmen telefonlarımızı açmadı. Köyde gerçekten bir ikilik ve muhalefet var mıydı yoksa onlar da mı ağaç budama işinde geri kalmışlardı, bilemiyoruz! Bu duruma şaşırmadık dersek yalan olur. Böylece birkaç aydır yürüttüğümüz çalışmaların bekli de en önemli fırsatını kaçırmış olduk. Hızla yitirilmekte olan Tahtacı erkânını yerinde inceleme ve öğrenme olanağı kaçtı. Söyleyecek pek fazlada sözümüz yok, canların, canı sağ olsun demekten başka. 22 Mart’ta Gökbük’e ve Çatallar’a uğradıktan sonra sonra Elmalı’nın Tekke Köyüne gittik. Pir Abdal Musa Sultan’ın türbesine niyaz ettik. Tekke köyünde ikamet eden Ali Koca Baba ile Nisan ayı içerisinde Serik’te yapılacak olan cemin ayrıntılarını görüştükten sonra Antalya’ya döndük.

Serik’te Birlik Cemi Serik, Tahtacıların yoğun yaşadığı yerleşim bölgelerinden biri. Hacıemirli ocağına bağlı olduklarından dedeleri, daha önceleri Aydın Kızılcapınar’dan İbrahim Sani evlatlarından gelirmiş. Ayrıca Yanyatır ocağından dedeler de gelir cem yaparlarmış. Her iki ocaktan dedeler uzun süredir gelmemişler. Dedelerin gelmeyişi nedeniyle cemler de yapılmaz olmuş. Musahiplik, aşina, peşine olma deyimlerini bile unutmaya yüz tutmuşlar. Yaşlı birkaç can dışında, o güzelim Tahtacı Semahı da unutulmaya yüz tutmuş değerler arasında. Serik’te maktaya (izinli orman kesimine) giden kalmamış. Kolastarlar, Bulgar düzeni sazlar, bıçkılar ya evlerin duvarlarında paslanıyor ya da yok olup gitmişler. İnanç boşluklarını Antalya’da ki Alevi Derneklerine giderek karşılıyorlar. Her yıl Abdal Musa Anma etkinliklerine katılarak inançlarını diri tutmaya çalışıyorlar. “Serik Türkmenleri Kültür ve Dayanışma Derneği” adı altında bir dernek kurmuşlar. İnanç ve kültür değerlerini bu dernek ile yeniden canlandırmak istiyorlar. Dernek Başkanı Yaşar Koç ve diğer yöneticilerin, halkın ve dernek üyelerinin kültürel değerlerine sahip çıkmak ve erimeye, aşınmaya karşı durmak istemine sahip çıktığını gördük. Yaşar can, Serik’te de bir etkinlik ve birlik cemi yapılmasını istemişti. Bu istek doğrultusunda Serik’e gittik.

Sayı 41


SERÇEÞME

Serik birlik cemine “entere”leri (üç etekleri) ile gelen bacılar

ŞAH HATAYI

Yol İsterler Serseri girme meydana Âşık senden yol isterler Kalleş ile oturmadın İman ehli kul isterler Bu yola giren oturmaz Hak söze hile katılmaz Bunda hiç hile satılmaz Cevherinden pul isterler Bir kılı bin pare eder Bu yolu ihtiyar eder Şah’ım bir yol kurmuş gider Yol içinde yol isterler

Pınar köyünde sahbete katalan genç canlar

Bu çalışmaya Ankara’dan katılan yazar İlhan Cem Erseven, Ali Aksüt, Esat Korkmaz ve Antalya Abdal Musa Kültür Derneği yöneticileri ile 4 Nisan günü akşamı Serik’e vardır. Cemi yürütecek olan Ali Koca Baba, daha erken saatlerde giderek hazırlıklarını tamamlamıştı. Ali Baba, Serik’in ileri gelenlerinden Selim Arı canla konuşmuş ve onu, mürebbi hizmetini üstlenmeye ikna etmişti. Yani biz Serik’e ulaştığımızda her şey bir tamam olmuştu. Cem akşam saat sekiz kırk beş de başladı. Ceme yaklaşık iki yüz civarında katılım oldu. Çoğunluk kadınlardan oluşuyordu. Tahtacı Türkmenlerin bir kısmı üçeteğe “entere” diyorlar. Dört Serikli bacı “entere”leri ile ceme katıldılar. Cemde hemen yanımızda oturan yetmiş yaşında ki Bahar Özkan nine ilk kez ceme girdiğini söyledi. Bu bir cümlelik ifade bile durumumuzu, ne hallere geldiğimizi yeterince anlatıyor sanırım. Bu ceme katılan sekiz on yaşındaki çocuklar yetmiş yaşındaki ninelerine göre daha şanslı değiller mi? Mürebbi adayı Selim Arı, canlardan soruldu. Canların razılığı sonucu kemerbest bağlanarak mürebbi duasını aldı. Ali Baba canlara mürebbinin görevlerini anlattı. Bundan sonra kurban kesimlerinde mürebbiden dua alınmasını telkin eyledi. Ve erkân açıldı. Hizmetler görüldü. Hizmetler yeri geldikçe ceme katılan aydınlarımız tarafından açıklandı. Lokmalar yenildi, cem birlendi. Yapılan bu hizmetle Serik’te yaşayan canlarımıza kültür ve inançlarını hatırlatma yönünde bir kıvılcım atılmış oldu. Bundan sonrası Serikli canlara düşüyor.

Pınar Köyünü Ziyaret 5 Nisan günü mihman olacağımız Çatallar köyünde Tahtacı cemi iptal edildiği için boşa çıkan günü değerlendirmek istedik. Daha önce ilişki kurduğumuz Pınar köyüne davet edildik. O akşam Pınar köyünden giderek Ali ve Münevver Ercan canların evlerine mihman olduk. Küçücük bir odada yaklaşık yirmi beş kişi hasbıhal eyledik. Zakirimiz Süleyman Demir deyişler söyledi. Esat Korkmaz, Alevi-Bektaşi inanç ve felsefesi üzerine, Ali Aksüt mihman olduğumuz canların soyağacı üzerine konuştu. Ahmet Koçak, Alevi-Bektaşi süreğinde geleneksel ve demokratik örgütlenmeler üzerine konuştu. İlhan Cem Erseven semahların tarihçesini anlattı. Pınar köyündeki canlar, Adana’nın Tufanbeyli ilçesine bağlı Evci köyünden yirmi yıl önce göç etmişler. Yaklaşık yirmi beş hane bu köye yerleşmiş, ama Adana’daki akrabalarıyla ilişkilerini kesmemişler. Buraya göçün nedeni amaç ekonomik sıkıntı; işsizlik ve yoksulluk. Pınar köyünde yaşayan bu canlarımız, kendilerini Türkmen Alevileri olarak tanımlıyorlar. Yazar Ali Aksüt’ün söylediğine göre Evciler, “Tahtacılar-Yanyatır ocağından” ve dedeleri İzmir Narlıdere’den geliyormuş. Her Cuma (Alevi geleneğinde Perşembe akşamına Cuma akşamı denir) akşamları toplanıyorlar, lokmalar getirip, muhabbet ediyorlar. Ayda bir de genel toplantı yaparak küskün, dargın ve dayanışma konularını konuşuyorlar. Yaptığımız muhabbette anladık ki Pınar köyünde ki canlarımız süreklerini kaybetmemek için direniyorlar. Bir şeyler yapmak istiyorlar. Aşk olsun yolundan dönmeyenlere.

Şah Hatayi der neylersin Her müşkülü hal eylersin Ansın çiçek derersin Yarın senden gül isterler

Yalan Söyler Şu dünyanın ötesine Vardım diyen yalan söyler Baştanbaşa sefasını Sürdüm diyen yalan söyler Ark kazarlar argın argın Felek çevirmekte çarkın Bu dünyada mal ve mülküm Vardır diyen yalan söyler Kuru ağaçta olur gazel Kendi okur kendi yazar Ahdi bütün hüsnü güzel Vardır diyen yalan söyler Şah Hatayi’m der varılmaz Varılırsa da gelinmez Rehbersiz hiç yol bulunmaz Buldum diyen yalan söyler

Nurdan Sayılır Hü diyelim gerçeklerin demine Gerçeklerin demi nurdan sayılır On iki imam katarına uyanlar Muhammed Ali’ye yardan sayılır Üç gün imiş şu dünyanın sefası Sefasından artık olur cefası Gerçek erenlerin nutku nefesi Biri kırktır kırkı birden sayılır İhlâs ile gelen bu yoldan dönmez Dost olan dostuna ikilik sanmaz Eri hak görmeyen Hakk’ı göremez Gözü bakar amma körden sayılır Gerçek âşık menzilinde durursa Çerağ gibi yanıp yağı erirse Eksikliği kend’özünde bulunursa O da erdir yine erden sayılır Şah Hatayi’m eydür Bağdat’tır vatan İkilikten geçip birliğe yeten Erenler yanında kıyl-ü kal tutan Yolu dikenlidir hardan sayılır

Mart 2008

17


SERÇEÞME

8 MART’TA ANTALYA ABDAL MUSA KÜLTÜR DERNEĞİNDE DÜZENLENEN BİRLİK CEMİNDE YAPTIĞI KONUŞMADAN

Yarenler Cemi’nde Dil Olunca, Kulak Ol! Cavit Murtezaoğlu

B

IZDE eskiden şöyle derlerdi: “Yarenler Cemi’nde dil olunca, kulak ol!” Ne mutlu o insanlara ki cemevinde baştan ayağa kulak olmuşlar, dinliyorlar. Benim gibi suçlu insanlar ise hep konuşuyor. Hayatın en güzel anısı öğrenmektir. Bu da dinlemekle oluyor. “İran Aleviliği” ya da İran’da “Ehli Hak”lar dediğimiz zaman, o kadar geniş bir mevzu ki hakikatini isterseniz ben de bilmiyorum nereden başlayayım. Bunun tarih yönleri vardır, felsefi yönleri vardır. Ama bir yerden başlamam lazım. Biz burada “İran Alevi’siyiz” dediğimiz zaman çok ilginç sorularla karşılaşırız. “Şii’siniz, değil mi?” diye soranlara anlatmaya çalışırız ki, “Biz Şii değiliz. Biz de İran’da sizin gibi cemevlerine gidiyoruz. Orada yaklaşık on-on iki milyon Alevi var.” Maalesef, en büyük problem birbirimizden haberimizin olmamasıdır. Aynı problemi biz de İran’da yaşıyoruz. İran’da, “Türkiye’de cemevlerine gidiyorum” dediğim zaman, “Gittiğin yer bir tarikat mı?” diye soruyorlar bana. “Yok, bizim gibi Cem kurarlar, musahiplik, dedelik vardır… Yani aynı bizim gibi…” diyorum. Onlar da şaşırıyorlar. Bu durumun tarihi nedenleri var. Zamanında bu topluluk bir ayrılığa duçar olmuş Şah Hatayi’den sonra. Artık birbirimizi unutmuşuz. Türkiye’ye geldiğimden beri, her konserde anlatmaya çalıştım: İran’da da bir Alevilik var. Biraz şekil farklılıkları olabilir, ama aynı şeyler orada da yaşanılır. İran’da Alevilik ve Ehli Hak dediğimiz Sultan Sahak ile başlamış. Sultan Sahak, Hacı Bektaş’tan sonra zuhur etmiştir. İran’da Allah’ın insan içinde tecelli eden canına “Sultan” denilir. Padişah, Şah, Sultan, bunların hepsi bu kâmil insana verilen isimlerdir. (…) Sultan Sahak zuhur ettikten ve cem kurulduktan sonra on iki kişiyi dünyanın her tarafına gönderdi. Sultan Sahak buyruğunda, “Hacı Bektaş benim, ben de Hacı Bektaş’ım.” der. (…) Bu on iki Pirler Hindistan’a, İran’ın her bir köşesine, Anadolu’ya gittiler ve soylarını devam ettirdiler. Yedi ulu soy oradan kaldı. Sonra zaman itibariyle dört soy da onlara eklendi. Şimdi İran’da Alevi olarak tanımlayabileceğimiz on bir Hanedan vardır. Onlar arasından Yediler, Ateşbeyliler, Zunnuriler, Aligelenderler gibi isimleri sayabiliriz. Bizde on iki hizmet yoktur. Mutfak kuralları biraz farklıdır. Kapıdan girdiğimizde biz de yeri öpüp niyaz ederiz. Birinci Seyyid dedemiz birinci yerde, yani kapıdan girdiğimizde ilk postta oturur. Yeri öpüp, dede’nin elini öpüp, sonra herkesin elini öperek gelip, en son yine yeri öpüp uygun bir yerde oturur. Ayakta, hizmetçiler Ceme başlamak için Elsuyunu getiriler ve dede orada duasını verir. Elsuyu duası Şah’ın ismi ve meleklerin ismiyle başlar. (…) Yedi melek, İran Ehli Hak’larında çok önemli yer tutar. Her zaman bizim dualarımızda bu yedi melek vardır. Cemde dedemiz onlara dua verdikten sonra lokma dağılır. Lokmadan sonra herkes gözlerini kapatır, zakirler başlarlar kelâm söylemeye. Bizde kutsal deyişlere Kelâm denir. Kelâmlarımız iki türlüdür. Bir anda hızlı ve yüksek

18

“Dünya nazar dünyasıdır Erenleri bin yaşasın Her bir kesi öz donunda Görenleri bin yaşasın.”

B

Burada “İran Alevi’siyiz” dediğimizde ilginç sorularla karşılaşırız. “Şii’siniz, değil mi?” diye soranlara anlatmaya çalışırız ki, “Biz Şii değiliz. Biz de İran’da sizin gibi cemevlerine gidiyoruz. Orada yaklaşık on-on iki milyon Alevi var.”

başlamaz. Işıklar ufacık mum gibi sönükken, zikir başlar, yavaş tempoda ve pes seste. Canları uçmaya bu yavaş zikir hazırlar: “Kim penah getirir doğru yarına Hakk’ın onunla olur keremi Gedr eyle yarın külli varına Rahmetdir geldikçe yarı gedem” Yumuşak kelam canları, geçmişe, cennet dediğimiz ütopyalara ve gelecekte ümit ettikleri güzel yaşama götürür. (…) İnsanları vecde getirmek, ruhu bedenden göç ettirmek, burada yaşayıp nefes aldığımız halde ruhumuzun öbür diyarı ziyaret etmesi fırsatın yaratır kelamlar. Yavaş kelâmlar söylendikten sonra ritmik bölümleri geliyor. Bizde takıye yüzünden semahlar kalkmıştır. Zikirlerimiz –zikir, Hakk’ı hatırlamaktır–tempoyu hızlandırır ve ses tizleştirir. Öyle bir an gelir ki herkes kendinden geçer. Orada yine ışıkları söndürürler. Bize atılan iftiraların nedeni budur, derler ya “mum söndürdüler” diye. Bunun nedeni uçuş anında her insan başka davranış gösterebilir, ağlayabilir, başını duvara vurabilir. Kimin ne yapacağı bilinemez. (…) Tabii cemevine giden her insanın hem cemevinde hem de dışarıdaki hareketleri her zaman ve mekânda ahlak kurallarının dışında değildir. En sonda çok hızlı bir tempoya ulaşılır. Vecd halinde müzik bitince, dede mana dünyasındakileri elinden tutup, yavaş kutsal kelâmlardan söyleyerek yere indirir. Çünkü hayat, gerçek ve maddi hayat devam etmelidir… Lokmalar dağıldıktan sonra, dede lokmalara dua verir ve herkes yalnız bir tadımlık lokma alır. Sonra herkes evine gider. Bizde gençler bazen kalırlar, gece on ikiden birden sonraya sabaha kadar yine zikir yaparlar, mest olurlar, sarhoş olurlar. Bu aşk sarhoşluğudur ve o sarhoşluk dünyasında çok acayip şeyler görülebilir. Eskiden bize, Ehli Haklara ve Alevilere, bu nedenle “Gören” derlerdi.

Biz bakıyoruz, insan görüyoruz, ama bu bakmaktır, görmek değil. Alevi felsefesinde biz ölmeye inanmıyoruz. O büyük canlar, Pir Sultan Abdallar işlerini gördüler, gittiler mi acaba? Hayır, içimizdedirler. “Bir açık göz gerek olsun göre dildâr hanı”… Aşkımızı bu gözle görmeliyiz. Görmek için önce can gözümüzü temizlememiz lazımdır. Alevilikte en önemli şeylerden biri perhiz etmektir, imtina etmektir. Halkın namusundan, parasından, yani her kötü şeyden imtina ettikten sonra, onlara “Hayır!” dedikten sonra içindeki göz açılır, içindeki can kulakları açılır. Biz bu aşamalarda kendimizi temizlemeden önce göremeyiz. Hz. Ali buyurdu ki, “Kim tanrısını tanımak isterse önce nefsini tanıması lazımdır.” Bizim Şeytan dediğimiz veya o negatif enerji dediğimiz aslında kendi içimizdedir, görüşümüzdedir. Onları temizledikten sonra vecd olma, Hakk’ı tamamıyla hissetme şansımız olabilir. Cemde herkes birbirinin enerjisinden yararlanır, ama cemden çıktıktan sonra yine içimizden “Yarın paramı nasıl kazanacağım?” gibi şeyleri düşünebiliriz. Ne mutlu o insana ki her saniye Hakk’ın huzurunda olsun. Alevi dediğimiz insan her saniye Ali ile yaşayan insandır. Camide olduğu gibi değil; camide namaz kılıp çıkıp dışarıda alışveriş yapmak ve tanrıyı kendinden uzakta görmek gibi değil. Alevilik odur ki her saniye Ali’nin huzurunda olursun. Ali’nin huzuru yalnız cemevi değil. Pirlerimizi görünce “Hû!” yapalım, peki, ya başka yerde? Onun huzurunda olmayı hayatımıza katabilmeliyiz. “Bir ben var bende benden içeri” deyişi var ya onunla bunu birleştirelim. Bir Cavit var sizinle görüşüyor, bir tane de Cavit var içimde, ama biz onla tanış değiliz ki… Çok insanlar var ki kendisiyle küstür. Ben kendisiyle küs olanlardan istiyorum ki o benle barış ilan etsin. Dünyaya barış arzu ediyoruz, dünyaya demokrasi arzu ediyoruz, hâlbuki kendi içimizdeki barıştan haber yok. Kendimizle savaşmadık ki barışalım. Hz. Muhammed Mekke’ye girdikten sonra dediler, “Ya Muhammed; savaş bitti” O dedi ki “Bu küçük cihattır, en büyük cihat, cihad-ı ekber daha yeni başlıyor.” O “Cihad-ı Ekber”in maalesef İslam dünyasında müfredatı yok, ama Alevilikte var… Biz ne diyoruz: “Kırklar Meydanı’na vardım Gel beri ey can dediler İzzet ile selam verdim Gir işte meydan dediler” Bu Kırklar Meydanı acaba neresidir? Kırklar Meydanı bizim göğsümüzde, akılla gönlün arasında olan bir meydandır. Her âşığın, her Ali’yi sevenin, her gerçek Alevinin, Kırkları kendi içinde bulması lazım. Böyle temizlendikten sonra Hakk’ın huzurunda olmayı ve yirmi dört saat o huzurda kalmayı başarır. Umarım ki hepimiz bunu başarma şansını yakalarız.

Sayı 41


SERÇEÞME

TAHTACI KÜLTÜR EĞİTİM KALKINDIRMA VE YARDIMLAŞMA DERNEĞİ BAŞKANI YOLCU BİLGİNÇ İLE SÖYLEŞTİK

Farklılık Gütmek Değil Amacımız İsmail Yıldırım Derneğinizi kurmuşsunuz. Hayırlı olsun! Derneğin kuruluşundan bahseder misiniz? Ne zaman kuruldu? İlk önce 26 Ekim 2007 tarihinde Narlıdere’de on ilden gelen 63 kişinin katıldığı bir toplantı yaptık. Derneğimizin adını, içeriğini, genel merkezinin nerede olacağını konuştuk. Ve genel merkezin Narlıdere’de olması kararını aldık. Onaylandı. Derneğin, “Tahtacı” ismiyle başlamasını belirledik. Narlıdere Belediye Başkanı Sayın Abdül Batur, bir restorasyon çalışması sonucu Narlıdere’de yapılı olan, ancak harabeye dönen “Yanyatır Tahtacı Dergâhı” Cemevini onararak, “Kültür Evi” adıyla hizmete sundu. Kendisine teşekkür ediyoruz. Bizlere de, bu tarihi cemevinin bir odasını tahsis ederek, derneğimizin yönetimini burada oluşturmuş olduk. Bu cemevi binası geçmişte Yanyatır Dergâhı olarak hizmet görmüş, değil mi? Tabii. Tahtacılarda iki ocak var. Biri Yanyatır Ocağı, diğeri Hacıemirli Ocağı, Aydın’da. Ama Tahtacıların yüzde sekseni Yanyatır Ocağı’na, yüzde yirmisi de Hacıemirli Ocağı’na bağlı. Böyle bir dernek kurma düşüncesi nerden, hangi gereksinimlerden doğdu? Nasıl başladınız? Özellikle Sivas Katliamı sonrasında, Türkiye’de Alevi çatı örgütlenmesi oluştu. Hacı Bektaş Veli ve Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri gibi… Gözlemlerimize göre, baktık ki Tahtacılar bu iki örgütün içine geniş katılımla girmediler. Hep geri durdular. Burada bir sorun vardı ya da bir farklılık vardı. Demek ki kendilerini kültürel olarak farklı görüyorlardı. Bunları herkes (Tahtacılar-İY) yavaş yavaş dillendirmeye başladı. Tahtacılarda da kopukluk vardı; genç kuşaklarla yaşlı kuşaklar arasında. Bunu toparlayalım dedik. Toparladığımızda zaten dağılmış, ortada örgütlü bir şekilde olmayan bir toplumu bir araya getirmek için yapacağımız iş olumludur dedik. Bu örgütlenme çabalarımızda, örgütün içine sadece Tahtacı Alevileri alacağız ve kültürel örgütlenme olacak bu. Alevi toplumunun diğer kesimlerine olumsuz bakmıyoruz, bir farklılık gütmek değil amacımız. Buna bir bölünme olarak bakmıyoruz. Kendi içimizde bir homojenlik olsun istiyoruz. Bu bir bilim dalıdır, dünyada bilim olarak kabul edilmektedir. Burada halka ait kültürel özellik olarak ne varsa bunları toplarsınız. Buna halk bilimi denir, folklor demektir bu. Bu alanlarda araştırmalarımızı sürdüreceğiz. Bu amaçla derneğimizi oluşturmuş olduk. Resmi olarak 29 Kasım 2007’de Dernekler Masası’na yaptığımız başvuru sonucu, derneğimiz oluştu. 2008’in Şubat ayında resmi kuruluşu gerçekleşti, 56 gün içerisinde 277 üye kaydettik ve hemen genel kurulumuzu yaptık. Genel Kurulumuzu 30 Mart’ta Narlıdere’de yaptık. Ve aynı yönetim kurulumuz, yani geçici yönetim kurulumuz, kalıcı yönetim kurulu olarak görevde kaldı. Tabi İzmir - Narlıdere’de belli bir Tahtacı Alevi potansiyeli var. Bu arada diğer yörelerde de bu potansiyel var. Şimdi,

Mayıs 2008

Türkiye’de Alevi çatı örgütlenmesi oluştu. Baktık ki Tahtacılar bu örgütler içine geniş katılımla girmediler. Hep geri durdular. Burada bir sorun vardı. Demek ki kendilerini kültürel olarak farklı görüyorlardı. Tahtacılar bunu yavaş yavaş dillendirmeye başladı. Bunu toparlayalım dedik.

şubeleşme çalışmalarınızda bu süreci nasıl değerlendirmek istiyorsunuz? Zaten işimiz kolay. Neden? Kuruluş aşamasındaki toplantılarımızda her ilden birer arkadaşımız vardı yönetim kurulunda. Örneğin, ben genel başkan olarak İzmir Bademler Köyü’ndenim. Başkan yardımcımız Merih Hanım Narlıdereli, aynı zamanda Müzemizin müdürü. Bir başkan yardımcımız Denizli’den. Diğer yönetim kurulu üyemiz Edremit’ten, diğeri Mersin-Silifke’den, bir ötekisi MadranAlamut’tan. Kemalpaşa’dan var. Bu, şubeleşme çalışmalarında bizim işimizi kolaylaştırır. Çünkü herbiri güzel işler yapabilen, mantıklı düşünebilen, yöreleriyle ilişkileri sürüp-etki eden arkadaşlarımızdır. Bu yüzden bu gün itibariyle (yani 25 Nisan) ilk şubemiz Denizli’de onaylandı. Bir ay içinde on şubemizin kuruluşunu gerçekleştireceğimize inanıyorum. Bu şubeler nerelerde açılacak? Antalya, Mersin, Denizli, Uzundere, Bayındır-Yakapınar Köyü, Alamut, Isparta, Soma, Çanakkale… Artık prosedür olarak elimizde yetkimiz olduğundan, tecrübelerimizi de biraraya getirerek şube sayımızı arttırıp, daha da güçleneceğiz. Tahtacı-Alevi toplumunda, derneğinizin kuruluşu nasıl yankı buldu? Toplumun çoğunluğuna ulaşabildiniz mi, ulaşabilecek misiniz? Şu ana kadar işi baştan sağlam yaptığımızı düşünüyoruz. Dedelerimiz, yaşları itibariyle tecrübeliler, arayıp tespit edeceğiz. Bilimaraştırmaya çok önem verdik. Ankara’daki Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli kürsüsü başkanı hocalarımızla da irtibatlarımızı sağladık. Bilim-araştırma kurulu, kim olursa olsun bunların hepsini biraraya getiriyoruz, hep birlikte çalışıyoruz. Bu süreç başladı mı yani? Tabiì. Bilim adamlarımızı onursal üye olarak alıyoruz. En çok önemsediğimiz olay bu. Ve bizim resmi yayınlarımız olacak. “Tahtacı…” diye başlayan adlarla. Tahtacı Alevi-Bektaşileri örgütleyecek bir dernek kurdunuz. Öte yanda, AleviBektaşi alanında bu gün faaliyet gösteren dernek, vakıf, federasyon ve dergâhlar

var. Toplumun birliği doğrultusunda bu kurum ve kuruluşlara bakışınız nasıldır? Alevilik olarak baktığınızda, Alevilik bir tanedir zaten. Hz. Ali ve On İki İmamlar’dan Hacı Bektaş Veli sürecine geldiğimizde, Hacı Bektaş Veli toplumu derleyip toplamış, ortaya koyduğu doğrularla toplumda saygınlık kazanarak kendine bağlamıştır. İşin özünü de ortaya koymuştur. Bu noktada sorun yoktur. Bizim de bu anlamda, Aleviliğe bakışta ve toplumun örgütlenmesinde bir farklılığımız yoktur. Bugün Alevilerin belli sorunları vardır. Sorunları çözersiniz. Din dersi adı altında nelerin olduğunu, Diyanetin durumu, 1980 sonrası Alevi köylerine yapılan camiler (bu camilerin minarelerinin yıktırılarak köye verilmesi gerekir)… Şimdi diğer kurum ve kuruluşların neler yaptığını, bu kurumların yöneticileriyle görüşeceğiz. Şu an Cemevi içindeki düzenlemeyle uğraşıyoruz. Kendi örgütlülüğümüze yoğunlaşmış durumdayız, ama yaza kadar bu telaş bitecektir. Türkiye’de Alevilikle ilgili sorunların çözümünde birlikte hareket edilecektir. Ama Aleviliğin siyasete alet edilmesinden rahatsızız. Bugün Alevilik adına bir yol alınmadığını söyleyebiliriz. Sayın başkan, hak arama süreci olarak nasıl bir yol izlemeyi düşünüyorsunuz? Hak aramaktan önce, kendi içimizdeki doğruları ve yanlışları bulmamız lazım. Pirimiz “Her ne ararsan kendinde ara” diyor. Alevilerin bugün hangi hakları arayacakları önemlidir. Hak arayacak kişiler önemli. Bu hakları görmeden, hadi yola çıkıyoruz dediğinizde, bu olmaz. Hangi konularda hak arayacağımızı tabana da anlatmamız lazım. Belki onlar da bizim yanlışlarımızı düzeltirler. Ondan sonra yola çıkmalıyız. Yol güzergâhı belli olmadan, elimizde bir harita olmadan bir yere gitmek sizi başarısızlığa uğratır. Derneğiniz, bugün pratik ve fikri hangi önceliklerden hareket edecek? Şimdi Alevilik konusunda yedi tane aktif Tahtacı Dede’miz var. Bunlarda ne kadar bilgi varsa, bunları almak durumundayız. Nerelerde bunlar? Bunların biri Çanakkale’de, iki tanesi İzmir’de, biri Akhisar’da, bir tanesi yine İzmirKemalpaşa’da, biri Mersin’de Mut’ta. Onlar kendi köylerinde hizmet veriyorlar. Dışarı pek gitmiyorlar, ama belgeli şecereleri çıkarmak, Tahtacı erkânını yazmak, vb. Bu Alevi Tahtacı ritüellerinde, törenlerdeki hareketler, figürler neyi anlatıyor? Yani çok iyi semah dönebilirsiniz, çok iyi saz çalıp türkü, deyiş, nefes söyleyebilirsiniz, ancak anlamını bilmezsiniz. Onun ötesinde de Tahtacılığın başlangıç sürecini İslamiyet’in içiyle sınırlı görürsek çok cılız kalır. Ayakları yere basmaz. Bizim, yurtdışından Orta Asya’dan Şamanizmle, Brahmanizmle, vb., ilgili araştırma yapmamız lazım. Bugün var-yarın yok, bizim tecrübe ve bilgi yüklü Dedelerimizden de bu konularda yararlanmamız lazım. Bu aşamada da üniver(Devamı 20. Sayfada)

19


SERÇEÞME

TAHTACI KÜLTÜR EĞİTİM DAYANIŞMA VE YARDIMLAŞMA DERNEĞİ 4 Mayıs, Pazar günü İzmir Narlıdere’de Birinci Tahtacı Şenliğini düzenledi. Her yıl tekrarlanması düşünülen şenlik önemli bir katılımla gerçekleşti ve oldukça coşkulu geçti. Antalya’dan Edremit’e kadar her ilden ve yöreden katılım oldu. Çeşitli yörelerden Tahtacılar gelenekselotantik giysileriyle şölene katılarak renkli bir görüntü sergiledi.

(Baştarafı 19. Sayfada)

Yolcu Bilginç ile Söyleştik sitedeki öğretim görevlisi arkadaşlarla birlikte çalışıyoruz. Tahtacılar süreğinden, tarihsel süreklerinden bahseder misiniz biraz? Bu konuda çok yetkin değilim, zaten bu bir uzmanlık alanı. Bu konuda araştırmaları sürdürecek bilim adamlarımız var. Örgütün başındaki adam, her şeyi bilmeyi değil, her şeyi bilenleri görevin başına getirmeyi bilmeli, onları görevlendirmeli. Genel olarak sadece şunu söyleyebilirim: Oniki İmamlar konusunda farklı bir yanaşım yok. Horasan’a kadar bir ayrım yok. Horasan’dan Erdebil Dergâh’ına gidenler var, bir de Erdebil Dergâh’ı öncesinden Anadolu’ya giriş yapanlar var. Hacı Bektaş Veli çıkmış, Anadolu’ya gelmiş. Herkese kendini kabul ettirmiş. Ama biz Hacı Bektaş Veli’den önce Anadolu’ya giriş yapıp, AdanaCeyhan’da Durhasan Köyü’ne yerleşip, yolusüreği oradan başlatmışız. Ve daha sonra deniz kenarını takip ederek Çanakkale’ye, Edirne’ye kadar gitmişiz. Dedelerimiz de aynen şunu söylüyor: Bizim Hacı Bektaş Veli ile bir ilişkimiz yok. Bizim dedemiz Hacı Bektaş Veli’nin geldiği yerden gelmiştir. Ama sonraki süreçte Hacı Bektaş Veli, daha derin bilgiye sahip olduğu için kabul görmüş.

Tahtacılar hangi boydan ve hepsi bir boydan mı? Kayı Boyu’ndan diyen var, Bozoklardan diyen var. Kendi içinde de on iki oymak var. Bunu, araştırmacılara, tarihçilere bırakıyoruz. Bu, onların işi. Sevgili Yolcu dost, sizin bir de sanatçıozan yanınız var. Biraz da türkü, deyiş ve sanatı yönünüzü konuşalım.

“Tahtacılık”, ağaç işçiliğinden, ağaç işlenmesi olgusundan geliyor ki, bizim derneğimizin ambleminde de “kazayağı” figürünü işledik. Bir ağacı işlemek için, üç ağaç parçasını birbirine çattığınızda, üzerine işlenecek ağacı koyduğunuz bu alete, tezgâha, “kazayağı” diyoruz. Bu kazayağının üçayağı da “Allah-Muhammed-Ali” üçlemesine referans edilerek karşılık bulur. Kazayağı Şamanlarda da kutsaldır. İnsan ruhunu tanrıya götürüp getiren bir vasıta olduğu için kutsaldır.

İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı’ndan mezunum. Arif Sağ’ın hocası Nida Tüfekçi’den (ki o da, Muzaffer Sarısözen’in öğrencisidir) ders aldım. Doğru yerde, doğru kişilerden ders aldım yani. Halk müziği ve bağlama eğitimi üzerinden folklor mastırımı yapıp tekrar İzmir’e yerleştim. Ahmet Kaya ve Suavi’yle çalıştım. Yine uzun yıllardan beri Edip Akbayram’la çalışıyorum. Bu özgün müzik yapan ve batı sazları kullanan sanatçılara, tek Türk enstrümanı olan bağlamayı kullanarak icrada bulunmak, beni de belli yönlerde geliştirdi. Bunun yanısıra da, ben öğrencilerime asıl olarak ozanlarımızın, âşıklarımızın ürünlerini, kültürlerini öğrettim. Kültürde işin kökeni halk müziğidir çünkü. Öte yandan, İzmir-Konak’ta bir dershane açtım. Halk müziği ve bağlama branşlarında öğrenci yetiştiriyorum. Bunun yanısıra İzmir Büyükşehir Belediyesi bünyesindeki halk müziği korosunda şeflik yapıyorum. Her ay konserlerimiz oluyor. Bestelerim var. Tahtacı dedelerinden ve yörelerinden nefesler ve semahlar derliyorum. Bir albüm çalışmam da kapıda. Bildiğiniz gibi İzmir Bademler Köyü’ndenim.

Bir genelleme yaptığımızda, Tahtacıların Anadolu’da coğrafi dağılımı nasıldır?

Size teşekkür ediyor ve çalışmalarınızda başarılar diliyorum.

Yani Dergâha bağlı bir süreç işlemiş, Tahtacılar açısından da. Tabii, bu bağlılık var. Ama kendi zenginliklerini, gelenek göreneklerini de yitirmemişler. Arap kültürüne de teslim olmamışlar. Bir de “Tahtacılık” adının nasıl ortaya çıktığını bir de sizden dinleyelim.

20

Adana’dan başlıyor, Mersin, Antalya, Muğla, Isparta, Aydın, İzmir, Manisa, Balıkesir, Çanakkale ve az bir oranda da olsa Edirne’ye kadar gidiyor. Fakat kulağa bir söylenti halinde gelen şeyler de var. Nedir bu? Kayseri ve Sivas’ta da Tahtacılar olduğu söyleniyor. Ayrıca Bursa’ya bağlı dört Tahtacı köyü olduğu ortaya çıktı. Genel dağılım bu. Narlıdere’de, turlara gidip gelen Mustafa isminde bir otobüs şoförü arkadaşımız var. Şam’a gitmiş. Ona demişler ki, şu tarihi köyün arkasında bir Tahtacı Köyü var. Edip Akbayram’la bir Kıbrıs konserine gittiğimizde, orada da Tahtacılar olduğunu söylemişlerdi. Hatta yine, Musa Eroğlu’yla bir sohbetimizde: “Tahtacılarla ilgili bir araştırma yapılacaksa, buna Kıbrıs’tan başlanmalı” demişti.

Sayı 41


SERÇEÞME

Halkın Derdini Dile Getirdiğimiz İçin Hep Baskı Altında Olduk Yener Baba, öncelikle hayat hikâyeni anlat bize. 1928 yılında Maraş - Afşin’de doğduğunu biliyoruz. Bundan sonrasını sizden dinleyelim.

YAŞAYAN ÇINARIMIZ ÂŞIK YENER İLE SÖYLEŞTİK

Halk Şiiri Halktan Aldığını Halka Vermektir Ahmet Koçak

S

ERÇEŞME Dergisini çıkarmaya başladığımız günden bugüne kadar elimizden geldiği kadar halk ozanlarımıza hizmet etmeye, onların seslerini duyurmaya çalışıyoruz. Hem Hakk’a yürümüş ozanlarımız, hem de yaşayan ozanlarımız biliyoruz ki insanlık âleminin birer değerleridirler. Hakk’a yürümüş ozanlarımızı ancak bize bıraktıkları eserlerden tanıyor, anlamaya çalışıyoruz. Ve yaşadıkları dönem için ne kadar önemli görevler üstlendiklerini kavrıyoruz. Halkının sesi, gözü, kulağı olmuş; onlar adına onların sorunlarını, dertlerini, sevinçlerini, aşklarını haykırmışlar. Tabii ki bunun karşılığını da almışlar. Sevenleri gönüllerine taç edip, eserlerini kulaktan kulağa yaşatagelmişler. Sevmeyenleri ise her türlü cefayı uygulamışlar. Günümüzde yaşayan ozanlarımız da aynı görevi devam ettirmektedirler. Karşılığı açlık, sefalet, kovuşturma, yasaklama olsa bile. Sevmeyenleri, yani düzenin bekçileri üzerlerine düşen görevi dün olduğu gibi bugün de yerine getiriyorlar. Ya biz dünkü görevimizi bugün yerine getiriyor muyuz? Bu soruya evet yanıtını vermeyi gerçekten canı gönülden isterdim. Peki, ne istiyor günümüzde yaşayan ozanlarımız? Ekmek mi? Para-pul mu? Hayır. Dostlarından küçük de olsa bir merhaba istiyorlar. Aranıp hal hatır sorulmasını istiyorlar. Kısacası kadirşinaslık istiyorlar. Onun içindir ki bizler elimizden geldiği kadar hizmet etmeye çalışıyoruz. Biliyoruz ki onlar bizim yaşayan değerlerimizdir.

Mayıs 2008

Âşık Yener, Yener Baba da bu ozanlarımızdan birisidir. Âşık Yener yazdığı şiirlerden dolayı kovuşturmalara, soruşturmalara uğramış, çeşitli dönemlerde hapis yatmış bu ülkenin devrimci halk ozanlarından birsidir. Yener Baba ile söyleşi yapmak için Avcılardaki büyük oğlunun evine gittim. Seksen yaşına ulaşmış Yener Baba hasta yatıyor. Dört yıl önce geçirdiği bir hastalık sonucu ayağı kesilmiş. Dünyası bir göz oda olmuş. Tanışıp kucaklaştıktan sonra hemen ilk söylediği şey “ne ikram edelim” oldu. Söyleşiyi biran önce yapmak ve zahmet vermek istemediğimi söyleyerek, teşekkür ettim. Çay ve bisküvi çoktan hazırlanmıştı bile. Yener Baba ile karşılıklı çayımızı yudumlayarak söyleşiye başladık. Söyleşimiz yaklaşık bir saat sürdü. Söyleşi biter bitmez Yener Baba bu kez “Ahmet’im bir şeyler söyleyelim de yiyelim” diye söyledi. “Sağ ol, çok teşekkür ederim. Yemiş kadar oldum” diyerek kalkmak için izin istedim. Kalmak üzereyken Yener Baba, “dilim açılmıyor bazen hiç konuşamıyorum, bitkin düşüyorum… artık siz onu kaleminizle değerlendirirsiniz” dediğinde sevinmeli miydim? Yoksa üzülmeli miydim? O an ne diyeceğimi bilemedim. Yener Baba’nın yanında ayrılırken sanki kırk yıllık dostumun, can yoldaşımın yanından ayrılır gibiydim. Sarılıp yanaklarından ve ellerinden öptükten sonra şifalar dileyerek vedalaştım. Severek, mutluluk içinde yaptığımız bu söyleşiyi umarım beğenirsiniz.

Evvela size hoş geldin diyorum. Bu güzel çalışmalarınızdan dolayı size başarılar diliyorum. Güzel bir çalışma. Aydınlık, ışık tutmak, topluma bilgi vermek güzel bir olaydır. Yazarlık, araştırmacılık, eleştirmenlik, dergi yayınlamak, bunlar güzel olaydır. 1928 yılının güz günü, ay neydi bilemiyorum, Kahramanmaraş’ın Afşin kazasının Tanır kasabasında dünyaya gelmişim. Çocukluğum köyümde geçti. İlkokulu köyümde okudum. Ondan sonra köy enstitüsüne kaydoldum. Üç yıl da öğretmenlik dalında Adana Haruniye Düziçi Köy Enstitüsü’nde okudum. Harp yıllarıydı, 40’lı yıllar da; bir de köy enstitülerinin sağlık dalları açılmıştı, sağlık memuru yetiştiren. Benim, okulun hastanesinde çalışmışlığım vardı, pratik olarak. Müdürüm, “sen artık sağlıkçı oldun, sağlık dalına göndereceğim, sağlık memuru ol” dedi. Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gönderildim. Üç yıl orada okudum, sağlık memuru olarak mezun oldum. Ve otuz yıl sağlık memuru olarak yurdun muhtelif yerlerinde Maraş, Kayseri, İzmir, Tekirdağ gibi yerlerde sağlık memurluğu yaptım ve emekli oldum. Üç erkek iki kız, beş çocuğum var. Şiir yazmaya nasıl başladınız? Nelerden, kimlerden etkilendiniz? On yaşımda yazmaya başladım. Ozan Derdiçok’un üzerimde etkisi vardır. Onun yayınlanmış kitapları da var. Karacaoğlan’ın kitabı elimden hiç düşmezdi. Soydan, dokuz nesil yukardan, dedem de bir halk şairidir, mahalli bir halk ozanı, Yazıcıoğlu Osman Ağa. Hatta onun meşhur türküsü var; Bir haber geldi de telli Senem’den Deli gönlüm şad olmaya başladı Gözlerimden damla bile çıkmazken Coşup coşup çağlamaya başladı diye başlayan ve buna benzeyen türküleri vardı. Köy Enstitüleri ilham kaynağım oldu. Köy enstitüleri, aydın düşünce, çağdaşlık, uygarlık öğretirdi. Medeni insanlık çığırını açardı, öğretirdi. Ondan sonra İstanbul’a geldik. İstanbul daha çok ilham kaynağım oldu. Gurbet oldu, garip kaldım, yalnız kaldım, bu beni çok etkiledi. İstanbul’un kozmopolit yaşantısının sarsıntıları, adaletsizlik, çoğu bana ilham verdi. Benim yanımda seksen bine köpek sattılar. Onunla ilgili bir şiiriniz var değil mi? Evet. İsmail İpek, Mahsuni, okudular. Mahzuni Şerif benim talebemdir. Güzelleme çok yazdım, Karacaoğlan’ın etkisinde kalarak. Beş bin şiire imza attım. Üç yüz ellisi beste yapıldı. Bin beş yüz kadarı kitap olarak yayınlandı. (Devamı 22. Sayfada)

21


SERÇEÞME (Baştarafı 21. Sayfada)

Âşık Yener ile Söyleştik

Halk şiiri sıradandır, basittir, sanat yoktur denerek yıllardır küçümsendi. Gerçekten de halk şiirinde sanat, estetik, anlatım gücü yok mu? Halk şiiri en güçlü şiir dalıdır. Şöyle ki bir dörtlüğünde, bir beytinde, bir mısrasında her şeyi ifade edebilirsin yani. Sonra halk şiiri büyük ustaların kaleminden çıkmıştır.

Beş bin civarında şiiriniz var. Âşık Yener şiirlerinde neyi, hangi konuları işledi dediğimizde en çok güzellemeler mi söylenecek? Yok, sosyal içerikliler denilecek. Ağır taşlamalarım da vardır. Şimdi benim diğer ozanlardan ayrıcalığım; Yunus felsefesini, tasavvufunu ara bende bulursun. Âşık Veysel’in felsefesini, Karacaoğlan’ın güzellemesini, Köroğlu’nun, Dadaloğlu’nun, Pir Sultan’ın koçaklamasını, yiğitlemesini bende bulursun. Yani her dalda yazabildim. Ben hep edebiyat okudum. O bakımdan kültürüm genişledi. Divan edebiyatıyla da ilginiz vardı, biliyordunuz. Tabii ki biliyordum, okuyordum. Şiir tarzım, halk şiiri. Böyle devam etti gitti Gelelim halk şiirine. Halk şiiri nedir ve neden halk şiiri denilmiş? Halk şairi, halkın diliyle, halkın dertlerini, yaşantılarını, yaşam biçimlerini yakından bilen, onların derdine ortak olan, dertlerini sezen, halkın içinde yaşayan, halkın içerisinden çıkan bir kimse olarak, bir ozan olarak halkın yanında olmuştur, haksızlığa isyan etmiştir. Ta imparatorluk döneminden beri, hatta daha ötelere gider. Divan şairliği padişaha, baştakilere hizmet etmiş, dalkavukluk yapmışlardır. Oysa halk ozanı, halkın kulağı, dili, sesidir. Halktan aldığını, halktan gördüğünü şiirle, düzenli bir üslupla yeniden halka sunar. Halk şiiri budur yani. Halktan aldığını halka vermektir. Kendi diliyle halkın dertlerine ortak olmaktır, halkı uyandırmaktır.

Halk şairi dalkavukluk yapmadığı için küçümseniyor olmasın. Öyle midir acaba? Yani halk şairleri küçümsenmiş midir? Dışlanmıştır, küçümsenmiştir, horlanmıştır. Dalkavukluk yapmadığı, kafa tuttuğu, isyan ettiği içindir ki halk şiirini sevmemeye başlamışlardır, sevdirmemişlerdir, karşı gelmişlerdir, suçlamışlardır. Halk şiiri yazanı, halkın derdini dile getirenleri idam etmişlerdir. Peki, halk ozanı kimdir? Bugün birçok kişi ben halk ozanıyım diyerek ortada dolaşıyor. Kime halk ozanı denir? Halk ozanı kültürü maalesef zayıfladı Ahmet’im. Eline sazı alan, iki tıngırtı yapan, iki uyduruk bir şeyler söyleyen “ben halk ozanıyım” diyor. O, halk ozanı değildir. Üsluplu lisanla, edebi ağırlıklı sözlerle, içerikli sözlerle, elinde sazıyla, sesiyle, nefesiyle halka bir şeyler sunan; halkın dertlerini dile getirerek geri halka anlatan; sevinçlerini, ağıtlarını, türkülerini, deyişlerini geri halka sunan insandır. Ve de toplumu aydınlatmak için, iğneleyici, taşlayıcı, hicvedici şiirlerde yazar halk ozanı. Toplum uyansın, toplum anlasın diye… Şiirlerinizde Alevi-Bektaşi kültürünü, inancını işlerken, o inancın temsilcilerini, dedeleri eleştirdiğiniz de oldu. -Dedesini de, hocasını da, papazını da, kilisesini de, hepsini de taşlamışımdır. Methiye yapılacak yeri yapmışımdır. Ben kökende bir Alevi çocuğu değilim. Annem babam Sünni’dir. Ben Köy Enstitüsünde öğrendim. Yalnız şu kanaatteyim ki yaptığım araştırmalarda, okuduğum felsefelerde Alevilik felsefesi dünyanın en güzel felsefesi, gerçek yolu takip edersen, ama onun da üçkâğıtçılığı-

nı yapanlar var. Dedeyim diyor, Şeyh’im diyor, hocayım diyor kendi çıkarını sağlıyor. Ama Hacı Bektaş-ı Veli felsefesi, Hasan, Hüseyin’imizin, Hz. Ali’mizin yolu yani Alevilik yolu, çağdaşlık yoludur, uygarlık yoludur, insanlık yoludur, en güzel yoldur yani. Ben o yolu seçtim. Söz dondü bu konuya geldi. Sizce AlevilikBektaşilik nedir? İnsanlık, uygarlık, çağdaşlık, dostluk, kardeşlik yolu, ıslahatı olarak yorumluyorum. Onun için de benimsedim. O yoldayız yani. Güzel bir yol. O yoldan gidenler iyi bilmeli ki güzel bir yolda. Seçilen bu yolu, yürünen bu yolu bozmaya, dejenere etmeye, menfaat için kullanmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu saygısızlıktır. Yolun temsilcileri dahi olsa, dedeler dahi olsa, değil mi? Dedeler de dâhil. Çıkar gözeten, kim olursa olsun, çıkar sağlamak için yapıyorsa o zaten insan sayılmaz. Bu yolu seçen insan olacak. Bencil olmayacak, egoist olmayacak, hümanist olacak. Zaten hümanist olmazsa Alevi olmaz. Alevi halk ozanları geçmişten günümüze, neyin mücadelesini vermişlerdir sizce? Her Şah’ın iktidarı Alevi felsefesindeki insanları ezmeye, onları susturmaya, halkı ezmeye devam etmek için, onların dilini kesmeye yönelmiştir. Buna halk ozanları isyan etmiştir. Halkın yanında olmuştur, halkın dertleriyle içi içe olmuştur, onları şiirle, sazla, sözle, deyişle dile getirmiştir. Halkın dertlerine ortak olmuştur. Kafa tutmuştur, bu yolda can vermiştir, derisini yüzdürmüştür ama mücadelesinden de geri kalmamıştır, haksızlığa isyandan geri kalmamıştır. Halkın dili olmuştur halk ozanları. Günümüzde de Âşık Yener gibi ozanlar bunları yapıyor. Bunları yapmaya çalışıyorum, yapıyorum da isyan da ediyorum. Haksızlığa kafa tutmuşum hapis yatmışımdır ama sıkıyönetim öncesinde bile:

ÂŞIK YENER

Soran Olursa Ey sevgili beni bir zaman sonra Göçüp gitti dersin soran olursa Nice yıllar geçti geri dönmedi Çoktan yitti dersin soran olursa Unutulup gitti geçen her günde Hatırlanmaz oldu bayram düğünde Aşkımdan köz düşen garip gönlünde Duman tüttü dersin soran olursa Sellere karışan toprak kil gibi Rüzgâra kapılan bir mendil gibi Eriyip tükenen bir kandil gibi Yanıp bitti dersin soran olursa Söyle Âşık Yener talihe küstü Sevgiden sevdadan umudun kesti Mezar taşlarında bir akşamüstü Baykuş öttü dersin soran olursa

22

Sayı 41


SERÇEÞME Korkmam ulan korkmam faşist dölleri Bin türlü sualle yorsanız beni Sıkıyönetimin emir kulları Acı sözler ile kırsanız beni Zincirlerle bağlansam da kolumdan Dipçiğiniz kalkmasa da dalımdan Halk’ın ozanıyım dönmem yolumdan Çekip mavzer ile vursanız beni Bu devam eder, uzundur. Kitabıma da koydum çekinmeden. Zalim Yusuf Paşa, dalkavuk vali Sizlerin boynunda halkın vebali Şahınızdan korkmam İsa misali Tutup ta çarmıha gerseniz beni… dedim, bunu kitabıma koydum. Yani gizli saklı bir köşede bırakmadım. Yazdım, kitaba koydum, yayınlandı. Esas söyleneceklerimi söyledim`, ama çok ağır sözler var, kitaba girmeyecek. Peki, onları ne yapacağız, kitaba girmeyen şiirleri ne yapacağız? Onları da yazdık, duruyor bakalım. Nasıl, ne zaman, hangi fırsatta girecek bakalım. Sizi en çok etkileyen halk ozanları kimdi? Eskilerden başlarsak, Yunus’u çok sevdim, Pir Sultan’ın mücadelesini çok sevdim. Âşık Veysel hocamla bir sene birlikte kaldık, ondan çok ilham aldım. Gerçekten değerli, büyük bir insandı, olgun bir insandı, kâmil bir insandı. Rahmetli Âşık Daimi ile de dostluğum uzun sürdü. Ondan sonra Karacaoğlan’dan, Köroğlu’ndan, Dertli’den, yani aklına gelen önder kişilerin hepsinden ilham aldım. İddialıyım elimden geldiğince iyice yazmaya gayret ettim, şiir sanatını kullandım. Kafiye, vezin dediğimiz, uyak ölçüleri, bunları yerli yerinde kullanmaya dikkat ettim. Sizin bölge ozanlar bölgesi, ozanlar yatağı. Oradan, Osman Dağlı, Kul Hasan, Mahrumi, Mahzuni gibi ozanlar yetişti. Bazıları ile dönemdaşsınız, bir kısmı öğrenciniz. O ozanlarla olan anılarınızı, muhabbetlerinizi anlatır mısınız? Mahzuni benim evladım gibi, küçük kardeşim gibiydi. Mahzuni’yi ben çok himaye ettim. Çok gariban yetişti Mahzuni. Jandarmanın dipçiğiyle eriyecekti, ben Nahiye Müdürüydüm kız kaçırdığında. Onu elden aldım yani. Yoksa Mahzuni’yi ezerlerdi. Mahzuni gibi bir ozanın yetişmesine, Türkiye’mize kazandırılmasından dolayı katkım olmaktan gurur duyuyorum. Osman arkadaşımdı. Osman Dağlı çok güçlü bir şairdir, kalemi güçlü, demokrat. O da benim gibi Aleviliği sonradan kabul etti, ama özüne inmişti, özünü biliyordu Aleviliğin. Osman da yakın zamanda ölmüş. Mahrumi ile birbirimizi çok severdik, Allah rahmet eylesin. Mütevazı, efendi, tatlı bir insandı. Onun da Mahzuni’ye katkısı var. Bizim çok katkımız var Mahzuni’ye, ilham olmuşuzdur. O büyük depremde (1999 Gölcük Depremi-AK) Ankara’ya gitmiştim. Âşık Hüdai’nin evinde iki ay misafir kaldım. Bırakmadı Hüdai. Osman Dağlı da geldi, onu da bırakmadık bolca sohbet ettik. Dertli Divani’yi severim. Aklı başında, otur muş, bilinçli bir ozandır. Bizim oranın, Nurhak’ın da dedesi.

Mayıs 2008

Kul Hasan, iyi bir insandır, mütevazı insandır, hanedandır. Onun da evinde Nesimi ile beraber bir ay kadar kaldık. Altmışlı yıllar sol hareketin, Türkiye İşçi Partisi’nin aktif olduğu dönem. Nesimi Baba, Kul Hasan İşçi Partisi’nin, diğer sol siyasetlerin etkinliklerine, gecelerine katılıyordu. O yılları, biraz anlatır mısın? Ben hep hayat mücadelesi vermek mecburiyetinde kaldım. Gariban olarak İstanbul’da tek kalmıştım. Yaşam kavgası, ekmek kavgası veriyordum. Tabii devrimci kesimlerin yanında oluyordum, ama günübirlik katılamıyordum. Öyle bir çaresizlik içine düşmüştüm. O zaman devlet memuruydunuz, değil mi? Evet. Devlet memuruydum. O halimle bile çalışıyordum, ama kısıtlı olarak. Bir yere kadar zorluyorsun yani. Geleneği yaşatmak zor. Halk’ın sorunlarını, dertlerini dile getirmek bir bedel istiyor. Izanlarımız geleneği yaşatmada ne gibi sorunlarla karşılaşmıştırlar? Halkın derdini dile getirdiğimiz için hep baskı altında olduk. Her iktidar döneminde olmuştur böyle… Zaten dürüst, sosyal demokrat, gerçek halkçı bir kesimin iktidarı olmamıştır iktidarlar. Hep patronların, vurguncuların partisi iktidar olmuştur. Basmaya, ezmeye çalışmışlardır, susturmaya çalışmışlardır, ezmişlerdir yani. Ozan Yener’in uzun yıllar bazı şiirleri dilden dile dolaştı. “Kız Sen İstanbul’un Neresindensin” şarkı olarak da okundu. O şiir altmış yedi kıtadır. Okunan ise altı kıta. Binboğa’dan Marmara’ya adlı kitapta tamamını görürsünüz. Ambar’dan başlar Beykoz’dan çıkarız. “Başı duman pare pare, yol ver dağlar yol ver bana” şiirimi güdük yaptılar. Ozana saygısızlık yapıyorlar. Yar bir rakip bulur sonra Gidip elin olur sonra Âşık Yener ölür sonra Yol ver dağlar, yol ver bana bunu kesiyorlar. Okuyanlar Arif Sağ’ın türküsü diyor. Arif Sağ şair değil, ozan değil, bir halk sanatçısı. Çok güçlü bir sanatçı ama şair değil. Ozanlık başka, saz çalmak, türkü söylemek başka. Peki, aradaki fark ne? Halk sanatçısı olmakla halk şairi olmak arasındaki fark ne? Çok karıştırılıyor birbirine de… Şimdi, gerçek bir halk sanatçısıysa onun da ozan kadar halka hizmeti vardır. Usta eserlerini yaymak… bizden çıkar sanatçılar da bunu yayarlar. Arap Ali böyle yapıyor. Benden çok eseri beste yaptı. Onun için seviyorum Arap Ali’yi. Sanatçılar halk ozanlarının halka sunduğunu, söylemek istediklerini sazlarıyla, sesleriyle, yorumlarıyla yaygınlaştırmak mecburiyetindeler yani. Eğer gerçek sanatçıysa… Herkesin diline dolanmış “Kız Sen İstanbul’un Neresindensin” gibi başka okunmuş eserleriniz var mı? Üç yüz elliden fazla eserim okundu, ama rasgelen okuduğu için karmakarışık oldu. MeEşsela Cezaevi şiirim vardı onu da yine Mahzuni okudu.

ÂŞIK YENER

Doktor Bey Çok derdim var teker teker söyleyim Şöyle biraz gelir misin doktor bey Lokman sensin ben gayriyi neyleyim Derde derman bulur musun doktor bey Gör halimi hele gel de şöylece Günüm zindan bir yıl bana her hece Oturmazsan ayaküstü böylece Beş dakika kalır mısın doktor bey Kör cahil mi, yutmuş mudur ilimi? Mecnun mudur, sevdalı mı, deli mi? Âlim midir, evliya mı, veli mi? Kimde ne var bilir misin doktor bey Savaşım var bu hayatla başa baş Yalnız kuşa gelen geçen vurur taş Desem sana derdime ol arkadaş Kabul edip olur musun doktor bey Âşık Yener yakışır mı saraya Kader bizi sürükledi buraya İlaç neyler yürekteki yaraya Neşter vurup alır mısın doktor bey

Bitmez çile, tükenmeyen sefalet Yıllar yılı başımızda taş bizim Vicdansızlar kanun çiğner, maharet Gerçekleri söylememiz suç bizim devam eder gider. “Korkmam ulan korkmam faşist dölleri” gibi buna benzer şiirlerim okunuyordu. Yazdığınız şiirlerden dolayı da eleştiriler, övgüler, yergiler oldu tabii ki. Sizi en çok eleştirenler kimlerdi? Size övgüleri sunan kimler oldu? Bilhassa yobazlar var ya… Ben ateistim, o bakımdan yobazlar tam karşımda oldular benim. Hep benimle uğraştılar. Ben de onlara şiirle yüklenirdim: Bize cahil diyen molla efendi Ellerde okunan kitabımız var Senin gibi üç beş softaya değil Bütün insanlığa hitabımız var diye başladım. Bana, altmış yaşındaki adama, yirmi beş yaşındaki adam cahil demiş ve ona cevap vermiştim. Kusura bakma, ben hastaneye yattıktan sonra iki-üç kere ameliyat geçirdim. Ve dört yıldan beri yatakta oluşumdan dolayı birçok kanallar tıkalı. Mesela şiir yazamaz hale geldim. Düşünce olarak şuurumu tamamen kaybetmedim, ama natıka noksanlığı oldu. Sana düzgün cevap veremedim, kusura bakma yani… Estağfurullah, hiç önemli değil. Söylediğiniz şeyler bizim için çok değerli. Yoksa dilim açılınca konuşurdum. Konuşmayı biliriz… “Beliyi söz bilmeziz, ama biraz irfanımız vardır” der şair. Biz okumuş olduğumuz için dilimiz dönerdi, ama bu yatak engelliyor. Baba çok sağ olasın, seni yorduk, ağzına sağlık.

23


SERÇEÞME

ALİ KAYKI (BUDAK ALİ) Aşk, insanı Mecnun eder çöle verir, pervane eder ateşe. Akıllı uslu giden yolcuda, akıl da bırakmaz us da. Lime lime doğratıp başın verdirir dârda. Derisini de yüzdürür, diri diri de gömdürür. Hepsinden önce de ölmeden öldürür.

Aşk Akıl almaz şu halından Özbenimden aşan mısın? Lâmekânın mekânından Coşup coşup taşan mısın? Yüceliğin makamısın Güzelliğin hayranısın Hakikate bir aynasın Sen Hakk mısın Hakk’tan mısın? Tarif etsem bir cismin yok Varlığın varlıktan da çok Sinemi delip geçen ok Can evimden vuran mısın? Yâr olmazsa halin nice Dert çekeriz ince ince Güzele meyil verince Yürekleri yakan mısın? Gözüm yaşı sebil oldu Dolu taştı boşlar doldu Zerre sende hayat buldu Çağıl çağıl akan mısın? Budak Ali’m meşk halinde Çok çekti senin elinde Feryat figan var dilinde Dallarında açan mısın? 29 Ocak 2008

Şah Eyvallah Coşar gönlüm dalga dalga Şah eyvallah Pir Eyvallah Bu ne gündür ışık başka Şah eyvallah Pir eyvallah Akar sevdam çağıl çağıl Ne divanem ne de akıl Güneş Ayda aşkla balkır Şah eyvallah Pir eyvallah Yürüdüm yolum doğruca Can Canana hal olunca Bir cevherde ışk bulunca Şah eyvallah Pir eyvallah Kıldan ince köprülerden Hem elendim eleklerden Hakk uğrunda dileklerden Şah eyvallah Pir eyvallah Budak Ali’m yanar özüm Ar gönülden bakar gözüm Can olana budur sözüm Şah eyvallah Pir eyvallah 15 Şubat 2008

24

Postnişinlik Sorunu Hüseyin Hürrem Ulusoy

P

OST, Farsça bir sözcük olup (tüylü hayvan derisi) daha çok mecazi anlamda kullanılır. Bir makamı bildirir. “Postnişin” ise posta oturan, posta geçen, anlamındadır. Postnişin, Alevi-Bektaşilerde Hacı Bektaş Veli’nin soyundan gelip, Yol’un önderi olan, başka bir anlatımla Tarikat’ın başında bulunan kişidir. Halk arasında kendisinden daha çok “Mürşid” diye söz edilir. Ancak mürşid, cemaatle ilişkisi olan, cemlere katılan diğer Çelebiler için de kullanıldığından “Postnişin” kelimesini kullanmak daha doğru olur. Eskiden postnişinler şeyhlik (meşihat) ve vakıf yöneticiliği (tevliyet) görevlerini uhdelerinde bulundurmuşlardır. Tekkenin yönetimi, dervişlerin yönetimi sorumlulukları arasıdaydı. (16. yüzyılda Dedebabalığın ortaya çıkıp, Bektaşilikte yeni bir süreğin başlamasına kadar.) Elimizde bulunan kayıtlara göre ilk postnişin Seyit Ali Sultandır (1310–1402) (Timurtaş). Son postnişin işe Veliyettin Hürrem Çelebi’dir. (1867–1940). (Kendisinden son postnişin diye söz etmemiz, hukuksal sorunlardan dolayıdır. Zira 30 Teşrinisani 1341 ve 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle, Türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklar ve Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”un yürürlüğe girişine kadar görev yapmıştır). Cumhuriyet’in devrim yasaları hukuksal olarak tarikat çalışmalarını yasaklamış, unvanlar ortadan kaldırılmıştır. Kısacası Batınî, Hüseynî, Tasavvufî tarikatlar, rakipleri şeriatçı tarikatlar gibi yasaklanmış, devlet dinsel inançlara müdahil olmuştur. Hâlbuki Cumhuriyet’in temel ilkelerinden birisi de “laiklik”tir. Evrensel normlara göre laiklik din ve vicdan özgürlüğünü, eşitliği, insan haklarını içerir. Devletin dine hükmetmesi, aynı şekilde dinin devlet işlerine karışması kabul edilemez. Çağdaş laik ülkelerde devlet sadece hakem görevi üstlenir ve bütün dinsel inançlara eşit mesafede durur. Ülkemizde bu ne yazık ki böyle olmamıştır. Peki, neler olmuştur? Yaşamaya devam eden ve edecek alan bir inancın önderlik kurumu yok sayılmış, bu suretle bu cemaatin de görmezlikten gelindiği, belki de devlet içinde yer alan bazı unsurların asimile heveslerini kamçılayan, gayr-ı adil bir dönem başlatılmıştır. Tek parti döneminde Dergâh’a gidiş gelişler yasaklanmış, Hacıbektaş kasabasında yakalanan dedelere türlü cezalar verilmiştir. (Tutuklamaktan, sakal ve bıyıkların kesilmesine kadar değişen cezalar). Yasaklamalar geldikten sonra Dergâh’ın (Tekke’nin) mallarına el konulmuştur. Örneğin, Dedebağı, Hanbağı gibi mevkiler ve birçok taşınmaz (tarla, arsa, vb.) kamulaştırılmıştır. Tekke’deki eşyalar Ankara’daki Etnografya Müzesi’ne nakledilmiştir. Bunlar ancak 1963’te, Tekke’nin müze olarak açılışında geri dönmüş, bir kısmı da kaybolmuştur. (Örneğin, bazı kıymetli halıların geri dönmedikleri söylenmektedir). Bütün bunlar şüphesiz Mustafa Kemal’in bilgisi dışında olmuş, mahallinde yönetici olan

Devletin dine hükmetmesi, dinin devlet işlerine karışması kabul edilemez. Laik ülkelerde devlet, dinsel inançlara eşit mesafede durur. Ülkemizde bu böyle olmamıştır. memurların işgüzarlığı sonucu gerçekleşmiştir. Ancak olup bitenlere Hacıbektaş halkı yakından şahit olmuştur. II. Dünya Savaşı sonlarında dünyada gelişen liberalizm akımıyla ve Batı’nın etkisiyle 1950’li yıllarda çok partili rejime geçilmiş, gelen nispi serbestlik ortamı içinde 1915–1945 yıllarını, karneli dönemleri yaşayanlar “Menderesçi” olmuşlardır. Bugün Hacıbektaş halkından o dönemden kalanlar halen Menderes’in DP’sinin ardılı olan partileri desteklemektedir. Mustafa Kemal, çok kısa bir ömür sürdüğü için, kafasında, nasıl bir din örgütlenmesi düşünüyordu bunu bilemiyoruz. Ancak laikliği onun gününde ve günümüzde yanlış anlaşılıp uygulandığını düşünenler arasındayız Mustafa Kemal belki de her türlü mezhep ve tarikatın üzerinde Türkiye’ye özgü bir din anlayışı kurup geliştirmek istiyordu. Ezanın Türkçe okunması bunun bir işareti sayılabilir. Diyanet’in temeli onun zamanında atılmıştır. Ancak çağdaş, pozitif düşünen din adamlarının hangi kadrolar tarafından yetiştirileceği düşünülmemiştir. 1950’den sonra, özellikle Menderes döneminden başlayarak, uygulamaya konulan popülist politikalar devlet eliyle şeriatçı kadrolar yetiştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Halbuki yüzyıllar önce Hacı Bektaş Veli tarafından dinde büyük bir reform gerçekleştirilmişti. Devrimci Cumhuriyet kadroları bu temele dayansalardı belki de istenen sonuca daha çabuk ulaşılabilirdi. Mustafa Kemal yaşasaydı, alınan sonuçlardan memnun kalmayacak, belki de tavrını değiştirecekti. Yine de postnişinler soyundan gelen Ulusoy ailesi (Çelebiler) uğradıkları hukukî mağduriyete rağmen devlete gücenmemişler, tam tersine Mustafa Kemal’in partisini desteklemişlerdir. Aileden pek çok kişi Ali Rıza Ulusoy’dan başlamak üzere, Haydar Ulusoy, Kazım Ulusoy, Şahin Ulusoy, CHP’den milletvekili olmuşlardır. Postnişinlik sorununa bağlı olarak AleviBektaşiliğin mağduriyetlerini anlamak için tarihe bakmamız gerekiyor. Osmanlı döneminde nasıldı, önce buna bir bakalım. Osmanlı devleti bir imparatorluk olduğu için, hem yönetim açısından, hem de inanç açısından bünyesindeki farklı unsurlara özerklik vermesi gerekiyordu. Tarihi incelediğimiz zaman bazı açılardan Osmanlı’nın Cumhuriyet yönetiminden daha laik olduğunu hayretle görüyoruz. Bu demek değildir ki Osmanlı her zaman adil olmuştur. Kalender Çelebi’yi idam ettiren, Hamdullah Çelebi’yi Amasya’ya sürgün eden Osmanlı’dır. Ancak konumuz postnişinlik olduğu için çok önemli olan ve her biri ayrı bir yazının konusu olabilecek idam ve sürgün olaylarına değinemeyeceğiz. Osmanlı döneminde postnişinliğin hukukî bir statüsü vardı. Her postnişin değişiminde ya da postnişinlikle ilgili önemli olaylar sonuçlandığında (mahkeme, vb.) devlet tarafından bir ferman yayınlanırdı. Osmanlılar, tartışmalı durumlarda hakemlik görevi üstlenmek üzere başkentten bir kazasker görevlendiriyorlardı.

Sayı 41


SERÇEÞME Örneğin; bir ara Hüdâdat soyundan Hüseyin namındaki bir kişi, şeyh atama kurallarına aykırı olarak postnişinliği üzerine almış, itiraz üzerine de Padişah III. Mustafa tarafından 2 `Şaban 1177 tarihli, fermanda durum düzeltilmiş, Mürsel soyundan Abdüllatif Çelebi posta oturmuş, kırk sene bu görevi sürdürmüştür. Osmanlı hükümdarı II. Mahmut’a ait 1240 (1824–25) tarihli fermanda, “Hazine-i Âmire’de kayıtlı olduğu üzere Osmanlı ülkesinde bulunan Nazargâh, Tekke, Hangâh ve Zaviyelerdeki Baba, Derviş, Abdal, Sultan namındaki kişilerin ölümleri halinde veya değiştirilmeleri gerektiğinde Hacı Bektaş Veli torunlarından olmak üzere kendi âsitanesinde seccadenişin olan kişinin icazet vermesi ve bildirmesi ile atama yapılabileceği; kadıların veya mütevellilerin dilekçeleriyle böyle atamaların yapılamayacağı; Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin âsitanesi uzak mesafededir diye gidilmemesi yüzünden tekkeler ehliyetsiz kişiler elinde kalmış ve vakıf gelirleri kendi işlerine sarfedilmekte olduğundan, bundan böyle Hacı Bektaş Veli Âsitanesi uzak mesafededir biçiminde beceriksizlik göstermeye ve bahane ileri sürmeye müsaade edilemeyeceği” emredilmektedir. Osmanlılar, Hacıbektaş postnişinlerine devlet hazinesinden on beşe bölünen hisse ayırmışlardı. Bu on beşin dört sehmi doğrudan postnişine tevliyet ve meşihat ücreti olarak veriliyordu. Dört sehmi türbenin onarımına, dört sehmi dervişlerin maişetine, üç sehmi de diğer Çelebi ailelerinin ihtiyaçlarına ayrılmıştı. Ayrıca Çelebiler bazı vergilerde ve askerlikten muaftı. Bazı kimseler Alevi-Bektaşilerin bugünkü nispi rahatlıklarını (kendilerini ifade etme, dernekleşme, ibadet etme) Cumhuriyet rejimine bağlarlar. Bunda büyük ölçüde doğruluk payı varsa da, bu daha çok dünyadaki liberalizm akımının, demokratikleşmenin, doğal evrimin bir sonucudur. Cumhuriyet sayesinde Alevilerin soluk aldığı doğrudur. Ancak lidersiz bırakıldıkları, tarihten gelen çok parçalı yapının, yeni dernekler ve vakıflar yoluyla, daha küçük parçalara bölünmeyi getirdiği de doğrudur. Yeryüzünde var olan tüm inanç gruplarının bir önderi vardır. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Ortodoksların Patriği, Ermenilerin Metropoliti, Musevilerin Hahambaşı, Sünnilerin Müftüsü (ya da Diyanet İşlerin Başkanı) devlet tarafından tanınmakta, liderlerin de hukuki statüsü verilmelidir. Niçin Türk-Türkmen (Oğuz) kültüründen gelen, Anadolu kültürüyle yoğrulan, Peygamber neslini, Ali neslini, Hacı Bektaş Veli neslini takip ve temsil eden postnişin hükümsüz kılınmak istenmiştir? Bunda acaba başsız kalan bir toplumun daha kolay asimile edilebileceği düşüncesi rol oynamış mıdır?

Bir daha tekrarlamak gerekirse Diyanet İşleri Başkanlığı hiçbir şekilde Aleviliği temsil etmediği gibi, Alevilik Diyanet’in içinde bulunamaz ya da emrine giremez. Camiler Aleviliğin ibadet yeri olamaz.

Mayıs 2008

Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında yaşayan iki postnişin Ahmet Cemâlettin Çelebi ve Veliyettin Hürrem Çelebi, Mustafa Kemal’e destek olmuşlardır. 23 Aralık 1919’da Hacıbektaş’a gelen Mustafa Kemal, Çelebi’nin maddi ve manevi desteğini almıştır. Yine Veliyettin Hürrem Çelebi 25 Nisan 1339 tarihli beyannamesiyle Alevi-Bektaşi cemaatinden Mustafa Kemal’in adaylarına oy vermelerini istemiştir. Buna cevaben Mustafa Kemal de 6 Mayıs 1339 tarih ve Ankara mahreçli 2214 sayılı bir telgrafıyla Çelebi’ye teşekkürlerimi bildirmiştir. Rize Milletvekili ve Türkiye Tayyare Cemiyeti Reisi Ahmet Kutsi’nin gönderdiği bir berattan, yine aynı cemiyetin Kırşehir şubesi başkanı Veli Hazım Bey’in göndermiş olduğu mektuptan Veliyettin Hürrem Çelebi’nin cemiyete on bin lira bağışladığını öğreniyoruz. Postnişin nasıl seçilirdi? Bunda kural eslah ve erşed olması gereğiydi. Bu iki sözcük Osmanlı fermanlarında da geçmektedir. Eslah, salih olan (uygun olan), eşred ise reşit (olgun olan) anlamındadır. Salih, yani uygun olan bir önceki postnişine en yakın olan kişidir, büyük ihtimalle önce kardeş, daha sonra kardeş çocuklarından en büyüğü. Eşred ise olgun kişidir ki üç özellik aranır: Fizik, ahlâk ve bilgi. Fizik, yüz güzelliğinden çok aşırı yaşlanma (bunama), akıl hastalığı gibi kusurları bulunmaması anlamındadır. Ahlâk yönünden hiçbir kusuru bulunmaması gerekir. Bilgi yönünden emsallerinden üstün olmalıdır. Bugün Hacı Bektaş Dergâhı diye insanlar Türbe’yi ziyaret etmektedirler. Hatta bazı televizyon kanalları Muharrem ayında Dergâh’tan yayın yapıyoruz diyerek Türbe’den yayın yaptılar. Türbe bir kabristandır. Dergâh ise canlıların yaşadığı, soluk alınıp verilen bir yerdir. Başında da yaşayan bir kişi vardır. Ölüler icazet veremez, gelip gideni denetleyemez. Hacı Bektaş Türbesi’nde (müze) bir cami vardır. Bu camide ibadet yapılmaktadır. Karşısında bir meydan evi vardır. Cemevi de diyebileceğimiz bu yer ibadete kapalıdır. Bugüne kadar pek çok kez ifade edilmiştir. Bir daha tekrarlamak gerekirse Diyanet İşleri Başkanlığı hiçbir şekilde Aleviliği temsil etmediği gibi, Alevilik Diyanet’in içinde bulunamaz ya da emrine giremez. Camiler Aleviliğin ibadet yeri olamaz. Bunun aksini iddia etmek, insan haklarına, eşitliğe, laikliğe, demokrasiye, özellikle de Alevi-Bektaşi toplumuna saygısızlıktır. Alevilerin birlikteliği için, bütün ocaklara, derneklere vakıflara, yayın kuruluşlarına, Alevilerle ilgili bütün oluşumlara (işbirlikçiler hariç) eşit mesafede duran, hiçbir zaman siyasete karışmamış olan Hacı Bektaş Dergâh’ı serçeşmedir. Devletin ve milletin bu gerçeği görüp buna göre davranması, ülkemizin bütünlüğü ve cemaatlerin kardeşliği açısından elzemdir. Sonuç olarak, Hacı Bektaş Postnişini’nin hukuki statüsü tanınmalı, kendisinden alınmış olan haklar iade edilmeli; laikliğin, insan haklarının eşitliği tam olarak yürümesi sağlanmalıdır.

Özür Sayın Hüseyin Hürrem Ulusoy’un 40. sayımızın 30. sayfasında yayınlanan “Güzide Ana” başlıklı yazısında bir dizgi yanlışlığı nedeniyle adı tam olarak yazılmamış. Ayrıca yazıdaki son nefesin “Biz hakikat kenzinin bevvabının derbanıyız” mısrasında kenz: hazine sözcüğü yanlışlıkla keriz olarak yazılmış. Düzeltir, özür dileriz.

ALİ KAYKI (BUDAK ALİ)

Boşver Gönül İkrarsıza Edep erkân yol bilmeze Boşver gönül yoldaş olma Er içinden er seçmeze Boşver gönül sırdaş olma Anlamazlar niyetini Hakk’ın varlık cihetini Asıl olan güzelliği Görmezlerle gözdeş olma Dilin vardır konuşursun Bülbül gibi ötüşürsün Na-ehil anlar mı dersin Kargalarla sözdeş olma Işık saçmaktır amacın Tuğba olmuştur ağacın Hakk Cemalidir miracın Kara güne güneş olma Hakk’tan gelen sözü deme Nadanlara sırrın verme Şaşı göze sürme çekme Hal bilmeze haldaş olma İçi fitne dolu onlar Sinsi sinsi yaklaşırlar İlk fırsatta sataşırlar Düşman ile candaş olma Budak Ali’m Hakk bilirsen Hakk’ı batıldan seçersen Hakikat yolumdur dersen İkrarsıza kardaş olma 16.02.2008

Giderim Kalıba koyup da daraltma beni Evrene sığamam coşar giderim Gereksiz nedenle taşlama beni Dayanmaz bu sabrım taşar giderim Ummana dalmışım cevher bulmaya Nefessiz bırakma sızlar yüreğim Fırsatım kollarlar hesap sormaya Ateşle ciğerim dağlar giderim Derdime dert katıp kabartma yeter Çok çile çekmişim beterden beter Feleğin çarkında edildim heder Güzellik uğruna koşar giderim Budak Ali’m yine ferman yazsalar Bu kaçıncı ferman yırtar giderim İkrarım vermişim dönmem kovsalar Hakikat yolumdur tozar giderim Ozan yanan sigaraya benzer. Ateşi de aşkıdır. Yârin çektiği her nefeste küle çevrilir. Külü yere düşer turab olur; “kün” emriyle kül gülümser “gül”e dönüşür. Dumanı yele gider bulut olur, hasretinden ağlar ve damla damla güle düşer. Ateşi karanlığa ışık olur. Söze düşer türkü olur, saza düşer ezgi olur, ney’den çıkar feryat olur. Söz, ezgi ve feryat can bulur bülbül olur. Ve havalanır uçar uçar uçar gülün dalına konar. Canlara Aşk ile...

25


SERÇEÞME

“DENİZİN YANINDA KUYU KAZILMAZ”

Boşlukta Köprü: Nereye Gideceğiz Hasan Harmancı

B

U YAŞADIĞIMIZ topraklara yayılan kaosa çözümü yurttaşlık felsefesinin ‘politik’ erdemlilikle çözülebileceğini görmek gerek. Etnik, dini farklılıklar ile kültürel unsurları ortak özgürlük ve onu sürdürebilen kurumlar ve gelecek tasarımları güçlendirme yoluna yönelmeliyiz. Kurtuluş Savaşı nasıl ki bir yurtseverlik -milliyetçi değil yurtseverlik- savunması ile gerçekleştirilebildi. Özgürlükleri nefes alınamayacak kadar daraltmak, kasvetli, militarist, baskıcı koşulları yasalaştırmak ortak geleceğimiz için kaygılanmayı arttırmaktadır. Ülke yaşayanını dar kafalılığa, bağnazlığa, hoşgörüsüzlüğe iten, insani ve evrensel değerleri kirletir duruma sokmak iyi bir şey olsaydı, Hitleri ve Mussolini gibilerini alkışlıyor olanlar artardı. Yakın tarihin sıklıkla bize örnekler sunduğu gibi; bir halk etnik, dinsel, politik ve ekonomik krizle yüz yüze geldiğinde ya yurtseverlik ya da milliyetçilik dili, kurguları hâkim olmaya başlar. Bununla birlikte içerden kendi özgürlüklerini ve vicdanını yemeye, kirletmeye veya çürütmeye başlar. Bunu entelektüel alanda da yapmaya başladığında toplum artık sağduyusunu yitirmeye başlar. Dini ve etnik ayrımcılık hoşgörüsüzlük de bu entelektüel birikimin tekabül ettiği ekonomik ve bağlı kaldığı siyasal çeşmeden beslenir. Ortadoğu başta olmak üzere, Mezopotamya, Anadolu, Kafkasya ve Balkanlar hoşgörü sınırını yıkmıştır. Bu coğrafyalar milliyetçi ve dinci partilerin örgütlenme batağına dönüşmüştür. Bu bölgelerde milliyetçili ve dini etnik yapıların özgürleştirilmesi sağlanamadan barışın kaosun yerine geçmesi pek mümkün görünmüyor. Milliyetçiliği ve bu yeni dinsel gelişimi öncelikle ‘sol’ duruş göğüsleyebilir. Laiklik de genel özgürlüklerde ancak buradan doğabilir. Yoksulluk, işsizlik artarken orta sınıflar çökerken aşağılanan, hor görülen umutsuz insanlar kendilerini onurlu sayacağı veya onurunu koruyacağı, övüneceği bir şey olarak milliyetçiliğe, dinselliğe sarılıyorlar. Entelektüellerde bu noktada şaşkın hatta yüzsüz ve kirlidir. Entelektüelin muhafazakâr şoven döngülerde yaşam alanı bulmaya çalışması toplumsallık açısından bir sorumluluğu olmadığını göstermektedir. Toplumun katmanlaşması, toplumsallığın özgürlükler temelinde değil; fakir ama hiç değilse Türküm, Kürdüm Aleviyim veya Müslüman’ım vs. olarak yüzeyleşiyor. Toplumsal değişim yaratacak güçler bu haliyle sağa, muhafazakârlığa biraz daha geçmiş geçirilmiş oluyor. Piyasaya sürülen milliyetçilik tarihi bir avuntudur. Piyasaya sürülen cennet vaatli dincileşme çevresinde bulunan kendinden farklı olan herkesi yutmaya veya yok etmeye hazır hale gelmiştir. Bu sınır bu dönemde fazlasıyla zorlanmaktadır. Alevilerin bu oyunun bir parçası olması da tarihte olduğu gibi onları gelip bulmak üzeredir.

26

Bizim kendimizi gizlememiz riyakârlıktır, feza çağında yaşıyoruz artık kendimizi, gönüllerimizi birliyeyim yola gidelim Genel politikaların belirlediği şeyler, eğer demokratik bir toplumsal düşün, üretim, tüketim ve yaşam üzerine kurulmazsa neler olabilir. Bir köy toplumsal örnekleme açısından elbette açık ve kesin bir örnek olarak öne çıkarılamaz. Ancak bazı örnekler önümüze çıkan sorunun yapılanmasında keskin bir derecelendirme sunar bize. Aleviliğin kurumsal sorunları yaşam alanında gittikçe büyümekle birlikte çatışma ve çelişkilerini de arttırmaktadır. Konya-Beyşehir-Şamlar köyünde günlük hayatın bir parçası gibi sürer koşullanmalar. Yaşam çoktan köye bağlı olmaktan çıkmış durumda. Yaşayanlar köylerini terk ederek ya Beyşehir- Seydişehir’e ya da gözü daha kara olanlar Avrupa’ya, özelliklede Norveç’e yerleşmişler. Neredeyse tüm Alevi yerleşimlerinde olduğu gibi doğanın nimetlerinin en verimli olduğu bir yer Şamlar’ın kurulduğu yer. Köyün kuruluş tarihi bilinmiyor. Tüm Tahtacılara atfedilen göç ve yerleşme hikâyesi onların arasında da geçerli.

Şamlar Köyünde Cem Dertli Divani’nin talipleri olan Şamlarlılar, Beyşehir’de Niyazi Baba’nın evinde görgüye girmek, bir yılın özeleştirisini vermek için, günlerdir planladıkları günün bir gün öncesinde kendi aralarında bizimde katıldığımız sohbetteyiz. Dertli Divani’nin talipleri ile gerçekleştirdiği ceme Ankara’dan zakirler Ferhat Karaca ve Can Kalaycıoğlu ile Adıyaman’dan Ozan Garip Kamil birlikte katılıyoruz. Selamlaşmalarla nefeslerle başladı akşamın kızıllığı. Nice ulu ozandan nefesler dile geldikten sonra gece hasbıhale döndü. Canlardan biri nefes söyleyenlere “nur olasınız erenler” diyerek gecenin değişen anlamı içerisinde konuşmaya çevirdi sözlerini. Günlük konuşmalardan sonra söz Aleviliğin ve kendilerinin yaşadığı sorunlara geldi. “Zaman gazetesi bizden daha iyi Alevicilik yapıyor” diyor bir can, sözü günlerdir boğazına düğümlenmiş olduğunu belli ederek. Arada bir bu gazeteyi eline aldığında bunu kendisinin de fark ettiğini söylüyor başka bir can. Bir başkası: “Karacaahmet’in yıkılmasını bilen Alevi unutur mu Tayyibi.” Bir başkası devam ediyor; “Yüreği sıkışmadan bazı Aleviler camiye gidebiliyor” diyor. Bir başkası: “Taziyeye gelen eline alıyor Kuran’ı Arapça okuyor. Bizim yolumuz farklı ve bizim taziyemizi, yasımızı nasıl yerine getire-

ceğini bilen insanlarımız var. Ama böyle Arapça okuyanlara tepki göstermiyoruz ne yazı ki.” Bir başkası; “Kuran Kursları hayatımıza girdi. Orada bir Kızılbaşı Müslüman ediyoruz diyorlar.” Başka bir can; “İki toplumunda çürük meyveleri var ancak kendimizde eksiklik. Bence önce kendimizi yargılamalıyız.” diyor. Konunun nasıl başladığını anlamakta gecikiyoruz. Ancak anlaşılıyor ki aralarında yaşadıkları sorunların bir öncesi var. Gençler devreye giriyor. Onlarında sorunları ve soruları birikmiş. Gecenin koyuluğuna daha fazla katılan oldukça sorularda, tartışanlarda çoğalıyor. Gençlerden biri izin alarak giriyor söze: “Gençler olarak Kuran’a yakın olacak mıyız? Onu öğrenecek miyiz? Hem camiye hem cemevine gidebilir miyiz? Boşlukta bir köprüdeyiz. Bir o taraf, bir bu taraf var. Nereye geçeceğiz. Cuma günü ekmek davasına camiye gidiyoruz. Yanımdaki beş kişi gidiyor, bende gidiyorum.” Büyüklerden biri söze giriyor; “İkrar vermen gerek artık.” diyor. Konuşan genç yanıtlıyor; “İkrar veremem kendime güvenemiyorum.” O ana kadar sessizliğini koruyan Dertli Divani Dede müdahale ediyor: “Herkes özgürdür. Hazır değilse olmaz. İkrar vermek için yolu anlamak, yola inanmak gerek.” Gençlerin babalarından biri giriyor söze, susunca Dede; “Oğlum pınara yakın olmazsanız yıkanamazsınız” diyor. Başka bir baba; “Oğlum sizi biz doğurduk. Niye peşimizden gelmiyorsunuz.” Gençler suskun… Devam ediyor konuşan can; “Gençlerimizde yönelme yok.” Genç devam ediyor; “Büyüklerimiz kendilerini yetiştirseler, bilgi sahibi olsalar bizi de eğitirler.” Başka bir genç giriyor araya: “Patron sıkıştırıyor bazen Aleviliğimiz üzerine. Ben de sen nasıl Fetullah’ın, Saidi Nursi’nin peşine düşüyor, onlara saygı duyuyorsan, önlerinde eğiliyorsan, ben de Hacı Bektaşi Veli’ye öyle bağlıyım. Bana saygı duymalısın diyorum.” Başından geçen bir olayı anlatıyor arkadaşına dönerek: “Bir gün bana Alevilik nedir diye sordu. Ona biraz açıkladım. O da bir de internete bakalım dedi. Açtı. Önceden ayarlamış ama bunu… Okuyunca, ha siz İslam’ın özüymüşsünüz. Dört kapı kırk makamınız da otuz iki farzın yorumuymuş dedi. Daha fazla tartışmaya girmedim amacı belliydi.” Herkes gençleri dinliyor. Bu olayda olduğu gibi Alevi gençlere nasıl kanca atıldığı tartışılıyor. Yaşlı canlardan biri konuşuyor:

Sayı 41


SERÇEÞME

Yiğit Muhtaç Olmuş Mustafa Özcivan

Şamlar Cemevinde Hüseyin Kutlu can İbriktar hizmetini yaparken. Fotoğraf: Kenan Tezerdi

A

“Müftü İmam Hatip Müdürü, Yüksek Okul Müdürü gibi on kadar kişi toplanıyor. Bunlardan biri de Şamlarlı. Konuşma sırasında Müftüye Yüksek Okul Müdürü soruyor; Camisi var mı bu köyün? Müftü; ‘Onların (Şamlar) cemevleri de çok şükür ki camileri de var’.” Gençlerden biri değiştiriyor sözü: “Bence yol sırlanmalı, anlatılmamalı. Bize daha yakın zamana kadar, gizlilikle, mum ışığı altında anlatılıyordu. Gizliydi bu, her Perşembe köye gittiğimi (cem tutmaya) kimse bilmemeli. Şimdi Sünni olarak bilinen çevremizdeki bazı köyler eskiden cem tutarlarmış, hala da devam ediyormuş. Biz niye duyuruyoruz ki. Bizim yaşlılarımız da hala delil getiriyorlar. Çevremizdeki Sünni baskı fazla, köylülerimizin çoğu esnaf ve ortam belli.” Dertli Divani Dede yeterli buluyor (Bu ara ara not aldığımız tüm konuşmaları, saatlerce süren karşılıklı konuşmaları, dilekleri, tartışmaları dile getirmek mümkün değil. Birçok konuşma da o meclisin özeli tabii ki) ve geceyi mühürlemek için sözü alıyor: “Sizin başınızda mum da yansa arkanızı döndüğünüzde bunlar Kızılbaş, Müslümanlığı ne olacak derler. Siz esnaflıktan üç kuruş fazla kazanmak için bunu yapmamalısınız. Güven verip, sağlam olun. Hatta kendi kendinize bile yetersiniz. Mal, mülk, kefillik, doğruluk konusunda onlar birbirlerine inanmazlar ancak size kefil olurlar. Biz yaratılanı yaratandan dolayı hoş görürüz. Tevrat’a da İncil’e de Zebur’a da Kuran’a da hatta 104 kitabın 104’üne de, kitapsıza da, inanmayana da, inanana da aynı oranda saygılıyız. Bize kimse kendi inancını dayatmadığı sürece saygıda kusur etmeyen bir tabiatımız var. Kendisinden olmayana saygı duymayı ve onu olduğu gibi kabul etmeyi artık insanlar özellikle de yobazlar öğrenmeli. Dik duruşumuzla kendimize özgüvenimizin olmasıyla inancımızı iyi bilip ve doğru ifade edişimizle ancak bizlere sonunda insanca bakacak ve saygı göstermesini öğrenecekler. Siz kendinizi saklamamalısınız. Siyaset icabı yapmaya çalıştıklarınızın yani Camiye gidip, Ramazan orucu tutmanızın yolumuzda, inancımızda yeri yoktur. Öte yandan yola ikrar verdikten sonra orası burası diye bir şey olamaz. İkrar verenin bu

Mayıs 2008

yolun dışına çıkma özgürlüğü yoktur. Biz inancımızı doğru yapalım, göreceksiniz başka şeye ihtiyaç duymayacağız. Siz beş vakit Kâbe’de de eğilip doğrulsanız onların gözünde değişmezsiniz. Siz Aleviliğinizi, ceminizi haykırmalısınız. Cemlerimizde saklayabileceğiniz bir şey yok. Eskiden atalarımızın kimliğimi açığa çıktığında maldan, candan oluyordu. Buna rağmen takiyye yapmamış ödün vermemişler. Şimdi ise diyebiliyoruz. Bizim cemimize doğrular girer. Herkes rızalık alır birbirinden. Camide öyle mi. Hırlı hırsız herkes orada. Bilen, bilmeyen imamın peşinde. Ben senin İbadetine dil uzatıyor muyum? Hayır… O zaman sende benim inancıma ibadetime karışmayacaksın. Kişiliğimden davranış ve ahlakımdan bir şikâyetin varsa söyle yoksa başka yönüm seni ilgilendirmez diye tepkinizi gösterin. Hayatınızı Beyşehir’den öteye götürmüyorsunuz. Medyada sonuna kadar tartışılıyor. Artık yırtın, bu korku örtüsünü, kırın kabuğunuzu…” Dertli Divani Dede susuyor… Başka bir can devam ediyor: “Cemde kadın erkek niye bir arada, kadın erkek neden birlikte semah dönüyorlar diye soruyorlar. Semah olayını anlamıyorlarmış.” Dede kısaca yanıtlıyor: “Bizim için kadın ve erkek ceme girince birdir. Cemevinden içeri girince karı-koca bile cinsiyetini unutur. Herkes bir can olur. Özünü Hak-Muhammet-Ali yoluna teslim eder.” Başka bir canın sözü ile gece mühürlenmeye doğru gidiyor: “Bize çok temiz insanlarsınız. Bunu nasıl başarıyorsunuz diyorlar. Ancak bazıları yüzümüze gülüp ardımızdan konuşuyor. Çoğu zamanda bilgisizliğimizden dolayı böyle üstümüze geliyorlar.” Son söz ile gece mühürleniyor: “Bizim kendimizi gizlememiz riyakârlıktır, feza çağında yaşıyoruz artık kendimize, gönüllerimizi birliyeyim yola gidelim.” Gece bu tartışmalar ve konuşmalarla sonlanırken yarın akşamki görgü için özler yarı yarıya dara sürüldü bile. Yarın ola hayrola.

NKARA’nın Dikmen semtinde evim var, yıl içerisinde ara, ara orada kalırım ve Dikmen semtindeki çok sayıdaki hemşerilerimle sürekli buluştukları kahvehane de buluşur, sohbet ederiz. Kahvehanede hemşerilerimle sohbet ettiğimiz bir gün, hareketlerinden psikolojik rahatsızlığı olduğu belli olan genç bir insan gülümseyerek yan masada oturanlardan el kol işaretleriyle çay ve sigara istedi. Masadaki arkadaşlara, “Kim bu?” dedim. “Mahzuni Şerif’in oğlu” dediler. Daha önce duymuştum, fakat ilk defa karşılaştım. Sonra araştırdım ve üzülerek öğrendim ki doğru. Adı Ferhat! Mahzuni Şerif’in üçüncü hanımından ve Emrah Mahzuni’nin öz kardeşi. Mahzuni Şerif’in sekiz çocuğundan biri. Dikmen’e çıkarken yokuşta sol tarafta bulunan Uğur Petrol’ün (Kayseri’nin Karaözü beldesinden) vermiş olduğu bir odada ara sıra kalan sahipsiz, kimsesiz, garip bir Mahzuni çocuğu. Ozanın altıncı ölüm yıldönümünde böyle özel konuları yazmak istemezdim, ama Mahzuni’nin o ünlü dörtlüğü aklıma geldi: Yiğit muhtaç olmuş kuru soğana Bilmem söylesem mi söylemesem mi? Ve bu haftanın da özürlüler haftası olması nedeniyle, söyleme gereği duydum. Kardeşi Emrah’ın söyledikleri beni daha da üzdü: “Kardeşim sağır ve dilsiz. Maalesef zamanında sağır ve dilsizler okuluna gönderilmedi. Şimdi de kız kardeşim Şirin bakmaya çalışıyor, fakat bazen gücü yetemiyor, üzücü durumlar oluyor. Ve en önemlisi kardeşimin velayetini onunla ilgilenen kız kardeşim Şirin değil, Fatma’dan olan kardeşim Ali almış; o da ilgilenmiyor.” Özürlü bir çocuğu olan anne, baba, kardeşler ya da abiler ne yapar, ne eder mutlaka tedavi yollarını arar. Görmüyorsa, körler okuluna; sağır ve dilsizse, sağır ve dilsizler okuluna gönderir ve o çocuğu bir biçimde eğitmeye, tedavi etmeye, eğitim ve öğretimini göstermeye, yani topluma kazandırmaya çalışır. Çok özürlü insanlar biliyorum ve görüyorum ki görmeyen, konuşamayan, gören ve konuşanlardan daha iyi görüyorlar, konuşuyorlar ve de düşünüyorlar. Bu konuyu Hasan Harmancı ile konuşurken bir anısını anlattı: “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Şanal Saruhan’ın da özürlü bir çocuğu var. Söyleşi yapmak için randevu istedim. Bana, ‘Bugünü çocuğumla geçireceğim katılamayacağım dedi’ ve haftanın belirli günlerini çocuğuna ayırdığını söyledi.” Çağdaş insanın, ailenin yapması gereken bu. Bizim felsefemiz, insani değerlerimiz özürlü insanımıza, çocuğumuza sahip çıkmamızı gerektirmez mi? Mahzuni Şerif sıradan bir vatandaş değil. Belki bazıları o ailenin özel sorunu diyebilir, fakat topluma mal olmuş, topluma yön veren kişilerin çocukları da o şahsın yaşam felsefesine uygun hareket etmeliler diye düşünüyorum. Özürlü olmak suç değil, ama tedavi yönünde uğraş vermemek, onu sahiplenmemek toplum vicdanını rahatsız etmektedir. Büyük ozanın, altıncı ölüm yıldönümünde bir kez daha rahmetle anarken, yiğitlerin muhtaç olmadığı gelecek yıllara… Hacıbektaş, 15 Mayıs 2008

27


SERÇEÞME

Kongre İzlenimleri Bektaş Tufan Güneş PSAKD Karşıyaka-İzmir Şb. Eski Başkanı - Mali Müşavir - Müs. Top. Kd. Yzb - Kıbrıs Gazisi

P

İR SULTAN ABDAL Kültür Derneğinin internet sitesinde günler önceden başlayan hareketlilik, 10. Olağan Kongrenin nasıl geçeceği hakkında önemli bazı ipuçları veriyordu. Genel yönetim kurulu üyeleri, denetimleri altındaki internet sitesinden, görev dağılımı yapmışçasına, kendilerini eleştirenlere ateş püskürüyorlardı. Eşit koşullarda olmayan muhaliflerini keskin bir üslupla hırpalarken, onlara cevap hakkı tanımamak en yalın bir anlatımla adaletsizlikti. Dışa yansıyan bu ürkütücü manzaradan sonra, düşünmeden edemedim: İnternet ortamında gördüklerim ya Ankara’daki kongre salonunda da tekrarlanırsa, Genel kurul üyelerini bilgilendirirken ve eleştiri hakkımı kullanırken bana da sataşmalar olursa ya da kürsüde konuşurken sözlerim kesilirse ne yapardım? Kongreye katılırsam, bu olasılıklara hazırlıklı olmam ve sonuçlarına katlanabilmeyi göze almam gerekiyordu. Katılmadığım takdirde ise, şöyle bir suçlamaya muhatap olma ihtimali her zaman vardı ve beni asıl kaygılandıran da buydu: “Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin Genel Kuruluna gelip, düşüncelerini söylemek ve eleştiri hakkını kullanmak istedin de, bu demokratik platformda sana engel mi olundu?” Karar vermem hiç kolay olmadı. Gidiş-gelişleri de sayarsak dört gün işimden ayrı kalacak, bin iki yüz kilometre yol kat edecektim. Sezgilerime güveniyor, geleceği görebiliyordum, ama demokrasiye, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne tutkulu yorgun kalbime, gel de söz dinlet! 12 Nisan 2008 de Ankara’da idim. Kongre salonunda, en yüksek karar organı olan genel kurul üyelerine, gizlenen bazı gerçekleri olduğu gibi anlatacak, onların huzurunda, genel yönetim kurulu üyeleriyle tek tek yüzleşecek ve soracaktım... Her şey içimizde çözümlenecek ve olay kapanmış olacaktı. Ama olmadı. Buna fırsat tanımadılar! Konuklar listesinde benim de adım okundu. Milletvekillerinden sendika temsilcilerine, vakıflardan derneklere kadar, salonda bulunan yirmiye yakın konuğun tümüne -ben hariçdört saat boyunca söz hakkı tanındı. Bilirsiniz, divan heyetinin bu tür toplantılarda önemli bir rolü, ciddi bir sorumluluğu vardır. Oturumu yönetirken hiç kimseden icazet almaz, kimseye biat etmezler. Tarafsız ve bağımsız davranmak zorundadırlar. Bu hem yasal hakları, hem de görevleridir. Durum böyle iken, divan başkanına elden sunduğum söz hakkı talep eden dilekçemin, teamüllere ve yasalara aykırı olarak, aleyhlerinde konuşacağım kişilere havale edilmesi ve kulisler yapılması çok şaşırtıcı ve anlaşılmaz bir olaydı. Bunu, yapılan istişarelerin ardından söz hakkı verilmemesi izledi. Konuya kısmen vakıf olanlar bile durumu ibret verici buldular, ama Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin çatısı altında ben bunlara ilk kez tanık olmuyordum ki…

28

Çifte standart anlayış, inandırıcılığın ve dürüstlüğün hiçbir zaman dostu olmamıştır.

Daha da beterlerini yaşayarak görmüştüm. Divan Başkanının, kongre sonunda Disiplin Kurulu üyeliğine ve şimdi de muhtemelen Disiplin Kurulu Başkanlığa seçilmiş olması, aslında her şeyi anlatmaya yetiyor, fazla söze gerek bırakmıyordu. Söz hakkının verilmeyeceğini öğrenip, kongre salonundan ayrıldığımda, saatler 17:20’yi gösteriyordu. Sıfır noktasına geri dönülmüştü. Genel merkez yöneticileri her zaman olduğu gibi haksızlıklarını asla önemsemiyor, eleştiri duymaya tahammül edemiyor ve genel kurul üyelerinin gerçekleri öğrenme hakkına saygılı davranmıyorlardı. Dillerinden düşürmedikleri barış, sevgi, hoşgörü, hukuk, demokrasi ve insan haklarına saygıyı hep başkalarından istiyor, bunları kendilerinden bekleyenlere aynı anlayışı ve içtenliği gösteremiyor, kendileri gibi düşünmeyenlere hukuka uyarlı olmayan tavırlar sergiliyorlardı. Kürsülerden Aleviler adına konuşmayı kendilerine hak sayıyorlardı, ama aynı kürsüden, yanlışlarının dile getirilmesi ihtimaline bile katlanamıyor, başka bir alevinin, kendilerine aykırı gelen fikir ve düşüncelerini özgürce ifade etmesine, divan heyetini de arkalarına alarak izin vermiyorlardı. Karşıt görüşlere de saygılı, demokratik bir olgunluktan söz etme olanağı maalesef yoktu. Peki, iç sorunların içeride tartışılarak çözümlenmesi yerine, konunun dışarıya taşmasını ısrarla arzulayan bu meydan okuyucu tavırlarının altında yatan amaç ne olabilirdi? Bunu hep birlikte göreceğiz. Alevilerin ortak taleplerini hayata geçirme yolunda, inançlı, kararlı, diri ve örgütlü bir mücadeleye, sevgi ve hoşgörüye dayalı birleştirici ve bütünleştirici bir anlayışa şiddetle ihtiyaç varken, bölücü ve ayrıştırıcı bir söyleme neden arka çıktıklarını işte bu tavırları nedeniyle kendilerine soramadık ve bu söylemin aleviler adına tehlikesine ne yazık ki işaret edemedik! Türk Bayrağının Alevileri temsil etmediği savını dillendiren bir genel yönetim kurulu üyesinin baş tacı edilmesine, titizlikle korunup kollanmasına, bu görüşe karşı çıkan bir şube başkanının ise derhal görevden alınmasına, en çok genel kurul üyelerinin ne diyeceğini merak ediyorduk, öğrenemedik! “Bayrağa sahip çıkanlar ve çıkmayanlar” şeklinde Alevileri kendi aralarında kamplara bölme tehlikesini de bünyesinde barındıran sakat bir fikre, gene fikir düzeyinde karşı koymamızın; hangi anlayışla ve hangi mantıkla görevden alınmayı gerektiren bir suç olarak değerlendirildiğini ve bu karşı duruşumuzun, “Pir Sultan Abdal Kültür Derneğinin hangi

örgütsel çalışma tarzına ve ilkesine” aykırı olduğunu, bütün içtenliğimizle soracaktık, soramadık! Düşünceye, sadece düşüncesiyle karşı çıkan bir şube başkanını saf dışı bırakmak ve görevden almak uğruna, kılıflar aramanın, iftira etmenin, gerçeği yansıtmayan hayali suçlamalarla onu karalamaya yeltenmenin, Alevilik anlayışında yerinin olup olmadığını ve bu tutum ve davranışlarının düşkünlük nedeni sayılıp sayılmayacağını, genel kurul üyelerinin vicdanlarında oylayacaktık, oylayamadık! Görevden alma kararının; kasıtlı, usulsüz ve hukuka aykırı bir şekilde, hiç ilgisi olmayan başka bir şubeye neden gönderildiğini, dernek mührü elinde bulunan ve sorumluluğu henüz devam eden bir şube başkanının şubesine ait kapı kilitlerinin yetkisiz bir şekilde, ansızın ve gizlice niçin değiştirildiğini ve tüm bunların altında yatan kötü niyetin, gizli amacın, korkunun ve endişenin ne olduğunu soracaktık, soramadık! Pir Sultan Abdal’ın yaşamında ve felsefesinde harama, iftiraya ve karalamaya yer olmadığını, oysa Alevilik tarihine miras kalacak olan Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Karar Defterindeki 843 No’lu kararın tam bir karalamadan ibaret olduğunu ve derhal düzeltilmesi gerektiğini hatırlatacaktık, hatırlatamadık! Alevilerin büyük çoğunluğunun asla benimsemeyeceği prematüre bir görüşü ortak talepler arasına ustaca sıkıştırmaya çalışmanın ve bayrağa takılı kalmanın, niyetlerini gizlemek gereğini hissettiklerinde ise “Bayrakla bizim hiçbir sorunumuz yok” açıklamasına sığınmalarının aslında ne anlama geldiğini ve Aleviler için bunun ne büyük bir tehlike olduğunu anlatmaya çalışacaktık, anlatamadık! Gerçekleri bilmek genel kurul üyelerinin de hakkıydı, buna saygı duymadılar. Hukuk ve demokrasi anlayışları kürsüye çık mamıza izin vermedi. Konukluğumuzu bildik, salondan ayrıldık. Kongre sonuçlarından şimdi anlıyoruz ki, bazıları sütre gerisine çekilmiş durumdalar, bazıları da, yeni yönetimde yeni görevler alacaklar. İnsan hakları, barış, emek, sevgi, hoşgörü, hukuk ve demokrasi sözcükleri gene dillerinden düşmeyecek!.. Gene bu sözcüklerle dolu bildirgeler yayınlayacaklar. Kendilerini kutluyor ve başarılar diliyoruz!... Bildiklerini yeniden hatırlatmak görevi gene bize düşüyor: Alevilik, takiyye anlayışını kabul etmez!... Çuvaldızla, iğneyi birlikte taşımak gerekir. Çifte standart anlayış, inandırıcılığın ve dürüstlüğün hiçbir zaman dostu olmamıştır. Bu yola baş koyanlar için; öz de, söz de bir olmak durumundadır. Yeni başkana gerçekten çok iş düşüyor !.. Her şeyi yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. İncinsek de, kırılsak da, yüreğimizde kin ve nefrete yer yok. Uzanan elleri geri çevirmeyiz! Sevgi, hoşgörü, barış ve kardeşlik mayamızda var, Direncimiz haksızlıklara, yanlışlıklara, adaletsizliklere ve Hızır Paşalara!.. Sevgi ve saygılarımla, NOT: Divan başkanlığına sunulan dilekçem merak edenlere ayrıca gönderilecektir.

Sayı 41


SERÇEÞME

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR

Selçik Köyünde Nevruz Bayramı Metin Özdemir

A

FYONKARAHİSAR’IN Sandıklı İlçesine bağlı Selçik Köyü’nde 22 Mart 2008 Cumartesi günü, ikincisi düzenlenen Nevruz etkinliği çok coşkulu geçti. Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği tarafından gerçekleştirilen etkinlikte açış konuşmasını Genel Sekreter Yusuf Coşkun yaptı: “Köyümüzde dayanışma içinde olduğumuz sürece çok şeyler başarırız. Önümüzdeki yıllarda gençlerimizin yönetime girerek bunları devam ettirmelerini istiyoruz. Bundan böyle sorumluluk alacak olan gençlerdir.” Ardından Dernek Başkanı Yusuf Yıldırım söz aldı: “Bu derneği kurarken sevgi ve saygıyı paylaşmayı hedefledik. Bir elin nesi var, iki elin sesi var dedik daima. Geçen yıl bu etkinliğe katılım şimdikinin yarısı kadardı. Bugün gelen canların, yurt içi ve yurt dışındaki kalpleri bizimle olan herkesin Nevruz Bayramı’nı kutluyorum.” Etkinlik Ozan Yıldırım ve Gülbahar Top’un söylediği türkülerle devam etti. Selçik Köyü Semah Ekibi’nin döndüğü semahların ardından, Afyon Kocatepe Üniversitesi öğrencilerinden Nazım Coşkun ve Tolga Baydan dinleti sundu. Tuncay Sağlık ve ekibinin türküleri beğeni topladı. Canlar coşkuya halaylarla, semahlarla katıldı. Nevruza katılan canlara lok-

Mayıs 2008

ma sunuldu. Farklı yörelerden de katılanların olduğu etkinlikte, canlar Nevruz’u coşku içerisinde kutladılar. Tüm canlar Derneğin düzenlediği Hacı Bektaş Veli Dergâhı ziyaretine ve 26 Temmuz’da gerçekleştirilecek Sarı Selçuk Dede Anma Etkinliğine katılmaya davet edildi. Nevruz ateşinin türküler eşliğinde yakılmasının ardından, etkinlik saat yedi sona erdi.

Bir Kitap da Sizden Olsun “Karanlığa bir ışık da sen yak… Selçik Köyü Okuma Odası İçin Kitap Yardımlarınızı Bekliyoruz…” diyerek başladığımız kitap kampanyasında, sizlerin de kitap desteklerini bekliyoruz. 1993 yılında başlatılan bu yolculukta köy odası, kısıtlı miktarda kitaplarla küçük bir okuma odasına dönüştürüldü. Okuma odasının daha işlevsel bir kütüphaneye dönüştürmek için çalışmalara başladı. Kitabın yediğimiz ekmek, içtiğimiz su kadar ihtiyaç olduğunu düşünerek yürüttüğümüz kitap kampanyasında şimdiye kadar üç bin adet yayın topladık. Kampanyamıza destek veren, kitap bağışında bulunan herkese teşekkür ediyoruz. Okumaya ve okutmaya duyarlı aydınlık yürekli canların desteklerini bekliyoruz. Göndereceğiniz bir kitap bile, kütüphanemize kazandırılacak bir hazine olacaktır.

Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49 174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49 221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49 179.207 20 65 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54 Kanada: Toronto Ahmet Akkuş ............... +1.416.652 98 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50

29


SERÇEÞME

El İnsaf!

Tekzip Yazısı

Esen Uslu

Av. Muhterem Aktaş

S

ERÇEŞME, Alevi-Bektaşilerin demokratik hak ve özgürlüklerinin savunulması için demokratik bir platformdur. Derginin genel çerçevesini Alevi-Bektaşilerin demokratik hak ve özgürlük istemleri belirler. Bu istemler, Türkiye’de kapsamlı bir demokrasi isteminin içine oturur. Derginin, bu genel çerçeve dışında “kendi görüşleri” yoktur. Serçeşme, her yazarın bu genel çerçevenin dışına taşmayan farklı görüşlerine sayfalarında yan yana yer verir. Farklı görüşlerin dergide yoldaşça tartışılmasından, yoldaşça eleştirilmesinden yanadır. Serçeşme açıklığın, farklılıklarımızı koruyarak, aynı yolda birlikte yürümemizi sağlayacak temel olduğuna inanır. Bu nedenle Muhterem canın yandaki yazısının başındaki “Tekzip” (Hukuk Arapçasından Türkçeye çevirirsek: Yalanlama) sözcüğünün aramızdaki yoldaşça tartışmalarda yeri yoktur. Tanış olmamız da gerekli değildir, çünkü konu kişiliği ile ilgili değildir. Görüşlerim yazılıdır. Muhterem can, görüşlerime eleştirisini istediği zaman Serçeşme’de dile getirebilir. Ancak Muhterem can tartışma-eleştiri değil, yalanlama yapmayı tercih edince farklı bir durum doğar. Benim yazımda kimsenin adı geçmiyor. Dahası çoğul konuşuluyor, yani sözlerim birden fazla cana yönelik. Muhterem can bunun farkında, ama “beni de tarif etmektedir” diyor. Muhterem can benim tümcemin kendisini tarif ettiğine neden inanıyor? Nasıl oluyor da “Yazar, ismimi vermeden hakkımda ... gerçek dışı beyanda bulunmuştur” diyor? Bu öyle bir sorudur ki, Muhterem can nasıl yanıtlanırsa yanıtlansın, eleştirdiğim noktaların kendi yaşamında yer almış olduğu gerçeğini yansıtır. Yani, yarası olan gocunmuştur. Muhterem can sandığı gibi Alevi-Bektaşi örgütleri yöneticileri içinde eleştirdiğim davranışları gösteren tek örnek değildir. Bir başka can daha yazıdaki eleştirinin kendine yöneldiğini belirterek telefonla itirazını dile getirmişti. O cana da eleştirilerini Serçeşme’ye yazma hakkı olduğu söylenmiştir. Yazımdaki 25 sözcüklük bir tümceye Muhterem can 588 sözcüklük bir yalanlama yollamış. Amacını biraz (!) aşmış. Esas derdini saklamak için ilgili-ilgisiz noktalara değinmiş. Muhterem can aslında neyi yalanlıyor? Sözlerimde kendisine hakaret gibi gelen “kapı kapı dolaşıp kendine bir yer bulamamış” ifadesini! O yazının ana konusu bu değildi. Verdiğim örnek, PSAKD içinde sorunlar olduğunu ve Genel Kurulda bunların konuşulmadığını göstermek için ilk akla gelen konulardan biriydi. Seçimlerde dernek yöneticilerimizin, verdikleri sözlere karşın, kendilerini istemeyen siyasi partilerin kapısını bile yokladığı biliniyor. Ben de o zaman bu davranışı yazılı eleştirmiştim. Derneklerin, üstüne bineni milletvekilliğine götüren tahtırevan gibi görülmesine karşıyım. Dahası öyle partilerden ya da “bağımsız” milletvekilliğinin Alevi-Bektaşilerin demokratik istemlerine bir yarar geleceğine inanmam. Bunun örnekleri sürüyle vardır. Muhterem canın bildiğini, tüm canlara bir daha duyurayım: O tümcede kanıtlayamayacağım ve yalanlanabilecek tek bir nokta bile yoktur. Dertli Divani’den bir beyitle bitireyim: Cahiller kendini aklar Kâmiller özünü yoklar

30

İstanbul; 06.05.2008 Serçeşme Dergisi Sayın Yönetimine Konu: Derginizin 40. Sayısının Arka Kapak Yazısı (Esen Uslu imzalı) Hakkında

MUHTEREM AKTAŞ CANIN YAZISINI AYNEN YOLLADIĞI GİBİ YAYINLIYORUZ

S

ERÇEŞME dergisini, yayın hayatına başladığı günden bu tarafa düzenli bir şekilde takip eden birisiyim. Derginizin bilimsel makaleler ile Alevi-Bektaşilerin hak arama mücadelesine dönük yayımlara ve çalışmalara yer vermesini takdirle karşılıyorum. 1992 yılından bu tarafa (19 yaşımdan itibaren) Demokratik Alevi Hareketinin içindeyim. Hareket içerisinde çeşitli görevleri üstlenme onuruna sahip oldum. Hareketimiz içinde yapılan demokratik seçimlerin tümünde tavrımı açıkça ortaya koydum. Seçimlerde taraf olurken karşı taraftaki arkadaşlarıma hasmane yaklaşımım sözkonusu olmadı. Her seçimden sonra sandıktan çıkan sonuca büyük bir saygı duyarak, arkadaşlarımızla olan örgütsel ilişkilerimi ve dostuluklarımı kararlılıkla sürdürdüm. Demokratik Alevi Hareketi içerisinde dönem dönem çeşitli polemiklerin yaşandığı bir gerçektir. Hatta bu polemiklerin bir kısmı derginizin sayfalarına da taşınmıştır. Polemik konularına ilişkin kendimce fikirlerim olmasına rağmen hiçbirine girmedim. Derginizin 40. sayısındaki Esen Uslu imzalı yazıdaki açık yanlışlar karşısında işbu tekzip yazısını yazma zorunluluğum doğmuştur. Derginizde yayımlanan makalelerdeki görüşlerin derginin değil, ilgili yazarın görüşü olduğunun bilincindeyim. (Tıpkı derginin 38. sayısının 20.,21. sayfalarındaki düşüncelerin bana ait olması gibi) Bununla birlikte derginin belirli sayfalarında düzenli olarak yazı yazan bazı yazarların beyanları her ne kadar kendi düşünceleri olsa da derginin genel çizgisini de yansıtmaya dönük bir izlenim doğurur. Şahsen tanımadığım yazarınız Sn. Esen Uslu’nun derginizin 40. sayısındaki yazısındaki Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Kuruluna ilişkin tesbitleri bilimsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Yazar, ismimi vermeden hakkımda subjektif, önyargılı ve gerçek dışı beyanda bulunmuştur. Yazar; “Geçen yıl genel seçimlerde (22 Temmuz 2008 Genel seçimlerinden bahsediyor) kapı kapı dolaşıp kendine bir yer bulamamış, hatta bağımsız aday bile olmuş nice etkili ve tanınmış can bu adayı desteklemek için çalışmış!...” şeklinde beyanda bulunmakla açıkca beni de tarif etmektedir. Çünkü anılan seçimlerde benim dışımda birkaç değerli can daha bağımsız aday olmuştu. Onların yerine bir açıklama yapmam hem gereksiz hem de onlara hakaret olur. Bu sebeple kendi konumuma ilişkin

olarak aşağıdaki hususları sizinle paylaşmak istiyorum. Yazarın yukarıda değindiğim 25 kelimelik cümlesi; edebi ve imla yanlışlarının yanında içerik olarak da gerçekdışıdır. Şeyle ki; -1a) Ben hiçbir siyasi partinin üyesi olmadığım gibi milletvekili olmak için hiçbir siyasi partinin kapısına gitmedim. Gitmem de. Tam tersine gerek seçimlerden önce gerekse seçimlerden sonra benim kapıma gelen siyasi partiler olmuştur. b) Yazarın “…hatta bağımsız aday bile olmuş…”cümlesinde; bağımsız adaylık kötü, olumsuz, utanılacak bir şeymiş gibi sunulmaktadır. Halbuki bağımsız aday olabilmek başlıbaşına bir cesaret örneğidir. Bağımsız adaylık sürecim herkesin gözü önünde ve belirli yüksek ideallerimiz doğrultusunda cereyan etmiştir. Bu konuda ayrıntıya girerek değerli vaktinizi almak istemiyorum. c) Demokratik bir dernek seçiminde bir adayı desteklemek her üyenin ve delegenin doğal hakkıdır. Bunu bir suçmuş gibi göstermek iyi niyetle bağdaşmaz. Yazar Sn. Esen Uslu’yu tanımadığım için derneğimizin Genel Başkan adaylarıyla ilgili olarak yaptığı tesbitlerin hangi bilgi kaynağına dayandığını da bilemeyeceğim. d) Bir Alevi-Bektaşi kurumuyla, onun üyeleriyle veya herhangi biriyle ilgili değerlendirme yaparken batıni yaklaşımı elden bırakmamak ve hakaret etmemek gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz, herkes karanlık gecede demirin üstündeki karınca izini görmeyebilir. Ama bu yönde çaba sarfetmek de erdemliliktir. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin (PSAKD) 2008 Olağan Genel Kuruluna gidilen sürecin tartışılmasının yeri ve zamanı değildir. Genel kurula giderken desteklediğim listenin başarılı olmasını istemekle beraber benim açımdan tartışmalar genel kurul salonunda kalmıştır. Genel kurulumuz yapılmış ve meşru bir yönetim işbaşına gelmiştir. Seçilen yönetim hepimizin yönetimidir. AleviBektaşi zeminde, değerlerimizi zedeleyecek ve insanlarımızı birbirine düşürecek gereksiz polemiklerden kaçınma konusunda azami çaba içerisinde olmak hepimizin öncelikli yaklaşımı olmalıdır. Çünkü bu süreçte toplumumuzun kendini aklayanlara değil, özünü yoklayanlara ihtiyacı vardır. Yukarıdaki beyanlarımın ne derginize ne de şahsen tanımadığım bir kişi olan yazarınız Sn. Esen Uslu’ya yönelik bir hakaret olarak anlaşılmamasını diler, işbu tekzipi bilgilerinize saygıyla sunarım. Av. Muhterem Aktaş -2-

ELİNE, BELİNE, DİLİNE SAHİP OL! Sayı 41


SERÇEÞME savvufla yoğrulmuş, bir kısmını kendi yazdığı, diğer kısmı geleneksel Dersim, Koçgiri ve Erivan yörelerinden derlenen halk şarkılarını seslendiriyor. Albümde, ek kayıt olarak yer alan, söz ve müziği Mikail Aslan tarafından yazılmış ve İlda Simonian tarafından seslendirilmiş Ak Libaslı Güvercin adlı yapıt 19 Ocak 2007’de öldürülen Hrant Dink anısına yazılmış bir ağıt...

Îqrardar No senê zemano têlmaso Misayib îqrar misayibî nêdano Bowa heqî bo tenê roştî biaso Dermanê derdu kes nêvano Vîcdanê heqiyê ker û lalo

MİKAİL ASLAN

Zernkut Kalan Müzik, Tel: Almanya’da yaşayan Dersimli genç müzisyen Mikail Aslan’ın dördüncü albümü “Zernkut” Kalan Müzik tarafından yayınlandı. “Bir simyacının esrarı ve ısrarı gerektir altın saflığına ulaşmaya. Zernkut inceliği ve hüneri taşımak, ehil bir sarraf olmak gerektir, paha biçilmeze o ışıltılı biçimini vermeye... İşte böylesine bir özenle ‘Agêrayîs’den ‘Kîlitê Kou’ya, ‘Mîraz’dan ‘Zernkut’a... O meçhul izleri takip ederek yol alageldim. Yön aldığım kayıp işaretleri, kimileyin uçurum boşluklarına çağırsa da, o ezgin klamların, şarelerin tonlarına en hakikatli karşılığın uçurumlardan yankı bularak döneceğini bilenlerdenim...” diyen Mikail Aslan, daha önceki çalışmalarında olduğu gibi bu albümde de tarih ve ta-

Vacê derdê ma eskera bo Xizir carê ma de dereso Dermanê ma kî va eskera bo Neçar û bindestanê dîna rê dêyax bo Şayê îqrardaran biqêdiyo Qesê û muzîk: Mikaîl Aslan

İkrar Veren Yol öyle garip bir zamana vardı Musahip musahibe vermez oldu ikrarı Artık duymayıp lal olunca hakikatın vicdanı Hak aşkına bir nebze ışık gören, Derdin dermanını söyleyen kalmadı Susma, söyle ki derdimiz aşikâr olsun Varsın Hızır dar’ımızda nazır olsun Yoksulun, yoksunun, naçarın dermanına Artık bir nebze umut payidar olsun İkrar verenlerin yası son bulsun Çeviri: Mikail Aslan

1 MAYIS 2008’İ UNUTMA-BU DEVLET KİMİN DEVLETİ HATIRLA-1 MAYIS 2008’İ UNUTMA

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303

Mayıs 2008

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

DEMOKRASİ İŞÇİLERİN, EMEKÇİLERİN, HAKKINI ARAYANIN DEVLET TERÖRÜNDEN KORUNMASI DEMEKTİR

Bir Mayıs 2008: Terör Bahane - Devletin Örgütlü Şiddeti Sahnede Esen Uslu

İ

ŞÇİLER, EMEKÇİLER 2008 Bir Mayıs’ına yaklaşırken yaşanan gelişmeleri endişe ile izliyorlardı. Halkımıza, “emperyalizmin dayatması IMF programı” diye yutturulan Türkiye’nin yerli-milli mali sermayedarlarının programını başarıyla uygulayan AKP hükümeti, işçilerin hak ve özgürlüklerini daraltmakta, yaşam standardını düşürmekteydi. Bu ekonomik saldırının sonuçları işyerlerinin kapanması ve işten çıkartmalar sonucu yükselen işsizlik; işçileri taşerona devrederek sendikasızlaştırma; asgari ücret ve çalışma saatleri gibi emeği koruyan yasal sınırları yok sayma; “lüzumsuz harcama” görülen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin alınmaması demekti. Büyüyen gemi yapımcılığı sektörünün Tuzla tersanelerinde yaşanan iş kazaları ve işçi ölümleri bu sonuçları çarpıcı biçimde sergiliyor. Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Tasarısı bu ortamda gündeme gelmişti. Meclis içinde ve dışında güçlü bir muhalefet yürütülemedi ve tasarı hükümetin istediği biçimde yasalaşacak gibi görünüyordu. Kazanılmış hakları yok eden bu yasanın ardından, kıdem tazminatını ortadan kaldıracak, sendikal hak ve özgürlükleri daha da budayacak yeni bir paketin Meclis’e sunulması bekleniyordu. Tüm bunlar işçi ve emekçilerde giderek yükselen bir tepki birikmesine neden oluyordu. Kamu işyerlerinde sendikalara yapılan siyasi baskılar artmıştı. Hakİş’in islamcı sendikaları büyüyor ve devletin sadık sendikaları rolünü, yani eskiden Türk-İş’in oynadığı rolü üstleniyordu. Üye sayısında azalmayı durduramayan Türk-İş sendikalarından bazıları bu gidişi önleme telaşıyla Bir Mayıs öncesinde yapmacık bir militanlık sergilemeye başlamıştı. DİSK ve KESK ile birlikte Bir Mayıs için ortak çağrı çıkarttılar. Sendikacıların bir bölümü, 2007 Bir Mayıs’ında Taksim’in bir kıyıcığına çıkılmasına izin verilmesini “cuntanın koyduğu yasağı kırdık” diye yorumluyorlardı. Bu yıl “kazanılmış başarıyı genişletme” olanağı bulduklarına emindiler. Bunun yolu, demokrasi mücadelesinde atılacak temel adımlar gibi nankör ve uzun soluklu işlerle uğraşmak değildi. Patronlar düzeninde yaşayıp, sınıf gerçeğini görmezden gelen nice işçi-emekçi gibi kendini aldatmak olanaklıydı. Kendini ve işçileri aldatan sendikacılara göre başarının çabuk bir yolu vardı: Demokratik ya da liberal olduğuna inandıkları, AKP hükümetiyle pazarlık yapmak. Aynı tutumu başka türlü sunanlar da vardı: AKP hükümeti cuntacılarla kapışırken tek destek gördüğü güç Avrupa Birliği’dir. Biz Taksim istemimizde sıkı durursak, Hükümet AB’den gelen uyarılara uyacak ve kerhen de olsa taviz verecektir.

B

Tükürükle Yapışan Üfürükle Dağılır

u temelsiz hesaplara güvenen sendikacılar, büyük çaplı bir işçi eyleminin başarısı için gereken hazırlıkları yapmadı, planları, hedefleri belirsiz bıraktı. Hiçbir somut hazırlık yürütmeyen DİSK, KESK ve Türk-İş yöneticileri ortak bir açıklama yaparak Bir Mayıs’ı Taksim’de kutlayacaklarını duyurdular ve tüm ilerici kamuoyunu eyleme davet ettiler. Valiliğin izin verilmeyeceği açıklamasına karşın, kararlı olduklarını belirtip, “hükümetle pazarlık” yoluna koyuldular. Hükümet ise sendikacıları oyaladı. Bayramlık yüzüyle sendikacılarla görüşmeler yaptı. Sendikacıların artık isteseler de somut adım atamayacağı anın geldiğini hissettiği zaman Hükümet tutumunu açıkladı. Taksim meydanına çıkma konusunda geri adım atmayacağını belirtti. Sendikacılar hêlâ görüşmelerden medet umdular. Ne var ki Türk-İş “militanlığı” çoktan geri devşirmeye başlamıştı. Sendikacılar, yürüyüş için toplama yeri bile gösteremez durumdayken, işçileri Taksim’e çağır-

maya devam ettiler. Dostunu-düşmanını, gücünü-gücünün sınırını bilmeyen sendikacılar, birkaç hafta önce İstanbul’da valiliğin izin verdiği alanda, son yılların en büyük Nevruz etkinliğini gerçekleştirenlerle güç, eylem ve iş birliği yapmayı akıllarına bile getirmedi. Eyleme çağırdıkları işçileri bir açmazın içine soktuklarını düşünmeden boş demokrasi sözleri söylemeye, demokratik haklardan dem vurmaya devam ettiler. Eylem saati geldiğinde bile sendikacılar hâlâ ne yapacaklarını belirlemek için toplantı yapar haldeydiler. Karşılaştıkları çıplak güç karşısında öyle şaşkın ve çaresiz kaldılar ki, eylemi iptal ettiklerini duyururken, olanları protesto etmek için hafta sonu yasal bir eylem çağrısında bile bulunamadılar. O günden bu yana milletvekilleri ile görüşmek, basın açıklaması yapmak, AB temsilcileri ile görüşmekle uğraşırken, bir protesto yürüyüşü gibi yığın eylemi gündemlerine bile girmiyor.

H

Çivi Çiviyle Sökülür

ÜKÜMET tutumun belli ettikten sonra seferberliğe girişti, ülkenin dört bir yanından polis güçlerini ve gerekli “araç-gereci” İstanbul’a yığdı. “Yasak” dediği bölgeyi, gelenlerin ilk karşılanacağı yerlere polisi yığarak çembere aldı. Hasbelkader işçiler bu noktaları geçerse diye yedek güç olarak Taksim’e askeri birlikleri yığdı. Tüm basın-yayın organlarını kendi mesajını yaymak için kullandı. Terör-provakosyon gerekçesini bahane etti. İşçilerin etnik temelde bölünmüşlüklerini aşmalarını engellemeye çalıştı. “Biz Devlet’e zeval verdirmeyiz” diyerek muhalif cuntacıları bile yedeğine aldı. Böylece işçi sınıfında biriken öfke ortamında toplumsal bir eylemden duyduğu korkuyu gösterdi, ama böyle bir çatışmaya hazırlıksız girilemeyeceğini, işlerin şansa bırakılamayacağını da gösterdi. Sözünü dinlemeyen işçi sınıfının en kararlı, dirençli, gözünü budaktan sakınmaz evlatlarının üzerine maaşlı ayaktakımını cop, biber gazı ve tazyikli su ile sürmekten çekinmedi. “Geçen yüzyılda” Bir Mayıs’a konan yasak, sendikalı işçiler ve devrimciler devletin karşılarına yığabildiği güçle başa çıkacak hazırlığa ulaşmadan kırılamamıştı. Bugün de Taksim’de Bir Mayıs’a konmuş yasak böyle bir hazırlık olmadan kırılamaz.

A

İbret Al Gönül İbret Al

LEVİ-BEKTAŞİLERİN demokratik hak ve özgürlük istemlerine sözcü ve öncü olmak isteyen demokratik Alevi örgütleri bu Bir Mayıs’tan ibret almalıdır. İç işleyişi güçlü, tabanın gerçekten söz ve karar sahibi olduğu demokratik örgütler olmadan emekçiler seferber edilemez. Emekçiler boş sözler ve belirsiz hedefler için seferber olmaz. Onların önüne, işlenerek pekiştirilmiş kapsamlı programlar ve bununla tutarlı hedefler koymadan emekçiler sokağa çıkmaz. Emekçilerin karnı boş lafa toktur, kolay kolay külyutmaz. Onlara, onların çıkarlarını temsil ettiğini kanıtlamış, özü-sözü bir, fedakâr ve cefakâr bir mücadeleyle güvenini kazanmış örgütler öncülük edebilir. Alevi-Bektaşiler gibi hiçbir toplumsal kesim tek başına mücadele ederek, yalnız kendi haklarını kazanamaz. Kapsamlı bir demokrasi için, tüm ezilen kesimlerin hep birlikte mücadele etmesi gerekir. Bunun yolu, “elmanın sapı var, armudun çöpü var” ayrımı yapmadan, Türkiye’de demokrasiden yana tüm güçlerle birlikte ortak bir program etrafında mücadele etmekten geçer. En başta da bu toplumda hiçbir hakkın gereken mücadele verilmeden kazanılamayacağı gerçeğini bilincimize kazımaktan geçer.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.