SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
ILIMLI ALEVİLİK
Bu Sayida Hüseyn Hürrem Ulusoy Hacı Bektaş Veli ve Yençeri Ocağı
Sistemin sunduğu “amacı” aşırı abartırsak, “duygu” yönüyle kendimizi “sileriz”, aklımızın vicdanımızdan ne kadar da çok uzaklaşabileceğini “kanıtlamış oluruz”. Sistemin amacını elde etmeyi “kazanmak” olarak algılamaya başladığımızda ise “zenginliğe” fakirliğe alıştığımızdan “daha kolay” alışırız.
Esat Korkmaz Katliamı Lanetlemek İçin On Binler Sivas’ta Buluştu Ahmet Koçak Kanal 12 TV Sorularına Yanıtlar: Türkiye Cumhuriyeti “Ilımlı Islam”ın Ta Kendisidir Fkret Otyam “Nazım’a Yapılan Fethullah Hoca’ya Yapılmasın”mış! Esat Korkmaz Kan Dolambacında Saklambaç Oynayanlar ya da Aydın Düşmanlığını Yol’un Gereği Sayanlar Erdoan Aydin Osmanlı’da Yeniçeri-Bektaşi İlişkisi İsmal Kaygusuz Şeyh Sâfi ve Şeyh Sadreddin Dönemlerinden Kısa Sosyo-Politik Kesitler - I Hasan Harmanci Alevi Köye Alevi İmam Al Aksüt Afşinli Âşık Erdemî Turan Eser İzzettin Hoca Kimden Yanasın - Bölüm I Şar Sat Kaya le Söyletk: Çok Şiir Değil, Güzel Şiir Yazmak Lazım - Ahmet Koçak Hüsnü Çavu Aleviler Ehlibeyt Soyundan Olma Meselesini Nasıl Değerlendirmeli? Seda Coun Gezgin Âşık Davut Sulari Ahmet Koçak Katıldığımız Etkinlikler -İzlenimler Kendal Doan Her Dosta Bir Post Haydar Kalkan Tuzla’ya Nasıl Bakmalı İsmal Özmen İkilik Sendromu - Bölüm II
Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24, Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Temmuz Sayi:
43
Patronlaşan Devletin Memurlaşan Çocuğu Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni
D
aha dün Türk-İslam sentezi zemininde, “mahşerin üç atlısından” ulusalcılık atına bindirilip “İftar Yemeği”ne götürülen Aleviler, törenle “resmi dünya” ile akraba yapılmaya çalışıldı. Siyasi otorite, yani AKP, örgütlü Alevilik ile yani Alevilerin örgüt sözcüleri ile “masaya oturmadığı” sürece her türden “kucaklaşmanın Aleviliğin devletleşmesi” anlamına geleceğini; cemevlerine yasal statü verilmesi ya da dedelere-zâkirlere kadro açılması “görüntüsü” ardında devletin “patronlaşacağını”, Alevilerin ise “memurlaşacağını” açık açık yazmıştık. Dediğimiz gibi oldu: Patronlaşan devletin memurlaşan çocuğu olarak “Ilımlı Alevilik”, yani “Ilımlı İslam”ın özü bir dede-soylunun güdümünde seslendirilmeye başlandı. Gerçi İzzettin Doğan “Ilımlı Alevilik” demedi ama O’nun “Alevi İslam” tanımıyla açıklamaya çalıştığı şey bir başka anlatımla buydu. Biz de çekinmeden adını koyduk.
Neden Ilımlı Alevilik? Emperyalist dönem burjuvazisi, “metafiziği” yeniden “keşfetti” bir bakıma. Egemenliklerinin geleceği açısından “dinin-inancın” daha uzun yıllar kullanılabileceğini “öğrendi.” Zaman yitirmeden tektanrıcı dinlerin tanrılarının “dünya görüşü” ile emperyalist amaçları “özdeşleştirme” ya da “örtüştürme” yoluna gitti. Sürecin başlangıcında dışarıda bırakılan İslâm teolojisi de emperyalist amaçların “içine” taşındı. “Ilımlı İslâm” tanımı böylesi bir taşınmanın ürünü oldu ve “onay” verilerek benim toprağımda iktidar yapıldı. Şimdi ise “Onaylı Ilımlı Alevilik” yaratılmaya, uygulama bağlamında “sorun” yaratabilecek “muhalefet güçlerinin”, bu kapsamda Aleviler-Bektaşiler emperyalist-egemen amaca “uyarlanmaya” çalışılıyor. Süreçte “Ilımlı İslam”ın simge ismi Fetullah Gülen’i savunarak, O’nun Nazım Hikmet gibi mağdur edilmemesi gerektiğini ileri sürerek kendini öne çıkaran İzzettin Doğan, “onay” alacak bir proje olarak “Ilımlı Alevilik”in temellerini atmaya soyunuyor. Uluslararası ve ulusal “koşullar” nedeniyle “ivedilik” gösterdiği için AKP, daha önce hiçbir iktidarın “cüret” edemediği bir “tabuyu yıkmaya” soyundu. Tabuyu yıkmanın yarattığı “çayır mutluluğu” ile Aleviler “inanç halkası”ndan yakalanıp “resmi eve-yeni evine” yedilerek götürülmek istendi. Alevi burjuvazisinin desteğinde, soydan gelen bir “Dede”nin ve kökenden gelen “döner” kimlik Reha Çamuroğlu’nun sözcülüğünde “yazgımız” yazılmaya; geleceğimiz, sistemin armağanı sonu belli bir projeye bağlanmaya çalışıldı. Taslağı Amerika’dan ya da genel anlamda Batı’dan aktarılan, senaryosu ise “devlet katı”nda yazılan siyasal bir proje yaşama geçirilmeye çalışıldı. Cem Vakfı tarafından yapılandırılan ve “Alevi Diyaneti” adıyla ünlenen “Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı”, bu projenin bir parçası olarak yaşama geçirilmişti. Ardından ise AKP listelerinden Meclis’e taşınan Reha Çamuroğlu tarafından bu yapıya ya da bu yapının güdüme almakta zorlanmayacağı “örgütsüz AleviBektaşi kesime” çağrı çıkarıldı. Bu “bedelli meşruiyet” karşılığında Aleviler-Bektaşiler, “ne olduğu” belirsiz bu “demokrasiye”, uzantısında “resmi” dünyaya “yapıştırılmaya” çalışıldı. Şimdi Reha görevini yapamamış görünüyor. Her başarısız insan gibi bir “kenara” atıldı. (Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)
Patronlaşan Devletin Memurlaşan Çocuğu Reha’nın “performansını” izlemek için bir adım geriye çekilen İzzettin Doğan, “mağdur” olarak algılattığı Fetullah Gülen’i sahiplenerek ön alırken “doğru adres” benim demek istiyor. Bir Alevi-Bektaşi tavrını belirlemeden önce bu “tehlikeli” gidişi bütün boyutlarıyla düşünmek, attığı her pratik adımı kendi yol kültürüinancıyla yorumlamak zorundadır. Tersini yaparsa, “denizin içinde yaşayıp da denizi tanımayan” durumuna düşer ve egemen sınıflarca “balık gibi” avlanır.
Yaşadığımız Döneme Tanı Koyalım “Aleviler-Bektaşiler olarak nasıl bir dönemi yaşıyoruz?” sorusuna “ikirciksiz” yanıt vermek durumundayız: Ortodoks Sünni kuşatılmışlığa “boyun eğme” ile belirgin “Türk-İslam sentezi” zemininde boy veren düşünüş biçimlerinin tanımladığı “kimliksizliğin” kırılamadığı; Alevi-Bektaşi kesimin genelde politika alanının dışına itildiği; kimi “grupların”, kendilerini Alevilik açısından anlamlandırabilmek için bu “inancın-kültürün” geleneksel tabanından ve günümüz sınıflar konumlanmasındaki anlamlı yerinden “habersiz” bir “kör dövüşü”ne girdiği; Alevilik-Bektaşilik pratiği açısından anlamlı olan “demokratik” ve “siyasal” mücadelenin bir türlü amaçlanan “politik öze” kavuşamadığı bir dönemi yaşıyoruz. Yaşadığımız dönemin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan düşünsel “bulanıklığı” gidermek, devreye sokulacak “etkinlik”, “eylem” ve “yazın” ürünleriyle Alevilik-Bektaşilik temelinde düşünsel birliğin sağlanmasına, davranış düzeyinde dağınıklığın giderilmesine katkıda bulunmak, kolektif bir ürün yaratmak üzere düşünsel “olgunluk”, “beceri” ve “yetkinlikleri” amaca yönelik seferber etmek ve sosyal pratiği bir ucundan yakalayarak “kimlikli bir mücadeleyi” yaşama geçirmek, ivedi görevler olarak önümüzde durmaktadır. Buna koşut olarak yaratılacak uygun “araçlar” çevresinde kadroların bir araya toplanmasını sağlayarak onları, “nesnel” düzeyde demokrasi mücadelesinin, laiklik mücadelesinin “öznesi” durumuna getirmek her Alevi-Bektaşi için yaşamsal bir görevdir. Bu olumsuzlukları aşmak, hemen her kafada “biçimlenmiş” ortak “sorulara” ortak “yanıtlar” bulmak, bulunan ortak yanıtlar üzerine uygulanabilir bir “çalışma-mücadele programı”nı devreye sokarak bilinçlerdeki “ortaklığı” yakalayacak ve Aleviliğin düşünsel-pratik sorunlarını “çözecek” bir “süreci” başlatmak temel amacımız olmalıdır. “Feleğin” her türlü çemberinden geçen Alevi-Bektaşi insanını “enayi” yerine koymaya; Yol’u iktidarların sunduğu “çayır mutluluğu”na bağlamaya; kendini yaratan, besleyip büyüten toplumsal temelde kimlik edinmenin yollarını, yöntemlerini “aramak” gibi “çileli” bir çalışmaya girmek yerine, dinsel söylence “fetişizmine” kendini kaptırıp “Ilımlı İslam”ın özü anlamında “Ilımlı Alevilik” yaratmaya kimsenin hakkı yoktur.
2
AHMET KOÇAK’IN KANAL 12 TELEVİYONUNUN YAZILI SORULARINA YANITLARI
Türkiye Cumhuriyeti “Ilımlı İslam”ın Ta Kendisidir Sayın Ahmet Koçak; Şu an gündemde olan Ergenekon Operasyonu ile ilgili Alevi kuruluşlarının düşüncelerini almak istiyoruz. Bu konuda yayınlayacağımız dosya için düşüncelerinizi bizimle paylaşırsanız seviniriz. Kanal 12 / Gülhan Çokbilen Sizce Ergenekon Operasyonu’na Alevi kuruluşları sessiz mi kalıyor? Sessiz kalıyorsa bunu neye bağlıyorsunuz? Alevi örgütlülüğü yekpare bir yapılanma değildir. Alevi-Bektaşiler genel olarak sol siyasete yakın kabul edilir. Bu nedenle solun bütün tonlarını bu yapılarda görmek mümkündür. Bu yapılanmadan dolayı Türkiye ve dünyada gelişen olaylar karşısında bugüne kadar ortak tepki verdiği pek söylenemez. Bu nedenle bu konuda da ortak bir görüş çıkmaması şaşırtıcı olmaz. Bugüne kadar hiçbir örgütten resmi ya da kurumsal bir açıklama yapıldığını duymadık. Biliyoruz ki her örgütün yönetimindeki kişi ya da ekiplerin kendilerine has görüşleri vardır. Ama bu görüşler kamuoyuna açıklanmamıştır. Doğal olarak bu, bir açıklama yapılmadı anlamına gelmeyebilir, biz duymadık diyelim. Hal böyle olunca Alevi kuruluşlarının Ergenekon Operasyonu konusunda sessiz kaldığını söylememiz gerekiyor. Laiklerle şeriatçıların çatışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? “Laikler” gerçek laiklikten yana olsalardı bu çatışma iyi bir şeydir derdim. Türkiye’de laik olmak, Sünni-Hanefi İslam’ı resmi devlet dini yapmak demektir. “Ben laiklikten yanayım” diyen nice Cumhuriyet aydını, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın laik bir devlette ne işi olduğu sorusunu kendine sormamaktadır. “Şeriatçılar” diye adlandırılan ve bugün iktidarda olan “merkez sağ” kesim aslında Şeriat düzenini istemez. Bunu, bugün değil, yüz yılı aşkın süredir istemez. Günümüzdeki iktidar, en başta Türkiye’nin yabancı sermaye ile içli-dışlı mali sermayedarlarının, yani banka-sanayi-finans sermayesini bünyesinde birleştirmiş dev grupların temsilcisidir. Aynı zamanda “Anadolu kaplanları” diye adlandırılan orta ve büyük ölçekli sanayicilerin ve işadamlarının temsilcisidir. Bu toplumsal sınıfların ana hedefi, sık duyulan deyimiyle “dünyaya açılmak”, yani sermayenin küresel işleyişinde daha yukarıda bir yer kapmaktır. Bu ise şeriat düzeni ile olanaklı değildir, hatta bugünkü Türkiye mevzuatı ile bile olanaklı değildir. Bu nedenle Şeriatçı denilenler ülkemizi Avrupa Birliği’ne sokmada önemli adımlar atmıştır, atmaktadır. Onların Şeriatçılığı, kendilerine oy deposu gördükleri bilinçsiz-dindar emekçi yığınları artlarına takmak için kullandıkları bir takiyedir. Ama özellikle kamu ve eğitim kurumlarındaki siyasi etkinlikleri toplumda dinci gericiliği pekiştirici bir etki yapmaktadır.
Türkiye’de gerçek Şeriatçılar tabii ki vardır. Bunlar serseri mayın gibi egemen sınıfların şu ya da bu siyasi hesabına alet olmaya hazır, dar ve umarsız gruplardır. Bunlar özellikle devlet eliyle yönlendirildikleri zaman çok tehlikeli olabilen gruplardır. Yakın geçmişte bunların terör eylemlerinde kullanıldığına hep beraber şahit olduk. Alevi-Bektaşiler, merkez sağın sahte Şeriatçılığının da, Vehhabi-Salafi Şeriatçılığın serdengeçti terörizminin de karşısındadır. Sahte ya da yarım laiklerin özgürlük düşmanı devletçiliğinin de karşısındadır. AleviBektaşiler ve onların kurumları sahte gündemlerin peşine takılmamalıdır. Ilımlı İslam karşıtlarıyla mücadelede Aleviler nerede duruyor? Sesleri yeterince güçlü çıkmamasına karşın Alevi-Bektaşi toplumunun ezici çoğunluğu “Ilımlı İslam” diye adlandırılan anlayışa karşıdır. Burada “Ilımlı İslam” deyiminin yapma bir ifade olduğunu ve çoğunlukla Amerika Birleşik Devletleri’nin bir ara pek ünlenen Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında bir anlam kazandığını akılda tutmak lazım. Bu deyim, Şeriat’ı esas almayan, modern kapitalist Batı dünyasının hukukunu ve yönetim tarzını benimseyen, ama yönetilen halkı İslami propaganda yoluyla yöneticilerin ardına takan bir düzeni anlatır. Bu çerçeveden bakıldığında, bu deyim keşfedilmeden yıllar önce Türkiye’de uygulamaya konulmuş olan düzen tam da bu anlayışı yansıtır. Şeriat yerine geçirilmiş Avrupa’dan devşirme bir hukuk; üzerinde askerin baskı ve gözetimi olan, ama emekçi halka söz ve örgütlenme hakkı bırakmayan bir demokrasi; ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile denetim altında tutulan resmi İslamı üstün kılmaya çalışan bir laiklik. Ilımlı İslam aslında tam da budur. Bu nedenle Türkiye’de kapsamlı ve gerçek demokrasi ile laikliği istemek, aslında Ilımlı İslam’a en köklü karşı çıkıştır. Bu nedenle Alevi-Bektaşi toplumu ve onun istemlerini savunan demokratik örgütler Ilımlı İslam’a karşı mücadelenin tam göbeğinde yer almaktadır. Sizin sorunuz da sanırım Ilımlı İslamı AKP ve belirli İslami çevrelerle sınırlayan bir bakışı yansıtıyor. Biz böyle düşünmüyoruz. Türkiye’de Atatürkçü-Cuntacılar da, “Ben Sosyal-Demokratım” diyenler de içinde olmak üzere çok geniş bir kesim Ilımlı İslam yanlısıdır, hatta DİB ile laikliği birlikte savunabilen sözde sol ile liberaller bile aynı durumdadır. 10 Temmuz 2008
Sayı 43
SERÇEÞME
SEÇME HABERLER
Derleyen: Seda Coşkun
Dekolteli Balıkçıya Ceza! Milliyet, 25 Haziran
Galata Köprüsü üzerinde dekolte elbiseyle balık tuttuğu iddiasıyla, “hayasızca hareketlerde bulunmak” suçundan yargılanan iki çocuk annesi Gülcan Köse, beş ay hapis cezasına çarptırıldı. Bir yıl denetimli serbestlik süresi içerisinde suç işlememe koşuluyla ceza ertelendi. Savunmasında hakkındaki suçlamaları kabul etmeyen Köse şöyle dedi: “Balık tutmaya çalışırken güvenlik görevlileri gelip laf attı. Ben de küfür ederek gitmelerini söyledim ve polis çağırdım. Üzerimde iddia edildiği gibi gecelik yoktu. Kesinlikle teşhircilik de yapmadım.”
Hacı Bektaş Veli Müzesi’nde Restorasyon Çalışmaları Başladı. Hacıbektaş İnternet Sitesi
1964 Yılında “Hacı Bektaş Veli Müze”si olarak açılışı yapılan “Hacı Bektaş Veli Külliyesi” için geniş kapsamlı bir restorasyon çalışması başlıyor. Yılların ihmali ve su sızmasının neden olduğu rutubetin yaptığı tahribatı onarma, iyileştirme ve yenileme çalışmaları Nisan ayında başladı. Hacı Bektaş Veli Külliyesi’nin restorasyonu, Hükümetin “Alevi Açılımı”nın bir sonucu olduğu izlenimi vermektedir. 2008 sonuna kadar bitirilmesi planlanan restorasyon için, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 1,3 milyon YTL ödenek ayrılmış.
Müslümanların İbadet Yeri Camidir Hürriyet, 26 Haziran 2008 Cemevlerinin ibadethane sayılması konusunda yasal bir düzenleme yapılmayacağı ortaya çıktı. Alevi Açılımı kapsamında cemevlerinin ibadethane sayılması konusunda yasal düzenleme yapılmayacağı ortaya çıktı. Bir soruyu Başbakan adına yanıtlayan Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren, şunları söyledi: “Bütün Müslümanların ortak ibadet yeri camidir. İslam tarihinin hiçbir döneminde kendisini İslam içinde görüp de camiye alternatif başka bir
Temmuz 2008
ibadethane kuran mezhep ve tarikat olmamıştır. Yine İslam tarihinde, tasavvufi adap ve erkânın yürütüldüğü mekânlar hiçbir zaman caminin alternatifi bir ibadethane olarak algılanmamış ve isimlendirilmemiştir. Buna ilişkin düzenleme uygun görülmemektedir.”
Alevi Köyüne Diyanet’ten Camii Taraf, 16 Haziran
Malatya’nın Akçadağ ilçesindeki Alevi köylerinden Kasımuşağı’nda Diyanet’in yaptırdığı caminin temeli atıldı. Yolu ve kanalizasyonu olmayan ve yaz aylarında suların da kesik olduğu köye, cami yapılmasına tepki gösteren köylüler, ‘bir ibadethane yapılacaksa o zaman cemevi yapılsın’ dediler. Malatya Müftü Yardımcısı Ünal Tan ise köyün muhtarının cami yapımı için kendilerine müracaat ettiğini söylüyor. Köyde yaşayan Sünni vatandaşlar, “Muhtarın kendisi de Alevi olduğu halde neden cami yaptırmak için uğraşıyor, anlayabilmiş değiliz” diyor.
2 Temmuz Anıtı Açıldı 4 Temmuz, Cuma
İzmir, Karşıyaka Belediyesi tarafından Sivas Katliamı’nda hayatını kaybedenler için yaptırılan 2 Temmuz Anıtı büyük bir törenle açıldı. Törende Karşıyaka Belediye Başkanı Cevat Durak, Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız, CHP İl Başkanı Kemal Karataş, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği GYK üyesi Serdar Doğan ve şehit aileleri hazır bulundu. Karşıyaka Belediye Başkanı Cevat Durak, açılışta bir konuşma yaparak, Sivas’ta katledilen aydınların unutulmayacağını belirtti. Durak: “Cumhuriyet ve
Atatürk düşmanları asla amacına ulaşamayacak.” vurgusu yaptı. Semah gösterilerine de yer verilen etkinlik Selda Bağcan’ın vermiş olduğu konserle son buldu.
Madımak’ta Müze Bilmecesi 7 Temmuz, Pazartesi
Madımak’ta 35 kişinin can verdiği otele sahipleri on beş milyon dolar fiyat biçiyor. Turizm ve Kültür Bakanı “Bütçem yetersiz” derken, Sivas’ın önde gelen emlakçıları otelin değerinin altı milyon dolar civarında olduğunu söylüyor. Otelin asıl sahibinin vefat etmesinin ardından otelin işletmesinin ardından çocukları devraldı. Ancak varisler otele normal ederinin 2–3 katı fiyat biçti. Oteli satın almak için CHP Sivas İl Başkanlığı ile Alevi dernekleri kampanya başlattı. Ancak otelin satın alınarak müzeye dönüştürülmesi yönündeki bu girişimler fiyat engeline takıldı. CHP Sivas Milletvekili Malik Ecder Özdemir, Madımak Oteli’nin kamulaştırılması noktasında yasal bir engelin bulunmadığını, bu konudaki tek engelin valilik, hükümet ve Kültür Bakanlığı’nın siyasi irade eksikliği olduğunu söyledi.
Aziz Nesin Ölümünün 13. Yılında Anıldı 11 Temmuz, Cuma
Aziz Nesin 5 Temmuz’da Nesin Vakfı’nın İstanbul Çatalca’daki merkezinde yapılan bir piknikle anıldı. Anımsanacağı üzere, Aziz Nesin, vasiyeti gereği kurucusu olduğu “Nesin Vakfı”nın bahçesinde bilinmeyen bir yere dinsel bir tören yapılmadan gömülmüştü.
Kürtçe Marş Söyleyen Altı Çocuk Beraat Etti 3 Temmuz, Perşembe ABD’nin San Francisco kentinde, 23 Eylül–10 Ekim 2007 arasında düzenlenen “Uluslararası Kültürel ve Sanatsal Müzik Festivali”nde verdikleri konserde, 1940’ta İranlı Kürt şair Yunus Rauf Dildar’ın yazdığı “Ey Raqip” (Ey Düşman) adlı Kürtçe bir marşı söyledikleri için yargılanan Yenişehir Belediyesi korosu üyesi altı çocuk daha beraat etti. Aynı gerekçeyle suçlanan fakat yaşları onbeşi geçtiği için Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanan üç çocuk da 19 Haziran’da beraat etmişti. Savcılık, 16 ve 17 yaşlarındaki çocukları, Terörle Mücadele Yasası’nın 7/2. maddesi uyarınca
“örgüt propagandası yapmak”la suçlamıştı. Sanık avukatları savunmada, okunan bu marşın Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Kürt Yönetimi’nin marşı olduğunu, salondaki bayrakların da o yönetimin bayrağı olduğunu savundular. Savcılık da, çocukların söz konusu marşı istek üzerine söylediğini, suç işleme kastı olmadığını belirtti ve beraatlarını istedi.
Altı Ayda Madenlerde On Altı İşçi Öldü 10 Temmuz Perşembe
Aydın ve Zonguldak’taki madenlerde iki işçi öldü; üç işçi yaralandı. Dev Maden-Sen son altı ayda madenlerde yirmi kaza olduğunu, özel sektör ocaklarında ölümle sonuçlanmayan, ezilme, kırılma, kimi kez organ kaybına neden olan çoğu kazalar ilgili kurumlara ve basına yansımadığını da vurguladı. Denetleme kurumlarının yetersiz kaldığını belirten sendika, Tuzla’daki tersaneler için yapılanlara benzer çalışmaların, madencilik havzaları için de zaman kaybetmeden yapılması gerektiğini duyurdu.
15 Yıllık Çağdaş Gazeteciler Derneği Lokali Yıkıldı 11 Temmuz Cuma
Çağdaş Gazeteciler Derneği’ne 1993 yılında tahsis edilen ve 15 yıldır kullanılan Atatürk Kültür Merkezi alanı içindeki “ÇGD Lokali” Kültür Bakanlığı tarafından yıkıldı. Lokali boşaltma kararı ellerine ulaştıktan sonra itiraz davası açan, ancak dava sonucunun beklemeden lokalin yıkılmasıyla adeta “şok olan” lokal yöneticileri, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a tepki gösteriyor.
Hrant Dink’in Portresi Basın Müzesi’nde 10 Temmuz Perşembe
Silahlı saldırıda yaşamını yitiren Agos gazetesi yayın yönetmeni Hrant Dink’in portresi, Basın Müzesi’nde Türk gazetecilik tarihinde yer etmiş gazetecilerin tablolarının bulunduğu bölüme yerleştirildi. Kısa bir konuşma yapan Rakel Dink, “Bu ülkenin evlatları maalesef genç yaşlarında müzelik olurlar” dedi. “Eşimin ardından bugün ülke daha iyiye gidiyor diyebilmeyi dilerdim. Bu kargaşalardan sonra dileğimiz o ki, ülke daha temiz bir yere oturacak.”
3
S SERÇEÞM ERÇEÞME E
“Nazım’a Yapılan Fethullah Hoca’ya Yapılmasın”mış! Fikret Otyam
S
AYRILIKLAR girdi araya, ama yazımı aksatmadım ne ki dergimizin erken çıkması gerekliymiş bir gün farkla yetişmedi, neyleyim? Önce söz vardı derler.. Sözün namus olduğu, günümüzde geçerli mi, herkes yanıtlasın bunu bakalım sonuca. “Sözünün eri” deyimi boşa denmemiş zamanında. Uğrak yeri yaptığım(!) üç hastanede hep “bir zamanlar verdiğim sözü tutamamak” acısıyla da kıvranıp durdum.. Ne miydi bu söz? “... 14 Ocak 1996 Pazar günü başka yerleri bilemem ama o gün Antalya pırıl pırıldı! Beydağları’nın tepelerinde karlar, pare pare bulutlar yine vardı, güneş bir başka ışıtıyordu Antalya’yı, yani Ocak ayında bahardı! ‘Sizi bir törene götürmek istiyoruz’ demişti telefondaki kişi, gelip evden alacaklarmış üstelik.. Öyle de oldu, tanıttı kendini, İnşaat Mühendisi İsmail Kalkan ve eşi bu işle görevlendirilmiş.. Filiz can gripten yatıyordu gelemedi. Masmavi gökyüzünde üç güzel can.. Hazret-i Ali, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin resimleri dalgalanıyor ve insanlar, insanlar coşku ve kıvanç içinde.. Düşler Bir Gün Gerçek Olur Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın Kültür/Cemevi’nin temel atma töreni. (...) Muratpaşa Belediyesi’nin bağışladığı iki bin metre karelik bu arsada, din/dil/mezhep/renk/ırk/din/kadın-erkek ayırmayan bir hoşgörülü düşüncenin Cem olacağı bir yapı yükselecek burada.. Nefes Dergisi’nde geçen aylar yer alan bir yazımda bunların bir an önce yaşama geçirilmesini dilemiştik; dileklerin, hatta düşlerin gerçekleşmesi, yaşama geçmesi insana yaşama kıvancı verir, 14 Ocak 1996 Pazar günü öğle sularında bu kıvancı yaşıyordum..” (Nefes Dergisi, Sayı: 29, Mart 1996) “Mikrofondaki sunucu can, törene katılan mihmanları tanıtırken birisini övüp duruyor, hem de ne övme! (...) ‘Baku Radyo ve Televiziasi’nda konuşmam bitince Azeri canlar ‘Sana bir haber belgesel izletelim’ demişler, yan salona geçmiştik. Baku Darülfünunu’nda bir tören, koca salon hıncahınç dolu, parti büyükleri ön sıralarda.. Kürsüye her çıkan birisini övüyor! O birisi kim mi, ön sıralarda oturan Nazım Hikmet! Keyfi yok gibi, sıkıntılı.. Baku’ye ikinci gelişi bu.. Sıra O’na geliyor, ağır ağır ilerliyor kürsüye, ‘Yoldaşlar’ diye başlıyor konuşmasına: ‘Yoldaşlar.. Hiç kimseyi yüzüne karşı övmeyiniz, övene değil övülene zordur!’ Aklımdan çıkmaz.. Mikrofondakinin övmesi sürüyor, Nazım usta geliyor gözlerimin önüne, sunucu ‘1516 Ağustos 1996 Üçüncü Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü sahibi..’ adımı söylüyor, masa yok ki altına girem! Ne kadar hoş/doğru söylemişin a Nazım usta?
4
Nihayet temele harç atılacak, Ankara’dan gelen Genel Başkan Ali Doğan –yattığı yer her daim ışıklı ola– ilk harcı verip küreği uzatıyor, üçlüyorum: ‘Ya Allah.. Ya Muhammet.. Ya Ali..’ Doğan can ‘Ben üçledim’ diyor gülümseyerek, gülümseyerek yanıtlıyorum: ‘Seninki senin hesabına..’ (...) Salt kum, çimento, su değildi attığımız/attığım.. Sevgiydi.. Kardeşlikti.. Barıştı.. Dostluktu. Hoşgörüydü. İnsanların, bir tarağın dişi gibi eşit olmasının gerekliliğiydi.. Birlikti.. Dirlikti.. Erdemdi..” (Nefes Dergisi, Sayı: 29, Mart 1996)
Verilen Sözde Durmak Ne Keremdir Ocak 1996 da, törenden sonra canlara bir söz vermiştim “binayı bitirin, buraya kocaman bir resim yapacağım, Hünkâr’ın..” Yapım elbette başta parasal zorluklar nedeniyle 2008’de biter gibi oldu! Çatı da kapandı. Ara sıra geziyordum inşaatı.. Hastanelerde verdiğim sözü yaşadım hep, sözünde duramamak acısını da yaşadım öteki acılar içinde. Haftalar sonra eve dönende, rica ettiğim güzel canlar gelip aldılar, ilk kez sokağa çıktım koltuk değneğimin yardımıyla, keyifle seyrettim yapıyı, bazı durumdan üzülerek de.. Duvarlardan duvar beğenerek.. Yıllardır resim çerçevelerimi, şasilerimi yapan, canlardan Ercan Kanık ustaya büyük boy şasi ısmarladım. O gün getirdi. O halimle tek başıma gerdim tuvali, sanki görünmez eller de yardım ediyordu ve hemen başladım.. Yorulunca azıcık ara verdim bu minval üzere Hünkâr çıkar gibi oldu ortaya, zamanla çıktı da.. Bu ara hastane kapıları yine göründü, ne olur ne olmaz diye sağ alt köşeye atıverdim imzamı, koca reisin hikmetinden sual olunur mu? Nasipte bitirmek varmış, sevgiyle başladım, sevgiyle bitirdim, kanatlandım uçtum gökyüzünde! Ercan usta alıp gitti, en hasından çerçeveleyip getirdi, aşkla, sevgiyle huzur içinde baktım, baktım.. Sözde durmanın yüceliğini yaşatanlara bahşedenlere aşk-ı niyaz ederek. Ercan usta ve yardımcıları dediğim yere bigüzel astılar.. Toplantı nedeniyle Antalya’da olan Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Dernekleri Genel Başkanı Tekin Özdil’in de katıldığı törende konuşmalar yapıldı, semahlar dönüldü, lokmalar yenildi duvardan bize bakana, bakarak.. Yurt içinde ve yurt dışında canlara yaptığım konuşmalarımda, hatta Ankara Radyosu’nda “Ömrüm Ömrüm” programında da söylediğim gibi bir niyazımı yineledim. Sırası gelince bu canı buradan hatta bu resmin altında sırlayın.. Organ bağışı kartım cüzdanımda, işe yarayan varsa alına.. Ağlamak yok.. Alkış yok.. Ali sofrası kurula.. Dolular boşaltıla.. Semahlar dönüle, neresi olursa olsun köteleyin toprağa.. Onca canlara karşın kendimi yine öksüz saydım!.. Bu tören şu satırların yazarı için anlatılmaz bir mutluluktur, verilen sözü tutmanın mutluluğu.. Sevdiğim kuruluşlarla/canlarla paylaşmak mutluğun tarifsizi olacaktı, acımdır olmadı!
Yine haykırıyorum o ulu can gibi, can-ı yürekten:
“Gelin Canlar Bir Olalım” İnanın.. İnanın.. Bundan başka bir çare yok dimdik ayakta, birlik beraberlik içinde yaşayabilmek için Başka çarelerin hepsi boş!.
Hey Koca Yurtsever Nazım Hikmet Usta, Yapılanlar Yetmezmiş Gibi, Birisi de Seni Fethullah Hoca Efendi Hazretleriyle Aynı Torbaya Koymaya Kalkıştı.. Sana Yapılan En Son Saygısızlık da Bu Oldu! Bu marifetli de bir Alevi! Peygamber sülalesinden gelmekle övünen! Şu hocaefendi sevdalısı, övgücüsü bir demecinde “Nazım’a yapılan Fethullah Hoca’ya yapılmasın” buyurmuş! Saydığı bir insanmış.. Nazım usta yurt dışında ölmüş, hâlâ da getirilmiyormuş! Nazım’a yapılanlar Fethullah Hoca’ya yapılmamalıymış! Nazım gönüllere gömülü. Yaradan gecinden versin, hocaefendiye sıra gelince vakıf başkanı ona büyük bir türbe yaptırır sevgisini perçinler vesselam. Bu aynı torbaya koymaya da yakıştıramadığımı neden saklayayım a canlar?
Fikret Otyam’ın önceki sayımız için yolladığı, yazısına kıyamadık. Aşağıya ekliyoruz.
AKP İktidarında “Alevi Düşmanlığı” Sürüp Geliyor!
İ
DDİAYA bakar mısınız? Elazığ’ın Karakoçan ilçesinde YİBO yurtlarında kalan 28 kız öğrenci dört kilometre uzaklıktaki okullarından dönüşte taciz edilirler! Öğrenciler Karakoçan İlçe Milli Eğitim Müdürü’nden araç verilmesi isterler. Ancak, “parası olan okusun, olmayanlar evlensin” yanıtı verilir! AKP Milletvekili İşbaşaran, Kaymakamdan sorunun çözülmesini ister. Şimdi sıkı durun, insanın can-ı yürekten inşallah aslı yoktur diyesi gelen yanıta da bakar mısınız? “Milletvekilim, 28 kız öğrencinin 12’si Alevi! Bunların devlete bakışını zaten biliyorsunuz!” Kaymakam, bu saçma, yersiz, haksız, bölücü, çirkin ve vahim iddiası için gücü nereden alıyor? Nereden alacak, her şey gün gibi ortada, elbette AKP iktidarından! Böyle deyince AKP’li milletvekilinden aferin alacağını sandı sanırım, ama tüm AKP’li milletvekillerini Şeyh-ül İslam Ebussuut efendi hazretlerinin
Sayı 43
SERÇEÞME belediyeler de dâhil hiç birisi olumlu yanıt vermedi! Neden şaşmalı? Ellerinde arsa olsa vermezler mi hiç? İşte size Allahına kadar en taze örnek: “Erdoğan’ın damadı Albayrak’ın yönettiği şirket Boğaz Köprüsü yakınındaki Sit Alanında 120 villa yapacak. Damada Boğaz’da arsa.” Üstelik “sit” alanında! Üstelik, yapılan değişikliklerle yeşil alanın miktarı yüzde 36.47’ye düşürülerek arazinin beş bin metrekarelik bölümü de Dini Tesis Alanı olarak ayrılmış!. Asla ve kat’a haddim olmayarak, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Merkezi bu beş bin metre karelik yerde cemevi için de arsa ayrılması konusunda derhal girişimde bulunmalı derim!
Başbakan, ‘Şahsıma Ulaşmış Bir Talep Yok’ Derken Fena Halde Yanılıyor! Talebin Canlısı Reha Çamuroğlu Değil mi?
Fikret Otyam’ın Antalya Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın Cemevi ve Kültar Merkezi için yaptığı Hünkâr Hacı Bektaş Veli tablosu. Tuval üzerine yağlıboya.
ardılı da elbette sanmamalı.. Sanırım İşbaşaran bunlardan birisi.. Olayı İçişleri Bakanı’na götürerek bu tutumunu gösteriyor. Bakan ne mi yapıyor, ne yapacak yahu, bir dilekçeyle başvur masını istiyor, iyi mi? İşte bu da milletvekilinin yanıtı: “Sayın Bakan, size vahim bir olayı aktarıyorum, siz benden dilekçe istiyorsunuz! Ben mesajı aldım!” İş iyice büyür, Bakan özür dilemek ister! Bu öneri, İşbaşaran’ın öfkesini dindirmez ve isyanını şöyle sonlandırır: “Siz de kaymakam gibi düşünüyorsunuz!” Tam yeri ver sırası: “Gerçeğe Hü!”
Bu da Diyanet İşleri Başkanı Zatın Resmi Görüşü! Alevi canların çok, ama çok haklı isteklerinden birisi de inançları için cemevleri. Gelgelelim, bir yığın bakanlık bütçesinin kat kat üstün bütçeye sahip Diyanet İşleri Başkanlığının başındaki zat-ı muhterem Bardakoğu’nun buna karşı görüşünü de, sırası gelmişken kısaca anımsatayım: “Cemevlerinin ibadet yeri statüsüne alınması Alevileri Müslümanlıktan koparır!” Sigara yasağı olmasaydı “Buyurun, buradan yakın” diyecektim!
Temmuz 2008
Şimdi bu tutulur yeri olmayan bahane, işi bakın nerelere kadar götürüyor, “Cemevleri başvurularına, aralarında İstanbul Büyükşehir’in de bulunduğu hiçbir belediyeden olumlu yanıt gelmiyor!”
Kime Nasıl İnanacaksın Ey Göktanrım? İmam Hatipli Başbakanın, daha önce İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olur olmaz, cemevine dozerlerle ziyareti (!) neden unutulsun? Başbakan Erdoğan, Alevilerin cemevleri istemine karşın yanıtına bakalım: “Şahsıma ulaşmış bir talep yok. Anayasa ve yasalar içerisinde yapılabilecek bir şey varsa bunun için gerekli adımları atarız.” Saf yürekli Alevi canlar da bunun üzerine derhal İstanbul Büyükşehir Belediyesi dâhil birçok belediyeye başvurarak cemevi için arsa isterler ama bu istekleri reddedilir! Başbakan ilk adımını atacaktı ama o sırada attan düşüverdi, adımlar da atılamadı vesselam! Yoksa şu Kızılbaş milletini, bu candan daha çok sever öyle değil mi? Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Merkezi ve İstanbul Merkez Şubesi ve 28 şubesinin, il ve ilçe belediye başkanlarına yaptıkları yazılı başvurularına, aralarında CHP’li
Başbakan fazla yorgunluktan olsa gerek bazı çok önemli şeyleri de unutur oldu! Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü sahibi, bu inanç konusunda kitapları ve emeği olan Reha Çamuroğlu can, en yakınlarını bile şaşkına çevirerek Alevi düşmanı AKP’ye katılıp oradan saylav olmadı mı, yani milletvekili, daha yakışanı Mebus! Oldu! O canı, Alevi açılımı için kendine “Danışman” yapmadın mı? Yaptın! Alevi-AKP kardeşliği (!) için, sofralar düzülüp yenilip ayranlar içilip, mersiyeler dinlenmedi mi? Dinlendi! Bu girişim, olmayan duaya âmin denmeyeceğine en canlı, en apaçık bir örnekti, yan yana gelmeleri asla olanaksız bir “boş” girişim olduğunu bu konuda çok ağır suçlamalar altında –elbette haklı olarak– Reha can da nihayet fark etti. Bu aldatmacaya daha fazla ortak olmamak için “Danışman”lıktan ağır bir mektupla ayrıldı, daha doğrusu kısmen kendisini de kurtardı! Mebusluğu ne mi olacak? Kim bilir? Hidayete ermek zaman alıyor..
HAYAT TELEVİZYONU TÜRKSAT’ın Keyfi Bir Kararıyla Karartıldı. Demokrasi Havarisi Postuna Bürünenler Mahkeme Kararı Olmadan “Bölücü İçerikli Yayın” Gerekçesiyle Muhalif Basını Susturma Yolunda İlerliyor. HAYAT TV’nin Karartılmasına HAYIR DİYORUZ! Serçeşme Çalışanları
5
SERÇEÞME
Kan Dolambacında Saklambaç Oynayanlar ya da Aydın Düşmanlığını Yol’un Gereği Sayanlar Esat Korkmaz Soruyorum sizlere öğretmenimizin “doğa”, kitabımızın “insanlık” ve okulumuzun “yaşam” olacağı bir gün gelecek mi? Hiç kuşkunuz olmasın, Alevi-Bektaşi aydınlanması yaşama geçtiği gün bu söylediklerim gerçekleşecektir.
S
ERÇEŞME Dergisi’nin 41. Sayısı’nın “Eki” olarak hazırladığım “Alevilikte Cenaze Erkânı” konulu broşür yoğun bir ilgiyle karşılandı; yazılanlara uygun olarak bir cenaze töreninin yapıldığını da burada belirtmek isterim. Şu ana kadar tek olumsuz tepki aldım: O da Hürrem Ulusoy’dan geldi. Şöyle diyor Sayın Ulusoy: “Şair Hayali bir beytinde der ki: ‘Cihân ârâ cihân içtedir ârâyı bilmezler Ol mâhiler ki deryâ içtedir deryâyı bilmezler.’ ‘Dünya içinde dünyalar vardır; bunu herkes bulamaz, göremez. Denizin içinde yüzen balıklar vardır, ama yüzdükleri denizden haberleri yoktur.’ Alevilik hakkında sayfalar dolusu yazılar yazanlar vardır. Ciltler dolusu kitaplar çıkaranlar vardır. Lâkin bütün bunlar bu kişilerin Aleviliği bildikleri anlamına gelmez. Aleviliği bilmek için önce ‘Alevilik ruhu’ gerekir. Alevilik-Bektaşilik bir inançtır. Alevilerin ‘itikat’ dedikleri duyum yüreklerde yok ise materyalist bakış açısı ile Aleviliğe inilemez. Bazı aydınlarımız Anadolu’yu dolaşırlar; halk onlara geleneksel konukseverliğini gösterir, yedirir, içirir, söylediklerini dinler. Ancak bu sevgi ve saygı onlara tamamen katıldıkları ya da misafirleri kendilerinden saydıkları anlamına gelmez. Alevi halk, kendi gibi yaşayan, düşünen, inanan; kendi öz bağrından çıkmış olan inanç önderlerine, yani babalara, dedelere, mürşitlere, pirlere büyük güven ve saygı duyar. Bazı aydınların, halka dayanmadan; dedelerin, babaların, mürşidin, postnişinin görüş ve onayını almadan yazmış olduğu ‘gülbankların’, ‘Cenaze Erkânının’ halk indinde kıymet-i harbiyesi yoktur. Hariçten okunan, kulağa hoş gelen bir gazelden ibarettir.” Hürrem Ulusoy’un görüşleri ölçü alındığında Aleviliği “cahiller anlayacak, kitaplar yazanlar, yani düşünenler-aydınlar anlayamayacak”tır. Aleviler-Bektaşiler kendilerine gelenyaklaşan araştırmacıya-aydına “ikiyüzlülük” yapıp “yalan” söyleyecektir. Aydın-araştırmacı da bu “yalanları” yazacağı için sözleri-kitapları “palavra” olmaktan öteye geçemeyecektir.
6
Aydın-araştırmacı pirden-mürşitten-rehberden, yani gelenek öğretmeninden “onay” almadan bir satır bile yazamayacaktır.
Kullandığımız sözcüklere duygularımız akmıyorsa biz en yüksek olasılıkla iyi bir “oyuncu” olabiliriz.
Yol’un Gereği Aydın Düşmanlığı mı? Aydın düşmanlığı ne zamandan beri “Yol’un gereği” durumuna geldi Sayın Hürrem Ulusoy? Öncelikle belirtelim: Alevilik-Bektaşilik bir din değil “aşktır” ve bu bağlamda, “örgütlü inanç” anlamında “dini olmayanların” felsefesidir. Bâtıni algıda tasavvuf, “örgütlü inanç anlamında metafizik dine” başkaldıran kişideki “vahdet-i mevcut belirleyici bireysel inanca” verilen addır. Hz. Ali’nin adına bağlanan “Görmediğim Tanrı’ya Tapmam” özdeyişinin izinde “doğuran doğanın doğuran parçası” olduğumuzda “doğaüstünü doğaya” ya da “varlık-ötesini varlığa” indirgeriz. Artık Tanrı “can” anlamında “doğanın ya da varlığın özü”, inanç ise bu özün “sonucu” anlamında “doğanın ya da varlığın eğilimi” olup çıkar. Öyleyse Alevilik-Bektaşilikte “inanmak” için “doğaüstüne ya da varlık-ötesine” başvurulmaz; tam tersine doğanın ya da varlığın “kendisine” başvurulur. Doğaüstüne ya da varlık-ötesine başvurma, “metafizik-idealizmi” koşul görerek akla ve bilime “düşman” olmadır. Doğanın ya da varlığın kendisine başvurma, “düşünceci-idealizmi” koşul görerek insanın ve doğanın aklının “sonuçlarını” inanılacak şey olarak algılamadır. Demek ki Alevilik-Bektaşilikte “düşünmeden inanılamaz”; düşünmeden inanılamayacağı için “düşünce” kimliğinden bağımsız ve ona karşı duran bir “inanç önderi” kimliği yoktur: Yol önderi anlamında “pir-mürşit-rehber” vardır. Dün Alevilik-Bektaşilik “din” değil bâtıni tasavvuf idi ve dün pir-mürşit-rehber “inanç önderi” değil “aydındı”. Halde “kan dolambacında saklambaç oynayarak” ya da “aydın düşmanlığını Yol’un gereği sayarak” Aleviliği-Bektaşiliği “dine”, pir-mürşit ve rehberi “hocaya-inanç önderine” dönüştürenler, aydını-araştırmacıyı da “cehalet” simgesi bu “hocadan-inanç önderi”nden “onay” almaya yönlendirenler bilerek ya da bilmeyerek bu kültüre “en büyük kötülüğü” yapıyorlar. Bâtınilikte “inanç kuralları-kimlikleri/ilkeleri” düşünülerek üretileceğine/keşfedileceğine göre Alevilik-Bektaşilikte “düşünceyi aşan” bir inanç olamaz; tersinden söylersek inancın, “düşüncenin nesnel sınırlarını aşma yeteneği/ olanağı” yoktur. Ortodoks dinlerde “bilinmeyen ya da bilinemeyecek” olan şey inançtır; bâtınilikte ise “bilinen ya da bilinebilecek” şey inançtır. Bu nedenle bâtınilikte “kendini bilmek” eylemini yaşamak dışarıdan bakıldığında “daha az ina-
nılacak şey bulma çabası” olarak görülebilir. “İçkin tersine çevirme” yatkınlığı insanı, karşıtlardan “olumsuzluk veren ya da acı verensıkıntı yaratan” yanıyla “akraba” yapar: Bu “akrabalık ayartıcı”dır; kişiyi “inanma değil, düşünme yönünde” ayartır. Devriye kapsamında “düşünme” denilen şey, döngüsel tersine dönüşüm zemininde “meydan okuma-karşı meydan okuma” çabasından başka bir şey değildir. Peki, Hürrem Ulusoy, “Bizim için asıl önemli olan bunlardan ziyade Hacı Bektaş Veli’nin yaşamı, soyu, kişiliği üzerinde ezbere dayanan, basmakalıp, birbirinin kopyası görüş ve düşüncelerdir”, sözleriyle bizi inanmaya mı yoksa düşünmeye mi tetikliyor acaba? Düşünmeye olmadığı kesin.
Zamanın kötülüğü, biz zaman olamadığımız içindir; zaman olabilseydik, zamanın yerine geçebilseydik eğer birbirimize koşardık; anlaşırdık diye düşünüyorum.
Alevilikte İnanç Akan Bilincin Sonucudur Bâtınilikte “bilinç akımı” denilen şey, bedenden bedene ya da nesneden nesneye “akan” şeydir; “inanç” akmaz, inanç “akan bilincin sonucudur”, o nereye koşarsa inanç da oradadır. “İnanç önderi” diye ortalığa atılanlar Alevi-Bektaşi bilincini bedenden ve nesneden “uzaklaştırmaya” çalışıyorlar; bunu da “aydın” düşmanlığı, “sol” düşmanlığı yaparak gerçekleştiriyorlar. Alevi aydınlanmasını “boğmaya” çalışıyorlar. “Aleviliğin-Bektaşiliğin kökü başka nasıl kurutulabilir?”, diye düşünmeden edemiyor insan. Şöyle demek zamanı gelmedi mi sizce? İnanç önderlerinin “şerrinden” taliplerini korumak artık “aydın sorumluluğundadır”. Bunun da böyle bilinmesi gerekir. “Edep” Alevilik-Bektaşilikte, eline-dilinebeline sahip olarak kötü hal ve hareketlerden uzak durma durumunu anlatmanın ötesinde “aklın görünüşü” demektir: Aklın görünüşü, düşünsel deneyimin bedene yönelik “eyleme geçmesi”dir ki “hüner” olarak algılanır ve hüner “kan” kökenli değil, “ten” kökenlidir. “Akılbilgi-hüner” üçlemesi ile “terbiye” edersen kendini “edebi üretmiş” olursun. Bu bağlamda “edepli olmak”, düşünen insanla birlikte olmak anlamına gelir; ona “düşman” olmak değil. Ortodoks dinlerde, tümüyle nesnel bir çalışma yapabilmenin olanaklı olmadığını bilmemiz gerekir. Nesnel çalışma yapılamıyorsa ruhlar “uyanmaz”; ruhlarımızın uyanması için düşüncemiz-inancımız etimizin eyleminin “gerekçesi” olması gerekir; ancak böylesi bir durumda, yani “maddi” yanımızla bağlantı kurulduğunda ruhlarımız uyanır. Ruhumuz bedenimiz, bedenimiz ruhumuz için bir “zil” sesidir; ötesinde birbiri için “berekettir”.
Sayı 43
SERÇEÞME Her metafizik inanç sahibi, kayadan su fışkırmasını, taştan-topraktan gül bitmesini bekleyen bir “aptal” simgesidir; kör bir Tanrının kör adamıdır. Hürrem Ulusoy, Alevileri “kör Tanrı’nın kör adamı mı yapmak istiyor?”. Embriyon halindeyken doğmayı diledin, bu aslında Sessiz-Tanrı’nın “isteği” idi; dileğin gerçekleşti doğdun; bu da Sessiz-Tanrı’nın “buyruğu” idi, biliyor musun? Yol doğumunda “Anne karnına dönmeyi, ağızdan doğmayı” diledin, bu Konuşan-Tanrı’nın “isteği” idi; isteğin gerçekleşti doğdun, bu da KonuşanTanrı’nın “buyruğu” idi, biliyor musun? İster Sessiz-Tanrı’nın buyruğuna göre, ister Konuşan-Tanrı’nın buyruğuna göre doğalım ya da ölelim: Hiçlikten geldik hiçliğe dönüyoruz, demektir.
Ruhun pisliği eti, etin pisiliği ruhu kirletir: Ruhu tanrısal olarak algılayıp onu pislikten “muaf” tutarsan etine en büyük kötülüğü yapmış olursun.
Arzumuzla Etimizin Eylemini Birleştirmek Arzumuzla etimizin eylemini birleştirmek zorundayız: Tersi durumda, arzumuz etimizin ötelerine savrulur gider. Unutmayalım: Her ruh, kendi bedeniyle yargılanır. Sonuçta hepimiz kendimizin sözcüsüyüzdür. Yaşamın “bedeni”nde tek bir organ olmak ve Tanrı’nın dudaklarında “kıpırdayan” bir söze dönüşmek; işte bütün “sorun” budur. Yolda yol doğumu gerçekleştiğinde doğan çocuk “yaşamın titreyen dudaklarında sessiz bir söz”dür; yaşam “çağırdığında” ölüm fethedilir ve söz “ses” olur; can ısmarlayıncaya değin ses dağa-taşa kaydını düşer. Bizler bu “kaydı çözmeye” çalışırız ki buna “yaşam bilgeliği peşinde koşmak” adı verilir. Arzularımızın, isteklerimizin ya da gereksinmelerimizin izinde birbirimize akmadan “düşler” doğmaz. Düşler doğarsa toprak yiyip, deniz içebiliriz. Bunu sağlayamazsak ruhumuz parmağıyla bizi işaret eder ve “bu bedeni yakmalı” der. Alevilerin-Bektaşilerin bedenleri, ruhlarınca “yakılacak bedenler” değildir Sayın Hürrem Ulusoy. Aynaya bak sevgili can, “oradan birinin çıktığını göreceksin”. Beden-bilinç uzaklığı dediğimiz şey işte budur ve bugün tek sorunumuz durumundadır. Bu durum ortadan kaldırıldığında, bedenimiz beden olduğunu, ötesinde çevremizdeki ağaçlar ağaç olduğunu hissedecektir; doğa en fazla “insanlaşacak”, insan en fazla “doğalaşacaktır”. Ancak o zaman duyularımızı kendimize çevirmeyi, kendi ruhumuzun türküsünü dinlemeyi öğreneceğiz. Ve aklımız “huzur” bulacaktır. Duyu organlarımızın tümünü kulak ya da göz yapabildiğimizde; konuşan gerçeği duyabiliriz ya da görebiliriz; kendi sesimizin ötesinde bir ses, kendi yüzümüzün ötesinde bir yüz vardır artık. “Konuşan Gerçek” ruha “ruhun sırlarını” açıklar ve ruhun adını şakıyarak yaşamı şenlendirir; güzelliğini, “hatanın ağırlığını” hissedenler dışında kimseye açıklamaz. Tanrı, insan doğasının dışa vurumudur. Kendi özelliklerini “din” yoluyla doğaüstü bir “töze” yükleyen insan; ikileşmiş, yani çift kimlikli olmuş ve “yabancılaşmıştır”. Bu yabancı-
Temmuz 2008
laşmadan kurtulabilmek için doğaüstü güçlerle değil, insanla, insanlarla ilgili bir “din” geliştirmek gerekiyordu. İşte Anadolu AleviliğiBektaşiliği Doğa-tanrıcılığı, İnsan-tanrıcılıkla tamamlayarak bu anlayışı yaşama geçirdi. İnancı, insanın insana, insanın çevreye, doğaya ve insanın topluma saygısına, sevgisine dönüştürürken dini, insanın ve doğanın “bilgisine” çevirdi. Hacı Bektaş Veli’nin adına bağlanan “Dört Kapı Kırk Makam” eğitim programında bu “çevirme” çarpıcı biçimde açıklanır.
Alevilik kendini “anlatma” konusunda “yüksek bir gerilim” yaşıyor: Ortaya çıkan “bilinç yırtılmaları”, Alevi ile çevresi arasına bir “yabancılaşma” sokuyor.
İnanmak Değil Bilmek Bir Gereksinmedir Bâtıni anlamda inanç; bilginin bittiği yerde başlayan “sanı”ya güvenme ve bağlanma durumudur. Bu bağlamda her inancın altında bir “bilgisizlik” yatar. İnsanlar bilmediklerini hayal ederler; daha doğrusu hayal ederek tamamlamaya çalışırlar; çeşitli olasılıklardan birini seçerek ona bağlanırlar. Demek ki genelde inanç bir “bilme” gereksinmesinden doğar. Bu anlayış uzantısında; “inanmak bir gereksinmedir” savı, bâtıni anlamda, “bilmek bir gereksinmedir” savına/gerçeğine dönüşür. Süreç içinde; a) Hayal gücünün pratikle, yaşamla bağımlı olarak işlemesi halinde “bilimsel varsayımlar”; b) Pratikten, yaşamdan kopmuş olarak işlemesi halinde ise “inançlar” ortaya çıkar. Sözgelimi her söylence, masal vb. belli bir gereksinmenin ürünüdür; bilimsel olarak açıklanamayan gerçekler bu yolla açıklanmak istenir. İnsanlar bunları hayal ederken çok değerli “sezilerde” bulunurlar: Bu “seziler”, insan düşüncesine kendisini zorla kabul ettiren doğal/toplumsal gerçekliklerden başka bir şey değildir. Bu yaklaşımın yaşama geçirilmesiyle süreç içinde doğanın işleyiş yasaları, yani diyalektik, yani evrenin maddesel yapısı “bilimöncesi sezilerle” kavranabildi. İnsanlık başlangıçta gerçeklik içindeydi; gerçeklikle özdeşti; hayal kurma yetenekleri çok sonraları gelişti. Bu nedenle inanç ürünleri bilimdışı olduğu halde, inanç nedenleri bilim içidir. Alevilik-Bektaşilikte felsefi boyutta inanç ve din sorunu; hemen her şeyin, her değerin akılla sorgulanması zemininde, bilgi ve bilim sorununa dönüşür. “İnanmak gereksinmesi”, “bilmek gereksinmesine” evrilince “sezgisel akılla”, “sezgisel zekâyla” bilimsel varsayımlar yakalanır; süreç içinde, sezgisel akılla düşünce üretiminde bulunularak “gönül bilgisi” dediğimiz “marifet” yaratılmış olur. Marifet, marifete eren yol erinin gönül sezgisi yoluyla elde ettiği “duyular üstü” bilgidir. Makalat’a göre; ilham, fehm, aşk, şevk ve muhabbet cana kondu; can dirildi; akıl egemen oldu; geleni, varanı bildi. Çünkü tüm nesneler canla dirilir, can marifet ile dirilir. Onun için marifetli canlar, erenler canıdır; marifetsiz canlar, hayvanlar canıdır. Su olarak algılanan marifet, gönül gözünden akar ve bostan olarak bilince çıkan canı sular. Burada ilham inançta, kulun kendi isteği, gücü ve çalışmasına bağlı olmaksızın, doğru-
dan Tanrı vergisi olarak kalbe atılan, gönüle doğan anlam, sezgi, bilgi anlamına gelir. İlham, akıl ve duyuların aracılığı olmaksızın, tanrısal gerçeklerin ve sırların, varlık ve olayların iç yüzünün, velinin gönlüne doğması biçiminde algılanır. Geleneksel söylemde; Makalat’ın bu açıklamasının yüzeysel anlaşılması sonucu, “Akıl şeriat ve tarikat kapıları için gereklidir; marifet ve hakikat kapılarında akla gereksinme yoktur” biçiminde özetlenebilecek bir “ters” bilinç ortaya çıkmıştır. Bu doğru mudur? Doğru olmadığı açık: Burada anlatılmak istenen şudur: İnançtan akla atlayarak şeriat ve tarikat kapılarında eğitilen yol ehli can; zâhirden kaçış görüntüsü altında bâtını yani gerçeği akılla kavrama gücüne erişmiştir. Daha açık bir anlatımla beyin, marifet kapısı ile birlikte daha az düşünme etkinliğinde bulunarak daha üretken bir aşamaya sıçramıştır. Nesnel süreçteki doğal yasaları, birey ilişkilerini ve toplum yasalarını; özel bir düşünme çabası harcamadan kavrayabilmektedir. Özcesi üretkendir. Gördüğü, duyduğu şeyler; bunun da ötesinde görmeden, duymadan soyut olarak algıladığı şeyler arasında var olan ortak yasalar/kurallar/ilkeler kendiliğinden gibi gözüken ama kesinlikle daha önceki bilgi birikiminin bir sonucu olan süreçte, beynin bir yansıması durumundaki gönülde belirir. Hakk’la Hak olma yolunda yüründüğünden; yol ehli can, yüklendiği yükümlülüğün bir gereği olarak birey gücünün/yeteneğinin üstünde bir güç/yetenekle donanır. Akıl insanından çok inanç insanı durumuna dönüşür. Akıl arkada, görülenler/duyulanlar, hatta görülmeden/duyulmadan soyut olarak algılananlar öndeymiş gibi görünür; gerçeğinde önde olan akıldır. Akıl alanı terk edildiğinde; akla gereksinme duymadan ulaşıldığına/elde edildiğine inanılan hemen her şey yok olur. Yine burada geçen fehm, inancı anlama ve bunun gereğini yerine getirme anlamını taşır. Alevi-Bektaşi inancında dinin ikili anlamı vardır: a) Yolda beliren “bâtıni inançtır”; tektanrıcı inancın dünyalaşmasıyla kazanılan ve yeni bir içerikle biçimlenen yarı-ilahi boyuttur. Akılla ulaşılan sonuçları kutsayan, düşüncenin evrimine koşut olarak değişimler/dönüşümler geçirerek güncel kalan manevi ilkeler/kurallar bütünüdür. Tanrı’nın eksiksiz sureti olarak beliren insan-ı kâmil’in, bunun yüceltilmesi bağlamında kutbun yaşama görüşüdür. b) Aşktır, sevgidir. Aşk, yol makamında beliren “bâtıni inanç” dünyasında, kutsal köken olarak öne çıkan tanrısal varlığı, içten gelen bir eğilimle sevmedir; sevginin insanı bütünüyle egemenliği altına almasıyla sevenin sevilende kendini yoketmesidir. Fiziksel dünya, hakikat’ın yokluktaki bir yansımasıdır. İkilik duygusu, Tanrı’nın varlığı gerçeğini insandan saklayan bir örtüdür. İnsanın içinde, çıktığı kaynakla yeniden birleşme eğilimi vardır. Bu nedenle insan kendi “ben”iyle bir savaşım içine girer. “Birlik”in sağlanabilmesi için “ikilik” aşılarak, “ben” fethedilir. “İkilik duygusu”nun aşılması ve “ben”in fethedilmesi, ancak “aşk gücü”yle olanaklıdır. Bu aşk içimizde vardır; çünkü o da, Tanrı’nın kendi yapısının bir parçasıdır. Bu bağlamda, içene saz çalıp şiir söyleme yeteneği ve becerisi kazandırdığına inanılan içki olarak algılanan aşk badesi, kâmil insanın bilgisinden başka bir şey değildir. Tarikat ehli can, bu bilgiyle donanır; bu bilginin gereklerini yerine getirir. (Devamı 9. Sayfada)
7
SERÇEÞME
HACI BEKTAŞ VELİ ANMA TÖRENLERİ YAKLAŞIRKEN
Bölüm III: Osmanlı’da Yeniçeri-Bektaşî İlişkisi
D
Erdoğan Aydın
EVLETLEŞMENİN gereği olarak kendisi Ortodoks İslâm’a yönelen Osmanlı, dönemin en önemli Bâtıni akımı Bektaşiliği de, fethettiği toprakların kolonizasyonu ve oralardan devşirdiği Yeniçerilerin şekillendirilmesinde bir araç olarak kullanacaktı. Osmanlının ilk dönemlerde halka Sünnilik dayatması yapmaması ve kendisiyle işbirliği yapanları fetihlerden paylandırması Bektaşileri yedeklemesini kolaylaştırıyordu. İşbirliği yapmayanları ise, Abdal Musa örneğinde de gördüğümüz gibi yaşam hakkı tanınmayarak sıkıştıracaktı. Buna karşılık Bektaşiler de, halkla aynı dinsel algıyı paylaşmaktan ve Hıristiyan inancıyla kolay etkileşim kurmaktan gelen güçleriyle, Osmanlının halk üzerinde denetim kurmasını ve Balkanların kolonizasyonunu kolaylaştırıyordu. Gazadaki etkinlikleri yanında “mevcudiyetleri ihmal edilemeyecek miktarda” olan (Mustafa Akdağ) Bâtıni inançlı halkın örgütü olarak yükselen Bektaşilik, böylece Osmanlıya paralel kurumsallaşacaktı. Aşıkpaşazade’de geçen, “Abdal Musa’nın Orhan Gazi zamanında bazı savaşlara katıldığı, bir savaşta başından tacının düştüğü, Yeniçeri’nin birinden börkünü alıp başına geçirdiği ve bundan sonra Yeniçerilerin kendilerini Hacı Bektâş Veli’ye bağlı saydıkları” şeklindeki aktarım, Yeniçeri geleneğinin daha Orhan Bey zamanından başlayarak Bektaşî Dergâhı ile kurduğu manevî bağa işaret etmektedir. Bu anlatımdan Abdal Musa’nın ilk savaşlarda büyük bir prestij ve etki alanı kurduğu sonucu çıkarmak mümkün. Bektaşilerin gazalara önemli bir katılımı vardır ve bu gerçeklik üzerinden ordunun kurumsallaşması da bu prestiji yedekleyerek şekillendirilmeye çalışılacaktır. Kurulacak özel ordu için “Hacı Bektaş’tan el alma” söylemi de bu bağlamda geliştirilecektir. Kuşkusuz işin içine efsane ve yanlış bilgiler de girer. Ama bu yanlışlar sonraki dönemde, “her sınıf ve sanatın bir piri olmak akidesine istinaden” Ocağın Bektaşî Dergâhına bağlandığı gerçeğini değiştirmiyor. Kavanin-i Yeniçeriyan’da, “Yeniçerilerin durmada ve oturmada kanun ve kaidelerinin Hacı Bektâş Fukarasının kullandığı kanunlar olduğu yazılmaktadır.” Esasen “Yeniçerilerin Bektaşîlikle alâkaları ocaklarının kaldırılmasına kadar sürdüğü” görülecek ve tüm bu süreçte “Bunların ocaklarına‚ ‘Ocağ-ı Bektaşîyan’ ve kendilerine de ‘Taife-i Bektaşîye’, ‘Güruh-i Bektaşîye’ denirdi.” (İ. H. Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, s. 149–150) Diğer kaynaklardan da Yeniçerilere, “Hacı Bektâş Kûçekleri”, Yeniçeri Ocak ağalarına “Sanâdid-i Bektaşîyan”, Ocağa da “Dûdman-ı Bektaşîyye” dendiğini öğreniyoruz.
Bu Meydanda Nice Başlar Kesilir Bu noktada I. Melikof şöyle diyecektir: “İlk Osmanlı Sultanları tarafından fethedilen ülkeleri Türkleştirmek ve İslâmlaştırmakla görevli kolonizatör dervişler olan Bektaşî Tarikatı, XIV. yüzyılda Yeniçeriler ordusuna bağlandı. Osmanlı gücünün kolu
8
ve seçkin ordusu Yeniçeriler, İslamı kabul etmiş Hıristiyan çocuklar arasından devşirilmekte ve Türk çevrelerde yetiştirilmekte idiler. Bu asker ocaklarının, yeni alınan ülkeleri İslâmlaştırmakla görevli bir dervişler tarikatına bağlanışının açıklaması buradadır. Böylece Bektaşîler, yeni alınan ülkelerde, Osmanlı propagandasının aracı oldular. Tarikatın Balkanlar’da ve Arnavutluk’ta gelişmesinin sebebi de budur” (Uyur İdik Uyardılar, s. 108) diyecektir. Böylece Osmanlı’nın savaşçı, baskıcı ve kolonizatör kimliğine yedeklenme durumuyla karşı karşıyayız; ki bu, barışçıl/pasifist bir dünya görüşünün mimarı olan Hace Bektaş adına büyük bir trajedidir. Bu noktada vurgulanması gereken bir diğer durum da, Bektaşî Dergâhı’nın, Vefailik, Babailik, Kalenderilik, Hayderilik, Hurufilik vb. Bâtıni “tarikatları arasında en mühimi değil” iken, devletle bu özdeşleşme sayesinde “14–16. asırlar arasında (...) diğerlerini kendi içine alıp erittikten sonra” (F. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 103) en yaygın ve etkin tarikat niteliği kazandığı gerçeğidir. Ancak Osmanlı işbirliğiyle büyümenin bir de faturası olacaktır; ki bu, Bektaşi hümanizminin terki ve içinden çıktığı Anadolu Alevilerine yönelik pek çok katliamın uygulayıcısı olan Yeniçeri’nin yatağı olmaktı. Dergâhın bu tavrı, toplumun Sünnîleştirilmesi sürecinde, halkın ideolojik ve moral direncini kıran önemli bir faktör olacaktır. Bâtıni inancında ısrar eden halkın, ekonomik olanak ve can güvenliğini yitirdiği süreçte, Bektaşî Dergâhı, İstanbul başta olmak üzere geniş bir örgütlenme olanağıyla ödüllendirilir. Alevîler, şehirlere giremez, hatta timar sisteminin bile dışına atılırken, Bektaşîlik Osmanlı’nın başkentinde Yeniçeriyle birlikte ‘hizmet’ vermiştir. Yeniçerilerin içeride ve dışarıda çıkılan fetih ve tenkil seferlerine şu Bektaşî Gülbankını okuyarak gitmesi çarpıcıdır: “Allah, Allah, İllallah! Baş uryân, sine puryân, kılıç al kan! Bu meydanda nice başlar kesilir olmaz hiç soran! Eyvallah... eyvallah! Kahrımız kılıcımız düşmana ziyan! Kulluğumuz padişaha ayân! Üçler, yediler, kırklar, Gülbang-ı Muhammedi, Nûr-i Nebi, Kerem-i Ali, Pirimiz, sultanımız Hünkâr Hacı Bektâş-i Veli! Demine devranına hu diyelim, Huuuuuuu...”
Balım Sultan Misyonu 15. yüzyıl sonları, Anadolu halkının Osmanlıyla ilişkilerinin koptuğu, hem çok ağır ekonomik koşullarda yaşamaya mahkûm edildiği hem de “defter edilip” onbinlerce öldürüldüğü bir dönemdir. Bu sırada doğu Anadolu’da yükselen Safevi egemenliği ise, halkın Osmanlıya karşı direnişinde ciddi bir moral destek olacaktır. Osmanlı ise, halkla arasında giderek belirginleşen yabancılaşmayı gidermek yerine, onu ve moral kaynağı olan Safeviyi ezmeye yönelecekti.
İşte bu kritik dönemde önemi daha da artan Dergâh’a müdahaleler gerçekleşecektir. Resul Bali’nin oğlu Balım Sultan, 1501’de ölen Yusuf Balî’nin yerine Dimetoka’dan getirilerek Dergâh’ın başına postnişin atanacaktır. Balım Sultan “II. Bayezit tarafından Anadolu’daki Kızılbaşları, Şiî-Safevî etkisinden kurtarmak için vazifelendirip Hacı Bektâş Dergâhı’nın başına” (E. B. Şapolyo’dan akt. M. Eröz, Age., s. 64) gönderdiği bir “görevli”dir. II. Bayezit, 1516’daki ölümüne kadar postnişin kalacak olan Balım Sultan’ın etkisini arttırmak için, Dergâhı ziyaret edecek ve Vilayetname’ye göre kubbesini kurşunla kaplatacaktı. Balım Sultan, Bektaşiliğin iç şekillenmesindeki önemi nedeniyle “Piri Sani” adıyla anılır. Şemsettin Sami’nin Kâm’usü’l-A’lam’ında da belirtildiği gibi Tarikat’ın ayin ve adabı Onun tarafından konulmuştur. Öyle ki pek çok araştırmacı, bu nedenle Onu “Bektaşîliğin esas kurucusu” olarak tanımlamaktadır. (M. Eröz, Türkiye’de Alevîlik Bektaşîlik, s. 59) 12 imamcı/Kızılbaş ritüelleri Bektaşiliğin içine alarak halkla yaşanan kopuşmanın önünü almaya çalışan Balım Sultan, gerçekte Kızılbaş halkın Osmanlı karşısında direnişinin ideolojik dayanaklarını yoketmeyi amaçlar. Bu bağlamda Balım Sultan misyonu, Bektaşiliğin biçimsel olarak yeniden şekillendirilmesi, ama buna karşılık Hacı Bektaş etkisini kullanarak Kızılbaş halkı Osmanlıya boyun eğdirmektir. İşte bu gerçeklik, Pir Sultan Abdal’ın Şah İsmail’e hitabeden dizelerinde şöyle yansır: “Hacı Bektâşoğlun günahkâr gördüm Aradım isyanı özümde buldum Yüzümün karasın elime aldım Aman Şahım mürüvvet deyu geldim”. (A. H. Avcı, Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler, s. 80) Gerek iç ayaklanmalar gerekse de 1514’te Yavuz ile Şah İsmail arasındaki Çaldıran Savaşı’na eşlik eden Alevî kırımları sürecinde Osmanlının yanında saf tutan Bektaşî Dergâhı, 1516’da Balım Sultan’ın ölümüyle denetim dışına çıkar. Anadolu’da yaşanan katliamların etkisi Dergâh’ın ezilmiş olan vicdanının başkaldırmasını sağlayacak ve bunun yansıması olarak Yusuf Bali oğlu Kalender Çelebi postnişin seçilecektir. Bu değişimle birlikte Dergâh, elini Osmanlı’dan çekip halka uzatacaktır. Bu tercihiyle Kalender Çelebi, Dergâh’ı Osmanlı etki alanının dışına çıkaracak, halkın dertleriyle bütünleştirecek ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak Dergâh, halkın Osmanlı’ya karşı başkaldırı merkezine dönüşecektir. Ne ki bu direniş, yine Bektaşi dergâhının eğitiminden geçmiş Yeniçeriler tarafından kanlı bir şekilde ezilecektir. Kalender Çelebi Ayaklanması üzerine, o güne kadar kollanan Dergâh lağvedilecektir. Ancak 26 yıl sonra Osmanlı, 1552 yılında Sersem Ali Paşa’yı “Baba” yapıp postnişin atayarak Dergâh’ı yeniden işlevselleştirecektir. Çünkü toplumsal kontrol aracı olarak Dergâh’a olan gereksinim kendini dayatacaktır. Ancak bu atama, İstanbul ve Balkanlar’da değil ama Anadolu Alevilerinde kabul görmeyecek, muhalif Babalar, Anadolu’daki Kızılbaş
Bu yazı daha önce Cumhuriyet gazetesinin 1 Eylül 2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır
Sayı 43
SERÇEÞME ocaklarla birlikte paralel ve yasadışı bir Bektaşi örgütlenmesi yaratacaktır. Böylece Bektaşîlik, “Babaganlık” ve “Dedeganlık” adlarıyla günümüze kadar gelen yapısal bir bölünmeye uğrayacaktır. Babagan kolu Yeniçerilerin manevî ihtiyaçları dâhil Osmanlı’nın kontrol aracı işlevini sürdürürken, Dedegan kolu Anadolu Alevîliği’nin ağırlıklı merkezi olacaktır.
Bektaşiliğin Tasfiyesi 1700’lerde Kızılbaşlık sorunu esas olarak halledilmiştir. Artık Bektaşiliğe bu anlamda eskisi denli büyük bir gereksinim yoktur. Yayılma da durmuş, buna bağlı olarak kolonizasyon politikaları da eski önemini kaybetmiştir. Aynı dönemde Yeniçeri de, devletin bütün kurumlarıyla yaşadığı çürümeye uğrayacaktır. Artık eskisi gibi etkin bir zafer makinesi olamadığı gibi içeride de her soruna müdahil, çoğu zaman da isyancı, tehditkâr bir güçtür. Askeri teknolojinin değişimine bağlı olarak da ordunun yenilenmesi, dolayısıyla Yeniçerinin tasfiye edilmesi gerekmektedir. Özetle soğukkanlı bir egemenlik aygıtı tarafından köklerinden çekilip alınan zavallı insanlardan oluşturulan gayri insanî bir yapıya sahip olan Yeniçeri, bizzat güvencesi olduğu gayri insanî düzenin başına sorun olacaktır. Bunun sonucu Yeniçeri, 1826’da, kendi yaptığı zulümleri aratacak bir vahşetle, son bireylerine varana dek imha edilecek; üstüne tüy dikmek babından bu katliama bir de isim takılacaktı: Vaka-i Hayriye (hayırlı olay!) Böylece Kapıkulu devleti, kendi topyekûn çürümesine çare ararken, en çürümüş parçasını, artık kendisi için taşınamaz bir yük haline gelen bir uzvunu kesip atacaktır. Saraydaki şeriatçı ulema, Yeniçeri katliamının sıcaklığı daha geçmeden, Nakşibendî, Mevlevî ve Halvetî tarikatlarıyla birlikte, daha önce Yeniçeri nedeniyle dokunamadıkları “sapkın” Bektaşî tarikatının tasfiyesini gündeme getirecektir. II. Mahmut, Şeyhülislâm Tahir Efendi’nin fetvasını alıp Bektaşî tarikatını tasfiye edecektir. “Bektaşîler, peygamberlik iddiasından sonra, karışıklığa yatkın olan halkın kalbini çelip kötülüklere sürüklediler. Özellikle cahil insanlara ve Yeniçerilere sokulup işledikleri kötülüklerle onları da baştan çıkarıp isyan edecek duruma soktular” gerekçesiyle, “Osmanlı Devleti yolundaki” şeyhlerin kararı sonucunda 4 Zilhicce günü önemli Bektaşî önderleri idam, diğerleri sürgün edilecekti. Bu bağlamda Bektaşî tekkelerinin çoğu yıkılıp yakılacak, geri kalanlar camiye çevrilecekti; bir tek Hacı Bektâş Tekkesi açık bırakılacak, ama onun da başına bir Nakşibendî şeyhi getirilecekti. Kalan Bektaşî halkın da ehl-i Sünnet yapılması yönünde genel bir seferberlik başlatılacaktı (Gülağ Öz, Yeniçeri Bektaşî İlişkileri, s. 68-71) Böylece Osmanlı, kuruluşunda temel rol oynamış olan Bektaşilik, üstelik yüzyıllarca lanet bir işbirliği yaptırıldıktan sonra tasfiye edilecekti. Özetle Bektaşî Dergâhı’nın Yeniçeri Ordusu ile olan ilişkisi, ordunun kuruluşunda da tasfiyesinde de dramatik bir muhteva taşıyacaktı. Osmanlı’ya hizmet, bu devşirme hanedanın ihtiyaçlarınca belirlenmiş ve bu ihtiyaç bitince de sadece Yeniçeri değil, Kızılbaş halkın sisteme boyun eğdirilmesi ve Yeniçeri’nin eğitiminde temel işlev gören Bektaşi Dergâhı da tasfiye edilecekti. Çünkü gelinen noktada Devlet, boyun eğmiş de olsa bu Bâtıni örgütlenme ve yoruma tahammül edemeyecek denli ortodoks bir zihniyetçe fethedilmiştir.
Temmuz 2008
(Baştarafı 7. Sayfada)
Kan Dolambacında Saklambaç Oynayanlar Tektanrıcı dinin emirleri, bâtını bilmeyen cahillerin yerine getirmekle yükümlü olduğu görevlerdir. Yol ehli canlardan bu emirler düşer.
Geçmişten bize taşınan “kan temelli ocak” örgütlenmesini “okul” olarak algılamak zamanı gelmiştir.
Kana Değil Akla Yatırım Yapmak Alevilik-Bektaşilik “okullu bir kültürdür”: Muhammet makamı olarak attığımız “mürşit postu”, onun “okullu” olduğunun kanıtı olarak algılanabilir. Bu nedenle “kana” değil, “aklabilime” yatırım yapmak durumundadır. Kana yatırım yapmak, kan bilincine dayalı örgütlenmek tarihin “gerilerinde” kaldı; artık kan bilincinin nesnel sınırları aşılarak “toplumsal bilincin”, yani Alevi-Bektaşi topluluk bilincinin yaratılması, bu bilince uygun örgütlenmelerin yaşama geçirilmesi zamanıdır. “Bizim kanımız temiz” algısına “abanarak”, kan “dolambacında” oraya buraya çarparak kendimizi “sakatlamanın” âlemi yok. Unutmayalım ki her insanın, ötesinde her topluluğun, her örgütlenmenin “kendi tehlikeleri” vardır: Aleviliğin “kendi tehlikesi” de “kan” belirleyici “ruhbanlığı”dır. Bakın Hürrem Ulusoy bu konuda neler söylüyor: “Alevi aydınlardan bazıları, kendilerini her ne kadar hümanist görseler de, bilinçaltlarında gizli bulunan ulusçuluğu dışarı vuruyorlar. (Aşırı milliyetçi de diyebiliriz) Bu vurum, Alevi-Bektaşilerin gönülden bağlı oldukları Ehlibeyt’e, Hacı Bektaş Veli’ye inançsızlığın da ifadesini teşkil ediyor. Konunun özü şu: ‘Hacı Bektaş Veli bir Türk, Türkmen büyüğüdür. Ehl-i beyt ise Arap’tır. Dolayısıyla Hacı Bektaş Veli, Ehl-i beyt, On İki İmamlar soyundan olamaz.’ Hâlbuki Alevi halk bunun tam tersine inanmaktadır... Görüldüğü gibi Alevi gelenekleri ve nefesleri Hacı Bektaş Veli’yi Peygamber soyuna bağlamakta, onun soyu Evlâd-ı Resul olarak tanımlamaktadır.
Hürrem Ulusoy’un kafası karışık “nesnel soy zinciri” ile “gönül soy zincirini” birbirine karıştırdığı için, daha doğrusu “nesnel soy zincirini” sildiği için kanının nereden geldiğini de “silmiş” durumda. Canlandırdığı ve öne aldığı “gönül soy zinciri”nin izinde kanını “Araplaştırmak” karasevdasında. Bunun yanlış olduğunu söyleyen aydınları da Alevi tabanın onayını hiç de hak etmediği biçimde yorumlayarak “tehdit” etmekte. Soy dendiğinde, aynı atadan gelen bireylerin oluşturduğu topluluk anlaşılır. Demek ki bilimsel anlamda “soy zinciri”, bir ailenin kökenini ve daha sonraki hısımlık, akrabalık bağları içindeki gelişimini kesintisiz biçimde veren ve bir zincirin halkaları biçiminde algılanan çizelge ya da listedir. Alevilik “sınıfsal nedenlere dayalı toplumsal bir gereksinmenin” ürünü olduğuna göre kendini “kana dayalı” olarak dışa vuramaz. Açık anlatımla. kendini Türk kanına, Kürt kanına ya da Arap kanına bağlayamaz. “Yetmiş iki milleti bir bilmek”, özdeyişini mazlumlar katında-ezilenler dünyasında “her kanı kucaklamak” ya da “her kanı kendi milliyetçiliğinin tasallutundan kurtararak hakkın ve adaletin terazisine taşımak” biçiminde algılamak gerekir. Gelelim “gönül soy zincirine”: AlevilikBektaşilikte, On İki İmam soyu “altın zincir” olarak kabul edilir. On İki İmam soyunun babadan oğula aralıksız ve kesintisiz bir biçimde Hacı Bektaş Veli’ye kadar geldiği inancı yaygındır. Alevilikte On İki İmam’a soy bağlılığı, geriye dönüş tapımı zemininde sonradan kurgulanan bir “gönül zinciri”dir; istisnalar dışında nesnellikle bir ilgisi yoktur. Soy olgusunun iki biçimde algılanması nedeniyle Alevi-Bektaşi ulularının iki soy zinciri bulunur: Nesnel soy zinciri ve gönül soy zinciri. “Gönül soy zinciri”nin önemi büyüktür; küçümsenemez: Nesnel soy zincirini silmemek koşuluyla “canlı tutulması” gerekir. Alevilikte gönül, “gönül bilgisinin birikmiş biçimidir aynı zamanda”; öyleyse “gönül soy zinciri” Bâtınilikte insanın ve doğanın aklını taşıyanların oluşturduğu liste demektir ki bu da “Arap kanına dönüşmenin ya da o kandan gelmenin değil, akıl soylu olmanın katı” olarak algılanır. Aleviler-Bektaşiler, düşüncelerinden dolayı “dinsiz” olarak değil, toplum düzenini “maddeci bir yaşama anlayışı” üzerine oturtmak isteyen, inançlarını ise bu isteklerini tavra, eyleme, davranışa dönüştüren bir “manevi güç” olarak gören “devrimciler, ilericiler, aydınlık insanlar” olarak algılanmak, şayet yargılanmak gerekiyorsa böyle yargılanmak istiyorlar. Anlaşıldı sanıyorum: Her zaman “doğru yerden doğru sonuç” çıkmaz. Sonuçta her şey “insana” bağlıdır: Gelenekte “sözcü” malzemesi bu olunca doğru sonuç çıkacağını düşünmek “saçmalık” olur. Sözümüzü Hz Ali’ye bağlanan bir şiirin dizeleriyle sonlayalım: “İnsan bilimle güzellik, değer kazanır daha çok Düşman kesilir bilene bilmeyen önemi yok”(1)
Hacı Bektaş Veli’nin bir Türk büyüğü olduğu, Türkçe konuştuğu, ibadeti Türkçeleştirdiği doğrudur. Türklerin çoğunlukta olduğu Horasan Bölgesi’nde doğmuş ve yaşamıştır. Ancak bütün bunlar, bir Arap’la bir Türk’ün akrabalık kuramayacakları anlamına gelmez. İnsanları ırklarına göre katı sınıflara ayır mak ‘Yetmiş İki Millete Bir Nazarla Bak mak’ felsefesine de ters düşer…”
NOTLAR: (1)
Hz. Ali’nin Şiirleri, Çeviren: İsmet Zeki Uyuboğlu, Pencere Yayınları, İstanbul, Sayfa 17, 6. beyit.
9
SERÇEÞME
Şeyh Sâfi ve Şeyh Sadreddin Dönemlerinden Kısa Sosyo-Politik Kesitler - Bölüm I İsmail Kaygusuz
M
ICHEL MAZZAOUI’nin Safevilerin kökeni üzerinde çalışması, Safvatu’sSafâ’nın Şeyh Sadreddin’in denetimi altında yazılışı sırasında, Şeyh Sâfi’nin bazı eserlerinden de yararlanıldığını göstermektedir 1: “Şeyh Sâfi’nin ölmeden önce bazı yazılı materyaller bıraktığı anlaşılmaktaysa da bir araya toplatılmış hâlde bize kadar ulaşmamıştır. Minorsky’ye göre, Dickson’ın ilk kez söz ettiği Şeyh Sâfi’ye ait ‘Makamat ve Makalât’ adlı eserde Şeyh Sâfi’nin ve atalarının yaşamlarından, kerâmetlerinden söz edilmektedir.2 Minorsky, Şeyh Sâfi’nin taliplerine rehberlik etmesi için Kara Mecmûa adlı bir elyazması olduğu ve bu esere Siyar-ı Sufi (Sufî’nin Nitelikleri) de denildiğini belirtir. Bununla da kalmaz, Kara Mecmûa’nın Efzal-et Tevarih’de sözü edilen Şeyh Sâfi’ye ait Makamat ve Makalât’ın aynı olduğunu söyler. Ayrıca Kantûri, Kaş el Hücub vel Estar’daki Şii kitapları listesinde (n. 2069) Şeyh Sâfi tarafından yazılmış ‘Safvat’l Enbiya fi Zikr Keramat-el Ektab’tan kısa bir giriş verir. Aynı sayfadaki dipnotta Z. Velidi Togan, “Londra ve Tahran’daki İslâmi Yazmalardan Bazılarına Dair”3 adlı makalesindeki liste içinde “Tahran Saltanat Kütüphanesi”nde (No. 847 ve 2761) bulunan iki elyazmasından söz eder. Birincisi, Muhammed Şirazi tarafından (Oğuz Türklerinin Azeri ve Çağatay karışımı) Türkçeye çevrilmiş, Hacı Tevekkuli’nin yazdığını söylediği Tezkire-i Şeyh Sâfi’dir ve eser erken Safevilere aittir. İkincisi ise Tevekkuli’nin orijinalinden Şah Tahmasb zamanında 1542’de ve Batı Türkçesiyle karışık Çağatayca’ya çevrilmiş Makalât-ı Tûrkî Şeyh Sâfi’dir. Togan’ın sözünü ettiği Tezkire-i Şeyh Sâfi, Hacı Tevekuli’nin başka bir eseri olmasa gerektir. Yine İran’da Kitabhâne-i Âsitân-ı Kuds yazmaları arasında “Tezkire-i Şeyh Sâfiyyüddîn” adıyla kayıtlı bir eser hakkında bilgi verilmektedir. Bu, Makalât-ı Şeyh Sâfi’nin nesir yazıyla Şâh Tahmasb (1524–1576) döneminde çok kötü düzenlenmiş bir kopyasıdır.4 Safevi tarikatının erken dönem önderleri uzun yaşadılar ve Şeyh Sâfi’nin ölümü (1334) ile 1447 yılları arasında, olasılıkla sadece onlardan üçü tarîkatı yönetti. Onlar Azerbaycan’da tarikatın durumunu oldukça güçlendirmişlerdi. Kapsam alanı ülkeleri çok genişlettiler. Oğlu Şeyh Sadreddin (1334–1392) tarafından yaptırılan görkemli Şeyh Sâfi türbesinde saklanmış büyük miktarda belgenin ortaya çıkışı bu gelişimin az bulunur arşiv kanıtlarını günümüze taşımıştır. 16. yüzyıl tarikat mülklerinin kayıtlarına eklenmiş olan bu yazılı kaynaklar, 15. yüzyılın ortalarında Safevi Şeyhlerininin oldukça zengin olduklarının kanıtıydı.5 Bu belgeler, Erdebil’deki Safevi tarîkatı dergâhının varsıllığı hakkında bir fikir verebilir: “Şeyh Sâfi zamanında Erdebil Tekkesi’nde yoksul halka yemek verildiğinde günde bin koyun kesildiğini biliyoruz. Yine bu tekkenin günümüze ulaşan yıllık erzak gereksinimi listesinde görüldüğü üzere, yılda 142,5 ton pirinç harcanmaktadır.” 6
10
“Hakikat birliği (tevhid-i hakîkî) mertebesinde kişi, şerîat hükümlerini yerine getirmez. Artık kendini yükümlülük dairesinden çıkarmıştır.” Şeyh Safi
İlhanlı Hanları, Emîrler ve Şeyh Sâfi Cengiz Han oğlu Hulâgü Han’dan (ö. 1265) başlayarak İran, Irak ve Anadolu’ya yayılan Moğol egemenliği Ebu Said’e (ö. 1335) kadar İlhanlı adı altında sürmüştür. Bu hanedanlığın iki baş temsilcisi Gazan Han (ö. 1295) ve Olcaytu Hüdabende (1304–1316) olmuştur. İran, Irak ve Anadolu’da çeşitli vilayetlere valiler-emirler atanıyordu. Moğolların egemenlik alanı ve hanlığın korumalığı altındaki Rum Selçuklu devleti dışında bulunan Anadolu’daki birçok bölgelerde Beylikler bulunmaktaydı. Bu dönem içinde İznik ve çevresinde kurulmuş olan Osmanlı Beyliği güçlenmeye başlamış ve Bursa’yı da ele geçirerek başkent yapmıştı. Olcaytu, Şamanizm’den Budizm’e, MusevilikHıristiyanlıktan Sünni İslâm’a geçmiş ve saltanatının son yıllarında da Şiiliği benimsemiş bir İlhanlı hükümdarıydı. Camiül Tevarih’in yazarı Raşidüddin Fazlullah (ö. 1318) Gazan Han ve Olcaytu’ya başvezir olarak hizmet ettiği gibi Ebu Said’e de iki yıl başvezirlik yapmıştır. Çok daha sonra (1372–82) onun torunlarından Ahmet Celayir, kendisine suyurgal (tımar mülkü) olarak verilmiş olan Erdebil’in valisi olacak, arkasından adına Celayir hanedanlığı kurulacaktır. İlhanlı İmparatoru Olcaytu, daha önce Tebriz’den başkentin taşınmış olduğu Sultaniye’de, Şiiliği döneminde camilerde On İki İmam adına hutbe okutmuştur. İmam Âli ve Hüseyin’in Irak’taki türbelerinden kemiklerini Sultaniye’ye getirtip, burayı yeni bir (Şii) hac merkezi yapmayı düşünüyordu. Öyle ki Hasan Kaşi, İmamlar üzerinde yazdığı destansı kitabını (E’immah Nâme) Olcaytu’ya adamıştı. Ancak ölümünden bir kaç yıl önce yeniden Sünniliğe döndüğünden hâliyle bu düşüncesinden vazgeçmiştir. Moğol yönetiminde On İki İmamcı Şiilik kısa ömürlü olmuştur. Olcaytu’nun oğlu Ebu Said’le birlikte Moğollar tümüyle Sünniliği benimsemişlerdir. Buna karşılık Moğolların, Çobanlılar ve Celayirliler gibi ardılları yönetiminde On İki İmamcı Şiilik direnmeyi sürdürmüştür. Ebu Said çocukken babasının yerine geçti. Babasının iki veziri Taceddin Ali Şah ve Raşidüddin yerlerinde kaldı. İki yıl sonra Raşidüddin öldürüldü. Ebu Said’in ilk on yılında yönetimi Emir Çoban elinde tuttu. Kendisi Şeyh Safi’ye çok saygı duyan ve Erdebil dergâhına, Daru’l İrşad’a nezir gönderen emirlerden biriydi. Ebu Said’in ölümünden sonra Çobanlı
yandaşlarıyla Celayirli taraftarlarının mücadelesi başladı. Ebu Said, 1327 yılına dek Emir Çoban’ın vesayetine dayandı. Bu tarihten 22 yaşından itibaren iktidar dizginlerini elline aldı. 1335’de ölümüne kadar Ebu Said dikkate değer bir yetkinlikle İlhanlı devletini yönetti. En büyük yardımcısı, başvezir yaptığı Raşüdiddin Fazlullah’ın oğlu Gıyaseddin oldu. 14. yüzyıl yazarları Ebu Said dönemini İlhanlıların altın çağı olarak tanımlamaktadırlar. Ebu Said öldüğünde tahta bir varis bırakmamıştı. Vezir Gıyaseddin, Cengiz Han soyundan, fakat Hulâgu’dan olmayan Arpa Ke’un’u (1335–38) tahta geçirdi. Ancak Arpa Han ve veziri birkaç yıl içerisinde düşürüldü. Hulâgu Han soyundan, Togha Temür (1338–1339), Cihan Temür (1339–1340), Togha Temür (1340– 1344), Süleyman (1344–1346) tahtı elde etme mücadelesine giriştiler. Ama hiçbiri İlhanlı mirasını kazanmayı başaramadı. Sonunda en güçlü ve tanınmış parti, Irak ve Azerbaycan’da güçlü duruma ulaşan ve bu mirası Timurlulara kadar yaşatan Celayirliler oldu.7 İlhanlı tahtı 1356’ya kadar boş kaldı. Bu boşluğu Ulus Beg (devlet emiri) makamındaki Şeyh Hasan Buzurg doldurdu. Cengiz Han’ın komutanlarından birinin soyundan geliyordu. Cengiz soyuna saygıdan ötürü Çobanlılara karşı savaşımlarda üstün çıktı ve Azerbaycan ile Irak’ı, yani halife topraklarını ele geçirerek geniş bir egemenlik alanı sağladı. Ancak Celayirli Sultanı olarak Cengiz hanedanları tahtına oturmamıştı. İbn Bazzaz “onun durumundaki hiç bir kimse bu günlere kadar bu makamda yaşlanmazdı” derken, onun bu hanedana bağlılığını belirtiyordu. Erdebil dergâhına, Seyh Sâfi’nin ölümünden sonra da (Emîr Çoban sonrası Çobanlıların aksine) büyük saygısını sürdürmüştü Şeyh Hasan. Ancak 1356’da ölümünden sonra oğlu Üveys Sultan bunu yaptı; Celayirli Hanedanlığını kurduğunu başkent yaptığı Bağdad’da ilan etti. Celayirli sultanların aynı saygı ve bağlılığı Erdebil şeyhine gösterdiklerini Şeyh Üveys Sultan’ın oğlu Şeyh Ahmet Celayir’in 1282–3 tarihli yarlıg’ından anlıyoruz.8 Şeyh Sâfi laik yöneticilerle dostluk kurmuştu ve kendisine gösterilen büyük saygıdan da zevk alıyordu; kuşkusuz onların davranışı, Şeyh’in halk üzerindeki geniş nüfuzu ve onu izleyenin sayısının fazlalığına bağlıydı.9 O yoksulun ve zayıfın da koruyucusuydu. Erdebil’deki dergâhı, baskıya ve koğuştûrmaya uğrayanların sığınak yeri olmuştu. Son tahlilde Şeyh Sâfi tanınmışlığını, sadece azizliği, kerâmetleri ve geleceğe ilişkin kehanetlerinden dolayı değil; aynı zamanda siyasal otoritesi, hayranları ve destekçilerinden gelen cömertçe armağanları sayesinde kazandığı varsıllığına borçluydu, denilebilir. Ona bağlı müridiler ve halifelerinin kurduğu yayılma ağı, söylendiğine göre Amu Derya’dan İran körfezine, Kafkasya’dan Mısır’a kadar uzanan ülkeleri kapsıyordu. Hatta bir halifesinin Seylan’da etkili duruma yükseldiği bilinmektedir. Laik iktidarlarla fazla ilgili olmadığı hâlde, siyasal nüfuzdan da yoksun değildi. Dinsel duruşunun doğruluğu ve güvenirliliği sorunsallığın ya da
Sayı 43
SERÇEÞME
Prof. Dr. ÇETİN ÖZEK 12 Kasım 1934 - 15 Temmuz 2008
kuşkunun ötesindedir. Ancak onun sadece iyi ameli ve zahitliği-çileciliği değil, aynı zamanda çoğu İslâmî inançta olmayan Moğolları (bu dine) çevirmek için misyonerliği de söz konusuydu. Onun etkisi bazı Türk ve Türkmen topluluklar üzerinde, özellikle İslâm bilinci damgasına dönüşmüştü.10 Şeyh Sâfi’nin mezhepsel inancı konusunda birçok şeyin karanlıkta olmasının türlü nedenleri vardır. Birincisi, kaynaklarda yeterli kanıt yokluğu, en azından güvenilir birilerinin olmayışıdır. Bu bağlamda, Safevi yönetiminde yazılmış belgelerin birçoğunu ve düşmanları tarafından yazılmış kaynakları güvenilir kaynak sayamayız. Halk İslâmı içindeki karmaşık ilişkiler durumun açıkça anlaşılması engel oluşturmaktadır. Şii-Sünni bağdaştırmacılığı diye adlandırabileceğimiz sıradan halkın dinsel bakış açısı, İran’da Moğol istilası yıllarından itibaren 14–15. yüzyıllarda ve İlhanlıların çöküşünden sonra da kalıplaşmayı sürdürdü. Sonuçta Şah İsmail’in atalarından biri Şii olabilir. Bu imkânsızdır denilemez; pekâlâ takıyye yapmış, yani gerçek inançlarını gizlemiş olabilir. Zaten Şia inancı, inancın açıklanması tehlike doğuruyorsa, onun saklamasını buyurur.11 Bütün bu doğru yaklaşımlarda bulunan bir yazarın vardığı sonucu ifade eden şu yargısı ise düşündürücü bir ikilemcilik örneğidir: “Bu Şeyh Sâfi kuşkusuz bütün gölgelerin ötesinde Sünnidir. Ancak onun inançsal ortodoksluğu, içinde yaşadığı dinsel dünyanın değişmez fikirleri gibi katı değildir.”12 Aynı şekilde İ. Petruşevskiy, “İran’da İslâm” adlı eserinde de ilk Safevi şeyhlerinin Sünnî olduklarını söylemekle birlikte, yine aynı yerdeki dipnotta, Safevilerin gizli Şii olabileceklerini ve kendilerinin Sünni-Şafi adı altında saklandıklarını bildirmektedir.13 Bu düşüncenin doğru olmadığını ve Şeyh Sâfi’nin gayri-Sünni olduğu üzerinde bir sonraki sayıdaki yazımızda Makalât-ı Şeyh Sâfi’den örneklemeler yaparak daha ayrıntılı açıklama yapacağız.
NOTLAR: 1
2 3 4
5 6
7
8 9
10 11 12 13
Michel Mazzaoui, “The Origins of the Safâwids: Shi’ism, Sufism and Ghulat”, Freiburger Islamistudien 3, Wiesbaden, Franz Steiner Verlag, 1972, s. 49–50, dipnot.7. T. M. 113, n.6 ve “A Mongol Decree”, BSO AS, 516 n. I. İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, c. III, pts. 1–2, 1959-60. Bu eser, Gazi Üniversitesi’ne bağlı araştırma merkezinin yayın organı olan “Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırmaları Dergisi’nin 36. sayısında (Kış, 2005) F. Kılıç ve A. Yıldız tarafından Latin harflerine çevrilerek, çok özensiz bir tanıtımı yapılmıştır. Yazmanın başındaki neseb-nâmenin Şâh Tahmasp’la başlamış olması postquem oluşturması bir yana, açıkça onun yönetim döneminde istinsah edildiği kesindir. Yazmanın çevrimi yapılırken biraz daha ciddi çalışılsaydı, düzene sokulur ve yararlı olunabilirdi. David Morgan, Medieval Persia 1040–1797, Longman, London, 1988, s. 108. Walther Hinz, Çev. T. Bıyıklıoğlu, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, 2. Basım, Ankara, 1992, s. 11’den aktaran İ. Kaygusuz, Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Alev Yayınları, İstanbul, 1998, s. 88. Michel Mazzaoui, The Origins of the Safâwids: Shi’ism, 1972, s.8, 40; David Morgan, Medieval Persia 1040–1797, Longman, London, 1988, s. 77–79. H. R. Roemer, “The Timurid and Safâvid Periods”, The Cambridge History of Iran - 6, Cambridge University Press, 1997, s. 5–7. Örneğin, Savfat as Safâ, 243b, 11. Bab,3. Fasıl’da geçen, Emir Çoban’ın Şeyh Safi’ye “Benim askerim mi yoksa senin müridin mi daha çok?”diye sorması üzerine; “Senin her (Türk) askerine karşılık benim yüz müridim var!” biçiminde verdiği yanıt bunun kanıtı olabilir. H. R. Roemer, Age, s. 192. Age, s. 194. Age, s. 195. Petruşevskiy, İ. P., İslâm v İran, Leningrad, 1966, s. 364’den aktaran Fuzuli Bayat, “SafeviBektaşi İlişkileri ve Azerbaycan’da Baba Samit Tekkeleri”, www.aleviweb.com.
ÇETİN ÖZEK, 74 yaşında Hakk’a yürüdü. İnsancıl ceza hukuku kavramını gündeme getiren dünyanın en önemli ceza hukukçularından biri olan Çetin Özek, Çorum’da doğdu. İlk öğrenimini İstanbul’da Beyazıt İlkokulu’nda, orta öğrenimini Çapa Ortaokulu ve Pertevniyal Lisesi’nde tamamladı. 1956 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Babası Prof. Dr. Ömer Özek ve ağabeyi Prof. Dr. Metin Özek’in teşvikleriyle İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Ceza ve Ceza Usul Hukuku Kürsüsü’nde asistanlığa başladı. 1961 yılında “Türkiye’de Laiklik-Gelişim ve Koruyucu Ceza Hükümleri” teziyle Hukuk Doktoru oldu. 1965 yılında Doçent olan Özek, 12 Mart askeri müdahalesi döneminde gözaltına alındı. Dokuz ay sonra bırakıldı, ama üniversiteden çıkarıldı. 1974 sonrası Danıştay kararıyla üniversiteye döndü ve 1978 yılında Profesör oldu. 1983’te YÖK uygulamasının başlaması nedeniyle emekliliğini istedi. Basın organlarına danışmanlık yaptı, tekrar üniversiteye döndü. Haziran 1999’da İ.Ü. Hukuk Fakültesi, Kamu Bölümü Başkanıyken, rektör Kemal Alemdaroğlu’nun “yasakçı ve kısıtlayıcı tavırları”nı protesto ederek üniversite senatosundan istifa etti. 2001 yılında yaş haddinden İstanbul Üniversitesi’nden emekli oldu. “Türkiye’de Laiklik”, “Devlete Karşı Suçlar”, “Basın Suçlarında Ceza Sorumluluğu”, “141-142”, “Türkiye’de Gerici Akımlar”, “Devlet ve Din”, “Basın Özgürlüğünden Bilgilenme Hakkına” kitapları birer anıttır. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği İstanbul Şubeleri Koordinasyon Komitesinin demokratik kitle örgütleriyle birlikte düzenlediği 2 Temmuz Sivas Katliamını Lanetleme yürüyüşü Kadıköy’de yapılan bir mitingle tamamlandı. Son yılların en görkemli yürüyüşü ve mitingi, yeni seçilen yönetimlerin önümüzdeki dönemde dah planlı ve programlı çalışarak daha güçlü etkinlikler düzenleyeceğinin bir habercisi oldu.
Temmuz 2008
11
SERÇEÞME
ANTALYA YÖRESI ALAN ÇALIŞMALARINDA GÖKBÜK KÖYÜNE ZIYARET
Alevi Köye Alevi İmam Hasan Harmancı hasan.harmanci@hotmail.com
Maya Ana
12
leşimi. Köyün önemli bir bölümü artık emeklilerden oluşuyor. Emekliler kadınlı erkekli yüzyıllarla ölçülen tarihi çınar ağaçlarının ve kanyonun etrafında geçiriyor günlerini. Tahtacı Gökbük köyü gökten saklanan, dağlar arasında salınan bir dünya. Bülbüller gül dallarına kona kona can almış, usanmamış. Binlerce ağacı sulayıp tarla başlarında birike birike akan derelerin oluşturduğu uzun bir kanyon (15 km.) ile ayrı bir dünya. Yeni dönemde nar ağaçları dikilmeye ve nar yetiştirmeye başlanmış. Kendi kendine yeten bir köy. Ancak dilekleri kendileri gibi insan canlısı dostların köylerini ziyaret etmeleri. Bu amaçla köy konağını misafirhane yapmışlar ve ayrıca köyün yakınında, kanyonun dibinde nar ağaçları ile kaplı büyük bir arazide bir çiftlikte pansiyonculuğa başlamışlar. Yemekleri nefis, içkileri (şarap) ev yapımı ve doyulmaz tatta. Şimdilerde evlerini bir iki konuğu, aileyi barındırabilecek ölçüde turizme açmak istiyorlar, geçindirecek ölçüde kazanç sağlayacak turizm yapmak istiyorlar (çok parada gözümüz yok diyorlar). Kendi yaptıkları yemekleri ve güler yüzlülüklerini paylaşmak istiyorlar. Köy eski bir Esat Korkmaz köyü. Ne mi demek istiyorum? Şöyle ki, 68 Kuşağı’nın Devrim yıllarında Esat da bu orman köylerinde mühendis olarak görevli ve köylüleri örgütlemek Devrimcilerin bir kısmının öncelikli çalışma alanı. Esat Korkmaz da Orman Mühendisi ve bu bölgelerde hem çalışıyor, hem de devrimcilik yapıyor. Ormanda açılacak yollar ve düzenlemeler için çalışacak işçiler en yakın köylerden seçiliyor. Esat Korkmaz’ı o yıllardan tanıyan Maya Ana köy gezimiz sırasında objektiflerimize takılıyor. Yol kıyısına oturmuş gelen geçeni izliyor. Yaklaşıp sorular soruyorum ona. O bana, “Eset nerde? Eset de geldi mi?” diyor. Esat yakınımda, o arada ona beraber çekeyim diyorum sizi. Nereden bilebilirim ki kırk yıl aradan sonra Esat’ın o yollara düştüğünde Maya Ana’nın da onu arayabiliyor olacağını. Esat, Maya Ana’ya kendi sezgileri ile yaklaşıyor. Ona da Esat’ı soruyor Maya Ana. Esat, “Benim Esat” diyince bambaşka bir dünya oluşuyor orada. Çekeceğim fotoğraf kalmıyor, yaşam ve küçücük dünyanın sesi, özlemi giriyor araya. Köy büyük ben devam ediyorum. Esat Korkmaz’ı Maya Ana’ya bırakıyorum. Âşıklık geleneğinin kısmen de olsa sürmesine karşılık, köyde dede bulunmaması nedeniyle cem yapılmıyor uzun süredir. Bu Hıdrellez ile köyde cem yapılması ve ikrar alınması tartışmaya açılmış durumda. Abdal Musa’ya bu kadar yakın bir bölgede cem yapılmaması veya koşullarının bozulmuş olması insanın kafasını karıştırıyor. Okuma yazma oranının çok yüksek olduğu köyde evini etnografya müzesine çevirmiş insanlar bulunuyor. Buna rağmen Alevi geleneğinin bu sürdürücüleri cem yapma konusunda istedikleri gücü ve yapıyı kazanabilmiş değiller. Köy yapısı itibari ile karışık. Eskiden Rumlarla ortak yaşanılan bir köy. Sonradan Arap olduğu söylenen bazı kişiler de yerleşmiş. M. Ali Okur bu kişilerden biri. Ali Dayı babasının askerlik yapmadığını, pasaportunun olduğunu söylüyor; Kıpti olup olmadığını konuşmadık.
Köyde sıhhiyelik ve ebelik işlerine bakmış ve cenaze yıkama işlerini yapıyor. Cenazeyi nasıl kaldırıyorsunuz diye sorunca: “35 senedir cenaze yıkarım. Karşılığında para almam. Yahudiler gibi elbise giydiririz. Takım elbise. Başının altına dar minderi koyarız. Kadınları yıkamam. Kadınlar yıkarken arkadan söylerim. Evveli abdestini veriyorum. Ağzına, burnuna, kulağına sağ eli, sol eli, sağ ayağı, sol ayağı… Selavetini… ya Allah, ya Muhammet, ya Ali, Ya Hacı Bektaşi Veli, ya Abdal Musa, sen bunun yardımcısı ol… Sırtına sağına, soluna… Ölüyü mezarlıkta yıkarız. Öldüğü gün, malı mülkü yoksa yemeğini köylü getirir. Üçünde peynir, zeytin, reçel verilir; yedisinde davar kesilir (hali vakti yerindeyse, üçünde de); kırkında kurban kesilir. Hali vakti olan yılında da yapar.” “12 erkânlı dedelerimiz İzmir’den, Balıkesir’den gelirler. Ayrıca uzun yıllar Kumluca-Baymak’tan (Antalya) Şekerci Dede gelirdi… Aydınlılar Mengi oynar. Biz iki erkek, iki kancık (kadın) oynarız. Kancık niyaz eder, kalkarsın… Tekeliler (AntalyaElmalı) bizden sofudur. Bizim semahımız serbesttir. Akçaeniş’in yarısı köylü Alevisi. Hem namaz kılar. hem semah döner. Kitap üzerine yaparlar Aleviliği… Daha önce kızlarımızı Sünnilere vermezdik, şimdi veriliyor…” Köyün yaşlıları ile arada yaptığımız sohbetleri birleştiriyorum. Ceme katılanlar var aralarında. Ancak çok iyi hatırlamıyorlar. Söz Musahipliğe geliyor. Şöyle diyorlar: “Musahibime, kardeşim diyince ciğeri ağzına gelirdi. Bu dünyada musahibinle bozulmadıysan divanda da musahip olarak devam edersin… Bacı/Ana kabul etmezse musahip olunmaz. Koca ölünce musahiplik bozulur… Dedemiz İzmir Yanyatır Ocağı’ndan gelirdi. Şekerci Dede’yi biliriz. Para verince almazdı. ‘Eğer bana bir şey vermek istiyorsanız, bir topak tuz verin
M. Ali Okur dayı
K
IZIM, oğlum Sünni ile evlendiği için ceme alınmıyorum. Dışlandığımı hissediyorum. Bu sözler bir Alevi köyü olan Finike’ye bağlı Gökbük köyünde yaşayan bir Aleviye ait. Tüm toplumsal sorunlar içinde geleneğin katı yaptırımlarının ne kadar işleyip işlemediğini bilmeden görmeden ve orta yaş kuşakların dahi cem yapılmasını unuttuğu bir köyde süren bir uygulama. Aleviliğin kendini korumak için bin bir koşul ve yaptırımın geliştirildiği o yüzyıllık göç yolunda, şimdi bir tırmanış yaşanıyor. Alevi olunmaya, Alevi yaşam biçimine ve yaşam ilişkisine bir koşuş. Gökbük bu köylerden sadece biri. Ancak yukarıdaki sözleri söyleyen aynı kişi, aklında kalan eski yıllarda anlatılan veya kendisinin de bildiği apayrı başka bir kuralı da hatırlatıyor bize; “Musahipler Cuma akşamları bir araya gelirlerdi. Akşam yemeğini beraber yiyip, niyazlaşırlardı. Köyden ikrar alan arttıkça küfür kalkacak.” Bu sözlerin söylendiği köye araştırma ve tarama amaçlı ikinci gidiliş. Köyün toplumsal yapısı çok yönlü ve insanların önemli bir kısmı kentli. Yaşam daha çok kentli ilişkiler üzerinden sürüyor. Köyde ilkokul 1950’li yıllardan beri bulunuyor –artık çocukların azalması ile taşımalı sisteme geçmeleri ile okul atıl ve boş– bu nedenle köy okulunu ellerinde bulunan ve toplamayı amaçladıkları Alevi/Tahtacı Etnografya Müzesine çevirmeyi istiyorlar. Bu bilinci taşıyacak kadar kentli olmanın yanında gelenek ve yaşam biçimlerinin modernleşme ile değişmesinden dolayı genç kuşaklara ve insanlığa bir hazine armağan etmek istiyorlar. Bu köye yolculuğumuzu çok yönlü yapıyoruz. Başta Esat Korkmaz olmak üzere, Ankara’dan Bekir Arslan, Bodrum’dan Hıdır Çam, Abidin Ayhan, Veli Deliduman, Milas’tan Baki Kaya, Berlin’den Hüseyin Eser Dede ortak bir planla Gökbük Köyü’nde yapılması kararlaştırılan Hıdrellez kutlamasına konuk oluyoruz. Gökbük etrafı su kaynakları, çam ve sedir ağaçları ile donanmış, şimdilerde ise tarlaları nar ağaçları ile biçimlenmiş eski bir Alevi yer-
Sayı 43
SERÇEÞME
yeter’ derdi. Şekerci Dede’den sonra Hasan Dede geldi. O ise cebinde paran varsa talibi yapardı. Yoksa olamazdın. O nedenle Şekerci Dede ölünce bizde de yol öldü…” Köyde cami var. Niye yapıldı diye soruyoruz: “Burası abdestsiz, namazsız dedikodusu yüzünden cami yapıldı. Köyden, Finike’de yaşayan, Hac’ca giden biri yaptırdı camiyi. Geçtiğimiz yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan biri geldi. Ankara’dan. Finike Müftüsü de yanındaydı. Konuştuğumuzda bana; ‘12 İmamları say’ dedi. ‘Saymam’ dedim. ‘12 İmamlardan bir şey okuyayım da gör.’ dedim… Biz de her Cuma akşamı tecelli etmek şarttır. Evveli bacı gidip Dede’ye niyaz eder, sonra gelip sana niyaz eder. Sonra herkes birbirine aşk-ı niyaz eder. Sonra tekrar eşiğin yanına gidilir. Ocağa niyaz edilir. Dede, ‘Niyazlar Hak olsun. Hak muradını versin’ der… Semah dönmek, günahları dökmektir. İçimizdeki rüyamızı, hayalimizi, her şeyi kanıtlamaktır.” Köyde geleneğe uygun yaşam sürdürülemese de dillerde toplanan sözler, özü yeterince ortaya seriyor. Köyde Aleviliğe yönelik uygulamalar tükenme noktasına gelmiş olsa da kendiliğinden bir yenilenme ihtiyaç olmuş durumda. Ancak bu kadarla da sınırlı değil her şey. Köyde cami var ve İmamı olmaz mı? Köylünün pek rağbet etmemesine karşın köyün genç imamı caminin dolması ve Alevilerin imana gelmesi için tüm sabrını ve emeğini kullanmakta. Hıdrellez ile ilgili etkinliklere İmam da katılıyor. Kesilen kurbanı bizimle yiyor. İmamla din konularını fazla konuşamıyoruz. Klasik nerelisin sorusuna, buralıyım diyor. Turunçova’ya (Antalya) bağlı Menekşelik’ten. Ben de Ehlibeytim diyor devamında. Anlamıyorum başta. Şii kökenli olduğunu düşünüyo-
rum. Ancak bunu söylediğine göre başka bir durum olduğunu düşünüp, soruyorum; “Alevi misin?” diye. “Ehlibeytim” diyor yine. “Bizim köy de Alevi-Bektaşi” diyor. Bir türlü Alevi olduğunu söyleyemiyor. Bunu doğrultmak için; “Babanlar cem yapıyorlar mıydı?” diye soruyorum. “Evet yapıyorlardı. Ancak camiye de gidiyorlardı” diyor. Konuşmamızı o gün için sona erdiriyoruz. Ancak gün boyu ne etkinliklerde ne de akşamki görüşmelerde, şenlikte İmamla karşılaşmıyoruz. İkinci gün çağırdığımızda geliyor. Köylülere soruyoruz cami ile aralarını. “Doğru dürüst camiye giden olmaz” diyorlar. İmamın Alevi olup da, imamlık yapmasına da kızgınlar. Ancak hoşgörülüler. “Ekmek parası” diyorlar. Diyanet’in yeni anlayışının ürünü olarak Alevi köylerine bakışın nasıl olduğunu anlatıyor bize İmam Barış. Yanlış duymadınız imamın adı Barış. Yeni dönem Alevi ad vurma geleneğine uygun bir ad, görevi ne olursa olsun. Sorular soruyoruz karşılıklı… Bize Alevilerin camiye neden uğramadıklarını soruyor. Alevilerin İslam’ı bilmediklerini tartışıyor. Müftülüğün özellikle Alevi köylerle nasıl ilgilendiğini anlatıyor. Diyanet’in yeni dönem politikalarının Alevilerin Müslümanlığı üzerine yoğunlaşması olarak görüyor. Alevilerin neden Müslümanlığın dışında kaldıklarını anlatıyor. Biz de Alevilerin neden böyle yaşamayı tercih ettiklerini anlatıyoruz. Barış tek örnek değil bu durumda olan. Yine onun köylüsü olan başka bir Alevi İmam da yakınlardaki bir başka Alevi köyünde görevli. Ancak bunu ikinci kuşağın bile cem görmediği, Dedeyi tanımadığı bir yer üzerinden yapmak ne yazık ki mümkün değil. Aleviliğin kurumsallaşmış yüzünün de buralara dönük olmaması boşluğun kimler tarafından kolayca doldurulabileceğini gösteriyor. Bu süreçte Barış da imam olur, Alevi de ne yapacağını bilmekte zorlanır.
LÜTFİ KALELİ
A’dan Z’ye Sözcükler Dansı İstanbul, Mayıs 2008 13 cm x 19 cm boyutunda 194 sayfa ISBN 978-975-335-050-1
Alev Yayınları,
Tel: 0212.519 56 35
LÜTFİ KALELİ’nin son kitabı “A’dan Z’ye Sözcükler Dansı” aşkın ve özgün bir çalışma. A’dan Z’ye kadar hep aynı ilk harfle başlayan sözcüklerle oluşturduğu tümcelerle siyasal, toplumsa ve kültürel konulara değinmekte, taşlamalar ve özgün düşünceler aktarmakta. Bir dilbazlık ya da dili kullanmada büyük bir yetkinlik ve ustalık gerekten bu çalışması ile Lütfi Kaleli yepyeni bir alanta ilk olmak onurunu taşımaktadır. Kitaptan bir kaç örnekle çalışmanın özgünlüğünü okuyucularımıza tanıtmaya çalışalım. Yazar daha kitabın önsözündeki ilk tümcesi ile ne yapmak istediğini göstermektedir: “Alimler Bilimle Cehaletten Çıktılar, Demokratlaşıp Evrenleşen Fikirleriyle Gericileri de Hedefleyip Işıklanmalarını İstediler. Jekoben Köktendincilerse, Laklakalarıyla Medenileşmeyi Nankörce Olumsuzlaştırdılar... Ötekiler de, Parasal Rantiyecilikleriyle Siyasallaşıp Şirretleşerek Türkiye’yi Uyuklayan Ülke Vaziyetinde Yatırıp Zıpkınladılar...” “Sömürüye sapmayan, sefilleri soymayan, soya sopa sövmeyen saygın siyasetçilere sonsuz saygılarımı samimiyetle sunarken; sessiz sedasız, sinsice sanayi sektörünü satıp savarak servet sahiplenen sömürü sevdalısı sapkın siyasetçilere de söyleyeceklerimi söylerim: Siyasette sömürüyü seçenler Saygısızca Sümerbank’a sıçanlar Soyuna sidikli servet saçanlar Söyler misiniz, siz saygın mısınız?”
Temmuz 2008
13
SERÇEÞME 19. yüzyılın başında İstanbul’da çalışan oryantalist İtalyan ressam Jean Brindisi’nin fırçsınadan Yeniçeriler: Soldan sağa Kulluk Neferi, Keçeli, Oda Başı ve Kullak Bayraktarı.
Hacı Bektaş Veli ve Yeniçeri Ocağı Hüseyin Hürrem Ulusoy
M
EHTER, Yeniçerilik döneminde kurulan mızıka takımıydı (Bando). 1826’da “Yeniçeri Ocağı”nın kapatılmasını müteakiben kapatıldı, 1914’te yeniden kuruldu. Kısacası “Mehteran” Yeniçerilerin bandosuydu. 1963’te Hacı Bektaş Veli Müzesi’nin ilk açılış törenlerinde “TSK’nın Mehter Takımı” gösteri yapmıştı. O yıllarda on yaşlarımda olmama rağmen olup bitenleri çok iyi hatırlıyorum. Bilindiği gibi Hacı Bektaş Tekkesi 1925 tarih ve 677 sayılı “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun”a göre kapatılmıştı. Uzunca bir süre ziyarete kapalı kaldı. Restorasyondan sonra “müze” olarak andığımız tarihte açıldı. Restorasyon, II. Mahmut’un 19. yüzyılda yaptırmış olduğu camiye bir de minare ekledi. II. Mahmut, Postnişin Hamdullah Çelebi’yi Amasya’ya sürgün eden padişahtır. Cami onun tarafından Nakşî şeyhleri için yaptırılmıştır. II. Mahmut aynı zamanda “Yeniçeri Ocağı”nı ortadan kaldıran hükümdardır. Zaten Yeniçeriler “Bektaşi” oldukları için bu dönemde Alevi-Bektaşilere olmadık eziyetler yapılmıştır. Buna Hacı Bektaş Postnişini tepki göstermiş, “idam hükmüyle” Kırşehir’de yargılanmış, daha sonra her nedense cezası sürgüne çevrilmiştir. 1963’te “Mehteran” Belediye Meydanı’nda gösteri yaptıktan sonra bir gülbenk okumuştu: “Mü’miniz kalü-beli’den beri. Hakk’ın birliğine eyledik ikrâr. Bu yolda vermişiz seri. Nebimiz vardır Ahmed-i Muhtar: Lâ-yezâl mestâneleriz, Nûr-ı İlâhi’de pervaneleriz. Sayılmayız parmak ile, tükenmeyiz kırmak ile. Kimse bilmez ahvalimiz, taşramızdan sormak ile. On İki İmam, Pir-i tarikat hepisine dedik beli. Üçler, Beşler, Yediler, Nur-u Nebî, Kerem-i Ali, Pirimiz, üstadımız Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli demine, devranına Hû diyelim, Hû!” İlk yıllardaki “Hacı Bektaş Veli’yi Anma Törenleri”nde Mehter Takımı sürekli bulundu ve gülbengini okudu. Daha sonraki yıllarda törenler şenliğe dönüştürüldü, içi boşaltıldı, anlam ve önemini yitirdi. 1980 öncesinin anarşik ortamında Hacı Bektaş Veli’nin bile adı anılmaz oldu “16 Ağustos” törenlerinde. Yine bu yıllarda “Osmanlıyı Temsil Ettiği” gerekçesiyle bazı geri zekâlılar “Mehter Takımı”na karşı çıktılar, bir daha getirilmedi. Ne yazık ki bugün, hiç hakları olmadığı halde, bazı sağ görüşlü partiler mitinglerinde “Mehter Takımı”nı kullanıyorlar. Bırakın “Mehter Takımı”nı, sağın ve solun ucunda yer alan yobazlar Yeniçerilerin “Bektaşiliğini” bir türlü kabul etmek istemezler. Yeniçeriler, bilindiği gibi, Osmanlı Devleti’nin gayri-Müslim tebaasından “devşirme” usulüyle toplanıyordu (Etnik olarak Türk değildiler). İslam dinine ve Bektaşi tarikatı kurallarına göre yetiştiriliyorlardı. Bunun için
14
de kendilerinden “Taife-yi Bektaşiyan” diye söz ediliyordu. Şurası şüphesiz ki Yeniçeri Ocağı’nın kurulduğu yıllarda Bektaşilik (Alevi-Bektaşiler) bölünmemişti. Yani “Babagân Kolu” ortada yoktu. Babagân Kolu’nun kuruluşu (Osmanlıların tertibiyle) XVI. yüzyıldaki Kalender Çelebi İsyanı’ndan sonra olmuştur. Bugün bazı kişiler Babagân Kolu’nu göz önünde tutarak Bektaşiliğin Osmanlılar tarafından kurulduğunu söylemek saçmalığından kendilerini kurtaramazlar. Bektaşilerin (Alevi-Bektaşilerin) Postnişini; Hacı Bektaş Veli evlâdı Kalender Çelebi Osmanlılar tarafından öldürülmüş, Hamdullah Çelebi de sürgün edilmiştir. Bunları hiç gözleri görmez. Bektaşiliğin felsefesini Hacı Bektaş Veli oluşturmuş, kurallarını da Pir-i Sâni (İkinci Pir) diye anılan Hacı Bektaş’ın torunu Hızır Bâli (Balım Sultan) koymuştur. Alevi-Bektaşilerin düşmanlarının en fazla saldırdıkları ve hakkında iftiralar uydurdukları kişi Balım Sultan’dır. Mürsel Bâli’nin oğludur. Babası Dimetoka’da (Batı Trakya) kalmış, kendisi Hacı Bektaş’a dönmüştür. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşu kimi tarihçilere göre bizzat Hacı Bektaş Veli, kimi tarihçilere göre de oğlu Timurtaş (Seyit Ali Sultan) tarafından gerçekleştirilmiştir. Joseph Van Hammer’e göre Yeniçeri Ocağı, Orhan Gazi zamanında Hacı Bektaş Veli’nin duası ile kurulmuştur. Hammer, Orhan Gazi’nin Hacı Bektaş Veli’den yeni kurulan askere dua etmesini istediğini, Hacı Bektaş Veli’nin de: “Bu askere Yeniçeri denilecektir. Yüzü ak ve parlak bazusu zorlu, kılıcı keskin, oku tiz ve dokunaklı olacaktır. Bütün savaşlarda üstün gelecek ve her zaman zaferle dönecektir” diye dua ettiğini yazmaktadır. (Joseph Van Hammer, Osmanlı Devlet Tarihi) Batılıların “Hacı Halife” dedikleri ünlü bilgin ve tarihçi Kâtip Çelebi, Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşundan bahsederken şunları anlatıyor: “Orhan Gazi’ye karındaşı Ali Paşa eyitti (söyledi): – Ey karındaş, elhamdülillâh ki padişah oldun. Yevmen ve yevmen (günden güne) askerlerin ziyâde olmaya (artmaya) başladı. İmdi (şu halde) sen dahi kendi askerlerine bir nişan et kim, sair asâkirden (diğer askerlerden) mümtaz (üstün, seçkin) olup, Rûz-ı kıyâmete (kıyamet gününe) değin anınla anılsın. Orhan eyitti: – Sen ne buyurursan ben anı kabûl ideyim. Ali Paşa eyitti: – Etrafındaki beylerin börkleri kızıldı. Senin has bendelerinin börkleri ak olsun. Orhan Gazi bu sözü kabul edip buyurdu: – Bilecik’te Ak Börkler büktürüp, âdım gönderip Hacı Bektaş Horasani’den icâzet
alup, evvel kendi giyinüp, ondan tevâbi’i giyerler.” (Kâtip Çelebi, Cihan-nümâ) Otman Baba Vilâyetnamesi’nde şöyle deniliyor: “Ve ol padişah kulunun üzerine tutup ol kâh-ı velâyet ayıttı ki, bu kuşandığın kılıç ve başındaki börk kimin nesidir, cevap vir deyu suâl itdi. Çün ol padişah kulı bu suâlin işidicek cevâba gelip ayıtdı ki bu geydüğüm börk Hünkâr Hacı Bektaş kisvetüdür ve bu kuşandığım kılıç Mürteza Ali kılıcıdır.” Gam-Gîn Meddâh takma adıyla H.763 (1361–62) yıllarında (Hacı Bektaş Veli’nin vefatından 24–25 yıl sonra) yazılmış eski bir şiir olayı veciz biçimde ve çağının diliyle anlatıyor: Evliyâlar ulusı kutb-i zaman Geldi Hünkâr Hazret-i ol bî-güman Padişah-ı âlem ol sultân-ı din Genc-i esrâr-ı meânidir yakin Ol sülâle-i Şâh-ı Merdan Ali İsmi anın Hacı Bektaş Veli Âl-i Osman’a nazar himmet safâ Eyledi ol kevkeb-i şems-üd dûha Bağladı nusret kılıcın beline Dedi: Çalış, kıl gaza din yoluna Urdu devlet tâcın anın başına Kesdi virdi yenlerin yoldaşına Dedi: Olsunlar sana Yeniçeri Yâni Sultan’ın güzide askeri Erişip ol Evliyâ’nın himmeti Arttı günden güne anın şevketi Etseler ger bir avuç hâke nazar Kimyây-ı cevher olur muteber Anın içün kılıcı keskin olur Kanda olsa fırsat u nüsret bulur.
Sayı 43
SERÇEÞME
Afşin Kaşanlı Köyünden Âşık Erdemi Mehmet Erdem Ali Aksüt
E
LBİSTAN ile Afşin, Kahramanmaraş ilinin iki komşu ilçesi. İnsanoğlu bilinen tarihten bu yana bu beldede var olmuş. Değişik kavimler, değişik yüzyıllarda bölgeye egemen olmuşlar. Doğada değişmeyen bir şey var ise oda her şeyin değişken olmasıdır. Kavimler, medeniyetler yerlerini başka başka değerlere bırakmış, insanlık yoluna devam etmiştir. Tarihte çokça acıya mekân olan bölge, günümüzde değişik oymak ve obaların barışık olarak yaşadığı bir yerleşim yeridir. Elbistan düzü çok kavga, çok kan görmüş. Bölge acıya doymuş, acıdan dersini almış. Birkaç ozan yürekli dostla tanıştım. İki sözün birinde sevgi diğerinde barışı söylüyorlardı. Fikret Otyam ağabeyim de yıllar önce “Gözümde Kaldı” adlı şiir kitabımın ön sözüne “Ali Aksüt sen barıştan, sevgiden başka söz bilmez misin?” diye yazmıştı. Aynı duyguları Elbistan-Afşin coğrafyasında dostlar bana yaşattı. Keşke yaşayan her ağız her zaman sevgi ve barıştan söz etse… Anadolu, ozan dolu. Her halde aşılı ozanların büyük çoğunluğu da bu ovanın toprağından yetişme. Yöre ozanları Âşık Edebiyatı-Tekke şiir geleneğinde eserler vermişler. Şiir sanatının her kalıbını kullanmışlar. Lirik, didaktik, ağıt türü, mistik dünyaya ait, aşk ve sevgi şiirleri, taşlama gibi hemen her türde yazmışlar. Yörede öne çıkan âşıklar; Meçhuli, Perişan Güzel, Mahzuni, Deliçoban, Derdiçok, İbreti, Âşık Yener, Osman Dağlı, Vijdani, Emekçi Mahrumi, Aladeli, Aliyar Aslan, Osman Konak, Kul Hasan, Hayreti, Fezali, Erdemi… Ozanlar hanesine eklenecek daha çok isim var burada. İnsanın içindeki güzellik yüzüne vurur, der Anadolu insanı. İnsanın içindeki güzellik olgun ve biçimli bir şekilde dile vurduğu zaman söz sanatları doğuyor. Söz sanatları içinde şiirin yeri insanoğlu var oldukça hep var olmuş. Toprağı güzel ilin dili güzel ozanları olmuş. Onlar gönül bahçemizde renk renk çiçek açıp, tatlı meyve veren gür ve aşılı ağaçlarımız, çınarlarımız. Onlar bizim al yanaklı elmalarımız. Coşkumuzun sevincimizin, kaderimizin,
Temmuz 2008
acımızın çıkar beklemeyen anlatıcıları. Doğuran analar, yetiştiren babalar, onları sabır ile zevk ile dinleyen canlar var olsunlar. Onlar bahçemizin gülü, yaylamızın kekiği. Onlar, arifler bağının mor salkımlı üzümleri, Telli turnamızı, gövel ördeğimizi uçuran, seher yelleri ile selamı gönderenlerimiz. Onlar bize feleği en çok anımsatanlar. Emeğin hakkını, yetimin hakkını ödülsüz ve ödünsüz savunan canlarımız. Sazlarının telinden çıkan sesle canları turna edip semah döndüren binlerce yıllık ulu çınarlarımız. Sevgi çağlayan pınarımız gözemiz, her şeyimiz, yaşarken kıymetini bilmediğimiz söz ustalarımız, ozanlarımız, âşıklarımız. Bunlardan birisi de Mehmet Erdem. Erdem mahlası ile ozanlar hanesine adını yazdırmış. 1932’de yılında Afşin Berçenek köyünde doğan Mahrumi gibi az söz ile çok şey anlatan âşıklardan etkilenmiş. Çokça etkilendiği Mahrumi’nin de bu yazı içinde bir yeri olsun istedim. Mahrumi’nin Doğaçlama ile 1 Ağustos 1994 tarihinde söylediği bir şiiri şöyle;
Levhi Kalem ile Levh-i kalem ile levh-i mahfuza Rahman-ı Rahim’i yaz defterine Naci deryasında yüzdüm bir zaman Şeklim şemalimi çiz defterine Bazen derviş olur derviş gezerim Bazen kâtip olur kitap yazarım Vücudum şehrinde canlı mezarım Kendi elin ile kaz defterine Âdem’edir secde eden melekler Meleklerle kabul olur dilekler Yedi ariflerde yedi elekler Sallayı sallayı süz defterine Kuldur kul Mahrumi sultan olana Kalbim Beytullah’dır kurban olana Muhabbetim açık insan olana Can kulakla dinle sız defterine
Halk şairi geleneğini yaşatma çabası ile gönlündeki güzellikleri diline, teline döken Mehmet Erdem lisede şiir yazmaya başlamış. Bir mahlas gerekir diye erdem kavramından esinlenerek Erdemi adını almış Erdemi’nin henüz yayınlanmış bir şiir kitabı yok. 1960 yılında Kahramanmaraş Afşin ilçesi Kaşanlı köyünde doğmuş. Babası İmirzeler’den Mustafa Erdem imiş. Annesi de Haticepınar köyünden Aşir. Örenli, Haticepınar, İnci ve Kaşanlı köylerinin tümü Atmalı aşiretinden. Bu aşiretten tanınmış bazı halk ozanları, Perişan Ali, Perişan Güzel, Meçhuli, Vijdani, Emekçi, Hayreti, İsmail İpek, Hasan Yıldız, Mehmet İpek imiş. Cemlerde zakirlik, muhabbet akşamları ve çeşitli toplantılarda halk ozanları halkı eğitip, öğreten, yeri geldiğinde Hak bildikleri yolda örgütleyen, onları ajite eden, moral veren insanlar olmuşlar. Yöre insanının bolca yaşadığı acılar da âşıkların dilinde ağıt olmuş bu güne gelmiş. Dadaloğlu, Merik gibi... Urfa Meslek Yüksek Okulu Elektrik bölümü mezunu olan Mehmet Erdem günümüzde bir kamu kuruluşunda çalışmaktadır. Evli ve biri oğlan biri kız iki çocuk babasıdır. Erdemi’ye sordum. Seni ne ile anlatmak doğru olur diye -Benim felsefem sevgidir. Beni anlatmak için şu dörtlüğümü yazın dedi. Sevgi egemen olunca Erdemi mutlu olacak. Kini kibiri yok eder Yıkar gönülü pak eder Mansuru Hak’la Hak eder Sevgili sevgili canlar
ERDEMÎ
Meçhuliye Güzel dostum sen bu elden gideli Gönül intizarda yas değişmedi Gaflet uykusundan uyanamadık Makine işlemez pas değişmedi Lime lime etti bizi nifaklar İlaç olamadı ah ile vahlar Kendi öz yavrusun yedi timsahlar Akıllar iflasta us değişmedi Kamillere akıl verir cahiller Uçup daldan dala konuyor filler Bozuk akort ile çalındı teller Tiz yerinde saydı bas değişmedi İşin bilir oldu hinoğlu hinler Mazlumların feryadını kim dinler Tavanında cirit atıyor cinler Hamam eski hamam tas değişmedi Biz bizi tükettik beyler keyf çattı Sermayesi birken bin daha kattı Oynaşına hediye ederken yatı Öküz bulamadık töys değişmedi Seçemedik moru karayı ağı El âlem geride bıraktı çağı Amerika bağrımıza kurdu otağı Damara kök saldı üs değişmedi Tükenmez ki derdi Erdemi kulun Dermanı fezada arayın bulun Kafamızda çalan tefin davulun Tokmak yerindedir tös değişmedi Töys: Öküze verilen bir komut. Tös: Davulun tokmağının küçüğü.
15
SERÇEÞME
SİVAS KATLİAMININ ON BEŞİNCİ YILDÖNÜMÜNDE
Katliamı Lanetlemek İçin On Binler Sivas’ta Buluştu Esat Korkmaz
35
CANIN köktendinciler tarafından diri diri yakılmasının yıldönümünde on binler, katliamın yaşandığı Madımak Oteli’nin önünde toplandı: Yaklaşık 50 bin kişi, “Yobazlar yaktı, devlet baktı” sloganını haykırarak yeri-göğü inletti.
On binler, 15 yıl önce yakılarak öldürülen canlarına, 15 yıl öldürülen canları on binlere “koştu”. Koşu tamamlandığında, diri diri yakılan 35 canın canı, 50 bin bedene can oldu; canları “kıpırdayan ete dönüşüp bedenleşti” ve meydanda yerini aldı; birlikte yürünüldü, birlikte semah dönüldü. Madımak Oteli’nin kapısında biz konuştuk onlar dinledi, onlar konuştu biz dinledik. Yakılan 35 can adına Hasret söz aldığında sessizlik sesi kovdu; tüm duygular “kulak” oldu: “Hak-Muhammet-Ali”, diyerek tekbir getiren Hasret; “Bugün çok mutlu-
16
yuz; dondan dona taşınarak Sivas’ta on binler, yurt toprağında milyonlar olduk. Bâtında otuz beş candık, dirildik milyonların bedeninde Hasan-Hüseyin-Fatma ya da Ali olduk. Ölmeden evvel ölenler ya da yaşarken dirilenler diriltti bizi. ‘Beden beden!’, diye ağlaştığımız günler olmadı değil. Bizi bedensiz bırakmayın, bize acı çektirmeyin. Beden edinemezsek sırrımızı sır edemeyiz; sırrımız ortada kalır. Sırrımız ortada kalıp utancından kıvranmasın. Allah eyvallah! Gerçeğe Hû!”, seslenmesiyle sözlerini tamamladı. Programı sunan can avazladı: “15 yıl önce şeriatçı yobazlar ve faşistler tarafından diri diri yakılan canlarımıza beden olmak istiyor musunuz?!”. On binler haykırdı: “Allah, eyvallah!” Bu olumlama, bu yükümlülük on binlerin çığlığıyla Sivas’ın dağının-taşının, suyu-
nun-toprağının, insanının-hayvanının hafızasına kaydedildi. Çocuklarımız bu kaydı çözdüğünde yaşadığımızın ayrımına varacağız; çünkü acımız ölmemiş olacak. Sivas’ta 35 canın yakılması ve bu olay karşısında devletin takındığı tavır, bu olaya neden olanları yargılayan mahkemenin resmi söylemden başka bir şey olmayan kararı; şeriatçı-faşist güçlere ödün, devrimci-demokrat güçlere, Alevilere-Bektaşilere “acı” bir hatırlatma; gelecekte olacaklara “kara” bir gönderme idi. Bu “hatırlatma”dan, bu “gönderme”den gerekli “dersleri” çıkardık: Artık yalnızca “uzak geleceğe” değil, “yakın geleceğe” de umutla bakıyoruz. Bundan böyle bu toprakta bu tür şeriatçı-faşist cüretlere izin ver meyeceğiz! Devletin “yokluğunda” kendimizi tanımladık; onunla “el ele verip” hiçbir suça ortak olmayacağız!
Sayı 43
SERÇEÞME
BÜLENT ECEVİT
Madımak “Üçüncü ölmem bu hain Pir Sultan ölür dirilir” Pir Sultan Eylemleri sözdü, silahları sazdı, ozan olmaktı kiminin de ozanlar ilinde günahı. Suçları Pir Sultan’ı anmak, cezaları yanmaktı, toplu mezar oldu onlara alev alev Madımak. Orman gibi yanan otuz yedi can, can verirken o gün Pir Sultan uğruna. Büzülüverdi devlet, devlet beşiği Sivas’da uykunun kovuğuna, korkudan.. Uyanır elbette bir sabah Ashab-ı kehf uykudan, ölür ölür dirilir yine yüreklerde Pir Sultan...
ÂŞIK FEZALÎ (HACI CIRIK)
Bugün Dündür Bu gün dündür aynı feryat Sivas’ta Yiğitlik serinde onlar kül oldu Bir yürüyüş yap durulmaz ki yasta Ölümsüz gönülde onlar gül oldu Aşkla ateşte semaha durdular Yanan Sivas’ta gerçeği gördüler Ateşi alevi özde duydular Semada dolaşır onlar nur oldu Karanlık softa pilanı kuruldu Allah adına namaza duruldu Katliam kararı vacip görüldü Asırlar dillerde onlar sır oldu Emevi Abbasi Osman evladı Tarihi kanlı o günde havladı İnsan yakar asar onun ecdadı Ebedi hayatta onlar dur oldu Katıran kaynar da özüne döner Kan ile beslenir İslami damar Katil işlediğin sevaba yamar Gelecek nesile onlar pir oldu Fezali bir ölüm binler getirir Gerçeği insandır Hakk’a yetirir Her bahar da bin bir çiçek bitirir Bulutu boşalan onlar sel oldu
Temmuz 2008
17
SERÇEÞME
TURAN ESER’İN İZZETİN DOĞAN VE FETHULLAH GÜLEN ÜZERINE YAZISINI UZUNLUĞU NEDENİYLE İKİ BÖLÜM OLARAK YAYINLIYORUZ
İzzettin Hoca Alevilere Bir Açıklama Borçludur: Kimden Yanasın? Bölüm I Turan Eser, Araştırmacı/Yazar
İ
ZZETTİN DOĞAN’nın Vatan gazetesinde yer alan görüşlerine bakacak olursak; “Fethullah Gülen filozof, bilge, dost ve Alevilere manevi katkısı büyük insan” CEM Vakfı Başkanı İzzettin Doğan hocaefendinin son dönemlerde bu yönde artan mesajlarının anlamını ve şifrelerinin çözülmesinin yolu tarih bilgisine başvurmaktan geçiyor. Tarih bilgisinden yoksun bir değerlendirme bu durumda gerçekçi olmayacaktır.
İzzettin Doğan “Alevi Cemati Lideri” Değil, Aleviler İçindeki Gülen Tarikatının Misyoneridir Tarihi bilgeleri vermeden önce bir düzeltme yapmak zorundayız. CEM Vakfı Başkanı İzzettin Doğan hocaefendi, Gazetelerde ifade edildiği gibi “Alevi cemaatinin lideri” değildir. Sınırlı sayıda (onlarca) kişinin üyesi olduğu Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı’nın başkanıdır. Alevi toplumunu temsil yetkisine sahip değildir. Alevi-Bektaşilerin inanç önderi, halen Hacı Bektaş veli Dergâhı’nın en yüksek makamı olan Postnişini Veliyettin Ulusoy’dur. Bu makamın yerine İzzettin Doğan dâhil kimse ikame edemez ve ettirilmez. Ayrıca Alevi-Bektaşi toplumunun demokratik, hukuksal ve siyasi hakları konusunda liderlik eden kurumlar ise ABF ve AABK (Alevi Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu)’dur. İzzettin Doğan ve Ehlibeyt Vakfı dışında faaliyet sürdüren Alevi-Bektaşi kurumları, dernekleri, dergâhları ve cemevleridir. Alevi kamu oyununda tanık olduğu, İzzettin hoca Alevi davasından daha çok, Gülen tarikatının misyonerliğini yaptığından, bu yola önderlik etmesi, mümkün değildir. On beş yıldır Madımak katliamını lanetlemeyen ve otelin önüne karanfil bırakmayan kişi ise bunu talep bile edemez. ABF ve AABK İzzettin Doğan’ın tüm Alevi Bektaşi kurumları ile dostça ve musahipçe bir araya gelmesi için gerekli çabayı vermiştir. Fakat Hoca Alevi kurumları yerine, Ilımlı İslamcıları dost olarak tercih etmiştir. Bunun en somut örneği ise, Alevi-Bektaşi kuruluşları, dergâhları ve cemevlerinin çoğunluğuyla kavgalı olan İzzettin Doğan’ın, sadece Gülen cemaati ile dost olması ve sadece Gülen için dostça mesajlar vermesidir. İzzettin Doğan’ın Alevi kurumlarıyla çatışmalı ve Gülen hareketi ile barışık halinden kimse memnun değildir. Sadece ABF, AABK değil, Karacaahmet Dergâhı, Şahkulu, Alevi aydın ve yazar çevresi de CEM Vakfından memnun değildir. Sadece Alevi kurumları değil, demokrasi, laiklik, sosyal hukuk devleti ve cumhuriyetten yana sivil toplum örgütleri de CEM Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ı kınamışlardır. Çünkü açıklaması bardağı taşıran son damla olmuştur. Bu nedenle İzzettin Doğan’ı bu açıklaması karşısında yükselen protestolar daha da süreceğe benziyor. Cumhuriyet, demokrasi ve laiklik ilkelerine bağlı Aleviler bu vesileyle İzzettin Doğan’ın gerçek dünyasını ve düşüncesini tanıdı. İlginç olan ise, Fethul-
18
İzzettin Doğan Hocaefendi’nin Fethullah Gülen Hocaefendi Hayranlığı Babası Hüseyin Doğan Dedenin, Haziran 1960 Yılında, Sivas Askeri Cezaevinde, Nurcu Mehmet Kırkıncı Hocaefendiye Olan Hayranlığına Kadar Uzanır. lahçı Zaman Gazetesi İzzettin Doğan’a büyük destek verdi. “Cem Vakfı Başkanı İzzettin Doğan, tam da pek çok insanın savrulduğu sırada diyalog ve uzlaşma adına vefalı bir çıkış yaptı. Sayın İzzettin Doğan, öyle bir zamanda, öyle cesur bir çıkış yaptı ki, kıymeti yıllar sonra bile unutulmayacak...” diye açıklama yaptı. Böyle bir tepkiyi hesaba katmayan İzzettin Doğan önümüzdeki günlerde “yanlış anlaşıldım” diyebilir. Çünkü artık laik kesimler de İzzettin Doğan’ı dost listesinden silmişlerdir.
Doğan Ailesinin Nur Cemaati Dostluğu 1960 Yılında Başlamıştır. Bu konuda kimseyi zan altında bırakmak doğru olmaz. İşte bu nedenle bilgiyi kendi kaynağından, yani Doğan ailesi ile Nur Cemaati arasındaki tanışıklığı 1960 yıllarında başladığını bize aktaran nur cemaati liderinin kendi ağzından aktarmak gerek. Bu kişi Kırkıncı Hocaefendi ismi ile bilinen Mehmet Kırkıncı’dır. Said’i Nursi’nin “Evlerinizi medrese yapın” vasiyetini yerine getiren ve İzzettin Hocaefendinin yücelttiği Fethullah Gülen’i Nur Cemati ile tanıştıran, cemaate kazanan kişi Mehmet Kırkıncı’dır. Mehmet Kırkıncı hocaefendi ,Alevilik nedir sorusuna cevap üretirken; “Aslında bir Müslüman’ın veya bir tarikatın Hz. Ali muhabbetini meslek ve meşrebine esas almasının dinen hiçbir mahzuru yoktur. Diğer sahabelere tecâvüz etmemek, Kuran ve Sünnet’in ışığında namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer sorumluluklarını yerine getirmek kaydı ile, Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetini rehber edinmenin hiçbir mahsuru yoktur. Gerçek şu ki, Kitap ve Sünnet’i bilen ve gereği gibi yaşayan hakikî bir Alevî, ancak Allah-ü Teâlâ’yı ma’bûd olarak tanır” ve “Bu sun’î ayrılığın ortadan kalkmasının tek yolu, Kuran’ın ışığı altına girmek ve O’nu yegâne ölçü kabul etmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak Kurân-ı Kerim’de, ‘Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılınız ve ayrılmayınız.’ buyurmakla, bütün Müslümanların Kuran etrafında toplanmasını emretmektedir”
diyerek, Aleviler Sünnileştirilmesi ve Nur Cemaatine kazanılmasını ifade etmektedir. Kırkıncıhoca, Fettulahçı olduğu bilinen Aksiyon dergisinde yayınlanan hatıralarında, 1960 yılındaki İzzettin Doğan’nın babası Hüseyin Doğan dede ile tanışmasını ve ona nasıl namaz kıldırdığını şöyle anlatıyordu: “Tunceli’den Alevileri getirmiştiler. İzzettin Doğan’ın babası Hüseyin Doğan Dede vardı. Çok efendi, çok kibar, ona buna çatması olmayan bir adamdı. Nur Talebeleri ile Aleviler aynı yerde ikamet ettirilir. Aradan günler geçti, muhabbet ortamı oldu. Biz namaz kılıyoruz. ‘Siz de Müslüman, biz de Müslüman. Kılma var kılmama var. Hangisi iyi ise onu yapalım’ dedim. ‘Ben kılmanın iyi olduğunu anlatayım. Siz de kılmamamın iyi olduğunu anlatın’ dedim ve kılmanın farz olduğunu söyledim. Sonra dedim ‘Farz edin ki, kılmak farz değildi de öldük, gittik. Bize demezler ki niye kıldınız? diye. Ama kılmazsak tehlike var. Siz nasıl düşünüyorsunuz?’ ‘Hocam’ dediler ‘Bizim namazlarımız kılınmıştı, onun için kılmıyoruz.’ ‘Haa, bak şimdi oldu. Allah kabul etsin’ dedim. Birkaç gün sonra ‘Yahu’ dedim ‘geçen gün sordum; Dediniz, ‘Bizim namazımız kılınmış’. ‘Kılınmış ama kim kılmış?’ dedim. ‘Hz. Ali’ dediler. Başka bir gün de ‘Geçen gün keşke sormasaydım’ dedim. ‘Niye Hocam?’ dediler. ‘Ben’ dedim, ‘Hz. Ali’yi o kadar çok severdim ki bu Tuncelililerin namazını kıldı da yani Erzurumluların suçu neydi? Ondan dolayı Hz. Ali’ye karşı, böyle kalbimde kırgınlık oldu’ dedim. ‘Ula insafsızlar’ dedim ‘bir adam başkasının yerine yemek yiyemez. Başkasının namazını kılmak olur mu? Peki, Hz. Ali uyumasa idi, siz de uyumayacak mıydınız?’ Baktım namaza başladılar.” Nur cemaatinin liderlerinden ve Fethullah Gülen’in hocası Kırkıncı hocaefendi, Hüseyin Doğan dedeyi ve Tunceli’den gelen Alevileri ikna etmiş ve “kılınmış namazını” kılınmamış saydırıp, namaz kıldırmaya başlamış. Bugün İzzettin Hocaefendinin Fethullah için yaptığı iltifatın bir benzerini 1960 yılında Kırkıncı hocaefendi Hüseyin Doğan dedeye yapmıştır. Bugünkü İzzettin İltifatının arkasında bu tarihsel ilişkiye duyulan bir gizli vefada vardır.
İzzettin Hocaefendi Gülen Mikrofonundan Seslenince, Sözünün Frekansı Nurculaşıyor İzzettin hocaefendinin son dönemlerde Fettulllah Gülen’i öven açıklamaları ile Alevilere, Alevi kurumlarına yönelik saldırgan ve hakaret dolu tavrıyla eş zamanlı şekilleniyor. Gülen hareketinin dairesi içinde durarak, Alevi kurumlarına saldırgan davranmakta ve Gülen misyoneri gibi çalışmaktadır. Alevi öğretisini, özgünlüğünden, gerçek köklerinden ve kaynaklarından koparmak ve bir tür Ilımlı İslam projesine dâhil etmeye çalışmaktadır. Hatta İzzettin Doğan o kadar ileri gitmiştir ki, ona
Sayı 43
SERÇEÞME göre Fethullah Gülen Alevilere yönelik katliamlar ve tehlikeleri önleyen kişi olarak gösterilmiştir. Kasım 2006’da, Samanyolu TV ve Zaman gazetesindeki açıklamalarında ise, Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi Mahallesi’ndeki katliamları “olaylar” olarak değerlendirip, Alevilere yönelik, “tehlikenin büyümesi, bu ülkede diyalog ve hoşgörüden yana olan sağduyulu yaklaşımlar sayesinde önlenmiştir. Sayın Fethullah Gülen’in, cemevleri yapılması yönündeki çağrıları, bunu başbakanlığı döneminde Sayın Tansu Çiller’e iletmesi, sürekli Alevi-Sünni kardeşliğini savunması adeta bir dalgakıran vazifesi görmüştür” diyerek, Fethullah Gülen’e olan hayranlığını sık sık dile getirmesi aslında manidar değildi. Çünkü Cem Vakfı Avrupa Koordinatörlüğü Genel Sekreteri Düzgün Keleş bu hayranlığı arka planını kamuoyuna “Cem Vakfı ve İzzettin Doğan, Türkiye Cumhuriyeti’ni, laik devleti yıkma planları içinde olan Fethullah Gülen ve cemaatiyle birlikte çalışmaktadır. Cem Vakfı maddi ve manevi kaynağını Fethullah Gülen grubundan sağlamaktadır. Gülen grubu tüm medya yayın organlarıyla İzzettin Doğan’ı desteklemektedir” diyerek açıklamıştı. İzzettin Doğan, Aksiyon dergisinde yayınlanan bir röportajında ise kendisine biat etmeyenlere yönelik çirkin saldırılarda bulunmuştu. Dengesiz ve kendisi ile çelişkilere bolca yer veren eleştirileri ve demeçleri, aynı zamanda, Alevi edep erkânına uymayan üslubu, herkesçe görüldü. İzzettin Doğan aslında, CEM Vakfı etrafındaki kitlenin giderek kaybolmasından dolayı, hatta kendi “kadroları” içerisinde yaşanan gerginlikler, belli ki, İzzettin hocanın asabını epeyce bozmuş. CEM TV ve Radyo’daki derin operasyonlar, kadroların budanması, “her şeyin yolunda” giden bir örgütlenmede karşılaşacak bir durum olmasa gerek. Demek ki Cem Vakfı’nda “her şey yolunda” değil. Yoksa bu hırçınlığına ve saldırganlığına bir izah bulmak mümkün değildir. Cem Vakfı (aslında bu İzzettin Doğan vakfı) içinde bulunduğu düşünsel ve gelecek kaygısı ise, kaybettiği zemini başka ilişkilere girerek yaratmak istemektedir. İzzettin hocaefendinin, Aksiyon dergisi, Samanyolu TV ve Zaman gazetelerinden,kendisi dışındaki Alevi kurum yöneticilerini “zır cahil” olarak tanımlaması, doğrusunu söylemek gerekirse, kendisini tanımlamakta eksik kalır. Gülen’i “dost ve bilge insan” olarak değerlendirip, Alevi-Bektaşi kurumlarının yöneticilerine ise hakaret eden kişiliği aslında İzzettin Hocaefendiyi ele vermiştir. “Hukuk adamı” ve “Dede” olarak Alevi dilinden uzak konuşma tarzı bize şunu göstermiştir: Hocaefendi aklını, Anadolu Alevi-Bektaşi öğretisiyle değil, “Alevi toplumunu nasıl bölerim ve Sünnileştirme projesine destek sunarım” hedefini gerçekleştirmek için, ılımlı İslam tezini kulağına fısıldayan Fethullah Gülen ideolojisinden beslemektedir.
BOP’un Teolojik Misyoneri Gülen ile Nazım Hikmet Eşdeğer Gösterilemez! İzzettin Hocaefendi’nin, Fethullah Gülen ile Nazım Hikmet’i eşdeğer tutması bilgi eksikliği değilse, ancak cehaletle açıklanacak bir du-
Temmuz 2008
rumdur. Tam bağımsızlık ve emperyalist sömürü ve işgallere karşı “Vatan çiftliklerinizse, kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması, topuysa, Vatan kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, ben vatan hainiyim” diyen Nazım Hikmet ile ABD’yi “Dünya denilen geminin kaptanı” olarak gösteren ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesine destek verilmesini vaaz eden Fethullah Gülen nasıl bir tutulabilir. ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin teolojik misyonerliğine soyunmuş bir tarikat şeyhi Fethullah Gülen nasıl olurda, demokrasiden, laiklikten, özgürlüklerden ve cumhuriyetten yana tavır alan sanatçı, aydın ve sosyalist kimlikli Nazım ile eşdeğer tutulabilir. 1960’lı yıllarda, “Açlık ordusu yürüyor, yürüyor ekmeksizleri ekmeğe doyurmak için hürriyetsizleri hürriyete doyurmak için, açlık ordusu yürüyor, yürüyor ayakları kan içinde” diye yazan Nazım Hikmet ile, yine 1960’lı yılların başında, ABD/CIA desteği ve talimatı ile Türkiye’de kurulan Komünizmle Mücadele Derneği’nin (KMD) Erzurum Şubesi Yönetim Kurulu üyesi Fethullah Gülen nasıl olurda, Nazımla aynı ölçüde değerlendirilir. Eğer kişisel ve tarihsel olarak eşdeğer görülecek bir benzetme aranıyorsa, İzzettin Hocaefendi 1960 yılında babası Hüseyin Dede ile yolları birleşen nurcu hareketi ve siyasi partisi DP ile 2000’li yıllarda Fethullah Gülen’le yolu birleşen kendisine bakması yeter. İzzettin Doğan “dede soyundan” gelir ama dedelik yapmaz. Dede çocuğu olup cem yürütmez ama, sağ siyasilerin ağzı ile konuşarak, Alevileri “zır cahil” olarak suçlar. Hocanın sorunu, Alevilerin kültürel kimliğini yok sayarak, Aleviliği dar bir kalıba sokmaya çalışmaktır. Bunu resmi ideoloji ve diyanet yapıyor. Hocanın buna katkı sunması niye? Hoca, bir toplumsal kesimin kültürel kimliği, daha da genel ifade ile, kültür kavramının evrensel tanımlarında uzak ve bilimsel olmayan bir açıklama ile, “Ateistin Alevi’si Sünni’si olmaz” diyerek, bir şeriat esasını benimseyen dini ulema gibi konuşuyor. Hocaya şunu anlatmakta fayda var; Gerek sosyolojik açıdan, gerekse antropolojik açıdan, kültür, insanın çok boyutlu evrensel özelliğidir. Eğer insanın bu çok boyutlu ve evrensel özelliklerinden sadece biri üzerinden, yani salt inançsal kimlik üzerinden, kültürel kimliğinden mahrum bırakan tanımlar yapılırsa, bu bilimsel ve antropolojik açıdan sakat ve arızalı bir yaklaşımdır. Özünde insan sevgisi, paylaşım, dostluk, bilimsellik ve çağdaşlık yatan Anadolu Alevi öğretisini, biçimsellikten ve sonradan bu öğretiye
dışarıdan şırınga edilmiş yabancı unsurlardan ayıklayarak, günümüz dünyasına ve Anadolu Aleviliğinin özüne uygun bir şekilde buluşturulması gerekirken, İzzettin Hoca “buna ne hacet var. CEM Vakfı’nın Alevi Din Hizmetleri Başkanlığı bunu yapmıştır” diyerek, Etnik bir din yorumu ile Türk İslam Sentezine uygun bir Alevilik dayatmaktadır. Hoca dâhil, hiçbir güç, Alevi kimliğini, onu besleyen, Mazdek, Sabilik, Budizm, Şamanizm, Zerdüşt, İslam ve daha birçok inançsal geleneklerin kaynağını inkâr edemez ve Aleviliği bu kaynaklardan her hangi birisinin içerisine tek başına hapis edemez. Bu farklılıklar ve zenginliklerden etkilenerek, kendine özgü inancı olan ve Anadolu’daki çok dilli, çok inançlı ve çok kültürlü toplumsal formasyonda, Anadolu`ya özgü Alevi kimliğine ulaşan yapısı ile, bir inançsal, kültürel ve felsefi inanç kimliği yaratmıştır. Değişime kapalı değil, açık, etkileyen ve etkilenen bir özelliğe sahiptir. Kendini asli, diğerlerini tali görmez ve başkalarının kendisini tali görmesini kabul etmez. Hoca, yıllardır Türkiye’de uygulanmakta olan asimilasyon politikaları ile Alevileri, kendi kimliklerine yabancılaştırmaya dönük ve sistemin Sünni Türk-İslam anlayışına eklemlenmeye çalışmasına destek vermektedir. Sorgulama ve gerçekleri gözleme becerisine sahip Aleviler bu gerçeği zaten bilmektedir. Gerçekleri “tehdit” olarak ortaya koyan siyasi iktidarlar, Anadolu Aleviliğini, İslamın Sünni yorumu ile Şiilik ekolündeki Alevilik tanımları ile dezavantajlı konumdaki insanların kafalarını karıştırmakla meşgul oldular. Hocanın bugüne kadar yapmak istediği de bundan başka bir şey değildir. Şimdi ise buna yeni bir boyut katarak, ılımlı İslam projesinde bir rol üstlenmektir.
Fethullah Gülen’le Kol Kola Yürüyen İzzettin Doğan’ın, Önce Alevilere Hesap Vermesi Gerekir Hoca son yıllarda, sağ siyasal eksendeki duruşuna ve işbirliğine şimdi, tarikatçılarla kol kola girerek, Aleviliği inkârın merkezine koyanlar ve Alevilere dönük hak ihlallerinin baş mimarları ile görünmesi, Alevilerin ibretle izlediği bir gelişmedir. İzzettin hocanın, Fethullah Gülen’le başlayan işbirliği ile birlikte, Samanyolu Televizyonu’nu, Zaman gazetesini ve Aksiyon dergisini Alevilerin en etkili, kitlesel ve meşru kurumları olan Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu’na (ABF) ve Avrupa’nın on ülkesinde federasyonlaşmış kurumların üst yapısı olan Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’na (AABK) saldırmak için kullanması, bir tesadüf değildir. Fettulah Gülen destekli bu basın kuruluşlarının, İzzettin hoca ile birlikte el ele vererek üstlendiği misyon bellidir. Alevilerin birliğini bozmak ve Alevilerin Fethullah tarikatı ile yakınlaşmasını sağlamaktır. İzzettin hocanın, Fethullah hoca ile Atatürk ve cumhuriyet konusundaki fikirlerinde “farklılıklar” artık, her Alevinin kafasında soru işareti oluşturmuştur. Bir yandan laiklikte yana olduğunu iddia eden İzzettin hoca, diğer yandan derinden ve sessiz gelen, şeriata dayalı bir islami devlet özlemi olan Fethullah Gülen. Şimdi İzzettin Hoca Alevilere bir açıklama borçludur: Kimden yanasın? (devam edecek)
19
SERÇEÞME
1966 yılında Birlik Partisi kuruldu. İzmit’teydim, askerden yeni gelmiştim. Alevi partisi dedikleri için kayıt olmayı bırakın il yönetimine girdim.
Birlik Partisiyle ilgili bir iki şey soralı. O zamanın olaylarını içinden yaşadınız, Anlattıklarınız tartışmalı. Örneğin, Ulusoylar o dönemlerde söylendiği gibi gerçekten büyük paralar mı aldılar?
ŞAİR SAİT KAYA İLE SÖYLEŞTİK
Çok Şiir Değil, Güzel Şiir Yazmak Lazım
Peki, sorulmadı mı, neden siz güvenoyu veriyorsunuz diye?
Ahmet Koçak
O oylamadan önce alınan kararda ben Ankara’da İlçe Başkanıydım. Toplantıya katılma yetkimiz vardı bizim. Orada alınan kararda, biz oy vereceğiz deseler bu sorun çıkmazdı. Yani ihraç sorunu falan çıkmazdı. “Biz bu karara uymuyoruz, ülke’nin bekası için, hükümetin yürümesi için oy vereceğiz deseler” belki orada tartışılırdı, ama bu duruma gelmezdi. O kararda imzaları var, yani güvenoyu vermeyeceğiz diye imzaları var. Tekrar bunun üzerine Hüseyin Çınar’la da ben o dönemde oylamadan iki gün önce İstanbul’a beraber geldim, o geri döndü, Pazartesi oylamaya katıldı. Söyledikleri ve verdikleri oy birbirini tutmadığı için ihraç kararı alındı. Ama öyle para alıp almadığını bilmediğimiz için…
Sait Kaya kimdir? Öncelikle bize kendinizi tanıtabilir misiniz? 1941 yılında Sivas’ın Divriği kazası’nın Yolcaklar Köyü’nde dünyaya gelmişim. Okulu olmayan, eğitimi alamayan yoksul köyler ve İkinci Dünya Savaşı’nın da dünyayı etkilediği bir dönemde doğmuşuz. Okulumuz olmadığı için kendi olanaklarımla okumayı öğrendim. Kendi olanaklarım derken işte hevesimden, bir şeyi görünce okumak, yazmak, çizmek, resim yapmak; birilerinin yaptığı şeye heves… Birisi herhangi bir şeyi yapıyor ben onun güzelini yapacağım diye bir iddiam vardı. Okumayı böyle öğrendim ben. 57–58 yıllarında Divriği’ne geldik. O zaman benim yaşım baya ileriydi, okuma olanağımı orada geliştiremedim. Babam okumam için bırakmadı, terzi çıraklığına verdi. Ona göre terzilik daha iyiydi, altın bileziği olur kolunda falan gibi… Terziliği öğrendik. Ondan sonra kaçtım İstanbul’a geldim. 1966 yılında Birlik Partisi kuruldu. O zaman ben İzmit’teydim, askerden gelmiş, dükkân açmıştım oraya. Alevi partisi dedikleri için kayıt olmayı bırakın il yönetimine girdim. İl başkanı Almanya’ya gittiği için il başkanlığı görevi bana kaldı. İl Başkanlığı görevi bana kaldı ve İzmit’in bütün ilçelerini örgütledik, seçime soktuk. 68 seçiminden sonra Divriği’ne gittim. Divriği’de Birlik Partisi kurulmamıştı. Birlik Partisi’ni kurduk. Orada İlçe Başkanı oldum. Sayın Mustafa Timisi geldi, onu orda partiye kayıt ettik, ilk aday oluşudur. Yani siz Birlik Partisi’ne Timisi’den önce girdiniz. Evet. Timisi Bayındırlık Bakanlığı’nda müfettişti. Partinin ilk kuruluşunda başkanı Emekli General Hasan Tahsin Berkman’dı. Güven Partisi’nden milletvekili seçilen Hüseyin Balan, Alevi olduğu için Birlik Partisi’ne
20
Şimdi insanlar, arasındaki olayı görmeden, para aldı, satıldı anlamında demiyorum ben. Bunu düşüncel bir satılma anlamında söyledim. Çünkü almamış olabilirler de. Biliyorsunuz Birlik Partisi her ne kadar Alevi partisi de olsa, sol’a yönelik kökeniyle insan merkezli bir düşünceyi savunan, gittikçe de parti içerisinde sol’a kayan bir yapısı vardı. Adalet Partisi de Amerikancı görünüyordu. Bu partinin sağcı bir parti olduğu da belli, bizim toplumda tabandan buna karşı çıkmaya başladı. Karşı çıkınca da tam bunların zıttına verilince oylar Demirel’e, tabii tepkiyle karşılandı.
geçti ve genel başkan oldu. Biz de Timisi’yi milletvekili yapınca Hüseyin Balan’ın yerine Timisi’yi Genel Başkan yaptık. Timisi’yi Genel Başkan yaptığımızda da Ulusoylar’dan üç milletvekilimiz vardı. Kimlerdi onlar? Yusuf Ulusoy, Kazım Ulusuy, Ali Naki Ulusoy… Amasya, Çorum; Tokat Bölgesinden seçilmişlerdi. Malatya Milletvekili Sami İlhan Bey vardı, trafik kazasında vefat etti. Tuncelili Avukat Haydar Özdemir vardı, İstanbul Milletvekiliydi. Hüseyin Çınar diye bir arkadaşımız da milletvekili oldu. Ve Demirel’in güven oylamasında bunlar parti kararına başvurmadan Demirel’e güvenoyu verdiler. Güvenoyu verince de alınmış kararı ihlal ettikleri için Birlik Partisi’nden biz bu adamları ihraç ettik. Ondan sonra Birlik Partisi’nin adı “Satılmış Parti” kaldı. Satılanların değil de, ihraç edenlerin adı “Satılmış Parti” kaldı. Ve Birlik Partisi’ne devam ettik. Sonra Sendikacılık yaptım İstanbul’a geldiğimde.
Bir Sevgi Bir Umut Seherde yel, orkide de kokusun Bir sevgin, bir umut, bir de sen varsın Gülü ver de gönlüm aşkı okusun Bir sevgin, bir umut, bir de sen varsın Sen olmazsan koca evren bana dar Sen bunları bilir misin zalim yar? Bedenimi sarmalayan üç şey var Bir sevgin, bir umut, bir de sen varsın Anlat dilim ey ebedi susası Bir ömürdür nazlı yârin busesi Said’in nesi var sözün kısası Bir sevgin, bir umut, bir de sen varsın
Hangi yılda İstanbul’a geldiniz? İstanbul’a 72’de, Deniz Gezmişlerin asılmasından birkaç gün sonra geldim. 12 Mart Muhtırası’ndan dolayı Divriği’deki yaşamım biraz zorlaşmıştı. Orada gericilerin ve faşistlerin baskıları vardı bize. Oradan çektik geldik. Buraya geldiğimizde de sosyal mücadelelerimize devam ettik. Yaşam sıkıntısı çektik. Hem korku yaşadık, hem parasızlık yaşadık. 12 Eylül’de siyasi suçlu sayıldık. Parti yöneticisi olduğumuz için siyaset yasağımız vardı. Sonra açılan SODEP’e girdim. Divriği diyince akla ilk gelen ozanlık geleneğidir. O gelenekle haşır neşir miydiniz? Ailede ozanlık var mıydı? Bağlama çalan, deyiş okuyan var mıydı? Bizim ailede yoktu, fakat Âşık Veysel bizim birkaç göbek öte akrabamız oluyor. Çok eskiden bizden ayrılmadır. Âşık Veysel, Divriği’nin Kayadibi Köyü’nden gitmedir. Onun ötesinde benim şair akrabam, şiir yazan, saz çalan kimse yoktur. Bizim köyde de yoktu. Peki, çocukluk yıllarınızda cemler yapılıyor muydu? Evet, cemler yapılıyordu.
Sayı 43
SERÇEÞME Musahiplik var mıydı? Görgüye giriyor muydunuz? Musahibim vardı. Görgülere giriyorduk. Alevilikte görgüye girme olayı, musahiplik, evlilikten sonraki musahiplik daha çok görgüyle bağlantılıdır. Bizde kubbe okutma derlerdi. Çocuğa bir dua okurdu dede, ondan sonra kardeşlik bağları bağlanırdı ve musahiplik anlatılırdı. Musahipliğin aile yapısı anlatılırdı ki; “Musahibinin kızı senin kızındır, eşi senin kız kardeşindir, çocuklar birbirleriyle evlenemez, birbirleriyle her şeylerini paylaşırlar, ekmeklerini, evlerini paylaşırlar, birbirlerine hor bakmaz, yan bakmazlar. Esas can kardeştirler.” Yani musahiplik ikrarın en güzelidir. Fakat Ali’den Muhammet’ten geldiklerini söyledikleri zaman bu çelişkiyi ben burada görüyorum. Ali ile Muhammet birbirlerinin damadı ve kayınpederidir. Bunların musahipliği var. Bunu işte ben bazen Aleviliğin içerisine Anadolu Aleviliğinin içerisine yerleştirilmiş… Dede size nereden geliyordu? Dede, Yalıncak’tan geliyordu. Yalıncak’tan gelen dedeler görgü yaparlardı. Bizim köyde dede ayrımı yapılmazdı. Bir dede geldiği zaman başka bir ocağa bağlı olan kişiler de o görgüye beraber katılırlardı. İki tane görgü kuralı vardı bizde. Birisi “Pençe.” Pençe-i Ali Aba derler, elle vururlardı, “Allah, Muhammet, Ya Ali” görgüde dua aldıktan sonra kalkmak için. İkincisi “Tarık” diye bir çubuk vardı. Bunu sarar, belirli bir yerde saklarlardı. Tarık’la görenlerle Pençe’yle görgü yapanlar arasında fark vardı… Ama ritüellerin hepsi aynıydı, değişen bir şey yoktu. Hatta ben içki olayında yasak falan görmedim. Dem alınıyor muydu? Ben hepsinde görmedim, ama dem alan dedeleri gördüm. Ben de çocuktum, böyle çay bardağına koyup demini Cem’de aldığını gördüm. Bunu da ne irdeleyen olurdu, ne de öbür dede niye almıyor diye soran olurdu. Böyle haram olmadığı gibi bir şey geçmezdi bizde. Cemler köyün en büyük evinde mi yapılıyordu? Köyün en büyük evi vardı. O evin damı çok uzun ağaçlardan yapılmıştı. Günümüzün şöminesine benzer taştan oyma, büyük ocaklıklar, ev damı denilen bir yer vardı. Ekmek burada pişerdi. Oturma odası ayrıydı. Cem olduğu zaman büyük olduğu için o ev damında bulunulurdu. On beş-on altı yaşıma kadar katıldım gördüm. Cemlerde oturma düzeni nasıl olurdu? Kadınlar erkeklerden ayrı mı otururdu? Kadın erkek beraber otururlardı. Haremlik selamlık bir olay yoktu, birlikte oturuluyordu. Bize anlatırlardı: Oraya girdiğin zaman, kadın-erkek, kim olursa olsun hepsini kardeş görmek zorundasın, yoksa Cem’e giremezsin derlerdi. Cem’de, “yol düşkünü” birisini yola getirme olayını izledim. Çok acı bir iz bıraktı belki içimde. Tekrar şiire dönelim. Şiir yazmaya ne zaman başladın? Çok küçükken yazıyordum. Küçükken yazdığım için beni de kınıyorlardı. “Âşık mı oluyor” falan diye, ben de çekiniyordum. Yazdığım şiirleri kimseye göstermiyordum. Dalga geçiyorlardı... Çünkü sanat, kültür anlayışımız
Temmuz 2008
da herhalde biraz kıttı sanırım. Hatta bazen de benim yazdığım şiirlerin bana ait olmadığını söylüyorlardı. “Yalan söylüyorsun, bu senin değildir” diye küçümsüyorlardı. Şiirlerinizin içeriği, işlediğiniz konular nelerdir? Ben dinsel kavramlara önem vermedim. Birilerini övmelere vs. Kendi yaşadığım gerçekleri sosyal boyutuyla ortaya koymak için şiir yazmaya başladım. 75–76 yılında “Bir Ekmeğin Öyküsü” diye bir şiir kitabım vardı. Şiir kitabım 12 Eylül dolayısıyla bitti, tekrar gündeme getiremedik. O zamanlar da sol hareketler içerisindeydim. Sol örgütlerin gecelerinde sunuculuk yapardım. Herkes onu yapamazdı. Bazı tepkiler, bazı sakıncaları vardı. Piyasa da duyulmuş ne kadar şiiriniz var? Yazdığım şiirlerim çok, kaybolan şiirlerim de oldu. Türkülerimden “Köylü Bacı”mı Abdullah Papur söylemiştir. “Ana” vardır, Muhlis Akarsu’nun söylediği “Ne Sevdiğin Belli, Ne Sevmediğin” vardır. Divriğili Celal Yılmaz’ın söylediği birçok şiirim var. Almanya’da Mustafa Çiftçi’nin söylediği türküler, benim şiirlerimden yapılmıştır. Şiirler kitaplarımda olduğu halde hiçbirisi benden bahsetmemişlerdir. Önemli de değildir. Tabii onlar için, yanlış yaptıkları için önemli olması lazım. Benim en az dört-beş defter şiirim, piyasaya çıkmadan kayboldu. Bazı yerlerde izlerini görüyorum, bazı kişilerde çıktığını, fakat bana ait olup olmadığını söyleyemiyorum. Şu anda da elimde en azından bin tane şiirim vardır. Çok şiir değil, güzel şiir yazmak lazım. Sözcük bol, güzel sözleri biraraya getirip günün konumunu ve anlamını o sözlerle bütünleştirmek gerekiyor. Alevi halk ozanlığında ölçülü şiirler genelde değer taşır ki zamanını kaybetmez. Bir de kendisine özgüdür. Şair aynı zamanda iyi bir dilci olmalı mıdır? Tabii dilin çok önemi var. Sözcük dağarcığının çok geniş olması lazım. Nasıl ki bir evi yaparken elinizde malzeme yoksa, gecekondu yapıyorsunuz; elinizde varsa, büyük şatolar yapıyorsunuz… Sözcükte şair için aynı şeydir. Yani malzemesi bol olacak. Malzemesi bol olacak. Malzemesinin bol olması da okumaktan, araştırmaktan, öğrenmekten geçer. Günümüzde normal yaşayan vatandaşlarımızın günlük kullandığı sözcük sayısı çok kısıtlıdır. Hep de aynı şeyleri kullanırız. Eve geldin mi, gittin mi, yiyeceğiz, yatacağız, uyuyacağız, işe gittin mi, geldin mi gibi… Ama şiir yazma bu değil. Şiir yazma çok daha geniş dağarcık ister. O da kaynakları araştırmaktan, okumaktan geçiyor. Sözcükleri bulmaktan geçiyor. Halk Ozanları’nın görevi halkın çıkarına, halkın yararına olan, halkın geleneğini ve kültürünü yaşatan güzel sözleri söylemektir.
SAİT KAYA
Anadolu Alevisi Sorar isen benim özüm Anadolu Alevisi Dinle beni iki gözüm Anadolu Alevisi Zulme karşı ayaklanan Çıkıp dağlarda saklanan Kendi özünde aklanan Anadolu Alevisi. Kadehte meyi şaraptır İnsan olana sevaptır Ne Katolik ne Arap’tır Anadolu Alevisi Ne küskündür ne de küslü İnsanlığın kadim dostu Felsefesi dinler üstü Anadolu Alevisi. Seslenişi hoş avazdır Can yoldaşı telli sazdır Bu yaşam dünyada azdır Anadolu Alevisi Söyleminde canlar cemi Gönlüdür dostun mekânı Kâbe saymıştır insanı Anadolu Alevisi Anadolu’nun aşığı Çağdaş dünyanın beşiği Sosyalizmin ilk eşiği Anadolu Alevisi Felsefesi Enel Hak’tır Dogmatizmden çok uzaktır Hükme hâkim olacaktır Anadolu Alevisi Gözü toktur anlı da ak Yardan gayrı her şey ortak Her zaman böyle olacak Anadolu Alevisi Örtüyü üstünden alan Gücünü dostundan alan Pirini postundan alan Anadolu Alevisi Yarasını sargılayan Gerçekleri vurgulayan Ustasını sorgulayan Anadolu Alevisi Gel Said’im daha yazma Sakın ha çizgini bozma Anlamadan bana kızma Anadolu Alevisi
Etkilendiğiniz ozanlar kimlerdir? Tüm ozanlardan etkilendim. Çocukken köyde elimde lambalarla bana kitap okuturlardı bizim köylüler. Bütün ozanların kitaplarını okuturlardı bana. Ben her ozana da kendimi uydurmuştum. Kitap okuma sevdam, kitaba sevdam oradan başlamıştır. Üstelik bana çok boş şeyler de okuttuklarının bu arada farkına vardım. Çok teşekkür ediyorum. Ağzınıza sağlık.
21
SERÇEÞME
Aleviler Ehlibeyt Soyundan Olma Meselesini Nasıl Değerlendirmeli? Hüsnü Çavuş
U
ZUN yıllardan beri soy şeceresi meselesi Alevilerin gündemindedir. Öyle ki, kutsallık atfedilen şecereye dayanarak kendisini de bu kutsallaştırma üzerinden yaşatmak isteyenlerin tarihteki yeri hiç de eksik olmamıştır. Tarihsel bilgisi yetersiz ya da çarpıtılmış olan inançlı insanların bu kişiliklere el-yüz sürmesi ve medet umması da bunun bir sonucudur. Soy şeceresi iddiası ve tarihteki acı olayları ve efsaneleri öne çıkartarak gözyaşı üzerinden kendilerini yaşatmalarının anlamı bugün daha da netleşmiştir. İşte bu kısa makale, bunun tarihsel arka planına bir göz atmak ve inancına samimiyetle bağlı olan güzel insanları düşündürmek içindir. Bilindiği gibi, Hz. Ali’nin oğullarından İmam Hasan’dan gelenlere “şerif ”, Hüseyin’den gelenlere ise “seyyid” denilmiştir. Bu iki kolu anlatan sözcükler önceleri Arap devletlerinde ayrı ayrı kullanılmıştır. Sonraları birbirine karışarak her iki imamın çocukları da “seyyid” olarak adlandırılmıştır. Kendisini (ulusal kimliğini göz ardı ederek) Arap kökenli imamlardan birine bağlamanın tarihi oldukça eskidir. Hem de Alevilikte imam değil, Pir geleneği olduğunu bile bile. Tarihi belgelerde soy kütüklerine ilişkin ilk çalışmayı yapanın, 1220–1237 yıllarında yaşamış olan Alâeddin Keykubat olduğu belirtilir. Keykubat, İslam dinini bilen adamlarına Peygamber soyundan geldiklerine dair belgeler vererek vefatından önce (1237 yılında) Erzincan yöresine göndererek Kürtleri Arap soyuna bağlama çabalarıyla da bilinir. Sonradan IV. Murat da şecere tazminini sürdürmüş ve öncekileri de onaylamıştır. Osmanlı’da Padişah huzuruna çıkmak zorlaştığından, yeni onay ve belge için bu kez Nakib-ül Eşraf’ına yani Kaymakama başvurmalar başlamıştır. “Daha sonraları F. Sultan Mehmet tarafından kaldırılmış olan bu kurum, II. Bayezid döneminde 1400 yılının mayıs ayında yeniden kurulmuştur... Peygamber soyundan olan kişiler, o soydan olduklarını gene seyyidlerden olan kişilerle kanıtlarlarsa ellerine ‘Siyadet Beratı’ denilen bir belge verilirdi... Bu belgelerin hepsi doğru olmayıp iltizam, iltimas ve para karşılığında verilmiş olanları da vardı. Bir ara bu tür aslı olmayan beratlar o kadar çoğaldı ki, artık Türkler eskisi gibi seyyid ve şeriflere inanıp saygı göstermemeye başladılar.” (N. Birdoğan, Alevilik, s. 226–7) En son 1253 yılında Şah İbrahimliler belgelerini Kerbelâ’dan almışlardır. Bugün bile bu işin ticaretini yapanların olduğu araştırmalara yansımaktadır. Bu öyle bir Pazar haline gelmiştir ki, 2000 yılında İstanbul Gazi Cemevi’ndeki bir şahsın Diyanet İşleri Başkanlığı’na onaylatmasından övünç duyduğu şeceresinin nasıl 12 Ìmamlardan birine bağlandığını bana sevinçle anlatması, ayrıca bazı kişilerin kendi soyunun Hz. Muhammed’e bağlandığını bilirkişi raporuyla mahkemeye onaylatmasının basında yer alması da bu işin nerelere vardığının boyutla-
22
“Soyun sopun en yücesi güzel huy ve güzel ahlaktır.” Hz. Ali rını göstermesi açısından da dikkat çekicidir. Çünkü ibadet bir geçim kaynağı olarak görülmüş ve bu şecereyle kendisine mevki, saygınlık ve kazanç edinmenin telaşına düşülmüştür. Bu telaşa düşmeden yolunu hakkıyla süren Pirleri de bunların dışında tuttuğumu özellikle vurgulamalıyım. Peki, soy şeceresi neden bu kadar önemliydi? Çünkü Osmanlı zamanında şecere sahiplerine Ocak kurma ve para toplama yetkisi de veriliyordu. Ayrıca 150 koyun besleme hakları, vergiden muaf olma, sulak arazileri vergisiz kullanma, yolculuklarında da devletin her türlü güvenceyi sağlaması gibi olanakların sunulması, kendisini Ehl-i Beyt soyuna bağlamayı da çekici hale getiriyordu. Sadece Antep bölgesinde, 1790–1798 yılları arasında bine yakın Seyyidlik belgesi dağıtıldığı saptanmıştır. Zaten Dede şecerelerinin kaynağını inceleyen araştırmacıların, bu şecerelerin Safevi ve Osmanlı tarafından Alevi toplumunu “Dedeler” aracılığıyla denetim altında tutmak amacıyla dağıtıldığını saptadıklarını da burada vurgula-
“Dedelerimizden öğrendiklerimiz bizi bir arada tutuyor. Bunlardan vazgeçersek dağılırız, yolumuzu kaybederiz” diyenler hep olmuştur ve olacaktır da. Ama gelecek nesillere eksik ve yanlış bilgilerimizi aktarma hakkımızın olmadığını da bilmek durumundayız. Hayat, öğrenerek yapılan bir yolculuktur. Özgürleşmek de bu yolculukta kazanılıyor. Elbette bilimin ışığı karanlığı sevenleri korkutur. Bu nedenle, bilimsel kaygıyla hareket eden Alevi gençler, bir rüzgâr gibi esmelidirler.
mak gerekmektedir. Kaldı ki bu şecerelerden bazılarının doğru olduğunu düşündüğümüzü varsaysak bile, yine Pir Bektaş-ı Veli’nin şu önemli uyarısını göz ardı edebilir miyiz: “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Kaldı ki, soy şecerelerinin kanıtlanması oldukça zordur. Bilimsel-doğru bir sonuca varabilmek için en azından bu belgelerin On İkinci İmam olan Mehdi dönemine rastlamasının gerekliliği inandırıcılık açısından önemlidir. Oysa bu tür belgelerin en eskisi 14. yüzyıla dayanmaktadır. On İki İmamlar dönemine (656– 869) göre beş yüzyılı aşkın bir zaman farkından söz ediyoruz. Yani sonuncu İmam Mehdi’den yaklaşık beş yüzyıl sonra soy şecereleriyle karşılaşıyoruz. Ve ortaya çıkan insanlar onların soyundan geldiğini söylemeye başlıyor. Bunu bilimsel açıdan değerlendirdiğimizde inandırıcı bulmamız mümkün olmuyor. Anadolu Selçukluları ve Osmanlılarda kazalardaki yetkililer eliyle para karşılığı şecere dağıtıldığının tarihi belgelere yansıdığını da düşündüğümüzde, şecerelere ilişkin soru işaretleri daha da çoğalmaktadır. Peki, o zaman, 661 yılında öldürülen Hz. Ali’den bugüne kadar geçmiş olan 1344 yıl sonra bile, kendilerinin Seyyidlik, yani Hz. Ali soyundan gelmelerini göç, sürgün ve kaçma olayına bağlayanların tarihsel izahı yeterli bir delil midir? Yaklaşım sahipleri, Emevi ve Abbasi katliamlarından kaçan Ali soylularının Horasan, İran ve Anadolu’ya sığındıklarını ve buralarda evlenerek soylarını sürdürdüklerini iddia ederler. Tarih bu gelişmeden bahsetmektedir. Fakat bu göç elli bin insanı kapsıyor. Seyyidlik iddialarının da 10. yüzyılda başladığını ve de Kerbelâ olayının 680 yılında olduğuna unutmayarak, aradan geçen 230 yılı nasıl yorumlayacağız? Yani 230 yıl sonra “Ben Seyyidim” (Hz. Ali soyundanım) diyenlerle karşılaşılıyor. Ve sonra bazı kişiler veya Ocaklar, onların devamı oldukları iddiasını devralıyor ve bugüne dek getiriyorlar. Demek oluyor ki, “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Buradan hareketle, On İki İmamların Alevi dedeleri, yani pirleriyle ilişkisini nasıl açıklayabiliriz? On İki İmamlar Alevi felsefe ve tarihinin başlatıcıları değildir. Aynı zamanda Alevilerin önderleri ve soylarının bağlandığı pirleri de değildir. 15. yüzyıldan sonra Alevi tarihine alınmış ve giderek benimsenmiş, yorumlanmış ve biçimsel olarak bütünleştirerek kendi tarihinin bir parçası durumuna getirilmiştir. Ama Ali tarihteki Ali olmak yerine mitolojik bir Ali olarak tanrısallaştırılmıştır. Bunu Pir Sultan, Nesimi ve diğer önderlerin deyişlerinde açıkça görmekteyiz. Bu mitolojik yaklaşım öyle boyutlara vardırılmıştır ki, örneğin Pir Bektaş-i Veli’nin anlatıldığı Vilayetname’de, onun Ahmet Yesevi ile aynı dönemde yaşadığı, Hac’da/ Kâbe’de namaz kıldığı, A. Yesevi tarafından Anadolu’yu Müslümanlaştırmak için güvercin kılığında gönderildiği ve hatta Osmanlı imparatorluğunun kurucusu Osman Bey’le de aynı
Sayı 43
SERÇEÞME
Bu yazı Köksüz İnternet Sitesi’nde bulunan “Lolan’ın Blogu”ndan alınmıştır. Hüsnü Çavuş canın Alevilik-Bektaşilik üzerine yazılarına şu adresten ulaşılabilir: www.koxuz.org
dönemde yaşadığını okuyoruz. Oysa Bektaş-ı Veli’nin anlatıldığı Vilayetname’de ki Bektaş-ı Veli’nin gerçek Pir Bektaş-i Veli ile bir ilgisi yoktur. Ve oradaki bilgilere göre bir Sünni gibi yaşamaktadır. Şimdi de bu kısa yazıda bu bilgilerin neden gerçek olmadığının ipuçlarını görelim. Her şeyden önce Pir Bektaş-ı Veli 1271 yılında Hakk’a yürüyor. A. Yesevi ise 1160’ta. Nasıl oluyor da A. Yesevi öldükten 111 yıl sonra P. B. Veli onunla görüşüyor ve onun emriyle Anadolu’ya Güvercin kılığında uçarak geliyor? Yine nasıl oluyor da, 1271’de ölen P. B. Veli 1280 sonrasında Osman Bey’le görüşüyor? Şimdi de bu Vilayetname’nin ne zaman yazılmış olduğuna bir bakalım. İlk Vilayetname’nin 1480’de düzenlenmiş olduğunu araştırmacılardan öğreniyoruz. Bunu yazan Bektaşi Babasının ise, Osmanlı düzenine hizmet eden bir kişilik olduğunu ve dönemin Balım Sultan karakterinde bir işbirlikçi olduğunu görüyoruz. Ayrıca Vilayetname’nin yazıldığı o dönem, aynı zamanda Anadolu Alevilerinin Yeniçeriler ve Osmanlı tarafından katliamlardan geçirildiği dönemdir. Açıkça anlaşılmaktadır ki, siyasi kaygıların bir sonucu olarak hazırlanmış bir Vilayetname ile karşı karşıyayız. Görüldüğü gibi, P. B. Veli örneği bile, Alevi canların geleneksel bilgilerini bilimin süzgecinden geçirmelerini zorunlu kılıyor. Elbette anne-baba ve dedelerimizden öğrendiklerimizin iz ve etkilerini silmek kolay olmamaktadır. Ama gelecek nesillere eksik ve yanlış bilgilerimizi aktarma hakkımızın olmadığını da bilmek durumundayız. “Dedelerimizden öğrendiklerimiz bizi bir arada tutuyor. Bunlardan vazgeçersek dağılırız, yolumuzu kaybederiz” diyenler hep olmuştur ve olacaktır da. Bu savunmayı yapanların, Alevi inancına uygun bir kaygı taşımadıklarını hatırlatmak ve Aleviliği tarihi ve felsefi açıdan mutlaka incelemelerini önermek gerekmektedir. Sonuç olarak, bilimsel teknik devrimin gelmiş olduğu aşamada, bugün bulunan bir fosilin binlerce yıl öncesine ait olduğu saptanabilmektedir. Bu nedenle şecerelerin hangi dönem de yazıldığını ve gerçek olup olmadığını tespit etmek oldukça basittir. Bunlara inananların bilgilerini tekrar gözden geçirmesi Alevi olmanın da bir gereğidir. Böylece yeni nesilleri Aleviliğin geçekleriyle buluşturmak daha da kolaylaşacaktır. Kuşkusuz bu oldukça hassas bir konudur. Ama bu hassasiyetleri aşmak da önemlidir. Einstein’ın demiş olduğu gibi, “Önyargıları değiştirmek, atomu parçalamaktan daha zordur.” Ama hayat öğrenerek yapılan bir yolculuktur. Bu yolculuğu ancak bilimsel bilgiyle anlayabiliriz. Zaten özgürleşmek de bu yolculukta kazanılıyor. Elbette bilimin ışığı karanlığı sevenleri korkutur. Ama Aristotales’in demiş olduğu gibi, “insanların en çok korktukları rüzgârlar, saklı yerlerini açan rüzgârlardır.” Bu nedenle, bilimsel kaygıyla hareket eden Alevi gençler, bir rüzgâr gibi esmelidirler. 1 Temmuz 2008
Temmuz 2008
Gezgin Âşık Davut Sulari Seda Coşkun Davut Sulari, âşıklık geleneğinin izinde kentten kente, köyden köye dolaşırken hemen her canın “gönül suyu”nu mayaladı. Sanatında kendini gösteren farklılık, eserlerine kattığı kendine has çeşni, kimliğinin özgünlüğü oldu. Geçmişin yaşanmışlıklarından derlediği yol kültürünü harmanlayıp gelecek kuşaklara sundu. Davut Sulari, saz çalan, üreten, yöresel ezgileri müzikle buluşturan, ustaların eserlerini, yörelerin türkülerini insanlara sunan mahalli bir âşıktır. Sanatında Alevi-Bektaşi kültürünü yansıtan, tasavvufi şiirlerinin yanı sıra, aşk ve sevda şiirleri önemli bir yer tutar. Taşlama, dudakdeğmez, atışma gibi türlerde de eserler veren Davut Sulari, toplumsal, sosyal ve siyasi sorunlara karşı da duyarlıdır. Hayata karşı söylediği türküde dillenir düşünceleri: Dünya arsızındır, fırsat pirsizin Rağbet yalancının, refah arsızın Azap yoksulundur, göçük yersizin Sefil sergân olmak bu da mı hayat Boynum eğri, benzim sarı, karnım aç Kazancım top dünya saha ettim maç Gömleğim yok yatağımdır kızgın sac Budalaca kalmak bu da mı hayat Mazlum Davut Sulari’yi yaratır Gelen günler geçen günü aratır Aradan kalktı mı hörmetle hatır Sararıp da solmak bu da mı hayat Kaderci bir yaklaşımı çağrıştıran sözler, bir isyancının haykırışlarına dönüşür. Adaletsizlik, yoksulluk aşığın sazından dökülür; kime, nereye gideceği bilinmez. Gezip gördüğü yerler vardır, kulaklarıyla duyup, bilgisiyle, sezgisiyle, görgüsüyle yoğurup çeşitlendirdiği. Haksızlıklara karşı, hayatı çirkinleştiren arsıza, yalancıya karşı, durmaksızın geziyor, üretiyor, renklerden, kokulardan alıyor, kendi balını sunuyor doğaya, insanlığa. Aşığın sözü; yola, Hakk’a aşk ile bağlı olmanın, inancın, felsefenin ışığıyla aydınlanıyor. İnsanı temel alarak, bilimin yol göstericiliğiyle ilerleyerek, özünü bilip, nefsini sınıyor. Yoksulluğun yüklediği omuzları yapıtlarıyla, sesiyle, müziğiyle güç buluyor. Sahici bir hevesle inandıklarının gerçekleşmesi sevinciyle başladığı yolunun takipçisi olarak, “güzele, iyiye” olan inancını yitirmeyerek, karşısına dikilen “sahte hayaletlerden” korkmamış, sözünü sakınmadan, sazını kalkan bilip doğru bildiğini haykırmıştır. Kemale ermemiş, sınanmamış ruh, bilgiyle yıkanarak yetkin hale gelir. İnsan-ı kâmil olarak nitelendirilen olgun insan olma yolunda yuvarlanmayan ve yoldan çıkan bir insan canlansın gözlerde. Gönül gözünün topluma, genelinde insanlığa karşı kör olması büyük boşluklar açar. Kişi kendi aldanmışlığında kaybolur, buharlaşmış aynalarda göremez olur kendini ve yaptığı aymazlıklar vicdanından silinir. Ozan, insanı değiştiremese bile onu eğitir, varolan değişmese de bu tutumundan asla vazgeçmez. Düşünceleri akar gider hayat devam ettikçe: İnsanlar hayatın içindeyken çelikten zırhlarını üzerlerine giydiler, eski anlar hatırlandığında, yere yuvarlanan bembeyaz bedenler incinmedi. Kalbimiz ki, kabuklansın, gözyaşları zayıf kalmalı, kabuklar kanamaya hiç yüz
tutmayacaklar, bedenimiz kaskatı kesilsin, gevşeyip, tatlanıp, bırakmasın kendini. Sessizlikten kaçıp gürültüye koşuyoruz, duygusallığı bir köşeye bırakıp vahşete. İnsanlığı bırakıp, hayvanlığa doğru yol alıyoruz Bir babaya söylenen bu sözlerde olduğu gibi “….insan olmaya çalışmak sana da bana da zarardan başka bir şey getirmedi. Bakalım biraz da hayvanlığı tecrübe edelim!...” Sesimiz ki, kısılmayı bekler, ayaklar altında un ufak olmadan ufak bir ayak çalımının üzerimize değmesini bekler gözler. Sesler gürleşir, diğer bir sesin baskın çıkmasıyla alçalacak, kulağımız, ağzımızdan çıkanın farkına varmayacak. Bir inanışa göre insanın yüzü hakikatın aynasıdır. Yüze yansıyan duygular kalbin getirdikleridir. Yüzler silikleşir, ifadeler buzdan, donar kaskatı, kıpırdatamayız. Kalenin içindeyiz, dışarıya örtülüyüz, bakışlar kapalı, yüzler seçeriz, bakarız, görmeye çabalarız. Kendini anlatanı dinler, üzerindeki tozları silkeleriz, ellerimizin yorgun direnciyle, bu sefer net görmeliyiz. Kahkaha sesleri, kadeh şıkırtıları, işçi bağırışları, yüksek perdeden haykırışlar birbirine karışır. Elden kaçıp gitmiş kuşlara bakılır, peşimizde dolaşıp duran kediler kovalanır. Sadık bir köpeğin bakışıyla dalıp giden gözler. Sallanan kuyruğuyla vücuduma yayılan ürperme. Ardından dalların arasında, ağaçların altında göze görünen çocukluk, bilincin derinliklerinde kollarını savurup, yüzmeye çabalar, düşer, kalkmaya çabaladıkça daha da tökezler ayakları, kalkamaz. Ne kabullenir, ne de vazgeçer. Silkinir, düşünür; duyguların şekil değiştirdiğine şahit olur, doğru bildiklerin değiştiğine, sevdiklerin candan geçtiğine. Seslerin silikleştiğini, duyulmaz olduğunu, gözlerin, bakışlarını kaçırarak uzaklaştığını ayırt ederiz. Dünyanın koşturmasına dalarak, gülümseyen, insancıl bakışlardan uzaklaştığının farkına varmaz. Diğer tarafta, zorladığı bedeni bu sefer kötünün acısıyla çırpınır. Bir gönül ki, üstesinden gelemeyeceği sandığı her darbede hırpalansın, dağılsın, ama toparlanmayı bilsin. Bunu bellemişti, aklının bir köşesinde sıcacık bir ses söyleniyordu; “bu kadar, bundan daha kötüsü de olacak, alışsan iyi olur”. Sevginin adını her anışında bir güç diye söz ediyor olsa da, kızıyor aslında ona. Sevgi denilen şeyin ipekten ördüğü ağın içine düşmesi ne denli kısaydı. Bir sesin peşi sıra düşmek, tatlı bir dilin ardından yürümek, dilin hüneri gösteriyor kendini, kendine çekiyor, ardından zehir akıtacak belki kimbilir…. Hayatını renkli hayallerle bezemek isterken; şaşkınlık, hayal kırıklığı, üstüne sitem, yıkılmış bir hal eşlik etmekte düşüncelere. Kaygılanmakta haklıydı, yok olanın ardından birkaç damla gözyaşı ve sineye çekmek yeterli miydi… İyiliklerin el ele verip gelmelerini beklemektense, onların ara sıra uğrayacaklarını inandırmalı benliği. İyilikler karşısında duyulan böbürlenme seslerine kulaklarımızı uzaklaştırmalı. Onlar aynı çamurlu kaplar içine, eskimiş gülümseyişleriyle, başlarını daldırdılar ve yine bilindik bir sinsilikle kafalarını öne eğdiler. Görülmediğini sandılar. Ezip geçerken yüzlerinde yine o gülümseyiş. Sırtlarına yükledikleri aynı güven duygusu, vermedikleri, kimsenin alamadığı, varmış gibi görünen. Uzattıkları eller kirlenmiş, silseler de temiz mendillerle. Duruşlarında sahte iyimserlik, bakışları hâlâ yalan, gösterdikleri gerçeklik. İçine dolduğumuz, kabımızdan taştığımız bu atmosfer böyle bir yer.
23
SERÇEÞME
Katıldığımız Etkinlikler ve İzlenimlerimiz Ahmet Koçak
DERVİŞ KEMAL
İnsan
Topçu Baba Anma Etkinliği
Dünya kurulmazdan önce Bir şey yoktu bunda mevcut Yüce tanrı “kün” deyince Nice evren buldu vücut Oddan dünya döne döne Soğuyarak toprak oldu Zemininin üzerine Türlü türlü bitki doldu Sonra yüz bin mahlûkat Mekân tuttu bu cihanı Hepside canlıydı fakat Biri bilmedi Rahman’ı Şöyle bir düşündü Tanrı… Ben bir gizli hazineyim Yaratayım insanları Artık ben de bilineyim Her aksamı tam olarak İnsanı yarattı Rahman Akıl mantık kullanarak Tanrıyı keşfetti insan İnsanoğlu öyle mümtaz Bir varlık ki yok benzeri Tanrı bile yaratamaz Bundan üstün bir eseri Kişi, bu eseri yıksa Tanrı’yı yıkmış sayılır Nefse uyup baştan çıksa İnsanlıktan mahrum kalır Ermek için uygarlığa Bir kurala uymak gerek İnsan denen o varlığa İçten saygı duymak gerek Derviş Kemal uyanarak İnsanlık nedir bilelim Bu gerçeğe dayanarak Sevelim de sevilelim 13 Aralık 1979
24
Kırklareli, Kofçaz, Topçular köyünde her yıl yapılan “Topçu Baba Anma Etkinliği” 21 Haziran Cumartesi günü, saat on ikide başladı. Açış konuşmasını Topçu Baba’yı Anma Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Mustafa Can yaptı. Gazi Cemevi Semah Ekibi, Malatya Arguvan Semah Ekibi, Hubyar Semah Ekibi ve Topçu Baba Semah Ekibi semah döndüler. Yerel sanatçılar ve yöre sanatçılarından Hasan Öztürk ile Hüseyin Yaltırık programda yer aldılar. Uzunköprü’de yaşayan, yöre gelenekleri ve inancı içinde pişip, yetişmiş halk ozanı Derviş Kemal de katılımcılar arasındaydı. Sahneye davet edilen Derviş Kemal kendisine ait birkaç deyiş ve şiirini okudu. ABF Genel Başkan Yardımcısı Ali Kenanoğlu da Alevi-Bektaşilerin gündemi üzerine bir konuşma yaptı. Esat Korkmaz ise AleviBektaşi felsefesi üzerine konuştu. Etkinlikte, Dertli Divani, Mustafa Kılçık ve Can Kalaycıoğlu’ndan oluşan Hasbıhal grubu deyişlerden oluşan güzel bir program sundu. Etkinlik lokmaların yenmesi ile sona erdi.
Susmayan Nefes Pir Sultan Abdal Anadolu Meydan Sahnesi tarafından sergilenen “Susmayan Nefes Pir Sultan Abdal” adlı oyunu 5 Temmuz, Cumartesi akşamı Caddebostan Kültür Merkezi’nde izledim. Oyununun derlemelerini Fatih Korkmaz, Leyla Ünver ve Mahmut Karakaya yapmış. İki perde müzikli oyun olarak tasarlanmış projeyi, Aytekin Özen yazmış ve yönetmiş. Oyunun Proje Danışmanları; Araştırmacı-Yazar Lütfi Kaleli, Halkbilimci-Yazar Ali Haydar Avcı, Şair-Yazar Ataol Behramoğlu, Gazeteci-Yazar Miyase İlknur, Sanatçı-Yapım-
cı Ekrem Ekrem Ataer, Karacaahmet Derneği Başkanı Muharrem Ercan, Bağcılar Cemevi Semah Öğretmenleri Mehmet Aydoğmuş ve Kamber Şimşek. Oyunun tanıtan broşürde ve Destan Ana’nın oyunun başında anlattığı tarihsel süreç “Susmayan Nefes Pir Sultan Abdal” oyunun da şiirsel bir tatla anlatılmış. “Oyunumuzda; tarihin tozlu sayfalarında unutulmaya ya da unutturulmaya yüz tutmuş destanları anlatırız. Anlatırız ki, sömürüye karşı duranlar, özgürlüğe nefes verenler darağaçların ilmiğinden günümüze bakarken unutulmasınlar. Hep hatırlansınlar, insanlığın bu utanç veren karanlık yüzüne ‘aydınlık ışığını yakalım’ diye. Utanmasın doğan güneş, utanmasın çocuklarımız, utanmasın artık yarınlara beslediğimiz umutlarımız. Oyun; on altıncı yüzyılda geçer. Osmanlı’nın uyguladığı yanlış siyasetle, kardeşi kardeşe kırdırdığı, ağır vergiler altında halkı yokluğa ve yoksulluğa ittiği, acımasızca sömürdüğü yıllardayız. Sömürüye karşı duranlar, hakkını arayanlar zindanlarda işkenceler görüyor, sonra da asılıyorlar. Kısacası: Zalimin mazlumu kılıçtan geçirdiği yıllardır o yıllar. Evet can dostlar, insanlığın özgürlük tarihinde, türkü ve deyişleriyle hiç susmayan bir nefes olmuş Pir Sultan Abdal’ı, dilimizin döndüğünce sizlere anlatmaya çalışacağız. Sürç-i lisan edersek affola”. Oyun iki saatten fazla olmasına rağmen izleyicileri bir an dahi olsa kendinden koparmıyor. Oyunda yer yer güncel konulara, örneğin “ananı da al git” azarlamasına göndermeler yapılmış. 2 Temmuz anısına hazırlanmış oyunun sonunda 1993’de Sivas’ta kaybettiğimiz canlar için hazırlanmış bir slayt gösterisi de günümüzle bağlantı kuruyor. Destan Ana’nın elinden seyircilere ulaşan oyunun sonundaki sürpriz de izleyenleri gerçekten candan etkileyor. Çoğu amatör oyunculardan oluşan, bin bir zorlukla hazırlanmış, yoğun emek sarf edilmiş bir proje; “Susmayan Nefes Pir Sultan Abdal”. Toplumsal değerlere duyarlıyım diyen her kişi, örgüt ve kurum bu projeye destek vermeli, geniş kitlelere ulaşmasını sağlamak için çaba sarf etmelidir. Anadolu Meydan Sahnesi tiyatrosunun kurucularını, teknik ekibi ve oyuncularını emeklerinden dolayı kutluyor ve sizlere de “aşk ile” diyorum.
Sayı 43
SERÇEÞME
PSAKD Sultanbeyli Bir Tuğla da Sizden Etkinliği PSAKD Sultanbeyli Şubesi tarafından organize edilen etkinlik 6 Temmuz günü yapıldı. Cemevi bahçesinde yapılan etkinliğe yaklaşık beş bin kişi katıldı. Yerel sanatçıların sahne aldığı öğlen saatlerinde yöneticiler ve katılan konuklar bire konuşma yaptılar. Etkinliğin gerçekleşmesinde önemli katkısı olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclis üyesi Hüseyin Sağ, konuşmasında Alevi toplumunun verdiği bu cemevi yapma mücadelesinin yanında olacağını dile getirdi. PSAKD Genel Merkez ve Kadıköy Şube Başkanı Feti Bölügiray devletin cemevlerine karşı olan tutumunu dile getirdi. Çok sayıda yerel sanatçının katıldığı etkinliğe Erdal Erzincan-Muharrem Temiz-Tolga Sağ’dan oluşan üçlü sahnede “Türküler Sevdamız” dediler. Etkinliğe katılan diğer sanatçılar ise Grup Yorum, Erdal Bayrakoğlu, Pınar Sağ ve Ali Doğan oldu. Etkinlikte Tiyatro Simurg “Sivas Yandı 15 Yıl Oldu” adlı oyunu sergilediler. Cemevi inşaatının tamamlanması için yapılan “Bir Tuğla da Sizden” etkinliği saat on dört’te başladı; yirmi iki de sona erdi.
Şube Başkanı Şah Haydar Nakay’ın Etkinlikte Yaptığı Konuşma. Biz ki Pir Sultan’ın avazıyız. Yüzlerce yıl öncesinden gelir sesimiz. Nice kıyımlar, katliamlar yaşadık. Nice zulümlerden, ateş çemberlerinden geçip de bugünlere geldik. Ama ne mutlu bizlere ki zalimin zulmü karşısında boyun eğmedik. Hep haktan ve haklıdan yana olduk. Bizi biz yapan bu gelenek, bu değerler, bu inançtır. Nasıl vazgeçeriz ki bunlardan. Bugüne kadar bunca zorluklar içinde koruduğumuz inancımızı, değer ve geleneklerimizi nasıl yok sayabilir, ya da unutabiliriz ki? Asla! Asla vazgeçmedik, vazgeçmeyiz. İnancımızı inkâr etmeye, yok saymaya çalışanlar oldu. Ya bizi yok sayma politikalarına boyun eğecek ve sesinizi çıkarmayacaktık, ya da her türlü bedeli göze alarak inancımızı koruyacaktık. Çünkü haklı olan biziz. Haklı olan Pir Sultan’ın yolunda yürüyenlerdir. Çünkü biz “Haksızlığa boyun eğenler yalnızca haklarını değil, onurlarını da kaybederler” diyen bir soydan geliyoruz. İşte bu güçle buradayız. Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle tek bir yumruk olduk. Hepimiz umutlarımızı bağladık. Hepimiz yıllardır süren hasretimizi döktük. Ufacık çocuğundan en yaşlılarımıza kadar herkesin emeğini kattık. Bir olduk, diri olduk, iri olduk. Ve elbette bugüne kadar yaşadığımız bütün sıkıntı ve zorlukları bizlerle birlikte yaşayan, çözüm bulmak için hep yanımızda olan, bizlerle birlikte emek harcayan bütün dostlarımıza, canlarımıza ayrıca teşekkür ediyorum. Birliğimiz, dirliğimiz, iriliğimiz hiç bitmesin. Biz bütün haksızlıklar karşısında da aynı inanç ve kararlılıkla duralım. Demokrasi ve özgürlük mücadelesinde biz büyük bir gücüz. Gücümüzün farkında olalım. İnancımızı, değerlerimizi, geleneklerimizi korumak ve daha da büyütmek için gelin canlar bir olalım.
Temmuz 2008
Şube Denetim Kurulu Başkanı Sadegül Çavuş’un Konuşması Öncelikle, on beş yıl önce diri diri yakılan Sivas Şehitlerimizi saygıyla anıyoruz. Unutmadık unutturmayacağız. Cemevimiz yıkım tehdidiyle karşı karşıya. AKP’li Belediye Başkanı Dr. Alattin Ersoy’un şikâyeti üzerine Sultanbeyli Cemevinin yıkımı için açılan davayı kaybettik. 20 Mart 2008 tarihinde Sultanbeyli asliye hukuk mahkemesi ruhsatsız kaçak binanın yıkımına karar verdi. Her şey yedi yıl önce Sultanbeyli’nde yaşayan Alevi halkın kendi inançları gereği ibadetlerini yapacakları bir cemevi yapmaya karar vermeleriyle başladı. İlk kazmanın vurulduğu, ilk harcın karılıp, ilk tuğlanın konulduğu o günlerden bugüne olmadık engellemeler, baskı ve yıldırma politikasıyla karşılaştık. Davalar mı açılmadı. Zabıtaların fiili saldırısına mı uğramadık. Cemevi inşaatında çalışan araçlar mı bağlanmadı. Halkımızın destek ve dayanışmasıyla elde ettiğimiz inşaat malzemelerimiz mi çalınmadı... Alevi halkın yoğun olarak yaşadığı mahallenin adı değiştirilip Yavuz Selim Mahallesi mi yapılmadı. Engellemelere, baskılara ilişkin örnekler daha da uzatılabilir kuşkusuz. Ancak bu örnekler bile AKP’li Belediye’nin Alevi halka karşı bakış açısını ortaya koymaya yeter. Yeri geldiği zaman halka şirin görünmek, şov yapmak için, bütün inançlara saygı duy-
duklarını söylerler. Yalandır. En azından biz kendi yaşadıklarımızdan çok iyi biliyoruz ki, devletin resmi inancından farklı bir inancı taşıyan bizler şimdiye kadar hep aşağılandık ya da inancımız yok sayıldı. İnancımızın yok sayılmasını elbette kabullenmeyiz. Aşağılamalara karşı tavır alır, saldırılara karşı direniriz. Elbette inançlarımız neyi gerektiriyorsa öyle yaşamak istiyoruz. Hiçbir baskı ya da zor yöntemi bizim inançlarımızla, düşüncelerimizle birlikte yaşamamızı engelleyemez. Engelleyememiştir. Alevi halkının tarihi bir yerde bu gerçekliğin tarihidir. Bu tarihimizle, yarattığımız mücadele geleneğimizle onur duyuyoruz. İstanbul’da tek kaçak yapı Sultanbeyli Cemevi değildir. Milletvekillerinin, bakanların, bürokratların, zenginlerin sahip olduğu kaçak villaları yıkın önce. Biliyoruz yıkmazsınız, yıkamazsınız. Yıkıma karşı direneceğiz. İnancımızın yıkıma uğratılmasına, ibadet yerimizin yıkılmasına karşı direneceğiz. Zulme karşı direnmek en doğal, en meşru ve kutsal hakkımızdır. Hiçbir güç uğradığımız bu haksızlığa karşı direnişimizi engelleyemeyecek, cemevimize sahip çıkacağız. Yüzlerce yıldır, İmam Hüseyin’in miras bıraktığı “Zalimin zulmüne karşı çıkmamak mazluma yapılacak en büyük kötülüktür. Ben zalimlerle birlikte varlık içinde yaşamayı alçaklık, zalime karşı gelerek bulacağım ölümü ise yücelik sayarım.” öğretisiyle haksızlıkların karşısında boyun eğmedik, başımız dik durduk. Yine öyle olacak. Onlar yıkmak istiyor. Biz yapacağız.
25
SERÇEÞME
Her Dosta Bir Post
SAİT KAYA
Yönümü İnsana Döndüm Her gördüğüm insan değil Yönümü insana döndüm İnsanlık önünde eğil Yönümü insana döndüm İnsan yarattı bilimi İnsan konuştu dilimi Ona uzattım elimi Derdime dermana döndüm Gönlüm açık aklım duru Düşünce insan unsuru Enel Hak bildim Mansur’u Ol darı divana döndüm Dostu bulup aç içini İçinden kaldır at kini Düşündükçe Bedrettin’i Ondan akan kana döndüm Duymuyor yobaz kesimi Ondan yükselttim sesimi Yüzüldü Seyyid Nesimi Bedeni üryana döndüm Ne şu hilafetin başı Ne arabın kara taşı Anladım Hace Bektaş’ı Deryayı ummana döndüm Hem insandım hem akıldım Bazen çarmıha çakıldım En son Sivas’ta yakıldım Kavruldum büryana döndüm Sait’im ey canlar canı İnsansan tanı insanı Örnek aldım pir sultan’ı Pirim pir sultan’a döndüm
Gelem Sana Adam gibi yaşa ölme Diri kal ki gelem sana Onurlu yaşa küçülme İri kal ki gelem sana Rüzgâr essin esin esin Çağla ak duyulsun sesin Gönlündeki ser çeşmesin Duru kal ki gelem sana Çekip gitme bu diyardan Ölürsün tipiden kardan Boşuna esen rüzgârdan Geri kal ki gelem sana Seven sevilenden üstün Sev deyince neden küstün Sevgiyi seven dostun Biri ol ki gelem sana Var ise namusun arın Sana onur katar yârin Hakka giden âşıkların Sırrı ol ki gelem sana Sait böyle kalem çalan Belki gerçek belki yalan Beynimde asılı kalan Soru ol ki gelem sana
26
Kendal Dogan Alevi hareketindeki kronikleşen ilkellik, yüzeysellik ve köylülük tarzı aşılması gereken zorunlu bir süreçtir. Bu süreç Alevi aydınları, entelektüelleri ve yol erleri tarafından aşılacaktır.
T
ÜRKİYE’DEKİ Alevi hareketi, toplumsal muhalefetin ana kitlesinin içinde belirleyici şekilde yer alması bakımından, son on beş yılda bütün tarihinin en parlak dönemini yaşamaktadır. Bu yıllar içinde, Alevi hareketi sınıf mücadelesi de olmak üzere, toplumsal sorunların dile getirildiği, demokratik tüm karşı duruşların yanında yer almıştır. Alevi hareketinin son on beş yılı, geçilen dönem itibariyle önemli ve edinilen deneyim itibariyle tarihi bir değer taşımaktadır. Aleviler içindeki farklı örgütlenme anlayışları ve tarzları, bu örgütlülüklerin talebi ile ilgilidir. Buna karşın, kitle hareketi görünümünde ve Alevi aydının önderlik edemediği örgütlülük çoğu kez, kendiliğinden bir hareket olarak anılmaktan kurtulamamıştır. Bu durum kuşkusuz açıklanabilir bir şeydir. Alevi hareketin içinde geliştiği ulusal ve uluslararası koşullara ve sürecin gelişme özelliklerine şöyle bir bakmak bunun için yeterlidir. Örgütlülükler içerisinde geniş ölçekli tasfiyeler, gereksiz gerilemelere, talep ve projeler anlamında kabızlıklara yol açmıştır. Alevi örgütlülüğü, genelde ileriye gitmesine karşın, açık mücadele de yaşanan bir tür durgunluk, atalet ve kısırlığın anlaşılamaz devamı örgütlü insanların örgütsel isteksizliklerinden ayaklanmaktadır. Alevi derneklerinde örgütlenen insanlar arasında, deneyim ve bilinç birikimi, önemli mesafeler aldığı halde, bu durumun önderlik etme, görev alma bilincine ulaşmadığı görülmektedir. Örgütlülük içindeki özgün Alevi öğretisinin birikiminin sağlanması ve ileri kuşaklara aktarımı yönündeki bilinçli ve örgütlü güçlerin darlığı, zayıflığı; Alevi hareketinin stratejik sorunu durumundadır. Bu sürece Alevi aydın inisiyatifinin müdahalesi gerekmektedir. Aksi durumda hareket örgütlülük düzeyinden kendiliğinden hareket düzeyine inecektir. Bilindiği üzere, toplumsal içerikli hareketler, (örgütlü olanı) nesnel koşullarla öznel etkenlerin ileri düzeyde ve hareketteki belli istik rar sürecinde tam çakıştığı olağanüstü dönemler dışında, öyle kolayca bağımsız politik hareket özelliği kazanamaz. Ancak Alevi hareketi özgün koşulları nedeniyle, bağımsız bir hareket olarak doğmuştur. (2 Temmuz Katliamı nedeniyle) Anadolu Alevi hareketinin, on beş yıllık gelişmesine karşın, örgütsel/kurumsal anlamda yeterince gelişmemesini; tarihsel deneyimin zayıflığına, ülkenin toplumsal, politik geleneklerine, yeni kuşaklara aktarılacak bir deneyimözdeneyim birikimine olanak vermeyen tasfiyeler gibi nesnel nedenlerine bağlayabiliriz. Ancak tüm bu etkenlerin yanında, örgütlülüğe önderlik eden kişiliklerin örgütlülükteki
istekliliği, özeni, samimiyeti, formasyonunun kısaca örgütlülükteki yeteneğinin oynadığı rolü de mutlaka görmek gerekir. Esas olarak, her istenmeyen gelişmede olduğu gibi; hareketin zayıflıklarında, kendini anlatamama, gereksiz tartışma düzlemlerine çekilmede (Alevilerin İslam’ın içinde mi? dışında mı? gibi gereksiz ve anlamsız tartışmalar) örgütlülüğün başında bulunan, önderlik eden insanların, olumsuz etkilerinin örgütsel gelişmeye olumsuz katkıları anlamında ne kadar önemli olduğu her yaşanılan süreçte ortaya çıkmıştır. Alevi örgütlülüğünün ortaya koyduğu dağınıklık görünümü ve çalışmalarındaki zayıflık, tasfiyeci kişi ve kişiliklerin örgütlülüklerdeki çabasının sonucu olarak değerlendirmek gerekir. Her dosta bir post arama çabası, hastalık düzeyine ulaşmış; her yerde var olma kaygısı ile buluşunca da bu çaba, Alevi hareketini bilinçli güçlerini biriktirememesi durumu ile başbaşa bırakmıştır. Bu durum ilkellikleri, örgütlenmede kesintileri, başkaca zayıflıkları da ortaya çıkardığından, özgün Alevi öğretisinin ileri düzeyde yeniden teşekkülünü olanaksızlaştırmaktadır. Bu kadar olumsuzlukların sayıldığı Alevi örgütlenmesinde, olumluluk anlamında özgün öğretinin (Bu cümlede ısrar etmemin nedeni kalıplanamayacak bir öğreti bir kalıba sığdırılmak gayesi ile içi boşaltılmasının istenmesi) çok yol aldığını da söylemek gerekir. Dürüstçe, namusluca verilen her emeğin, yol erlerince yola harcanan enerjilerin hakkını ayrıca vermek gerekir. Anadolu Alevi aydınlanması örgütlülüğünde, temel yönüyle özellikle Pir Sultan Abdal Derneği önderliğinde yaratılmış, kazanılmış, ortak akıl sayesinde, gelişme devrimci bir hareketi niteliği kazanmıştır. Bu örgütlenme tarzının diğer Alevi örgütlerinde gelişmesi, Alevi hareketini geleceği için oldukça önemlidir. Köylülüğün, gelişememenin vermiş olduğu darlık aşılmalı, gericileşme engellenmelidir. Pir Sultan Abdal Örgütlülüğünün dışındaki diğer Alevi örgütlenmelerinde; neresinden, nasıl bakılırsa bakılsın; örgütlülüklerde halen etkili olan köylülük, ilkellik ve yüzeyselliklerin ifadesi olan darlıkların, günübirlikçilik, beceriksizlik ve kesintililik gibi zaafların, giderilmediği gerçeği ortadadır. Alevi hareketindeki adeta kronikleşen ilkellik, yüzeysellik ve köylülük tarzı aşılması gereken zorunlu bir süreçtir. Bu süreç Alevi aydınları, entelektüelleri ve yol erleri tarafından aşılacaktır. Aksi bir durum tüm kazançların, dolaysıyla Alevi öğretisinin korunmasını zorlaştıracaktır. Bu durumda, yeni ve zor bir sürecin önümüzde olduğunu kabul etmek zorundayız. Yeni sürecin zorlukları karşısında onurlu dik ideolojik duruş düzleminde, politik-moral yönden rolümüzü ortaya koyma anlamında, Alevi hareketinin politik eğilimlerini ve istikrarını geliştirmesine; ülkemizdeki toplumsal mücadelelerinin yanında, geçmişten daha güçlü bir şekilde yer almasını sağlamaktır. Alevi aydınlarına, yol erlerine, yol bilenlerine, yeni süreçte düşen görev; eksiklere gözlerini kapatmadan, cesaretle, azimle ve kararlılıkla, Alevi hareketini, dünden bugüne kazanımlarıyla, örgütlü çabaların birikimiyle gelen Pir Sultan çizgisinin yaşam bulmasını sağlamaktır. Tüm bu örgütlenme çabamızın bir nedeni, yaşamımızın öğretimizle birlikte, ülkemizde yaşayan farklı etnik ve inançtan insanlarla birlikte kardeşçe yaşama arzumuzdur.
Sayı 43
SERÇEÞME
DERVİŞ KEMAL
Başka Arz edem size halim, benim unvanım başka Kuş gibi söyler dilim, benim lisanım başka Ben de ceme girmişim, Pir’e ikrar vermişim Bir menzile ermişim, benim menzilim başka Bulmuşum gerçek yolu, olmuşum Hakk’ın kulu Camiler hoca dolu, benim imamım başka Gafletimden aymışım, cehaletten caymışım Küfrü iman saymışım, benim imanım başka Cahil kurban biner, sırattan geçiş dener Koç kesmek değil hüner, benim kurbanım başka Ben kendime gelmişim, gerçek nedir bilmişim Can tendeyken ölmüşüm, benim devranım başka Kâğıt olsa buruşur, yaprakları karışır Dili vardır konuşur, benim Kuran’ım başka Atam dedi: şunu bil, Türkçeye eyle meyil Okunan ezan değil, benim ezanım başka Ten gözüyle seçilmem, bühtan ile küçülmem Her mihenkte ölçülmem, benim mizanım başka
Tuzla’ya Nasıl Bakmalı? Haydar Kalkan
12
EYLÜL, gerçekten insanlık tarihinin en başarılı askeri darbesi midir? Bütün toplum bir araya gelemez, tepki gösteremez, umursamaz veya umarsız kılabilen; otuz yıla yakın bir tarih kesitinde hala en doğal hak ve özgürlüklerin kendinden esirgenmesi karşısında, böylesine sessiz kılınmış bir halk yaratabilen bir darbe dünya militarizm tarihinde görülmüş müdür? Böylesine yenik bir halk, demokrasiyi tartışmayı hak ediyor mu gerçekten? Dünyanın herhangi bir yerinde emeğin böylesine hor görüldüğü, ölenlerin böylesine kolay dünyadan siliniverdiği olay var mıdır Tuzla gibi? Vatandaş olanlar, dindar olanlar, dinsiz olanlar, cumhuriyet mitinglerinde meydanları dolduranlar, “Vatan-Millet-Sakarya” diyenler, insan olanlar, insanlık onuruna hiç mi borcunuz yoktur? Tuzla’da son altı ayda yirmi üç işçi hayatını kaybederken, haktan hukuktan söz etmek ne kadar mümkün? Bir işçinin ölümü, bir tersanenin beş gün kapatılmasına eşdeğer! Dünyayı ayağa kaldırmamız lazım. Ama önce kendimiz ayağa kalkmak zorundayız. Yitirdiklerimizin dökümünü çıkarmalıyız önce. Nasıl bu hale gelmiş olduğumuza; ağrıyan, sızlayan, umursayan, hayata inanan yerlerimizi nerede, niçin kaybetmiş olduğumuza çalışmalıyız. Bizler, mücadele vererek ölen insanları ve Tuzla cinayetine kurban giden tersane işçilerini, timsah gözyaşlarıyla uğurlamak yerine onlar neden ve niçin öldüler sorusunu kendimize sorarsak, cevabını aramaya çalışırsak, bu umursamazlık ve nemelazımcılıktan kendimizi kurtarırız sanırım... İnsanların çok azının örgütlü olduğu bir toplumda, örgütler birlikte hareket edemiyor. Bazı yöneticilerin ihtirasları uğruna
Temmuz 2008
bir araya gelemiyor. Bazıları hasbelkader yönetici olmuş, toplumun mücadele azmini ve şevkini kırmakta. Sivas Madımak katliamından sonra yoğunlaşan Alevi örgütlenmesi, büyük mesafe kat etti. Bu örgütlere, sadece inanç örgütlenmesi olarak bakanların; Alevi öğretisi ve felsefesini iyi irdelemeleri lazım. Alevi öğretisi ve felsefesi mazlumdan yana, zalimin karşısında olan; dil, din, renk, cinsiyet ayrımı yapmayan; bütün insanları eşit gören; kısaca mazlumun yanında, zalimin karşısında olan bir felsefe ve düşüncedir. Bunu ön koşul olarak gören bir felsefeye, sadece inanç örgütlenmesi olarak bakanlar yanılırlar. Hz. Hüseyin’i, Nesimi’yi, Hallacı Mansur’u, Hacı Bektaş Veli’yi, Pir Sultan Abdal’ı, Şeyh Bedrettin’i, Nazım’ı, Denizleri, bilmiyorlar demektir! Hz. Hüseyin, Yezit’e biat etmediği için kellesini vermiştir. Pir Sultan Abdal, Osmanlı zulmüne baş kaldırdığı için kendi yetiştirdiği Hızır Paşa tarafından idam edilmiştir. Hallacı Mansur ‘Enel Hak’ dediği için çarmıha gerilmiştir. Nesimi, derisi yüzülerek öldürülmüştür. Bütün bu ulular ve pirler gerici, yobaz zalimin zulmüne karşı geldikleri için, kendilerini insanlık adına feda etmişlerdir. Onları katledenleri kimse hatırlamaz; ama katledilenler dünya var oldukça anılacaktır. Alevi uluları ve önderleri, 1500 yıldır bu mücadeleyi vererek gelmişlerdir. Ülkede demokrasi, insan hak ve özgürlüğü, sosyal hukuk devleti için Alevi, Sünni, Laz, Çerkez, Kürt, Türk aydınları ve demokratları ve devrimcileri birlikte mücadele edeceklerdir. Bu yalnız ne Alevilerin ne de Sünnilerin sorunudur. Kendisine ben aydınım demokratım diyen herkesin sorunudur. 18 Haziran 2008
Erişmişsem hikmete, gerek duymam rahmete Giden gitsin cennete, benim Rıdvan’ım başka Gönüllerde gezerim, gerçekleri sezerim Susuz yerde yüzerim, benim ummanım başka Muharremdir kederim, ahu figan ederim Yaprağımı dökerim, benim hazanım başka Çöl kahrını çekerim, boyuncuğum bükerim Gözden yaşlar dökerim, benim figanım başka Derdim başımdan gitmez, gözyaşlarım hiç bitmez Baykuşlar konup ötmez, benim viranım başka Bilen varsa söylesin, gerçek ateş şu desin Tamu bana neylesin, benim süzanım başka Bana acı erdi mi, kimse duymaz virdimi Doktor bilmez derdimi, benim Lokman’ım başka Derviş Kemal der: Haydar ünlüdür Tanrı kadar Her gönülde sultan var, benim Sultan’ım başka 12 Mart 1988
Ya Ali Cemali dinarına hayran oldum ya Ali, Aranılan ne varsa sende buldum ya Ali. Seni bilmezden evvel boş testiye benzerdim, Senin ilim çeşmenden içip doldum ya Ali. Kurucusu olduğun yolunu izleyerek, Vardım ilim şehrine kapın çaldım ya Ali. Karınca kararınca halka bir şey vermişsem, Kuşkusuz ilhamımı senden aldım ya Ali. Sen benim her şeyimsin, senden kopmak mümkün mü? Sana can-ı yürekten bağlı kaldım ya Ali. Zat-ı âlindir benim yegâne dayanağım, Her davamda ben seni vekil kıldım ya Ali. Senin yolundan giden gerçekçi erenlerin, Dergâhında ölmeden evvel öldüm ya Ali. Evliyalar şahısın, tapılacak kişisin, Bu nedenle zatını Tanrı bildim ya Ali. Derviş Kemal kulunun kusurunu bağışla, Başka kapım yok benim, sana geldim ya Ali… 22 Ekim 1977
27
SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF
İkilik Sendromu - Bölüm: II İsmail Özmen, Yargıtay Onursal Üyesi Ortodoks sözcüğü tarihte, zaman sürecinde, düşünce ve inanç atmosferinde hep değişken bir içerik ve görünüm arz eder. Etimolojik anlamı, “bir dinin ilkeleri içinde kalan, doğru yolda olan” ve “gelenekçi, geleneğe bağlı kalan” anlamlarına gelecek biçimde kullanılmıştır. Burada, her dine göre zamanla içerik ve kapsamı değişen bir olgu ve kavram ile karşı karşıya kaldığımız açıktır. Bizce burada önemli olan bu sözcüğün yorumunda kullanılmak üzere seçilecek ölçü, kıstas ve nedenlerdir. Her dine göre bu yorum ve içerik değiştiği gibi, her mezhep ve yolağa, hatta her kişiye göre de değişebilir. Örneğin Müslümanlıkta Ortodoks Sünnîler (Ehl-i sünnet adına) ve İran Şiası ise kendi adına dinde “asla ve öze en uygun yorum ve tutumun” kendilerinde olduğunu; Hıristiyanlıkta ise Ortodoks Hıristiyanlar dinin özüne en fazla kendilerinin yakın durduklarını iddia ederler. Diğer merkeze mensup tarikatlarda kendi inanç ve görüşleri doğrultusunun aksini kabule asla yanaşmazlar. Dogmalar ödün vermez, belirlenecek bir noktada toplanma ve anlaşma tanımaz. İşte ortodoks görüş hep bu darlıktadır. Asılsız, gerçek dışı kör dogmalara saplanıp kalmak insanlığa acıdan, korkudan, karanlıktan başka ne verdi ki? Acıyla bağıran tarih sayfalarındaki aymazlıkları gördükçe, insanlığın çektiklerini, dramatik halini, çıkmazlarını görüp anlamak daha da kolaylaşıyor. Bu bilinen gerçeklerle, bir takım siyasî olaylar nedeniyle felsefe ve düşünce İslâm âleminden özellikle X. yüzyıldan itibaren uzaklaşmak zorunda bırakılmıştır. Bu arada bazı Bâtınî eğilimleri bir yana bırakacak olursak, tasavvuf dediğimiz sûfîlik aslına felsefî eğilimlerle birlikte inançta gerçek İslâm’ı temsil etmektedir. Aksini kimse iddia edemez. Öyle ya, basit yaşam tarzı, insana saygı, kul hakkı yememek, Allah’la bütünleşmek, dayanışmayardımlaşma, aşına-işine ve eşine sahip olma, çalışma, alın teriyle kazanma, eline-diline beline berk olma, doğruluk, dürüstlük ve benzeri durumlar İslâm’ın özü ve esası değil midir? En büyük ibadet bunlar değil de ya ne? Kutsal bildiğimiz dört kitap hep bunu söylemiyor mu? Fark niye? Bunca bölünmeleri, parçalanmaları, birbirlerini yemeleri, aymazları anlayan beri gelsin, söylesin, bunların kimlere yararı var, hele bir düşünün, arayıp bulun. Ben bunu derim. İslâm tarihine bu açıdan baktığımızda Sûfîlik karşısında Ortodoks İslâm’ın büyük tepki göstermiş olduğunu görürüz: İnançlarından dolayı 922’de Hallac-ı Mansûr’un Bağdat’ta işkenceyle öldürülmesi, Yahya Suhreverdi’nin Halep’te ayni nedenle öldürülmesi, Seyyid Nesîmî’nin yine Halep’te şiirinde sergilediği inancından dolayı derisinin yüzülerek öldürülmesi ve daha yüzlerce örnek bunu doğrular içerik ve nitelikteki yüz kızartan olaylardır. Bunların tek kusurları, kurulu düzenin anladığı İslâm yorumunu benimsememiş olmalarıdır. Oysa sûfîler İslâm dininin yayılmasında önemli roller oynamışlardır. Örneğin İspanya’yı fetihle birlikte gelen sûfîler İberik Yarımadası’nın dört bir yanına dağılarak halkı İslâm’a davet etmişlerdir. Ama emirler bunların bu hareketine örtülü biçimde hep karşı
28
çıkıyorlardı. Çünkü gayri Müslim adedi azaldıkça vergi gelirleri de azalmaktaydı. Yine Osmanlılarda, Uzak Doğu’da Müslümanlığın yayılmasında da sûfîler etkili olmuşlardır. Düşünce Anadolu’da baskıyla susturulunca, onun yerini halk arasında şiir ve musiki almıştır. Onun için bizce sûfîliğin en güzel temsilcileri Anadolu Aleviliğinin yetiştirdiği bilge derviş ve ozanlardır. Buna karşın, yaşadığı yaklaşık altı yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğunda durmadan haşiye üstüne haşiyeler yazan ulema mensuplarının dışında büyük felsefe sistemleri kuran filozof ve düşünürler görmek olanaksızdır. Oysa Batı Descartes, Erasmus, Spinoza gibi filozoflarıyla köklere inip geçmişini tanıyarak düşüncenin alt yapısını, zeminini oluşturup geliştirerek zengin girişim ve birikimler ortamında tüm insanlık ve uygarlık için büyük aydınlanmayı müjdelemişlerdir. Ya biz de, yaratılan ne, verilen ne, siz ona bakın. Koca bir hiç değil mi? Övünmekle avunmayı bırakıp boş lafların ötesine bakmak gerek. Hıristiyanlıktaki Ortodoks ve heterodoks ayrımına koşut olarak, İslâm’daki sûfîlikte yani tasavvufta da işin ta başından beri ortodoks ve hetereodoks ikilemini görmek olanaklıdır:
a) Bu bağlamda ortodoks sûfîler akıl aracılığıyla “salt hakikat”ın anlaşılamayacağını, deneylerin getirdiği verilerle tümel’in (küllî) kavranamayacağını söyleyerek, “tevekkül” içinde dogmalara bağlı kalmaktan başka bir esenlik yolunun bulunmadığını ileri sürerler. Onlara göre insanoğlunun yazgısı sadece boyun eğmekten ibarettir. Çünkü insanoğlunun akıl ve dili yetersizdir, ne anlar ne de ifade edebilir. Ahlâklı davranış ve ibadet bireyi Allah’la bütünleştirebilir. İmam-ı Gazâlî ortodoks sûfîliğin en önemli temsilcisidir. Ona göre Allah’la bütünleşme, ahlâklı davranıp günahtan arınarak ibadetle yoğrulmaktan geçer. Allah öteki dünyada, ancak yaşarken buyruklarına uygun davranmış olanla bütünleşecektir. Bu tür Tanrı anlayışına dinler felsefesinde aşkın (müteal, transandan) Tanrı düşüncesi denmektedir. Bu sistemde iki evren birbirlerinden ayrıdır; soyut “idealler”, düşünceler evreni, bu somut maddi evreni aşmaktadır. Her şeyin özü ve esası bu soyut evrendedir. Yani Tanrı’nın soyut, mânevî katındadır. Onun için bu tür düşünce sistemleri idealist sistemler içinde yer alırlar. b) Heterodoks
sûfîlikte ise, ahlâklı davranış ön planda gelmektedir. Dahası yaşamın son ereği ahlâklı davranıştır; yetkinliğin (mükemmeliyetin) doruğu ahlâklı olmaktan geçer. Ahlâklı insan dünyasal tutkulardan, kötü ve çirkin ihtiraslardan kurtulmasını bilip vecd (ekstaz) aşamasına geçmeyi beceren inançlı kişidir. Bu yetkinlikte ruh, Tanrı birliği içinde erir, yok olur. Tıpkı Budizm’deki “nirvana” hali gibi kişilik, bilinç ve ruh Tanrı katına ulaşır. Yaşamın her anında ahlâklı davranış ibadetin en yücesidir. Oruç, namaz ve niyaz benliği kontrole, gemlemeye, istence egemen olmaya bireyi zorlayan araçlardır. Burada amaç, sadece yetkinliktir. Yetkinliği, ahlâklılığı davranışlarıyla gerçekleştiren insan için ibadet ikinci planda kalır. Kişiyi ahlâka götürmeyen biçimsel davranışların hiçbir değeri yoktur. Muhiddin-i
Anadolu’da özgür düşünce baskıyla susturulunca, onun yerini halk arasında şiir ve musiki almıştır. Onun için bizce sûfîliğin en güzel temsilcileri Anadolu Aleviliğinin yetiştirdiği bilge derviş ve ozanlardır. Buna karşın, yaşadığı yaklaşık altı yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu’nda haşiye üstüne haşiyeler yazan ulema dışında büyük filozof ve düşünürler görmek olanaksızdır. Biz de yaratılan ne? Koca bir hiç değil mi? Övünmekle avunmayı bırakıp boş lafların ötesine bakmak gerek.
Arabî ile Hallac-ı Mansûr heterodoks sûfîliğin en önemli düşünürleridir. Bunlara göre kişi, bu dünyada da Tanrı ile bütünleşebilir. Tanrı’yı sadece bu evrenin yaratıcısı değil, aynı zamanda bu evrenin içinde gören yaklaşıma yerleşik (meknî, immanan) Tanrı anlayışı adı verilir. Yerleşik Tanrı anlayışı Anadolu Alevilerinin temel felsefesidir. “Zâtın” fışkırarak sıfatlarını ortaya koyması Alevi/Bektaşi felsefesinin de özüdür. Öyleyse salt güzellik, salt iyi, salt adalet, salt hakikat’le bu evrende iletişim kurmak, iç içe olmak olanaklıdır. Diyebiliriz ki, hetorodoks sûfîlik Antik Yunan’dan bu yana süregelen, Akdeniz ülkelerine özellikle de Anadolu’ya egemen olan bir din felsefesidir. Antik Anadolu bilgeleri Herakleitos, Anaksimenes, Thales, Anaksimandros tüm yaşamları boyunca (Tanrı-doğa) içiçeliğinde salt istenç sahibi bir Tanrı’yı aramışlardır. Stoacılar ise tamamıyla panteist bir Tanrı felsefesini önerip işlemişlerdir. Stoacı okuluna göre yaşamın amacı ahlâklı davranmaktan geçer. İnsanın ahlâklı davranabilmesi için bilgi sahibi olması gerekir. Her zaman bilen insan doğruyu yanlıştan ayırarak hakikate ulaşır. Alçak gönüllülük bireyi ahlâka yönetir. Hakikati bireye alçakgönüllülük bilinci verir. Kezâ görkemliliği de yine o verir. Sadeliği, yalınlığı, alçak gönüllülüğü benimseyen insan, yoksulluk ve sevgiyle yoğrularak Hakk’ın sesini dinleye dinleye O’nun ülkesine varır. Anadolu halkı heterodoks, panteist (Tanrı ile doğa içiçeliği) felsefeyi şarkılarda, türkülerde, sazda, sözde, semahta, ritüelde dile getirmiştir.”Vakte inanmayanlar, onu hızlandırmak isterler, inananlar saygılı bir kaygıyla beklerler, çünkü onlar bilirler ki vakit Hakikat’in ta kendisidir” diyen Hallac, söylencedeki Yedi Uyuyanlar’ın uyanışlarını kıyamet alameti olarak görmektedir. Tanrı Hallac-ı Mansûr’a “Sevenlerin güzelliğimizi tanımasının bedeli kandır.” demesi O’nun insanları nasıl tanıdığını açıkça gösterir.
Sayı 43
SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Hallac’a göre insan yürektir, gönüldür. Dış görünüşüyle(zahiren) çamurdan bir vazo gibidir, fanidir, maddi bir zarfa bürünmüştür. Oysa iç yapısı (bâtını) yürek olarak kendini gösterir, her şeyi yürek düzenler, dış yapı yüreğin emir ve güdümündedir. Yürek ruha nefes verir. Ruh ise insanı maddi âlemin üstüne çıkartır. Zaten bilim dünyasında salt bedenin ruhla, yüreğin akılla ilişkileri felsefe ve teolojinin temel sorunlarından biri olarak bilinmektedir. Hallac felsefesinde beden maddi ilişkiler içindedir. Nedensellik bağı maddi ilişkiler zincirinin temel kuralıdır. Madde insanı bu dünyanın nesneleri içine atmaktadır. Maddenin nedensellik ilişkileri içinde kalan insan tutsaktır. Maddeyi aşıp mânâ evrenine ulaşmak gerekir. Akıl maddenin rehberidir. Anlamın, ruhun rehberi yürektir. Bu rehber insanı Tanrı katına ulaştırır. Onu maddenin tutsaklığından kurtarır özgürleştirir. Öyleyse insanın maddeden arınıp saflaşması, yüreğinin sesini dinlemesi gerekir. Yürek, Allah güzelliğinin tanınması için Tanrı’nın özel olarak yarattığı bir organdır. İnsanoğlu yüreğini açmasını bilirse, Tanrı onun yüreğini aşkla, sevgiyle doldurur. Hallac sezgiye dayanan belirli bir yol izler. Akıl ve aklın ürünü olan kültür ve uygarlık, insanı tümel bir sevgi-akıl sentezi olan Allah’a götürecektir. Bu uğurda çalışan herkes kutsaldır(İkbal). Tüm insanlar Allah’ın çocuklarıdır. Vahdet-i Vücûd’un doğal sonucu budur (Mısırlı Zeki Mübarek). İkbal, evrensel kültür zincirinin son halkasını çağdaş İslâm oluşturacaktır, der. Hallac’a göre Allah gizli bir hazinedir. Kuran’a göre O’na herkes ulaşamaz. İmameyn ekolü bu hazine ile temas ancak Hz. Muhammed-Hz. Ali sülâlesin den birinin yardım ve aracılığını gerektirir. Oysa Hallac, bu bağlamda insanlar arasında bir fark olmadığını söyler. Ancak yürek kapısının açık tutulması ve ibadeti gerek görür. Allah’la dil ve yürek iletişimin kurulması gerekir, der. Hz. İsa Allah’ın sevgisidir. Hz. Muhammed Miraç olay ile Tanrı’nın engin gizemlerine ulaşmıştır. Aleviler de ayni görüşleri savunurlar. Hallac yürekten inanan bir Müslüman’dır. Bu tartışılamaz bu olgudur. Ortodoks Müslümanlar o bir peygamber olmadığına göre vahiyle Allah’a ulaşması, yani Tanrısal güçle iletişim kurması imkânsızdır. Aleviler aksi görüşü savunurlar. Her yol Allah’a çıkar derler. Yürek gözünü açabilen kişi Tanrı ile dil ve ruh iletişimine girebilir. İletişim o aşamaya gelir ki artık insan Allah’la özdeşleşir. Onun hareketi Tanrı’nın hareketi olur. Allah’a üç çile aşamasından geçilerek ulaşılabilir: Birinci aşama, kendini zevklerden yoksun bırakarak yokluğa alışmaktır. İkinci aşamada kişi, pasif bir saflığa gelir. Üçüncü aşamada, Tanrı ile bütünleşme vardır. Bütün bu aşamalarda hep yürek yol göstericidir. Kişi bu üç çileli yolu geçtikten sonra Hakikat’in kapısına gelir. Hallac-ı Mansûr, ölüme aşkla gitmiştir. Şiirlerinde metaforlara, sembollere yer veren Hallac, gizemciliğin dilini de çok iyi kullanmıştır (Baklî). Anadolu Aleviliği de işte böyle bir karma kültür mirasının, böyle bir geleneğin ürünüdür. Yüreği, gönülü saflaştırmak, aynayı temiz tutmak, her şeyi sevgiyle yumak üzerine kurul-
Temmuz 2008
muş, Hallac-ı Mansûr inanç ve düşünceleriyle beslenmiştir. İslâmîliği de ondan beslenir. Bu bağlamda Allah insanı kendine benzer bir şekilde yaratmıştır. Hallac’a göre bu benzerlik, Tanrı’nın tüm sıfatlarının insanda da mevcut olmasından anlaşılır. Tanrı bilimdir, akıldır, sevgidir, dostluktur, güçtür, bağışlamadır, güzelliktir, kutsallıktır, görkemdir. İnsanın bu sıfatlara sahip olabilmesi için gönül ve yürek gücünü açabilmesi gerekir. Yetkinleşme isteği içinde olan insan, ancak bu sıfatlara belli aşamaları geçerek gelebilir. Bunun için yaratılışın hikmeti, sorunu İslâm felsefesinin ana konularından biridir. İmamiyye ekolüne göre Allah, Nur-u Muhammed’i yaratmıştır. Nusayrîlere göre Muhammed’in Nur’u evrensel ışığa dönüşmüştür, daha sonra yıldızlar meydana gelmiştir. Dürzîlere göre Allah önce evrensel akıl’ı yaratmıştır. Hallac’a göre ise, Allah önce Nur’u yaratmıştır, daha sonra rûhu, nefsi canlandırmıştır. Bundan sonra biçim ve adları yaratan Tanrı renk, tat, koku, zaman, mekân olgularını evrene getirmiştir. Dengeyi sağlamak için de aydınlık-karanlık, hareket-atalet, varoluş-hiçlik çelişkilerini yaratmıştır. Ölümden sonra insanı bekleyen akıbetin ne olacağı hususunda İslâm Cennet ve cehennem yaptırımlarını öngördüğü halde, Hallac bu tür yaptırımlarla ilgilenmez. Önemli olan Tanrısal birlik, bütünlüktür, der. Hallac’a göre esas ibadet doğruluk, dürüstlüktür. Sûfîler de aynı felsefe içindedirler. Ehl-i sünnette dinin temel ilkeleri ahlâktır, edeptir. Biçim ise ahlâka götüren yoldur. Zamanla biçim ön plana çıkmış, öz yozlaşmıştır. Özü kenara itmek müminleri tevekkül kapısına götürüp atıp düşünemez hale getirmektir. Hallac’a göre, “Dinde ritüel hakikate götüren yoldur. Dinin esas amacı hakikati, doğru, adil, ahlâklı olanı keşfetmektir. Riya ahlâksızlık, namussuzluk yapan insan istendiği kadar ritüele uysun, o günahkârdır. Ahlâklı kişi, dürüst ve namuslu davranan mümin, ritüele uymasa bile Tanrı’nın gözünde makbul biri olabilir.” Ahlâkı açıdan Hallac’ın temel görüşü budur. Alevilerde ayni düşüncededir. Bazı dindar Sünnilere göre Allah’la Muhammed arasındaki ilişki lamba-ışık ilişkisi gibidir. Muhammed ışık olup kutsal bir yağdan kaynağını almaktadır. İmamiyecilere göre Hz. Muhammed’le Allah arasında bir iletişim köprüsü vardır. Vahiy esnasında Hz. Muhammed, Allah’ın kelâmı haline gelir. Kendinden sonra da bu sezgisel ilişki Hz. Ali’ye geçmiştir. İmamiyye içinde yer alan İshakiyye ve Nuseyrî akımına göre Ali, Allah’ın Muhammed’den sonra ikinci kelâm ifadecisidir. Dürzîler’e ve Karmatîler’e göre Hz. Ali evrensel akıldır. Sûfîlikte ritüeller insanları ve kendilerini doğru, güzel, iyi, ahlâklı olmaya götürmek için başvurulan yöntemlerdir. Hallac’a göre ağzını çalkalamak içtenlikten ayrılmamanın, doğru gitmenin bir yoludur. Burna su çekmek kibirlik ve azameti reddetmektir. Niyet etmek Allah’ı görmektir. Ayakta durmak Allah’ın bütünlüğü içine girmektir. Rûkû, Allah’ın gücüne sığınmaktır. Alevilerde de benzer ve bunlara yakın ritüeller olduğu bilinmektedir. (Devamı 30. Sayfada)
Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49.174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49.221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49.179.207 20 65 Mönchengladbach Vedat Bican ....... +49.177.426 56 68 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Çorum: Merkez Aşık Cefaî ..........................0536.632 63 28 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50
29
SERÇEÞME
ERDEMÎ
TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF (Baştarafı 29. Sayfada)
Düşde Gördüm Ey sevdiğim şu yalancı dünyada Çektiğim bu ahu zar bana yeter Dertlerim gizlidir diyemem yada Dertte derman gizli kar bana yeter Taktın beni bir sevdanın peşine Gündüz hayal güder gece düşüne Pir kefaret dedi gözüm yaşına Aşkınla düştüğüm nar bana yeter Tesadüf değildir bunca kâinat Gel Hakk’a vasıl ol eyleme inat Gir gönlüm içine eyle münacaat İkilikten geçtim bir bana yeter Dosttan gayrısına meylimi vermem İtikadım tamdır gümanı bilmem Yetmiş iki huri gılman istemem Bir hakikat bilen yar bana yeter Erdemi divane deliyim deli Dostun sevgisiyle doluyum dolu Eteğin tutmuşum Bektaşi Veli İzinden gittiğim pir bana yeter
Geldim Temenna ederek senin kapına Hünkâr Hacı Bektaş Pir diye geldim Yüz bin canım olsa kurban yoluna Kesildi mümkünüm car diye geldim Kurban olam törenine toyuna Âşıklar aşkınla olmuş pervane İkrar alır ikrar verir can cana Benim de nasibim ver diye geldim Sana şüphe olmaz şek ne kelime Kerametin sığmaz olmuş kaleme Çağdan çağa ışık verdin âleme Karanlık dünyama nur diye geldim Erdem gevher alır gevher satarım Dosttan geldi dosta gider katarım Hesabımı bu dünyada öderim Elimde urganım dar diye geldim
Yalan mı? Yurda barış güvercini salalım Baykuşun öttüğü yeter, yalan mı? Yazık oldu cennet misali yurda Baştanbaşa yanmış tüter, yalan mı? Örümcek kafalar ağın dokutur Gelenler gidene rahmet okutur Kardeş kardeşinin kanın akıtır Olmuşuz Kabil’den beter, yalan mı? Gerçek kazanına girip pişmeyen Eğriyi bırakıp doğru düşmeyen İnsan sevgisiyle dolup taşmayan Kini alır nefret satar, yalan mı? Erdem’im sevgiyle aşk ile dolu Sevgiden geçiyor kurtuluş yolu İzinden gidelim Atamız ulu Çağ dışı toplumlar batar, yalan mı?
30
İkilik Sendromu Hallac: “Niyet edimden önemlidir; manen ritüele uymak şeklen ibadet etmeden önemlidir; bilim bireysel akıldan güçlüdür; ümit kaygıdan evlâdır, anlamak bilmekten güzeldir; dostluk göstermek, kabuğuna çekilmekten, kararsız kalmaktan yücedir; sevmek inanmaktan daha iyidir.”der. Çalışmanın, özellikle, düşüncenin bir tür ibadet olduğunu da söyler. Zaten Alevilerin içinde bu ilkelere karşı çıkanlar olamayacağı gibi, tüm bu görüş ve düşüncelere göre yapılandıkları da gizlenemez bir gerçektir. Bunlara onlar kalıplarını basarlar. Hallac’a göre bazı simgeler Allah’a ulaşma yollarının ifade biçimleridir: “Allah inancı içinde olan kişinin arması Kuran’dır; meşalesi derin düşüncedir; korkusu imandır; abdesti pişmanlıktır; vücut sağlığı helâl iş yapmaktır. O Allah’tan başka kimseden çekinmez; kendini her an için Allah önünde görür. Öldüğü güne kadar oruç tutar. Doğru, dürüst davranması erdemdir. Suskunluğu evreni hayranlıkla seyretmesidir.” Aleviler de benzer simgeler vardır. Yine Hallac-ı Mansûr’a göre: “Önce Nûr yaratılmıştır ve Muhammed’in yüreğine yerleşmiştir. Nûr sonsuzluk öncesi bir elemandır. Muhammed’le Nûr ayni düzeydedir. Nûr onun adıdır. Tüm yaradılışın tohumu Nûr’dur. Nûr nedensellik öncesidir ve hiçbir nedene bağlı değildir. Her şeyin ilk nedeni odur. Demek ki Muhammed, her şeyin tohumu olan Nûr’dur. O özün ilk görünümüdür. O salt özgürlüktür.” Ve yine Hallac’a göre, Muhammed bir meşaledir ve onu gizemin aydınlığı yakmıştır. “Allah bağrını açtı, gücünü kurdu, ağırlığını dengeledi, kerametiyle meşalesini yaktı. Onun peygamberlik aydınlığı Evrensel Aydınlıklar tohumunu bulmaktır. Evrensel Aydınlık, Gizemli aydınlıktan gelmektedir. Onun için hazırlanan varoluş hiçliği ortadan kaldırılmıştır. O yaradılışın prensidir. O, şanlıdır (Ahmet) şanlandırılandır (Muhammed). Allah salt hakikat olarak onunla hakikatleri söyletmiştir. O, yaratılmamış kelâmın sözcüsüdür. Böylelikle yaratılmamış Allah’la özdeştir. O sonu, sonları ve sonların sonunu ifade etmiştir. Tüm bilimler, Muhammed’in sonsuz okyanusu içinde birer damladan ibarettir Hiçbir bilim adamı onun bilimine ulaşamaz. Onun yolundan çıkan nereye şaşkınlar nereye ulaşabilirler? Filozofların sözü, onun hikmeti karşısında bir kum tepesi gibi dağılıp yok olurlar.” Yine Hallacı-ı Mansûr’a göre “Kandilin ışığı gerçeğin bilimidir; kandilin ısısı gerçeğin gerçeğidir; kandille bütünleşmek gerçeğin Hakikatidir. Mutlak Gerçeği, Hakikati anlamak Muhammed’i tanımakla mümkündür. Musa sadece Hakikat’in yasalarını söylemiştir. Muhammed Hakikat’in kendisidir.” (Tavvâsîn) Alevilerde ayni düşünceleri paylaşırlar; inançlarını temelinde yatan bu görüşlerin pırıltılarıdır. Âyn-i cemlerinde Allah’ın Nûr’unu tanımlamak için simgesel yaktıkları Çerağ’da tıpkı
Hallac’ın nitelendirdiği kandil gibi Nûr’dandır; ayni özellikleri taşır. Sonsuza dikilmiş tüm evrenseli kutsal nûruyla aydınlatan, çaresizlere yol gösteren ebedi bir ışık kaynağıdır. Benzerlik ve koşukluk saklanamayacak değin açık. Zaten Alevi ve Bektaşilerdeki Dar-ı Mansur sorgu türü en ortak noktadır. İslâm inancına göre Kıyamet günü İsrafil borusunu çalacak ve ilahî yargılama başlayacaktır Bundan önce de yeryüzüne Hz İsa gelerek kıyamet gününü müjdeleyecek, yargılama gününden önce de Hz. İsa gelir. Daha sonra cennete ve cehenneme gidecekler ayrılırlar. Ayrıca Hallac’ın dinsel cihattan anladığı da nefse karşı yürütülen mücadeledir. Alevi-Bektaşilerde aynı düşünce ve görüşleri benimseyip savunurlar. En büyük savaş nefis savaşıdır. Hallac, “kutsallık sadece Ehl-i Beyt’te aittir” diyen İmamiyye ekolüne karşı çıkar. Kutsallığın yaratılış itibarıyla Allah’ın nuru olan tüm insanlarda bulunduğunu savunur. Hallac-Mansûr inanç ve felsefesinin en büyük takipçilerinden biri de, Alevilerin yedi ulu ozanı arasında yer alan Seyyid Nesîmî’dir. Bu ozan da ayni görüşlerin savunucusudur. Öyle ki O, Tanrısal aşkla “Ene’l-Hakk” ilkesini derinleştirerek birleştiren, bunu şiirlerinde üstün düzeyde yansıtıp sergileyen, bu uğurda Halep’te derisi yüzülerek öldürülen büyük aşk şairidir. Bence bu ozan ilahî aşkın bir okyanusudur. Geleneksel Sünnî anlayışta, Kuran’ın ezberlenmesi, vecd içinde ibadet her Müslüman için yeterli ibadet sayılabilir, ama Hallac-ı Mansûr ibadette bunu yeterli görmez, insanların daha derinlere inmelerini öngörür. Çünkü o yürek yolunu açan bir bağdaşmacıdır. Aleviler resmi ibadeti yetersiz görürler. Onlar da bağdaşmacıdır. Özgünün peşinde koşmaktadırlar. Yine kurtarıcı Mehdi’nin Hz. İsa olduğunu söyleyen düşünür de Hallac-ı Mansûr’dur. İbni Khâbit ve Fadıl Hadathi’ye göre Hz. İsa “Azizlerin Mühürüdür” akıldır, yargıçtır. Kuran’da 12. İmam Muhammed Mehdi’nin gelişi yoktur, yazılı değildir. Oysa Hz. İsa’nın geleceği açık biçimde belirtilmiştir. Hallac-ı Mansûr bu konuda Mehdi ile İsa’yı özleştirerek bu çelişkiyi bağdaştırmıştır. Alevilere göre Mehdi ve Hz. İsa kıyametten önce de gelecek dünyaya adalet ve nizam vereceklerdir, kıyamette Hz. Muhammed’in yanında olacaklardır. Gördüğünüz gibi, tarihsel ve sosyolojik açıdan baktığımızda da inançların öyle birden bire oluşmadıklarını; belli aşamalardan, evrelerden geçtiklerini, zaman fırınında piştiklerini, büyük değişikliklere uğradıklarını, belli görüş ve düşünce sistemlerinin süzgeçlerinden geçtiklerini, devinimlerinin sürekli olduğunu, birçok etki ve tepkilerle karşılaştıklarını, kimlik ve kişiliklerini harmanlamalardan, yoğrulmalardan, savrulmalardan sonra kazandıklarını, ondan sonra sahneye çıktıklarını, varlıklarını ve ürünlerini sergilediklerini görürüz. Toplumsal oluşumun süreç yasaları bunu gerektirip öngörmektedir. Kendinizi ya da inancınızı bunların dışında tutamazsınız. Eytişimsel yasaların çemberinden geçerek zaman sürecinde yuvarlana yuvarlana bugünlere taşınıp geleceksiniz. Sahne için lütfen sıranızı bekleyiniz. Biz bu yazıda yerimizin elverdiği ölçüde Alevilik inancına sadece Hallac-ı Mansûr’un inanç, düşünce ve görüşlerinin ışığından şöyle bir bakmaya çalıştık. Sürçü lisan etmişsek affola.
Sayı 43
SERÇEÞME
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır
ULAŞ ÖZDEMİR
Bu Dem Tel: 0212.258 94 33
Kalan Müzik www.kalan.com
U
LAŞ ÖZDEMİR’in yeni solo albümü “Bu Dem”, Kalan Müzik tarafından yayınlandı. Özdemir’in, günümüzde unutulmaya yüz tutmuş geleneksel Alevi-Bektaşi çalgıları dede sazı ve ruzba ile canlı olarak kaydettiği albüm, hepsi kendisi ve babası tarafından derlenmiş deyişlerden oluşuyor. Özdemir’in geleneksel Alevi-Bektaşi müziğini genç kuşaklara tanıtmak amacıyla kaydettiği albüm, bu demde süren bir muhabbetin kayda geçirilmiş halini yansıtıyor. Ulaş Özdemir bu albüm için şunları söylüyor: “Dem, Alevi-Bektaşi toplumu için, soluk, hayat, an, keyif, çağ, zaman, devir, nefes, içki gibi hem zâhir hem de bâtın pek çok anlamı içeren, önemli kavramlardan birisidir. Demin her haline göndermeler içeren ‘Bu Dem’ albümü, Alevi-Bektaşi müziğinin kutsal sazları, dede sazı ve ruzba (cura) ile çalıp seslendirdiğim deyişlerden oluşmaktadır. Maraş yöresindeki dedelerden öğrendiğim, bir kısmını da babamla birlikte derlediğim ezgilerin büyük kısmını yeniden ele alıp, kendi müzikal birikimimle aktarmaya çalıştım. Albümde yer alan deyişleri, Alevi-Bektaşi edebiyatının farklı dönemlerde yaşamış ozanlarından seçmeye çalıştım. Albümü, neredeyse yüz yıllık olan bu iki sazla, bir muhabbet havasında kaydetmemin başlıca sebebi, günümüz çalışmalarında pek rastlamadığımız bu sazları genç kuşaklara duyurabilmek; muhabbetin, bu demde de sürdüğünü gösterebilmektir. Ayrıca, bir zamanların irfan meclislerinde, dem’in erdem, erdem’in cem, cem’in her dem olduğu bir muhabbet ortamına özlemin ifadesidir. Âşık Derviş Kemal’in, dem’in hem zâhir hem de bâtın anlamlarına gönderme yaptığı bir şiirinde söylediği gibi: Biz demleri derman bildik Özümüzü demle sildik Gördüğünüz hale geldik Bu dem bizi insan etti...’ Bu çalışma, deyişlerini seslendirdiğim, bu inancı bugüne taşıyan Alevi-Bektaşi dedeleri, babaları, erleri ve pirlerine adanmıştır.”
Temmuz 2008
METİN KARATAŞ
Ene’l Aşk Ema Müzik Yapım Tel: 0212.249 58 22 www.metinkaratas.com.tr Metin Karataş, Ene’l Aşk albümünü şöyle tanıtıyor: “Bu albümü bana bu duyguları yaşatan, benim hayata bakışımı şekillendiren, insanca yaşamayı, sevmeyi, sevilmeyi, mazlumun yanında, zulmün ve zalimin karşısında olmayı, haksızlığa boyun eğmemeyi, her ne olursa olsun düşüncelerimi ve değerlerimi canım pahasına savunmayı, mevki, şan, şöhret uğruna sanatımdan ve duruşumdan ödün vermemeyi öğreten… Bu kültürün ve felsefenin ileriye taşınması ve yaşatılması adına yüzülen, kesilen, zindanlara-kuyulara atılan, dara çekilen, yakılan, dağ taş demeden, köy köy, ev ev dolaşan dedelere, dedebabalara, feyz aldığım âşık ve ozanlara, bu felsefeyi ve yolu süren tüm canlara adıyorum. İnsanı insan yapan en önemli şey aşk ve sevgidir. Aşksız ve sevgisiz insan sadece boş bir bedendir. Aşk ve sevgi sadece karşı cinse olan bir duygu değil canlı cansız doğadaki tüm varlıklara olandır. Bu nedenle bu albüme Ene’l Aşk (ben aşkım) adını verdik. Bu albüme benim kadar inanarak, yüreklerini ve sanatlarını katan tüm dostlarıma teşekkür ediyorum…”
Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
NE ERGENEKON SORUŞTURMASI NE DE AKP’Yİ KAPATMA DAVASI TÜRKİYE’YE DEMOKRASİ GETİREMEZ
AKP Kırk Katırı ya da Cunta Kırk Satırı! Emekçi Halkın Tek Seçeneği Bu mu? Esen Uslu
A
LTI YILDIR iktidarda bulunan AKP’nin kapatılması istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne verilen İddianame şöyle yazıyor:
“Davalı partinin din ve dince kutsal sayılan şeyleri istismar ederek, ancak ‘mutabakat süreçleri’ olarak adlandırdıkları yöntemle toplumun İslami bir yapıya doğru evrimleşmesini sağladıktan sonra şeriatı egemen kılacakları gerçeğinden hareketle ve şeriatın tüm toplumu İslami bir düzene kavuşturmayı esas alan ‘cihat’ boyutu ile davalı partinin halen iktidar partisi olması gözetildiğinde; laik rejimi değiştirmek noktasında maddi güç kullanması ve bu tehlikenin uzak olmadığı bir gerçektir.” Türkiye’nin baştan beri çarpık-çurpuk olan hukuk sistemi, 12 Eylül Faşist Cuntası’nın dayatması “Anayasa” ve adeletsizliği yasalaştıran mevzuatı ile her tür keyfiliğe olanak verir haldedir. Bu nedenle böyle bir İddianame ile bir siyasi partinin kapatılması gayet “meşru”dur, yani Osmalıca kelimenin tam anlamıyla “Şeriat’a uygundur!” Ne var ki böyle “meşru” kapatma ile AKP’nin temsil ettiği siyasi çizgi ortadan kalkmaz. Bu gerçek ancak AKP siyasetinin ruhu kavranırsa anlaşılabilir.
AKP Kimin Partisi
S
ON yıllarda AKP, Türkiye’nin “yeri-milli” mali sermayesinin ve onun etle-tırnak gibi ayrılmaz ortağı uluslararası mali sermayenin temsilcisi olarak ortaya çıkmıştır. AKP, “Anadolu kaplanları” diye anılan, hızla büyüyen büyük ve orta ölçekli sermaye gruplarının da temsilcisidir. Bu gruplar, içinden çıktıkları antika toplumsal kesimin şeriatçılığını, günümüzde “sermayedar dindarlığı” ya da “muhafazakâr Müslümanlık” biçimine dönüştürerek sürdürmektedir. Her iki toplumsal kesimin günümüzdeki temel siyasi-ekonomik istemlerinin başında, kapitalist sistemin dünya çapında yeniden biçimlenmesinde daha iyi bir yer kapmak gelmektedir. Bazen “dışa açılma”, bazen de daha doğru bir söyleyişle “küreselleşme” diye anılan bu sürecin içindeki yerlerini sağlamlaştırmak, bu süreçten dışlanmamak ve içe kapalı kalıp güdükleşmemek gelmektedir. AKP iktidarı bu istemleri gerçekleştirme yönünde son yıllarda atılan en önemli adımların yürütücüsü olmuştur. Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde Türkiye mevzuatını, dünya kapitalist sisteminin kabul ettiği standartlara uydurma bunun çabasıdır. Emekçi halka ,“Valla bizim programımız değil, IMF programı!” diye yutturulan, Türkiye’nin mali sermayedarlarının ekonomi programını harfiyle uygulamıştır. Bu programı uygularken giderek ağırlaşan vergi yükünü, işsizlik ve yoksulluğu Türkiye işçi sınıfının ve emekçilerin sırtına yıkmakta büyük başarı göstermiştir. Devlet maliyesinin “boşa harcama” olarak görülen sosyal güvenlik sorumluluklarını azaltmış, sendikal hakları, örgütlenme ve gösteri yapma haklarını fiilen uygulanmaz hale getirmiştir. Ne var ki AKP, bu halk düşmanı acı ilacı halka yuttururken, halkın oyunu alma özelliğini korumayı bilmiştir. Bunu sadece, “bir paket makarnaya oy satın alarak” yapmamıştır. AKP bunu, dinci gerciliğe hoş gelen imajına, kapitalist gelişmenin önündeki engelleri kaldırma, “demokratikleşme” imajını ekleyerek başarmıştır. Hâkim sınıfların istemleri ve programı ciddi bir toplumsal-ekonomik krizle karşılaşıp değişmediği sürece, kendini dışlanmış hisseden dindarların oyları ile laik-kemalist-cuntacı asker-sivil memur vesayetine tepki gösterenlerin oylarını almayı başararak tek başına iktidara gelebilen parti AKP’dir. Bu nedenle AKP kapatılamaz. Kapatılsa bile, bir benzeri,
yani aynı özellikleri kullanarak emekçi halkın oylarını toplayıp sermayedarların programını uygulayan yeni bir parti ortaya çıkar. Ve o parti yine seçimleri siler süpürür.
AKP Karşıtları Kimden Yana
D
İĞER burjuva siyasi partiler, Türkiye’nin hâkim sınıflarına, onun ekonomik programını uygulama konusunda güven veren tutarlı bir çizgiye sahip değildir. Son seçimlerde görüldüğü gibi arkalarındaki devlet desteğine karşın halkın oyunu alıp seçilmeleri de olanaklı değildir. Üstelik izledikleri cuntacı-devletçi siyaset nedeniyle kendi geleneksel oy tabanlarını da giderek yitirmektedirler. Bu nedenle, başta CHP olmak üzere bu partiler AKP’ye muhalefet adına giderek seçimli demokrasi dışı işleri savunma konumuna düşmektedirler. Ergenekon soruşturması sırasında özellikle CHP’nin izlediği siyasi çizgi bunun en son örneğidir. Geçen seçimlerde Alevi oylarını da yitiren partinin yeni bir seçimde hiç şansı yoktur. Hâlâ bir erken seçimde CHP milletvekili olmayı bekleyen Alevi-Bektaşi derneği yöneticisi kaldıysa kendilerine bu acı gerçeği hatırlatalım. AKP’ye ve şeriatçılığa karşı olmayı öne koyan “ulusalcı-yurtsever sol” ise bugün demokrasinin ne anlama geldiğini unutmuş görünüyor. Kürt demokratik hareketine düşmanlık ile devletçi-Kemalist yaklaşımı birleştirmeye çalıştıkça cuntacıların elinde oyuncak olduğunu görmez halde. Bereket versin ki hükümet ve devlet, hem son 1 Mayıs’ta hem de İstanbul Belediyesi’nde greve çıkan işçilere yaptığı coplu-gazlı-sulu saldırlarla, unutanlara bunun ne anlama geldiğini hatırlatıyor. Türkiye’de iktidara gelen tüm cuntaların, bugün AKP’nin temsil ettiği sınıfın ciddi bir toplumsal kriz karşısında benimsediği en aşırı siyasi-ekonomik programı uyguladığını unutmuş görünüyorlar. Ayrıca cuntaların, “şeriatçılığı” kendi faşist baskı rejimlerine destek yapmak amacıyla, nasıl çabaladığını, neler yaptığını unutmuş görünüyorlar.
Bu Ahır Böyle Temizlenmez
E
RGENEKON soruşturması, AKP’nin “demokratikleşme” adımları ya da AKP’nin kapatılması davası Türkiye gibi krizden krize koşan bir ülkeyi cunta-faşizm tehdidinden kurtaramaz. Yıllardır bu amaçlarla kurulmuş açık-gizli yapılar, onların beslenmiş, eğitilmiş ve hukuk dışı davranışları dokunulmaz kılınmış eli kanlı tetikçileri; bilim adamı, devlet adamı, istihbarat uzmanı ya da Türk milletinin bekasının garantisi paşa gibi yöneticileri ile varlığını sürdürecektir. Bu yapılar, dünya çapındaki uzantıları ile birlikte yaklaşan krizde emekçi halkın bu köhne düzeni değiştirme tehlikesini önlemek için vardır. Bu yapılar, egemen sınıfın programını uygulayacak partiyi halkın oyu ile iktidara getirmek demek olan burjuva demokrasisinin ayrılmaz bir yedek parçasıdır. Bunu görmezden gelenler; sorunu, şeriatçı AKP ya da raydan çıkmış Ergenekon’la sınırlayanlar, halka yanlış bilinç veriyor Bu “demokratik” düzende, çizgiden çıkan siyasi partinin eline de verilen ödevin ötesine geçen gizli örgütlerin beline de maşa ile vurulabilir. Bu maşa sesini duyup, “zil çalıyor” diye oynamaya başlayanlara bir sözümüz var: Bize bu maşa sesini, demokrasi çanı diye yutturamazsınız! Gerçek demokrasi sesi, içine Telli Kuran, Kürt özgürlük türküleri ve işçi marşları katılmadan yükselemez. Emekçi halkın seçeneği vardır, ama onu başarılabilir kılmak, ancak gerçek ve kapsamlı demokrasiden yana tüm kesimlerin ortak çabasını ürünü olacaktır.