Serçeşme-44

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

DİNLEMİYORSUN, AMA ANLATTIĞIM SENİN HİKAYENDİR

Bu Sayida Velyettn Ulusoy Aile Sorunları Çerçevesinde Alevi Ahlakı Üzerine Fkret Otyam Cemevleri Konusu Kime Havale Edilmiş? Diyanet İşleri Başkanlığına!

Esat Korkmaz Hünkârımızla Buluşmak Sırrımızla Buluşmak Demektir Fevz Gümü Zorunlu Din Dersi Mehmet Petekkaya Yalancı Laik Ahmet Altan İsmal Kaygusuz Şeyh Sâfi ve Şeyh Sadreddin Dönemlerinden Kısa Sosyo-Politik Kesitler - II Ham Kutlu Kızılbaş Alevilikte Rıza Şehri - I N. Celal Üçyildiz Dandı’da Yürümek Turan Eser İzzettin Hoca Kimden Yanasın - II Ozan Emekç le Söyletk - Ahmet Koçak Serdar Demrkol Eleştiriler Hüseyn Hürrem Ulusoy Yanıt Alevlkte Cenaze Erkânı Üzerine Tartışmalar Murat Kantekin, Doğan Bermek, Kazım Balaban, Şakir Keçeli Şakr Keçel Bilen Susuyor Bilmeyen de Konuşuyor Murtaza Demr Artık Yeter Ahmet Koçak Erdal Erzincan Müzik Merkezinde Muhabbet İsmal Özmen Tasavvuf Edebiyatında İfade Türleri - Bölüm I Mercan Erzncan le Söyletk - Seda Coşkun

Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24, Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

Fyati: Ytl  /   /   Austos  Sayi:

44

Taşramızdan sormağ ile Anlaşılmaz ahvalimiz, hey canım

Ömür Biter, Yol Bitmez Ahmet Koçak – Esen Uslu

D

ördüncü yayın yılının sonunda, yani 48. sayısıyla birlikte Serçeşme dergisini kapatmaya karar verdik. Bu yazımızla, bu kararımızın gerekçesini okuyucularımıza aktarmak istiyoruz. Her yayın organı, nasıl başlarsa başlasın, istemlerden bağımsız, kendine özgü bir yaşam döngüsü izler. Her yaşam döngüsünün de mutlaka bir sonu vardır. Bir yayın organının yaşam döngüsü şu ya da bu nedenle sona erdiğinde, yayının daha uzun ömürlü olmasını arzulayan en içten dileklerin artık pek bir anlamı kalmamış demektir. Yaşam döngüsünün sona erişinde asıl olan, yaşam döngüsünü harekete geçiren, sürdüren ve sonlandıran devindirici güçler arasındaki ilişkilerdir. Serçeşme dergisi ilerici, demokrat Alevi-Bektaşi kamuoyunun farklı kesimlerinin bir arada yazabileceği, farklı görüşlerini dile getirebileceği ve bu görüşlerin tartışabileceği bir platform ihtiyacına yanıt olarak yayına başladı. Bu ihtiyaç, Alevi-Bektaşiliğin günümüzdeki durumuna yüzeysel bakıldığında sanıldığından çok daha büyüktür. Hızla değişen Türkiye’de Alevilik-Bektaşilik de bu değişim sürecinin yarattığı basınçlar ve aşındırıcı etkilerle karşı karşıyadır. Bu süreçte yalnız bir şey değişmezdir: Artık hiçbir şey dünkü gibi olamayacaktır! Bu değişim sürecini göğüslemekten başka çaresi olmayan Alevi-Bektaşi toplumu, yarına hazırlanmak için bugün kendi arasında tartışmak zorundadır. Ayrıca Alevi-Bektaşi toplulmu artık bir daha kendi içine kapalı yaşayamaz. İçinde yer aldığı Türkiye toplumunun ve dünyanın genel gidişinde kendine bir yer bulmak zorundadır. Bu nedenle Alevi-Bektaşiler dostlarıyla; Aleviliği-Bektaşiliği tanımaya çalışanlarla; Alevilerin en temel istemlerini Türkiye’de kapsamlı bir demokrasi istemiyle birleştirerek desteklemeye çalışan diğer demokrasi güçleriyle de tartışmak zorundadır. Alevi-Bektaşilerin dostlarını, demokrasi güçlerini yok sayması, onların görüşlerini dikkate almaması söz konusu bile olamaz. Tam tersine, Alevi-Bektaşiler ilk bakışta kendilerine uzak gelen bu dostları yakından tanımak için onların farklı görüşlerini dinlemek, tartışmak ve eleştiri süzgecinden geçirmek zorundadır. Serçeşme dergisi, bu tartışmaların yürütülebileceği düzenli bir yayının olmadığı bir ortamda bu göreve talip oldu. Nice anlı-şanlı Alevi-Bektaşi demokratik örgütlerinin, örgütsel bir bülteni bile iki sayı arka arkaya düzenli çıkartamadığı bir ortamda, kendi gücünce AleviBektaşilerin tartışma platformu ihtiyacını yanıtlamaya girişti. Aksayarak da olsa bu görevi dört yıldır sürdürdü. Serçeşme dergisi, demokratik bir tartışma platformu oluşturma görevine talip olurken, aynı zamanda farklı çevrelerin ortaklaşa çalışmasının da bir ürünü oldu. Yayının üretilmesi süreci, bazıları Alevi-Bektaşi olan, bazıları olmayan, ama Aleviliği-Bektaşiliği nesnel, bilimsel olarak ele almaya çalışan aydınları ve Alevi-Bektaşi toplumunun geleneksel önderleriyle bir araya getirdi. Derginin yurt içi ve yurt dışı temsilciliklerinin ve dağıtım ağının önemli bir bölümü Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın taliplerinden oluştu. Bu yükün bir bölümünü de demokratik örgütlerde görev yapan ilerici, demokrat, solcu canlar üstlendi. Serçeşme dergisi, ne yazık ki, farklı aydınlar arasında ve aydınlar ile geleneksel önderleri arasında çok fazla etkileşim ve yaratıcı bir tartışma ortamı oluşturamadı. Görünen o ki, Alevi-Bektaşilik üzerine yazan aydınların farklı gündemleri vardı ve onların çalışmaları demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin ve geleneksel Alevi-Bektaşi toplumunun gündemini izlemiyordu. Aydınlar, demokratik örgütlerden ve geleneksel önderlerden tartışarak, öğrenmek ne kelime, daha çok onlara öğretmeyi ön plana koyuyordu. Alevi-Bektaşi demokratik örgütleri ise sahip çıktıklarını öne sürdükleri kendi felsefelerini henüz örgütsel çalışmanın temel biçimi yapamamıştı. Toplum önünde dâr’a durmayı ya da çağdaş-bilimsel adıyla kamuya açık eleştiri ve özeleştiri yapmayı içselleştirememişti. Bu nedenle, en basit eleştiri ya da tartışma bile “örgütün iç işlerine karışma” gibi görülüyordu. (Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME

Cemevleri Konusu Kime mi Havale Edilmiş? Diyanet İşleri Başkanlığına!

(Baştarafı 1. Sayfada)

Ömür Biter Yol Bitmez Bu nedenle eleştiri karşısında en geri örgütsel yöntemlere başvuruluyordu. Bunu, demokratik örgütlerin Serçeşme dergisini boykot etmelerinde gördük. Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri’nin bazı geçmiş dönem yöneticileri bu tür yasakçı yöntemleri sözünü geçirebildiği şube yöneticileri eliyle uygulamıştı. Günümüzde merkez yöneticilerinin değişmesiyle birlikte bu tavır geri alınmış gibi görünüyor. Bu yasakçılığın en kötü örneği ise Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Dernekleri Genel Merkezi ile Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı’nın ortaklaşa aldığı ve örgütlere yolladığı bir “utanç belgesi” ile uygulamaya koyduğu boykot kararı oldu. Bu utanç verici yasaklama kararının hâlâ yürürlükte olması anılan örgütlerin tarihinden ve altında imzası olan yöneticilerin alınlarından asla silinmeyecek bir ayıp olarak kalacak. Ancak aydınların toplumun gündeminden uzak düşmeleri ile bazı demokratik örgütlerinin engellemeleri Serçeşme dergisi için aşılmaz engeller oluşturmadı. Serçeşme dergisinin, Alevi-Bektaşi toplumu ve onun geleneksel örgütlerinin önderleri ile ilişkisi bunlardan çok daha öte anlam taşıdı. Alevi-Bektaşi toplumunun ileriye doğru yürüyüşünde Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın, etrafında derlenecek yol gösterici merkez rolü oynaması gerektiği inancı bu çalışmanın hep merkezinde .yer aldı. Serçeşme dergisi, gündeme gelen hiçbir konuyu tartışılmaz bir tabu olarak görmedi. Hiçbir konuyu, uçan sözlerde bırakmayan, ak kağıt üzerine kara kalemle yazılı, yani kalıcı hale getirilmiş tartışma dışında tutmama konusunda ısrarlı çaba gösterdi. Son dönemde derginin sayfalarında yer alan bazı tartışmaların “Dergâh’ın kırmızı çizgileri” diyebileceğimiz sınırları zorlaması şaşırtıcı değildi. Şaşırtıcı olan, geleneksel Alevi-Bektaşi toplumun, ucu kendilerine yönelen eleştiriler içeren tartışmaları bir “cana kast” gibi algılaması oldu. Tabanın bu algısı, bir öz savunma tepkisiyle pratik önlemler alınması için toplumun önderlerini harekete geçmeye zorladı. Bu zorlanmanın sonucu geleneksel toplumun önderlerinin dergi yönetimine duyduğu güvenin yitirilmesi olarak yansıdı. Bu durumda, Serçeşme dergisinin ortaklaşa bir çaba olarak sürmesinin zemini ortadan kalktı. Derginin yaşam döngüsünü bitiren bu gelişme oldu. Serçeşme dergisinin yaşam döngüsü, büyük Bektaşi ozan Edib Harabi’nin “Kandilin içinde fitil oluruz / Hakk’ı göstermeye delil oluruz” dediği olguya benzer. Hatası-doğrusu, sallanması-yuvarlanması içinde dergide yer alan yazılar, tüm Alevi-Bektaşilere önümüzdeki dönemde kaçınılmaz olarak yürütülecek tartışmaların var olduğunu göstermiştir. Bu tartışmalardan kendini dışa kapatarak kurtulmak olanaklı değildir. Gönlün istediği, Alevi-Bektaşi toplumu ve onun geleneksel önderlerinin bu zorunluluğu kavraması ve tartışma kaçınılmaz hale geldiğinde gerektiği gibi yanıt vermeye hazır olabilmesidir, çünkü “Yol herkesten uludur.”

2

Fikret Otyam

İ

stanbul Müftüsü muhterem, fetvasını verivermiş:

“Cemevinin ibadethane olması dinen caiz değildir.”

Müftü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı bu konudaki görüşünü bir istem üzerine yazılı olarak bildirmiş, eski ekmek teknem Cumhuriyet Gazetesi’nde Miyase İlknur’un “Müftü Cemevini Aforoz Etti” başlıklı yazısını kesip dosyama koymuştum. Yazının yer aldığı 31 Mayıs 2008’den bu yana yeni gelişmeler de yaşandı.. Çağrıcı’nın cemevi yapılmasına ilişkin karşı durmasının gerekçesi özetle şöyle:

Alevi-Bektaşi inancına, öğretisine, geçmişine, toptan kültürüne, asırlardır başlarına getirilenlere, birliğine, dirliğine, hep aynı gözle bakanlar, ister okumuşundan, ister okumamışından olsun, bu canların tüm isteklerine karşı yanıtlar hep “şer’an caiz degüldür” yollu olmuştur, inkârdan gelen var mı? Kimsenin kanlı kılıcı, sivri oku, zulmu, hayınlığı, insanlık dışı uygulamaları, dayanılmaz baskıları bu inançlıları karşı duruşlarından koparamamıştır, dönen dönmüştür, içi dönmeden.. Tapınağımız cemevi demişlerdir, gitmemişlerdir camilere, mescitlere!. Daha yakın bir zamanda Alevi-Bektaşi canların yaşam yerlerine inat olsun diye camiler yaptırılmıştır, atanan imamının bile kaçıp gittiği inkârdan gelen var mı? Zorla ve illa cami illa cami diye direnmek insanlık dışıdır, çağdışıdır, zulumdur baskının ta kendisidir, inkârdan gelen var mı?

“… İslam dininde bir kurum olarak ibadethane işlev ve misyonunu sadece camiler ifa etmektedir. Alevi-Bektaşi vatandaşlarımızın Kuran’dan başka bir kutsal kitabı ve Hz. Muhammet’ten başka bir peygamber olmadığı için Alevilik nasıl tanımlanırsa tanımlansın, İslam dairesi içerisinde yer alan bir inanç ve dini anlayıştır. Alevi-Bektaşi öğretisinin kurucuları ve saygın siyasetlerinin yazılı eserlerinde, nefeslerinde ve şiirlerinde bu böyle ifade edildiği gibi, tarihsel realite de bunu göstermektedir. Bu bakımdan Alevilik, İslam kültürünün bütününden ayrışan değil, onu tamamlayan bir unsurdur. Alevi-Bektaşi kültür ve geleneğinde dergâh, tekke, zaviye ve niyaz evi olarak tamamlanan bugünkü cemevlerinin ısrarla cami gibi birer mabet olarak gösterilmeye çalışılması tarihi tecrübeye ve bilimsel kriterlere uygun değildir. Çünkü Alevilerin tarihinde ‘cemevi’ şeklinde müstakil mekânlara rastlanmamaktadır.

Evet, inşallah asılsızdır! Ülkemizin birliği, dirliği için bu kaçınılmazdır. Fazla değil dergimizin geçen Nisan ayı sayısında da, yani yıllardır olduğu gibi bu konuyu ele almıştım haksızlara karşı olarak. Cemevleri için büyüklü küçüklü, okumuş, okumamış din kardeşlerimizle bu ülkeyi yönetenlerin nasıl el ve ağız birliği içinde olduklarını sergilemiştim.

Cemevleri İslam’ın on dört asırlık pratiğinde hiçbir zaman camilerin alternatifi ve muadili olmamıştır. Çünkü cami belli bir mezhebin, meşrebin, tarikatın veya inanç grubunun mekânı değil, bütün Müslümanların ortak mabedidir.”

Buyurun Bu Da Konunun Çözümü İçin Bırakılan Kurumun Başının Görüşüne!

Yani “muhterem” Müftü, bilgece yanıt vermiş ve anhası minhası ise şöyle:

O yazımdan kısa bir alıntı, başkan diyor ki:

“Şer’an Caiz Değüldür!” “Muhterem” Müftü Prof. Dr. Yani bilim adamı, sözcükleri dikkatle seçmiş, Arapça var, yabancı dil var, arı dil var, ulema dili var.. Bakınız bunları harmanladım daha iyi anlaşılsın diye: “Misyon, ifa, öğreti, saygın, şahsiyet, realite ayrışan, unsur, kriter, müstakil, mekan, pratiğinde, alternatifi, muadili.” Evet, tüm bunların aslı astarı yukarda dediğim gibi “şer’an caiz olmamasıdır!” Böyle bir soru zamanında Şeyh’ül İslam Ebussuud Efendi Hazretlerine de sorulsaydı, sanırım o da içinde Arapça, Farsça sözcüklerle süslü ağır bir Osmanlı ağzıyla bu istemin aleyhinde görüş bildirecekti ki özü: “Şer’an Caiz Degüldür Vesselâm” olacaktı!.

Cemevi Konusunun Çözümü Diyanet İşlerine Bırakılmış! Dileyelim Asılsızdır..

“…Cemevlerinin ibadet yeri statüsüne alınıp alınmaması ve ibadet yerlerine sağlanan olanaklardan yararlandırılması ise hükümetin tercihidir. Verilen yanıttan anlıyoruz ki hükümet buna karşıdır.” Bu haberin başlığı her şeyi açıklıyor:

“Cemevi Müslümanlıktan Koparır!” Topu birbirlerine atıyorlar cemevlerini ibadet yeri olarak görmüyorlar ve olanlara bakılırsa görmeyecekler de! Seçimlerin ucu göründü.. Ama cemevlerinin çözümü hâlâ uçsuz bucaksızda! Çorumlu taksi sürücüsü can, sözüm sana, aman, aman ha, AKP’ne yine oy vermemezlik etme ve cemevi isteyip, cemevine gidip de Müslümanlıktan da kopma!

Sayı 44


SERÇEÞME

Zorunlu Din Dersi İşkencesi Devam Ediyor Av. Fevzi Gümüş PSAKD Genel Başkanı, 24 Temmuz 2008

12

EYLÜL askeri cuntasının yapmış olduğu 82 Anayasa’sındaki düzenleme ile Alevi çocuklarını, gençlerini asimile etme, onları Sünnileştirme amacıyla zorunlu din dersleri verilmektedir. Bilindiği üzere Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM), Ekim 2007’de aldığı kararla zorunlu din derslerinin “eğitim hakkı”nın ihlali olduğunu söylemişti. Veli Hasan Zengin’in kızı Eylem için yaptığı başvurusunda mahkeme, dersin içeriğinin sadece İslam’ın Sünni yorumuna dayandığını vurgulamıştı. Mahkeme ayrıca gayrimüslim çocukların dersten muaf tutulmasının da “inanç özgürlüğünü” sağlamak için yeterli olmadığını belirtmişti. Milli Eğitim Bakanı (MEB) Hüseyin Çelik, bu kararın “eski müfredata dair olduğunu” söylemiş, “Yeni müfredatta Aleviliği de yer veriyoruz” diyerek kararın uygulanamayacağını iddia etmişti. Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) bir süre önce konuyla ilgili Başbakanlığa başvuruda bulundu ve zorunlu din dersi uygulamasına AHİM kararı doğrultusunda son verilmesini talep etti. ABF’nin başvurusu şikâyet hattı “ALO 150”ye kabul edildi ve üzerinden bir ay geçmesine rağmen cevap verilmedi. Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki, zorunlu din dersiyle ilgili açılan davanın, hem de ulusal mahkemede kazanılması, Alevilerin yıllardır verdikleri mücadelenin hukuki düzlemde kabul edilmesi, zorunlu din derslerinin insan haklarına, laikliğe, inanç özgürlüğüne, çağdaş eğitim anlayışına aykırı düştüğünün tescili an-

lamına gelmektedir. Bu aynı zamanda, 12 Eylül askeri cuntasına karşı kazanılmış hukuki bir zafer olduğu kadar, Alevilerin ve demokrasi güçlerinin verdikleri mücadelenin seyri içinde de bir dönüm noktasıdır. Alevilik, sinsi asimilasyon politikalarıyla yok edilmek istendi; Aleviler, bu zulüm altında kimliksizleştirilmeye çalışıldı. Din derslerinin varlığı ve zorunluluğu, Anayasa’nın 2. maddesi ile düzenlenmiş olan laiklik ilkesiyle, çelişki yaratıyordu ve uygulamada sadece Sünnilik öğretiliyordu. Zorunlu din dersi, dolayısıyla zorunlu bir işkence ve zulümdü. Bunun sonucu, gerici anlayış ve çevreler, farklı inançlara saygı gibi temel bir haktan, yıllarca ülke insanını mahrum bıraktı. Ancak Aleviliği yok etmeye yönelik politikaların farkında olan Aleviler, demokratik yöntemleri kullanarak ve hukuksal mücadele vererek asimilasyon çemberini kırdı. Daha önce iç hukuk yollarında sonuç alınamadığı için AİHM’ne taşınmış ve uygulamanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu tespit edilmiş oldu. Aynı karar Danıştay’ın iki farklı kararında da kabul gördü. Şimdi sıra hükümetin laikliğe, insan hak ve hukukuna, uluslararası sözleşmelere aykırı olan zorunlu din derslerini kaldırması sırası gelmiştir. Ancak aradan geçen zaman zarfında AKP Hükümeti türban ile sınırlı bir inanç özgürlüğü ile bu sorunu çözecek gibi görünmemektedir. AKP ve bu partinin anlayışına sahip diğer siyasal yapılar, Anadolu’daki inançsal-kültürel farklılıkları bir zenginlik de-

Yalancı Laik Ahmet Altan Mehmet Petekkaya A. ALTAN Aleviliği laiklik konusunda yalancılıkla itham ederken kendisi gerçek laikliğin söylemleri olan Diyanetin kapatılması, Üniversitelerde dinsel inancı olan öğrencilerin bilimsel gerçeklik konusunda hazırlık sınıfı egitimi almasını, ilköğretim ve lisedeki zorunlu din dersinin kaldırılmasını, İmam Hatip Liselerinin düz liseye dönüştürülmesi ve de İlahiyat Fakültelerinin kapatılmasını dillendirmemiştir. Aleviliği bürokrasiye benzetmesi bugünkü Aleviliğe yapılan haksızlıktır. Aleviler devletin Alevi açılımına destek olmamıştır. Bürokrasi halkın sırtından beslenirken Cem Vakfı dışında para talep eden Alevi kurumları henüz görülmemiştir. Dinine kalpten bağlı Sünniler derken açık konuşmuyor. Devletten yeterince ilgi görmediğini ima eden A. Altan Cumhurbaşkanı, Hükümet ve Meclis’teki AKP çoğunluğunun yaşadığı zorlukları anlatmak istiyor. Namazını kılan, içki içmeyen AKP’lilerin mağduriyetini anlatmaya çalışıyor. Fethullahçıların bürokrasideki ağırlıklarını saymayacağım gerek yok. Ancak şu net; devletin desteği ve de isteği olmasaydı bu kalpten inançlı Sünniler yürütmenin ve de devletin başı olamazlardı. A. Altan’ın asıl anlatmak istediği; devletin yaptığı Alevi katliamlarında bu kalbi temiz Sünnilerin ellerine Alevi kanı bulaşmamıştır.

Ağustos 2008

A. Altan’a sormalı, bu kalpten inançlı beyefendiler Alevilere yapılan katliamları sorguladılar mı, kendi içlerinde yargıladılar mı, suçluluk psikolojisi yaşadılar mı? A. Altan biliyordur, ama biz yine tekrar edelim; Sünni İslam egemen sınıfın dinidir. Devletin kalbi ne kadar temizse Sünni İslam’ında kalbi o kadar temizdir. Emevilerde de, Osmanlılarda da, bu böyleydi; Türkiye’de de böyle. A. Altan laiklik diye tanımladığı, devletin kapılarının bütün dinlere eşit mesafede açılmasıdır. Soruyorum, Laiklik dinin devletten dışlanması değil midir? Herkesin dinsel inançlarına göre giyinmesini istemek Türbanı da üniversitede istemek değil midir? A. Altan dinlere özgürlük istemesinden dolayı çok tepki aldığını söylüyor. Bence tepki verenler çok haklı, dinlere özgürlük istemek insanlığı daha geri çağlara taşımak demektir. 21. yüzyıldayız, dinin söyleyip de bilimin çözemediği hiç bir iddia yoktur. Din zaten iyice gereksizleşmiştir. Din sadece küresel kapitalizmin egemenliği için gereklidir. Amacı da insanlığı kontrol altında tutabilmektir. O anlamda din onların egemenlik aracıdır. Hıristiyan dünyasında da devletler, toplumlar üzerinde dinin etkisini arttırabilmek için büyük caba sarf etmektedirler. Küresel Kapitalizm dinleri revize ederek ılımlılaştırmıştır.

ğil, ayrılık unsuru olarak gördüler ve görmeye devam etmektedirler. Ancak Demokratik Alevi Hareketi’nin gücü zihinlerin köreltilmesine, gericileştirilmesine de seyirci kalmayacaktır. Zorunlu din dersleriyle ilgili açılan davalarla birkaç Alevi genci, asimilasyon kuşatmasından kurtuldu. Ancak milyonlarca Alevi genci aynı işkenceyi görmeye devam ediyor. Bu durumda Anadolu’nun özgün inancının korunup yaşatılması için Demokratik Alevi Hareketinin kitlesel davalar, zorunlu din dersini boykot gibi yeni mücadele biçimlerini AKP gericiliğine karşı mücadelenin parçası olarak hayata geçirmesi gerekli görünüyor.

ABF ve PSKAD Zorunlu Din Dersinin Kaldırılması İçin Oturma Eylemi Başlattı Alevi Bektaşi Federasyonu ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği öğretim yılı yaklaşırken zorunlu din dersinin kaldırılması için oturma eylemleri başlattı. Örgütler, taleplerinin kabul edilmesi için okullar açılana kadar eylemlerini sürdürecek. Zorunlu din dersinin kaldırılması için her Pazar günü saat 12:30’da Taksim tramvay durağında oturma eylemi yapacak. Aleviliği dinler kategorisinde değerlendirmek başlı başına yanlıştır. Alevilik dinsel kaynaklı olmakla birlikte inançtır, kültürdür, daha önemlisi köylü sosyalizmi ya da toplumsal bir yürüyüştür. A. Altan dinlere özgürlük isteyeceğine Sünni İslam’ın kullandığı üç milyar dolara mal olan diyanet bütçesinin iptalini istemeli. O para egitime ve sağlığa ayrılmalı türünden laflar etseydi Alevi toplumundan gerekli değeri görürdü. A. Altan, Pir’i küçük düşüren bir tutum sergilemiş. Pir yaşasaydı darbecilere karşı savaşırdı da ne demek? A. Altan kimle oynuyor? Bütün dünyada darbelerin faşist diktatörlüklerin maddi koşulları ortadan kalkmıştır. Bizler çocuk muyuz? Bizlere öcü olarak darbecileri gösteriyor. Şunu herkes bilsin ki; egemenlerin yönetim sekli faşizmi de, demokrasiyi de içeren aferist bir yönetim şeklidir. Bunların yönetimi kriz yönetimidir. Demokrasi de, faşizm de tek başlarına olamazlar. Yani insanlığa el sallamışlardır. A. Altan’ın ağzından çıkaramadığı küresel kapitalist egemenliğin ulus devlet artıklarının tasfiye girişimine Pir’i alet etmektir. Oysa Pir esas düşmanı bırakıp da küçük düşmana karşı savaşmadı ki. Şeyh Bedrettin’de, Hacı Bektaşi Veli’de, Pir Sultan Abdal’da böyle. Biz şunu çok iyi biliyoruz. Dinlere özgürlük istemek özgürlükçülük değildir. Dünya kapitalist egemenliği tasfiye olmadıkça özgürlük su ve oksijen gibi aranacaktır. Dünya kapitalist egemenliğinin, Türkiye parlamento partilerinin ve onların hükümetinin yanında duranlar bizim yanımızda hiç duramazlar.

3


SERÇEÞME

HACI BEKTAŞ VELİ ANMA TÖRENLERİNE GİDERKEN

Hünkârımızla Buluşmak Sırrımızla Buluşmak Demektir Esat Korkmaz

S

öze acıktığımız günleri yaşıyoruz: Unutmayalım böylesi durumlarda Hacı Bektaş Veli dünyası bizim “soframızdır”. İşte yine Serçeşme’de “Büyük Sofra” kuruldu; açlığımızı giderebilirsek “yazgımıza” isyan edebiliriz. “Sırrımız”, Hacı Bektaş Veli düşüncesinin “sığınaklarında” gizlenmiştir bir bakıma: Yaşamı “ertelemesini” becerebilir, çıkarlarımızdan özgürleşebilirsek kendimizi, sırrımızı “keşfeder” ve Alevi-Bektaşi bilincinin-inancının “isteği” ile davranışlarımızı “birleyebiliriz”. Hiçbir şeye sahip olmayan insan önce kendi “varlığını” taşımasını öğrendi; sonra doğanın dilini “duyular” yoluyla çözdü: Gökyüzünün berraklığında “sevgiyi-aşkı”, siyahlığında “korku”yu gördü. Rüzgârın alçalıp yükselişinde, yıldızların yanıp sönüşünde, gündüz ile gecenin yer değiştirişinde “hikmeti” aradı. Doğanın çıkardığı her seste harfleri keşfetti; harflerin tamamında sözün “sırrına” erdi. Sözü ses etti, “şiir” oldu. Evreni “küçük bir nokta”ya, küçük bir nokta olarak algıladığı kendini “evrene” dönüştürdüğünde “sonsuz boşluktan hakikat üretti”. Hakikatin izinde “varlığın da hiçliğin de bir olduğunu” öğrendi. Öğrenir öğrenmez gökyüzüne “merdiven kurdu”; ruhları-canları sonsuz yolculuğuna çıkardı; dağlar aşıldı, bulutlar geçildi; kulak kesildiğinde “vicdanın sesi” duyuldu: Kötüye el çırpmayacaksın. Kötüye “el çırpmayalım”: Hacı Bektaş Veli düşüncesi “öğretmenimiz” olsun; onun “terbiyesi ile büyüyelim”. Büyüyelim ki “isteğimizin dansını çocuklarımızın oyunlarında görmeye başlayalım”.

Hacı Bektaş Veli Anadolu insanının özleminin, umudunun, bilimsel bir kaygı gütmeksizin düş gücünün bir çocuğudur, Hacı Bektaş Veli. Anadolu insanının Anadolu toprağında yetiştirdiği, sevip geliştirdiği; özlemine, umuduna, düş gücüne uygun biçimde söylencelerle giydirip kuşattığı, doğaüstü yetilerle donattığı, düşünceleri kırsal kesimde kitlesellik kazanan, düşünme/davranma özgürlüğünden yana, açıklığı seven, baskıya karşı savaşan bir öncüdür, Hacı Bektaş Veli. Doğuş yıllarında ortaya konan ilkelerle yaşamaya çalışan ve değişmeyen, tartışılamayan, esnetilemeyen bir inanç kurumu yaratan egemen sınıfın ilahi ideolojisi Şeriatçı İslamlığın yadsınmasının bir ürünüdür, Hacı Bektaş Veli. Şeriatçı İslamlığın yaşanan nesnel/toplumsal süreç tarafından yadsınmasıyla ortaya çıkan inanç boşluğunun çalışanlar/ezilenler adına doldurulmasının yaratısıdır, Hacı Bektaş Veli. Ortaçağ koşullarında, temel üretim zemininde belirleyici üretici güç durumunda bulunan Anadolu köylüsünün, çobanının ve zanaatçısının kendisini kurtuluşa taşıyabilmek ve kurtuluşunu insanlığın kurtuluş düşüne bağlayabilemek için yarattığı “doğu toplumculuğu”nun başat kimliğidir, Hacı Bektaş Veli. Tektanrıcı dinin ortodoks kurallarına kitlenip kalan insanı, can yoldaşlığı, kavga yoldaş-

4

“Er ol erlerle yaşa; erenlere, iyilere karış; onlarla görüş, konuş, seviş; ara-bul, kendine gel, kendini bil; kendinden başkalarını kendinde gör; eline, diline, beline, işine, eşine, aşına sahip ol. Sıkı tut. Haksızlığa baş eğenler, korkaklar bizden değildir...” (Hacı Bektaş Veli) lığı temelinde önce toprağa sonra yaşamdan kaynaklanan, yaşamla gelen bir birikimin ürünü durumunda olan geleneğe bağlayan süreci başlatan, doğan, gelişen ve geleceğe uzanacak olan bir toplumsal olgudur, Hacı Bektaş Veli. İslamın getirdiği değişmez koşullara karşı yaşama sızan ve yaşamsal bir tepki olarak beliren bir hizmetlidir, Hacı Bektaş Veli.

Hacı Bektaş Veli Düşüncesi Sıralanan nedenlerle Hacı Bektaş Veli düşüncesi: Asya kökenli göçerlerin, yerli halkın ve Hz. Ali Yandaşları’nın uygarlık öncesi çağlardan taşıyıp getirdiği değerlerin, bu değerlerin bir bireşimi biçiminde beliren ve halkın isyanını besleyen dünya görüşünün “maya”sına dönüşebildi. İnanç kökenli düşünceler bağlamında, geleneğin üzerindeki örtü kaldırılabildi ve yaşamla beslenen bir ürün durumuna getirilebildi; düşüncenin yüzü güneşe gösterilebildi. Herkesin, her şeyin yazgısını çizecek biçimde soyut olarak tasarlanıp kutsanan, sonra da halkın toplu belleğine “gerçek varlık” olarak yerleştirilen Tanrı algısı eleştirilebildi; yaşanan ve kesinlikle bilimsel olan nesnel süreci onurlandırmak için bilimsel olup olmadığı kaygısı gütmeksizin, sağduyunun/önsezinin yarattığı ışıkla bir gönül kanalı açarak, insanları da peşine takıp gökyüzüne yükselen Tanrı alınıp yeryüzüne indirilebildi; kara yazgıyı yaşayan değil, bu yazgıyı yaratan eleştirilebildi; insanın, kendi kaderini kendisinin çizebileceği gerçeği yaşama geçirilebildi. Akınların, savaşların, saldırıların yoğun olarak yaşandığı, yoksulun daha yoksul, azgının daha azgın olduğu bir ortamda, Anadolu halkının toplu belleğinin, toplu eyleminin/söyleminin bir simgesi olarak güvercin donunda bu toprağa ayak basan Hacı Bektaş Veli, özlemlerin, umutların kucağında beslenerek önce kendi nesnel yaşamının sınırlarını aştı, sonra da doğa/insan yaşamının sınırlarını aştı ve ev-

renin sonsuzluğuna uzanan bir davranışın taşıyıcısı oldu.

Hacı Bektaş Veli’nin İki Dünyası Hacı Bektaş Veli’de; iç içe girmiş, kaynaşmış, biri olmadan diğeri olmayacak olan iki “ayrı” dünya vardır. Bu dünyalardan biri, geçmişte “tüm insanlığı” kucaklayan, “medeniyet”le, yani yerleşik yaşam ya da sınıflaşmayla birlikte medeniyeti güdenler tarafından boğulmak ve yok edilmek istenen “ilksel eşitlikçi toplum” değerleri dünyasıdır. Ötesinde, bu değerleri tüm baskılara karşın canlı tutmaya, yaşatmaya çalışan ve belirleyici anlamda “yol örgütlenmesi”yle yaşama geçecek olan Alevi-Bektaşi topluluğunun “topluluk bilinci/inancı”dır. Bu bağlamda “ana kaynak”tır, “pınar”dır. Bu kaynak, bu pınar aynı zamanda: Hak-Muhammet-Ali-Hasan ve Hüseyin’e sevgidir; Oniki İmam, Safevi şahları, Üçler, Yediler, Kırklar, Pirler ve Erenler’e bağlılıktır; Kerbelâ Olayı’na “tapınma”dır; tapınılan bu olayı güncellemedir; Ölümü, “yeniden dirilme”ye, “yeniden doğuş”a dönüştürmedir; Gerçeğe ulaşmada yalnızca “insan aklı”yla yetinmemedir, ötesinde “doğanın aklı”yla, yani “Tanrı’nın aklı”yla buluşmadır; Varlıklara “dirilik” veren ve tanrısal olarak algılanan “soyut can”a aşkla bağlanmadır; Yaradılışa değil, varoluşa, varlığa gelişe inanmadır; doğmadır, doğurmadır, dönüşmedir; Doğmanın, doğurmanın ya da dönüşmenin “nedeni” durumundaki “tüm can”ı yani Tanrı’yı “anasız-babasız” bir “hareket” ya da karanlıktan doğma bir “ışık” olarak bilince/inanca taşımadır; Bâtıni tasavvufu, ötesinde bâtıni felsefeyi bütün dinlerin içinden akan ve onların “akladoğaya aşkın toprağını” silip süpüren bir akarsu olarak görmedir; Hiçbir metafizik dinin “doğuramayacağı” ve hiçbir metafizik dinin “yaratamayacağı” bir ortaklıkta buluşmadır; Gizli işlerin değil, “gizil” işlerin insanları olduğuna inanmadır; Ezilenlerin kurtuluşunu, tüm insanlığın kurtuluşuna bağlayan tasarımlar evrenidir; Muaviye-Yezit-Mervan, Hızır Paşa ve öylelerine nefrettir; ve Alevilik-Bektaşilik erkânına içten, gönülden sarılmadır. Dünyalardan diğeri; Alevi-Bektaşi topluluk değerlerinin/bilincinin/inancının doğası gereği “evrilerek”, yani topluluk bilincinden toplum bilincine sıçrayarak, kendi düşünsel/nesnel sınırlarını aşarak kazandığı, tüm ezilen, horlanan insanlığı kucaklayan “boyut”tur. Belirleyici anlamda “demokratik kitle örgütlenmesi”yle

Sayı 44


SERÇEÞME yaşama geçecek olan, kendini besleyen “geleneksel kanal”ı sorgulayan, onu “akıl” alanına, ortak çıkar/yarar altında toplanan “halk katı”na taşıyan, “toplumsal mücadeleler” dünyasıdır. Belirleyici, güdücü, yönlendirici olan bu “içerik” aynı zamanda: Doğa sevgisidir, doğayla senli-benli olmadır, doğayla sohbettir; doğayı sorgulayarak insanı “eleştirme”dir; Tanrı tanık gösterilerek kutsanan, “somut” olan ve “somut kavga”ya önderlik eden, onurlandırılması gereken “insan”dır; Sevginin güzelliğidir, aşkın yakıcılığıdır ve ayrılığın acısıdır; Dünyanın geçiciliği ve ölümün kaçınılmazlığıdır; Dosttan, eşten ve âşıktan ayrılmadır; dosta, eşe ve âşığa özlemdir; Toplumsal eksiklikleri/aksaklıkları akılsız ya da kötü niyetli kişilerin eseri olarak görmekten öte düzenin/sistemin bir “yaratısı” olarak algılamadır; ve En önemlisi sömürüye/haksızlığa, soyguna baş eğmeyip kavga etmedir, kavgaya katılmadır; bir gün bu kavganın başarıya ulaşacağına yönelik umudu sürekli canlı tutmadır.

Hacı Bektaş’ın Diliyle Canlara Sesleniş Ve canlara seslendi Hacı Bektaş Veli: Şeriatçı İslamlıkla barış içinde bir arada yaşama adına değil, Asya kökenli paylaşmacı/ dayanışmacı toplum değerleriyle uygar eşitsizlikçi toplumda eşitlik adına muhalefet eden değerlerin buluşmasıyla yeni bir bireşim olarak beliren ve sonraları Alevilik-Bektaşilik biçiminde kimlik kazanacak olan yaşam görüşü adına; bütün gönüllerin aydınlığa, bütün canların ermişliğe kavuşmasını dileyen bir yürek vuruşuyla seslendi gönül yoldaşlarına: Gelin canlar bir olalım. İçten, dıştan baskıya uğramış, horlanmış, sömürülmüş; esenliğe susamış, barışın, eşitliğin,

yiğitliğin tadına vurulmuş kır emekçilerine, göçerlere, çobanlara yüksek dağ doruklarından seslendi: Gelin canlar bir olalım. Evrenin enginliğinde/zenginliğinde gücü yettiğince/olanağınca dolaşmak, gezmek, görmek, söyleşmek, sevilmek, öğrenmek, kısaca yaşamak özlemi içinde olanlara “sessizlik” olarak algılanan Anadolu insanının toplu dileğiyle seslendi: Gelin canlar bir olalım.

1927, Giresun – 2008, İstanbul

Arınmış bir yürekle dolaşmak, er olmak, erlerle yaşamak, erenlere karışmak isteyenlere; görüşmek, barışmak, konuşmak, sevişmek isteyenlere; esriyen gönüllerde kendini bulmak, kendinde başkalarını, başkalarında kendini görmek isteyenlere yücelerden seslendi: Gelin canlar bir olalım. Başeğmek, alçalmak istemeyenlere, yanlışı doğruya, çirkini güzele çevirmek isteyenlere, eylemin olanaklı olduğu yerde eylemek isteyenlere, eylemin olanaklı olmadığı yerde söylemek isteyenlere “dışa dönük eylemlerinin nesnelleşmesi” anlamında seslendi: Gelin canlar bir olalım. Uygar insanlara özgü bilinç açıklığına/davranış bağımsızlığına kavuşmak isteyenlere; insan denen varlığın değerini, önemini, evrendeki yerini bilmek isteyenlere; bilmenin üstünlüğünü, erdemin öncülüğünü, gelişmenin yaratıcılığını, iyinin/güzelin yönlendiriciliğini anlamak isteyenlere erenler toplantısından seslendi: Gelin canlar bir olalım. Şeriatçı İslamlığın uyuşturucu etkisinden kurtulmak, özgürlüğün diriltici / can verici sıcaklığına koşmak, yeniyi bulmak, eskiyi yerli yerine koymak, yani her an yeniden doğmak isteyenlere yaşamı kucaklayan / onurlandıran inancının diliyle seslendi: Gelin canlar bir olalım. Söyleyemediğimiz gerçekler bize “koşar”; yaşıyorsak bizi bulur, bizimle “sevişir”. Ya Hak k’a yürümüşsek söyleyemediğimiz gerçekler nereye-kime koşacak? Zaman yitirmeden bir türlü söyleyemediğimiz gerçekleri de “yanımıza alalım” ve birbirimize “koşalım”: Onlara “acı çektirmeyelim”. Hünkârımızın diliyle birbirimize seslenelim: Gelin canlar bir olalım.

Hacıbektaş’ta Belediye’nin düzenlediği “Resmi” Hacı Bektaş Veli Anma Töreni’n yapıldığı alana topluca girmek isteyen demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin yürüyüşü engellenmeye çalışıldı. Lise önünde toplanarak, flamaları ve sloganları ile yürüyenlerin yolları üç kez önlerine dikilen polis engeli ile kapatıdı. Her seferinde “Gelin Canlar Bir Olalım” diyen yürüşçüler bu engellemeleri aşarak ilerlemelerini sürdürdü. Örgütlü Alevi-Bektaşiler meydana ulaşmayı ve resmi konuklara protestolarını dinletmeyi başardı. Bunun kürsüde yarattığı telaş içinde “çağrıcılar” ile “resmi konuklar” birbirine düştü.

Ağustos 2008

FETHİ NACİ

FETHİ NACİ, (İsmail Naci Kalpakçıoğlu) yazılarını babasının adı Fethi’yi kullanarak imzalardı. Erzurum’da parasız yatılı liseden sonra burslu okuduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu. Asistanlığa yeterli, ama sakıncalı bulundu. Yıllarca muhasebeci olarak çalıştı. 1949’da Yüksek Tahsil Gençlik Der neği’nin kurucusu oldu. 1951 komünist tevkifatında dernek yöneticisi olarak hapsedildi ve yargılandı. Serbest bırakılınca 1951 TKP Davası sanıklarıyla dayanışmayı örgütledi. 1956 yılında yayınladığı “İnsan Tükenmez” adlı kitabı nedeniyle Ceza Kanunu’n ünlü 142. maddesinden yargılandı. Türkiye İşçi Partisi’ni kuran sendikacıların 1962 yılında aydınlara yaptığı çağrıya uyarak bu partiye katıldı. TİP’in Etüd ve Araştırma Bürosu’nu kurdu ve sekreteri oldu. TİP programının yazılışına katıldı. TİP’in yayın organı Sosyal Adelet gazetesini kurdu. Tüzük’te sendikacılara tanınan ayrıcalıklara karşı çıkması bahane edilerek 1964’de yapılan 1. Kongre sonrasında partiden uzaklaştırıldı. Kuruluşuna katıldığı Ant ve Yön dergilerinde yazdı. Dönemin tartışmalarında hem Aybar-Boran-Aren çizgisine hem de Milli Demokratik Devrimcilere karşı çıktı. 1968 yılından sonra giderek siyasetten uzaklaştı. İktisatçıydı, ama edebiyaçı olarak ünlendi. 1965’de işten atılınca kurduğu Gerçek Yayınevi’nin yayınladığı “100 Soruda” dizisinden çıkan kitaplar çok tutuldu ve okundu. Türkiye’nin en yetkin edebiyat eleştir menlerinden biri olarak tanındı. Marksist sanat anlayışının en güçlü savunucularından biri oldu. Hikaye ve şiire de ilgi duymasına karşın en yetkin olduğu alan romanlar oldu. “Bir Hikayeci: Sait Faik-Bir Romancı: Yaşar Kemal” adlı eseri ile 1991 yılında Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü’nü kazandı. Çeşitli edebiyat dergilerinde ve Cumhuriyet kitap eklerinde yazdı. Yapıtları arasında “Azgelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm”, “Emperyalizm Nedir?”, “Azgelişmiş Ülkelerde Askeri Darbeler ve Demokrasi” önemli yer tutar. ‘Yüz Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme”, “Eleştiri Günlüğü”, “Gücünü Yitiren Edebiyat”, “Dönüp Baktığımda” (1999) son eserleri oldu. Kızını ve ilk eşini bir kazada yitirmenin acısın çekti. Son yıllarında ise Alzheimer hastalığı ile pençeleşti.

5


SERÇEÞME

Şeyh Sâfi ve Şeyh Sadreddin Dönemlerinden Kısa Sosyo-Politik Kesitler - Bölüm II İsmail Kaygusuz

B

U YAZIMIZIN birinci bölümünün sonunda Şeyh Sâfi’nin Sünni olmadığı üzerine Makalât-ıŞeyh Sâfi’den örneklemeler yaparak ayrıntılı açıklamada bulunacağımızı belirtmiştik.

Şeyh Sâfi’nin Soyu, Seyyidliği ve Şeyh Sadreddin Safevilerin soylarının Ali’den geldiği, buradan Muhammed’e ulaştığı ve ‘Hâlef Teorisi’ üzerinde hanedanlık kurdukları, Şeyh Sâfi ile (doğrusu Şâh İsmail ile olmalı-İK) İmam Musa Kâzım (ö. 799) arasında yirmi kuşak olduğu varsayılır. Ancak İranlı ve İranlı olmayan yazarlar bu konuda farklı görüşler ileri sürmüş ve itirazda bulunmuş, “Ali soylu oluşu uydurmadır, sonradan eklenmiştir” demişlerdir.1 Süleymaniye Kütüphanesi, İzmir Bölümü, no: 465’te kayıtlı Farsça Safvatu’s-Safâ nüshasında (108 yaprak, H. 968/M: 1517) 107b–108b sayfalar arasında hem Safevilere ait tarîkat silsilenâmesi, hem de onları İmam Musa Kâzım’ın soyuna nispet eden yirmi kuşaklık neseb-nâme vardır. Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasofya Bölümü, no: 3099 da kayıtlı (H. 896/ M: 1490 tarihli) ve istinsahı (kopyasını çıkarma, yeniden yazıya çekme işlemi) İbadullah Sunullah tarafından yapılmış olan ve yukarıda “mukaddime”sini verdiğimiz nüshanın başına eklenmiş ve Neseb-nâme’de ise Şeyh Sâfi’den Musa Kâzım’a kadar –kendisiyle birlikte– on altı kuşak bulunmaktadır. Ayrıca bu bilinen en eski Farsça nüshanın bir yerinde (6b, birinci bab, birinci fasıl), “Yeryüzü ülkelerindeki şeyhlerin ve bilgelerin sultanı Şeyh Sadreddin (Tanrı onun bereketini devam ettirsin) buyurdu ki; bizim soyumuzda seyyidlik vardır; ama sormadım ki Alevi (Hüseyin soyundan) mi, yoksa Şerif (Hasan soyundan) mi?” yazılıdır. Hemen arkasında da “Şeyh Sâfiyüddin Ebu’l-feth İshak İbnü’şşeyh Eminüddin Cebrail İbnü’s-sâlih Kudbeddin Ebubekir bin İbnü Salahaddin Şehid İbnü Muhammed el-Hafız el-Kelâmullah İbnü İvaz İbnü Firuz el-Kürdi El-Sincani” biçiminde Azerbaycan’a yerleşmelerinden itibaren yedi kuşaklık bir Neseb-nâme verilmektedir. Şeyh Sâfi’nin yedinci kuşaktan dedesi Firuz’un, “El Kurdî el Sincanî” yani “Sincanlı Kürt” lakabını taşıması dolayısıyla Kürd olduğunun ileri sürülmesi üzerinde durmayacağız. Safevilerin “Sünni Kürt” ya da “Sünni Türk” oldukları üzerinde çok tartışılmıştır. Son olarak da Kathryn Babayan kaba bir tanımlama getirmiştir: “Safvatu’s Safâ ile ilk kez Safevi-Kızılbaş ihtilâli dönemi (1447–1501) içinde oynandı. Düzenlemelerin giriş aşamasında, Safevi kimliği bir değişimle Sünni Kürt olarak Muhammed soyundan Arap kanına bulandı(!)”2 Michel Mazzaoui, “soyumuzda seyyidlik var” diyen Şeyh Sadreddin ve dönemi hakkında kısaca şunları yazmaktadır: “Sadreddin’in Şeyhlik makamında bulunduğu yıllar, Moğol-İlhanlıların son döneminden, 14. yüzyılın hemen sonlarına ve Timur’un İran sahnesine çıkışına kadar

6

sürer. Safevi tarikatının bu dönemi, belki en tanınmış üyesi Şah Kasım Envari’nin bu yola girişi (din değişimi) ve tarikatın etkinliğinin Irak-ı Acem ve Horasan’a yayılışıyla belirlenir. Şeyh Sadreddin dönemine (1334–1392) içinde yaşandığı yıllardaki siyasal karışıklıklar kadar, tarikata yüklenen büyük zorluklar damgasını vurdu. Büyük tutuklamalar oldu ve Şeyh Sadreddin dahi zindana atıldı. Fakat bu nedenden ötürü de tarikatın müritleri arttı ve karışık zor dönemde bu tarikat onlara sığınak oldu. Yine Sadreddin döneminde yeni bir savaş kendini gösterir; anlatılır ki Gürcüler Erdebil’e saldırmış, kenti talan edip Erdebil camisinin kapısını alıp götürmüşlerdir. Şeyh Sadreddin, müritleriyle birlikte gazaya çıkmış, onu geri alarak şehre getirmiştir.”3 Şeyh Sadreddin dönemini biraz daha açalım: “[Sadreddin,] Zulmüyle tanınmış ve gittikçe gaddarlaşan Melik Eşref Çobanî (1344–1356) ile siyasi anlaşmazlıkları su üstüne çıktıkça birçok kez tehlikeye maruz kalır. Şeyh Sadreddin’e birbiri ardınca bir kaç kez suikast yapılmışsa da yandaşlarının yardımıyla vaktinde haber alır ve kendini kurtarabilir. En sonunda Azerbaycan’ı yağma edip çiğneyen Eşref Çobanî aleyhine halkı teşvik etmekle suçlandırılır. Melik Eşref kendi emirlerinden Orgun-Şah’ı Erdebil Darü’l-İrşad’ına gönderir. Şeyh Sadreddin gerekli mukavemeti yapamıyacağını anlar ve takriben 1354 yılında bazı halifeleriyle birlikte Gilan’daki yandaşlarının arasına kaçar ve bir süre orada kalır. Melik Eşref onu ele geçirmenin bütün yollarını denerse de başaramaz. Şeyh Sadreddin, Melik Eşref’in onun egemenliği KızılOrda Hanı Cani Bey tarafından yıkılıncaya dek Melik Eşref’in aleyhindeki çabalarını sürdürür. O, Gilan’da kaldığı sürece hem Azerbaycan’daki yandaşları ve Daru’lİrşad’daki halifeleri, hem de Cani bey ile ilişkiler kurar. Şu cihete özellikle dikkat etmek gerekir ki, bütün illerde bir yandan İlhanî İmparatorluğu’nun varis ve devamcıları, özellikle Çobanîler ve Celayirliler arasında, diğer yandan Gilan Mazenderan, Horasan gibi yerlerde bağımsızlık için güçlü teşebbüslere girişilmişti. Bu hareketlerin bazılarına Şiiliği benimsemiş, tasavvufî akımların başçıları önderlik ediyorlardı. Örneğin bunlardan tasavvuf önderi olarak tanınan Şeyh Halife ve onun fikirdaşı, halefi Hasan Curi tarafından nazarî esasları korunmuş meşhur Servidar Harekâtı uzun sure devam etmiş. Horasan ve Sebzevâr merkez olmak üzere yerli hükümetlerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Şeyh Sadreddin, 1356 yılında Kızıl-Orda Hanı Cani Bey’in koruyuculuğu ve tam yardımıyla yeniden Erdebil Daru’l-İrşad’ında Safevilerin nüfuzlu reisi olarak işe başladığında, artık siyasal ve sosyal çatışmalarda tecrübeli bir kişi olmuştu. Birkaç yıl geçtikten sonra Şiilikten yararlanarak başarılı olan bir takım tasavvufî akımları da gör-

dü. Takriben 1375’lerde Şeyh Sadreddin bu maksatla birçok halifesini, bu arada kendi yetiştirdiği istidatlı şair Şah Kasımı Envar’ı da Gilan ve Horasan taraflarına gönderdi. Kaynaklarda az çok belirtilen bu olaylar, Şeyh Sadreddin’in her yanda olup bitenler ile ne derece ilgilendiğini açıkça anlatır. Bunlardan başka kitle hâlindeki çeşitli mesleki akımlardan maharetle yararlanıldığını Şeyh Sâfi zamanında da görmekteyiz. Şeyh Sâfi kendisini irşâd şeceresiyle bağlı olduğu tasavvufî-felsefî görüşlerden yararlanmış. Hatta Ahilik, Mevlevilik, Kübrevilik gibi inanç ve irfanî (gnostik) akımlara da büyük bir ilgiyle yaklaşmıştır. Onların birçok taraflarını Safevilikte birleştirebilmiştir Şeyh Sadreddin de Safvatu’s-Safâ’nın tertibine rehberlik ederken, bu gibi bu gibi meselelerle ilgili hikâyelerin dikkatle toplanmasına ve etkili örneklerle menakıplaştırılmasına büyük önem vermiştir. Bu durumda Şeyh Sadreddin tasavvufî-irfanî akımlardan yararlandığı kadar, Şialık nitelikleri taşıyan tasavvufî hareket taraftarlarından yararlanması da tamamıyla mümkün idi. İhtimal ki, 1357’de tamamlanmış olan Safvatu’s-Safâ’nın müellif nüshasının başlangıcına çok sonraları, belki de Şâh Kasım Envar’ın, Gilan ve Horasan taraflarına gönderildiği, 1375–76 yıllarında birçok sayfaları yeniden yazılarak değiştirilmiş ve ilaveler yapılmıştır. Hele Safvatu’s-Safâ’nın sayfalarını inceledikçe oldukça büyük uygunsuzlukların ortaya çıkması da gösterir ki, Muhammed soylu olduklarını açıklayan nesebnâme şeceresi ve bu şecereyi doğrulamak için ard arda anlatılan üç hikâye 4çok sonraları ilave edilmeseydi, onlar eserin bütünlüğü, umumi ruhuyla uyuşturulur böylece apaçık bir aykırılık teşkil etmezdi.”5 Şeyh Sadreddin, döneminin bu büyük sıkıntıları Safvatu’s-Safâ’nın yazılışına yansımış olduğundan, Ali soylu olduğunu da açıkça söyleyememiş ve gayri Sünniliğini de belirtememiş ve bağdaştırıcı bir tavır sergilemiştir. Belki daha doğrusu babasının bırakmış olduğu notları ve yazılarındaki engin bâtıni görüşleri kalın, zaman zaman kaba şeriat şeritleriyle çerçeveleyerek kitabı yazdırmış olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca da babası Şeyh Sâfi’ye piri Şeyh Zahidi’nin şöyle dediğini görüyoruz: “Zinhar gerektir ki, Peygamberin şeriatını sağlam bir şekilde elinde tutasın; kimsenin bu konuda itiraza mecali olmasın. Buyruğunu şöyle sürdürdü: Tanrı irşâdı, mürşitliği sana havale etti, (onu) şerîat ile hakikat arasında toplamış olasın; hakikat lokmasını şerîat kisvesinde mürîdin kursağına atasın!”6 Sadreddin de babasınca yapılan bu takıyye öğüdünü fazlasıyla kullanmıştır. Savfat as Safâ üzerine araştırma yapanların ortak, ama bizce yanlış kanısına göre, Şâh İsmail’in (ö. 1524) Safevi Kızılbaş devletini kurduktan sonra Safevi Hanedanının soyunun Seyyid olduğunu, yani Muhammed soyundan gelmiş olduklarını resmi kayda geçiriyor. Kısacası onlara göre böyle bir aile soyağacı yaratılıyor. Oysa yukarıda görüldüğü ‘müellif nüshası’nda da bu Neseb-nâme yazılı ve Şeyh Sâfi’nin Muhammed soylu olduğunu belirleyen üç olay kanıt olarak sunulmaktadır. Gerçi M.

Sayı 44


SERÇEÞME Abbaslı’nın, “çok sonraları yapılan ilaveler” olarak görmek istediği bunları –çok garip biçimde– 15–20 yıl sonra Şeyh Sadreddin’in yaşadığı dönem içine sokmuş olmasındaki amacın siyasal yararını(!) anlamak güçtür. Eğer gerçekten bunlara “eklenmiş” deniliyorsa, unutulmuş olmasına neden bağlanmasın ki? Ayrıca Şah İsmail’den önce babasına ve dedesine “seyyid” diye hitap edilen tarihsel belgeler bulunmaktadır: Şirvan Hâlilullah’ın, Hoca Ali’nin (ö. 1429) oğlu Şeyh Cüneyd’e (1470) yazdığı bu güne kadar korunmuş olan mektupta onun “seyyid” olduğu yazılıdır. Ayrıca Sultan II. Bayezid (ö. 1512) Şeyh Haydar’a (1488), Ali soyundan gelenler için kullanılan sıfatla, “seyyid” olarak hitapta bulunmuştur. Bu yazışmalar D. Sabitiyan7 tarafından yayınlanmıştır.8 Yine genel kanı Şeyh Sâfi’nin Sünni-Şafii olduğudur ki bunu Safvatu’s-Safâ’da (8. Bab, 2. Fasl, 196/b) “Şeyh Sâfi’den mezhebini sordular: O da dedi ki, ‘biz sahabenin mezhebindeniz; her dördüne de dua ederiz’.” ifadesine bağlamaktadırlar. Oysa bu söylem bir başka nüshada (8. Bab, 2. Fasl, 250b-251a) “Şeyh Sâfi’nin mezhebi hakkında sordular; ‘Şeyhin mezhebi nedir?’ Şeyh buyurdu ki, ‘Biz imamların mezhebindeniz, imamları severiz ve mezheplerden güzel olan her ne varsa onu alır, onu amel ederiz, uygularız.” biçimindedir.9 Hiç kuşkusuz ki buradaki İmamlar, Michel Mazzaoui’nin aynı sayfada söylediği gibi dört Sünni mezhebinin imamları değildir.10 Bize göre bu nüsha orijinal ya da istinsahı ona en yakın olanıdır. Diğerlerindeki mezhep konusundaki cümleler müstensihler tarafından değiştirilmiştir Safvatu’s-Safâ, 4. Bab, yani bizim incelemekte olduğumuz Makalât-ı Şeyh Sâfi’de [72b] verilen şu örneğe bakarsak İmamlardan kimlerin kastedildiği anlaşılır: “İkinci odur ki, arı imamsız ve sultansız olmaz; sultansız hiç bir yerde oturmaz ve sultan bulamayınca karar kılıp yerleşemez. Mümin dahi Peygamber ve evlâdına uyarak karar verir veya muhâlefet eder.” Mümini arıya benzeten Şeyh Safî’nin, onun imamsız ve sultansız olamayacağını söylerken kast ettiği ne cami imamıdır(!), ne de dört Sünni mezhebinin imamlarıdır. Sultan, Muhammed Peygamber; İmam da kızı Fatıma ile Ali’den inen İmamlardır. Bâtınilik ve Şiilikte “yaşamı boyunca İmamı tanımayan kişi ölürken cahiliyet dönemi inançsızı gibi öbür dünyaya gider” ve “İmama inanmayan müslümanın imanı yoktur” çok önemli bir inanç ilkesidir. Bir başka örneğe daha göz atalım: “Sultan Şeyh Sâfi’nin (Tanrı onun sırrını aziz kılsın) nazarına varduk. Buyurdu ki, ‘Önce Mevlâ’dan ötürü bal getirin’. Bir hadim varıp bal getirdi. Ardında buyurdu ki, ‘Turşu getirin’; getirdiler. Sonra ona dönüp dedi ki, ‘Mevlânâ! Bu la ilahe illallah zikrini Cebrail aleyhisselam, Hak tealâdan Hazreti Peygamber’e getirdi; Peygamber’den, Masum İmamların (Tanrı hepsinden razı olsun) büyüğünden büyüğüne geçerek karın be karın gelen bu bizim işimiz kelime-i tevhiddir, yani la ilahe illallah’tır.” Görüldüğü gibi burada da Şeyh Safî, Masum İmamları anıyor ve tevhidin Peygamberden onlara ve bir İmamdan diğerine, büyükten büyüğe geçerek kendisine kadar geldiğini açıkça söylüyor. Dolayısıyla onların soyundan olduğunu ve kendisinin de onlardan biri olarak işlevini sürdürdüğünü yarı kapalı biçimde belirtmektedir.

Ağustos 2008

Aynı elyazmanın Muallim Cevdet Nüshası’nda ise mezhebinin Ali ve evlatlarının mezhebinde olduğunu söylemiştir.11 Kanuni Süleyman’ın Şeyhülislâmı Ebussuud Efendi, Aleviler aleyhindeki fetvalarından birinde Şah İsmail’in ecdadının Muhammed’in soyundan gelmediğini iddia eder. Fakat aynı Osmanlılar, Şeyh Sâfi soyundan gelip sonradan Sünnileşen bir aileyi seyyid sayar. Bunun örneği, Şeyh İbrahim’in oğlu Ebu Yahya Muhammed soyunda ortaya çıkar. Bu soydan gelip de sonradan Sünnileşen bir kol, seyit kabul edilir. Osmanlılar, 20. yüzyıla kadar bu kola büyük saygı gösterirler. Sarayda görev bile verirler. Bu Sünnileşen Erdebil kolu, İstanbul’da seyit olarak baş tacı edilir.12 Öbür yandan yukarıda uzunca bir alıntı yaptığımız Mirza Abbaslı ise, “Safevilerin Kökenine Dair” geniş makalesini tamamıyla bu konuya ayırarak, Şeyh Sâfi’nin İmam soyuyla ilişkisini kesmek için olanca gücünü gösterip, diğer Fars milliyetçisi yazarlar karşısında tipik bir Türk milliyetçisi örneği sunmuştur. Bazıları gereksiz de olsa çok geniş tarihsel ayrıntılar sergilediği bu incelemede, yazar tek bu noktaya odaklandığından fazlaca çelişkiye düşmüştür. “Müellif nüshası” dediği elindeki yazma hakkında tanımlayıcı hiç bilgi vermemesi bir yana ve kendi iddiasını yalanlayan içinden örnek verdiği pasajların, bizzat Sadreddin zamanında ilk yazımından hemen sonraki tarihlerde eklendiğini ileri sürmek gibi çelişkiler güvenirliliğini ve inandırıcılığını azaltıyor. Her nedense gerek Avrupalı ve gerekse İranlı yazarlar Şeyh Sâfi ve Erdebil Dergâhı’nı inançsal karakteri üzerindeki yazı ve araştırmalarında bölgenin yüzyıllar boyunca ihtilalci bâtıni hareketleri ve son olarak aynı dönemde bölgede yaşayan İsmailileri de görmezlikten gelmişlerdir. Oysa bölgede çıkıp yoğunlaşmış 9. yüzyılın başlarından itibaren yirmi yıl süren Mazdek-Müslimeye kökenli Babek-Hurremi Alevi halk hareketleri; arkasından bazı Karmati ve Fatımi İsmaili topluluklarının yerleşmesi ve sürekli propagandaları; Daylam ve Tabaristan’da kurulmuş Zeydi Alevi devletinin 11. yüzyıla kadar buralara yayılan hâkimiyeti... Bütün bunların dışında Şeyh Sâfi (1252–1334) ve Sadreddin’in (ö. 1399) çağdaşı, Alamut’un yıkılmasıyla yeraltına inen İsmaili İmamlarından Şemseddin Muhammed (1257–1310), oğlu Seyyid Muhammed Kasım Şah (1310–1370) ve oğlu İmam İslâm Şah (1370–1423) değişik adlarla Azerbaycan’da Erdebil’e yakın köylerde ve dağlık alanlarda kendi taraftarları arasında yaşıyorlardı. Doğu Akdeniz kıyılarından, Suriye’den-Irak’tan Pamir’e, Fergana vadisine, Hindistan’a kadar yayılmış ve inançlarını gizleyerek (takiyye ile) yaşayan İsmaililere ulaşan geniş bir dai’ler ağı vardı. Erdebil tekkesinde bu dai’lerden bulunmuyordu ve Erdebil Şeyhleriyle ilişkileri yoktu diyebilir miyiz? Ama artık Mirza Abbaslı’nın makalesinden aldığımız aşağıdaki paragraflarda, bu konuda İran’da yapılan ve ilginç bulduğumuz çalışmaların sonuçlarının değerlendirilmesini kısaca geçerek, sunuşun bu bölümünü tamamlamış olalım: “Aşağı yukarı 1340 yıllarında tamamlanmış olan Hamdullah Mustofî-i Kazvinî’nin (1281–1351) ‘Nüzhet el Kulub’ adlı eserinde Şeyh Sâfi’nin yaşadığı Erdebil şehrinden söz edilirken onun müritlerinin dinî mensubiyetleri üzerinde şöyle denilmiştir: ‘Ekserisi Şafii mezhebinde olup, Şeyh Sâfiyeddin Erdebilî’nin mürîdidirler’ Kimi Avrupa ve

İran bilim adamları, başta A. Kesrevi olmak üzere Hamdullah Mustofî’in yalnız bu küçük işaretine dayanarak Şeyh Sâfi’nin Şialığa değil, o devrin sufi bâtıniliği takıyyesi ile ilgili olarak Sünni-Şafii mezhebine meyil gösterdiğini ispatlamaya çalışmışlardır. Safevilerden söz eden birçok doğubilimcilerinin eserlerinde Şeyh Sâfi’nin Seyitlik ve Şialıkla ilgisi olmadığına değinilse de bu sorunun bilimsel bir yolda hâlledilmesinde A.Kesrevi’nin 1323 Şemsi’de (M: 1944) Tahran’da bastırdığı ‘Şeyh Sâfi ve Soyu’ adlı eserinin özel bir değeri vardır. Burada Safevilerin menşei izah edilerek, Şeyh Sâfi Neseb-nâme’sindeki İmam Musa Kâzım ve Hz. Muhammed’e bağlanır. Nesebnâme’nin bu hale sokulmasına sebep olan siyasal çıkarlar ve tarihsel nedenler tutarlı bir biçimde anlatılır. Buna karşılık, Şeyh Safî’nin mezhebi bölümünde onun dini tarîkatlarla ilgisini çok iyi bir biçiminde belirterek, önceki görüşlerini de bir araya toplayıp düzeltmiştir: Tasavvufla ilgisi olanlar pek iyi bilirler ki sufîlerin kendine özgü bir yaşama tarzı vardır. Sufîlerin dünyasında din ve mezhepten söz edilmez. Onların dediklerine göre sufîler, bâtın ehlidirler, zâhir ehli dedikleri din ve mezhep taraftarlarını da görmeğe gözleri yoktûr. Böyle iken bile sufîler zâhir ehlinin zararlarından kurtulmak ve onları dinsiz tanınarak ürkütmemek için, kendilerini dindar gibi gösterip belirli bir mezhebe bağlamaya çalışmışlardır. Bunun içindir ki Şîalar arasında yaşayan sufîler Şiîlik mezhebini Sünniler arasında yaşayanlar da Sünnilik mezhebini kabul ederdi. (Kuşkusuzdur ki bunun takiyye inancının uygulanması dışında bir açıklanması yoktur–İK). Sonraki birçok İran araştırıcılarının Safeviler çağıyla ilişkiyle araştırmalarında, bu arada Nasrullah Felsefî’nin şimdilik dört cildi basılmış ‘Zindegani-yi Şah Abbas-ı evvel’ adlı geniş hacimli monografyasında, Dr. Ahmet Tacbahş’ın ‘İran der zaman-ı Safâviyye’ (Tahran, 1334–1341, Şemsî) adlı eserinde bütün bu görüşler derinleştirilmiş, daha da tutarlı tarihsel delillerle güçlendirilmiştir.”13 NOTLAR 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13

H. R. Roemer, “The Timurid and Safâvid Periods”, The Cambridge History of Iran 6, Cambridge University Press, 1997, s. 188. Kathryn Babayan, Mystics, Monarchs and Messiahs: Cultural Landscapes of Early Modern Iran, Cambridge, 2002, s. 143. M. Mazzaoui, “The Origins of the Safâwids: Si’ism, Sufism and Ghulat”, Freiburger Islamistudien 3, Wiesbaden, 1972, s. 54, not 2. Mirza Abbas’ın üzerinde çalıştığı Müellif Nüshası, 1. Bab, 1. Fasıl; varak 7b, 8a. Mirza Abbaslı, “Safevilerin Kökenine Dair”, Belleten, 40, 1976, s. 291–2, 294–96 Süleymaniye (Ayasofya) Kütüphanesi, No: 3099’da kayıtlı 1490 tarihli Farsça Savfatu’s Safâ, 8. Bab, 1. Fasıl, 195b. Asnad wan amah-yi tarihi-yi davra-yi Safâwiya, Tehran, 1965, s.375; F. Ahmed Bey, Münsha’at-i Selâtin, v.2, İstanbul, 1858, s 303. H. R. Roemer, Age, s.190. Safvatu’s-Safâ, Yayınlayan: Ahmed İbn Karim Tabrizi, Taşbaskı, Bombey, 1329/1911. M. Mazzaoui, Age, s.49, not. 6. Ayasofya, 2123, 14b-15a. F. Bayat, “Safevi-Bektaşi İlişkileri ve Azerbaycan’da Baba Samit Tekkeleri”, aleviweb Mirza Abbaslı, “Safevilerin Kökenine Dair”, Belleten, 40, 1976, s. 302–303.

7


SERÇEÞME

KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ – BÖLÜM I

Tarihsel Bir Gerçeklik mi Ütopya mı? Haşim Kutlu, 20 Ağustos 2008

E

renler “Bilmeyen bilmez, bilen de demez” buyurdular, ama öyle bir devir gelip çatmıştı ki, bilenin, bildiğini söylemesi gerekiyordu artık ve bilmediğini de hızla arayıp, bulup öğrenmesi kaçınılmazdı. “Rıza Şehri” konusu da öylesine bir konuydu Aleviliğe dair. İlk dillendirmeye çalıştığım yılları anımsıyorum; açtığımız kimi “Meydan”larda, “Biz Aleviler Rızalık Şehri çocuklarıyız” diye söze başladığımı, özellikle kadim sürek Kızılbaşlıkta, “Yola Girme”nin, Rıza Şehri’ne girmek ve onun yolcusu olma anlamına geldiğini belirttiğimde, ilk tepkinin, özellikle de benim emsal kuşaktakilerden, “nereden çıkartıyorsun, böyle bir söz ne duydum ne de söyleyene rastladım” yollu tepkiler aldığımı, şimdilerde yolculuğumun zorlu, ama güzel anları olarak anımsıyorum. Tabii ki benim bir yerden çıkardığım yoktu. O zamanlar birilerinin dillendirdiği gibi “Alevileri devrimci-solculara yanaştırmak için” böylesi “kurgular” da üretmemiştim. Ama yine de birçoğu, böylesi tepkiler göstermekte haklıydılar. Çünkü, 90’lı yıllara kadar Alevilik üzerine yazılmış ve Alevilik üzerine neredeyse otorite olarak kabul görmüş, ünü büyük yazarların hiçbirisi, böyle bir konudan söz etmemişti, ama Haşim Kutlu, o zamanlar, tıpkı “Alevi” değil de “Alawi” dediği gibi herhalde yine “işkembe-i kübradan atıyor”du!… Her neyse… Günler hızla birbirini kovaladı. Aleviler de hem ayrıştılar hem de, “devlet toplumu” söyleminden biraz daha uzaklaştıkça, daha fazla kendileri oldular. Günün birinde, birçok biçimde “Rıza Şehri”nden söz edene rastladılar. Rıza Şehri üstüne yazmaya başladı genç nesil Aleviler. Bu yazıların hepsini göremesem de bir kısmı ya doğrudan bana gönderiliyor ya değilse bir kısmına da, bir biçimde ben ulaşıyordum… Bana gelen veya benim rastladığım “Rıza Şehri” üzerine yazıların çoğunluğu, ondan bir “Alevi Ütopyası” olarak söz ediyor. “Rıza Şehri” konusuna, daha sonraki yıllarda yayınlanmış, “Kızılbaş Kadın” ve “Kızılbaş Alevilikte Yol Erkân Meydan” adlı kitaplarımda, kitapların konu bağlamları içinde yer verdim. Ne ki, hiçbir şeyin ortaya çıktığı gibi kalmadığı, değişime uğradığı gerçeği benim düşünsel evrimim bakımından da geçerli oldu. Dünden bu güne, Aleviliğin, özellikle de, en kadim Alevi süreği olan Kızılbaşlığın birçok konusunda olduğu gibi “Rıza Şehri” konusu üzerinde de tarihsel izler sürdüm. Ulaştığım sonuçları, şu anda üzerinde çalışmakta olduğum “Kızılbaş Kadın II” kitabında okur ile paylaşacağım. Ne var ki kitabın yolculuğu henüz uzun sürecek gibi. Bu nedenle Rıza Şehri’ne ilişkin ulaştığım bilgi birikiminin kısa bir özetini bu yazımda aktarmak istiyorum.

Elimizdeki Tek Yazılı Kaynak Rıza Şehri’yle ilgili olarak bu gün elimizdeki tek yazılı kaynak; “İmam Cafer Buyruğu” olarak adlandırılan, ne zaman ve nerede yazıldıkları belli olmayan ve “Malatya Nüshası” veya “Hacıbektaş Nüshası” ya da “Erzincan” , “Tahtacı” nüshası gibi değişik nüshalardan oluşan propaganda risaleleridir (broşür).

8

Rıza Şehri Ve bir tabak dolusu nar sundu Rıza Şehri yabancısı sofu İstedi ki gönül sarayının sultanı da ondan hoşnut olsundu Lâkin nerden bilsindi ki, burası Şehr-i Rıza idi ver rıza – al rızalık işler idi. Bu gönül şehrinin yarenleri Aşkın narına tutuşup yanar idiler Değil idi gözlerinde sofunun tabağındakiler Onlarda var idi ağaçlar dolusu nar – yoktu önünde bekçisi Bilirlerdi yangın yeri bahçesi yürekleri Bilirlerdi, aşkın narında harareti Daldaki narın kızıllığında değil. Rıza idi tohumu bu narın sevilen Rızalık idi dem-i mekânda serpilen Sevgi idi meyvesi bu narın – ortakça sunulan Rıza ile ateşine yanıp kül olunan Çün burası Şehr-i Rıza idi Gönül işleri böyle idi.

ŞAÎR KUTUBÎ

Hemen belirtmeliyim ki, Rıza Şehri konusu, bu risalelerin her nüshasında da yer almamaktadır. Elimdeki on kadar nüshadan, esas olarak iki tanesinde, Esat Korkmaz ve Adil Ali Atalay (Vaktidolu) tarafından hazırlanan nüshalarda, Rızalık Şehri konusu yer almaktadır. Bu nüshalarda yer aldığı kadarıyla Rıza Şehri’nin anlamına, Yol insanı için öneminin ne olduğuna, Yol, Erkan, Meydan bağlamında yerinin ne olduğuna, kuşkusuz değinilmemekte, besbelli ki işin “içeri” tarafı, hizmetli olanlara bırakılarak, Rıza Şehri bağlamında bir öyküye yer verilmektedir. Genel olarak, en başta Pirler olmak üzere günümüzün hizmetlileri de bilgi sahibi olmak bakımından, talip düzeyinden çok farklı olmadıkları için, Rızalık Şehri konusu, “İmam Cafer Buyruğu” olarak bilinen bu propaganda risalelerinde, dünden biraz daha farklı, birer öykü olarak kalmaya devam etmektedir. Bu önemli gerçekliği göz önünde bulundurarak, kısaca bu öyküden söz etmek istiyorum: Günün birinde bir Sofi(*) dünyayı gezmeye çıkar, Yolu bir şehre uğrar, açlık hisseder ve kendisine ekmek almak için fırına uğrar. Ekmek alır ve karşılığında para çıkarıp vermek ister. Fırıncı parayı görünce şaşkınlıkla Sofinin yüzüne bakar. Sofinin bu şehirden olmadığını, şehir sakinlerinin nitelemesiyle onun, bir “Dünyalı” olduğuna hükmeder ve parayı geri çevirerek, “Biz bunu ortadan kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik, anlaşılan sen Rıza Şehri’nden değilsin, ‘Dünyalı’ olmalısın” der. Hizmetlileri çağırarak “Dünyalı”yı onlara teslim eder. Onlar da kendi aralarında halleşe-

rek, Sofiyi Arifler katına çıkarmaya karar verirler. Arifler Meydanı’na çıktıklarında, sofiye yatacak yer ve yiyecek verilmesini, saygı değer bir konuk gibi ağırlanması söylenir. Hizmetliler öyle de yaparlar. Üç gün Rıza Şehri’ne konuk olan Sofi, üçüncü günün sonunda gitmeğe kalktığında, Hizmetliler ona, hizmetlerinden razı olup olmadıklarını sorarlar. O da çok memnun kaldığını belirtir. Bunun üzerine Hizmetliler Sofiye gidemeyeceğini, “Gidebilmen için bizim de senden razı olmamız gerekir” derler. Sofi kalır. Ona ayrı bir yatacak yer ve iş verirler. Sofi yaşamından mutludur. Rızalık Şehri’nde bir hanımla arkadaş da olur ve ona evlenme teklif eder. Hanım, “Birbirimizden razı kalırsak tabi o da olur” diye yanıt verir. Günler böylece geçe dursun, Sofi bir gün, Rıza Şehri bahçesinde gezerken yolu bir nar ağacının önünden geçer. Daldaki narları görünce, sevdiği hanıma bir ikramda bulunmak ister. Narlardan bir miktar toplar ve bir masanın üzerine koyarak hanım arkadaşının gelmesini bekler. Hanım geldiğinde hiç bir olağandışılık göstermez. Sofi hanımın davranışından hiç bir sonuç çıkaramaz. “Neden böyle davrandı” diye kendi kendine sorarken hanım, “Narları görüyorum. Bu bahçede bir dolu nar var, istersem ben de alabilirim. Ama sen bunları alırken kimseye sormadın, onlardan rızalık almadın, bunları şimdi bana sunmak istiyorsun! Belli ki Rıza Şehri’ne bir türlü alışamayacaksın. İyisi mi sen kendi dünyana dön!” der ve görevlileri çağırıp sofinin Rıza Şehri dışına çıkarılmasını sağlar. Sofı erkâna göre belki “dâr olur, ama didar göremez” ve Rıza Şehri’nden ayrılır. Özetle, Rıza Şehri öyküsü bu şekliyle yer alır söz konusu risalelerde. (Öykünün tamamı için Bkz.: İmam Cafer-i Sadık Buyruğu, Hazırlayan Esat Korkmaz; Ayrıca Bkz.: Haşım Kutlu, Kızılbaş Alevilikte Yol Erkân Meydan, s. 142, Yurt Yayınları; Haşim Kutlu, Kızılbaş Kadın, s. 92–110, Alev Yayınları.)

Rıza Şehri Öyküsü Bir Ütopyaya mı İşaret Ediyor “Yol Erkân-Meydan” bağlamında günümüzün Alevi nesli, artık Otantik Alevilikle bağını koparmıştır. Aidiyet dışında söz konusu Alevilikle hiç bir bağı bulunmamaktadır ya da en fazla bir inanma biçimi ve edinimi olarak yaşamında yer edinmektedir, o kadar. O artık, modern toplumun bir üyesidir ve onun yasalarına tabidir. Günceldeki hareketi ise anlamını demokrasi ve özgürlükler bağlamında bulmaktadır. Modern toplumlun bir üyesi olarak bu günün Alevi insanı, kendi geçmişiyle ilgili otantik bilgilerle karşılaştığında, doğal olarak onu, şu anda yaşadığı toplumdan edindiği anlayışkavrayış kalıpları içinde değerlendirecektir. Öyle de yapılmaktadır genel olarak. Rıza Şehri öyküsünde geçen, “Parayı kaldırmak için çok uğraş verdik, büyük savaşlar yaptık” bilgisiyle karşılaştığında, paranın, egemen ilişkiyi tayin ettiği, kendi özelliklerini toplumun bütün gözeneklerine dek emdirdiği, onun dışında bir var oluşun mümkün olmadığı gerçeğinden hareketle, doğal olarak, paranın olmadığı bir dünyanın ancak ütopya olabileceği sonucuna ulaşmaktadır. Tabii k, diğer birçok etkeni bu değerlendirmenin dışında tutarak ve oldukça iyimser bir yaklaşımla, “böyle de olmaktadır” demekteyim. Peki, otantik Alevilik açısından da Rıza Şehri, bir gelecek ütopyası mıydı? Bir ortaklık yapılanması olarak otantik Alevilik, hem yapılanma, yani toplumsal olarak

Sayı 44


SERÇEÞME örgütlenme, örgütlü olma bakımından hem de bu yapılanmaya özgü bilgi ve bilgilenme bakımından, en temelde ikili sisteme sahip olmuştur. Her iki düzeyin korunması, kollanması ve sürekliliğinin sağlanması açısından Yol’un bilgeleri, topluma ait olanlar ve toplumun dışında kalanlar olarak iki temel zemin belirlemişlerdir kendilerine. Topluma ait olanlara “İçerdeki“ ya da kısaca “İçeri“, toplumun dışındakilere ise “Dışardakiler” demişlerdir. Aynı bağlamda, kendi toplumsal yapılanmalarını da “İçerdekiler” ve “Dışardakiler” olarak iki temel zeminde ele almışlardır. Toplumun içyapısı olarak “İçerdekiler” tümüyle hizmetli yapıdan oluşmakta ve özel eğitimlerle, toplumsal yapılanmanın gereksinmelerine göre yetiştirilen ve görevlendirilenlerden oluşmaktadır. “Dışardakiler” ise bir bütün olarak talipleri kapsamaktadır. Talipler, maddi ve manevi yeteneklerine göre Hizmetliler arasında yerlerini alabilirler ve hizmetli kademelerinde bulunabilirler. Hizmetliler, maddi ve manevi olarak maharetle üretir marifetin gereğince, “herkese ihtiyacına göre” pay edeler. Bu anlatım çerçevesinde Rıza Şehri, ortaklığın bir diğer adıdır. Hal böyle olunca Rıza Şehri, hem geçmişte yaşanmış, olmuş bitmiş Ata meydanlarına duyulan bir özlem; içinden geçilmekte olunan tarihsellikte, yaşanmakta olan açısından, yaşanılanın hal tercümesi ve süreğin geleceğe aktarılması bağlamında da, bir gelecek tasarımı anlamını taşır. Kadim geçmişe, “Ana atanın yitik cennetine bir özlemin” ifadesi olarak, yapılanmaya üyeliğin en temel kuralı olarak konmuş ve sürek sağlanmıştır. Aleviliğe giriş, aynı zamanda Rıza Şehri’ne giriş olarak kabul edilmektedir, bu gün bile şeklen de olsa, yaşamaya devam eden Musahiplik (Eşitlik kardeşliği=Braye Müsaviye) erkânı, Rıza Şehri üyeliğine kabul edilmenin gereği olarak vardır. Musahipliğin yerine getirilmesinde takip edilen erkân, tümüyle bu anlama denk düşer; “Hâl içinde hâlleşecek, sonra yâr olup yârleşecek, malı mala, canı cana katıp dört baş bir beden olacaksın” belirlemişler Yol’un bilgeleri kuralı. Bu kural, bir Ortaklık Toplumu kuralıdır ve işte bu, “Rıza Şehri”dir. Çünkü talip olacaktan istenenlerin hiç birisi karşılıklı Rıza olmadan olmaz! Erenler neden demişler, “Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?”… (Devam edecek) NOTLAR: (*) Sofi: sözcük anlamı bakımından çok değişik yaklaşımlar bulunmaktadır. Kimilerine göre, kendilerini “Allah Adamlığı”na adamış kimselerin, bunun bir belirtisi olarak üzerlerine yünden örülmüş sof kumaşından hırka giymelerine izafeten Sofi dendiğinden –Kapitalizm öncesi egemen din toplumlarının tamamında sınıf ve tabakaların kategorik olarak belirlenmiş giyinme tarzları vardı ve giyim kuşamlarından, hatta giysilerin renklerinden, kimin hangi kategoride yer aldığı bilinirdi– kimilerine göre de Mutasavvıflara verilen bir adlandırmaydı. Belki biraz da bu anlayışlarla özdeşleştiği, dahası, egemen ilişki tarzının bir öğesi haline geldiği için, Yol insanınca olumsuz karşılandığından söz edilebilir. Öyküdeki niteleme, böyle bir nitelemedir. Ancak, izini sürmekte olduğum kadim bilgi dağarcığında Sofi, anlamını “Bilginin ve Aydınlığın Tanrıçası” Sofia’dan almaktadır. Ortaçağ dönemlerine kadar Yol süreğinde, Yolun bilgeleri Sofi kavramını otantik anlamıyla kullanmışlardır.

Ağustos 2008

Dandı’da Yürümek Necati Celal Üçyıldız

T

OROSLARA bir gün yolunuz düşerse Dandı’yı görmeden gitmeyin. Geçtiğimiz günlerde Müze-Kütüphaneyi Mut’a tanış etmek üzere gelen araştırmacı, yazar dostumuz Metin Kömbe, eşi İmdat ve kızımız Irmak bizi ziyaret etti. Benim birkaç yıl önce gezdiğim Dandı Koruluğu’nu onların da görmesi için bir Temmuz sabahında Sartavul’dan yola çıktık. Şifalı Su’dan fıçımızı doldurduk. Hemen az ilerisinden toprak yola sapıverdik. Birkaç evi geçtikten sonra terk edilmiş elma bahçeleri… Birkaç yerde, sulu yerlerde, yeniden bahçeler kurulmaya başlamış. Birden hepsi aynı boyda katran ormanı ile karşılaştık. Tüm görünen vadide yarış ediyorlar bir birleriyle. 1972 yılında başlamış 1984’lere kadar ekim-dikim çalışması devam etmiş. Önce dağınık tek, tük ağaçlar kesilmiş. Onun yerine hemen ekim çalışmaları başlamış. Projenin mimarı Hüseyin Özbakır. Mut’ta başlayan çalışmaları Mersin’de devam ediyor. Bıkmak bilmeden, usanmadan devam ediyor. Onun için ona pek dokunmamışlar. Hep ağaçlandırma, ağaçlandırma. Onun çalışma alanında kesim yok. Ben hep ağaçlandırma işiyle uğraş veren ormancıları sevmişim. Onların ayrı bir dünyası var. Yürüyüşe devam ediyoruz. Boncuk Çeşmesi’nde duraklıyoruz. Yukarından bir keçi sürüsü geldi. Koştular geldiler. İki borudan su akıyor arklara. Önce gelen bu akan borudan içmeye başlıyor. Biraz içip, kafasını kaldırıp bizlere bakıyor. Sonra içmeye devam ediyor. O gidiyor, başka bir keçi yaklaşıyor. Kulaklarında küpeler var. Soruyoruz çobana, “Bu küpeler ne?” “Bunlar kimlikleri. Artık son keçiler. Tespit yapıldı. Bunlar bitince yeni keçi olmayacak. Orman kendi haline kalacak. Keçilere elveda.” İyi güzel şeyler oluyor, yıllardır hayalini kurduğumuz. Keçiler demek ki artık tarih olacak. Orman bir düşmanından kurtulacak. Onların sulanması bitince biz yanaşıyoruz. Hemen biri geliyor, diğer borudan içmeye başlıyor. Boncuk Çeşmesi’nin altında bir doğal havuz yapılmış. Dolan sular ile bahçeler sulanıyor. Şöyle bakıyoruz: Yolun altında gökyüzüne doğru giden katran ağaçları, yolun üstünde

doğa koşullarına direnerek boy gösteren ardıçlar. Asırlık ardıçlar. Boz ardıçlar ve katranlık. İçine bir sevinç doğuyor. Ciğerlerine bir hava giriyor, çığıl, çığıl bir şeylerin içinde aktığını hissediyorsun. Şöyle ardıcın dibine oturuyorsun. Aşağılara bakıyorsun, Göksu vadisi. Mağaras Dağı bütün heybetiyle karşında. Diğer tarafta Göktepe ve arkalarda Ermenek Dağları. On kilometre uzunluğunda geniş bir alanın ortasından yoldan ilerledikçe ürperiyorsun. Mut-Dağpazarı asfalt yoluna ulaştığımızda bir müzik duyuluyor, Musa Eroğlu, “Gelin Ayşem” mengisini çalıp söylüyor. Eşim Nuran Üçyıldız’la yolun ortasında mengi oynuyoruz. Dostumuz Metin Kömbe de kamerasına kayıt yapıyor. Aşağıdan gelen kamyoncu korna çalarak yanımızdan geçiyor. O da sevincimize ortak oluyor. Birden aşağılara dikiliyoruz. İniş aşağı yolumuz. Alahan deposundan Mut, Yeşilyurt köyüne ulaşıyoruz. Birden Temmuzun sıcağını hissediyoruz. Yeşilyurt köyünde Senem Kılıç kızımızın düğünü var. Malatya, Arguvan’a gelin gidiyor. Yani artık Ormancı Hüseyin Özbakır’ın gelinleri olacak. Ne diyelim mutluluklar diledik. Kınasını gezdirdiler gençler. Akşam da düğünü oldu. Muhtar Zeynel Yıldız’ı bulduk. Müze-Kütüphane kurmada uzmanlaşan dostumuz ile okulu gezdik. Bahçesi ile birlikte güzel bir alana sahip. Okulun önü beton ile kaplanmış, sahne yapılmış. Bütün düğünler burada yapıyor. Yolun altında bir alan var ki; doğal şekliyle beni amfi-tiyatro yapın diyor. Onu da düşüncelerimiz de yoğuruyoruz. Muhtarımız bu projeyi seviyor. Diğer müze-kütüphaneler gibi Yeşilyurt da bu projeye ile tanış oluyor. Doğa yürüyüşçüleri, haydın Dandı’da yürümeye! Bir Eylül gününde Alahan’da Musa Eroğlu ormanından yola çıkalım. Dandı’dan yürüyüp, Mut’a selam durduktan sonra mutlu bir hafta sonuna noktayı koyalım. Bu yürüyüşün adını Hüseyin Özbakır/Dandı Dağ Yürüyüşü koyarsak sanırım yeni projeler yapmak için ağaçlandırma sevdalısına güç vermiş oluruz. O zaman dağcılar bir araya gelin! İçel Sanat Kulübü, diğer dağcı kuruluşlar ve orman işletmeleri başlayın çalışmaya! Bizlere de bu yürüyüşe katılmak kalsın. HÜSEYİN ÖZBAKIR 1952 doğumludur, 1976’dan bu yana sevdalı bir ormancı olarak çalışmaktadır. Ağaçlandırma, Erozyon Kontrolü ve Fidan Üretim Teknikleri uzmanıdır. 1980 yılından beri görev yaptığı Mut-Mersin yöresinde çalıştığı birim, ağaçlandırma açısından son beş yıldır Türkiye’de birinci durumdadır.

9


SERÇEÞME

TURAN ESER’İN İZZETTİN DOĞAN VE FETHULLAH GÜLEN ÜZERINE YAZISINI UZUNLUĞU NEDENİYLE İKİ BÖLÜM OLARAK YAYINLIYORUZ

İzzettin Hoca Alevilere Bir Açıklama Borçludur: Kimden Yanasın? Bölüm II Turan Eser, Araştırmacı/Yazar

İ

ZZETTİN HOCA, kendisine uzatılan her mik rofona verdiği ilk demeç; “bunlar bir elin beş parmağı kadardır. Bunu ben ciddiye almadım. Sizler de ciddiye almayın.” olmaktır. Aslında hoca bu demeci ile Cem Vakfi’nı anlatmaktadır. Çünkü Cem Vakfı örgütlenmesi, vakıf stratejisi ile örgütlenmeyi tercih ederek, kitleselleşmenin önüne set çekmiştir. Belirli sayıdaki kurucu ile çalışmalarını yürüten Cem Vakfı, üye yapmamakta, ama tüm ticari faaliyetlerini finansmanını büyük bir kısmını Alevi vatandaşın desteği ile sağlamaktadır. Fakat her nedense Cem Vakfı’nın mali sirkulasyonu konusunda hiçbir Alevi yurttaşının bilgisi yoktur. Denetleme yetkisi yoktur. Söz ve karar hakkı yoktur. Hatta Cem Vakfı yönetiminde istifa eden yönetici düzeyindeki bazı insanların kamuoyuna bilgisine ulaşmış, istifa mektuplarında mali açıdaki şaibelere ilişkin iddialara İzzettin Hoca halen cevap vermiş değilidir. Hoca sağ siyasi partilerden, islami çevrelerden, Alevi ve Sünni iş dünyasından, Fethullahçı kesimden ne tür destekler aldığı konusunda gizemlidir.

Alevilerin En Kitlesel ve Demokratik Esaslara Uygun Kurulmuş Kurumları ABF ve AABK’dır Tüm bu gerçeklikler ortada iken, hocanın, her Alevinin üye olma hakına sahip, Alevilerin kitleselleşmesi ve örgütlenmesi için kapılarını sonuna kadar açan, çalışmalarını ve etkinliklerine denetime açık tutan, her yıl üyelerine hesap veren yapılara, art niyetli saldırmayı ihmal etmemektedir. Hoca’nın “bunlar bir elin beş parmağı kadardır” demesi, aynı zamanda hocanın sayma özürlü değil, gizleme özürlü olduğunuda göstermiştir. Çünkü tüm kamuoyununda bildiği gibi, Hoca’nında daha iyi bildiği gibi, ABF, bu yılkı kongresini 177 delege ile yapmıştır. Her bir delegenin bin üyeyi temsil ettiği bir hesapla, ABF’ye bağlı 180 şubeli, 22 kuruluşun bileşeni olarak, 177 bin resmi kayıtlı üyesi vardır. Avrupa’nın on ülkesinde örgütlü kurumlarımız ise yüz bin üyesi vardır. Yani “bir elin beş parmağı” ile ancak Cem vakfının yönetim sayısı tarif edilebilir. İzzettin Hoca, “Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu –Federasyon değil, Konfederasyon– Kuruluşunda benim de katkılarım oldu. Ancak zamanla federasyonu Marksist kökenli insanlar ele geçirdi. Böylece federasyon Alevi kitlenin desteğini yitirdi” diye bir iddiayı Fettulahçı basında ortaya atıyor. Buna yine hocanın üslubu ile cevap vermek gerek. Bir, Avrupa değil, ilk olarak Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu kuruldu. Hoca bu kuruluşun hiçbir yerinde bulunmadı. İki, Almanya’da yalnızca Köln, Hamburg ve bir kaç şehirde örgütlü olan, üye sayısı olarak bin kişiyi varmayan bir örgütlenmeydi. Ancak hocanın “Marksist kökenli” diyerek ifade ettiği, Aleviler sayasesinde Alevi örgütlenmesi on ülkeye yayıldı ve yüz bin kişiyi kucaklayan bir Konfederasyon oldu.

10

İzzettin Doğan Hocaefendi’nin Fethullah Gülen Hocaefendi Hayranlığı Babası Hüseyin Doğan Dedenin, Haziran 1960 Yılında, Sivas Askeri Cezaevinde, Nurcu Mehmet Kırkıncı Hocaefendiye Olan Hayranlığına Kadar Uzanır.

Üç, insan “Marksist Kökenli” olmaz! Marsist düşünceden yana olabilir. “Köken” kelimesinin kullanılış biçimi, bir uluslarası hukuk doçentinin Türkçesi için sorunlu bir ifadedir. Alevi kökenli olunur, ama bir düşünce sistemine taraftar olunur. Hoca, babasının yolundan giderek sağcılığı, etnik milliyetçiliği bir ideoloji olarak savunurken, hoca kendi “köken” sorunu tartışmayı gizlemektedir. Eşitliği, dayanışmayı, paylaşımı, sosyal adaleti dışlıyan, sınıfsal konumları itibariyle ezenden yana olan bir siyasi tercihi benimserken, aslında Alevi öğretisinin tam da zıttı olan bir düşünce sistemine yaslanmış olduğunu gizlemek istemektedir. Oysa Marksist dünya görüşü, hocanın “öcü” gibi göstermesinin aksine, tüm litaratürlerde “eşitlik ve sömürüsüz bir dünya düzeni” olarak ifade edilir. Alevilerin, sağ siyasi eksendeki, ezen ideolojisine karşı, Alevi gençlerinin siyasi duruş olarak soldan ve Marksist düşünceyi sahiplenmesini, Alevi öğretisinin kaynaklarında aramak gerekir. Oysa Hoca besleyen kaynaklar her neyse, ona sömürünün devamını, yoksulluğun devamını, sosyal adaletsizliğin devamını, eğitimi ve sağlığı paralı hale getiren, özelleştirmeci ve evrensel hukuk değerlerini hiçe sayan sağ siyasetinden medet ummayı adres olarak göstermiştir. Hoca’nın bilmesi gereken bir husus daha var; Alevilerin solda, sosyal demokrat ve demokrasi güçlerinin yanında durması doğru bir tercihtir. Alevi öğretisine uygun bir yönelimdir. Sol ve sosyal demokrat siyasi değerleri “öcü” düşünce sistemi gibi gösteren hocanın asıl amacı, Fettulahçı yayın organlarına verdiği demeçteki “Yerel seçimlere bir yıldan az kaldı. Alevi oyları nasıl bir seyir izleyecek” ve “Alevilerin ne yapacağı henüz belli değildir. Haklarını vermek için samimi çaba sarf eden siyasi partiler, Alevîlerden de aynı yakınlığı görecektir.” değerlendirmesinin arka planında yatan sağ partilerle olan siyasi flörtü yatmaktadır. Bunu ise Hoca’nın Cem TV’deki tüm hisseleri almasını sağlayan, finans kaynağının açığa çıkarmakla ve Alevilerin “oyları Demokrat Parti’ye gitmiştir ... Alevîler artık sağ-sol kavramlarını reddediyor. İşin özüne bakacak. Milliyetçi Hareket Partisi de olsa hiç önemli olmayacak. ... Aleviler de ona oy verecektir.” demecinde aramak gerekir. Hoca’nın Alevileri sağ ve sağ milliyetçi partilere pazarlama girişiminin bir yan stratejisi olarak, marksist, solcu

ve sosyal demokrat olmayı Alevilere “öcü” gibi göstermektedir. Hoca’nın bu çabaları, boş bir çabadır ve “Dipsiz Kuyudan Su Çekmeye” benzer. Hoca hatta daha geri tesbitlerde yaparak, AKP’ye bile “böyle devam ederse Alevîlerden bir tek oy alamaz”, ama AKP seçim öncesi sahte vaatlerle Alevileri kandırmaya kalksa, hoca AKP içinde oy istiyebilir.

Hocaefendi Fethullah Gülen Dostluğu ve Alevilerin Yontulması İzzettin Doğan’ın Türkiye’de Alevilere hangi elbisenin giydirilmesine ilişkin, resmi ve tarikatçı terzilerle ilginç temasları ve değerlendirmeleri olmuştur. Örneğin, Fethullah Gülen’in “... onların da (Alevîlerin) bazı yanlarının yontulması, şekillendirilmesi lazım. Alevîlik üzerinde hususî araştırma yapan tanıdığımız insanlar var” demecinden sonra, Diyanetten sorumlu Bakan Said yazıcıoğlu, “Biz Alevilere elbise biçtik, ama olmadı” derken, aslında “Alevilerin yontulması” ile “Alevilere elbise biçilmesi”nin fikirsel dostluğunu, İzzettin Doğan’da desteklemektedir. 28 Ocak 1997’de Fetullah Gülen’le iftar yemeği davetinde biraraya gelen İzzettin Hocaefendi davette verdiği mesaj: “Diyanet İşleri Başkanlığının yapması gereken ama yapmadığı bir işi burada yerine getiriyor. … Eğer bunu yapmıyorlarsa bu bir kusurdur, yapanları da alkışlamamak da büyük bir haksızlık olur. Gönül istiyor ki, Ramazan ayı gibi insanların kendi içlerine dönük olarak ve diğer insanlarla ilişkilerinde gönül muhasebesini daha çok yapmaları gereken bir ayda Müslümanlar da kendi inançlarını farklı yorumlarla da olsa yaşayan insanları bir araya toparlayabiliriz biraz muhasebesini yapsak.” biçimine olmuştur. Siyasal islam dairesinin içine çekilmeye çalışılan Aleviler için, aracı kişi olarak İzzettin Hocaefendi tercih edilmiştir. Bu konuda da İzzettin Doğan’ın Gülen’den destek aldığı kendi kadrolarınca iddia ediliyor. Örneğin Cem Vakfı’nın İzmir Şube Başkanı Veli Güler Dede bugün AKP ile çalışmaktadır. Yine Cem Vakfı şublerinde yönetici olan bazı kişiler AKP’ye üyedirler. İzzettin Doğan, Fethullah Gülen ile Süleyman Demirel’in olduğu bir toplantıda yan yana gelmiştir. O toplantıda İzzettin Hocaefendi, “Fethullah Hoca’nın çok olumlu şeyleri olmuştur. Cemevleri’nin artık camilerin yanında yapılması gerektiğini beyan etmiştir” İzzettin Doğan, Tuzla Aydınlıköy Cemevi’nin töreni sırasında “Keşke Fethullah Gülen gibi İslam dininin diğer önde gelen büyükleri de Hıristiyan ve Musevi dinlerinin temsilcileriyle bir araya gelseler ve tüm dinlerin mensuplarına ortak mesajlar verebilseler” dedi. İzzettin Doğan, Fethullah okulları için “Devletin resmi kurumları var. Bunlar gerekli denetimleri yapıyorlar. Bu denetimlerde Ata-

Sayı 44


SERÇEÞME türk ilkeleri ve cumhuriyet aleyhine bir faaliyete rastlanmadıysa bu okullara yüklenilmesi büyük haksızlık olur.” şeklinde konuşuyor.

ABD Raporlarında Gülen Hareketi ABD Dışişleri Bakanlığı Din Hürriyeti Bürosu’nca hazırlanan “Din Hürriyeti ve Türkiye Raporunda” Fethullah Gülen’den “Ilımlı İslami Lider” (Moderate Islamic Leader) olarak bahsedilmiştir. İşte bu nedenle ABD, Fethullah Gülen’in, Dinler Arası Diyalog Hareketi’ne “devlet başkanlığı” düzeyinde katılmasını sağlamıştır. ABD resmi olarak Türkiye’ye “diyalogculara (Fethullah Gülen’e) dokunma, onların serbest çalışmasına izin ver” diye talimat gönderiyordu. Yine geçtiğimiz günlerde ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’a bağlı ‘araştırma-geliştirme’ kuruluşu Rand Corporation, ‘Türkiye’de siyasal İslam’ın yükselişi’ başlıklı 135 sayfalık bir rapor yayımladı. Bu raporda Fethullah Gülen hareketi için “Nur hareketiyle başlayarak, akılla vahiy arasında çatışma görmeyen ve demokrasi, dini hoşgörü, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa ekonomisini içselleştirmiş dini okullar ortaya çıktı. Bu da Türkiye’yi, İslam’ın modernist yorumlarının katı dinsel muhafazakârlık karşısında tutunmakta zorlandığı diğer Ortadoğu ülkelerinden farklı kılıyor... Gülen hareketinin kökleri, ‘kılıcın cihadı’ döneminin bitip ‘sözün cihadı’nın başladığını savunan ve bilim ve akılcılıkla İslam’ı uzlaştırmaya çalışan Said Nursi’ye dayanıyor. Nursi Türkiye’deki Ermenilerin ve Rumların haklarını savundu ve Hıristiyan liderlerle temasa geçti. Gülen, Nur hareketini ‘Türk İslam’ı olarak yeniden keşfetti. Bireysel dönüşüm vurgusundan uzaklaşıp kamusal alana ve İslam’ı toplumsal sermayeye dönüştürmeye odaklandı. Gülen hareketi dinler arası diyaloğu teşvik etmek ko-

nusunda faal. Bir örgüt ağı Gülen’in İslam vizyonunun propagandasını yapıyor. Bunlar arasında geniş bir okul, hastane, yardım ve medya kuruluşları ağı var. Asya, Avrupa ve ABD’de de çeşitli kuruluşlar aracılığıyla yoğun faaliyetler yürütüyor.” değerlendirmesi yapıyor. Yani Gülen hareketinden korkmayın, onlar “kılıcın cihadı” dönemini bitirdi, “sözün cihadı”nı seçtiğini bize anlatmaya çalışıyorlar. Kısacası sözü “onlar güçlü, onlara tabi olun” demeye getiriyorlar”

İzzettin Hocaefendi Dostunu ABD’de Değil, Serçeşmede Aramalıdır. ABD’de CIA ve FBI gizli istihbarat güvencesi ve koruması altında yaşadığı söylenen bu kişinin, Aleviler içerisinde meşrulaştırılması ve Gülen’in “bilge, dost ve Alevilere manevi katkısı büyük insan” olarak tanıtılması asla kabul edilemez. Alevilerin haklarını korumanın, elde etmenin ve geliştirmenin yolu, Gülen dalkavukluğuyla olmaz. Aile boyu Nur cematini överek ve dost bularak, Alevi değerleri savunulamaz. Eğer İzzettin Doğan “bilge, dost ve Alevilere manevi katkısı büyük insan” arıyorsa, ABD’ye gitmesine gerek yok, aradığını ABD’de zaten bulamaz. Serçeşme’ye uğrasın. Yol önderi, bilge insan, Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın en yüksek makamı olan postnişini Veliyettin Ulusoy Efendimizin yanına uğraması yeter. Ama bunun için önce aradığına karar vermesi gerekir. Alevi-Bektaşi öğretisinin gücünemi yoksa egemen ve karanlık iktidarların gücüneme sığınacak. Şimdi cevap arayan soru şu: İzzettin Doğan kimi savunuyor? Laik, demokratik, sosyal ve hukuk devleti olan cumhuriyeti mi? Yoksa BOP ekseninde özlenen Ilımlı İslamı mı?

EDİP HARABÎ

Ey Zahit Şaraba Eyle İhtiram Ey zahit şaraba eyle ihtiram İnsan ol cihanda bu dünya fani Ehline helaldir na-ehle haram Biz içeriz bize yoktur vebali Sevap almak için içeriz şarap İçmesek oluruz duçar-ı azap Senin aklın ermez bu başka hesap Meyhanede bulduk biz bu kemali Kandil geceleri kandil oluruz Kandilin içinde fitil oluruz Hakk’ı göstermeye delil oluruz Fakat kör olanlar görmez bu hali Sen münkirsin sana haramdır bade Bekle ki içesin öbür dünyada Bahs açma Harabi bundan ziyade Çünkü bilmez haram ile helali

Cahiller Çekemez Cahiller çekemez ehl-i kemali Zira sözlerinin hikmeti vardır Nasıl anlatayım bilmem bu hali Ehl-i dilin şan ü şöhreti vardır Vücudu mürdemi kamil ü irfan Sızdırılmış altın gibidir her an Her nereye gitse olsa numayan İtibar ederler kıymeti vardır Kamillerin ilm ü irfanı malum Aklı fikri fazlı irfanı malum Sözü özü doğru vicdanı malum Her müşkili halle kudreti vardır Bir insan cahil ü nadan olursa İnsan suretinde hayvan olursa Harabi’ye karşı düşman olursa Mutlak onda haset illeti vardır

Hacı Bektaş’ın Fukarasıyız Kâf-u nûn kitabı izhar olmadan Biz bu kainatın iptidasıyız Kimseler vasıl-i didâr olmadan Biz Kâbe Kavseyn’in ev ednasıyız Yoğ iken Adem’le Havva âlemde Hakk ile hak idik sırr-ı müphemde Bir gece misafir kaldık Meryem’de Hazret-i İsa’nın öz babasıyız Bize peder dedi tıfl-ı Mesiha Rabbi Ernu diyen çağırdı Musa Len terani diyen biz idik sana Biz Tur-ı Sina’nın tecellasıyız Resmi Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri’nde yapılan protesto gösterisinden sonra Alevi-Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun ortaklaşa düzenlediği Örgüt Temsilcileri Toplantısı yapıldı. Toplantı divanında ABF adına Ali Balkız, AABK adına Turgut Öker de yer aldı ve birer konuşma yaptılar. Ayrıca divanda Kıbrıs’ta yeni kurulan Pir Sultan örgütünun temsilcisi de yer aldı. ABF ve AABK’nın ortaklaşa yaptığı açıklamaya göre Hacıbektaş’ta yapılan toplantılardan sonra 6 Ekim tarihinde bir Anayasa Konferansı düzenlemesine karar verildi. Ancak ortak açıklama net olmayan bazı noktalar da içeriyor. Bunlardan biri “Siyasete Katılma” ve “Yeni Bir Sol Alternatif Yaratma” konusunda alınan tutumdur. Bu tutum, Türkiye’de yürüyen Çatı Partisi tartışmalarına dolaysız bir siyasi müdahale oluşturuyor. Örgüt yöneticilerinin bu tutumu örgütlere nasıl bir açılım getirecek göreceğiz.

Ağustos 2008

Künt-ü kenz sırrının olduk agâhı Ayn’el yakın bildik Cemalullahı Ey hoca bizdedir sırr-ı ilâhi Biz Hacı Bektâş’ın fukarasıyız Zahida şanımız inna fetehna Harâbi kemteri serseri sanma Bir kılı kırk yaran kâmiliz amma Pir Balım Sultan’ın budalasıyız

11


SERÇEÞME Kelimelerle anlatılır bir duygu değil. Siz yirmi sekiz yıldır doğduğunuz topraklardan uzaklardasınız. On sekiz–yirmi–yirmi beş yaşındaki gençler sizinle türkülerinizi koro olarak okuyor sahnede. Düşünün... Mersin’de otuz bin kişi, Hozat’ta yirmi bin kişi koro yapıyor. Ve o duyguyu kelimelerle anlatabilmek mümkün değildir. Hayal ile gerçeğin kesiştiği noktanın adıydı Hozat, benim açımdan. Son derece duygulandım. O anı kelimelerle anlatamıyorum ama inanıyorum ki o duyguları yaşamak insan hayatında herkese hem kısmet olmayacak hem de kısmet olmasın diyorum. Kimse sürgün yaşamasın. Kimse o tür duyguları yaşamasın. İstediğin kadar birebir fiziksel teması koparmaya çalış, sanat öyle bir şey ki üreten kişiyle onun tüketicisi, onu sahiplenen kişiler buluşuyorlar. Egemen güçler o buluşmayı kesip atamıyor.

HALK OZANI EMEKÇİ İLE 28 YIL SONRA TÜRKİYE’YE GELİŞİ ÜZERİNE SÖYLEŞTİK

Türkü Söylemeye Yasak Koymak Demokrasinin Neresiyle Bağdaşır? Ahmet Koçak Emekçi kimdir? Emekçi, 1955 Maraş doğumlu, 28 yıldır Avrupa’da yaşayan, 25 civarında müzik albümü, üç tane şiir kitabı olan bir halk ozanıdır. 27 yıldan sonra ilk defa geçen yıl bir haftalığına bu yıl da iki haftalığına izinle Türkiye’ye geldim. Öncelikle yurtdışında kalış nedeniniz anlatır mısınız? Özel izine tabi olmanızın nedeni nedir? 12 Eylül askeri darbesinden sonra mesleğimi icra etme imkânım kalmadığı için ülkemi terketmek zorunda kaldım. Binlerce devrimci gibi... Almanya’ya siyasal sığınma talebinde bulundum. Yirmi sekiz yıldır Almanya’da yaşıyorum. Bunun son on dört yılını Almanya vatandaşı olarak yaşama durumundayım. Türkiye’de askerlik yapmadığım için Türk vatandaşlığı hakkım kaybettirildi. Oradan yola çıkarak da Türkiye Cumhuriyeti’nin emniyetini ve umumi nizamını tehlikeye koymak gerekçesiyle Türkiye’ye Bakanlık Kurulu kararıyla giriş yasağı olan birisiyim. Ancak İçişleri Bakanlığı’nın özel izniyle gelme imkânım olabiliyor. Bunu geçen yıl sekiz günlük bir izinle bu yıl da on beş günlük bir izinle devam ettiriyoruz. Temennimiz bu sürenin uzatılması veya bu yasağın toptan kaldırılması. Çünkü bu tür yasaklar bizim ülkemize yakışmıyor. İnsanlığa, demokrasiye, vicdana yakışmıyor. Bir insana türkü söylediği için böyle ağır yaptırımlar uygulanmamalı. Bunlar demokrasiyle çelişir. Türkü söylemeye yasak koymak demokrasinin neresiyle bağdaşır? Demokrasi bir farklılıklar toplamıdır. Başka bir deyişle muhalifi koruma sanatıdır. Bu sanatı başaramayanlar ceketini alıp evine gidip oturmalıdırlar. Ya da bir ülkenin ozanına tahammül etme becerisini göstermeliler. Eğer bunu yapamıyorsanız kendinize demokrat olursunuz. Sadece demokrasiden kendinize

12

özgü bütün hakların serbest olması anlaşılır ki bunun adı diktatörlüktür, demokrasi değildir. Türk vatandaşı olarak gelsen sana askerlik yaptıracaklar mıydı? Yaptırırlardı. Sayın Süleyman Yağız benimle ilgili mecliste bir soru önergesi vermişti. İçişleri Bakanının Sayın Süleyman Yağız’a verdiği yanıtta en son cümle olarak yeniden Türk vatandaşlığına geçmem halinde bu yasağın kaldırılabileceği belirtiliyor. Çelişki şu, ben askerlik yapmadım diye beni vatandaşlıktan atıyorsunuz. Hâlâ askerlik yapmadığım halde bana yeniden vatandaşlığa geçme teklifinde bulunuyorsunuz. Var mı böyle saçma bir şey? O zaman niye attınız vatandaşlıktan? Madem askerlik yapmadığım halde vatandaş olma imkânım varsa o zaman niye atıyorsunuz beni vatandaşlıktan? Bu bir handikaptır, korkak bir çelişkidir. Demek ki gerekçe aslında bakarsan askerlik değil. Ben öyle tahmin ediyorum yani. Bu ülkede yarım milyon asker kaçağı var. Belki de daha fazla. Lütfen atın bunların hepsini Türk vatandaşlığından. Türkiye’nin sınırlarının dışına çıkarın. Biz demokrasiye bağlı olduğumuz için, demokratik değerlerin daha genişlemesini savunduğumuz için, devrimci olduğumuz için bu yasak bize uygulanıyor. Belki AKP hükümetinin binlerce üyesi, yöneticisi asker kaçağıdır. Tersini kim ispat edebilir yani? Ama bizim elimiz saf tuttuğu için bu tür yasaklar bize uygulanıyor. Yıllar sonra Türkiye’ye özel izinle geldiniz. Geçen yıl ve bu yıl ki gelişlerinizde birer konser verdiniz. O iki konserden de biraz bahseder misiniz? Yıllar sonra Türkiye’deki izleyicilerle, dinleyicilerle kucaklaşmak nasıl bir duygu? Neler hissettiniz?

Müthiş bir şey, yirmi bin kişi ve büyük çoğunluğunu gençler oluşturuyor. Yirmi sekiz yıldır uzaktasınız bu ülkeden. Tabi bu arada şunu belirtmeliyim bu atmosferde, gençlerin beni tanımasında, orta yaşlıların beni unutmamasında beni taklit eden arkadaşlarımın da çok büyük emeği var. Buradan onlara da teşekkür ederim. Bunu belirtmeliyim. İyi ki taklit ettiler diyorsunuz... Evet. Aslında, onlar iyi olmayabilir ama bu yönüyle bana katkıları olmuştur. Sağ olsunlar, türkülerimi, benim sesimi, saz tarzımı taklit ederek türkülerimi burada canlı tutuyor. Sonuçta sahnede ben yokum, ama varım yani... Türküler orada. Bu ne oluyor? Bütün dinleyicilere sürekli olarak taze tutuyor. Onlar işte gençlere de geçiyor ve gençler de eski türkülerimizi koro olarak okuyor. Mersin de ve Hozat’ta olduğu gibi. Sağ olsunlar taklitçi arkadaşlarım, teşekkür ediyorum onlara. Bu sıkıntılı günler nasıl çözülür belli değil. Belli bir yumuşama hissediyorum. Belki birkaç ay sonra bu yasağın toptan kaldırılacağını veya daha uzun vadeli giriş izinlerinin verileceğini bekliyorum. Tahmin ediyorum. Zaten şimdi Almanya’ya döner dönmez yeniden müracaatta bulunacağım. Ya uzun vadeli izin ya da temelli kaldırılması... Çünkü bunun yakışanı temelli kaldırılmasıdır. Bunu kimse savunamaz. Böyle bir uygulama dünyanın hiçbir yerinde yok. Vatandaşlıktan çıkarıldınız, şimdi Alman vatandaşısınız. Nasıl oluyor da size bu ülkeye girme yasağı uygulanıyor? Ben şimdi Almanya vatandaşıyım. Almanya devletiyle Türkiye Cumhuriyeti devleti arasındaki bir anlaşmaya göre Almanya kimliği taşıyan herkes, istediği her an, vizesiz olmak koşuluyla, Türkiye’ye seyahat edebilir. Ama bizi istenmeyen kişi statüsüne koymuşlar. Bunu son iki yıldır senede bir defa istenen ya da senede iki hafta istenen (Diyelim ki istenmeyen) statü geçen yıl bir haftalığına bozuldu. Bu yıl da iki haftalığına istenmeyen kişi olmaktan çıktık. Bu, Almanların kabul edeceği bir şey değil, ama devletlerarasında böyle bir hukuk var. Herhangi bir devletin, herhangi bir kişiyi sınırları içerisine almamak gibi bir hakkı var ve gerekçe göstermek zorunda da değil. Böyle bir uygulamayı Almanya da bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına pekâlâ uygulayabilir.

Sayı 44


SERÇEÞME Türkiye daha önce böyle bir uygulamayı İtalyan gazetecilere uyguladı. Fakat burada ben bir İtalyan gazetecisi gibi olamam. Ben bu topraklarda doğmuşum, burası benim ülkem. Kardeşlerim, eşim, dostum, akrabam burada, anılarım burada, çocukluğum, gençliğim burada. Sen beni bir İtalyan’la aynı kefeye koyamazsın. Sol görüşlerinizden, devrimci görüşlerinizden dolayı bir tepki hala devam ediyor izlenimi var mı sizde? Olabilir, ben hala devrimciyim. Bugün de devrimciyim, dün de devrimciydim. Devrimciliği bir erdem olarak görüyorum. Devrimcilik gibi şerefli bir katı taşımanın insanı güzelleştirdiğine inanıyorum. Dünyadaki insanlar bizim ülkemizdeki insanlar ne kadar kitlesel bir tavırla devrimcileşirlerse özgürlüğe o kadar yaklaşacaklarına inanıyorum. Devrimcilik bir güzelliktir, paylaşmaktır, kardeşliktir, dostluktur, barıştır, özgürlüktür. Devrimciliğe farklı misyonlar yükleyenler yanılıyorlar. Biz devrimci olmaktan daima onur duyduk. Çünkü devrimcilik bize insanı, doğayı, paylaşmayı sevmeyi öğretti. İnsan böyle bir erdemi nasıl reddedebilir? Ben hala gururlu bir tarzda devrimci olduğumu bağıra bağıra söylüyorum. Söylemeye de devam ederim. Bu bir suç değildir, devrimci olmak... Bu bir suç olmamalı. Hükümetin de bunu böyle kavraması lazım. Türkiye’de milyonlarca devrimci veya devrimci dostu insan var. Siz bunları ne yapacaksınız? Hepsini camiye mi dolduracaksınız? Yahut da bunları kabul mü edeceksiniz? Fikri üretim icra etmekten başka hiçbir eylemi olmayan bir insanım ben. Hem üretiyorum, hem yorumluyorum. Yüzde 99 oranında kendimi yorumlayan bir halk ozanıyım. Bunun son derece açık olması lazım. Bizim işlediğimiz temaları bundan bin yıl evvel Hallac-ı Mansur işlemiş. Ceza Yasası’nın 141. ve 142. maddelerinin kalktığı, kişinin fikrini söylemesinin suç olmaktan çıktığı bir dönemde Emekçi’nin, hala fikrini söylemesinden dolayı yasaklılığı devam ediyor diyorsunuz. Bence biraz öyle, bütünüyle öyle olmasa da önemli ölçüde öyledir. Muhalife tahammül etmeyen bir zihniyet muhalifini ezer, muhalifini yok eder. Ben, Bakan Bey’in önerdiği “yeniden Türk vatandaşlığına geçerse yasağı kaldırabiliriz” sözüne uyup Türk vatandaşı olursam, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün hakları otomatik olarak devreye girmiş oluyor. O zaman bana “Askere gel!” diyecek. Yolda yürümem bile hoşuna gitmeyebilir, yani ayakkabımın rengi de hoşuna gitmeyebilir. Şimdi ben bu yaştan sonra gidip askerlik yapabilir miyim? Mantıklı ve gerçekçi olması lazım AKP Hükümetinin, yani 53 yaşında bir insanım ben. Bir halk ozanıyım. Kendime göre bir tirajım var, dinleyenlerim, sevenlerim var, eşim, dostum, arkadaşlarım var. Ben bu yaştan sonra... Ben Türkiye’ye askerlik yapanlara yapmasın demiyorum, fakat ben yapamam. Ben bu yaştan sonra buna müsait değilim. Bu gerçeği görmeleri lazım... Avrupa Birliğine girmeye çalışıyorlar Avrupa’da yirmi beş yaşından sonra askerlik yoktur. Yasal olarak yoktur ama siz yetmiş altı yaşındaki insanı askerliğe davet ediyorsunuz. Bu korkunç bir çelişkidir.

Ağustos 2008

Eleştiriler Serdar Demirkol

Ö

NCELIKLE dergiye “yola” hizmetleri dolayısıyla teşekkür ediyorum. Fethullahçı Alevi lideri(!) İzzettin Doğan’a kanılmaması gerektiğini açıkça belirtiliyor. “Alevilerin temsilcisi dergâhtır ve bugün dergâhın başında bulunan Veliyettin Efendimdir.” Eleştirilere gelecek olursak birinci eleştirim “Kemalistlerin” darbeci olarak gösterilmesi. (43. sayı, 2. sayfa) Bu ülkede “Cumhuriyet Mitingleri” yaşandı. Üç büyük miting yapıldı. 14 Nisan’da yapılan Ankara mitingi ile başlayıp Çağlayan (İstanbul) ve Gündoğdu (İzmir) mitingleri ile süren mitingler serisinde milyonlarca Atatürkçü: “Ne şeriat ne darbe” sloganları ile yeri göğü inletti. Buna rağmen (benim de içinde bulunmaktan onur duyduğum Atatürkçü kesimi) darbecilikle suçlamak hiç etik değildir. Yine 43. sayıdaki yazıda Atatürkçülerin “ılımlı İslam” yanlısı olduğu belirtiliyor. O mitingler “ılımlı İslam”a karşı olanlar tarafından yapıldı. İkinci eleştirim, “Ergenekon” soruşturması sırasında derginin tutumudur. Kapatma davasının açılmasından tam bir hafta sonra ülkenin en saygın yazarlarından biri (İlhan Selçuk),bir bilim insanı (Kemal Alemdaroğlu), bir parti başkanı (Doğu Perinçek) yerleri yurtları belli olduğu halde sabahın dördünde gözaltına alındılar. Yine kapatılma davasının bir aşaması olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın Anayasa Mahkemesi’nde konuşma yapacağı gün bu defa askerlerin ve yine gazetecilerin bulunduğu insanlar gözaltına alındı. Bir gazeteciye “kelepçe” takıldı. Gözaltına alınan insanların siyasi görüşlerine katılmayabilirsiniz. Ama bu onların sabah dört’te (ikinci alınanlar sekiz’de) yaka paça gözaltına alınmasına karşı çıkmamanızı mazur göstermez. Dergi, sessiz kalmak bir yana hukukun en açık ilkesi olan “suçlu olduğu ispatlanıncaya kadar herkes masumdur” ilkesini çiğnedi. CHP lideri Deniz Baykal’ın Ergenekon operasyonundaki tutumu az önce yazdığım ilke çerçevesinde bakıldığı zaman son derece “hukuk-

Yanıtlar Esen Uslu SERDAR CAN, bize haksızlık etme lütfen. Yıllardır Türkiye’nin dört bir yanında ardında “faili meçhul” cinayetler serisi bırakarak yürütülen bir ırkçı-milliyetçi-cuntacı “siyaset”in uygulanmakta olduğunu görmüyor musun? Evet, “her vatandaş mahkemece suçlu bulununcaya kadar suçsuzdur” der bu devletin hukuku. Peki, ya “yerinde infazla” katledilenler, “ölü olarak ele geçirilenler”, polis-jandarmanın olay yerinde attığı dayakla, sokakta kırılan kolla uyguladığı cezalara ne demeli? Onlara kimin, hangi hukuku uygulanıyor? Cinayet işlediği halde, cinayet ne kelime, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta katliam işlediği halde elini kollunu sallayarak, devlet korumasında dolaşanlara hangi hukuk uygulanıyor sence? Laik-Demokratik-Hukuk devletinin var olduğu iddia edilen ülkemizde bir mahkemenin kaç yıl sürdüğünü ve sonuçsuz kaldığını; gücü-torpili-ilişkisi olanın hakkını “yasalara uygun” biçimde aldığını, garibanın mahkeme kapılarında süründüğünü hiç duymadın mı?

saldır.” (Dergide bu tutumun demokrasi dışı olduğu vurgulanıyor. 43. sayıda) Tutukluluk sürecinde Kuddusi Okkır hastanede tedavi edilmemiş ve ölüme tahliye edilmiştir. Belki Kuddusi Okkır suçludur. Ama suçunu dahi öğrenemeden “yargısız infaza” kurban gitmiştir. Bir başka zanlı sirozdan dolayı tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. İP üyesi Ferit İlsever kanser dolayısıyla hastanede… Eğer kötü cezaevi koşullarına karşıysak bu insanlar için de sesimiz çıkmalı. Şu denilebilir: iyi de onlar bu koşullara hiç karşı çıkmadı ki. İyi güzel de biz “herkes için demokrasi” demiyor muyuz? Evet, Veli Küçük, Muzaffer Tekin, Kemal Kerinçsiz (bu üç kişinin “Atatürkçülükle” uzaktan yakından alakası yok) bazı işlere karışmış olabilir. (Karıştı demiyorum, çünkü suçlarının mahkemece ispatlanmasını bekliyorum. O noktadan sonra zaten gereken eleştirileri hep beraber yaparız.) Ama Cumhuriyet yazarı İlhan Selçuk’un (gözaltına alındığı tarih önemli) darbeci olması ihtimali bana göre düşüktür. 12 Mart’ta Ziverbey Köşkünü yaşamış 12 Eylül’de işkencelerin en ağır şekillerine maruz kalmış bir insan çıldırmış mıdır ki yeniden darbe peşinde koşsun? Ben “Ziverbey Köşkü”nü okurken daraldığımı hissettim. Onları yaşayan bir insan darbeye hayatı boyunca karşı çıkar ki zaten İlhan Selçuk da darbeye karşıdır. Doğu Perinçek hepimizin saygı duyduğu Deniz Gezmiş’in arkadaşıdır. (Turhan Feyizoğlu’nun “Deniz Bir İsyancının İzleri” kitabında eklere bakarsanız Deniz Gezmiş’in Doğu Perinçek’e gönderdiği mektubu görürsünüz). Kendi arkadaşlarını darbeye kurban veren Perinçek neden darbeyi savunsun? Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Şener Eruygur bu gün “Ergenekon Yöneticisi” olmakla suçlanırken, savcının iddiasına göre Ergenekon karışıklık çıkarmak için “Şener Eruygur Paşayı öldürecekmiş.” Böylesine tezat bir iddianame kapsamında gözaltına alınan insanları eleştirmek için lütfen mahkeme sonucunu bekleyelim. Eğer suçları sabit görülürse hep beraber İlhan Selçuk, Alemdaroğlu, Mustafa Balbay ayrımı yapmadan gereken tepkiyi gösteririz. Size başarılar dilerim. Saygılar. Gözaltında her ölüm aynı derecede acıdır. Peki, Türkiye’de “hapishaneleri kurtarmak” için yapıldığı öne sürülen operasyonlarda kaç mahkumun öldürüldüğünü hatırlıyor musun? Şu anda ağır hasta olduğu halde tahliye edilmeyen, yaşlı olduğu halde affedilmeyen kaç hükümlü var düşünüyor musun? Deniz Baykal ilkesel olarak hukuksaldır diyorsun. Ben, onun Kemalist görünümlü faşist cuntacıları savunan tutumunun insanlık dışı olduğu kanısındayım. Doğu Perinçek senin için saygı duyulabilecek birisi olabilir. Herkesin böyle düşünmesi gerektiği sonucuna nasıl varıyorsun? Evet, kendisi eskiden Deniz’in arkadaşıydı, ama o günden bugüne kadar izlediği siyasi çizgiyi ve gidişi görmüyor musun? Bir iddianame yayınlanmıştır ve hukuk makinasının paslı çarkları dönmeye başlamıştır. Bugünkü siyasi ortamda bu gidişin nereye varacağını hep beraber göreceğiz. Ancak ırkçılı-milliyetçi-cuntacı gizli örgütlerin baskı siyaseti ile bunun eli kanlı uygulayıcıları, buna “laiklik ve demokrasi” adına destek olanlar Türkiye halklarının gözünde çoktan mahkum olmuştur. Bu halkın yargısıdır. Devletin adaletinin aynı yargıya varıp varmayacağını hep birlikte görürüz.

13


SERÇEÞME

ESAT KORKMAZ’IN DERGİNİN 43. SAYISINDA YAZMIŞ OLDUĞU YAZIYA

YanıT Hüseyin Hürrem Ulusoy

S

ERÇEŞME Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Sn. Esat Korkmaz, derginin 43. sayısında yazmış olduğu bir yazıda, şahsımı aşağılayıcı ifadeler kullanarak beni alçak irtifada bir polemiğe çekmek istemektedir. Söz konusu derginin mezkûr yazarı beni “sol düşmanlığı”, “aydın düşmanlığı”, “cehâlet” gibi kavramlarla damgalama gayretindedir. Eğer aynı dergide yazı yazmamış, eşe dosta söz konusu dergiye abone olmalarını önermemiş olsaydım, yazısına yanıt vermeyecektim. Cevap vermemi öneren çok telefonlar aldım. Genel Yayın Yönetmeni yalnızca şahsıma saldırmakla yetinmemiş, “baba-dede-pir-mürşit” gibi inanç önderlerini “cahiller”, inanç sahibi Alevileri de “aptal simgesi” olarak niteleme cüretini göstermiştir. Pir-mürşid-dede olmadığı gibi; Alevi cemaatinden dahi olmayan bu kişi, insanlara Aleviliği öğretmeye kalkmakta, kendi kafasında kurguladığı “uydurma Aleviliğe” tepki gösteren kişilere de hakaretler yağdırmaktadır. Bu cesareti nereden ve kimlerden almaktadır? İlk akla gelen soru bu oluyor. Acaba ikinci bir Sersem Ali Baba örneğiyle mi karşı karşıyayız. Ancak buna pek ihtimal vermiyorum. Zira böyle olsaydı ardındaki devlet desteği daha belirgin, daha güçlü olurdu. Devletin adamı bir vakıf başkanı var. Birden fazla olamaz diye de bir kural yok tabii. Ancak büyük olasılıkla kendi kendini mühürsüz bey, paşa ilan eden klinik bir vak’ayla karşı karşıyayız. Tartışma nereden başladı? Ben dedim ki önüne gelen uydurma gülbenk, dinsel ritüel (cenaze erkânı gibi) yazmasın. Cemaate, babalara, dedelere, pirlere, mürşitlere danışılsın. Toplumdan gelen yaygın bir istek var mı? Bu iyi araştırılsın. Sonu hüsrânla bitecek girişimler ortaya çıkacaksa topluma yazık olur, gençlerin kafası karışır, inançlar sarsılır. (Hoş toplumun kaçta kaçı bu dergiyi okuyor ya da olaydan haberdar o da ayrı bir konu). Adamcağız bir polemik konusu yakaladığına sevinerek, olayı adam akıllı abartarak ortaya çıktı. Ben inanç önderlerine danışılması yanında böyle bir hizmet yapılacaksa bunu Alevi cemaatinden birinin yapmasını isterim. Söz konusu kişi inanç önderi olmadığı gibi cemaatten de değildir. Daha önceki yazımda da belirttiğim gibi “hariçten gazel okuyan” bir kişidir. Hazret kimseye danışmadan işler çeviriyor ve diyor ki: “Hürrem Ulusoy’un görüşleri ölçü alındığında aydın-araştırmacı, pirden-mürşitten-rehberden yani gelenek öğretmeninden (kendi uydurduğu bir terim) ‘onay’ almadan bir satır bile yazamayacaktır.” Hey canım kardeşim, olayı çarpıtıyor ve iyi bir demagoji örneği veriyorsun. Bizim sansür kurulumuz ya da buna yetkimiz var mı? Düşünce özgürlüğü var. Sünni de olsan, Hıristiyan da olsan, puta da tapsan Alevilik hakkında araştırma yapıp, yazı yazabilirsin. Bizim demek istediğimiz şudur: Bunları yap ama “Alevilerin ibadetlerine burnunu sokma”, ibadeti sen değil, din önderleri bile kolay kolay değiştiremez. Akla ziyan şeyler yapma, edebinle otur.

14

Toplumdan ve mensubu bulunduğum yüce aileden utanarak da olsa bu şahsın düzeysiz suçlamalarına yanıt vermek zorundayım. Oysa ortaya kendini bilmezlerle ağız dalaşı yapmaya çıkmamıştım. Alevi-Bektaşi Yolu’na bir nebze hizmet edip, tarihi gerçekleri açmaya uğraşıyordum. Söz konusu şahsa göre ben “sol düşmanı” bir kişiymişim. Çok basit ve modası geçmiş bir karalama. Kendisi 80 öncesinin militanlarından olduğu için, ona göre kendi fraksiyonu dışındakiler “solcu” değil. Üstüne üstelik “sol” düşmanı. Ben seksenli yıllarda DTCF’de öğrenciydim. Hiç bir fraksiyona üye olmadım. Yaşamım boyunca “sosyal demokrat” çizgiden ayrılmadım. Bilindiği gibi sol, siyasi bir duruşun adıdır. Solun da sağ gibi siyasi yelpazede ılımlıdan radikale açılımı vardır. Bize göre sol nedir? Laikliktir, insan sevgisidir (ırk, dil, din, cinsiyet, sınıf ayrımı yapmamak), her türlü inanca hoşgörüyle bakmaktır, barıştır, sevgidir, sosyal adalettir vb. Alevi-Bektaşi Yolu da felsefesi itibariyle buna yakın olduğu için, Alevilerin kahir ekseriyeti “sosyal demokrat” çizgiyi benimsemiştir. Alevi cemaatin bir parçası olan Ulusoy Ailesi’nin (Hacı Bektaş Çelebileri) de farklı bir çizgide olması mümkün değildir. Ulusoy Ailesi’nin TBMM’ye soktuğu milletvekillerinden hatırlayabildiklerim sırasıyla Ali Rıza Ulusoy, Kazım Ulusoy, Haydar Ulusoy, Şahin Ulusoy CHP’den meclise girmişlerdir. Bendeniz “sol düşmanı” olsaydım, “Serçeşme Dergisi” gibi Aleviliği yanında solculuğu çok belirgin olan bir dergide yazı yazmazdım. Çok açık, değil mi? Burada şair Nef’i’nin kendisine sataşan bir kişiye verdiği yanıt aklıma geldi: “Bize kâfir demiş Müfti Efendi Tutalım ben diyem ana Müselmân Varıldıkta yarın rûz-ı cezâya İkimiz de çıkarız anda yalan” Ana: Ona Müselman: Müslüman Rûz-ı cezâ: Kıyamet günü Anda: O anda, orada Genel Yayın Yönetmeni, beni “aydın düşmanlığı” ile de suçluyor. Bu da çok komik. Aydın olabilmek için, kendisi gibi sayfalar dolusu, kimse tarafından anlaşılmayan ve okunmayan, kendisinin de palavra olduğunu kabul ettiği yazılar mı yazmak gerekiyor. Genel yayın Yönetmeninin yazıları, teologların (ilahiyatçıların) sosyologların, dilbilimcilerin, tasavvuf ehlinin ilgi alanına girmeyen, bilim çevrelerince onaylanmamış uydurma terimlerle dolu, yalnızca ruh sağlığı uzmanlarını ilgilendirecek yazılardır. Genel Yayın Yönetmeni gerçek bir aydın olsa halka saygılı olur. Kendini mürşit yerine koyarak, erkânnâme yayınlıyor ve: “Alın güzellerim, bunu uygulayın, size de çok yakıştı” diyerek toplumla dalga geçip, Alevi-Bektaşileri hafife alıyor. Bu kişinin kafasına sokmalı ki Alevi-Bektaşi ibâdeti bir folklor gösterisi, bir tiyatro değildir.

Serçeşme Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Sn. Esat Korkmaz, derginin 43. sayısında yazmış olduğu bir yazıda, şahsımı aşağılayıcı ifadeler kullanarak beni alçak irtifada bir polemiğe çekmek istemektedir. Genel Yayın Yönetmeni beni “câhil” görerek, bana Aleviliği öğretmeye çalışıyor. Alevilik senin saçın sakalın ise, benim de damarımda akan kanımdır. G. Y. Y.’ne göre erkânnâme bazı yerlerde hemen uygulanmaya başlanmış. Sen neymişsin be kardeşim? Demek ki çok geniş bir tabanın var. Kafana göre yeni bir Alevilik yaratabilir, beğenmezsen isminle anılan yeni bir tarikat kurabilirsin. Zât-ı muhterem’e göre Hz. Ali demiş ki: “Görmediğim Tanrı’ya tapmam.” Eh, fena değil, Hz. Ali’ye yakışan bir söz. Tabii kendi kafasında bunu farklı yönlere çekecek. “Hak Âdem’de” sözünü duymuş da olabilir. Hz. Peygamber. Miraç Yolunda iken önüne arslan sıfatında yatan Ali’ydi. Elbette ki Tanrı’yı görmüştü. Ali’nin zâten kendisi bir ilâhtır, tapınmaya ne ihtiyacı var. Ancak söyleyene değil, söyletene bakacaksın. Yine G. Y. Yönetmeni beni “câhil” görerek, bana Aleviliği öğretmeye çalışıyor. Alevilik senin saçın sakalın ise, benim de damarımda akan kanımdır. Bazı şeyleri ortaya atarken kendi açığını da ortaya koyuyor. “Şecâat arzederken merdî Kıptî sirkatin söyler” Şecâat: Yiğitlik, yüreklilik Sirkat: Hırsızlık Merdî Kıptî: Çingene’nin merdi G. Y. Y.’ne göre “Her metafizik inanç sahibi, kayadan su fışkırmasını, taştan-topraktan gül bitmesini bekleyen bir “aptal” simgesidir; kör Tanrı’nın kör adamıdır. Hürrem Ulusoy, Alevileri kör Tanrı’nın kör adamı mı yapmak istiyor?” İşte bu sözleri inançsızlığının bariz delili. Sondan başlayalım, kendisinin Tanrı’ya inancı var mı, ya da kaç tane Tanrı’sı var, bunu bilmiyor merak da etmiyoruz. Benim Tanrı’m (Allah’ım) kör değildir. İnsana aort damarından daha yakın olan, kalbinden fısıldadığını duyan bir Tanrı’dır. Alevilik ve Aleviler neyse odur, onları değiştirme gücüne kimse sahip değildir. Hazrete göre Hacıbektaş kasabasına gelip, Hünkâr’ın mucizeler gösterdiği; Çilehane’yi, Beştaşları ziyaret eden kişiler (metafizik inanç sahipleri) birer “aptal”dır. Öyleyse cemlerde secdeye inen “Allah Allah” diyen canlar da aptaldır. İnanmıyor olabilirsin, ama inananlara “aptal” demeye utanmıyor musun?

Sayı 44


SERÇEÞME

Yüce Tanrı der ki: “İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde ‘Allah’a ve Ahiret gününe inandık’ derler. Onlara: İnsanların inandığı gibi inanın denilince ‘Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?’ derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir. Fakat bilmezler.” (Bakara: 13) Adı geçen kişi benden aynaya bakmamı istemiş (sözüm ona Tasavvuftan giriyor, gönül aynası olsa gerek). Evet, ben de baktım. “Vechi Âdem’de tecelli eyleyen Allah’tır”. Yüzümde “Ali” yazısını gördüm. Peki, sen aynaya bakınca ne gördün? Umarım pişman olmamışsındır. Hazret Tasavvufla hiç ilgisi olmayan sayıklamaları bize Tasavvuf diye satmaya çalışıyor. Şunu önemle vurgulamalıyım ki, biz hiç kimsenin hasmı ya da düşmanı değiliz. Yüce Yol’umuza, kutsal saydıklarımıza, cemaatimize ve cemaat önderlerimize saygı gösterilip, inancımızla oynanmadıkça hiç kimsenin kalbini kırmak istemeyiz. Alevilikte kin, nefret ve garaza yer yoktur. Dinimizin temeli “sevgi”dir. Biz insanları sağcı-solcu, zengin-fakir, âlim-cahil gibi ölçütlere ya da asaletine (kan), etnik kökenine göre değerlendirmeyiz. Bizim ölçümüz edep-erkânla ilgilidir. Düşmanlığımız (buna sevgisizlik demek daha doğru olur) “tevellâ-teberrâ” ile sınırlıdır: Yani “Ehl-i beyt’in sevdiğini sevip, sevmediğini sevmemek”. Ben kanımı “Araplaştırma” gayreti içerisindeymişim. Korkunç bir saptırma. Ben diyorum ki Alevilik-Bektaşilik evrenseldir. Tepkim Hacı Bektaş Veli’yi Türkmen, Ehl-i beyt’i Arap gösteren ve aralarında soy bağı olmadığını ileri süren ırkçılaradır. İmam Ali Rıza ve Mükerrem El Mücâb Horasan’a Türklerin arasına yerleşmişler ve evliliklerden bir soy sürmüştür. Hacı Bektaş Veli bu soydan gelmektedir. Yani insan olarak (zahirde) bir Türk-Arap akrabalığı kurulmuştur. Bâtında Peygamber soyu “ırk-ı tâhir” denilen bir soydur. Bütün ırkların üstündedir. Âdem’in milliyeti var mı? Aklını başına topla. Ehl-i beyt’in Araplığı, Türklüğü, Kürtlüğü olmaz. Arap, Türk, Kürt, Arnavut, İran kökenli sayısını hatırlamadığım dostlarım vardır. Oturup muhabbet etmiş, evlerinde kalmış; onları evimde ağırlamışımdır. Hepsi canım ciğerimdir. Siyasetle inancı birleştirmek korkunç sonuçlar doğurur. Sünni kardeşlerimize gelince; aydın, demokrat, laik olan; inancımıza karışmayan, Alevileri asimile gayretinde olmayanları dostumuzdur. Bağnaz insan tüm insanlığın düşmanıdır. Bu bütün dinler ve inançlar için geçerli bir kuraldır. Aleviler her türlü dayatmaya karşıdır. Değerli okurlar, “Demagoji” (Yunanca demagogia) “bir kimse ya da topluluğu kandırıcı sözlerle aldatıp, kendi yanına çekmeye çalışmak” demektir. “Demagog” da bunu yapan kişidir. Lider olmadan kendini lider gösteren kişidir. Bunlar toplumda kendilerine yer, saygınlık kazandıracağına inanarak, var olan değerlerin ya da toplumların üzerine bir asalak gibi ya-

Ağustos 2008

pışırlar. Bunları ayıklamak oldukça güçtür ve çaba ister. Bazıları gerçek şarlatanlardır. Bazıları da ruh sağlığı bozuk kişilerdir. İkinci gruptakiler ünlü İspanyol yazar Cervantes’in “Don Kişot” karakterine benzerler. Don Kişot, uzun süre şövalye romanı okumuş, kafayı yemiştir. Kendisini gerçek bir şövalye sanır. “Rosinante” isimli kemikleri sayılan zavallı bir ata binerek sefere çıkar. Sağa sola saldırır. Bir ton dayak yer oturur. İlk gruptakiler ise kültürümüzde var olan “ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün” düsturuna uymayan kişilerdir. Kuyruklarına basıldığında viyaklarlar. Son sözüm Alevi-Bektaşi canlara, bu yola ikrar verdiniz, and içtiniz, andınızı unutmayın. Dede sizi görgüden geçirirken neler söyledi: “Erenler Meydanı’nda, Pir huzurunda mürşidine teslim-i rıza oldun mu? Allah-Muhammed-Ali, on iki imam ve Ehl-i beyt soyuna iman ü ikrar ettin mi? Kazaya razı olup kadere bağlandın mı? Nâcilerin pişüvası İmam Ca’fer Sâdık’ın içtihadı üzere hak dediğimizi hak bilip, batıl dediğimizi batıl bildin mi? Muhammed-Ali’nin ve Ehli beyt’inin sevdiğini sevip tevellâ, sevmediğini sevmeyip teberra ettin mi? Dört kapı, kırk makam hak mı? On iki yas-ı matem hak mı? Sûret-i Hak’tan görünüp dünya menfaatiyle gözünü kamaştıran münafıkların sözlerine aldanıp Erenler Yol’undan uzaklaşırsan mahşer günü yüzün kara olsun mu?” Alevi-Bektaşi canlar her soruya “Allah eyvallah” dediler. İkrarımız kadim sâbit olsun. Cenâb-ı Allah cümlemizi şeytanın şerrinden adu mekrinden hıfz-ı emânde eylesin. Tüm okurlara saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

BİR KİTAP

TURAN ALPTEKİN

Niyazi-i Mısrî, Türkçe Şiirleri 13,5x19,5 cm boyutunda 256 sayfa, Eylül 2008 ISBN: 978-9944-387-09-5 Demos Yayınları, Tel: 0212.512 60 28

HASAN HARMANCI

Aleviliğin Anayasası

Varoluş ISBN 978–975–9025–54–0 13,5 x 19,5 cm boyutunda 278 sayfa Temmuz 2008 Yurt Kitap, www.yurtkitap.com Tel: 0312.417 35 49

KİTABIN ARKA KAPAK YAZISINDAN

Y

ARATILIŞLA Varoluşun Çatışmalı Dünyasında Oluşan Felsefeler; Bilimin Sırlarını, Big Bang’i Efsanelerinde Taşıyan Öğretiler… Evren nasıl var oldu, emri kim verdi? İşte bu ilk başlangıç efsanesi Sümer’de başlar; “Enuma Eliş.” Inka, Maya, Çin, Hint, Yunan, Afrika, Yahudi ve İslâm felsefe ve inançları sürekli bu alanda görüş oluşturdular. “Yaratılış” mı “Varoluş” mu? Kimi bilimsel verilerle yola çıktı, kimi saralı haliyle rüyasını gerçek sandı. Dünyanın bütün kültür ve dinlerinde yaratılış/varoluş bir tartışmadır. Evrenin ve dünyanın nasıl oluştuğuna dair teorilere her gün bir yenisi ekleniyor. Şimdi herkes “Big Bang” (Büyük Patlama) üzerine yoğunlaştı. Evren bir patlama ile mi var oldu yoksa bu, Tanrı’nın altı günlük bir emeği midir? Alevilerin varoluş tasarımı işte bu “Big Bang” ile uyumlu ve bir o kadar da şaşırtıcıdır. Bu tasarım vahiyle gelen din ve peygamberlere yanıttır. Varoluş, Aleviliğin kurucu felsefesidir. Alevi filozofu ve ozanı “devriye” ile varoluşa katkı sunar. Aleviliğin varoluş felsefesi, Aleviliğin anayasasıdır. Sır dolu bu felsefe “Big Bang” ile aydınlanacak mı? Tartışılması gereken bir başka nokta da doğanın ortak elementi karbonla yaşamın canlıdan cansıza, tekrar canlıya geçtiğidir.

15


SERÇEÞME

EDÄ°P HARABĂŽ

HACI BEKTAŞ VELİ DERGÂHI POSTNİŞİNİ BİR DEDE’NİN SORULARINI YANITLIYOR

Vahdetname

Aile SorunlarÄą Çerçevesinde Alevi AhlakÄą Ăœzerine

Daha Allah ile cihan yok iken Biz anÄą var edip ilan eyledik Hakk’a hiçbir layÄąk mekân yok iken Hanemize aldÄąk mihman eyledik

Veliyettin Ulusoy Alevi yaĹ&#x;antÄąsÄąnda hoĹ&#x;gĂśrĂź ahlak kurallarÄąnda etkin bir disiplin ve caydÄąrÄącÄą yaptÄąrÄąmlar ile birlikte uygulanÄąr

Kendisinin henĂźz ismi yok idi Ä°smi sĂśyle dursun cismi yok idi Hiçbir kÄąyafeti resmi yok idi Ĺžekil verip tÄąpkÄą insan eyledik Allah ile iĹ&#x;te burda birleĹ&#x;tik Nokta-Äą âmâya girdik yerleĹ&#x;tik SÄąrr-Äą kĂźnt-Ăź kenzi orda sĂśyleĹ&#x;tik Ä°sm-i Ĺ&#x;erifini Rahman eyledik

KadÄąn-erkek ayÄąrmaksÄązÄąn herkesin iffet ve namusuna saygÄąlÄą, Ĺ&#x;ehvani hislerden uzak, gerektiÄ&#x;inde gßçlĂź yaptÄąrÄąmlara dayalÄą bir terbiye ve eÄ&#x;itim sistemi oluĹ&#x;turulmuĹ&#x;tur

AĹ&#x;ikâr olunca zat Ăź sÄąfatÄą KĂťn dedik var ettik bu semavatÄą Birlikte yarattÄąk hep kâinatÄą Nam Ăź niĹ&#x;anÄąnÄą cihan eyledik Yerleri gĂśkleri yaptÄąk yedi kat AltÄą gĂźnde tamam oldu kâinat YarattÄąk içinde bunca mahlĂťkat ErzakÄąnÄą verdik ihsan eyledik

Muhterem (‌) Dede, SorularÄąna cevap vermeden Ăśnce, AlevilikBektaĹ&#x;ilik yolunun gßçlĂź ahlak sistemi içerisinde aile konusuna biraz deÄ&#x;inmek istiyorum.

AsÄąlsÄąz fasÄąlsÄąz yaptÄąk cenneti Huri gÄąlmanlara verdik ziyneti TĂźrlĂź vaadlerle her bir milleti Sevindirip Ĺ&#x;ad Ăź handan eyledik

Alevi-BektaĹ&#x;i AhlakÄą Alevi BektaĹ&#x;i toplumunda çok gßçlĂź bir ahlak sistemi geliĹ&#x;tirilmiĹ&#x;tir. Ä°badet Ĺ&#x;ekillerinde ve yaĹ&#x;antÄąnÄąn diÄ&#x;er bĂślĂźmlerinde oldukça toleranslÄą davranÄąldÄąÄ&#x;Äą halde ahlak kurallarÄąnda etkin bir disiplin ve ona baÄ&#x;lÄą olarak caydÄąrÄącÄą yaptÄąrÄąmlar uygulanÄąr. Ahlak dÄąĹ&#x;Äą bir hareket, o kiĹ&#x;inin toplum dÄąĹ&#x;Äąna atÄąlmasÄąna neden olur. Her Alevi- BektaĹ&#x;i, eline diline ve beline sahip olacaktÄąr:

Bir cehennem kazdÄąk gayetle derin Laf ateĹ&#x;i ile eyledik tezyin KÄąldan gayet ince kÄąlĹçtan keskin ĂœstĂźne bir kĂśprĂź mizan eyledik Gerçi KĂźn emriyle var oldu cihan ArĹ&#x;-Äą kĂźrsĂź gezdik durduk bir zaman BoĹ&#x; kalmasÄąn diye bu kevn-Ăź mekân Ă‚dem’in halkÄąnÄą ferman eyledik

„ Adam ĂśldĂźrmemek, yaralamamak, dĂśvmemek, hÄąrsÄązlÄąk yapmamak, gĂźveni kĂśtĂźye kullanmamak, mal gasp etmemek, baĹ&#x;kalarÄąnÄąn hakkÄąna tecavĂźzĂź kapsayan her tĂźrlĂź iĹ&#x;ten sakÄąnmak, elini hangi koĹ&#x;ullar içinde olursa olsun kĂśtĂźlĂźÄ&#x;e uzatmamak;

Ä°rfan olan bilir sÄąrrÄą mĂźphemi Ä°zhar etmek için ism-i azamÄą Çamurdan yoÄ&#x;urduk yaptÄąk Ă‚dem’i Ruhumuzdan bir ruh revan eyledik Ă‚dem ile Havva birlik idiler Ne gĂźzel bir mekân bulduk dediler Cennet’in içinde buÄ&#x;day yediler SĂźrdĂźk bir tarafa pĂťyân eyledik

„ Yalan sĂśylememek, yalan Ĺ&#x;ahadette bulunmamak, sĂśvmemek, baĹ&#x;kalarÄąnÄą gÄąyabÄąnda çekiĹ&#x;tirmemek, ayÄąp ve çirkin sĂśz konuĹ&#x;mamak; „ Belden gelecek kĂśtĂźlĂźklerden uzak durmak, Äąrz ve namusa saldÄąrmamak, zina ve livata yapmamak, sarkÄąntÄąlÄąkta bulunmamak, tĂźm kadÄąnlara bacÄą veya ana gĂśzĂźyle bakmak; Alevi-BektaĹ&#x;ilikte ßç temel kuralÄą oluĹ&#x;turmaktadÄąr. KiĹ&#x;i hareketini Ăśnceden ĂśzbenliÄ&#x;inde Ăślçecek, kendine zor ve kĂśtĂź geleni baĹ&#x;kasÄąna yapmayacaktÄąr.

Ă‚dem ile Havva’dan geldi çok insan Nebiler Veliler oldu mĂźmâyan YĂźzbin kerre doldu boĹ&#x;aldÄą cihan Nuh Neciyullah’a tufan eyledik Salih’e bir deve eyledik ihsan KayanÄąn içinden çĹktÄą nâgehân Pek çoklarÄą buna etmedi iman AnlarÄą hak ile yeksan eyledik

Sen sana ne sanursan ayruÄ&#x;a da anÄą san DĂśrt kitabÄąn manasÄą budur eÄ&#x;er varÄąsa Yunus Emre

Bir zaman Eshab-i Kefh’i uyuttuk Hazreti Musa’yÄą Tur’da okuttuk Ĺžit’i çulha yaptÄąk bezler dokuttuk Ä°dris’e biçtirip kaftan eyledik SĂźleyman’Ĺ dehre sultan eyledik Eyyub’a acÄądÄąk derman eyledik Yakub’u aÄ&#x;lattÄąk nalân eyledik Musa’yÄą Ĺžuayb’a çoban eyledik Yusuf’u kuyuya attÄąrmÄąĹ&#x; idik MÄąsÄąr’da kul diye sattÄąrmÄąĹ&#x; idik Zeliha’yÄą ana çattÄąrmÄąĹ&#x; idik Zellesinden bend-i zindan eyledik Davut Peygamber’e çaldÄąrdÄąk udu Kazadan kurtardÄąk LĂťt ile HĂťd’u Bak ne hale koyduk nar-Äą Nemrud’u Ä°brahim’e baÄ&#x;-u bostan eyledik

16

Bu ahlak kurallarÄą, kiĹ&#x;inin Ăśzel yaĹ&#x;antÄąsÄą içinde de ĂśzeleĹ&#x;tiri ile denetlenen bir tĂźr gelenek oluĹ&#x;turmuĹ&#x;tur. Bu geleneÄ&#x;in etkisi yaygÄąn ve temellidir. Yoluna baÄ&#x;lÄą bir Alevi-BektaĹ&#x;inin eliyle koymadÄąÄ&#x;Äą bir Ĺ&#x;eyi, sonradan yerine koymak, Ăśdemek suretiyle de olsa almasÄą mĂźmkĂźn deÄ&#x;ildir. Ali’yi seven kiĹ&#x;i gĂśzĂźyle gĂśrmediÄ&#x;ini ve ĂźstĂźne lazÄąm olmayanÄą sĂśylemez. EĹ&#x;lerden herhangi birisi, Ăśzellikle koca, haksÄąz bir nedenle veya keyfi olarak eĹ&#x;ini boĹ&#x;ayamaz. KadÄąn erkek eĹ&#x;itliÄ&#x;i her yerde ve her yĂśnde gerçekleĹ&#x;tirilmiĹ&#x;tir. KadÄąn, erkekten kaçmaya gerek gĂśrmez. Ahlak kurallarÄąna saygÄąsÄą ve iffetine gĂźveni vardÄąr. Ailede kadÄąnÄąn Ăśzel bir aÄ&#x;ÄąrlÄąÄ&#x;Äą vardÄąr. SĂśzĂź dinlenir bir saygÄąnlÄąÄ&#x;Äą vardÄąr. Cem

ayinine ve kurban toplantÄąlarÄąna erkekle beraber kadÄąn da katÄąlÄąr. Alevi-BektaĹ&#x;i toplumunda ta baĹ&#x;langĹçtan bu tarafa kadÄąnÄąn erkekten kaçmasÄą, harem-selamlÄąk olmamÄąĹ&#x;tÄąr.

Alevilikte KadÄąnÄąn Yeri Alevi-BektaĹ&#x;i toplumunda kadÄąna verilen hak ve yetkiler, ona gĂśsterilen saygÄą –Üzellikle geçmiĹ&#x; yÄąllarda– taassubun hazmedemediÄ&#x;i bir davranÄąĹ&#x; olduÄ&#x;u, bu konuda çeĹ&#x;itli yalanlar ve iftiralar uydurulmuĹ&#x;tur. Ruhu olgunlaĹ&#x;mamÄąĹ&#x; kiĹ&#x;iler, kendi Ăśzbenliklerini kĂśtĂźlĂźklerden arÄątamadÄąklarÄą için, Alevi-BektaĹ&#x;i ayinlerine kadÄąnlarÄąn katÄąlmasÄąnÄą, “mum sĂśndĂźâ€? ayinleri Ĺ&#x;eklinde insafsÄąz ve bilgisiz iftiralara konu yapmÄąĹ&#x;lardÄąr. Ham ruhlu yobaz kiĹ&#x;iler, AleviBektaĹ&#x;i inancÄąndaki yĂźceliÄ&#x;i ve temizliÄ&#x;i bir tĂźrlĂź anlayamamÄąĹ&#x;tÄąr. Bir Alevi-BektaĹ&#x;inin, dem de içse, baĹ&#x;ka kadÄąnlara bir bacÄą, bir ana gĂśzĂź ile bakacaÄ&#x;ÄąnÄą, bu tĂźr iftiracÄąlar, kendi kĂśtĂź niyetleri ile baÄ&#x;daĹ&#x;tÄąramamÄąĹ&#x;lardÄąr. Kendi kirli dĂźĹ&#x;Ăźncelerinden geçtiÄ&#x;i gibi erkeklerin hayvani hislere kapÄąlÄąp kadÄąnlara saldÄąracaklarÄąnÄą sanmÄąĹ&#x;lardÄąr. Oysa HĂźnkâr HacÄą BektaĹ&#x; Veli, kadÄąnÄą ile erkeÄ&#x;i ile tĂźm Alevi-BektaĹ&#x;i toplumunda yĂźce bir ahlak anlayÄąĹ&#x;ÄąnÄą geliĹ&#x;tirmiĹ&#x;tir. KadÄąn-erkek ayÄąrmaksÄązÄąn cemiyet içinde herkesin iffet ve namusuna saygÄąlÄą, Ĺ&#x;ehvani hislerden uzak, gerektiÄ&#x;i takdirde gßçlĂź toplumsal yaptÄąrÄąmlara dayalÄą bir terbiye ve eÄ&#x;itim sistemi oluĹ&#x;turulmuĹ&#x;tur. Toplumun çekirdeÄ&#x;i olan aile mĂźessesesi ve aile içinde dayanÄąĹ&#x;ma, evlilik mĂźessesesinin saÄ&#x;lamlÄąÄ&#x;Äą ve devamlÄąlÄąÄ&#x;Äą Ĺ&#x;uurlu bir dini inancÄąn sosyal yaĹ&#x;antÄądaki yansÄąmasÄą olarak kabul edilmektedir. Ă–zden gelen temizlik ve kiĹ&#x;inin Ăśzel yaĹ&#x;antÄąsÄąnda, dini inançla gßçlendirilmiĹ&#x; otokritik, dÄąĹ&#x;arÄądan yaptÄąrÄąm uygulanmasÄąna çok seyrek gereksinme duyurmuĹ&#x;tur. KiĹ&#x;inin kendi kendini denetlemesi, Ăśzellikle yapacaÄ&#x;Äą iĹ&#x;lerin iyi veya kĂśtĂź olduÄ&#x;unu ĂśzbenliÄ&#x;inde Ăślçerek bir yargÄąya varmasÄą, onlarÄąn bĂźyĂźk Ăślçßde kĂśtĂźlĂźklerden korumuĹ&#x;tur.

DĂźĹ&#x;kĂźnlĂźk Bununla beraber, Alevi-BektaĹ&#x;ilerde “DĂźĹ&#x;kĂźnlĂźkâ€? mĂźessesesi denilen, toplumsal bir yaptÄąrÄąm yakÄąn zamanlara kadar Ăśzenle uygulanmÄąĹ&#x;tÄąr. Alevi-BektaĹ&#x;i toplumunda Talip, Dede, MĂźrĹ&#x;it kim olursa olsun kĂśtĂźlĂźklerden kendi istek ve iradesiyle sakÄąnacaktÄąr. Bu asÄąldÄąr. Ancak o kiĹ&#x;i kendisini bu kĂśtĂź iĹ&#x;lemlerden kurtaramamÄąĹ&#x;sa onu Alevi-BektaĹ&#x;i yolu dĂźĹ&#x;kĂźn saymÄąĹ&#x;tÄąr. DĂźĹ&#x;kĂźnlĂźk, bir cezadan çok caydÄąrÄącÄą ve ibret verici sosyal ve toplumsal bir tedbir niteliÄ&#x;indedir. Toplumun ahlak anlayÄąĹ&#x;Äąnda çĹkan hastalÄąÄ&#x;Äąn tedavisi, vĂźcuda yayÄąlmamasÄą için yapÄąlan bir tĂźr ameliyattÄąr. HaksÄąz olarak eĹ&#x;ini boĹ&#x;amÄąĹ&#x; veya bir adam ĂśldĂźrmĂźĹ&#x; veya benzeri bir cemiyet veya ahlak kuralÄąnÄą ihlal etmiĹ&#x; kiĹ&#x;i, yasal cezanÄąn dÄąĹ&#x;Äąnda Alevi-BektaĹ&#x;i toplumunun dÄąĹ&#x;Äąna atÄąlarak, bir mikrop gibi toplumdan soyutlanmaktadÄąr. DĂźĹ&#x;kĂźn olan kiĹ&#x;i ile kimse selamlaĹ&#x;mamakta, evine gidip gelmemektedir. Kimse ondan bir Ĺ&#x;ey isteyemediÄ&#x;i gibi onun isteÄ&#x;i de verilmemektedir. Ailesi dĂźĹ&#x;kĂźn olan kiĹ&#x;iyi evinden dÄąĹ&#x;arÄą atmadÄąkça, dĂźĹ&#x;kĂźn kiĹ&#x;i ile

SayÄą 44


SERÇEÞME

EDÄ°P HARABĂŽ

(Vahdetname - DevamÄą) Ä°smail’e bedel Cennet’ten kurban GĂśnderdik Ĺ&#x;ad oldu Halil-Ăźr Rahman BalÄąÄ&#x;Äąn karnÄąnÄą bir hayli zaman Yunus Peygamber’e mekân eyledik

FotoÄ&#x;raf: KÄąlavuz BakÄąr, 2007

Bir mescide soktuk Meryem Ana’yÄą Pedersiz doÄ&#x;urttuk orda Ä°sa’yÄą Bir aÄ&#x;aç içinde Zekeriyya’yÄą Biçtirip kanÄąna rizân eyledik Beyt-i Mukaddes’te KudĂźs Ĺ&#x;ehrinde Nehri Ĺžeria’da ĂœrdĂźn nehrinde TathĂŽr etmek için gĂźnĂźn birinde Yahya’ya Ä°sa’yÄą Ăźryan eyledik BĂśyle cilvelerle vakit geçirdik Bu enbiya ile çok iĹ&#x; bitirdik BaĹ&#x;ka bir Nebiyyi ZiĹ&#x;an getirdik AnÄąn her nutkunu Kur’an eyledik aynÄą kazandan yemek yiyenler de dĂźĹ&#x;kĂźn gĂśzĂź ile gĂśrĂźlmektedir. DĂźĹ&#x;kĂźnĂźn musahibi de musahiplikten ayrÄąlmadÄąÄ&#x;Äą sĂźrece, (bu, yalnÄąz çok aÄ&#x;Äąr suçlarda geçerlidir: Suç o kadar aÄ&#x;ÄąrdÄąr ki, suçu iĹ&#x;leyen ĂśldĂź sayÄąlÄąr ve tabii ki ebediyen yola alÄąnmaz.) musahibi olduÄ&#x;u dĂźĹ&#x;kĂźnle birlikte, aynÄą muameleye tabi, aynÄą davranÄąĹ&#x;lara muhatap olmaktadÄąr. DĂźĹ&#x;kĂźn suçunun aÄ&#x;ÄąrlÄąk derecesine gĂśre deÄ&#x;iĹ&#x;ik sĂźre bu durumda kalmakta, çevresi ve ayin-i Cem erenleri onun doÄ&#x;ru yola yĂśneldiÄ&#x;ine inandÄąklarÄą takdirde, suçtan maÄ&#x;dur olanlarÄąn zararÄąnÄą Ăśdemek ve mĂźmkĂźn olduÄ&#x;u kadar onlarÄąn rÄązasÄąnÄą almak koĹ&#x;ulu ile ve “sitemâ€? denilen bir para tazminatÄą Ăśdeyerek dĂźĹ&#x;kĂźnlĂźkten kaldÄąrÄąlmakta ve topluma katÄąlabilmektedir. DĂźĹ&#x;kĂźn iĹ&#x;lerinde, dĂźĹ&#x;kĂźn yapma veya dĂźĹ&#x;kĂźn kaldÄąrmada Dede aracÄąlÄąÄ&#x;Äą ile MĂźrĹ&#x;it icazeti lazÄąm ise de iĹ&#x;in kesin sonuçlanmasÄąnda bir tĂźr “JĂźriâ€? durumunda olan kĂśy veya çevre halkÄąnÄąn rÄąza ve muvafakati Ĺ&#x;arttÄąr. Bu rÄąza alÄąnmadÄąkça dĂźĹ&#x;kĂźnlĂźk iĹ&#x;lemi geçersizdir, yolun kuralÄąna uygun deÄ&#x;ildir. Buraya kadar dikkat edilirse “Kul hakkÄąâ€? hep Ăśne çĹkÄąyor. Kul hakkÄąnÄąn her adÄąmda ihlalinin Ăśnlenmesi için azami gayret gĂśsteriliyor.

Sorular Sorulara gelince: KurbanÄąn cemevi içerisine getirilmesi hepinizin bildiÄ&#x;i gibi bizim geleneklerimizdendir. Ancak Ĺ&#x;ehirde yapÄąlan yeni cemevleri buna mĂźsait olmayabilir. Bu durum karĹ&#x;ÄąsÄąnda gelenekleri bir kenara koymak, toplumun bir kÄąsmÄą tarafÄąndan kabul gĂśrmeyeceÄ&#x;i kesindir. Fakat toplum olarak bizler yeniliklere de çabuk ayak uydurabilen bir ĂśzelliÄ&#x;i sahibiz. Ĺžunu yapabiliriz: Dede, kurban sahibi, âĹ&#x;Äąk ve toplumdan 8–10 kiĹ&#x;i bunu dÄąĹ&#x;arÄąda veya uygun bir yerde yapabilirler. Bu da Ä°stanbul gibi bir yerde mĂźmkĂźn olmazsa, dede dÄąĹ&#x;arÄąda kurbanÄą tÄąÄ&#x;lar ve kurban cemevinde imiĹ&#x; gibi ibadete devam edilir. Bunun baĹ&#x;ka da çaresi yok; mecburen zamana ayak uyduracaÄ&#x;Äąz. Hz. Ali, â€œĂ‡ocuklarÄąnÄązÄą zamana gĂśre yetiĹ&#x;tirin.â€? diyor. Yani zamana uyacaÄ&#x;Äąz. Zaten bu bir Ĺ&#x;ekil ve esasa etkisi yok.

EĹ&#x;lerin BoĹ&#x;anmasÄą Bizim yolumuzda boĹ&#x;anma tek bir halde mĂźmkĂźndĂźr. O da eĹ&#x;lerden herhangi birisi ihanet ederse, karĹ&#x;Äą tarafÄąn, isterse boĹ&#x;anma hakkÄą

AÄ&#x;ustos 2008

vardÄąr ve ihanet eden ĂślmĂźĹ&#x; sayÄąlÄąr. Musahibi tekrar musahip kavline girebilir. Bunun dÄąĹ&#x;Äąnda boĹ&#x;anma yoktur. Evlilik bir ikrardÄąr. Kimse ikrardan dĂśnme hakkÄąna sahip deÄ&#x;ildir.

NiĹ&#x;anÄąn BozulmasÄą NiĹ&#x;an hazÄąrlÄąk dĂśnemidir. Gençlerin evliliÄ&#x;e hazÄąrlÄąÄ&#x;ÄądÄąr, birbirlerini tanÄąyacaklar ve evlilik ikrarÄą vereceklerdir. Bu hazÄąrlÄąk dĂśneminde henĂźz ikrar verilmemiĹ&#x;tir. Çiftler bu dĂśnemde anlaĹ&#x;amamÄąĹ&#x;larsa ayrÄąlabilirler. Ancak bu da cezasÄąz kalmaz: Ufak bir sitem ve kÄąsa bir sĂźre dĂźĹ&#x;kĂźnlĂźk yaĹ&#x;anÄąr. Bu sĂźreyi ve sitemi mevcut Ĺ&#x;artlara gĂśre toplum kararlaĹ&#x;tÄąrÄąr, tabii ki dedenin ĂśncĂźlĂźÄ&#x;Ăźnde‌ Taraflardan birisinin kaçmasÄą veya kaçĹrÄąlmasÄą Ĺ&#x;artlara gĂśre deÄ&#x;iĹ&#x;iklik gĂśstermesine raÄ&#x;men yukarda da bahsettiÄ&#x;im gibi kul hakkÄą manen ve madden muhakkak dikkate alÄąnmalÄądÄąr. Sonuçta taraflardan birisi maÄ&#x;dur oluyor, bu da cezasÄąz kalmaz.

BacÄąlara Lokma Verilip VerilmeyeceÄ&#x;i Ben 66 yaĹ&#x;ÄąndayÄąm ilk defa bĂśyle bir sorunla karĹ&#x;ÄąlaĹ&#x;Äąyorum. Bizim yolumuzda cinsiyet, Äąrk ve benzeri sorunlar kesinlikle dikkate alÄąnmaz. Cemevine gitme hakkÄąna sahip herkes cemevine girdiÄ&#x;i anda aralarÄąnda bir fark kalmaz, yani dĂśĹ&#x;ekte oturanla, eĹ&#x;ikte oturan aynÄą hakka sahiptir. Sizin cemlerde bulunsam, ceme gelen herhangi birisinin benimle bir sorunu varsa, beni dar’a kaldÄąrÄąp hesap sorabilir. Burada benden hesap soracak kiĹ&#x;inin kadÄąn veya erkek olmasÄą hiçbir Ăśnem arz etmez. Zaten oraya gelenlerin kadÄąnÄą erkeÄ&#x;i olmaz, en azÄąndan o gĂśzle bakÄąlmaz. Hz. Peygamber miraç sonunda KÄąrklarÄąn Cemi’ne girerken neler olduÄ&#x;unu herkes bilir. Koskoca ahir zaman peygamberi, peygamberliÄ&#x;ini dÄąĹ&#x;arÄąda bÄąrakmayÄąnca içeriye giremedi. Ve orada 23 erkek, 17 kadÄąn vardÄą ve aralarÄąnda hiçbir fark yoktu. Bir ĂźzĂźm tanesini ezerek kÄąrka bĂśldĂźler ve herkes lokmasÄąnÄą eĹ&#x;it Ĺ&#x;ekilde aldÄą. EÄ&#x;er kadÄąnlara lokma verilmiyorsa neden 23’e deÄ&#x;il de 40’a bĂśldĂźler? KÄąrklar Cemi’ndeki olaylar bizler için çok Ăśnemli dersler içerir, bunlar Ăźzerinde iyi dĂźĹ&#x;ĂźnĂźp o Ĺ&#x;ekilde karar vermeliyiz. Ä°stediÄ&#x;in cevaplarÄą almÄąĹ&#x; olmanÄąz umuduyla, cĂźmlenize en derin sevgi ve selamlarÄąmÄą sunarÄąm. Veliyettin Ulusoy

Kuffar-Äą KureyĹ&#x;i ettik bahane Muhammet Mustafa geldi cihane HalkÄą davet etmek için imane MĂźrtaza’yÄą ana ihvân eyledik Ana kÄąyas olmaz asla bir nebi Nebiler Ĺ&#x;ahÄądÄąr Hakk’Ĺn habibi DĂźnyanÄąn ukbânÄąn O’dur sahibi Biz anÄą Nebiyyyi ZiĹ&#x;an eyledik Hak Muhammed Ali ile birleĹ&#x;tik Hep beraber Kâbe Kavseyn’e gittik O makamda pek çok muhabbet ettik Leylet-Ăźl esrâyÄą seyran eyledik Bu sĂśzleri sanma her insan anlar KuĹ&#x; dilidir bunu SĂźleyman anlar Bu sÄąrr-Äą mĂźphemi ârifân anlar ÇßnkĂź cahillerden pinhan eyledik Hakk ile hak idik biz ezelden Ta ruz-Äą elestte kal-u belide Mekân-Äą HĂźda’da bezm-i celide Cemalini gĂśrdĂźk iman eyledik Vahdet âlemini bilmeyen insan Ä°nsan suretinde kaldÄą bir hayvan Bizden ayrÄą deÄ&#x;il Hazreti SĂźphan Bunu Kur’an ile ayân eyledik SĂśzlerimiz bizim pek muhakkaktÄąr DoÄ&#x;an, Ăślen, yapan, bozan hep Hak’tÄąr Her nereye baksan Hakk-Äą mutlaktÄąr Ahval-i vahdeti beyan eyledik Vahdet sarayÄąna girenler için Hakk’Ĺ Hak-el yakĂŽn gĂśrenler için Bu sÄąrrÄą HarabĂŽ bilenler için Birlik meydanÄąnda cevlân eyledik

Ey Zahid Ey zahid sen bizi sanma gĂźnahkar GĂźnahÄąmÄąz yoktur sevabÄąmÄąz var GĂśrdĂźÄ&#x;ĂźmĂźz demi hoĹ&#x; gĂśrĂźr Settar Bu sÄąrra Kuran’la cevabÄąmÄąz var Hak’tan bize her dem hidayet olur Muhammed Ali’den inayet olur Saz çalsak Allah’a ibadet olur Davud Peygamber’den rebabÄąmÄąz var Bu ana deÄ&#x;in ta kal-Ăź bela’dan Haberimiz vardÄąr her maceradan HarabÎ’ye ihsan olmuĹ&#x; Huda’dan Okuyoruz iĹ&#x;te kitabÄąmÄąz var

17


SERÇEÞME

SERÇEŞME DERGİSİ’NİN 41. SAYISINDA DAĞITILAN “ALEVİLİKTE CENAZE ERKÂNI” ADLI KİTAPÇIĞA DAİR

Alevilikte Cenaze Erkânı Murat Kantekin, 21 Temmuz 2008

S

N. KORKMAZ, AABF İnanç Kurulu’nun bu yöndeki talebini Serçeşme Dergisi’nin 41. sayısında bir kitapçık eki olarak kamuoyunun bilgisine sundu. Kitapçığı incelediğimde, gerek Hubyar Ocağı’na mensup bir seyyit/dede olarak, gerekse de uzun yıllardır cenaze hizmetlerini yürüten birisi olarak kitapçıkla ilgili görüşlerimi kamuoyu ile paylaşmanın uygun olacağını öngördüm. Zira İnanç Kurulu Başkanı Sn. Cafer Kaplan Dede’nin istemi ile Sn. Esat Korkmaz tarafından hazırlanan kitapçıkta Alevi inancı açısından bazı doğru uygulamalar olmakla birlikte ciddi hatalar da vardır. Bu türden bir çalışmanın uzun yıllar sonrasında dahi örnek alınacağını hepimizin malûmudur. O hâlde bizler, Alevi inancına mensup canlar olarak, üstelik yol önderi “dede” sıfatındaki kişiler olarak, tarihe düşülecek notların “yanlış” olmasını engellemeliyiz. Tarihe düşülen notlar, doğru olmalı, yolu yansıtmalıdır...

Hakk’a Yürüme Aleviliği anlatırken genel olarak felsefi bir dil kullanan Sn. Korkmaz, bu çalışmasında da aynı yöntemi kullanmış. Doğumdan ölüme kadar geçen süreci özetlerken de felsefi bir üslupla Tanrı’nın eril ve dişil ‘canan’ olduğunu, daha sonra kendi içinden eril, dişil diye ayrıldığını belirterek eril ve dişilin çiftleşmesi ile toprak’ın yani bedenin ortaya çıktığını tanımlamış. Hakk’a yürüme sırasında ise bedenin toprağa, canın ise Canan’a/Tanrıya koştuğunu belirtmiş. Hakk’a yürümenin ardında gerçekten yaratıcıya doğru bir yöneliş olduğu içinde cenaze törenlerinin bir ‘uğurlama’ sayılacağını söylemiş. Bu yanı ile Aleviliğin temel ilkesine pek de ters sayılamaz. Sonuçta yaratıcı olan Tanrı’nı kendi nurundan nur üflediği can, gözlerini kapadığında tekrar ona yönelir. Bu da özünde “Allah/Tanrı sevgisi” barındıran Aleviler için canana, sevgiliye doğru bir gidiştir ve “uğurlama” sayılabilir.

Gözlerin Sırlanması/Bağlanması Bu başlık altında bir canın Hakk’a yürüdüğünde gözlerinin bağlanması anlatılmış ve Pir ya da mürşidin onlar yoksa da orada bulunan başka bir kişinin sağ elinin göğsünün üstüne koyarak sol eli ile ölünün gözlerini kapatacağı belirtilmiş. Biyolojik olarak kişinin beden gözü olduğu ve bu esnada bu gözünün kapatılacağını tanımlandıktan sonra, dip not olarak da kişinin aynı zamanda bir de can gözü - gönül gözü olduğu ve o gözün kapanmadığı, o esnada bile açık olup yaşanılanları izlediği vurgulanmış. Yani, ruhun bedenden ayrı olduğu ve bu yönü ile de Hakk’a yürüyen, Canan’a/Tanrı’ya giden ruhun o esnada bedenini ve bedeninin yanında bulunan kişileri görebildiği söylenmiş.

Çenenin Birlenmesi/Ağzın Sırlanması Çenenin beyaz bir bez ile bağlandığı yazılmış – ki bu doğrudur. Yalnız burada yine felsefi bir yaklaşım sergilenerek Batıni tasavvufa göre ağzın bir doğum organı olduğu, Hakk’a yürü-

18

Bedenin Birlenmesi Serçeşme Dergisi’nin 41. sayısında ek olarak dağıtılan ve Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu (AABF) İnanç Kurulu Başkanı Sn. Cafer Kaplan Dede’nin isteği üzerine Sn. Esat Korkmaz tarafından hazırlandığı belirtilen, “Alevilikte Cenaze Erkânı” adlı kitapçığa dair değerlendirmem aşağıdadır.

me durumunda bu organın işlevsiz hale geldiği için çenenin birlenmesi yoluyla sırlandığı iddia edilmiş. Tasavvufi olarak da bu durum şu şekilde açıklanmış; “Yol doğumunda baba, pir-mürşit-rehber, yani öğretmendir. Anne ise taliptir-derviştir, yani öğrencidir. Gebe kalan organ, gönüldür. Gönülde büyüyen çocuğun adı sözdür ya da harftir. Söz ya da harf ağızdan doğar. Demek ki ağız bir doğum organıdır…” Çenenin bağlanmasının ardından ise bu görevi yapan kişinin, “Bismişah Allah Allah! Doğan doğuran, esirgeyen bağışlayan ya Hak; senden geldik sana gideriz. Bu canın canı, bedenini terk etti: Didar’ı Hakk’ı görmek için yol hazırlığındadır. Yol hazırlığına sen yardım et ya Şah-ı Merdan; darında rehber ol ya Mansur, ya Fazlı, ya Nesimi, ya Hüseyin; yoldaş ol - haldaş ol ya Hızır. Allah Eyvallah! Gerçeğe Hü!” şeklinde bir gülbank okuduğu belirtilmiş. Burada çok ciddi bir maddi hata var; yaratıcı olan Allah/Tanrı doğmamıştır, doğurmamıştır! Allah’ın doğduğunu, doğurduğunu savunmak Alevi inancı ile bağdaşmaz. Bu, evrenin bazı doğa olaylarından ötürü oluştuğunu, bu esnada da doğurgan bir varlığın ortaya çıktığını savunan ama Alevilikle ilgisi olmayan bir görüştür. Dahası bu görüş kutsal dinler açısından da geçerli değildir. İhlas Suresi’nin “Lem yelid ve lem yûled” şeklinde ki üçücü ayetinin Türkçe açılımı, “… O (Tanrı/Allah) doğurmamış ve doğmamıştır…” şeklindedir. Dolayısıyla Allah’a kul, Muhammet’e ümmet, Ali’ye talip olan, Kuran’ı Kerim’i, kutsal kitabı olarak kabul eden Aleviler açısından yukarıdaki gülbank kabul görmez. Elbette, çenenin bağlanması sırasında gülbank (Türkçe dua) okunur, ama bunun içeriği inancın temellerine ters olmaz. Öyle bir durumda zaten savunduğunuz şeyin aksini yapıyor olursunuz. Sn. Korkmaz’ın yazdığı Gülbank’ın devamında gelen “…esirgeyen, bağışlayan ya Hak…” kısmı ise sağlıklıdır. Tanrı’nın esirgeyen ve bağışlayan olduğunu İslam dini ve dolayısıyla da Aleviler savunur.

Burada Hakk’a yürüyen canın elbiselerinin çıkarılması ve “Hak Döşeği”de denilen rahat döşeğine yatırılması anlatılıyor. Genel Alevi uygulamaları anlatılmış. Yalnız beden rahat döşeğine yatırıldıktan sonra başucuna konulan bir sehpaya üç mum konduğu ve bunların “Hak Muhammet Ali” denilerek uyandırıldığı/yakıldığı söylenmiş. Burada temel amacın ise Tanrı’yı, son yolculuğuna çıkacak olan canın huzuruna çağırmak olduğu belirtilmiş. Ben böyle bir şeyi ilk defa duydum. Ne mensubu olduğum Hubyar Ocağı’nda ne de başka bir yerde Hak döşeğinin başucunda üç mumun yakıldığına dair bir bilgiye rastlamadım. Genel olarak Alevilerde böyle bir uygulama yok. Kimi yörelerde var ise de onun Aleviliğin bir parçası olduğu savlanamaz! İnançsal açıdan da yapılıp yapılmaması arasında bir fark yoktur. Yapılması zorunlu olmadığı gibi yapılmaması gerektiği de belirtilemez.

Yıkama Erkânı Yıkamanın tanımı ve yapılan hazırlıklar (su, sabun, sünger, maske vs.) genel Alevi uygulamaları. Dahası İslam’ın tüm yorumlarında yapılan türden bir uygulama. Yalnız, Hak döşeğinden alınan bedenin, teneşire konmadan önce tekrar yere indirildiği ve “Bismişah! Ya Hızır” denilerek tekrar alınarak teneşire konduğu belirtilmiş. Böyle bir uygulamaya rastlamadım. Rahat döşeğinden alınan kişi –ki alınma esnasında da yine Türkçe dualar edilir– direkt olarak teneşire konur. Arada yere indirme gibi bir durum Alevi inancının cenaze uygulamasında bir zorunluluk değildir. Yapılıp yapılmamasında da bir sakınca olduğunu sanmıyorum. Cenazenin yıkama usullerine dair ise yazılanlar doğrudur. Su dökmek, suların dökülüş şekli gibi uygulamalar bilindik Alevi cenaze yıkama şeklidir. Yine Alevilikte dâhil İslam’ın tüm yorumlarında cenaze yıkanırken çeşitli dualar okunur. Burada asıl amaç, beden kirlerinden temizlenerek ait olduğu toprağa gönderilecek olan kişinin, ruh kirlerinden de arındırılması için Allah’a yalvarmaktır. Fakat Sn. Esat Korkmaz’ın yazdığı gülbankta yine çok büyük bir maddi hata var. “…Tanrı’nın çocukları olan hava, su, toprak ve ateşten varlığa geldin; önce can idin sonra beden oldun…” şeklinde başlayıp devam eden gülbank Alevi inancı ile de İslam inancı ile de bağdaşmaz. Ana temel olarak, “…Allah ilk insan olan Hz. Âdem’i çamurdan yoğurdu, ardından kendi durundan nur katarak can üfledi…” şeklinde yaratılış inancına sahip olan Alevilikte ne herhangi biri Tanrı’nın/Allah’ın çocuğudur ne de hava, su, toprak, ateş gibi herhangi bir madde. Kaldı ki, böyle bir ilişkinin olduğu savlansa bile yaratılış inancına göre ilk insan olan Hz. Âdem’in yaratılışında ateş ve hava unsuru söz konusu değildir. Toprak ve su vardır. Bunların karışımı olan çamurdan ilk insan yaratılmıştır. Sn. Korkmaz’ın ileri sürdüğü bu gülbankın başlama şekli Alevi inancı ile hiçbir koşulda bağdaşmaz.

Sayı 44


SERÇEÞME Yinelemek gerekirse, ne yüce Tanrı’nın çocukları vardır ne de ilk insanın yaratılışında ateş ve hava birleşimi söz konusudur. Bu görüş kesinlikle Alevi inancının hiçbir noktası, süreği ile bağdaşmaz. Alevilik dışında herhangi bir inancın savunucuları tarafından ileri sürülebilir. Ama buna da “Alevilik” denilemeyeceği gibi savunulması da “Alevilik adına “ diye temellendirilemez.

Kefenleme Erkânı Burada Hakk’a yürüyen canın yıkanmasının ardından kefenlenmesi anlatılıyor. Genel olarak doğrudur. Alevi inancında ki kefenleme şeklidir. Alevi inancına göre kefenlenen cenaze musalla/sunak taşına konduktan sonra cenaze törenini yaptıran kişi (dede, hoca) cemaate dönük başta Allah sevgisi olmak üzere, Hz. Muhammet, Hz. Ali, Ehlibeyt ve 12 İmam’ı anlatan bazı konuşmalar yapar, gülbanklar okur, düvazı imamlar okur. Bu konuşmaların, gülbankın ve düvazı imamın içeriği Allah sevgisi, ölüm, dünya hayatı gibi konular olmakla birlikte kesinkes bir metin yoktur. Sn. Korkmaz tarafından hazırlanan kitapçığın bu kısmında da yine bir gülbank ve düvazı imam yazılmış.

Helallik Meydanı Burada cenazenin musalla/sunak taşına konduğunda cemaatten helallik alınması işleniyor. Sn. Korkmaz, cenaze törenini bu kısmında da düvazı imam söylenmesi gerektiğini ileri sürmüş. Oysa “Kefenleme Erkânı” başlığı altında da cenazenin kefenlendikten sonra musalla taşına konulduğunda düvazı imam okunabileceği belirtilmişti. Eğer helallik almadan önce de düvaz imam okunması istenirse zaten okunmuş olur, iki defa üst üste okumak gibi bir uygulama söz konusu değildir. Dolayısıyla burada işleyiş bakımında bir hata var. Düvazı imam cenaze başında bir kez okunur. İki defa okumak yapılagelen bir uygulama değildir. Dolayısıyla Sn. Korkmaz, burada bir yanılgı içindedir. Helallik meydanında bulunan bir can için önce cemaate üç defa nasıl bildiği sorulur ardından da helallik istenir. Helallik almak için kesinkes söylenmesi gereken bir söz bütünü yoktur. “Bu can, ruhunu bedenden ayırıp Hakk’a teslim edecek. Ona olan tüm haklarınızı helal ediyor musunuz?” “Yedi adım kapı komşu hakkını, tuz ekmek hakkını, emek hakkını helal ediyor musunuz?” gibi cümlelerle helallik istenebilir. Kitapçığı hazırlayan Esat Korkmaz’da benzer ifadeler kullanmış.

Cenaze Meydanı Bu başlık altında cenaze töreninin en bilindik yönü anlatılmış. Gerek Alevilik gerekse de diğer İslami yorumlarda cenaze hizmetini yapan kişi, törene başlamadan önce cemaate törenin nasıl yapılacağını kısaca anlatır ve “Bilineniz yapsın, bilmeyeniniz 12 İmam’a uysun/ bize uysun” der. Kitapçıkta da bu nokta vurgulanarak hizmet sahibi cenaze niyazının nasıl yapılacağını açıkladığı belirtilmiş. Cenaze niyazı kısmında ise çok önemli hatalar var. Alevi uygulamaları ile ilgisi yok. Alevilerde töreni yaptıran dede/pir, hoca cemaate törenin nasıl yapılacağını anlattıktan sonra “Allah için niyaza/namaza, peygamber efendimiz için salâvata, meyyit için duaya, dört tekbir ile cenaze niyazına, bileniniz kılsın, bilmeyeniniz bize uysun!” dedikten sonra tekbir getirerek

Ağustos 2008

Sünni ibadet biçimlerinin Alevi-Bektaşi törenlerine sızması, Alevi-Bektaşi inancını değiştirerek Sünnileştirme, kendine benzetme çabasında önemli bir araç olarak ortaya çıkmaktadır. En çok Sünni kirlenmeye uğrayan törenlerden biri de cenaze erkânıdır Alevi-Bektaşi kuruluşlarının cenaze törenlerini Sünni etkilerden arındırma çabasını önemli gördüğümüz için onları Serçeşme sayfalarına taşımayı görev bildik: 2005 yılında Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın düzenlediği “Alevilikte Cem, Cenaze, Kurban” konulu Sempozyuma Esat Korkmaz’ın sunduğu “Cenaze Erkânı” başlıklı bildiri Serçeşme’nin 10. sayısında yayınlandı. Bu sempozyuma sunulan tebliğler daha sonra kitap olarak yayınlandı Haşim Kutlu’nun Almanya’da kitapçık olarak basılan “Hakk’a Yürüyen Can için Erkân” adlı çalışması Serçeşme’nin 20. sayısından başlayarak bölümler halinde yayınlandı. Son olarak da Esat Korkmaz’ın “Alevilikte Cenaze Erkanı” adlı çalışması Serçeşme’nin 41. sayısına ek olarak yayınlandı. Bu konuda farklı görüşler öne süren eleştiri ve tartışmalara sayfalarımız açmaya devam edeceğiz. önce Subhaneke suresini okunur. Ardından ise baş ile tekrar tekbir getirilir ve Salli ve Barik sureleri okunur. Daha sonra tekrar baş ile tekbir getirilir ve Cenaze duası okunur. Son tekbir de ise sağa ve sola selam verilerek bağlı olan eller sırası ile sarkıtılır. Bu uygulama, Alevi, Sünni, Şii tüm İslami yorumlarda bu şekildedir. Önce okunan duaların içeriğine bakmamız gerekirse, Subhaneke Suresi “Sübhâneke Allâhümme ve bi hamdik ve tebârakesmük ve teâlâ ceddük (ve celle senâük) ve lâ ilâhe ğayrük” Anlamı: Allahım! Sen eksik sıfatlardan pak ve uzaksın. Seni daima böyle tenzih eder ve överim. Senin adın mübarektir. Varlığın her şeyden üstündür. Senden başka tanrı yoktur” şeklindedir. Yani yaratıcı olan Tanrı’yı/Allah’ı över. İlk tekbirde okunan bu surenin yerine Sn. Kork maz, “Yüce, Tanrım, Can kıblesine döndük, düşündük seni keşfettik. Var olan olduğu için bir var edenin bulunduğunu, var olanların

varlığının senin varlığını kanıtladığın öğrendik. Muhtacız sana Tanrım, aklına muhtacız. Bizi aklından mahrum etme. Yalnız senin aklını izler, sana taparız. Bağışla bizi Tanrım; sana yürüyen, sana uçan canını bağışla” şeklinde bir gülbank önermiş. Genel olarak Subhaneke Suresi’nin Türkçe anlamına benzer ifadeler, ama Kuran’da yazan surenin tam karşılığı değil. Dolayısıyla mutlak olarak kullanılması önerilemez. İkinci tekbirin ardından okunan Salli ve Barik Sureleri ise, “Allâhümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ İbrahime ve alâ âli İbrahim. İnneke hamidün mecîd / Anlamı: Allahım! Muhammed’e ve Muhammed’in ümmetine rahmet eyle; şerefini yücelt. İbrahim’e ve İbrahim’in ümmetine rahmet ettiğin gibi. Şüphesiz övülmeye lâyık yalnız sensin, şan ve şeref sahibi de sensin” “Allâhümme barik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârakte alâ İbrahîme ve alâ âli İbrahîm. İnneke hamidün mecîd / Anlamı: Allahım! Muhammed’e ve Muhammed’in ümmetine hayır ve bereket ver. İbrahim’e ve İbrahim’in ümmetine verdiğin gibi. Şüphesiz övülmeye lâyık yalnız sensin, şan ve şeref sahibi de sensin” şeklindedir. Bu surelerde ölen kişinin özelinde tüm Hz. Muhammet taraftarı olan canlar için rahmet ve bereket istenmekte, bunun için Allah’a yalvarılmaktadır. Sn. Esat Korkmaz ikinci tekbirde okunan Salli ve Barik Surelerinin yerine yine uzun bir gülbank önermekte. “Hakikat abdestini aldık eyvallah. Günahımız sevabımız boynumuzda niyaza geldik. Şah medet Mürvet ya Cananım, dar’ına niyaza geldik…” şeklinde başlayan Gülbankın içeriği de Allah’ın huzurunda yapılan bir özeleştiri şeklinde ve kısaca yaşamı özetliyor. Bu yönü ile bu gülbankın Alevi inancında cenaze törenin bir parçası olduğu savunulamaz. Belki, Salli ve Barik Surelerinin karşılığı olan Türkçe bir gülbank önerilse idi, bu durum tartışmaya açılabilirdi. Ama surelerin anlamı ile ilgisi olmayan bir gülbank olduğu için Alevi inancı ile de bu inancın mensupları için yapılması gereken cenaze töreni ile de bir bağıntıdan söz edilemez. Üçüncü tekbirin ardından ise Cenaze Duası okunabileceği gibi Kunut Duası ya da Fatiha Suresi’de okunabilir. Bu durum Alevilik de dâhil tüm İslami yorumlar için geçerlidir. En bilindiği olan Cenaze Duası “Allâh’ım! Bizim dirilerimizi, ölülerimizi, hazır ve gâib olanlarımızı, büyüklerimizi ve küçüklerimizi, erkeklerimizi ve kadınlarımızı affet. Ya Rabb! Bizden yaşattıklarını İslâm üzere yaşat. Bizden öldürdüklerini iman üzere öldür. Bilhassa bu ölüyü kolaylığa, rahatlığa, mağfirete, rızana erdir. Ya Rabb! Eğer bu ölü, doğru, güzel, temiz bir insan ise ihsanını arttır, eğer senin huzurunda günah sahibi ise affet. Kendisini Cennetine al. Güzellikler, mutluluklar buyur. Rahmetinden esirgeme ya Rabbim.” şeklindedir. Görüleceği gibi, törenin asıl amacı olan cenaze ve Hakk’a yürüyen canı temel alan bir duadır. Hem ölen kişi için hem de daha sonra Hakk’a yürüyecek olan canlar için yaratıcı olan Tanrı’dan/Allah’tan yardım ve rahmet dilenmektedir. (Devamı 20. Sayfada)

19


SERÇEÞME

Alevi Vakıfları Federasyonu Genel Başkanı Doğan Bermek’in 18 Haziran’da Yolladığı İleti

“Hiç Duymamıştım” Değerli dostlar, Serçeşme Dergisi Mayıs 2008 ekinde Sn. Esat Korkmaz‘a ait Alevilikte Cenaze Erkânı adlı bir kitapçık yayınlanmış. Üzerindeki notta şöyle yazıyor. “Bu metin, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu İnanç Kurulu Başkanı Cafer Kaplan Dede’nin isteği üzerine adı geçen kurulun değerlendirmesi ve tartışması için hazırlanmış ve sunulmuştur. 10 Nisan 2008, Esat Korkmaz” Kitapçığı ben de biraz okudum ve daha çok Doğu felsefelerinde karşılaşılan eril-dişil Yaratan kavramları ağır basan bir yaklaşımla hazırlanmış olduğunu gördüm. Cenaze gülbankı bölümünde ise “Doğan doğuran, esirgeyen bağışlayan ya Hak…” diye bir cümle ile karşılaştım. Bizim inancımızda Yaratan doğmaz ve doğurmaz, bu ifade çok garibime gitti, böyle bir Gülbank da hiç duymamıştım. Kitapçığı mutlaka bu çalışmaya gerek duyan Sn. Cafer Kaplan ve İnanç Kurulu da inceleyecektir. Böyle bir çalışma içinde olduklarına göre bir kaç yıl önce Cem Vakfı Alevi-İslam Din Hizmetleri tarafından hazırlanmış olan ve Cenaze Hazırlama ve Defin Erkânı’nın yanısıra Dardan İndirme Erkânı’nı da kapsayan Cenaze Kaldırma Erkânı adlı çalışmadan da yararlanabileceklerini düşünerek bu mesaja ekliyorum. Alevi İslam Din Hizmetleri ile İnanç Kurulunun bu tür konularda bilgi alış verisinde bulunarak çok daha verimli ve gerçekleri yansıtan sonuçlara ulaşabileceklerini düşünüyorum. Saygılarımla, Doğan Bermek Doğan Bermek’in değindiği yazı Alevi İslam Din Hizmetleri’nin internet sitesinde, “Yol ve Sürekler” başlığı altında bulunabilir. Bkz.: http://aleviislamdinhizmetleri.org

Viyana’dan Kazım Balaban’ın İletisi Değerli Doğan Bermek Can. Biz Viyana Alevi Kültür Birliği olarak bir kaç yıl önce “Alevilikte Cenaze Hizmetleri” başlıklı bir kitapçık çıkardık. Bu kitabı Seyyit Miktat Güler Dede ile birlikte hazırladık. Kitapçığı ben kaleme aldım. Dolayısı ile cenazelerin kaldırılması ile ilgili pek çok kaynağı detaylı araştırma fırsatı buldum. Sizin sorguladığınız “Allah doğan ve doğurandır” içerikli bir tanıma hiç bir yerde rastlamadım. Sorgulamada haklısınız. Çıkardığımız kitabı da ekte gönderiyorum. Cem Vakfı’nın bu konuda çıkardığı kitapçığı da okumuştum. Yüzde 99,99 aynı içerik. Geri kalan küçük ayrıntı ise “Yol bir, sürek binbir” kapsamında küçük yöresel farklılıkların yansımasıdır. Dolayısı ile Alevilikte sizin sorguladığınız anlayış bulunmamaktadır. Ayrıca AABF Dedeler Kurumu Başkanı Seyyit Cafer Kaplan’ın da böyle bir görüşü savunacağına ihtimal vermiyorum. Gözden kaçmış olabilir. Muhabbetlerimle, Kazım Balaban, Viyana

20

(Baştarafı 19. Sayfada)

Alevilikte Cenaze Erkânı Oysa “Alevilikte Cenaze Erkânı” kitapçığını hazırlayan Sn. Esat Korkmaz, üçüncü tekbir için farklı bir gülbank önermektedir. “Bu can Hakk’a yürüdü; hisseden doğanın bir temsilcisi olarak kendi ölümsüzlüğünü yakaladı. Bu nedenle ölümsüz doğanın bir parçası oldu. Bedeninin bilgeliğiyle buluşmanın verdiği güçle sonsuz devinimli ve yanılgısız doğanın aklıyla, yani Tanrı’ya buluştu. Ölümün olmadığı doğada Hakk’a yürüdükten sonra yeniden dirildi” denilen gülbankın ilk paragrafında orada bulunan canlara ölüme dönük felsefi bir bakış açısı ile sesleniliyor. “Rahat uyu; senin canın, aklına eden olacağız. Binlerce bedene taşıyacağız canını, aklını, inancını. Sen yaşarken kendi bedeninde binlerce kez ölmedin mi? Binlerce kez dirilmedin mi? Sevgili can; şimdi başkalarının bedeninde dirileceksin; canlı-cansız her şeye sızacaksın ve sonsuza kadar yaşayacaksın. Gerçeğe Hû” şeklinde ikinci paragrafta ise Hakk’a yürüyen cana seslenilmekte ve ruhun başka bir beden ile yeninde dirileceği savlanmaktadır. Görüleceği gibi bu gülbankın cenaze duası ile uzak yakın bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla bunun Alevi inancı açısından cenaze töreninde okunması gereken bir dua olacağı iddia edilemez. Dördüncü ve son tekbirin ardından ise sağa ve sola selam verilerek eller sarkıtılır. Sn. Korkmaz bu tekbir için ise ilk defa duyduğum bir savda bulunuyor. Sn. Korkmaz’a göre cenaze törenini bu kısmında görevli olan dede/pir, hoca, sanki meydanda yatan can olmuşçasına onun adına konuşmakta ve “Tenim sunak taşında, canım ruhlar âleminde. Zahir âlemde, can gölgesinde bir ömür sürdüm; yedim içtim, kondum göçtüm. Batınımdan gelen seslere ilgisiz kalmadım. Doğa çağırdı, Tanrıma koştum… Beni bedensiz bırakmayın, bana acı çektirmeyin. Sırrımız ortada kalıp ‘utancından’ kıvranmasın. Allah Eyvallah! Gerçeğe Hû.” şeklinde bir gülbank okumakta. Ardından da tekrar canlara dönen hizmet sahibi, “Sevgili canlar, Hakk’a yürüyen bu canımızı dinledik, onu bedensiz bırakmayalım. Bu canımıza benden olamazsak, bedensiz olarak aramızda dolaşır, beden bulmak için kıvranır durur. Ona bu acıyı çektirmeyelim. Soruyorum sizlere; bu cana beden olmak ister misiniz?” diye konuşmakta meydanda bulunan canlar da “Allah eyvallah” diye üç kez sorulan bu soruyu yanıtlamakta. Ardından da hizmet sahibi olan kişi, “Haktan sizden hoşnut olsun…” şeklinde sözlerle cenaze törenini bitirmekte. Oysa böyle bir durum söz konusu bile değil. Belki cenaze töreninin başında yapılan konuşmalar esnasında hizmet sahibi olan Dede/ Pir, Hoca, Hakk’a yürüyen canın da bazı istekleri, sözleri olduğunu söyleyip bazı şeyler konuşabilir ama bunu cenaze törenini bir parçası, bir tekbir evresi olarak sunamayız. Bu hem bütünlüğü bozar, hem de olmayan bir şeyi ile-

ri sürerek yeni bir iddia da bulunmuş oluruz. Kaldı ki Hakk’a yürüyen kişiye beden bulmak, beden olmak gibi bir durumda söz konusu değildir. O ruh, kendi bedeninden ayrıldıktan sonra Hakk’a teslim olur ve kendisi hakkında ki kararı da Hak, yani yaratıcı olan Tanrı/Allah verir. Cenaze Töreni/Cenaze Niyazı ile ilgili kısmı ana hatları ile ele alırsak, Sn. Korkmaz, Alevilik, Sünnilik ve Şiilik’de dâhil İslam’ın tüm yorumlarında olduğu gibi dört tekbir üzerine olan bir cenaze töreni tanımlıyor. Fakat her bir tekbirinin içeriğini ayrı ayrı olarak ele aldığımızda Alevi inancının uygulamaları ile bir benzerlik göremiyoruz. Sadece ilk tekbirde okunan Subhaneke Suresi’nin Türkçe karşılığının yerine, ona yakın anlamlar çağrıştıran bir gülbank öneriyor. Fakat bu da tam karşılamadığı için tören esnasında kullanılamaz. İkinci, üçüncü ve dördüncü tekbirlerde ise Sn. Korkmaz tarafından önerilen gülbanklarla dualar arasında hiçbir ilgi yok. Kısaca şunu net söyleyebiliriz ki; Sn. Esat Korkmaz tarafından yazılan “Alevilikte Cenaze Erkânı” adlı kitapçığın “Cenaze Meydanı” başlığı altında yazılan ve meydanda canlarla birlikte yapılan cenaze törenini/niyazını anlatan kısmının Alevi inancının uygulamaları ile ilgisi yoktur. Ortada ciddi maddi hatalar vardır. Asya’dan Avrupa’ya kadar “Hak Muhammet Ali” diyen, “Allah’a kul, Muhammet’e ümmet, Ali’ye talip” olan Aleviler arasında bu yönde bir cenaze törenine rastlamadım. Eğer bu şekilde uygulayan canlar varsa da bu durum “Yol bir; sürek bin bir” söylemi ile açıklanabilir. Yine de böylesi kimi kısmi uygulamaların Alevi inancını yansıttığı savlanamaz! Tersine örnek, örnek olamaz!

Mezarlık Erkânı: Hakk’a yürüyen canın, yaratıldığı yere, yani toprağa kavuşmasının anlatıldığı bu tören kısmında Sn. Korkmaz, mezara konan kişinin ayağa kalktığında Kerbelâ ile karşı karşıya gelecek şekilde gömüldüğünü savlasa da Alevi inancına göre durum öyle değildir. Alevilerde toprağa gömülen beden, yüzü Kıble’ye dönük şekilde sağ omzunun üzerine yatırılır. Bu sırada cenaze hizmetini yürüten can, bir gülbank okuyacağı gibi Kuran-ı Kerim’i bilen diğer canlardan kişilerde Yasin Suresi, Ayet-ül Kürsü gibi çeşitli sureleri okuyabilir. Sn. Korkmaz, cenazenin toprağa verildiği esnada orada bulunan zakirlerin üç düvazı imam ve bir nefes okuyacaklarını ileri sürerek müsahipli canlardan bir çiftin de “veda dansı” anlamında bir semah edebileceklerini belirtiyor. Öncelikle bir şeyin altını keskin ifadelerle çizmeliyiz ki, semah, bir dans değildir. Semah ilahi bir uygulamadır ve Alevi inancında ibadetin parçasıdır. “Dans” denilerek semahın ulviliği basitleştirilemez! Belki gülbanklarla birlikte düazı imamlarda söylenebilir, ama kesinlikle orada semah edilmez. Böyle bir uygulama söz konusu değil. Üstelik semaha ‘dans’ denilerek edilebileceğini ileri sürmek ise Alevi inancı ile uzak yakın ilgisi olmayan bir savlamadır. Sn. Korkmaz, mezara toprak atıldığı esnada küreğin elden alınmadığını, yere bırakılarak el değiştirdiğini belirtmiş. Bu doğrudur. Alevi inancına göre, mezar örten toprak atılan kürek elden alınmaz. Yine mezarın toprak ile doldurulmasının ardından baş tarafında üçlü ya da on ikili çe-

Sayı 44


SERÇEÞME rağ (mum) uyandırıldığı/yakıldığı belirtilmiş. Daha sonra bu çerağların, mezarın ayakucuna, ortasına ve başına enlemesine dökülen bir sürahi suyun dibinde kalan su ile “Bismişah! Ya Hızır!” denilerek söndürüleceği ifade edilmiş. Alevi inancında genel olarak böyle bir uygulama yok. Ama yapılması yönünde de bir sakınca görünmüyor. Sn. Korkmaz bu uygulamaların ardından Hakk’a yürüyen canın ailesinin ve musahiplerinin mezarın sol başının biraz açığında yarımay şeklinde durarak taziyeleri kabul edeceğini belirtmiş. Bu uygulama da doğrudur. Ama salt olarak Alevi inancında var olan bir uygulama değildir. Alevi, Sünni, Şii tüm İslam yorumlarında ve hatta Hıristiyanlık gibi birçok dinde cenaze sahipleri mezarın başında sıraya dizilip taziyeleri kabul eder. Her ne kadar Sn. Korkmaz, bedenin toprağa konulması olayı olan ‘Mezarlık Erkânı’nın gülbank, düvazı imam, deyiş, semah ve çerağ yakma sıralaması ile yapılıp sonlandırılacağını savlasa da Alevi inancı için durum böyle değildir. Toprağa konulan beden için gülbank okunabilir, düvazı imam söylenebilir, Kuran okunabilir, ama herkes çekildikten sonra hizmet gören pir/dede, hoca, cenaze sahiplerinden bir kişi ile mezarın başında kalır. Çünkü Alevi inancına göre o esnada sorgu melekleri mezara gelmekte ve Hakk’a yürüyen cana “Allah’ın kim? Peygamberin kim? Kitabın ne?” diye sormaktadırlar. Bundan ötürü de orada bulunan hizmet sahibi, bu esnada Hakk’a yürüyen canın ruhu için bazı dualar etmektedir. Mademki, bedenden ayrılan canın Hakk’a yürürken bizi görebileceği, duyabileceği iddiasındayız, o hâlde sorgu melekleri geldiğinde sorulan sorulara yanıt verirken de bizi duyabileceğini bilebiliriz. Bu esnada hizmet sahiplerinin söylediği dua en bilindik hali ile şöyledir; “Ey filanca kadın kızı/oğlu filan…” diye annesinin adı ile üç kez seslenilir ve “Allah’ın yaratıcı Muhammed’in elçisi, Ali’nin ise velisi olduğunu söyle. Ey falan! (Hakk’a yürüyen canın adı söylenir) Hayatta iken üzerinde olduğun, benimsediğin şu hususları unutmayasın: Allah’tan başka Tanrı yoktur ve Muhammed O’nun elçisidir. Cennet ve cehennem gerçektir, yeniden diriliş vardır, kıyamet saati kuşkusuz gelecektir. Allah kabirde yatanları yeniden diriltecektir. Yine unutma ki, sen Rab olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak Muhammed’i, imam olarak Kuran’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeş olarak müminleri seçmiş ve bununla mutlu olmuştun. Rabbim olan Allah’tan başka Tanrı yoktur, ben ona dayandım, büyük arşın Rabbi de O’dur.” denilerek Hakk’a yürüyen canın kendisine sorulan sorulara yanıt vermesi kolaylaştırılmaya çalışılmaktadır. Ardından üç kere, “Ey Allah’ın kulu, lâ ilâhe illallah Muhammeden resulullah Aliyen veliyullah de” denilerek üç kere “Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim Muhammed İmam’ım Ali’dir. Ey Rabbim, sen onu tek başına bırakma, vârislerin en hayırlısı sensin” denilir. Böylece mezarda bulunan ve ait olduğu toprak ile bütünleşen bedenden ayrılarak Hakk’a yürüyen canın kendisine sorulan sorulara yanıt verebilmesi amaçlanır. Ayrıca “Her canlı mutlak ölümü tadacaktır” (Al-i İmran: 185) ayetinden hareketle bir gün ölümü tadacak olan hizmet sahibi kişi de

Ağustos 2008

mezar başında iken Rabbini, peygamberini, dinini, kitabını tekrarlamış olur.

Son Söz: “İlim Çin’de de olsa gidip alınız!” diyen Hz. Ali’nin velayetini kabul eden Aleviler ve Alevilik kendi inancına ve tarihine dönük her türden bilimsel çalışmaları saygıyla karşılar, destek olur. Alevi Tarihi, Alevi Erkânı, Alevi Tasavvufu gibi birçok noktada (Alevi, Sünni, Şii, Hıristiyan, vs.) bilim insanlarının görüşlerini saygıyla karşılar, çalışmalarını izler. “Bilim İnsanı” unvanı olmamakla birlikte Alevilik üzerine kafa yoran, didinen birçok araştırmacı da Aleviler için çok değerli isimlerdir. Ortaya ciddi, güzel çalışmalar koymuşlardır. Bu açıdan Aleviler her türden bilimsel çalışmayı büyük bir olgunlukla karşılar. Fakat bazı şeylerin dengesini iyi tutturmak gerekir. Kendisi başlı başına yol önderi dedelerden oluşan “İnanç Kurumu”nun, “Alevilikte Cenaze Erkânı”nı araştırmacı yazardan istiyor olması çok önemli bir noktadır. İçerisinde birçok dedeyi barındıran bir kurum, kendileri bilmiyor mu ki, dede olmayan isimlerden böylesi bir çalışma istiyor? Şunun altını tekrar çizmekte yarar var; yanlış anlaşılmasın, ben bilim insanlarının, yazarların Alevilikle ilgili çalışma yapmaması gerektiğini belirtmiyorum. Onlar yapmalıdır, yapıyorlar da. Fakat başlı başına Evladı Resul olan Seyitlerden oluşan bir kurum, İnanç Kurumu, dede olmayan isimlerden “Erkan” hazırlamasını istemeli midir? Burada çok önemli bir husus var. AABF İnanç Kurumu içinde Alevilikte Cenaze Erkânı’nı bilen dedeler yok mu? Kendisinden Cenaze Erkânı’nı hazırlaması istenen Sn. Esat Korkmaz, Alevilik üzerine yıllardır araştırmalar yapan bir isimdir. Aleviliğin birçok noktasını bilmektedir. Fakat bildiğim kadarı ile Sünni’dir. Eğer kendisi Bektaşiliği seçti ise, bilemiyorum. Böyle bir durum varsa da hangi babadan nasip aldığını açıkçası merak ediyorum. Gerek ülkemizde gerekse de ülkemiz dışında Alevi olmayan (Sünni, Şii, Hıristiyan vs.) birçok kişi Alevilik üzerine çalışmalar yapar. Bizler de onları büyük bir keyifle okuruz. Fakat yolumuzu “Alevi” olmayanlardan öğrenmeye çalışmamız ne kadar sağlıklıdır? Asıl üzerinde durup düşünmemiz gereken nokta budur! Sn. Esat Korkmaz, Alevilik üzerine araştırmalar yapmakta, kitaplar çıkarmaktadır. Hatta şu ara Alevilikle ilgili tek süreli yayın organı olan Serçeşme Dergisi’ni de, Ahmet Koçak vb. diğer Alevi canlarla birlikte çıkarmaktadır. Dolayısıyla AABF İnanç Kurulu’ndan kendisine gelen “Alevilikte Cenaze Erkânı” adlı bir kitapçık hazırlaması yönündeki talebi kabul eder. Buna kimse itiraz edemez. Ama asıl önemli olan İnanç Kurulu’nun kendi içinde bir kitapçık hazırlayıp hazırlayamadığıdır. Bir başka merak ettiğim konu da, AABF İnanç Kurulu’nun yine kendisi gibi Seyitlerden, dedelerden oluşan Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı’yla bu yönde bir görüşme yapıp yapmadığıdır. Sanırım, Alevi olmayan yazarlardan Alevi inancına göre Cenaze Erkânı hazırlamasını isteyen AABF İnanç Kurulu, daha önce bu yönde bir çalışma yapan Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı ile iletişime geçerek onların elindeki bilgileri paylaşmasını isteyebilir. Açıkçası benim, AABF İnanç Kurulu Başkanı Cafer Kaplan Dede’nin bu yönde bir hoşgörü sergileyeceğine olan inancım tamdır!

22 Temmuz 2008 Tarihinde Tahtacılar Yazışma Grubunda Şakir Keçeli Baba’nın Murat Kantekin’in Yazısını Övdüğü Aşağıdaki İletisi Yayımlandı. Kamuya Açık Ortamda Yayınlanan ve Uslubu İlginç Olan Bu Yazıyı Alevi-Bektaşilerin Dikkatinden Kaçmaması ve Unutulmaması İçin Tekrar Yayımlıyoruz

Esat ve Benzerleri Yeni Bir Din Yaratıyorlar Şakir Keçeli Hü Dost veya Allah Dost! Önce aşk-ı niyazlarımı sunarım. Cenaze hizmetleri hakkında yaptığınız ve kanala gönderdiğiniz iletiyi okudum. Şüphesiz eksikleri vardır. Hatta vahim yanlışları da vardır. Örneğin; Biliyorsunuz her Bektaşi/Alevi yılda bir kez görgüden geçer ve bu görgüde “Bu Fakîrden ağrınmış incinmiş biri varsa bile gelsin, dile gelsin, hakkını istesin, ödemeye hazırım!” der. Mürşid, “Canlar, (...)’dan ağrınmış incinmiş biri varsa kalksın alacağını istesin!” diye sorar. Canların bir alacağı yoksa hepsi toprağa niyaz ederler ve o can aklanmış olur. Böyle birisi için helallık istemeğe gerek var mıdır? Onun helallığı Hak huzurunda, erenlerin Dar-ı Mansur’unda, Hünkâr Hacı Bektaş Meydanı’nda verilmiştir. Ama makale çok güzel eline sağlık. Ama Erenlerim, Bizler abesle iştigal etmeyiz. Böyle bir incelemeyi kendi adınıza yayımlayabilirdiniz. Esat’a cevap vermeye gerek yoktu. Esat ve benzerleri Alevilik/Bektaşilik yapmıyorlar. Onlar yeni bir din yaratıyorlar. Dünyada yeni din yaratmak isteyen birçok dangalak veya sahtekâr çıkmış ama bunların hiçbiri başaramamıştır. Bu tür dangalaklar içinde sultanlar bile vardır. Örneğin Hindistan’da böyle bir aptal çıkmıştır, ama yarattığı din kendi ömrü ile sınırlı kalmıştır. (Ayrıntı için bakınız: Goldziher, İslam’da Fıkıh ve Akaid, Ardıç Yayınları) Esat kötü niyetli mi, iyi niyetli mi, bilmem. Ama aptal olduğuna, boyundan büyük işler yaptığına Tanrı huzurunda yeminle tanıklık ederim. Ötekilere gelince: Onlar için Alevilik bir vitrindir. Bu vitrini kullanarak bol bol dünyalık edinmektedirler. Göz nurunu ve beyin gücünü harcayarak bunları düzelteceğini sanıyorsan aldanıyorsun. Çünkü onlara Allah, Sırat-ı müstakim’i nasip etmemiş ki sen edesin! Alevi halkımızı aydınlatmaya gelince, zamanla göreceksin bunların peşinden tek bir Alevi gitmeyecektir. Çünkü din fermanla kurulamaz. Seni kutlar, Aşk-ı niyazlarımı sunar, başarılarının devamını dilerim. Şakir Keçeli

21


SERÇEÞME

ŞAKİR KEÇELİ’NİN YENİ KİTABI:

“ÇARPITILAN TARİH”

“Bilen Susuyor, Bilmeyen de Konuşuyor…” Babagan Kolundan Avukat Şakir Keçeli Baba’nın yazdığı ve akademisyen Özgür Savaşçı’nın yayına hazırladığı “Çarpıtılan Tarih” adlı kitap yayımlandı. Görünen o ki, kitabın üç bölümü, Erdoğan Aydın’ın geçen yıl “Cumhuriyet” gazetesinde yayınlanmış olan üç makalesine yanıt vermeye ayrılmış. “Kanal Kültür” internet sitesi bu üç bölümü sanal ortamda yayınladı. Hatırlanacağı gibi Serçeşme’nin son üç sayısında Erdoğan Aydın’ın bu makalelerini tekrar yayımlamıştık. Dergimizde yayınlanmış yazılara eleştiri ve zıt görüşler içeren bu bölümleri, konuyla ilgili yönlerini kapsayacak biçimde kısaltılmış olarak aşağıda sunuyoruz. Köşeli parantez içinde üç nokta özete alınmayan bölümleri belirtir. Köşeli parantezler içindeki notlar özetleyen cana aittir. Tüm okuyucularımıza kitabın tümünü ya da en azından Kanal Kültür internet sitesinde yayımlanan bölümlerini okumalarını öneriyoruz.

Bölüm I: Tarih, Önyargılarının Tutsağı Olanların Yazdığı Bir Efsane Değildir 1. Pir Sultan Abdâl Balım Sultan İlişkisi Güzel vatanımız Türkiye’mizi cahilleştirme sürecinin (yani karşı devrimin) zirvesi olan 12 Eylül Askeri Darbesi’nden sonra yeni bir “bilim” çıktı. Bizim madrabazlık dediğimiz bu bilimin kalemşörleri tarihsel olayları, yirmi veya yirmi birinci yüzyılların değer yargıları ile değerlendirmeye kalkışıyorlar. [...] Zaman zaman da tarihsel olayların son bölümünden hareketle, baş bölümü hakkında hüküm veriyorlar. Yani izledikleri filmin sonunu tümü sanıyorlar. Oysa ki Tarih bilimi bize; “Tarihsel olayları, gerçekleştikleri zamanın sosyo-ekonomik ve kültürel koşullarına göre değerlendirin” veya

22

“Bir olayın bir bölümünü değil tamamını ele alın.” demektedir. 12 Eylül cahilleştirme hareketinin ürünü olan bazı yazarlar; sağdan soldan derledikleri bilgi kırıntılarını, enine boyuna tartmadan, üzerinde ciddi bir araştırma yapmadan (eğer önyargılarını destekliyorsa) hemen kullanıyorlar. Eğer böyle bir bilgi kırıntısı yakalayamıyorlarsa onları yaratmakta hiç sakınca görmüyorlar. [E.Aydın’nın “Yeniçeri Bektaşi İlişkisi’ makalesinden uzun bir alıntı yapan Ş.Keçeli şöyle devam etmektedir-EU:]

Yazara göre Balım Sultan, “Kızılbaş halkı Osmanlıya boyun eğdirmek” görevini yüklenen bir insandır. Bu yargının kanıtını mı soruyorsunuz? Yazara göre bu yargının kanıtı Ali Haydar Avcı’nın kitabında yer alan ve Pir Sultan Abdal’a ait olup olmadığı bile bilinmeyen bir dörtlüktür. Üç yüz otuz beş sayfalık bir kitaptan sadece bir kıta al ve bu kıtaya dayanarak hüküm ver. Ali Haydar Avcı’nın bu kıta ilgili söylediklerini hiç dikkate alma. Bunun da adına “tarihçilik” veya “tarihsel araştırma” de… Sevsinler böyle tarihçiliği… Meğer tarihçilik ne kadar kolaymış, Pîr Sultân’a ait olup olmadığı belli olmayan dört dizeye dayanarak, “koskocaman bir tarih yazabiliyorsun” … Üstelik Haydar Avcı, Erdoğan Aydın’la aynı görüşte değildir. Çünkü Avcı, Erdoğan Aydın’ın gönderimde bulunduğu kitabında, Pir Sultan Abdal-Bektâşîlik ilişkileri için şunları yazmaktadır: Bilindiği gibi Hacı Bektâş Tekkesi Postnişini olan Balım Sultan 1500–1501 yılında tahta oturmuş, H. 922’de (1516–17 yılında) Hakk’a yürümüştür. Konuyla ilgili deyişlerden anladığımız kadarıyla Balım Sultan’ı vefatından önce ziyaret ettiğine göre, Pir Sultan’ın bu sırada yetişkin bir çağda bulunması gerekir. … Deyişler dikkatle incelendiğinde âşıklık geleneğinde belli bir olgunluğa ulaşan Pir Sultan’ın … Balım Sultan’ı ziyaret ettiği anlaşılmaktadır.[3] [...] Ali Haydar Avcı, Erdoğan Aydın’ın gönderimde bulunduğu kitabından sonra, Pir Sultan Abdâl hakkında çok kapsamlı bir kitap yazmıştır.[9] Bu kitabın 182. sayfasında şunlar söylenmektedir: Balım Sultan Bektâşî tarikatını[10] yeniden düzenlenmesi nedeniyle ‘Pir-i Sâni’ yani ikinci pir olarak kabul edilir. Pir Sultân ve Alevî/Bektâşî toplumunun saygıyla andığı önde gelen erenlerdendir. (…) “Derlediğimiz bir söylenceye göre, Pir Sultan Hacı Bektâş Dergâhı’nda yedi yıl kalmış, dergâha hizmet ederek ya da Alevî / Bektâşî deyimiyle ‘çile’ doldurarak – belli bir olgunlaşma dönemi yaşamıştır.”[11] [...] [...] Görülüyor ki yazar, hiç inceleme yapmadan veya eksik incelemeye dayanarak “ahkâm” kesmekte, hatta ahkâm kesmekle kalmayıp

ŞAKİR KEÇELİ

Çarpıtılan Tarih Yayına Hazırlayan: Özgür Savaşçı ISBN 978-975-01619-2-6 Hacıbektaş Eğitim ve Kültür Derneği Yayınları, No: 3, Ankara, 2008, 102 Sayfa Yazarın tüm gelirini Hacıbektaş Eğitim ve Kültür Derneği’ne bağışladığı kitap İzmir Cad. No: 22/17, Kızılay, 06650 Ankara adresinden temin edilebilir.

ciddi çalışmalar yapanları da küçümsemektedir. Bunlardan daha korkuncu da Babagân Bektâşîleri ile Alevîlerin, “Pîr-i Sanî (ikinci önder)” diyerek saygı gösterdikleri, kutsallık izafe ettikleri bir insana da saldırmaktadır.

2. Abdâl Mûsâ Orhan Beyle Çatıştı mı? Tarihsel gerçekleri bilmeyen veya bilmek istemeyen yazarımız, bilmediği konularda da, hem iddialı ve hem de suçlayıcı sözler söylemekten de çekinmiyor. Onun Abdâl Musâ hakkındaki şu sözleri çok ilginçtir ve tarihsel gerçeklerle, taban tabana çelişmektedir. [...] Yazar, İslâmiyeti derinliğine incelemeden, onun Peygamberi’nin buyruklarını göz ardı ederek konuşup-yazmaktadır. “Dine küfrederek, dinin gericileşmesine ve (dinin gerici yorumunun) şehitlik mertebesine yükselmesine”; neden olmaktadır.[22] Erdoğan Aydın’a göre Abdâl Mûsâ, devlete yani Osmanlı’ya karşıdır ve “Kızılbaş geleneğin önemli sözleri arasına girecek olan” bir öğüt bırakır. Bu öğüt ise şudur: “Zahir padişahına yakın olma. Dünyalık için rütbe ve makam dağıtana varma…” Sayın Aydın, Abdâl Mûsâ Velâyetnâmesi’nde geçen “zâhir padişahına[23] yakın olma” öğüdünün, İslâmın Peygamberi Hz. Muhammed’in bir buyruğu olduğunu bilmemektedir. [24] [...] Benzer buyruklar Hz. Alî tarafından da verilmiştir.[26]

Sayı 44


SERÇEÞME BÖLÜMÜN NOTLARI

Şakir Keçeli Baba törensel giysileri içinde.

Sayfalarca artırılması olanaklı olan buyruklardan hareket eden Babagân Bektâşîleri şöyle bir aforizma yaratmışlardır: “Politika hamamcının tasına benzer, bir cünübün elinden başka bir cünübün eline geçer.” Bu nedenle Babagân vatan savunması söz konusu olmadıkça siyasete yüz vermez.[27] Abdâl Mûsâ Velâyetnâmesi’nden alınan ve Erdoğan Aydın tarafından kullanılan sözler, Abdâl Mûsâ Hazretleri’nin gerçek İslâma uyduğunu, dünyanın makam ve malına tenezzül etmediğini kanıtlar. O’nun Babaîlik Okulu’nun yetiştirdiği Edeb Ali (Edebali)’nin torunu Orhan Bey’e karşı çıktığı ve bu nedenle Bursa’yı terk ettiği, Aydıngil taifesi’nin spekülasyonundan başka bir şey değildir. [...]. Hacı Bektâş Velî Hazretleri’ni her yıl üç milyonun üzerinde insan ziyaret etmektedir. Ziyaretçilerin büyük çoğunluğu ziyaretlerinin bir ibadet olduğuna da inanmaktadırlar. Hacı Bektâş Velî’yi ziyaret edenler, ziyaretlerini tamamladıktan sonra Balım Sultan’ın türbesine gitmekte ve O’na da saygılarını (niyazlarını) sunmaktadırlar. Türkiye’de ve Balkanlar’da yaşayan Alevî/Bektâşîlerin inancına göre: “Elmanın bir yarısı Hacı Bektâş, öteki yarısı ise Balım Sultan’dır”. Kendisine “aydın” diyen bir gurup insan çıkacak ve yalan yanlış belgelere dayanarak, masallar uydurarak, insanların gönlünde taht kurmuş bir kutsala saldıracak. Boyunu aşarak “efsaneden gerçeğe martavalları”nı atacak.

Ağustos 2008

[2] Ali Haydar Avcı, Bize de Banaz’dan Pir Sultan Derler, s. 80’den aktaran: Erdoğan Aydın, Cumhuriyet Gazetesi, 1 Eylül 2007 tarihli nüshası. Siyah harfler Fakîr’e (bize) aittir. [3] Ali Haydar Avcı, Bize de Banaz’da Pir Sultan Derler, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2004, s. 95,96. [9] Ali Haydar Avcı, Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultân Abdâl, Bütün Deyişleri, Nokta Kitap, İstanbul 2006. [10] Fakîr’e ve mürşidlerim (aydınlatıcılarım) Bedri Noyan ve Ali Sümer Babalara göre Bektâşîlik/Alevîlik bir tarikat değildir. O, Orta Çağda tarih sahnesine çıktığı için tarikat görüntüsüne bürünmüştür. Çünkü Orta çağda akıl, bilim ve felsefe, vb. adına din denilen (aslında İslâmla hiç alakası olmayan) zindanda tutsaktır. Bektâşîlik bu zorunluluk nedeni ile tarikat olarak adlandırılmış ve Bektâşîler bu adlandırmaya karşı çıkmamışlardır. Çünkü çıktıkları an yok edileceklerdi. Bektâşîlik/ Alevîlik Kâmil (Olgun) insan yetiştirme eğitim metodolojidir. [11] Agy., s. 184. [22] Tırnak içindeki sözler materyalizmin piri K. Marx-Fredirich Engels, Din Üzerine, Sol Yayınları, Ankara 1995’den yorumlanarak alınmıştır. Adı geçen kitapta geçen şu sözleri dine saldırmayı meslek edinenlerin ibret alması için aynen alıyorum: “... Ama bu bizim Blankicilerimizin işine gelemez. Herkesten daha çok radikal olduklarını tanıtlamak için, 1793’teki gibi Tanrı’yı yasayla ortadan kaldırıyorlar.” s. 134. [23] Bektâşîlik iki tür padişah bilir. Bunlar zâhir padişahı (devlet yöneticileri) ve bâtın padişahı (kâmil insan) dır. [24] Abdülbâki Gölpınarlı, Hz. Muhammed ve Hadisleri, Bilbeyki İnşaat, İhracat Turizm, Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. Yayınları, No: 2, s. 97. [26] Ayrıntılı bilgi için bakınız: Hazret-i Alî, Nehc’ül-Belâga, Der Yayınları, İstanbul. Ayrıca: Hazret-i Alî Divânı, Çeviren Müstakimzâde Süleyman Sadettin Efendi, Ana (Der) Yayınları, İstanbul 1981. [27] Bu geleneği sürdüren Salih Niyazi Dedebaba 1915 yılında Dergâh’ı ziyarete gelen ve adı besmele ile anılan Osmanlı Halifesi’nin damadı, Harbiye Nâzırı Enver Paşa’yı, Hacıbektaş Dergâhı (Pîr Evi)’nın avlusunda karşılarken; boynunda padişahın idam fermanını taşıyan, paşalık ünvanı elinden alınan Gazî Mustafa Kemâl’i, 22 Aralık 1922 yılında, Dergâh’a beş altı kilometre uzak olan Beş Taşlar mevkiinde karşılamıştır.

Bölüm II: Tarihçiliğin Cehaleti mi? “Efsaneyle Gerçekleri Ayırmak mı?” Avrupa Birliği tarafından, çeşitli yöntemlerle teşvik edilen bazı yazarlar ve örgütler, Türkiye ve Balkanlar’da yaşayan Alevîlik/Bektâşîliği, Kutupların Kutbu (Kutbü’l-Aktâb) Hünkâr Hacı Bektâş Velî’den ve O’nun ilkelerini, merkezi feodal toplumun sosyo-ekonomik koşullarına uyarladığı için, gerçek bir devrimci olan Balım Sultan’dan koparmak için, sistemli ve sürekli bir kampanya açmışlardır. Bunlardan biri olan Erdoğan Aydın’a göre, “Hacı Bektâş kardeşi Menteş ile birlikte Babaî ayaklanmasının öncüsü Baba Resûl’ün yanıbaşında (yer almış)”tır.” [...] Erdoğan Aydın’a göre Hacı Bektâş Velî’nin Babaî ayaklanmasına katıldığını, Baba İlyas (Baba Resûl)’ın torunu (oğlunun oğlu) Elvan Çelebi (Vef: 1359 M) yazmıştır.

Elvan Çelebi’nin[2] tek yapıtı olan Menâkıbu’l-Kudsiye fî Menâsıbi’l-Ünsiyye adlı eser elimizdedir.[3] [...] Elvan Çelebi, sağlam bir kaynaktır ve O’nun yazdıklarının doğru kabul edilmesi gerekir. Elvan Çelebi, [...] Hacı Bektâş Velî ile Edebali’nin hem Babaî isyanına ve hem de Kırşehir’de patlak veren Ahî ayaklanmasına katılmadıklarını kesin olarak kanıtlamaktadır. Görülüyor ki Erdoğan Aydın, dayandığı kanıt ile yalanlanmaktadır. [...]

Hacı Bektâş Velî’nin Hakk’a Yürüyüş (Vefat) Tarihi Miladî 1271 midir? Erdoğan Aydın bu konuda şunları yazmaktadır: Oysa ölümü 1271 olan Bektâş-ı Velî’nin Yesevî’nin yaşlılığına yetişmesi mümkün olmadığı gibi, Osman’ın iktidar dönemine yetişmesi de mümkün değildir. [10] Erdoğan Aydın ve benzerlerinin Hacı Bektâş Velî’nin vefatına ilişkin yargısının en ciddi kaynağı Abdülbâki Gölpınarlı’dır. Gölpınarlı’nın ciddi, çok çalışkan ve saygın bir araştırmacı olduğu Fakîr (yani ben) tarafından da kabul edilen bir gerçektir. Ancak o bir Mevlevî’dir. Hz. Mevlânâ’nın, Bektâşîlikten nasipli Şems-i Tebrizî aracılığı ile aydınlandığı Hacı Bektâş Velî Menâkıbnâmesi’nde yazılmıştır. Bu nedenle biz Bektâşîler Hz. Mevlâna’yı Bektâşî kabul ederiz. Ama Mevlevîliğin; Bektâşîlikle çok eskiden bu yana bir rekabeti, hatta zaman zaman da düşmanlığa varan kini vardır. Üstelik bu rekabet, nerdeyse gelenekselleşmiştir. Bu rekabetin ilk örneği Ahmet Eflâkî’dir. Çünkü Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri adlı eserinde Hacı Bektâş Velî hazretlerine “Orospu bacılı” diyerek hakarette bile bulunmaktadır.[11] Bu düşmanlık yüzlerce yıl sürmüştür. Nitekim binlerce Bektâşînin katledildiği, binlerce Bektâşî tekke ve zâviyesinin yerle bir edildiği 1826 kıyımını meşrulaştırmaya çalışan fetvanın altında, Mevlevîlerin de onayı bulunmaktadır.[12] Bu nedenlerle nesnel bir yazarın, Mevlevîlerin, Bektâşîlik ve Hacı Bektâş Velî ile ilgili açıklamalarına, tereddütle yaklaşması gerekir. Bu açıklamadan sonra Abdülbâki Gölpınarlı’ya dönelim. [...] 1295–1296 tarihli vakfiyede, Hz. Pîr için merhum denilmiş ise ve merhum sözcüğü 1295 tarihinde de vefat edenler için kullanılıyorsa, Hacı Bektâş Velî 1295 tarihinden önce, Hakk’a yürümüştür. Bakınız Ord. Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken bu konuda şunları yazmaktadır. [...] Merhum ise makam-ı ihtiramda (saygı duyulan makamda) bir tabir (deyim) olarak sarf edilirdi. [...] Bu suretle vakfiyede mevcut El-Merhum kaydından Hacı Bektâş’ın o vakitte vefat etmiş olduğuna intikal etmek kabil değildir (olanaksızdır).[16] Bu açıklamalardan sonra, Elvan Çelebi’nin açıklamalarına yeniden dikkatinizi çekmek isterim: Elvan Çelebi, Edeb Ali (Edebali) ile Hacı Bektâş’ın yol arkadaşları olduğunu veya aynı okuldan yetiştiklerini anlatmaktadır. Edeb Ali ile Otman Bey görüşecek, aralarında kayınbaba–damat ilişkisi kurulacak; ama Edeb Ali ile akran ve yoldaş olan Hz. Pîr gö(Devamı 24. Sayfada)

23


SERÇEÞME (Baştarafı 23. Sayfada)

“Bilen Susuyor, Bilmeyen de Konuşuyor…” rüşmeyecek veya Âşık Paşaoğlu’nun sözü ile, Osman Beyle çağdaş olmayacak… Bunu akla uygun olarak açıklamak olanaklı mıdır? Hacı Bektâş Velî sadece Edeb Alî ile değil Ahî Evren’le de çağdaş ve yoldaştır. [Ş. Keçeli bu önermesine Gelibolulu Ali Efendi’nin Künhü’l-ahbar; Âşık Paşazade’nin Tevârih-i Âl-i Osman, Oruç Bey’in Oruç Bey Tarihi; Mehmet Neşrî’nin Kitâb-ı Cihan-nümâ: Şemseddîn Samî’nin Kâmûs-üla’lâm; Prof. Dr. Mikail Bayram’ın Ahî Evren-Mevlânâ Mücadelesi adlı eserlerini ve Baha Sait’in Türk Yurdu Dergisi’nde yayınlanan“Bektaşiler” makalesini kanıt olarak göstermektedir-EU]

Erdoğan Aydın ve benzerleri sadece bir yazar biliyorlar; onun adı da Âşıkpaşazâde’dir. Oysa ki Âşıkpaşazâde ile çağdaş olan birçok yazar vardır ve onlar farklı şeyler yazmaktadırlar. Onların yazdıkları eleştirilmeden hüküm veriliyor. [...] Bunca ciddi eser ve kanıt ortada iken, tarikat çıkarlarından hareket eden iki insanın sözlerini delil kabul etmek ve kıskançlığı gerçek sayıp “Efsaneden Gerçeğe” başlığını atarak, iddialı makaleler yazmak, “Tarihçilik midir? Tarihçiliğin sefaleti midir?” okuyucunun takdirlerine bırakıyorum. BÖLÜMÜN NOTLARI [2] Baha Said, aşağıda gönderimde bulunacağımız makalesinde Elvan Çelebi’nin Hacı Bektâş Velî Halîfelerinden olduğunu şu sözlerle açıklamaktadır: “Şeyh Elvan nâmıyla (adıyla) maruf (tanınan) Ahî Evran, Hacı Bektâş’ın eşhâs-ı hülefâsından bir zat idi”. [3] Elvan Çelebi, Menâkıbu’l-Kudsiyye ve fî Menâsıbi’l-Ünsiyye (Baba İlyas-ı Horasânî ve Sülâlesinin Menkabevi Tarihi), Yeni Harflere Çeviren İsmail E. Erünsal – A. Yaşar Ocak, Edebiyat Fakültesi Mecmuası, İstanbul 1984. [7] Bazı Tarihçiler Âşık Paşa’nın da Bektâşî olduğunu yazmaktadır. [8] Menâkıbu’l- Kudsiyye ve Fî menâsıbi’lÜnsiyye, s. 169’da yer alan 1993 ve 1994 numaralı beyit. [9] Üzülerek söyleyeyim; kendisine “ araştırmacı yazar adını veren” bazıları, birbirinden aktararak, kitaplar yazmakta, bu tür aktarmalara dayanarak ta, çok iddialı sözler söyleyebilmektedir. Böylece sözleri aktarılan yazar o kitabı okumadıysa, yanlışa ortak olunmaktadır. [10] Tırnak içinde geçen Bektaş-ı Veli tamlaması yanlıştır. Çünkü bu tamlamayı Türkçeye şöyle çeviririz: “Velî’nin Bektâşı” Oysa ki Bektâş, Hz. Pîr’in adı, Veli ise sıfatıdır. Doğru yazım Bektâş Velî olmalıdır. [11] Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, Çeviren Tahsin Yazıcı, Milli Eğitim ve Gençlik Spor Bakanlığı, İstanbul 1986, c. 1, s. 413, 539-540. [12]II. Mahmut tarafından yayınlanan Rebi-ülevvel 1242 (1826 M.) tarihli fermanda, alınan kararın Mevlevîlerin de onayından geçtiği yazılmıştır. Fermanın tam metni için bakınız: Doç. Dr. Bedri Noyan Dedebaba, Bütün Yönleriyle Bektâşîlik Alevîlik, Ardıç Yayınları – Şahkulu Sultan Dergâhı ortak yayını, Ankara 1998, c. 1, s. 161 vd. [16]Hilmi Ziya (Ülken), Mihrab Mecmuası, “Anadolu’da Dini Ruhiyat Müşahadeleri”, Sayı: 15/16, s. 515-530.

24

Bölüm III: Bektâşîlik/Alevîlikte ve Türklerde Hz. Alî Alevilik/Bektâşîliği İslâmdan kopartarak, onu tanınmaz hale getirmek isteyenlerin baş düşmanı Hz. Alî’dir. Bunlardan kimileri Ali’siz Alevîlik tasarlarken; kimileri de; “Evet, Alevîlik Alî’den ayrılamaz. Ama Alevî’nin Alî’si, İslâm Peygamberi (Hz.) Muhammed’in damadı ve amcaoğlu olan Alî değildir. O, Anadolu Alevîlerinin gönüllerinde yarattıkları bir Alî’dir.” derler. [Ş. Keçeli bu sözü kimin, nerede söylediğini belirtmemiş-EU]

Söz arasında şunu belirtmeliyim: Hz. Alî’yi katletmeye kalkışanlar sade bunlar değildir. O’na ulûhiyet (Allahlık niteliği) izafe edenler ile Tanrı’nın Hz. Alî’de cisimleştiğini (tecessüm ettiğini) söyleyenler de Alî katilidir. Erdoğan Aydın eleştirdiğimiz üç makalesinde ve Alevileri Ne Yapmalı adlı kitabında bu konuda şunları yazmıştır: Vilâyetnâme Bektâşîliğin henüz (Hz.) Ali eksenli bir tarikat/inanç haline gelmediği bir dönemin ürünüdür. Nitekim Vilâyetnâme’de Kızılbaş/Safevî söyleminin hiçbir izi bulunmamaktadır. … Diğer yandan Vilâyetnâme Balım Sultan’ın Kızılbaşlığın halktaki yayılışını etkisizleştirmek üzere Bektâşîliğe getirilen yeniliklerden önce kaleme alınmış (olduğu) görünmektedir. (İ. Melikoff, Hacı Bektâş Efsaneden Gerçeğe, s. 99.)[1] ... 12 İmam kültünün (tapma-tapınma) Anadolu Aleviliğinin ilk oluşum sürecinde olmadığını, bunun Erdebil Tekkesi’nin Anadolu’ya etkisinin oluştuğu 14. yüzyıl sonlarında ortaya çıktığını, Erdebil Tek kesi’ne de Acem-Şii etkisi üzerinden geldiğini görüyoruz. Bununla birlikte Anadolu Aleviliğinin benimsediği Ali ve 12 İmam kültü, Şii ve Sünni inançlardan farklı, Anadolu Aleviliği felsefesinin kalıplarına dökülmüş ve yeniden tanımlanmış bir Ali ve 12 İmam’dır.”[2] Bayan Melikoff’la Erdoğan Aydın’ı okuyan bir insan, Bektâşîlik inancı ile “Kızılbaşlık” arasında bir çelişkinin veya bir kavganın bulunduğu yargısına ulaşır. Oysa ki, Alevîlik/ Bektâşîlik/Kızılbaşlık bir elmanın çeşitli parçalarından başka bir şey değildir. [...] [Ş. Keçeli burada görüşlerine kanıt olara çeşitli nefesleri aktarıyor-EU]

Gel de Hakk’a yürüyen Bedri Noyan Dedebaba gibi konuşma: “Bilen susuyor- bilmeyen konuşuyor.”[6]

1. Alevîlik/Bektâşîliği Hz. Alî ve Ehl-i Beyt’ten Koparttığınız An, Alevîlik/Bektâşîlik Tanınmaz Hale Gelir Hz. Alî ve Ehl-i beyt’ten korkmak hastalığına (şizofresine) yakalanan 12 Eylül ürünü yazarlara göre, Alevîliğe, Hz. Alî ve Ehl-i Beyt sevgisi 16. yüzyıldan sonra girmiştir. [Ş. Keçeli bu sözü kimin, nerede söylediğini belirtmemiş-EU]

[...] Görülüyor ki tarihçilik çok zor bir zanaattır. Öyle bir iki kitabı karıştırarak, ondan bundan, çarpıtma aktarmalar yaparak, üstesinden gelinecek bir iş değildir. [...]

2. Yazılı Kaynaklar Bu bölümde biraz da yazılı kaynaklar üzerinde duralım. Bektâşî/Alevî inancına göre Hz. Muhammed mi’râc’da yalnız değildir. O yükselirken (mi’râc sırasında)[16] bir arslanla karşılaşır. Aslan O’na kükrer, Hz. Muhammed arslanı geçmekte zorlanınca, Cebrail’in salık vermesi üzerine parmağındaki yüzüğünü (hatemini) arslana atar, arslan sesini keser ve yükseliş devam eder. Mi’râc sırasında da Hz. Peygamber Kırklar Cemi’ne katılır ve Hz. Ali ile birlikte semah döner. Hz. Peygamber yeryüzüne gelince mi’râcda arslana attığı yüzüğün Hz. Alî’nin parmağında bulunduğunu görür.[17] İslâmın hem Sünni ve hem de şeriatçı yorumuna göre böyle bir inanç kâfirliktir ve asla İslâmla bağdaşmaz. 12 Eylül tarihçilerinin ya da Bektâşîlik/ Alevîliği Ahmet Yesevî’den koparmak isteyen köktenci islâmcıların, şeriatçı olarak nitelediği Hace Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet adlı yapıtında, Hz. Alî’nin mi’râcda Peygamber’e eşlik ettiğini şöyle anlatır: Dördüncü yâr olan Hakk arslanı Alî’dir Hem mi’râc’da yâr olan Hak arslanı Ali’dir.[18] [...] Aktardığımız kanıtlar, eleştirdirdiğimiz tarih madrabazlarının, yeni bir din yaratmaya çalıştıklarını, yani Marks’ın dili ile, “Bay Duhring”liğe soyunduklarını kanıtlamıyor mu? Gel de Bedri Noyan Dedebaba gibi konuşma: “Bilen susuyor, bilmeyen de konuşuyor…” BÖLÜMÜN NOTLARI: [1] 18 Ağustos 2007 günkü Cumhuriyet Gazetesi, “Efsaneden Gerçekleri Ayırmak” başlıklı makale. [2] Erdoğan Aydın, Aleviliği Ne Yapmalı?, Noktakitap, İstanbul 2005, s. 232. [6] Erdoğan Aydın’ın aktardığına göre Bayan Melikof Şah İsmail Sultan’ın Çaldıran Savaşı’ndan sonra içkiye düştüğünü ve fazla alkol aldığı için öldüğünü yazmış. Anlaşılan Melikof Şah İsmail’i, yansız veya İran kaynaklarından değil de, Osmanlı kaynaklarından öğrenmiş. Eğer Ardıç Yayınları tarafından yayımlanan, Fakîr’in yayın yönetmenliğini yaptığı Rumlu Hasan’ın Ahsenü’t-Tevârih adlı kitabını okusaydı Hataî’nin avcılıktan başka merakı (hobisi) olmadığını, yaşamının son günlerinde bile aslan avına çıktığını, Çaldıran’dan sonra da ülkeler fethettiğini öğrenirdi. Bakınız Hasan Rumlu, Ahsenü’t Tevârih (Şah İsmail Tarihi), Ardıç Yayınları ve Karaca Ahmet Sultan Dergâhı Ortak Yayını, Ankara 2004, s. 227 vd. İlginçtir Bayan Melikof İslâm Tasavvufundan da bî-haber (habersiz) dir. Çünkü O, Şah İsmail’in enkarnasyona inandığını, Çaldıran’da yenilince, düş kırıklığına düştüğünü ve bu nedenle alkole teslim olduğunu yazabilmektedir. Şah İsmail’in inançları, nefeslerinde (şiirlerinde) açıkça anlatılmaktadır. Bu şiirlere bakınca O’nun Muhammed Alî Yolu’nun yılmaz bir savunucusu olduğunu görürüz. Şiirlerde geçen sözcük ve terimleri tasavvufa göre yorumlayınca bu sonuca ulaşırız. [16]Biz Bektâşîler mi’rac olayını Sünniler gibi yorumlamayız. Yorumumuzun özelliklerini de ancak ehil olanlara açıklarız. [17]Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: İmam Ca’ fer Buyrukları. Örneğin, İmam Ca’ fer Buyruğu, Şahkulu Vakfı Yayını, İstanbul 1995, s.8, vd. [18] Kemal Eraslan, Divân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara 1983, s. 303.

Özetleyen: Esen Uslu

Sayı 44


SERÇEÞME

Artık Yeter! Murtaza Demir Pir Sultan Abdal 2 Temmuz Kültür ve Eğitim Vakfı Bşk.

E

Y AKIL, ey vicdan dinle! Dinle ve bir çözüm yolu söyle… Dini siyasete alet eden siyasi çevrelerin önderi: “dini düzen isteyenlerin odağı olan partinin” Anayasa tarafından tescilli lideri Tayip Bey Başbakan… ALEVİ olduğumuz, oy vermediğimiz, “dini devlet düzenine” karşı olduğumuz için bizi “cezalandırıyor!” Bizleri, yolumuzu, inancımızı yok sayıyor: inkâr ediyor. “Beni, dini düzen isteyenler iktidara getirdi: onların ihtiyaçlarını gözetirim; onları önemserim” demek istiyor. Siyaseti buna göre kurguluyor: bizi ayırıyor, bölüyor, öteliyor... “DEĞİŞİN!” diyorlar bize: “bırakın Aleviliği, cemevini, dedeyi… Sünnileşin; camiye gelin…” Söyle akıl; bunu nasıl yaparız? Nasıl ihanet ederiz ecdadımıza, geçmişimize: Hallac’a, Mansur’a, Hace Bektaş’a, Yunus’a, Kaygusuz’a: … “Yolumdan dönüp de münkir mi olayım/dönen dönsün ben dönmezem” diyen Pir Sultan’a… Yol’u için can verenlere: Çorum, Maraş, Sivas Şehitlerine… Hayır! Dönemeyiz! Dönmeyeceğiz! EY AKIL, halimiz-ahvalimiz bu: söyle ne yapacağız, kime gideceğiz; derdimizi kime anlatacağız? Sorunlarımızın çözümünü kimden isteyeceğiz? DOĞRUDUR; biz Alevi’yiz… Farklıyız: farklıyım… Batıni’yim, Aleviyim, Bektaşi’yim, Kızılbaş’ım… İbadet için camiye gitmem… Her Alevi yurttaş gibi ibadetimi cemevinde yapar, dedeye niyaz ederim. Böyleyiz: böyleyim… Kadın-erkek eşitliğine inanırım: kul hakkı yemem. Çok eşliliği ahlaksızlık sayarım. “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen Horasan pirlerinin yolundan giderim. Kızlarımın eğitimini ve hukukunu, erkek evladıma göre daha fazla gözetir, önemserim. Onların “fikri hür, vicdanı hür” bireyler olarak yetişmelerini ister, çaba harcarım. Ülkemin bağımsızlığı, muasır medeniyet hedefi ve Atatürk İlkeleri için gerekirse her bedeli öderim.

gi, deyişi, türküsü, halayıyım. Pir Sultan’ım; Dadaloğlu’yum, Köroğlu, Yunus, Kul Himmet, Baba İlyas, Hace Bektaş’ım, Kadıncık Ana’yım, Hubyar’ım, Veysel’im… Anadolu’yum… İnsanım… Çoğaltanım, Zenginleştirenim… EY AKIL! Köyüme, mahalleme cami istemiyorum. Hele hele devletin, belediyelerin, vakıflar müdürlüğünün, il özel idarelerinin olanaklarıyla yapılan camiyi, devletten ücretli imamı hiç istemiyorum. Ey devlet; bize cami de, cemevi de yapma! Evet yapma! Dedemizin ücretine, hakullahına, maaşına karışma… Onu biz karşılarız: cemevimizi de yaparız, cebimizden de öderiz… Sen bize eşit davran: İnancımıza, mabedimize, yolumuza saygılı ol yeter! Yeter! Saygılı ol… CAMİ DEĞİL, okul yap! Yol, kütüphane, sağlık ocağı, çocuk parkı yap: işyeri aç… Çocuklarımızı, kızlarımızı, oğullarımızı okut. Ormanlarımıza sahip çık: yakma; yaktırma! Peşkeş çekme! Bilime inanan, emperyalizme karşı duran, ülkesini ve milletini seven donanımlı öğretmenler yetiştir. Okullarımıza “imam öğretmen” değil, nitelikli, bilgili, gerçek, temiz-pak öğretmenler gönder. (…) Devlet adamlığıyla, misyonerliği karıştıran cahillere bizi mahkûm etme! Yetki verme: atama yapma… “Köyünüze cami yapılmasına razı olursanız, yolunuzu da yaparız” diyen niteliksiz, kaba, hoyrat, çirkin siyaset adamlarının beyinlerini doldurup, “devlet adamı, kaymakam, müftü, müdür vb.” sıfatlar verip ilçemize, mahallemize, köyümüze gönderme! El âlemi bize güldürme… Toplumun arasına devlet eliyle nifak sokma… Yurttaşları birbirine düşürme!

EY TBMM, yargı, Anayasa, Danıştay, siyaset kurumu... Sesimi duy: bir çare bul! Üret! (…) Eşit yurttaş olmak, kederde olduğu gibi kıvançta da bir olmak, ülkemin her bir olanağından “kayıtsız ve koşulsuz” olarak yararlanmak istiyorum. Bu benim hakkım!.. Ama dedim ya; ben Aleviyim: farklıyım; farklı kalmak istiyorum: bu ülkenin sahibi, ren-

Ağustos 2008

EY AKIL, yargı, savcı; ey TBMM, ey ahlak, vicdan nerdesin? (…) Ey akıl; çocuklarımıza “zorunlu din dersi” adı altında verilen, (AİHM’ sinin iptal etmesine karşın uygulamaya devam edilen) “zorunlu devlet mezhebi dersini” eziyetini, işkencesini gör: çare bul. Yargı kararı para etmedi: ne yapabiliriz? Yol göster… Ey akıl, kamusal alana personel alımı ve tayinlerdeki mezhep kayırmacılığına; “nerelisin, Alevi misin, namaz kılar mısın, oruç tutar mısın” sorularıyla muhatap olmamıza artık son ver! BASIN, demokratik kitle örgütleri, üniversiteler, sendikalar, aydınlar, yazarlar, çizerler, gerçek demokratlar: bu ülkenin ortak aklını oluşturanlar, kulak verin: Siyaset kurumu sorunumuza çözüm üretmedi; üretmiyor. İlkel din bezirgânları, feodaller istiyor ki, Alevi-Sünni çelişkisi derinleşsin, kangren olsun... Aleviler bir yana, Sünniler diğer yana dursun, ayrışsın, kategorize olsun: boğazlaşsın... Siyaset, mezheplere göre şekillensin… … Cehalet hep egemen; Bunlar hep yöneten olsun… İŞTE böyle akıl! BIR ÖNERİN YOK değil mi? Çözemedin… Çözemezsin akıl: yorulma! Bilim, tolerans, çoğulculuk gibi çağdaş değerlerle ve seninle işi yok bunların: yorulma… Bin yıl öncesinin dini düzenini istiyorlar: Yezit’i, Mervan’ı, Muaviye’yi, Yavuz’u… “Nas’ı, dogma’yı” istiyorlar… Özlüyorlar… Anladın mı şimdi İslam ülkelerinin-halklarının cehalet nedenlerini; neden durmadan birbirlerini boğazladıklarını; emperyalistler tarafından durmadan neden sömürüldüklerini? Yönetenlerin neden hep zengin, halklarının neden hep fukara olduğunu anladın mı? Ve… Dinci feodal siyasilerin demokrasiye, laikliğe, insan hak ve hukukuna, kadın erkek eşitliğine ve Atatürk’e neden bunca karşı olduklarını… Anladın mı?

“BATMAZ CANKURTARAN” DENERKEN İŞÇİLERİ KATLEDEN DÜZEN

Ama Artık Yeter!!! Kendi ülkemde, yurdumda, toprağımda, bana II. sınıf insan olarak davranılmasından, ötelenmekten, hakkımın yenilmesinden, inancımın aşağılanmasından, çocuklarıma eziyet edilmesinden gına geldi… Dayanamıyorum… Artık Yeter!

Sana ne camiden, cemaatten, cemevinden! İnsanların günahından, sevabından, neye ve nasıl inandıklarından… Ey Akıl, sana ne?

Bugüne Dek 108 İşçi Katleden Tuzla Tersaneciliği

İ

ŞÇİLERİ en ağır işlerde aşırı çalışmaya zorlayan; sendikalaşamasınlar diye tersanede değil de uyduruk “taşeron” firmalarda çalışıyormuş gibi gösteren; ucuza mal olsunlar diye sosyal güvenlik haklarından yararlanamayacaklarını bilerek “kaçak” çalıştıran; devletin koyduğu ve sözde denetlediği uyduruk işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerini bile “boş yere masraf ” sayıp uygulamayan; işçilerin yaşama hakkına saygı duymayan Tuzla tersaneleri, 16 işçiyi denize atma testi yapılacak Çin işi “çakma” cankurtaran filikasına zorla bindirdi, suya attı. Yanlış imal edilmiş kızağa takılan “çakma” flika parçalandı. Üç işçi boğuldu, on iki işçi yaralandı. Tuzla’da ölen işçi sayısı 108’e ulaştı. Bakan bey, bu ölümlere “aptalca” dedi, ama istifa etmek aklına bile gelmedi!

25


SERÇEÞME

Erdal Erzincan Müzik Merkezinde Muhabbet Ahmet Koçak

D

ERTLİ DİVANİ, Erdal Erzincan’ın İstanbul Maltepe’deki Müzik Merkezinde öğrencilerle “Hasbıhal” etti. 22 Haziran 2008 Pazar günü akşamı yapılan muhabbete yaklaşık iki yüz kişi katıldı. Erdal Erzincan konuklarını kısaca tanıtarak toplantıyı şu sözlerle açtı: “Divani Baba aramızda, onunla aynı havayı soluyacağımız için bugün o anlamda hepimiz şanslıyız burada. Kendisine değerli arkadaşım Mustafa Kılçık ve bizim Can eşlik edecek. Sizleri onlarla baş başa bırakıyorum”.

Divani Baba, önce Alevi-Bektaşi inancı, yaşam biçimi ve kültürü üzerine bir sunum yaptı. Sonra Hasbıhal Topluluğundan Mustafa Kılçık ve Can Kalaycıoğlu ile birlikte deyiş ve nefesler seslendirdiler. Divani Baba, söylenen nefes ve deyişlerden sonra katılımcılardan gelen soruları yanıtladı. Muhabbetin sonlarına doğru Divani Baba beni konuklara tanıştırdı. Ve sohbete katılmam için yol verdi. Benden sonra Mustafa Kılçık arkadaşımız da kısa bir konuşma yaptı. Erdal Erzincan’ın katılımcılara ve konuklara teşekkür konuşmasıyla muhabbet sonlandı. Yapılan bu muhabbetteki konuşmalardan bazı bölümleri aktarıyoruz.

Dertli Divani’nin Konuşmasından 1928 yılında dünyadan göçen büyük bir ozan var. Bunun nefeslerini, deyişlerini az çok herkes biliyor. Âşık Sıtkı’dan bahsediyorum. Âşık Sıtkı Baba 1880’li yıllarla 1928 yılları arasında yaşayan büyük bir ozan. Hem AleviBektaşi edebiyatı açısından, hem halk kültürü açısından çok önemli bir ozandır. Onlarca deyişleri var. “Başım açık yalın ayak yürüttün Sen merhamet eyle lebbi balım yar”, “Urfa Semahı” diye bildiğimiz o sözlerin sahibi aynı zamanda. Bu ozan’ın çok güzel bir nefesi var. Oradan başlamak istiyorum sohbete. Birkaç dörtlüğünü okuyacağım size. Hem tasavvuf içerikli hem de insanın kemale erebilmesi için hangi aşamalardan geçmesi gerektiğini çok özet olarak açıklıyor bu nefeste. Diyor ki:

Yolun mürşidine, o yolun ulularına ve Hakk’ın kendisine gönülden ikrarını bağlılığını ibadet ettiğini düşünür, öyle inanır. Bu Yedullah demek ki Tanrı ile görülmek, arınmak... Nasıl biz elimizi, yüzümüzü yıkarken sabunluyoruz; ya da duş alıyoruz tepeden tırnağa. Su bedenimizi her türlü terden, kirden, kokudan arındırıyorsa; manevi anlamda da mürşit huzurunda, pir huzurunda, cem erenlerinin, toplumun huzurunda kendi özümüzü dar’a çekiyoruz. Toplumun huzurunda aklanmış oluyoruz ve özümüzü yola teslim ediyoruz. Mürşidin ya da dedenin okuduğu duayla, gülbankla “Allah Muhammet ya Ali” diye -“Pençe-i Ali Aba” diyoruz buna- sırta üç defa elle vurulur. Bu elle, bir Tanrı eliyle görülmüş oluyor. İşte buna Yedullah diyoruz. Sıtkı Baba bunu diyor. (…) Tecella, Hakk’ın Âdem’de tecelli ettiğine inanmayı ve buna canı gönülden eyvallah demeyi yani kabul etmeyi benimser. Bunu kabul eder ve buna eyvallah deyip ikrar verirsen diyor ve mürşit meydanına da özünü teslim edersen o zaman dışarıda kalmazsın diyor. Mürşit meydanına giren dış olmaz... “Mürşide ermeyen öğrenmez hüner Hünersiz kişiler cahilmiş meğer Ustaz külüngünden geçerse eğer Yapıya uymadık asla taş olmaz.” Mürşit yol gösterendir, kılavuzdur, yolu bilendir. Yolcuyu gitmek istediği yere, menzile eriştiren kişidir... (…) Ustaz nedir? Bir binayı yapan ustaya bir kaya parçasını verirseniz, elindeki o yapı aletleriyle sağından solundan vurur kırar onu yapıya uyacak şekle getirir. Eğer nefsimizin kötü olan yanlarını törpüleyip kâmil bir insan olmak istiyorsak; o zaman kemale ermiş, olgun ve bilge ustalardan, âşıklardan, sadıklardan ders almamız gerekiyor.(…) O halde bizim de olgunlaşabilmemiz için, kemale erebilmemiz için mutlak surette bu kültürün, bu geleneğin ya da mensup olduğumuz inancın erlerine, pirlerine, mürşitlerine özümüzü teslim edeceğiz ki ondan sonra onlar bizi olmamız gerektiği şekilde eğitebilsinler, yetiştirebilsinler.

Demek ki bizim de öz benliğimizi kötülüklerden arındırabilmemiz için, o insanı kâmil diye adlandırdığımız eksiksiz ve kusursuz, mükemmel, yetkin ve kâmil insanların düşüncelerinden feyz almalıyız. (…) Ne yazık ki artık eskiden olduğu gibi, Sıtkı Baba, Yunus, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal’dan eser kalmamış. (…) Ozan, âşık hem geçmiş yüzyılları iyi bir şekilde analiz eden bilge bir insandır. Aynı zamanda yaşamış olduğu çağın aynası olmak zorundadır. Aşığın/ozanın dünyaya bakış açısında, yaşam felsefesinde hiçbir ırkın bir diğerinden, hiçbir dinin ya da inancın bir diğerinden üstünlüğü söz konusu değil. Âşık, ozan insanı merkeze koymuştur, insanın bakış açısı, dünya görüşü, yaşam felsefesi ne olursa olsun o insanın ya da o toplumun ya da bütün dünya halklarının çektiği acıları, sıkıntıları ya da yaşadığı bütün sevinçleri, özlemleri dile getirmek gibi bir görevi de vardır aynı zamanda ozanın. O yüzden yaşamış olduğu çağdan da haberdar olmak zorunda. Âşık/ ozan hem bir gönül adamı hem bir halk adamıdır. Yani her yönüyle örnek olması gereken bir şahsiyettir.

Sorular ve Yanıtları İzzettin Doğan’ın Fethulah Gülen’le ilgili yaptığı açıklamalardan haberdar oldunuz mu? Sizin fikriniz bizim için önemli. Özellikle Cem Vakfı ve İzzettin Doğan hakkındaki düşüncemizi, toplum içerisinde ya da kültürel etkinliklerde bu tür muhabbet ortamlarında söylemeyi doğru bulmuyordum. Çünkü birliğe beraberliğe zarar verir düşüncesindeydim. Ne zaman ki Ankara’da kapalı spor salonunda Maraş Katliamı’nın baş mimarlarıyla birlikte bir cem birlendi; ne zaman ki İzmir’de katillerle, insanlığın düşmanlarıyla birlikte bir cem birlendi, o zaman bizim bütün her şeyimiz alt üst oldu. Ve dedik ki bu bir yol ayrımıdır. Artık bu adamdan bu topluma hayır gelmez. Herkesin ne olduğunu insanların bilmesi de lazım. Biz de madem bu topluma hizmet ediyoruz, o halde bu konudaki düşüncemiz sorulduğu zaman bunu net olarak söylememiz lazım ki insanlar doğruyu yanlışı ayırt edebilsin. Yoksa bizim kişisel bir sürtüşmemiz, çekişmemiz yok. (…) Ama bugün toplumsal dokuya, bin yıllık bir geleneğe zarar veren bir

Gel beri biat et yedullah ile Ehl-i beyt’e biat eden nâş olmaz Tecella, tevella, eyvallah ile Mürşit meydanına giren dış olmaz. Bu dörtlüğü hemen izah etmeye çalışayım. Bütün dinlerin, bütün inanç biçimlerinin birçok gönül erlerinin, yol pirlerinin ortak noktaları vardır. Bu da bireyin olgunlaşmamış, gelişmemiş, yoz olan yanlarını süreç içerisinde kendini geliştirerek kâmil insan mertebesine ermenin yollarını bu âşıklar/sadıklar dizelerinde nakış nakış işlemişler. İşte Sıtkı’nın bu deyişinde olduğu gibi. “Yed” el demektir, “ullah” hepinizin bildiği gibi Tanrı’nın ismidir. Yani Allah’tan geliyor. Alevi-Bektaşi inancında Hakk, ben-i âdemdedir. Yani biz Hakk’ın tezahürüyüz. “Ben kendime baktım, insanı yarattım” demiştir. Dört kitap da bunu ispatlamıştır. Âdeme secde ediniz anlamına gelen ayetler vardır. (…)

26

Sayı 44


SERÇEÞME davranışta bulunmaya hiç kimsenin hakkı yok. İsterse Ali’nin kendisi olsun, isterse Hüseyin’in kendisi olsun. (…) Fakat bu dokulara, bu hümanist felsefeye zarar veren ve bunun yok olması için yüzyıllarca asimilasyon politikasını uygulayan ve kan döken, insan kanını içen zihniyetler çıkıp açıktan özür dilemedikten sonra, suçlarını itiraf etmedikten sonra koca bir toplumdan “evet biz geçmişte Alevilere bu zulmü, bu haksızlığı yaptık. Bundan dolayı özür diliyoruz, biz sizinle barışmak istiyoruz” demedikten sonra bu kültüre ihanet eden ya da bu kültürün yaşamaması için elinden gelen her türlü baskıyı, zulmü reva gören zihniyetlerle birlikte olma, birlikte hareket etme hakkına hiçbir kimse sahip değildir. Ne yazık ki İzzettin Doğan bu yanlışı yapmıştır. Yani bugün Fethullah Gülen’in Türkiye Cumhuriyeti’nin temeline oynadığını dinli dinsiz herkes biliyor ya. Ona inanan, ona gönül veren, onun içtihadında, onun düşüncesinde olan bütün insanlar biliyor ki Fethullah hocan’ın amacı ileride aynı İran’daki bir modeli yaratmak. Demokrasiyi kaldırıp yerine dine dayalı, şeriata dayalı bir devlet düzenini getirmektir. İzzettin Doğan, sen bir Alevi isen, Alevi önderi isen onu savunmak ya da açıklamak sana mı düştü? Sivas’ta yanan yakılan sanatçı arkadaşlarımız için bir gün çıkıp medyada bir açıklama yapmadın. (...) Bizde soy sop önemli değil ki, insanlar hangi soydan, hangi soptan olursa olsun. İster Ali’nin evladı olsun, İster Veli’nin evladı olsun, ister Hüseyin’in evladı olsun hiç fark etmez. Önce herkes kendi ceddinin, atasının yoluna layık olması gerekiyor bir defa. Kimse babasının dedesinin ceddinin gölgesine sığınarak kalkıp “ben er’im, ben pir’im” diyemez. Yol cümle er’den pir’den uludur. Hepimizin yola uyması gerekir. (…) İlk değil ki bu İzzettin Doğan’ın yaptığı. Hangi iktidar varsa onun yardakçılığını yapıyor. Maalesef, 12 Eylül darbesinden sonra biliyorsunuz ki askeri cuntanın desteklediği bir paşanın partisinin içerisinde kırk kurucu üyeden birisi de yine kendisiydi. Her şeye rağmen bu toplum inancın bir boyutunu temsil ediyor diye saygıda kusur etmemeye özen gösterdi. Toplumun bilincini sağlayan âşıkların azalması mı Aleviliği bu noktaya getirdi? Sözlü gelenek dediğimiz bu âşıkların, sadıkların, ariflerin, bilgin insanların halkın içerisinde olan, halkın yetiştirdiği o bilgeler belli bir eğitim sürecinden geçtikten sonra dervişane bir hayat yaşıyorlardı. Her bölgeyi tarıyorlardı ve halkın içerisinde ne olması gerektiği noktasında bilgilerini, birikimlerini aktarıyorlardı. Şahkulu, Karacaahmet Abdal Musa, Hacı Bektaş Dergâhı; eskiden bu dergâhların hepsi birer üniversite idi. Kaygusuz Abdal, Pir Sultan, Kul Himmet, Edip Harabi gibi bu bilge âşıklar, sadıklar hep o dergâhların ürünü.(…) “Eline, beline, diline sahip; aşına, işine, eşine sadık, hakkına razı” olan, herkesin hakkını kendi hakkı gibi gözeten bir insan-ı kâmil modeli yaratılıyordu bu dergâhlarda. Ne yazık ki bu dergâhlar bugün de var ama çoğunda çıkar kavgaları var. Bunlar Alevi kültürünün Alevi edebinin erkânının ahlakının dışında bir dolu yanlışlarla faaliyetlerini sürdürüyorlar. Bizim en çıkmazlarımızdan birisi de bu. Derneklerimiz var federasyonlarımız var, ehil insanlarımız az. Topluma yön vere-

Ağustos 2008

cek, toplumun önünü açacak insanlarımız yok denecek kadar az. Önemli yerleri, önemli mertebeleri meşgul eden boş adamlar var. Oraları biz nasıl doldurabiliriz? Çok önemli. Onun için bir eğitim seferberliği başlatmamız lazım. Her bölgede, her yörede o bölgeyi bilen insanlarla bu örgütlenmekle ancak mümkündür. Demokratik kitle örgütleri, sendikal kuruluşlar, partiler var, ama herkes çıkarları için mücadeleye hazırlanmalı. (…)

Ahmet Koçak’ın Konuşmasından Dergâh, Alevi-Bektaşi toplumunun örgütlenme açısından olmazsa olmazlarından. Biz bu kısmı unutmuşuz. Anadolu’daki Alevi-Bektaşilerin dergâha bakışı şaşılaşmış. Devlet dergâhla Alevi toplumunun tarihsel bağlarını koparmış. Bugün dede, baba pozisyonunda olan kişilerin çoğu dergâhı tanımaz hale gelmişler. Yani merkezi otoriteyi tanımaz hale gelmişler. Merkezi otoritesi olmayan, merkezi birliği olmayan bir inançsal yapılanmanın da başarılı olma şansı hiç yoktur. Siyasete bakın, siyaset keza öyledir. Türkiye’de sağ da olsun sol da olsun merkezi anlamda örgütlenmemiş. Yelpaze gibi, rüzgâr nereye vuruyorsa insanlar oraya gidiyor. Dün Anavatan’dı bugün AKP, değişmiyor. Sadece aktörler değişiyor. Sistem kendisini devam ettiriyor. Alevilerin durumu da böyle, emekçilerin durumu da… Türkiye’de sadece Aleviler değil azınlık gruplar ve emekçi, ilerici Sünnilerin önemli bir kemsi de eziliyor bu memlekette. İlerici Sünnilerin çocukları da zorunlu din dersine giriyor. O da “ben zorunlu din dersi okutmak istemiyorum ki” diyor. Bunun yanında Türkiye’de birçok toplum kesitinde olduğu gibi Ateistlerin de kendisini ifade etme hakkı ve özgürlüğü yok. (…) 12 Eylül 1980’den sonra ailelerimiz hep bize şunu telkin etti: “Aman oğlum okumayın, aman oğlum solcu olmayın, aman oğlum siyasete karışmayın, aman kızım ya da her neyse... Bir şeylerle uğraşmayın, gidin takın takıştırın, eğlenin gezin” dediler. Yani boş, cahil, bilgisiz, bir toplum haline getirdik kendimizi. Annemiz korktu: “Sokağa çıkmayın oğlum, terörist olacaksınız, terörist damgası yiyeceksiniz. Sendi-

kaya gitmeyin, aman ha! Hak hukuk demeyin. Alevi örgütlerine gitmeyin, orada da kendi kimliğiniz ortaya çıkmasın.” Yıllardır hep böyle diye diye bu hale geldik. Yani insanlar birbirini tanımaz hale geldi. Örgütlenemez hale geldi. Örgütlenecek araçlarımız da kalmadı artık. Bir tanesi az önce söylediğim gibi dergâhtı. Dergâh Alevi-Bektaşi toplumunun canıysa biz burayı önereceğiz. Alevi-Bektaşi örgütlülüğü, özellikle dergâhı, dergâhın tarihsel misyonunu düzgün anlatmak lazım. Sendikaları işçi sınıfının örgütlenme yeri ise sendikaları önereceğiz. Siyasi parti, sadece Alevilerin, işçileri değil, tüm toplumun örgütleneceği en üst yapıdır. Aleviler kalkıyor Alevi partisi kurmaya çalışıyor.(…) Türkiye’de çıkan bir tek Alevi dergisi var ve o da bin beş yüz adet satıyor. Çok ayıp. Yeri gelince de yirmi milyon Alevi olduğumuzu söylüyoruz. Ayrıca biz Serçeşme’yi sadece Aleviler için çıkarmıyoruz. Türkiye’de ötekiler diye dışlanan bütün kesim için çıkartıyoruz. Sünni dostlarımızın da haklarını savunuyoruz, Geylerin de haklarını savuruyoruz. Gazetelerde okumuşunuzdur; Lamdİstanbul diye eşcinsellerin bir derneği var. Eşcinsellerin bu derneği kapatıldı. Hiç kimse sesini çıkartmıyor. Niye? Bu duruma karşı çıkmak için eşcinsel olmak mı gerekir. Ayrıca buna karşı çıkmakla sen eşcinselliği savunmuş olmuyorsun. Bir insanın kişisel özgürlüğünü savunuyorsun. Bu insan öyle yaşamak istiyorsa onun tercihidir. (…) Toparlayacak olursam: Eğitim ve çocuklarımıza bundan sonra “Aman ha!” demeyip olabildiğince çocuklarınızın siyaseti bilmesini sağlayın. Siyaset bilinmeden yeryüzünde insanlar ayakta kalamaz. Örgütlenme nedir? Bunu bilmeden insanlar bir araya gelemez. Şu bir örgütlenmedir, kültürel bir örgütlenmedir. O yüzden Erdal Hoca’ya çok teşekkür ediyorum. Bu hizmet çok önemlidir. Bu kadar insanı bir araya getirmek, bunu belli bir potada eritmek o kadar güzel ki… Bu da örgütlenmek için bir yöntem.(…) Alevi dernekleri, sendikal kuruluşlar, lezbiyenler, geyler akla kimler gelebiliyorsa; Türkiye’de ötekileştirilmiş Ermeniler, Yahudiler kimler varsa hepsinin bir araya gelip demokrasi sorununu tartışabileceği demokratik bir platform ortamının oluşturulabileceği bir yapılanmaya acil ihtiyaç var. Beni dinlediğiniz için sağ olun.

27


SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF

Tasavvuf Edebiyatında İfade Türleri Bölüm: I İsmail Özmen, Yargıtay Onursal Üyesi

T

ASAVVUF edebiyatının yazın sahnesine çıkışından bugünlere değin, mutasavvıfların mistik yaşamlarındaki deneyimlerini değişik tarzlarda, özgün biçimlerde, farklı yöntemlerle ifade ettikleri bilinmektedir. Eldeki çeşitli yapıtlar, türlü birikim ve veriler bunu doğrular içerik ve niteliktedir. Bu yazınsal dokümanlar, bu değerli orijinal ürünler tasavvuf yazının ta başlangıcından bu yana, yazı yoluyla çevreye, topluma ve insanlığa, giderek edebiyat dünyasına mal olmuştur. Peyderpey şiir, düzyazı görünümleri altında âleme yansıtıldığı, özellikle de sözü edilen konuların uzmanları ile az çok da hepimizce bilindiği, böylece herkesin bunlardan, ucundan-köşesinden biraz bilgi sahibi olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Tasavvuf alanındaki kültür ürünlerinin, çeşitli yazın tür ve yöntemleriyle oluşturulup, özgün edebî ürünler şeklinde, ortaya çıktıkları doğrudur; aksi tamamen yanlış olurdu, tutulacak bir görüş sayılamazdı. Ama yine de bu ürünlerin, çeşitli biçimlerde, değişik görünümlerde gün ışığına çıkarılmış oldukları, bazılarının içerik olarak değişik, özgün şekil ve içerik taşıdıkları tarihsel açıdan düşünülse bile, yine de hepsi için bu görüşün pek geçerli sayılamayacağı açıktır. Çünkü eldeki doküman ve veriler, bunun doğru bir olgu olmadığını gösteren sayısız olanak ve donanımlara sahiptir. Dahası bu olguyu doğrular içerik ve niteliktedirler. İşte bu bilgiler ışığında, mistiklerin kendi duygu ve düşüncelerini söze dökme işinde kullandıkları çeşitli ifade yöntemleri olduğu da doğrudur. İşte bunlar arasında özellikle de üçü üzerinde durup çalışma ve araştırmalarımızı bunlara yöneltip yoğunlaştırmak istiyoruz. Bunlar, o yazın dünyasında özel bir çeşniyle anlatılıp şöyle gruplandırılmışlardır: 1) Paradoksal dil, 2) Negatif dil, 3) Sembolik dil yöntemleri. Değişik ve özgün içerikler taşıyan bu ifade tarzlarının çıkış nedenleriyle, ayrıca kullanım biçimlerini de göstermek suretiyle, daha iyi ve sağlıklı anlaşılmaları amacıyla net bir dille izah etmek gerekir.

1. Paradoksal Dil Yöntemi Bu, mistik ifade/anlatım tarzlarından ilki olup, etimolojik anlamı, ‘karşıtlam, önceden söylenen kök salmış düşünce ve inançlara aykırı düşünce ve inanç öne sürme’ anlamına gelir. Paradoksal dil tarzı, herhangi bir konuda, mistik düşünürün düşüncesine içtenlik, çarpıcılık, çekicilik kazandırmak, duygularını çarpılı, coşkulu iç yaşantısına uygun biçimde harekete geçirmek, okuru çok yönlü düşündürmek, çelişkilere yöneltmek amacıyla konunun paradoksal verilerle daha iyi kavraması hususunda titizlikle, ciddi bir dikkat harcanarak izlenmesini sağlamak için kullanılan anlatım araçlarından biridir. Bu görüş, paradoksal anlatımların düz biçimde de ifade edilebileceğini gösterir. Ancak, mistikler bu yöntemi doğal olarak kullanmak suretiyle, yaşadıkları mistik deneyimlerin özünün, nesnesinin, konusunun zaten paradoksal

28

olduğunu sergileyip, anlatmış olurlar. Kaldı ki onlar, yazı ve söyleşilerinde paradoksları sözü, anlatışı güzelleştirmek ya da güçlendirmek için değil, yapıları, naturaları gereği zorunlu oldukları için öyle ifade ederler. Yani bu tür ifade tarzında özne, mistik bağlamda paradokslarla, anlatım ve dil düzeyini aşarak, mistik deneyiminin engin derinliklerine değin iner, okuru da o derinliklere sürükleyebilir. Bu yöntemin uygulamada işleme tarzına gelince, mutasavvıflar yaşadıkları deneyimlerin nesnesi olarak, aynı anda olumlu ya da olumsuz bir yüklem alıp taşıyabilirler. Bu kullanım işleminde, kullanılan eldeki önermelerden biri, kullanılan bakış açısından ya bir anlamda olumlanır, ya da bir başka anlamda, bir başka açıdan olumsuzlanabilir. Ancak, bu kullanım tarzında temel sorun, bir önermenin aynı doğrultuda, aynı bakış açısından ve aynı içerik ve anlamda tek solukta olumlu ve olumsuz bir yargı, karar şeklinde bildirmesi gerekir. Bu tür ifade, anlatım tarzları karşısında, mistik deneyim konusu olgu ve durumun, mantıklı olmasını, klasik mantık zinciri kompozisyonuna uygunluğunu arayıp, beklemek yanlış olur. Bu tarz ifade şeklinde, her şeyi olduğu gibi kabul etmek en doğru ve en çıkar yoldur. Dahası bu konuda, Amerikalı yazar Gershom Scholem, mistiklerin, bu tür olağanüstü deneyimlerinin anlatımlarında kullandıkları bazı paradoksal ifade yöntemlerinin ‘delilik/saçmalık’ olarak değerlendirilmesine şiddetle karşı çıkar. Böylece o, mistiklerin yaşadıkları olağandışı deneyimlerin dile getirilmesinde, onların çelişkili, sürrealist ifadeler kullanmalarını normal sayarken, “bundan başka bir yol bulunmadığına da inanmak gerekir,”der. Gerçekten bu tür anlatımlarda, hep çelişkili içerikler sergilendiği özgün metinlerde açıkça görülür. Zaten, mistikler aracılığı ile fizik âlem ile metafizik âlem arasındaki bilinmez/ görünmez bağlantıların kurulması sırasında, bilinenlerin ve onlar tarafından görülenlerin bizlere anlatımları esnasında bazı normal dışı farklılıkların olacağı ve sergileneceği tabi ve olağan görülebilir, görülmelidir de. Eşyanın tabiatı bunu gerektirir.

2. Olumsuz Eytişimsel Dil Yöntemi Tasavvuf âleminde tarihsel süreç içinde mutasavvıfların ve diğer mistiklerin mistik deneyimlerinin doğrudan anlatımları sırasında kullandıkları bir başka yöntem, bir başka ifade tarzı ise, daha değişik bir söyleyişle (Negatif Diyalektik Dil Usulü)dür. İlahiyat yazınında yaygın biçimde kullanıldığı görülen bu türün anlatım sistemindeki; işleyiş mekanizmasına gelince, bu şöyle cereyan eder: Bu bir tür din dilidir, bu tarzda mutasavvıf ya da mistik, ilk kez, mistik nesneye ilişkin olası bir tanım tasarlar ya da varsayım olarak nesneye(objeye) yüklemeyi düşündüğü olası bir yüklem hazırlar. Sonra da döner o tanımı ya da yüklemi olumsuz kılar. Bu mistik işlemi, kendi özünde birkaç kez yineler. Bu şekil-

de mistik ya da mutasavvıftan nesneye ilişkin olarak, bir takım duygu ve düşüncelerin ortaya çıkacağına inanılır. Aslında tasavvuf ya da din literatüründe negatif diyalektik dil tarzı adı verilen bu yöntemin kullanımı oldukça sert eleştirilerle karşı karşıya kalmıştır. Çünkü din dilinde bir şeyin ne olmadığı hakkında olumsuz ne değin söz söylenirse söylensin, o şeyin ne olduğu hakkında zihinlerde bir fikir, algı, düşünce belirmeyeceği düşünülmüştür. Doğru değil mi? Aslında bu boşu boşla tartmak gibi bir şey. Olumsuzu olumsuza yükle seni gerçeğe taşısın, pek olacak şey gibi değil. Ama bu, mistiklerin anlatımda başvurdukları bir temel yöntem.

3. Simgesel Dil Yöntemi M. Namık Çankı, ‘Felsefe Lügati’ adlı yapıtında, sembol’ün ‘alâmet, nişâne, mühür’, ’rütbe ve makam işareti’, ‘pey akçesi’ ve ‘teminat’ anlamlarına geldiğini belirtirken yine de o, bu sözcükler içerisinde sembol’e en uygun karşılık olarak, İ. Fenni Ertuğrul gibi, ‘remzi’ sözcüğünü görür. Günümüzde sembol’e karşılık olarak simge sözcüğü kullanılır ise de, yine bazılarına göre bu sözcük sembolün sahip olduğu dinî, kültürel ve antropolojik anlamlarını tam olarak içermez (Tahir Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm s. 42). Aslında varılmak istenen, bilinmeyenin bilgisi olunca her şeyin dibine değin inmek doğru olur. Mistiklerin yaşamları içinde yer alan mistik deneyimlerini insanlara yansıtmak üzere kullandıkları bir diğer anlatım yöntemi ise, sembolik dil tarzıdır. Bu yöntem, mistik deneyim nesnesinin güncel yaşamın dışında, hatta ötesinde kalan, dolayısıyla günlük dil araçlarının mistik deneyimleri anlatımdan uzak ve yetersiz kaldığı varsayımına dayanılarak oluşturup üretilmiş yeni bir anlatım düzeneğidir. Mistik deneyimlerin diğer insanlara aktarımı sırasında kullanılacak daha yeterli bir başka araç da yoktur denebilir. Bu durumda yapılacak iş, günlük dile ilişkin öğelerin, onlara yeni anlam ve içerikler yükleyip/kazandırarak kullanımlarını sağlamaktır. Bu ise bizi, dilin zengin ufuklar içeren simgesel kullanımı yöntemine götürür. Etimolojik açıdan baktığımızda sembol, eski Yunanca ‘symballö’ fiilinden türetilmiş bir sözcük olarak karşımıza çıkar. ’Symbolon’ ismi işaret anlamını, kök anlamı kıyaslamak, kestirmek ya da çıkarsamak olan ‘symballö’den almıştır. Ama sembol sözcüğünün daha derin ve değişik anlamı, fiilin daha özgün anlam ve içeriğinde, dahası bir araya getirmek ve birleştirmek anlamlarında gizli ve saklı tutulmuştur. Sembol(simge) bu kök anlamıyla, bir araya getirme işini iki şekilde oluşturup gerçekleştirir:

a) Aslında simgeler, bir toplumu birleştiren ve kenetleyen en önemli etmendir. Yine aslında simgeler, toplumun anlam merkezi olup, toplumun inanç ve davranışlarına şekil verirler. Buna göre simgelerin iki önemli toplumsal işlevi bulunmaktadır. Bu bağlamda simgeler birinci olarak, bireyleri belli bir biçimde ortak hareket etmeye yönlendirirler. İkinci olarak da, farklı halk yığınlarını iyi işleyen bir topluma dönüştürürler. Özetlersek; bu açılardan semboller, bir toplum içindeki ortak yönleri artırır ve pekiştirirler; farklılıkları ve zıtlıkları azalSayı 44


SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF tırlar. Böylece simgeler, bir ulusun birlik ve bütünlük içinde yaşamasına ana katkıda bulunurlar, diyebiliriz.

b) Simgeler, dağınık olay ve gerçekliklere tu-

tarlı bir bütünlük kazandırırlar, onları anlaşılır kılarlar. Yine sonsuz türdeki anlam ve ilişkileri bir araya getirirler. Böylece tek bir figür ya da olay, bir dizi karmaşık örnek ve ilişkileri özetlemiş olurlar. Görülen karışıklık işte burada gizlidir. Bu sosyolojik açılardan baktığımızda, yeryüzünde binlerce yıldan beri, gelmiş-geçmiş ozanlar, ressamlar, diğer sanatçılar simgeler aracılığı ile insan yaşamıyla ilgili derin inanç ve düşünceleri hep somut imgeler ortamına taşımışlardır. Böylesine aktarmalarda kullanılan sayısız simgeler, içerdikleri iletilerin kolayca anlaşılıp algılanmalarını ve anımsanmalarını sağlarken, bir yandan da inanç ve düşünceleri sınır tanımaksızın biçimlendirip belirginleştirmişlerdir. Şunu iyi bilelim ki, bu yazın türü, inanç ve düşünce alanında tutarlı ve diri bir simgeler sistemi, insanın kendisi, içinde yaşadığı toplum ve sonunda evren ile derin bir uyum içinde yaşayıp gittiğini algılayıp hissetmesini sağladığı gibi, ayrıca ona kolektif eylem esini de vermiştir. Bütün bunlar onun yaşama gücü ve şiiridir. Öyleyse sembol(simge) nedir? Simge, bir gerçeğin yerine geçen duygusal ve hayâli nesne ya da var olmayan bir şeyi hayâl edebilmek için kullanılan doğrudan, yani kendiliğinden deneyim aşamasından geçirilen herhangi bir şeydir. Bu tanımın içindeki sembol, herhangi bir nedenden ötürü insanın duyularıyla algılayamadığı bir şeye onu yönlendiren algılanabilir her şeydir. Gerçekte sembol, birleştirmek anlamını eski Yunan’daki toplumsal ve hukuksal arka planda bulunup yer alır. Sonunda tanınma ya da onaylanmanın bir belirtisi olarak, iki parçaya bölünmüş bir nesnenin her bir parçasına ‘symbolon’ adı verilir. Bu parçalardan birini elde bulunduran kimse, diğer parçaya sahip olan kişi karşısında kimliğini kanıtlamak ya da yapılmış bir anlaşmayı ispatlamak amacıyla elindeki parçayı gösterir. Aslında anılan sözcük, somut bir nesne hakkında kullanıldığı gibi yazılı metinler hakkında da kullanılabilir. Sembol gerçeğinin dinsel alanda kullanılmasına gelince; Hıristiyanlık teolojisinde sembolün iki anlamı vardır: İlki, Hıristiyanlık inanç kurallarına iman edildiğinin toplu biçim de sözlü olarak ikrar edilmesi, ikincisi ise bu inancın anlatıldığı araç, simge ve eylemlerdir. Bu bağlamda sembol, kendisinde algılanan ve algılanmayan dünyaya ilişkin iki boyutu içerip birleştirir. İnsanda mevcut iki varoluş boyutunu, bir başka söyleyişle insan, cismânî ve ruhânî iki âlemi nefsinde toplar. Zira insanın çamurdan yaratılıp oluşturulan etten kemikten bedeni, onun maddi ve geçici yönünü temsil ederken, diğer yandan bu cesede üflenmiş kutsal/ tanrısal ruh da onun kutsal (rûhânî) yönünü temsil etmektedir. Demek ki insan doğası bir yönüyle somut, diğer bir yönüyle de soyut bir görünüm sergilerken, rûhânî ve cismânî âlemler arasında köprü görevi üstlenir; görülen odur ki, insan çift doğalı bir yaratıktır. Dahası o bir ara-varlıktır. Bu nedenle doğrudan deneyim edinebilir, bedeniyle rûhânî âlemi temsil edebilir. Bu kutsal özelliği nedeniyle o dünyada, tam yetkin bir sembol olarak görülmelidir. Bir de tasavvuf düşüncesinde evren ya da

Ağustos 2008

kozmos anlamında kullanılan ‘âlem’ sözcüğü de kendisinden başkasını simgeleyen bir varlık olarak da düşünülür. Bu alanda örneğin ‘âlem’, ‘alâmet’ sözcükleri, tıpkı ‘âlem’ ve ‘ilim’ gibi aynı kökten türetilmiştir. Bu türeyiş, âlemin hem bilgi kaynağı, hem de kendisinden başka bir şeye işaret ederken bile bir işaret, bir alâmet göstergesi olduğu izlenimi verir. Bunun en güzel belgesel örneği de; Kur’ân-ı Kerîm’in ilgili birçok bölümlerinde bütün varlıkları “Allah’ın âyetleri” yani işaretleri olarak görüp göstermesidir (Fussilet Sûresi, 41:33). Hatta İbn Arabî, “O’nun Hak olduğu iyice belli olsun diye onlara ufuklardaki ve nefislerdeki âyetleri göstereceğiz” (41: 53), âyetindeki (âyet) sözcüğünü simge olarak değerlendirip niteler. Anılan âyette geçen “Ennehû’l-Hakk” ibaresindeki üçüncü tekil şahıs ‘hû’ zamirini, İbn Arabî, Kur’ân-ı Kerîm’e değil, Hakk’a gönderir. Böylece bu bağlamda, ‘Kur’ân’ın hak olduğu değil, ‘kevnin’ ya da kozmosun Hak, yani evrenin Tanrı’nın tecellîsi (görünümü) olduğu şeklinde anlar ve evrendeki bütün varlıkları, Tanrı’ya işaret eden simgeler olarak görür. (El Fütûhâtı Mekkiyye II/147). Yine aynı yapıtında o, “Âyetler, O’nun, âlemin ayn’ları olan tecellîgâhlarda zâhir olan Hakk olduğunu gösteren delâletlerdir.”der (II/147). Simgesel anlatım tarzının en güzel örneklerini İbn Arabî’nin yapıtlarında buluruz. Paul Tillich (öl. 1965), “Simge işlevi gören nesnenin ya da imgenin simge olma özelliği onları vaz eden ve kullanan bireylerin empoze ettiği dış ve fazladan bir nitelik midir, yoksa onlar bu özelliklere yaratılışları gereği mi sahiptirler?” sorusunu sorarken, bu soruyu, su öğesini Hıristiyan baptizminde kullanıldığı şekliyle ele alır ve bu kez soruyu şu biçimde sorma gereğini duyar: “Acaba su ritüeli sadece Hıristiyanlık dininin kurucusunun bir emrine uymak için mi kullanılmaktadır; yoksa o, günahtan temizlenmenin canlı bir temsili midir?” Aslında Tillich, bunların her ikisinin de su ritüeli için bir gerekçe olarak öne sürülebileceğinin, ancak bunlardan hiçbirisinin tek başına, su ritüelinin gerçek bir dinî simge niteliği kazanmasını açıklamayacağını da izah edip vurgular. Bir başka söyleyişle ona göre, suyun, kendine özgü bir gücü ve özel bir niteliği olduğu açıktır. Bu doğal güç sayesinde su, kutsal gücün taşıyıcılığını yapmaya ve sakramentel bir aracı olmaya elverişli duruma gelmiş olur. Birtakım soyut düşünceleri örneklendirerek açıklamak için insan tarafından seçilen somut bir imge olmaktan uzak duran simge, dinsel bağlamda, daha yüce olan metafizik gerçeğin daha aşağı derecedeki, dahası fizik dünyadaki bir yansımasıdır. Martin Lings (öl.2005)’e göre, “Semboller, sadece semboldürler, arketip değildirler. Dolayısıyla ‘bu dünyalı’ olan semboller, bu dünyanın bütün koşul ve sınırlılıklarına tabidir. Bu yüzden onlar hakikatin kendisi olarak değil, hakikate açılan bir pencere olarak görülmelidir.” Yine ona göre “sembol, bu yüce gerçeği simgeler ve onunla yaprağın kökle olan ilişkisi gibi yakın bir ilişki içindedir.” Mevlana (öl. 1273) da bu olguyu, “Misâl, misl gibi değildir.” sözü ile dile getirir. Yani sembol sadece hakikati anımsatmakla yetinir, işlevi budur.

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49.174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49.221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49.179.207 20 65 Mönchengladbach Vedat Bican ....... +49.177.426 56 68 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Çorum: Merkez Aşık Cefaî ..........................0536.632 63 28 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50

29


SERÇEÞME

MERCAN ERZİNCAN İLE SÖYLEŞTİK

Bir Dize Bin Yıllık Kültürü Bugüne Taşır Seda Coşkun

A

NADOLU müziğine, kültürüne yürekten bağlanmış; özüne, sözüne, demine sevdalı Mercan Erzincan, sesiyle, yorumuyla “Türküler insanın iç dünyasına yaptığı en güzel yolculuktur” diyerek gönüllerimize mihman oluyor. Dişi turna avazıyla ayrılık, hasret, gurbet türkülerini, dillendirerek can kattığı misafirliğinin iz bırakması dileğiyle… İyi bir müzik eğitimi aldığınızı biliyorum. Biraz bahseder misiniz? 1987 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarına başladım. Ortaokuldan itibaren konservatuar benim hayatımın büyük bir dönemini kapsadı. Ailemin yönlendirmesi ile yıllar geçtikçe benim için doğru yer dediğim okulumdan ayrılmak zor gelse de 1998 yılında mezun oldum. Okulun yanı sıra 1990 yılına kadar Arif Sağ Müzik Merkezi’ne devam ettim. 2005 yılında Haliç Üniversitesi’nden yüksek lisansımı tamamlayıp mezun oldum. Hocalık ne kadar zamandır devam ediyor? İlk hocalık deneyimime 1994 yılında başladım ve halen devam ediyorum. Okulda aldığım eğitimi pekiştirmek için aslında eğitmenlik bir şanstı. Bu anlamda ders vermenin çok faydasını gördüm. İlk albümden bu yana neler değişti? İlk albüm yeni mezun olmuş bir öğrencinin heyecanı ile yapıldı aslında. Albümün repertuarı çok güzel icracılar kendi alanında ustalardan. Kendimi tabii ki herkesten önce ben eleştiriyorum. Türküler daha iyi icra edilebilirdi diye. İkinci albümde aradan dört yıl geçmişti ve bu sefer türkü okumanın sorumluluğunu daha fazla hissetmeye başladım. Yeni albümünüzü anlatır mısınız? “Mihman” son albüm. Bu benim daha adını söylerken etkilendiğim bir albüm. Nedeni ise aradan geçen zaman içinde sanata ve dünyaya bakışım değişti. Repertuar aşamasında başka kimsenin önerisi olmadı, çünkü beni etkileyen türküleri ve duyguları yansıtmak istedim. Sonraki aşamalarda yine usta icracılarla birlikte gönüllere mihman olmak istedik. Aslen nerelisiniz? Sivas’ın Divriği ilçesinde doğmuşum. İlkokul üçüncü sınıftan sonra ailemin İstanbul’a göç etmesinin tek sebebi eğitim sorunudur. Çocukluğunuz nasıl geçti, ailede müzikle ilgilenen kişiler var mıydı? İstanbul’a taşınmadan evvel babam ve ağabeyim bağlama kursuna amatör olarak devam ettiler. Benim bağlamaya pek hevesim yoktu. Ama dört yaşında iken çok fazla türküyü hafızamda tuttuğumu ve aile meclislerinde söy-

30

lediğimi hatırlıyorum. Ailemin türküye olan tutkusu beni etkilemişti. Çocuk yaşta iken halk müziği adına çok önemli konserleri ailem sayesinde izlediğimi hatırlıyorum. Bunların başında “Muhabbet” konserleri gelir. Halk müziğinde kadın seslerinin yeterli olduğunu düşünüyor musunuz, kimleri beğenirsiniz, örnek aldığınız kişiler kimler? Bir genelleme yapacak olursak kadın icracıların ve kaynak kişilerin az sayıda olduğunu görebiliriz. Benim müziğe ilk adımımı attığımda etkilendiğim isimlerin başında Belkıs Akkale, Sabahat Akkiraz, Güler Duman, Emel Taşçıoğlu, Bedia Akartürk gelir. Çalıp söyleme geleneğini sürdüren Güler Duman sazını elinden hiç bırakmadığı için güzel bir örnek olmuştur. Erkekler arasında? Aklıma ilk gelen isim Arif Sağ hocam. Sahnede duruşu ve kullandığı beden dili beni her zaman etkilemiştir. Musa Eroğlu, Muhlis Akarsu çocukluğumdan itibaren vazgeçemediğim icracılar. Daha sonra konservatuar yıllarında Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Davut Sulari, Zaralı Halil, Celal Güzelses gibi usta icracıları dinledim. Son yıllarda Alevi Kültürüne büyük emek veren Dertli Divani sayesinde okuduğumuz deyişlerin arkasındaki derinliği görmemi sağlamıştır. Halk müziğinin günümüzdeki konumuna dair neler söylemek istersiniz? Halk müziği benim hayatımda her zaman çok yüce bir yerdedir. Bu zor bir yaşam şeklidir. Bu yola gönül verenler zaten bunu bilirler. Beklentilerde o doğrultudadır. Hani hep derler ya “halk müziği halkı anlatır”. Bizim ülkemizde halk müziği icracısı olmak zaten zoru başarmaya çalışmaktır. Geleneğin taşıyıcıları o dönemin en iyi yansıtıcıları olmuşlardır. Bir nevi yaşamın aynasıdırlar. Bizlere ise aynaya bakıp gördüklerimizi doğru yansıtabilmek düşüyor. Bu sorumluluk anlamında Halk Müziği zorlu bir yoldur. Eserlerin seçiminde geleneksel eserlere mi ağırlık veriyorsunuz? Geleneksel eserlerin köklerinin toprağa daha sıkı sarıldığını hissediyorum. Bunu hissetmemin nedeni zaman mevhumudur. Rüzgarın zamanla kayalara verdiği şekil nasıl doğalsa türküleri de böyle düşünüyorum ve yaşamın doğallığını buluyorum. Halk müziğinin geçmişten günümüze gelişme kaydettiğini söyleyebilir miyiz, yoksa aksi bir durum gerileme mi söz konusu? Halk müziğinin kendini ifade etme gibi bir sorunu yok aslında sorun icracıların ne kadar anladığı ve anlatma biçimleridir. Var olan bir hazineyi nasıl kullanabileceğimizdir. Sanatta eski ve yeni kavramlarını birbirinden ayırmak olanaksızdır. İkisinin de birbirine ihtiyacı vardır. Sanatçı icrasında, elindeki cevheri değerini düşürmeden ve güzelliğini bozmadan şekillendirmelidir. Vereceği şekil düşünde gördüğü ve anlatmak istediği yeni tasarımıdır ama cevheri eskiden beri var olandır. Halk müziği icracıları birbirlerini olumlu yönden etkiliyor mu? Sanatçı kendisine daima hedef belirleyen kişidir. Halk müziğinin temel unsurlarından

birisi usta-çırak geleneğidir. Ustasını iyi analiz eden çırak önce icralarını ustadan gördüğü gibi sonra ise kendi nüanslarını ve yorumunu ekleyerek sunmak zorundadır. Her sanatçı adayı ustasını aşamayabilir, işte o zaman sadece taklit etmekle kalır. Şayet başarıya ulaşırsa kendisi de ileriki zamanlarda usta konumunda çıraklarına örnek teşkil edecektir. İşte bu anlamda, halk müziği icracıları bu geleneğin devamını getirmek adına, önce geçmişten günümüze tüm ustaların saz ve şan tekniklerini analiz etmek, sonra da kendi sanatçı kimliklerini yaratmak zorundadırlar. Bağlamayı ilk elinize aldığınız günü hatırlıyor musunuz? Kimden öğrendiniz? Bağlamayı konservatuarda hocam Kenan Durul’dan öğrendim. Bir an önce çalmak ve söylemek istiyordum. Hiçbir zaman bir bağlama ustası olmayı düşlemedim. Türkü söylemek benim için nefes almak gibiydi ve mutlu olduğum bir işti. Bunu bağlama ile gerçekleştirmek sonradan vazgeçemeyeceğim bir şey oldu. Avrupa’ya gidip geliyorsunuz, oradaki Türklerin halk müziğine ilgisi nasıl? Gurbet halk müziğinin etkileyici temalarından biridir. Gurbette olan ve sılada kalanın özlemini ve hasret kelimesinin anlamını, yurtdışı konserlerinde çok derinden hissettim. İnsan doğasında yitirmek ve ulaşamamak büyük etki uyandırır. Gurbette olanların türkü dinlerken gözlerinde başka bir ışıltı görmek mümkündür. Beste ve derleme çalışmalarınız var mı? Sanatta bir yol belirlemek sanatçı için zor bir şeydir. İnsanın kendini tanıması ne istediğini bilmesi ve enerjisini ne yöne harcayacağı sanat yaşamında dönüm noktasıdır. Ben ne istediğimi bilerek bu işe girdim. Her zaman istediğim türkü söylemekti. Ve çalışmalarımı bu yönde yapıyorum. Beste içimden geldiği için birkaç kez yapmıştım, ama albüme okumaya gerek görmedim. Çünkü bu benim bir deneme çalışmamdır. Halkın kullandığı motifleri alıp düzenleyip “bunu ben buldum” demek bana doğru gelmiyor. Bestede bir halkın tüm yaşam biçimini, renklerini, kimliğini, kokusunu yansıtacak birikimde bulmuyorum kendimi. Bu her nota bilen insanın hissedeceği bir şeydir diyemeyiz.

Sayı 44


SERÇEÞME ve insan sevgisini barındıran, başka inançlara saygı ile yaklaşan ve temelinde adalet duygusunu içeren bir yaşam biçimidir bence. Ben de bu kültürün bir ferdi olarak sazımı çalarken ve deyişleri söylerken belki bir dizede bile bin yıllık kültürün o büyüleyici güzelliğini, “hem direnen hem de incitmeyen” bir felsefeyi yaşatan günümüze kadar taşıyanlara hayranlığım artıyor. Alevi kültürünün türkülere katkılarını nasıl değerlendirirsiniz?

Türkü seçimini neye göre belirliyorsunuz? Son albüm “Mihman” kendimi daha iyi tanıdığım bir albüm diyebilirim. Repertuar aşamasında sahnede de zevk alarak söyleyebileceğim türküler seçmeye gayret ettim. Kendi yöreme biraz ağırlık verdim. Urfa, Nevşehir, Kayseri ve Tokat türküleri de severek okuduğum türküler. Bundan sonraki albümlerimde daha farklı yörelerden de okuyabilirim, ama icra anlamında kendimi daha çok İç Anadolu Bölgesi türküleri ile ifade edebildiğimi düşünüyorum. Halk müziğinin temel nitelikleri, diğer müzik türlerinden ayıran yanları nelerdir? Türk Halk Müziği yaşayan ve nefes alan bir ifade biçimi bence. Bundan dolayı halk müziğinin “değeri bilinmiyor” gibi kaygılar boşunadır. Halk müziği yöresel özellikleri bünyesinde taşır. Mesela Karadeniz insanının yapısındaki dinamizmi ve neşeyi, Orta Anadolu’da yaşayan Abdalların feryadını, Ege’de Zeybeklerin heybetli oyunları ve efsaneleşen kahramanlarını, Güneydoğu Anadolu’da Barakların zurnasındaki tüyler ürperten yakarışı hissetmemek mümkün değildir. Basın Türk Halk Müziğine yeteri kadar yer veriyor mu? Günümüz üzerine bir genelleme yapılırsa, popüler kültür etkisinde kalan ve bu kültürün kurbanı olmamaya çalışan insan topluluğu diye ikiye ayırıyorum ben. Popüler kültür kurbanı dediğim kitlenin halk müziği ile ilgilenmesi, her alanda olduğu gibi gelip geçici ve bir moda şeklindedir kimi zaman. Belki bir sinema filminde duyup sevdiği türkü için hayatında bir kez türkü albümü almış olan insanlar da vardır. Bunu yadırgamıyorum ve eleştirmiyorum. Diğer taraftan da türküyü yaşamın bir gerçeği gibi görüp hayatının vazgeçilmezleri arasında ilk sıraya alan insanlar da var. Bunların hepsi insanların tercihidir ve bu tercihleri yapan kişiler de okumak istedikleri zaman kaynak konusunda sıkıntıya düşmeyeceklerdir gibi geliyor bana. Çünkü bu alanda gayet seviyeli araştırma yapan dergi ve gazeteler bulma imkanları eskiye nazaran daha fazla. Bu anlamda günümüzde boyalı basın dediğimiz gazetelerden medet ummak ve bahane aramak doğru değil. İnsanlar yeter ki okumak ve öğrenmek istesin, gerisi gelir. Alevilik sizin için nedir? Benim Aleviliği algılamam mesleğimle paralel olarak geliştiği için kendimi şanslı buluyorum. Küçük yaştan itibaren deyişlere olan ilgim ve sevgim bu kültürü daha yoğun yaşamama neden oldu. Alevilik özünde insan eşitliğini

Ağustos 2008

Alevi inancında müziğin yeri çok kutsaldır. Bu inançta kutsal sayılan “telli kuran” yani bağlama önemli bir araç ve simgedir. Başka inançların aksine müzik günah değil birleştirici ve eğiticidir. Alevi müziğinde deyişler, semahlar, duvaz ve mersiyeler yaşanmış tarihin delilleridir. Özünde ibadet olan bu müzik biçimi doğal olarak diğer müzik biçimlerinden ayrılır. Eşinin müzik hayatına etkisi nasıl? Avantajlarının yanında dezavantajları da var mı? Halk müziğinde usta-çırak geleneğinden bahsettik az önce. Ben de zaman zaman en şanslı çıraklardan olduğumu düşünüyorum, çünkü çevremde örnek alacağım ustalarım var. Bunlardan birisiyle hayatı paylaşmak benim için çok değerli. Konservatuar yıllarında öğrenci iken aynı sırayı paylaştığım eşim özellikle halk müziği anlamında daima bilgi alabileceğim bir kaynak oldu benim için. Müziği sadece dinlemek değil içindeki ayrıntıyı konuşabilmek, bunun yanı sıra geleneği irdeleyebilmek anlamında paylaşımımız son derece değerli. Profesyonel müzik hayatına atılırken bana yön veren eşim, benden önce bu işe başladığı için tecrübelerini daima benim gibi bu mesleğe yeni başlayan müzisyen arkadaşlarımızla paylaşmaktan hiçbir zaman yorulmamıştır. Bunun yanı sıra aynı meslekten olmanın hem avantajı hem de dezavantajı var tabii ki. Halk müziği icracıları olmamız bizim bazen tek bir insan gibi düşünülmemize sebebiyet veriyor. Bu çok az rastlanılan bir durum ama tabii ki bizler iki ayrı insanız, farklı düşüncelerimizin ve zevklerimizin olması çok doğal bence. Son olarak sizi sevenlere iletmek istedikleriniz neler? Benim gibi birçok müzisyen arkadaşım bu ülkede müzisyen kalabilmek için mücadele veriyor. Birçok olumsuzluğun yaşandığı ülkemizde müzik genellikle ihtiyaç anlamında son sıralarda yer alıyor. Aslında bu böyle olmamalı. Müzik önemli bir ihtiyaçtır ve insan üzerinde olumlu etkiler uyandırır. Bazen dinlediğiniz bir eser gününüzü daha iyi yaşamanıza sebebiyet verir dahası düşündürür. Halk müziğine sevdalanmamın nedenlerinden birisi de bu olmuştur “düşündürmesi”. Türküleri günümüzde yürütülen çeşitli politikalar, içi boşaltılmış televizyon programları, sorgulamayan, düşünmeyen toplum istemine bir karşı duruş olarak görüyorum. Halk müziği dinleyicisi türkülerdeki ve deyişlerdeki derinliğin farkına varabilmiş insanlardır. Sanatçı ve dinleyici birbirine kenetlenirse işte o zaman tüm zorluklar aşılır ve verilen emekler boşa gitmez. Sanatçı ne kadar sorumlu ise dinleyiciye de aynı oranda sorumluluk düşüyor ve kültür tek başına bir insanın yaşatabileceği bir kavram değildir. Hep birlikte mücadele ve emek vermek gerekiyor. Bu yüce kültüre emek veren tüm Serçeşme dergisi çalışanlarına sonsuz teşekkürler.

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

HACI BEKTAŞ VELİ ETKİNLERİNDEN GERİYE KALAN EN OLUMLU SONUÇ GENÇLİK ÖRGÜTLERİ TEMSİLCİLERİNİN TOPLANTISI OLDU

Demokratik Alevi-Bektaşi Hareketinin Gençleri Huzurda Esen Uslu

Gençlik Forumu

H

ACI BEKTAŞ VELİ etkinliklerinde yapılan en önemli çalışma bence gençlik temsilcileri forumu oldu. Önümüzdeki yıllarda demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin çekirdek kadrosunu oluşturmaya aday gençler bir araya geldi ve bir toplantı yaptı. Forumun iç örgütlenmesinde doğal olarak bazı sorunlar göze çarpıyordu. Bunlardan birincisi, tüm toplantının medyaya göre, daha açık sözle, Yol TV’nin ihtiyaçlarına göre düzenlenmesinin yarattığı lüzumsuz ve toplantı akışına zarar veren zorlamalardı. Toplantının başında açış konuşmasını yaparken Fevzi Gümüş can da bu gereksinmeleri gençlere anlatırken oldukça zorlandı. İkinci sorun ise adı “forum” konmuş olsa da bu toplantının bir forum özelliği taşımaması oldu. 1968’in kırkıncı yılında yapılan bu toplantının adı, altmışlı yılların öğrenci forumlarına öykünmeler taşısa da kendisi bir “forum” olmadı. Altmışlı yılların öğrenci forumların son dönemlerine yetişmiş bir “yaşlı” olarak, genç kardeşlerime kendi deneyimimden aktarayım: Bugün efsane haline gelmiş o gençlik forumlarında “fikri olan” konuşurdu. O forumlarda, bilinen örgütsel ezberleri tekrarlayan bir sıra örgüt temsilcisinin ard arda söz alması söz konusu bile olmazdı. Hele hele söz alanların birbiriyle tartışmadığı bir toplantıya forum denmezdi. Daha da önemlisi, o forumlar çoğunlukla somut bir işe, pratiğe yönelik yapılırdı. Tartışılan konu havada bırakılmaz, somut bir karara varılır ve forumun hemen ardından, hep birlikte sokağa çıkılırdı. Bu nedenle forumun kararları, “sonuç bildirgesi hazırlama komisyonu”nda yürütülen siyasi pazarlıklara bırakılmazdı Hele önceden belli kararların onaylatılması “siyasi kurnazlığı”, o forumlarda işlemezdi. O forumların kararları, öğrenci örgütlerinin ve liderlerinin önceden vermiş olduğu kararları ile uyuşmayabilirdi. Hatta onları zor durumda bırakacak olmasına karşın uygulamaya konurdu. Bazen böyle kararların hataları işin içinde görülür, sonradan bir başka forumla düzeltilirdi. Bazen de önceden karar almış, ama forumda görüşleri onaylanmamış, hatta aşılmış öğrenci örgüt ve liderleri geri planda kalır, hareket alır başını giderdi. Bugün adı anılan öğrenci örgütleri, liderleri bu demokratik süreç içinde yetişti, yetkinleşti ve hala anılan o efsanevi niteliklerini kazandı.

Gençlik Geleceğimizdir Tatlı Yalanı

B

U EKSİKLERE karşın çok sayıda, iyi konuşan, konulara hâkim, kararlı ve eylemci genç arkadaşımızın harekette ve örgütlerde sorumlu görevlere talip olduğunu görmek çok sevindirici oldu. Foruma katılan gençlerin eylemci yönünün altını iyice çizmek gerek, çünkü bir gün önce yapılan protesto yürüyüşünün ana gücünü onlar oluşturuyordu. Bu gelişmenin önü “yaşlılar” tarafından kesilmezse, gençlik kendi akışı içinde yolunu bulacaktır. Çok sayıda gencin bu konuyu dile getirmesi, “Artık yalnız ‘iskemle taşıyan, afiş yapıştıran’ olmakla yetinmiyoruz, söz ve karar sahibi olmak istiyoruz. Bizi destekleyin; keseniz, dilinizi izlesin!” demesi gidişin bu yolda olduğunu göstermekteydi. Gençlerin hareketli, özverili ve eylemci çalışmayı, düşünme ve karar alma süreciyle bağlamak istediğini gösteren bu sözlerden duyulan sevinç ABF ve AABK adına konuşan canların konuşmalarına yansıdı. Ne yazık ki bu sevinç, birçok temsilcinin konuşmasına “gençlik geleceğimizdir” sözleriyle yansıdı. Bu iki sözcük, ne yazık ki, dinlerken kulağa hoş gelen, ama aslında eski ve yaşlı örgüt yöneticlerinin, sorumluluk almak isteyen

genç eylemcileri pış-pışlamak, onlara hoş görünürken, söz ve karar alma yetkisi, girişim olanağı vermemek, para ve kaynak ayırmamak için kullandığı bir tatlı yalan halini almış. Altmışlı yılların gençlik forumlarının bizlere öğrettiği gerçek ise bambaşkadır: Gençlik geleceğimiz değil, bugünümüzdür! Ne zaman geleceği belli olmaz yarınları beklemek yok; gençler bugün yola düşmek, sorumlulukları üstlenmek ve tarihsel görevlerine sahip çıkmak zorundadır. Gençler için yarın, inmeli-hastalıklı yaşlılıktır; onlar bugün doludizgin yaşamak ve savaşmak zorundadır. Bir gerçek, toplantıda çok ilginç biçimde yansıdı. Türkiye’deki merkezi örgütlerin gençlik sorumlularının ve o örgütler adına toplantıda konuşan temsilcilerinin (yaşlı demeye dilim varmıyor, diyelim orta) yaşlı olmaları, buna karşın Avrupa örgütlerinde sorumluluk almış canların gerçekten genç olmaları son derece çarpıcı olarak görüldü. Bu nedenle Türkiye’deki demokratik Alevi-Bektaşi örgütleri zaman geçirmeden bu eksiklerini gidermeye girişmelidir. Bu örgütlerin yöneticileri her yöntemi kullanarak gençlerin önünü açmalıdır. Onları söz ve karar sahibi yapmaktan korkmamalıdırlar. Bu konuda atılmaya başlayan adımlar, hızlandırılmalıdır. Hemen hatırlatalım, benzer çaba Alevi-Bektaşi kadınların girişim gücünün önünün açılması için de gereklidir.

Alevilerin “Serçeşmesi” Nedir?

H

ACIBEKTAŞ’TA yapılan demokratik Alevi-Bektaşi hareketinin toplantılarında sık kullanılan bir fikir, Hacıbektaş ilçesinin Alevilerin “Serçeşmesi” olduğu fikriydi. Türkiye’deki Alevi-Bektaşi örgütlerinin temsilcilerinin konuşmalarına da sızan bu fikir, esas olarak Avrupa’daki örgütleri temsil eden canların konuşmalarında daha sık duyuldu. Bir dönem Hacıbektaş ilçesini ya da Hacı Bektaş Türbesi’ni “Alevilerin Vatikan’ı” olarak adlandıran görüşler de bu kaynaktan gelmişti. Tek tanrıcı bir dinin en gerici yorumunu temsil eden Katolik Kilisesi’ne yapılan bu benzetmede hiç yerine oturmayan bir çok yan vardır. Ama en başta unutulan nokta, Vatikan’ın kendisinin değil, orada oturan Papa’nın kutsal olduğu, gökteki Allah’ın yerdeki temsilcisi olduğu inancıdır. Alevilik-Bektaşilikte, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın Mürşid’ine özel bir önem verilir, ancak bu yakışıksız benzetme onun bu konumunu esas almıyor. Tam tersine, bu benzetme, “inanç turizmi” gibi bir bezirganlık kavramına bağlı olarak taşta-toprakta; devletinin ilçesinde ya da belediyesinde bir “kutsiyet” varolduğunu önesürmektir. Alevilerin-Bektaşilerin “serçeşmesi” Hünkâr Hacı Bektaş Dergâhı’dır. Bunun modern çağda anlamı, Hacı Bektaş’ın felsefesi ve düşünme yöntemidir. Bu bilgiden feyz almayanlar, bu felsefeyi kendilerine davranış kuralı, yaşam biçimi yapamayanlar; Hacı Bektaş’ın düşünce yöntemini öğrenmeyen ve kendisi düşünürken kullanmayanlar, taşların ya da yörelerin kutsallığına inansalar da modern çağda akıllı işler yapamazlar. Alevilere dört bir yandan çarpan değişim rüzgârlarının önünde sürüklenmekten kurtulmak için iyi niyetlerinden kuşku duymadığımız Alevi-Bektaşi aydınların bu düşünceye ve felsefeye sahip çıkmaları gerekir. Yoksa Alevi-Bektaşiliğin, Sünni egemen toplumun mahalle baskısına boyun eğerek gericileşmesi; Ilımlı Alevilik olarak AKP’ye yem edilmesi; Vakıflar eliyle tektanrıcı bir dinin mezheplerinden birine dönüşmesi çabalarına karşı durulamaz. Alevileri-Bektaşileri geriliğin ve gericiliğin kucağına çekme çabalarına karşı durmanın tek yolu, “Serçeşme” diye bilinen felsefe ve düşünme yöntemine sahip çıkmak, bu bilgiyi gündelik yaşamda ve mücadelede her gün kullanmaktır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.