SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Bu Sayida
AŞKIMIZ BEDENİMİZLE “MÜHÜRLÜDÜR”
Ozan Emekç - Halk Ozanınrı Kabul Edemeyeceği Şey Dalkavukluktur - Ahmet Koçak Fkret Otyam Bu Tarihi Kararı Herkes Bir Kenara Yazsın! Esat Korkmaz Kan Sarhoşluğunda Kendini Yitirmek ya da Yol’da “Küfür Doğurmak” İsmal Kaygusuz Pir Balım Sultan ve Kızılbaşlık Siyaseti Ham Kutlu Kızılbaş Alevilikte Rıza Şehri - II Hasan Harmancı Bahadın ve Hacıbektaş Etkinlikleri Hüseyn Mutlu Katledenlerle Nasıl Başıcağız Hüseyn Akin Kapanma Kararı Turan Eser Baykal ve Alevisiz Siyasetin Yeni Açılımı Metn Akta Alevi Örgütlerinin Kemalizm Hastalığı Ahmet Koçak Ruhi Su Özlemle Anıldı Gaz Aslan Herkese Yeter Dünya, Herkese Yeter Ekmek Metn Çelk Kimin Çilesini Çekmekteler Remz Aydin Erozyon ve Gençlik Doan Bermek 12 Eylül’le Hesaplaşmak İsmal Özmen Tasavvuf Edebiyatında İfade Türleri - Bölüm II İ. Aacik - B. Yurtseven Umman-ı Derya Hüseyn Demrta Işık Taifesine Ne Oldu? Kemal Kök Hafik, Gülpınar Cemevi Açılışı Ozan Cefa Çorum Alevi Kültür Merkezi Açıldı
Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24, Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Eylül Sayi:
45
Tasavvuf geleneğinde, hakikate “akıl” yoluyla değil, “aşk” yoluyla ulaşılabilir, yargısı egemendir. Akıl “eksikli ve güvenilmez” bir araçtır. O zaman yapılacak şey açıktır: Yol eri, akıldan “firar” ederek kendini bütünüyle aşka teslim etmelidir.
Aşkın Günahı Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni
A
şkımız, bedenimizle “mühürlüdür”; aşk ancak “özgür” olursa bizi-bizleri eğitebilir. Eğitilmek için aşkımızı “söz” ve “tel” donunda doğurup “sese” dönüştürerek yaşama salmak durumundayız. Bunu gerçekleştiremezsek aşkımız “mührü kırar”, bedenimizi “tekmeleyerek” dışarı çıkar ve basar feryadı: “Senin gibi bedeni öldürmeli” diye. Aşk, yaşama taşındığında, egemenle taraf olan “örgütlü kutsallığı yerle bir eder.” Düşünsel deneyimler ve somut deneyimler yaşayarak, fizik ve metafizik despotun tasallutuna karşı bir duruş alacak biçimde “kendini parçalayıp yeniden kurar.” Alevi dünyası, “inanç, umut ve korkuyla ilişkilendirilen nesnelerin” yer aldığı bir “deneyimler dünyası”dır. Deneyimler dünyasında her şey, görünmeyen gizil güçlerin etkisi altındadır. Bu nedenle bir Alevi “görünen” ile yetinmez; “görünende görünmeyeni” arar; bütün çabası buna yöneliktir. Aşk Tanrı’ya yönelik önü alınamaz kültürel eğilimdir. Sıklıkla acı-sıkıntı donunda gezinen; kimi kez doğruluk-mutluluk donuna büründüğü olan, düşünmeye, konuşmaya ve davranışa yansıyan, yani bu üç alanda görünüşe taşınan “bilgeliktir”; geleneğin akla soktuğu bir “onur”dur. Vahdet-i mevcut belirleyici gönül felsefesinde “âlem” denilen şey, “aşktır” ya da “aşkın toplamıdır.” Evrenin “hiçlikten varlığa gelmesine” aşk neden olmuştur: “Âşık olmak”, insan olmak, hayvan olmak, dağ olmak, taş ya da toprak olmaktır. Ya da zâhirden bâtına taşınmak anlamında Tanrı’da “hiçleşmektir.” Öyleyse Alevilik “aşka âşık olma” sanatıdır: “Aşktan başka Tanrı yoktur ve Ali, aşkın velisidir”, özdeyişi bizim kime âşık olacağımızı gösterir. Aşk, Tanrı ile birlikte “yutulan” zamanın “çocuğudur”; “yol”da yaşanmış “anı”lar anımsandığında daha çok aşkın halleri ile “çağrılır”; çağrıyı alan “anı”, bize ya da biz ona koşarız: Koşu tamamlandığında, “etten yapılmış bir ruh” karşımızdadır ya da yanı başımızdadır artık. İşte aşk “etten yapılmış bu ruhun kıpırdamasını” sağlar. Aşk bittiğinde “ruh eti terk eder”; anı, çağrıldığı yere gönderilir. Aşkın hallerini “deneyim” konusu yaptığımızda “hazır” olarak verilenin ya da “belletilenin” dışında kesinlikle “kendimize rastlarız.” Önce “yabancı” geliriz, kendimiz kendimize. Biliyorsunuz hakikat, “hayretten” ibarettir; hayret kendini hissettirir hissettirmez, tıpkı bir kedi gördüğünde “miyav miyav” diye haykıran bir çocuk gibi “bağırmak” gelir içimizden; doğal olarak utanırız. “Demek ki” deriz, “ya çocuk olacağız ya da çocuktaki coşkuyu yaratacak denli âşık.”
Kanda Dans Bu anlamıyla aşk, “siyah ışık” ile ten gözünden gizlenmiş, “doğuran bir hiçliktir.” Doğuran hiçlik olarak Tanrı’dır; Tanrı olarak “umarsız” bir insan, “bakire bir kadın” ya da “cahil bir erkektir.” Anlayacağınız hemen her şeye gebe bir “dölyatağıdır” bizim aşkımız, yani tanrımız. Bu aşk alanında gezinmeye başladığında âşık, resmi ve ilâhi ezber için bir “suçludur” artık: “Selâmeti terketmiş, Melâmet olmuş bir belâ insanıdır.” Bu kapsamda, açıklanması durumunda egemenler için risk oluşturan ve kişinin başını belâya sokan vahdet-i mevcut belirleyici tasavvuf bilgisi, “aşkın günahıdır.” Bu “günahı” ilk işleyen “kanda dans” geleneğini başlatan, “aşkın sırrının açıklanacağı yer vaaz kürsüsü değil, darağacıdır”, özlü sözünün bağlandığı Hallac-ı Mansur’dur. Ama diğer yandan inanç yanı da olan bir kültürüz biz: Kendimizi tanımlamak istediğimizde bu yanımızı “öne alarak” konuştuğumuz için özünde bu suçu ilk işleyen “kendisi(Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)
Aşkın Günahı ne âşık olan ve kendisi seyretmek için aynaya bakan” ve aşkın sırrını açıklamak durumunda kalan Tanrı’dır. Tanrı bu suçu işleyerek “gebe” kaldığı için kendimizi “günahın çocuklarıyız” biçiminde tanımlamak daha doğru olur belki de. Âşık olmak “değiştirme kültürünün” bir parçası ise eğer “yaşamanın sonucudur.” Öyleyse: Her insanın yaşamı “somut” olarak algılanmalı ve her insanın yaşamından “aşk devşirilmelidir.”
Aşka Basılmaz, Niyaz edilir Alevi kültüründe aşk, “bilmeyle” elde edilen bir eğilimdir ve kişiyi aşağıdan, daha cahil durumdan yukarıya, daha bilgili duruma yükselten “içsel eğilim”dir. Böylesi bir tasarımda aşk, bir “insanlaşma ortamıdır”; orada insan kendini bulur, keşfeder. Başkasına –bu başkası Tanrı’dır– ulaşmanın yollarını arar bulur. Aşk, insan olabilmek için gerçek bir “kaçınılmazlıktır”; kendini ve dünyayı yeniden kurmaya çalışan insan için zorunlu bir etkinliktir. Ruh ve beden bütünlüğünden daha geniş ve çerçeveli olarak algılanan tanrısal bütünlüğe ulaşmaktır. Aşk, gerçek bireyden “dünyaya açıldığımız” yerdir: Bu anlamda “eşiktir.” Eşik kutsallığının bir gereği olarak “aşka basılmaz, niyaz edilir.” Aşk karşılıklı olarak bedenleri “ayna” durumuna dönüştürme işlemidir bir bakıma; o aynada bütün dünyayı görürüz; bir yanıyla doğaya diğer yanıyla insanlığa ulaşırız. Aşkı yaşarken insan, insan olmanın tüm deneyimlerini “sanatsal bir kalıba dökerek” ve kültürel bir heyecanı tadarak yaşar. Aşk, insanın “sır” yanını açığa çıkartmakla birlikte kendisinin de hep bir “sır” yanı bulunur: “Örtülü bir ateş”tir; “sır” olmaktan çıkarıp açığa taşırsan “soğur.” Sözün özü, insan “âşık olmak için yaşar” ya da “yaşamak için âşık olur.” Denmez mi “insan aşkta gizlidir”, diye; ama diğer taraftan biz biliyoruz ki “aşk insana perdedir.” Simgesel dünyasını anlamakta zorlanan için aşk, acıyı “kolaylaştırır.” Acı “kolaylaşırsa” insan “ahmaklaşır.” Yaşam “gerçek”tir, yani her gerçek gibi “iki yüzlü”: Âşık olan çoğunluğun bulunduğu “yüzde” değil de karşı “yüzde” oyalanmayı yeğlemelidir. “Karşı yüz” bir “sır” alanıdır; “sır alanı”nın dili öncelikle aşkın halleridir. İnsan kendisinin ve doğanın “dâhisi olmak” istiyorsa “âşık olmak” durumundadır. Kişi kendisinin “dâhisi” olursa kendi “denetiminin”, doğanın “dâhisi” olursa doğanın “denetiminin” dışına çıkar. Bu “tehlikeli bir serüvendir”; ama böylesi bir serüvenin kahramanı olmayı hep isteriz. “Aşk, gözle değil, ruhla bakar”, demiş Shakspeare: Bu ilişkilendirmeden olsa gerek “Aşk Meleği”, hep “kör” olarak betimlenir. Gözleri görmemesine karşın; yayını gerer, okunu yerleştirir ve fırlatır: Ok şaşmaz bir biçimde hedefini bulur. İş aşka gelince “görme organı ile görmek”, konuşmak değildir. Konuşmak, gönül gözü olarak algılanan “kör” bir organla bakmak ama “hatasızca görmektir.”
2
Bakın Şu Güzelim Göktanrımın Ahir Ömrümdeki Armağanına: Kuşadası Belediye Meclisi’nin AKP, CHP, MHP ve Bağımsızlardan Oluşan 13 Üyesi “Cemevi’nin de Camilere Uygulanan Su Tarifesinden Yararlanması” Kararını Öğrenmemi Nasip Eyledi! Eyvallah.
Bu Tarihi Kararı Herkes Bir Kenara Yazsın. Ve Tarih Düşürüyorum: 3 Eylül 2008… Fikret Otyam
K
UŞADASI’NDA sanat ve düzenleme sevdalısı bir sanatçı da yaşar, adını sorarsanız söyleyeyim: “Selim”. Prof. Dr. Bülent Nuri Esen, eşsiz hukuk adamı/hocası/Doğrucu Davut’un ta kendisi/can dostum ve sevenim. Ankara Atatürk Bulvarı Yener Apartmanı 2. Kat, Cumhuriyet Gazetesi Bürosu’na pat diye girer, o davudi sesiyle kocaman bir “merhaba” çeker, “hazrola” geçeriz. İçim ışılar, çalışmaların başlayacağı öğle saatidir. O gür sesiyle gazetenin Ankara Temsilcisi sevgili Kemal Aydar’a, bizim “Kemal ağabeyimize” seslenir: “Kemaaal, bu çocuğa izin veriyorsun, değil mi?”
O çocuk, bu satırların yazarı. İstanbul gazetecisi olup 2 Ekim 1962 tarihinde o büroda beraber işe başladığımız ve 1979 yılında birlikte ayrıldığımız şef “Kemal ağabey” gülerek “Emrin olur hocam” der, başıyla işaret eder gitmem için. Bilir nereye gideceğimizi, İzmir caddesinde Karadeniz lokantasına. Lokanta çalışanları sıraya dizilir, hocaya bir saygı, bir muhabbet, sevgili Orhan Kemal dostumun köy romanlarında sık sık kullandığı tümceyle “Dililen tarifi gayrı mümkünatsız!” Patron el pençe divan, buyruk bekler. Hoca ya, burada da ders verir patrona, çalışanlara, “adab-ı muaşeret” dersi gibilerine. . Sofra “hoca”nın usulüne/adabına göre düzülmüştür “öğle demlenmemiz” için. Salata geldi, çatal sokmaya kıyamazsınız, resmi yapılır, Hoca baktı bağırdı: “Buraya gelin” koşuştular, suçluların telaşı içinde, patron dâhil! Hoca salatayı göstererek bağırdı: “Ulan bu ne? Ben inek miyim ulan? Kaldırın şunu!” Acele kaldırıldı, iki üç dakika sonra sofrada yerini aldı, bu sefer metal kapta değil, kocaman bir cam kaptaydı. . Hoca, bir “aferin “ çekti “bundan sonra o metal kaplarda kimseye ikram yok, bir daha gözüm /gözünüz görmesin.” Bir daha da gören olmadı. .
12 Mart”ta Esen Hoca da Gözaltında! “12 Mart” zulmünden hocaların hocası Prof. Dr. Bülent Nuri Esen de nasibini aldı “içeri tıktılar!” Nihat Erim Başbakan. Hoca haber salar: “Söyleyin ona, burada banyo yapacak yer yok, olur mu böyle şey, sıkıyönetimcilere söylesin acele yapsınlar!” Duş sistemi yapıldı!
Kafa temizliği kadar beden temizliğine de düşkün hoca, evinde banyo yaparken ayağı kaydı ve... Özel olarak izin verdiler, giyindirip kuşandırdılar, artık yanındayım yoğun bakımda, o güzel insan o koca odada bir başına boydak, yığınla alete, hortumlara, yanıp sönen cihazlara bağlı, gözleri kapalı. “Bülent hoca, Bülent hoca bak bak ben geldim, gözünü bi aç.” Duymadı, açamadı ve sonra akıl almaz bir kalabalıkla bir gün tabutunu yüklendik! Kemal Aydar’la aynı gün emekli olarak ayrıldık gazeteden 1979’da, O Ankara’da kaldı bu can, adı da güzel Gazipaşa ilçesine Antalya’nın. Yeni bir dünya kuruldu yerimizi aldık. Aydar, Halkçı Parti’nin kurucuları arasında. Seçim için yollara düşen şimdi Milliyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin o tarihte Cumhuriyet çalışanı, Gazipaşa’ya geldi, “ağabey” dedi, “Kemal ağabeyin emrini bildiriyorum, parti kontenjanından Antalya’dan liste başı. Bavullarını hazırlasınlar!” Yeni dünyamızı terk etmedik, bir gün kapıda bir araba, Halkçı Parti Gazipaşa İlçe Başkanı arkadaş ve sevdiğim bir insan, Prof. Dr. Aydın Güven Gürkan. Sarıldık, sesi kısılmış iyice. Filiz hemen tedaviye aldı doğadan topladığı bitkilerle, tohumlarıyla gargaralar ve sıcak sıcak içilenlerle. Hoca, Halkçı Parti Merkez Kontenjanı’ndan Antalya’dan liste başı. Ve seçim sonu Gürkan Hoca Parlamentoda ne kadar güzel/ne kadar yararlı işler yaptı. Sevgili Bülent Hoca, Halkçı Parti Ankara Milletvekili “Kemal ağabey”(Aydar), Antalya Halkçı Parti eski Milletvekili Aydın Güven Gürkan sizleri her zaman ki gibi sevgiyle, saygıyla, özlemle ve rahmetle anıyorum.
Bir Oğul Yazımın başında Kuşadası’nda yaşayan sanatçı, sanatsever dediğim Selim, benim sevgili dostum, ışık kaynağım Prof. Dr. Bülent Nuri Esen’in vefalı oğludur. “4. Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri/ 05–07 Eylül 2007” yazılı bir çağrıdır gelen. Gidilmez olur mu? Ülkemizin dünyada yüz akı değerli, övünç veren bir evlat Fazıl Say’ın, edebiyat ve düşün dünyamızda ve müzik yazılarında yüz akı baba bin yıllık kadim dost Ahmet Say, sol düşüncenin ünlü kişilerinden bunun acısı/çilesini genç yaşlarda mapus damlarında da çektirilen sahne sanatçısı ve yazar yine bin yıllık dostlardan Kemal Bekir Manav, yine ışıklarımdan emekli öğretmen Alevi/Bektaşi inanç ve kültürünün/ düşününün yetkili ve etkili erbab-ı kalemlerin-
Sayı 45
SERÇEÞME
den aynı zamanda “demtaşım” yıllar yıllının dostu, tanışım Vecihi Timuroğlu canın ve nice sevdiklerimizin “içtima ettikleri” şiir ve öykü günlerinde, bunları sağlayan bir insan da tanıdık, Kuşadası Belediye Başkanı gepegenç bir adam Fuat Akdoğan. Yalansız dolansız sözleri ve davranışlarıyla bizleri şaşırtan bir Belediye Başkanı, n’apalım AKP’li olduysa, varsın olsun dedik, uygar insanlar olarak. Yeniden buluşmak umut ve dileğiyle sarılarak ayrıldık birbirimizden. Gerçeğe Hü.
Eşim, Elindeki Gazeteyi Uzattı “Bak, Kuşadası Belediye Başkanından Seni de Sevindirecek Bir Haber” Neydi bu haber, şu sıralar aklınızın, havsalanızın almayacağı o haber “resmi kayıt”lara göre aynen şöyle: “3 Eylül 2008 tarihinde toplanan Kuşadası Belediye Meclisi’nde, ilçede bulunan cemevi yöneticilerinin diğer ibadethanelere uygulanan su tarifesinin, kendilerine de uygulanması talebi görüşüldü. 13 meclis üyesinin oybirliğiyle aldığı karara göre, camilerde uygulanan su tarifesi cemevlerinde de uygulanacak. Türkiye’de yıllardır tartışılan bu konuda Kuşadası Belediyesi tarihi bir karar aldı. İlçede bulunan Hacı Bektaşi Veli Vakfı Kültür Merkezi ve Cemevinin diğer ibadethanelere uygulanan su tarifesinden yararlanması konusunda alınan bu karar ile Kuşadası Belediyesi Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmiş oldu. Belediye Başkanı Fuat Akdoğan: ‘Belediyemize yapılan başvuruda, kendi inançlarına göre ibadet yaptıkları, ibadethane olarak kullandıkları cemevinin su tarifesinin diğer ibadethanelerle aynı olması talebi vardı. Biz de Belediye Meclisimizde tarihi bir karar olarak diğer ibadethanelere uygulanan su tarifesinin cemevleri için de geçerli olmasını sağladık’ dedi. AKP, CHP, MHP ve Bağımsızlardan oluşan 13 Meclis Üyesinin oybirliğiyle aldığı bu tarihi karar ilçede yaşayan Alevi Dedesi Hüsnü Kıranlı tarafından ‘bu karar ülkede emsal olmalı’ şeklinde yorumlandı. Hüsnü Kıranlı, Kuşadası Belediye Başkanı Fuat Akdoğan’a ve meclis üyelerine teşekkür etti.”
Eylül 2008
Can-ı yürekten binlerce teşekkür bu kararı alanlara. Siz etmez misiniz ey canlar? Eski “kafakağıdı”nda: (1926) “Dini: İslam/ Mezhebi: Hanefi” diyen, ama “3. Hacı Bektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü” sahibi bu satırların naçiz bir yazarı can-ı yürekten teşekkür ettikten sonra, “siz etmez misiniz” demek yersiz oldu, bağışlayın!
Şuna Bakar mısınız? Kırgızistan Oş Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Diyanet Yüksek Kurulu’na atanan Doç. Dr. İlyas Üzüm, “Cemevlerinin sol örgütlerin barındığı yerler halini aldığını” öne sürüyor! Eyvallah! Şu Kuşadası Belediye Meclisi’nde 13 üye var, AKP, CHP, MHP ve Bağımsız 13 üye. Şu Diyanet yeni yetkilisi hazretin görüşüne göre bu 13 üye de sol örgütlerden! İyi mi? Amma da çoğalmışız haaa!
Diyanette Kadının Adı: “Sıfır” Prof. Dr. Mualla Selçuk, “Kadın başı açık namaz kılabilir” demişti uygar/çağdaş bir bilim kadınımız olarak. Özgürlükçü açıklamalarıyla da tanınan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Sayın Selçuk, daha önce tek kadın üyesi olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’na yeniden atanmadı!
Hayırlar “Hayırlara Vesile Olur” İnşallah! Prof. Dr. Mualla Selçuk, 15 üyenin “Hayır!” dediği karara “Evet, kadınlar başı açık namaz kılabilir” diyerek karara şerh koymuştu, hay elleri yüreği dert görmesin!
Yazın Bir Tarafa: Kuşadası’nda Oy Birliğiyle Alınan Çok Yerinde ve Çok Haklı “Su” Kararı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı İyice Dellendirecek! İşbu yazıyı yüce Allahın izni, Peygamber efendimizin kavliyle, 15 Eylül 2008 tarihinde, Antalya Toroslar Beydağları Geyikbayırı Köyünde yazdım, tarih düşüyorum.
Sergiden resimler: Ortada sergi afisi, salda Hz. Fatıma’nın Hırkası, solda Hz. Hüseyn’in Cübbesi.
TOPKAPI SARAYI’NDA
“Osmanlı Devletinde Ehl-i Beyt Sevgisi” Adında Bir Sergi
İ
STANBUL şube başkanlığını, siyasal islamcıların “başı açık” kadınlarından Cemalnur Salgut’un yürüttüğü TürkKad (Türk Kadınları Kültür Derneği), Topkapı Sarayı’nın, Kutsal Emanetler Dairesi’nde “Osmanlı Devletinde Ehl-i Beyt Sevgisi” adlı bir sergi düzenledi. El ilanı, “Topkapı Sarayı’nda bulunan ve Ehl-i Beyt’e ait daha önce hiç sergilenmemiş olan eşyalar”ın sergileneceğini duyurdu. Adam başı 20 YTL ödeyip girilen Topkapı Sarayı, ucuz devlet sergisi uygulamasının çoktan bittiğini hatırlatıyor. Osmanlı’nın Mısır’dan “alıp” getirdiği ve bize “emanet” ettiği eşyaları görmeye bu kadar para ödemek tabii ki çok. Sergi yeri seçimindeki ince kurnazlık göze çarpıyor. Kutsal Emanetleri sırayla ziyaret etmeden Ehl-i Beyt bölümüne ulaşılmıyor. Böylece Alevilerin İslam’ın “Mukaddes Emanetlerini” mutlaka görmesi sağlama alınmış. Sergide bir kaç eski hırka, 18. yüzyıl yazılarıyla bezeli olduğu halde Elh-i beyt’in olduğu öne sürülen bir secceda, bir kap ve de belirli sayfaları açık bir-iki kitap dışında birşey yok. Tanıtma yazıları ise ele gelir hiç bir bilgi içermiyor. Şanını Alevi-Bektaşi kırımlarına borçlu Osmanlı’nın Ehl-i Beyt’i ne kadar sevdiğine Alevi-Bektaşileri inandırmak için daha çok gayret göstermeleri gerekirdi. AKP’nin yaklaşan seçimlere yönelik yatırımı ve süfli “Alevi Açılımı”nın bir parçasını oluşturduğunu düşündüren bu girişimin bir “Sivil Toplum Kuruluşu” eliyle örgütlenmesi ilginç. Siyasi islam, Sivil Toplum Örgütü adı altında “devlet-siyaset-şirket” destekli çalışmayı gayet iyi biliyor. Ehl-i Beyt adının Topkapı Sarayı’nda anılması, Aleviliği çevreleyen surlarda açılan bir gedik olsa bile bu girişim AKP’nin Aleviler arasında güç kazanabilmek için neler yapmaya hazır olduğunu gösteriyor. Alevi-Bektaşilerin yaklaşan seçimler için şimdiden bocalamaya başladıkları, yöneticilerin seçilme sevdasıyla örgütlerin içini boşaltıkları ortamda bu çabalar boşa çıkar mı? Hep birlikte görürüz. Esen Uslu
3
SERÇEÞME
Kan Sarhoşluğunda Kendini Yitirmek ya da
Yol’da “Küfür Doğurmak” Esat Korkmaz
Ö
NCELIKLE bir Alevinin-Bektaşinin, “Ben Aleviyim, ben Bektaşiyim”, diyebilmesi için gerekli “yükümlülüğü” bir “gülbank”la dile getirelim: “Bismişah! Bizler, bizi ebedî gerçeğin özüne götüren ‘birlik dolusu’nu içtik, bu nedenle şaraba gereksinmemiz kalmadı. Asıl gerçeğe, ebedî gerçeğe ulaşarak Hakk’a kavuştuk; bunun için mihraba gereksinmemiz kalmadı. Bizim yolumuzda canın önemi yoktur, biz cananı arıyoruz. Gönlü Kâbe bilir, gönle ulaşma yolunun kurallarına uyarız. Biz; bu nedenle insana secde ederiz; bizim için bundan başka bir ibadet biçimi yoktur. Kuran’ın gerçeklerini ortaya çıkaran bizleriz. Biz Kuran’ı insanın yüzünde bulur ve oradaki Kuran’ı okuruz. Bize başkaca Kuran gerekmez. Bizler, ebedi gerçekler peşinde koşmaktan yanıp yakınan, ama yılmayan insanlarız. Ezelde evet dedik ve bu sözümüzden asla dönmeyiz. Dileriz sözlerimiz, sözlerimizle dile getirdiğimiz kararlığımız Hak defterine kayıt edilir, unutulmaz, hep hatırlanır. Gerçeğe Hû! Eyvallah!”
Yol’a çıkarken ya bu yükümlülüğü yaşama geçirmeye söz vereceğiz ya da Sünnileşeceğiz. Bunun başkaca bir “yolu” yoktur. Bu kapsamda “alan çalışmalarının bir kazanımı” olarak “yakaladığım ipuçlarını” birleştirerek oluşturduğum “Alevilikte Cenaze Erkânı” başlıklı yazım nedeniyle bana gelen eleştirilerin bir bölümünü “yanıtlamaya değer bulmadığımı” belirtmek isterim. Sayın Hüseyin Hürrem Ulusoy’un “Yanıt”ı da, bu başlık altına girmektedir: “Kan sarhoşluğunda talip desteğine yatırım” için yazıldığı hemen anlaşılan bu yazının muhatabı ben olamam; daha doğrusu bir aydın, mürekkep yalamış bir insan olamaz. Olsa olsa “düşünsel özgürlükten” yoksun “hal talipleri” olabilir. “Sahibinin aleyhine çalışan” böylesi bir “Yanıt” için Hüseyin Hürrem Ulusoy’a teşekkür ederim. “Yolu açık olsun” demeyeceğim, bu anlayışla sonuna kadar mücadele edeceğim. Eleştiriye “değer bulmadığım” bir diğer kimlik Şakir Keçeli’dir: Kendisi “sanal” ortamda Murat Kantekin’in eleştirisini “olumlamak” için bana “küfrediyor.” Yazdıklarımı bilimsel açıdan irdeleyecek kafa donanımından yoksun bu arkadaşa birkaç sözüm olacak: “Dangalaklığın ve ahmaklığın karşı tarafına geçerek, sen dangalak ve ahmaksın”, yargısını dışa vurmak eleştiri değil, “küfür sıçmak”tır. Biz biliyoruz ki “Yol”da ağız, “sese dönüştürüp” yaşama taşımak durumunda bulunduğumuz her değerimizin “doğduğu bir doğum organıdır.” Bu “doğum” organını başka bir “vücut deliğine dönüştürmek”, eleştiri etiğinden yoksun zavallıların başvuracağı bir yöntemdir. Yaşamın dışında kalan, bu nedenle Aleviliği-Bektaşiliği “güncelleme-güncelleyerek çoğaltma” olanağını yitirmiş olan Şakir Keçeli’nin, “rakı şişesi öpmek, boşalan şişelerin kaydını tutmak” dışında bir işe yarayacağını
4
Biliyoruz ki “Yol”da ağız, “sese dönüştürüp” yaşama taşımak durumunda bulunduğumuz her değerimizin “doğduğu bir doğum organıdır.” Bu “doğum” organını başka bir “vücut deliğine dönüştürmek”, eleştiri etiğinden yoksun zavallıların başvuracağı bir yöntemdir.
da sanmıyorum; dikkate almaya değer bulmuyorum. Katılmamakla birilikte, “durduğu yeri bilen”, kendince tutarlı eleştiri getiren ve bunu “edebe” uygun biçimde dile getiren Alevi Vakıfları Federasyonu Genel Başkanı Doğan Bermek ile Şah-Der Başkanı Murat Kantekin’in eleştirilerini aynı “edep” içinde yanıtlamak istiyorum. Bâtıni bir eğilim içerisine giren AlevininBektaşi’nin temelde üç yükümlülüğü vardır:
A) Soyuttan somuta yönelme zemininde; genel kabul gören ya da kutsal sayılan bir metinden/ sözden “bağımsız yorum yapma.” B) Akıl yürütme yoluyla; “soyutun içeriği ile somutun özü” arasında bir “özdeşliğin” bulunup bulunmadığını araştırma. C) Kutsal metinlerin zâhir anlamlarını “dışlama” ve iç anlam üzerinde yoğunlaşma. Bu üç bâtıni hükmü yerine getirerek “kişiyi ve doğayı özgürleştirmeye” çalışır bir AleviBektaşi. Özgürleşme-özgürleştirme sürecinde Kuran, “Konuşan Kuran” anlamında kâmil insana; Kuran Ayeti ise “Konuşan Kuran” durumundaki kâmil insanın sözleri anlamında “gülbanga” dönüşür. Bu nedenle benim yazımı, “kâmil insanın sözü” dışında kalan “ölçütlerle” eleştirmek doğru olmaz kanısındayım. Köktendinciliğin “şaha” kalktığı, “metafizik tanrının dünya görüşünün toplumsal bilincin yerine geçirilmeye çalışıldığı” bir dönemde “aynı Allah, aynı kitap, aynı peygamberde buluşmak”, Aleviliğin-Bektaşiliğin sonunu getirecektir, diye düşünüyorum. Amacımız bu toprağın en gerçekçi politikası-siyaseti olan Aleviliği-Bektaşiliği yaşama taşıyarak ezilenler katında gerçek “Alevi-Sünni kardeşliğini kurmak” olmalıdır; Sünnileşerek “yok olmak” değil. Özde Alevi felsefesinde ve inancında “yaradılış” yoktur; varlığa geliş, varlaşma, varoluş vardır. Ne var ki varoluş tasarımları “yakın çağlar”da derlendiği için tektanrıcı dinlerin etkisiyle “yaradılış” tasarımları durumuna dö-
nüşmüştür. Ancak “örtü” kaldırıldığında Alevi-Bektaşi özgün tasarımlarının ipuçları rahatlıkla gözlenebilir. Alevilik-Bektaşilikte tanrı, önsüz-sonsuz olarak algılanan, her şeyin varlığa gelme “nedeni” durumunda bulunan bir “güçtür” ya da canlı ve cansız doğayı güden doğasal eğilimlerin kimliklendirilmesi biçiminde algılanan “doğanın canı, doğanın aklı, doğanın yeteneğidir.” Açık değil mi? Tanrı “doğar”; kimden? Kendisinden. Tanrı “doğurur”; kimi? Her şeyi. Aleviliğin-Bektaşiliğin “anayasası” diyebileceğimiz “Varoluş Çevrimi”nde bu durum tüm çıplaklığıyla açıklanır.
Varoluş Çevrimi Eyleme geçen Tanrı’dan “ışık” donunda fışkıran, taşan özün maddi ya da manevi varlıklar durumunda var olması haline “varoluş çevrimi” adı verilir. Alevi felsefesi, Tanrı-doğa-insan ve HakMuhammet-Ali ilişkisini, işte bu “çevrim” yoluyla açıklar. Tanrı’nın kendi özünden fışkıran, taşan ışığın “dönüşümler” geçirerek ve bu yolla kendi kendine yabancılaşarak evrende, gözle görülebilir biçimler aldığını savunur. Tanrı, madde ve eşyanın; hareketin, hareket soyutlaması olarak zamanın var olmasından önceki doğurmayan hiçlik durumunda, kendi kendisinin tanrısı iken, insanlar için düşünülmesi/algılanması güç bir öze sahipti. Olanaksız hiçlikte, “olanaklı” bir hiçliği tartışmak anlamsız olduğuna göre, bu aşamada bir “tanrı” varlığından söz etmek Alevi felsefesi açısından üretici değildir. Çünkü Tanrı bu konumda, kendi kendisinin bilincinde; kendi içindeki sonsuz olanakların, yeteneklerin ve güçlerin ayrımında değildir. Çevrimin hareket ettirici ilkesi olan “güzelliğin görülmeye eğilimi” sonucu Tanrı, sonu olmayan bir hiçliğin içinde kendine bakacak göz ve vecde gelecek bir gönül istedi; işte ışıksal taşma bu gereklilikle başladı. Bu gerekliliğin belirmesi ile olanaksız hiçlik, olanaklı hiçlik durumuna dönüştü. Tanrı, kendi kendisiyle ilk kez “yabancılaştı”; kendi bilincine ilk kez vardı; evrenin, bütün ruhsal ve maddesel şeylerin yaratılması için gerekli kaynağı içinde taşıdığının ayırdına ilk kez ulaştı. Kişilik kazandı; önce Tanrı iken şimdi Hak, Hakikat, Gerçek, Aşk oldu. Daha sonra ilk yabancılaşma kademesi olan Hak’tan; Tanrı’nın ilk belirme aşaması olarak algılanan ve tüm diğer şeylerin onun aracılığıyla yaratıldığı kabul edilen ilk akıl (akl-ı evvel) yaratıldı. Ve böylece çevrimin, kutsal kökenden (âlem-i gayb) duyularla algılanabilir/bilgiyle ulaşılabilir dünyaya (âlem-i şühud) inen alçalan eğrisinin (kavs-ı nüzul) hareketi başlamış oldu. Ardından sırasıyla ve her adımda Tanrı’dan uzaklaşacak biçimde; akl-ı evvel’e verilen bilgilerin belirme aşamaları olarak algılanan meleklerin, peygamberlerin, ermişlerin, inananların, inanmayanların, cinlerin/şeytanların, hayvanların, bitkilerin ve doğal elementlerin aklı; bu dokuz akıldan kaynaklanan ruhları yaratıldı.
Sayı 45
SERÇEÞME
Tanrı, Hak olup potansiyel kazandıktan sonra dönüşümler geçirerek, kendisinden daha az şeyler içeren/daha az kendisi olarak beliren aşamalara doğru yol alıp doğal elemente/saf cevhere değin indi. Böylece inançta varoluş çemberi olarak algılanan çevrimin, kutsal kökenden çıkıp görünür evrene doğru inen alçalan eğrisi’nin hareketi tamamlanmış oldu. Alevilik-Bektaşilik felsefesinde varoluş çemberinin bu ilk yarısı, tümüyle bir inanç ürünüdür. Düşünceci-idealizm zemininden kaynağını alır. Platon’un idealar-gölgeler/kopyalar tasarımının değişik bir anlatımından başka bir şey değildir. Bâtıni bilince öncelik vererek açıklanan ve geçici görünür gerçekler olarak algılanan nesnel dünyaya göre değişmez, kalıcı ve ebedi bulunan bu idealist yan/idealizm; felsefede öncel/yaratıcı görünmesine karşın, bilimsel bir kaygı gütmeksizin nesnel sürecin/ maddeci düşünce temelinin bir gerekçesi, onu haklı, gerekli ve zorunlu kılmanın bir aracı olmak üzere gönül meşrebine uygun biçimde sonradan kurgulanmış bir inanç yaratısıdır. Aleviler-Bektaşiler, “zahiri düşünmenin/zahiri koşullanmanın” ötesinde, doğal süreci/insan eylemini kutsamak üzere yarattıkları kendi idealizmlerinden, tartışmaya kapalı sonuçlar çıkarmaya kalkışırlarsa, dünya görüşlerini baş aşağı çevirmiş olurlar. Alevilik-Bektaşilik felsefesinde çevrimin ikinci yarısını, yani Hak’tan en uzak nokta olarak beliren doğal element/saf cevherden çıkıp, yabancılaşma sürecinden uzaklaşacak/ her adımda daha çok Tanrı’nın kendisi olacak biçimde dönüşümler geçirerek kutsal köken’le buluşmayı amaçlayan yükselen eğri’nin (kavs-ı huruc) hareketi oluşturur. Varoluş Çevrimi’nin yükselen eğrisi bütünüyle materyalizm zemininde/maddeci düşünce temeli üzerinde yürür; inançta, tanrısal özün görünüşe çıkan bir yaratısı olarak görünmesine karşın gerçekte, Or taçağ koşullarında bu yaratıyla kutsanmak zorunda kalınan bir öncel/yaratıcıdan başka bir şey değildir. Bir idealizm-materyalizm bileşimi olan Alevilik-Bektaşilik felsefesinde, alçalan eğri’nin sonu ve yükselen eğri’nin başlangıcı olarak beliren doğal element/saf cevher ya da bunun aklı, ruhu; Tanrı’nın da Tanrılığını yapamayacağı bir yabancılaşma aşamasını simgeler. Çünkü doğal element/saf cevher, yabancılaşmanın son halkasıdır; en az Tanrı’dır. Felsefi boyutta doğal element/saf cevher “dört öğe” ile temsil edilir: Bunlar su, hava, ateş ve topraktır. Bu bağlamda, idealizmden materyalizme kırılan, Tanrı’nın bilgisi/yönlendirmesi dışında ve kendi yasaları/kuralları içinde gelişim/değişim-dönüşümlerle adım adım “yabancılaşmadan” uzaklaşan bir sürecin başlangıcı olur. Bu süreç Aristoteles’in “potansiyellik-aktüellik” tasarımının değişik bir anlatımıdır. Bu dört öğe ile dört niteliğin ilişkisinden üç âlem, yani cansızlar âlemi, bitkiler âlemi ve hayvanlar âlemi ortaya çıkar. Hayvanlar âlemi, çevrimde dokuzuncu ve son çevrim kademesi olarak beliren, derece derece yükselerek Hakk’a ulaşan eksiksiz/olgun/yetkin insanı temsil eden insan-ı kâmil aşamasıyla son bulur.
Eylül 2008
Tanrı kendisini doğal elemente/saf cevhere, yani su, hava, ateş ve toprağa, koşutunda sıcaklık, soğukluk, kuruluk ve yaşlığa taşımakla bir bakıma, varlığını da yadsımış olur. Potansiyelini kendi içinde taşıyan bir önceki konaktan/aşamadan/basamaktan bir sonraki konağa/ aşamaya/basamağa geçen nesnel süreci, yönlendirmek şöyle dursun, onun nasıl olduğunu bilmekten bile acizdir. Deyim yerindeyse Tanrı, bir “dünya” cahilidir. Cahili olduğu bu “dünyayı” tanımak/bilmek, kendi “cehaletine” son vermek için Tanrı, tanrısal özü en çok içeren yani en çok Tanrı olan insana gereksinim duyar. Genelde insan, özelde kâmil insan aracılığıyla inançta, geçici görünür gerçekler dünyası olarak kutsanan, gerçekte ise varlık ve olgu anlamında maddi özellikler gösteren öğelerden oluşan bir nesnel süreçten başka bir şey olamayan bu dünyayı tanıma/bilme olanağına kavuşur.
Çevrimin Kimlikleri Çevrimin aşamalarına ve varlık alanlarına geçmeden önce sürecin yaşanabilmesi için temel olan “kimlikleri” görelim:
A) DÜŞÜNEN BEN: İlk öğe kavramdır; “tez” durumunda önceden ortaya konur; felsefenin odağını oluşturan bu “ben” kavramı başka bir nesneyle değil, kendi kendisiyle özdeştir. “Ben”, düşünen bir töz olduğundan kendi kendisini düşünme konusu yapabilir. Kendini bilmek, insanın kendini düşünme konusu yaparak girdiği dönüşüm süreci’nin bir sonucudur. Doğada, insan dışında hiçbir canlı kendisini düşünme konusu yapamaz. Bu kural, soyut kimlikler için de geçerlidir: Sözgelimi, ortodoks soyut kimliklerin “zirvesinde” bulunan ve insanüstü-doğaüstü bir duruş alan Tanrı da kendi kendini düşünme konusu yapamaz. Büyük âlem çevriminde tanrısal dönüşümün, Tanrı’nın kendini düşünme konusu yapması eylemiyle başlıyor gözükmesi, “toplumsal aklın” tasavvufi sunumundan başka bir şey değildir. Düşünme konusu bâtıni felsefede, Alevi felsefesinde belirleyici bir işlev görür: Bu nedenle insan ancak, “ben”ini düşünme konusu yaparak kendini dönüşüm sürecine sokar; düşünerek Tanrı’yı görünüşe taşıyabilir; düşünmeyen için Tanrı yoktur. Alevilik-Bektaşilikte insan, kendini düşünme konusu yapabilen, yani “kendini bilen” bir “hayvandır.” Bu bağlamda, “gönül bilgisi”, kendini bilmenin bir koşulu durumundadır: İnanç temelinde şeriata (Tanrı’nın dünya görüşüne), düşünce temelinde yaşadığı toplumdaki eşitsizliğe, zulme, haksızlığa, ezilmişliğe karşı bir tavır, davranış olarak kendini gösteren ve “emek vererek”, “yaşanarak” ulaşılan bir “insan olgunluğu”dur.
B) DÜŞÜNÜLEN NESNE: “Ben” bir nesneyi düşünürken önce kendini ortaya koyar, sonra düşündüğü nesneyi karşısına alır; bu durum, düşünmeye başlayan “ben”in kendini düşünme odağı yaparak eyleme geçmesidir; bu nedenle düşünülen “nesne” antitez olarak düşünceye taşınır. Düşüncede görme, böylesi bir sürecin sonucudur. Bu bağlamda, düşünülen nesne,
düşüncenin nesnelleşmesinden başka bir şey değildir. Daha doğrusu insan, “ben”i eyleme geçerek, önce kendini; ardından çevresini ve evreni nesnelleştirir.
C) DÜŞÜNEN BEN İLE DÜŞÜNÜLEN NESNE: Son aşamada, düşünen özne (ben) ile düşünülen nesne birlikte ele alınır; bu süreç sonunda ulaşılan bütünlük “sentez” olarak bilince taşınır. Dört Kapı Kırk Makam eğitim öğretisinde bu “bütünlüğe” son kapının son makamını aşmakla ulaşılabilir.
Çevrimin Aşamaları Tanrısal özün amacına yönelik gelişim sürecine girmesiyle diyalektik yönteme uygun olarak üç aşamalı bir açılma, gelişme ortamı doğar:
l) KENDİLİĞİNDENLİK AŞAMASI: Birinci aşamadır; tanrısal öz, yani “tanrısal ben” kendi içindedir; kendi kendisiyle sınırlanmış durumdadır; kendi kendine bir varlıktır; özündeki saklı güç (tanrısal ben) gerçekleştirme eylemine geçmediği için bir olanaklar alanı durumundadır. Düşünce üreten düşünce yumağı biçiminde algılanan Tanrı, henüz kendisini düşünme konusu yapmamıştır. Felsefi bir din olan Alevilikte Tanrı’nın kendini düşünme konusu yapabilmesi için kendini yaratan kaynağa, yani toplumsal bilinç alanına yönelmesi ve o kaynakta somutlanması gerekir. Ortodoks Tanrı, kâmil insanın dünya görüşü çerçevesinde somutlanırken, bir dönüşüm-değişim içerisine girer. Dönüşüm-değişim sürecinde, insanın kendini düşünme konusu yapması, ötesinde toplumun kendini düşünme konusu yapması, tasavvufi sunumda, insana ve doğaya dirilik veren öz olarak algılanan soyut kimliğe “yapıştırılır.” Bu nedenle insanın kendi kendini düşünme konusu yapması “ters dönerek” kendiliğindenlik görüntüsü ardında Tanrı’nın kendi kendini düşünme konusu yapmasına çevrilir. Demek ki Tanrı olarak öne çıkarılan soyut kimlik, insan “ben”inin ya da “toplumsal ben”in tasavvufi sunumdaki soyut ters duruşundan başka bir şey değildir. 2) ZORUNLULUK AŞAMASI: İkinci aşamadır; tanrısal özün kendini bilmesi, kendi özünün bütünlüğünü kavraması için gerçeklik kazanması eylemidir. Tanrısal özün (tanrısal benin), “güzelliğin görülmeye olan eğilimi” yasası gereği kendi kabından ışık biçiminde dışarı taşarak doğayı oluşturmasıdır. Doğayı oluşturan tanrısal öz, kendi özünden uzaklaşmış, kendi kendine yabancılaşmış, özüne aykırı bir nitelik kazanmıştır. Yani kendi kendisiyle çelişmektedir. Uzaklaşma ve yabancılaşmanın “en ucunda” görünüşe çıkan “nesnel evrende” Tanrı’nın “güdümü” sona erer. Tanrı “istese” de herhangi bir “müdahalede” bulunamaz. Bunun nedeni, uzaklaşma-yabancılaşma ya da tanrısal özün giderek azalması, biçiminde gerçekleşen açılımın sonunda “nesneye-nesnelere” ulaşıldığında, her bir nesnede bulunan tanrısal öz, nesneler arası ilişkileri “güdemeyecek” bir “miktara” iner. Bu olgu Alevi felsefesinin, idealizmden (Devamı 6. Sayfada)
5
SERÇEÞME (Baştarafı 5. Sayfada)
Kan Sarhoşluğunda... materyalizme “kırılma” noktasını oluşturur. Aynı zamanda inançtan akla atlamanın felsefi boyutudur. Bu nedenle bu aşamada geçerli olan tek yasa “zorunluluk”tur: Bir nesne bir başka nesne nedeniyle vardır ya da yoktur.
3) ÖZGÜRLÜK AŞAMASI: Üçüncü aşamadır; T
E
N
E
N
L
İK
A I LM
KEND İ L İ Ğ İ N D
bedenleşen tanrısal öz, bu çelişkiden kurtulabilmek için, yeni bir açılıma girer; kendine dönmeye, kendi ürünü olan “felsefe evreni”nde “birliğe” ulaşmaya çalışır. Kişinin kendini bulması, özgürlüğüne kavuşması, kendi kendinin bilincine varmasıyla olur. Bu aşamada geçerli olan tek yasa “özgürlük”tür (kendini bilmektir).
YR S I
Tarnısal Özün Birinci Açılımı
Çevrimin Varlık Alanları Akıl-ruh karşıtlığının açılımı sonucu yaşama geçen bu üç aşamayla şu üç varlık alanı oluşur:
A) BİRİNCİ VARLIK ALANI: Kendiliğindenlik aşamasının açılımıyla gerçeklik kazanır; nesnel dünyadaki “matematik” sürecin ya da “mantıksal” bağıntının inanca yansımasıyla beliren “bağımsız-soyut nesneler” alanıdır; maddeyle, insan bilincinin yaratmalarıyla hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünen bu “varlıklar”, önsüz-sonsuz olarak algılanır; insanın etkisi dışında, kendiliğinden ortaya çıkmış gibi inançta yerlerini alırlar. Düşünen insan ancak bunları ortaya çıkarabilir, yaratamaz. Değişmeyen, kendi kendisiyle özdeş kalan bu varlıklar arasında, yine kendiliğinden kurulan bir oran, bir düzen vardır. Bu varlık alanı özünde, önsüz-sonsuz olarak algılanan nesnel dünyanın zorunluluklarının tasavvufi sunumla tersine çevrilerek önsüz-sonsuz soyut kimlikler biçiminde metafizik bir zemine aktarılmasıdır. İnsandan ve insan düşüncesinden bağımsız gibi duran bu soyut kimlikler alanı, kendini bilen (özgür) bir insanın devreye girmemesi durumunda yok olmaktadır.
bilincine varır (dinin toplumsal emekte, daha açık bir anlatımla birikmiş emekte somutlanması). Bunu gerçekleştirmekle tanrısal öz (ruh), doğadan kurtulur, “sentez” ile çelişik durumu ortadan kaldırarak “birlik” ve “bütünlüğe” dönüşür. Tanrısal (ruhsal) evren olarak algılanan bu varlık alanında insan, nesnel çokluk içinde
sürekli kendi kendisiyle “özdeş” bir “ben” olarak kalır. Bu tanrısal (ruhsal) varlık alanının temel özelliği “doğaya benzememesi”dir; burada insan bilinci, uzay ve zaman içinde değil, uzay ve zaman insan bilincindedir. Halbuki ikinci varlık alanı olan doğa, tümüyle uzay ve zaman içindedir.
K NL İ
I I .
A
K
-
A
AM
AŞ
I .
UK UL Z
O
R
L UN
II. AŞAMANIN AÇILIMI ● Tanrısal özün gerçekleştirme eylemine geçişi ● Evrensel akıl X evrensel ruh karşıtlığının aşılması ● Tanrısal özün kendi kendine yabancılaşması ● Evrensel aklın giderek azalması
III. AŞAMANIN AÇILIMI ● Tanrısal özün nesnelleşmesi (cansızlar âlemi) ● Tarnısal özün bedenleşmesi (canlılar âlemi) ● Yabancılaşma yoluyla yaratılan doğa alanı ● Nesneden ve bedenden özgürleşme (Özgürlükler alanı)
Tanrısal Özün İkinci Açılımı
DE
MATERYALİST YAN
İN
I. AŞAMIN AÇILIMI ● Tanrısal öz görçekleştirme eylemine geçmemiş ● Kendi kendine varlık ● Tanrısal öz kendi içinde ● Kendi kendisiyle sınırlı ● Mutlak güzellik durumunda gizli bir hazine
-
6
İL
A
masının açılımıyla gerçeklik kazanır. Tanrısal öz’ün (ruhun), kendi kendisiyle çelişkili durumdan kurtularak “senteze” varmasıdır; tanrısal öz’ün (ruhun), doğadan sıyrılarak, kendi özüne uygun bütünlüğe kavuşmasıdır. Bu alan, insanın düşünen, yaratan bir varlık olarak yer aldığı ortam anlamında bir “felsefe evreni”dir. Bu ortamda tanrısal öz (ruh) önce tek insanda/bireyde uyanmaya başlar (inancın insanda somutlanması); sonra bireyin içinde bulunduğu varlık alanı olan toplumda kendi kendinin
D
ŞA M
C) ÜÇÜNCÜ VARLIK ALANI: Özgürlük aşa-
N
İĞ
İDEALİST YAN
masının açılımıyla gerçeklik kazanır; bu varlık alanı “doğa”dır; tanrısal öz (ruh), kendi kendine yabancılaşarak, kendi kendisinden uzaklaşarak “oluş”u gerçekleştiren ortamın doğmasına olanak sağlamıştır; bu nedenle doğa, bir “oluş alanı”dır. Doğada bir nesne, ancak bir başka nesne nedeniyle vardır; kendiliğinden bir durum söz konusu değildir. Tanrısal öz (ruh), tek tek nesnelere ve bedenlere “kilitlendiği” için “tutsak” bulunduğu, özgürlükten, bilinçten yoksun olduğu bu alanda “zorunluluk” geçerlidir. Tek tek nesnelerden ve bedenlerden kurtulmayı bilemediği, daha doğrusu kendini düşünme konusu yapamadığı için Tanrı, bu dünya’nın “cahili”dir; bu dünya’nın “zorunluluklarına” uymak durumundadır.
E
B) İKİNCİ VARLIK ALANI: Zorunluluk aşa-
Sayı 45
SERÇEÞME
Pir Balım Sultan ve Kızılbaşlık Siyaseti İsmail Kaygusuz
M
ÜRSEL Baba oğlu Sultan Bali, yani Balım Sultan’ın kim olduğu üzerine çok çeşitli ve çelişkili bilgiler verilmektir. Onun bir Sırp Prensinin oğlu ya da bir Sırplı Hıristiyan devşirme olduğundan tutunuz da, Gedik Ahmet Paşa’nın oğlu olduğu, sarayda yetiştiği ve hatta kendisinden sonra yaşamış Sersem Ali Baba’nın oğlu(!) olduğuna kadar üretilen söylentiler günümüze ulaşmıştır. Balım Sultan’ın, Sultan Bali asıl adından da anlaşıldığı gibi özbeöz Hacı Bektaş evladıdır. Eğer Edebali, Şeyh Bali, vb., Baba İlyas halifelerinin adlarını anımsarsak, Babai kökenli bir ad taşıdığını görürüz.
Balım Sultan’ın Ortaya Çıkışı Bayezid Siyasetinin Ürünü müdür? Bayezid ile Sultan Bali, olasılıkla Dimetoka’da geçen çocukluklarından beri tanışıyorlardı. Ama onları ilk birbirine muhtaç ya da zorunlu kılan, Sultan Bayezid’e Balkanlar’da yapılan suikast olayı olmuştur. Bayezid, Arnavutluk seferinde 1492–93, Manastır yakınlarındaki Pirlepe yolunda bir Kalenderi derviş tarafından hançerle saldırıya uğramış; Padişaha yaklaşıp, kendisinin Mehdi olduğunu söyleyerek onu öldürme girişimini İskender Paşa önlemişti. (...) Bayezid bu saldırıyı bahane ederek, “Rumeli’de ne kadar bid’ât Abdal ve ışık ve nahak-guz zındıklar var ise teftiş olunup Şer’ile küfür söyleyenlerin haklarından geline deyü...”2 buyruk çıkardı. Balkanlar ve Rumeli’de geniş bir kovuşturma ve toplu sürgün uygulandı. Bölgede yaşayan tüm Alevi, gayri-Sünni toplulukları Anadolu’ya sürdürdü. Bölgedeki Varna’da tekkesi bulunan Otman Baba ve ona bağlı dervişler bu kıyımdan nasibini aldığı gibi, kuşkusuz Hacı Bektaş Dergâhı’na bağlı Dimetoka Seyyid Ali Sultan Tekkesi’ne bağlı olanlar da sürgüne uğradı. O yıllarda Seyyid Ali Sultan Tekkesi’nde Mürsel Bali oğlu Balım Sultan (1458-1518/9) oturmaktaydı. Sultan Bayezid, Balım Sultan’la bu Rumeli kıyımında konuşmuş olmalıdır. Çocukluğunun bir kısmı Dimetoka’da geçmiş olan Bayezid’in, Kızıl Deli Sultan Tekkesi’ni hem de Hacı Bektaş Dergâhı’nı yöneten Balım Sultan’ın babası Mürsel Baba’yı tanıdığı ve ilk mürşidinin o olduğu rivayetleri vardır.3 Buraya özel ilgisinden dolayı, 1512’de oğlu Selim tarafından zorla tahttan indirildikten sonra son yıllarını geçirmek üzere gittiği Dimetoka yolunda ölmüştü.4 Büyük olasılıkla, Arnavutluk seferi sırasında ziyarete gittiği Dimetoka’da, eskiden tanıdığı Kızıl Deli Seyyid Ali Sultan Tekkesi’nin başındaki, Hacı Bektaş Veli’nin torunlarından Mürsel Baba oğlu Balım Sultan’ın ricasıyla Bayezid, toplu kıyımdan vazgeçip, emrini sürgüne çevirdi. Sultan Bayezid’in 1500 yılında yaptığı ve Modon, Koron ve Navarino’yu ele geçirdiği Mora seferinden sonra ertesi yıl da Adriyatik kıyılarını işgal ettiğini görüyoruz. Bu seferlerin ardından Dimetoka’dan Balım Sultan’ı İstanbul’a davet ettiği ve daha sonraki yıllar içinde (Turgut Koca’ya göre aynı yıl?) ondan nasib alarak Bektaşi tarikatına girdiği bilinir. Sultan Bayezid, Balım Sultan’ın Dimetoka’ya
Eylül 2008
Yazar’ın 1997 yılında Alev Yayınları’ndan çıkan “Görmediğim Tanrıya Tapmam” adlı kitabından özetlendi. gitmeyip, Hacı Bektaş Dergâhı’na dönmesini istemiş ve resmen Dergâh’a atamıştır.5 1501 yılındaki bu atama, kendine yakın gördüğü Balım Sultan’ın Anadolu’da daha geniş Alevi toplumuna etki yapacağı ve Kızılbaş Safevi siyasetine karşı onun kullanılabilir olmasından kaynaklanıyordu kuşkusuz. Ama öyle görünüyor ki Balım Sultan, bu ilk aşamada bile kendisine pek güven vermemiş. Bayezid’in siyasetinin bir parçası olarak Balım Sultan’ın dergâhın başına geldiğinin ertesi yılı, Balkanlardan Anadolu’ya sürgün edilen Alevi topluluklar, doğu sınırlarında kovuşturmaya uğrayan çok sayıda Kızılbaşlarla birlikte yeni fethedilmiş Mora topraklarına sürüldüler. (...) Bu siyasetin kısa bir analizini yapalım: Birincisinde Bayezid suikast girişimini bahane edip, Balkan’larda Alevi kıyımı ve toplu sürgün yapmış, günahsız insanları yerlerinden topraklarından koparmıştır. Bizce Uzunçarşılı’nın düşündüğü gibi bu suikast girişimi, KızılbaşSafevi siyasetiyle ilgili olarak bir Kızılbaş tarafından yapılmamıştır.(...) Buna rağmen Bayezid tam bir Kızılbaş kıyımı uygulayarak, Şeyh Cüneyd’le birlikte Anadolu’da başlamış olan Kızılbaş hareketini sindirmek için gözdağı vermek istemiştir.6 İkinci sürgün ve Balım Sultan olayına gelince; karşılıklı olarak birbirlerini kullanmak siyaseti gütmüşlerdir. Biri devletin başında padişah; öbürü Alevi-Bektaşi toplulukların bağlı oldukları Hacı Bektaş Veli soyundan, onun temsilcisi ve Dergâhı’nın başındaki manevi önderi. Dikkat edilirse Balım Sultan’ın, Hacı Bektaş Dergâhı’nın başına getirildigi tarih, Şah İsmail’in çevresindeki Kızılbaş kuruluyla birlikte ta Gilan-Lâhikan’dan kalkıp Erzincan’a
Sultan Beyazıt’ın “Rumeli’de ne kadar bid’ât Abdal ve ışık ve na-hak-guz zındıklar var ise teftiş olunup Şer’ile küfür söyleyenlerin haklarından geline deyü” ferman çıkardığı günlerde Dimetoka’da Seyyid Ali Sultan Tekkesi’nde çocukluktan tanıdığı Mürsel Bali oğlu Balım Sultan (1458-1518/9) oturmaktaydı
geldiği; kendisini Ali donunda beklemekte olan Anadolu Kızılbaşları, peyikle Şah lokmasını alır almaz, tarlada çiftini-çubuğunu, gerdek yatağında karısını bırakarak yanına koştuğu yılı izlemektedir. Bu gösteriyor ki Bayezid, Balım Sultan’ı, kendi siyasetinin bir ürünü olarak başına geçirdiği Hacı Bektaş Dergâhı’nı güçlendirerek, siyasallaştırıp, 1450’lerde başlamış ve giderek büyüyen ve devlet kurma aşamasına ulaşmış Kızılbaş hareketinin karşısına çıkararak onu bölmeyi amaçlıyordu. Alevi Türkmen oymak ve kabilelerin, kendilerinden bildikleri ve kuruluşunu, temelini kanlarıyla suladıkları Kızılbaş Safevi devleti topraklarına dalgalar halinde göçmelerini de önlemenin bir yoluydu bu. Ancak Balım Sultan’ın beklenilen nüfuzunun kendini göstermediğinin anlaşılması üzerine, 1502 yılında yukarıda açıklandığı gibi Kızılbaş Safevi yandaşı olduğundan kuşkulanılanlar yüzleri dağlanarak, on yıl önce Balkanlardan sürülenlerle birlikte Mora yarımadasına sürgüne gönderildiler. Bu sürgün olasılıkla Şah İsmail’in Erzincan’a ikinci gelişi sırasında yapılmıştı. (...)
Şah İsmail İle Balım Sultan’ın Kızılbaşlık Siyasetinin Yönleri Farklıydı Balım Sultan, Bayezid’e suikast girişiminden sonra başlanan Alevi-Bektaşi kırımına, Hacı Bektaş Dergâhı’nın bir şubesi durumundaki Dimetoka dergâhında büyük Pir olarak ricayla engel olmuştu sanıyoruz. Eğer öyleyse, ta o zamandan Padişah’a, Osmanlı topraklarında yaşayan Hacı Bektaş’a bağlı Alevi toplulukları adına bazı vaatlerde bulunmuş olmalıdır. Bayezid Balım Sultan’ı Hacı Bektaş Dergâhı’nın başına getirdiğinde, izleyen yıllar içinde Kızılbaş Safevilerle, Şah İsmail çevresiyle görüşüp onları etkilemesini de açık veya dolaylı ondan istemiş olabilir. Ama böyle bir şey istememiş olsa bile, bize göre Balım Sultan ile Kızılbaş Safevi yönetiminden Ehl-i İhtisas’tan görevlendirilmiş propagandacı halifeler görüşmüş olmalıdır. Her şeyden önce onun yazmış olduğu, Cem törenlerini kurallara bağlayan Erkanname’sinin, aynı dönemde ve aynı amaç için hazırlanmış Buyruk’un içeriğiyle birbirinin aynı olması bunu gösteriyor. Erkanname’nin dil özelliklerinin ise, Osmanlıca saray ve kent diline uygunluk göstermesi, kentlerde ve özellikle İstanbul’da yaşayan Alevi-Bektaşiler ve Yeniçeriler için yazılmış olduğu anlamını çıkarmak tutarsız bir iddia sayılmaz. (...) Kanımızca, Osmanlı tarihçilerinin kaydetmemesine rağmen Şah İsmail, kurmaylarıyla birlikte Hacı Bektaş türbesi ve dergâhı ziyaret etmek istiyordu. Ancak Osmanlı topraklarında büyük bir siyasal patlama yapacağından korkulduğu için izin verilmemiştir. Balım Sultan’ın İstanbul’a çağrılması da aynı döneme rastlatılmış ve Şah İsmail ile karşılaşmasına engel olmak istenmiştir. (...) Şah İsmail Hatayi düşlerine giren ve görmeği çok arzu ettiği Hacı Bektaş Veli üzerine aşağıdaki nefesi burada yazmış olmalıdır. Bu nefeste Hacı Bektaş Dergâhı’nı ziyaret özlemi ve amacı gizlidir: (Devamı 8. Sayfada)
7
SERÇEÞME (Baştarafı 7. Sayfada)
Pir Balım Sultan... Gece gündüz hayaline yanarım Bir gece rüyama gir Hacı Bektaş Günahkârım günahımdan bizarım Özüm dâr’a çektim sor Hacı Bektaş Yandı bu garip kul nedir çaresi Yine tazelendi yürek yarası Onulmaz dertlere derman olası Bu senin bendindir sar Hacı Bektaş Derdimin dermanı yaramın ucu Dört güruh mevcuttur güruh-i naci Belinde kemeri başında tacı Yüzünde balkıyor nur Hacı Bektaş Sadıkların sıdkı âşığın renci Pirlerin pirisin gençlerin genci Hem derya hem sedef hem dür hem inci Hem umman hem ırmağ göl Hacı Bektaş Gâhî bulut olup göğe ağarsın Gâhî yağmur olup yere yağarsın Ay mısın gün müsün kandan doğarsın Ilgıt ılgıt esen yel Hacı Bektaş Arının yaptığı bala benzersin Şu gurbet illerde gönlüm eğlersin Bend edip de ikrarına bağlarsın Sailin sattığı kul Hacı Bektaş Derdiment Hatayi eyler niyazi Ulu Pir katardan ayırma bizi Bu mahşer günüdür isteriz sizi Muhammed önünde car Hacı Bektaş Görüldüğü gibi kendini dertli sayan Şah İsmail bu şiirinde gurbette olduğunu ve Hacı Bektaş’ı düşünerek gönlünü eğlendirdiğini söylüyor. Ondan yardım istiyor; yaşadığı anları kıyamet gününe benzetiyor ve Hacı Bektaşı, Ali olarak nitelendirdiği için Muhammed’in carına (imdadına) yetiştiği gibi kendisine de yetişmesi dileğinde bulunuyor. Ayrıca Hatayi’nin Balım Sultan için yazdığı şiir de oldukça anlamlı ve onun Hacı Bektaş Dergâhı’nı ziyareti ve Balım Sultan ile görüşme isteğinin bize göre çok önemli kanıtıdır: Gaziler dertlere derman bulunur Sultan Balım’dan Sınık gönüllere merhem bulunur Sultan Balım’dan Budur âlemler âlisi cümle gerçekler velisi Gaziler aşkın dolusu sunulur Sultan Balım’dan El benliğin dilden kesip nefsin ejderhasın basıp Gümansız talibe nasip verilir Sultan Balım’dan Âşıka ta’n etme yani Dergâh’a döndürmüş yönü Dünü günü kudret hunu sürülür Sultan Balım’dan Can Hatayi’m der bendesi nazar etmiş haslar hası Sinik gönüller aynası silinir Sultan Balım’dan7 Şah İsmail Hatayi’nin bu nefesi, Balım Sultan’a karşı saygısını gösterdiği kadar, siyasi bir bütünleşme övgüsü olarak da değerlendirilebilir. Yine Hatayi’nin onun için, bu birlik toplantılarında siyaseten yazmış olduğunu düşündüğümüz bir şiirinde, orada bulunmayan
8
Balım Sultan’a manevi anlamda “güzel Şah” nitelemesiyle seslenip, Sultan Bayezid ile cem yürütmesine gönderme yaparak eleştirel yaklaşıyor. (...) Son dörtlüğü tam okunamamış bu nefesi aşağıya alıyoruz: Arzumanım sende ey güzel Şahım Münkir münafıka sayvanın mı var Aşkın kitabini almış eline Mühr-i Süleyman’dan fermanın mı var Gaip erenleri kalksın yürüsün Al kırmızı otağlarını kursun Sultan Beyazit’(l)a Cemler yürü(t)sün Mümin kullarına giryanın(?) mı var Gaip erenleri seni arzular Yüreğim başında yaram sızılar Gelür alnımıza yazılan yazılar Dahi göster’ceğin günlerin mi var Dalgan mevce gelür coşa gelince Şah-ı Mürvet Zülfikâr’ın alınca Allah Allah deyüb cenge varınca Dahi göster’ceğin günlerin mi var Şah Hatayi’m eydür bu böyle olmaz İleri varıldı geri durulmaz Mehdi gele... Dahi... Hatayi’nin bu şiirinde Balım Sultan’ın eleştirilmesine karşılık, Yıldız dağındaki toplantılarda asıl Şah İsmail’in geniş bir biçimde eleştirildiğini sanıyoruz: Osmanlı topraklarındaki Kızılbaş siyasetini benimsedikleri saptanan Alevilerin kovuşturma ve sürgünlere uğraması konuşulduğu gibi, Şah İsmail’in “Mülkümde gerektir ab-ı Ceyhun (Orta Asya’daki Aral gölüne akan Ceyhun ırmağı-İK)” ve “Ahsun vatanımda Şadd-ı Bağdad (Dicle ırmağı-İK)” diye formüle ettiği geniş imparatorluk siyasetinin yanlışlığı üzerinde durulmuş ve onun bu tutkusu tartışılmıştı. Anadolu Kızılbaşları baştan verilen sözlerin tutulması ve Anadolu’nun merkez alınması gerektiği vurgulanmış. (...) Yıldız Dağı görüşme ve konuşmalarında, öyle sanıyoruz ki Hacı Bektaş Dergâhı postnişini Balım Sultan’ın kardeşi Kalender Çelebi’nin başkanlığındaki temsilcileri ve diğer Ocak temsilcileri dedeler Şah İsmail’in siyasetine karşı çıkmışlardı. Anadolu’dan Türkmen gençlerinin dalga dalga, bölük bölük Şah’ın ardından gidip bilmedikleri ülkelerde fetihlere girişmelerini istemiyorlar ve Anadolu’da birlik sağlayıp, Şeyh Bedreddin’in düşlerini Kızılbaş Devleti’nde, ama yaşadıkları topraklarda gerçekleştirmek yanlısıydılar. Bu denli açık koyulmuş mudur? Tahmin etmek güç; örneğin belki Yeniçeri ordusunu yanlarına çekebilecekleri hesabı da vardı içinde. Balım Sultan çevresinin ek olarak istek ve düşünceleri bu da olabilir! Bu toplantılarda bir yandan da, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet ve Şah Hatayi’nin siyasetçi kadar ermiş âşıklar olarak ortaya çıktığı; Ali, Hasan ve Hüseyin’i temsil ettiğini Kulhimmetli dedeler aracılığıyla günümüze ulaşan “Üç Âşık Söylencesi” göstermektedir. 8 Kemalpaşazade’nin tarihinde, “(Şah İsmail) Diyarbekir içinden dahi gitse olurdu. Ol yoldan da maksuda vusul bulurdu; amma yerinden deprenüp bir taşla iki kuş varmak istedi. Bahane ile gelip Serhadd-i Rum’da (Osmanlı sınırında-İK) bir zaman turmak istedi. Ta ki Anatolı’nın Kızılbaş’ı vesair evbaşı ol Sem-i bezm fitnenin kenara geldüğün duyup, her taraftan yanına cem’oluna... Amma umduğun bulmadı, ol dediği iş olmadı ve içinde Kızılbaş
olan vilayetlerin raiyyetleri boyunlanıp birbirine merbut olmuştu (bağlanmıştı-İK)” diye yazmakta nedenlerini göstermemekle birlikte, haklı görünüyordu.9 Balım Sultan ve Dergâh çevresi siyasetinin haklılığı, iki on yıl sonra Kızılbaş Safevi Devleti, İran Safevi milli devletine dönüşerek ortaya çıktı. İran’da Kızılbaş Türkmenlere kovuşturma ve kırım uygulanmaya başladı. Şah İsmail’in Yıldız Dağı durağından olaysız ayrılması ve başında bulunduğu Kızılbaş ordusuna önemli ölçüde katılımın olmayışı, Bayezid’i çok sevindirmiş. Kuşkusuz bunu da Balım Sultan’ın padişah adına Osmanlı illerinde yaşayan Kızılbaşları etkileyip durdurduğunu sanmıştı. Arkasından Şah İsmail’in Dulkadirli Alaüddevle’yi yenip, ülkesini ele geçirmesine de memnun oldu. Osmanlı’nın doğusundaki güçlü beylik bir daha belini doğrultamazdı. Şah İsmail’in ise Tebriz’den İran’ı yönetirken Anadolu’yu elinde tutabileceğini sanmıyordu. Anadolu Kızılbaşları da desteğini çekerse bitti demektir. Balım Sultan’ın kendisi için siyaset yaptığı konusunda yanılmış olduğu, çok değil iki yıl sonra Şah Kulu Sultan başkaldırısıyla ortaya çıkacaktı.
Sultan Bayezid Bir Taşla İki Kuş Vuracağını Hesaplıyordu Ziya Şakir’in de belirttiği gibi. Bayezid’in aynı yıl, yani 1509’da Balım Sultan’ı İstanbul’a davet ettiğini görüyoruz. Balım Sultan ve dervişlerini saltanat kayıkları gelip Üsküdar’dan alıyorlar. Ziya Şakir’in tatlı romansı anlatımından bu karşılamayı izleyelim: “Padişahın binmesine mahsus olan tebdil kayığının kıçındaki ipek gölgelik altında; sırtına alelade beyaz bir aba giymiş; başında oniki dilimli yeşil sarıklı beyaz keçeden bir taç geçirmiş olan kır sakallı, tatlı yüzlü bir zat oturuyordu (...) Dokuz çifte tebdil kayığını, öteki saray kayıkları takip ediyordu. Bunlarda da, yine saray ağalarının ve yeniçeri ustalarının arasında, sırtlarında abaları ve başların 12 dilimli yeşil sarıklı beyaz keçeden taçlarıyla 40 Bektaşi dervişi göze çarpıyordu... Halk arasında fısıltılarla şu sözler söyleniyordu: ‘Yahu! Şimdiye kadar ancak padişahlara yapılan bu alay, şu abalı Bektaşi babasına mı?’ ‘Yavaş söyle! Yeniçeriler duymasın. O senin bir Bektaşi babası dediğine, onlar batın Padişahı diyorlar.’ ‘Asıl adı neymiş bu zatın?’ ‘Balım Sultan...”10 Bayezid Sultan niçin böyle debdebeyle Balım Sultan’ı İstanbul’a getirtmiş. Sarayda Meydan açılıp, çerağlar uyandırılarak Pir Balım Sultan’ın huzurunda ikrarbend olmuş, Bektaşi tarikatına girmişti? Çünkü Sultan Bayezid bir yandan aynı tarikatın mensupları ve Sultan Cem olayında kendisini tutmuş olan Yeniçerilere hoş görünüp güven yenileyecek, öbür yandan Balım Sultan’ın Kızılbaşlara karşı olduğunu gösterecek; Kızılbaşlık-Alevilikle Bektaşiliğin aynı inanç olmadığını ve onların rafizi, yani dinden çıkmış olduklarını ispatlamış olacaktı. İlk bakışta bu siyaset, tuzağa
Sayı 45
SERÇEÞME
Balım Sultan, Bayezid’e suikast girişiminden sonra başlanan Alevi-Bektaşi kırımına, Hacı Bektaş Dergâhı’nın bir şubesi durumundaki Dimetoka dergâhında büyük Pir olarak ricayla engel olmuştu sanıyoruz. Öyleyse, Padişah’a, Osmanlı topraklarında yaşayan Hacı Bektaş’a bağlı Alevi toplulukları adına bazı vaatlerde bulunmuş olmalıdır
düşürülmüş görünen Balım Sultan’ı haketmediği ve kafasından bile geçirmediği işbirlikçi durumunda göstermişti. Tersine Balım Sultan da pay-i tahta davet edilmekten, hiç değilse Yeniçerilere ve İstanbul Bektaşilerine bir şeyler söyleyebileceği ve onları Kızılbaş hareketi yönünde etkileyebileceğini düşündüğü için memnundu. Kuşkusuz böyle bir ilişkiye, yani Yeniçeri ocaklarında Cem-Cemaat yapmasına meydan verilmedi. Padişah düzeyinde bir ilişki içinde ayn-i cem icra ettirilip, aynı debdebeyle uğurlandı Balım Sultan. Elbette ki Osmanlı siyasetini belirleyen zamanın Uleması Sultan Bayezid’in tarikata girme keyfini görürken -ya da telkin ederken-, Şah İsmail sorununu dahi konuşmasını sağlamışlardır. Ziya Şakir kitabında farklı bir yönden girerek, yarattığı mizansenin altında yatan düşünce bizce bu doğruyu vurguluyor: “Balım Sultan konuşma aralarında Şah İsmail için şunları söylüyor: ‘Padişahım! Sen Şah İsmail için zerre kadar gam çekme. Onun murat ve maksudu; memleket kazanmak ve ganimet almak değildir: Onun bütün dileği, Erdebil tekkesinin mahrem (gizli) ve kadim bir kanununu nizami âlem hükmüne getirmektir... Bu taassubu yıkmak, batıl itikatları ortadan kaldırmaktır. Dinin gayesi ahlaktır. Mavhumat (hayali şeyler) değildir. Riya ile yapılan ibadetlerin kıymeti yoktur. Hem din Arapça bilmek, Arapça konuşmak değildir... Şah İsmail bütün bu gerçekleri bilmektedir. O küçük yaşından beri, mahir üstatlar elinde pişmiştir. Onun için gerçeği çok iyi idrak etmiştir... Padişahım! Ne Şah İsmail’den ne de başka birinden zerre kadar korkma. Yalnız bir şeyden kork; o da zulüm. Halka zulmetmekten ve memurlarının halka zulmetmesinden kork... Kimsenin ahı kimseye kalmaz. Dervişlik budur, sultanlık budur.’.”11 Balım Sultan’ın Şah İsmail hakkında, aşağı yukarı buna benzer şeyler söylediği kesindir. 1940’larda bu araştırmayı yapan Ziya Şakir, geleneksel Bektaşi söylemleri, çeşitli elyazmaları ve ilgili yapıtlardan yararlanmıştır. Kendiliğinden uydurmamıştır; dayandığı kaynaklardan çıkarmış ve esinlenmiştir. Açıkçası Sultan Bali Şah İsmail’in dünyayı düzeltmek
Eylül 2008
ve zalimin zulmüne dur demek için geldiğini söylemiştir.
Balım Sultan Tebriz’den Yönetilen Kızılbaş Devletinin Oluşumuna Karşıydı Çünkü Balım Sultan Kızılbaşlık siyasetine değil, İran milli devletinin oluşumuna ve Tebriz’den yönetilen bir devlet oluşumuna karşıydı. Balım Sultan, Sultan Bayezid’in Alevi-Bektaşilere yaşattığı iki büyük kıyımı ve sürgünü unutamazdı. Üçüncüsünü, yani 1511 yılında Şah Kulu ayaklanmasının bastırılmasıyla, bütün Tekelü Alevi Türkmenlerin Balkanlara, özellikle güney Yunanistan’a sürgün edilmesini de gördü. Kendisinin İstanbul’a getirilmesi ve tarikata girmesi, hepsi siyasetti. Balım Sultan’ın gözünde padişah, yezitlikten ve yezit babalığından12 vazgeçmiş değildi. Balım Sultan’ın 1511’den, öldüğü yıla (1518–19) değin Dergâh’tan çıkartılmayarak, gözaltında tutulduğu çok büyük olasılıktır. Şah İsmail’in son on yıl içerisinde artık buyruklarının dinlenmediği ve kendini içki ve ava verdiği dönemde gerçekleşmiş olduğunu sandığımız bir olayı burada yorumlamaya çalışalım. Hacı Bektaş Veli evlatlarından Kalender Şah’ın Şah İsmail’i ziyaretidir söz konusu olay. Pir Sultan Abdal üzerine yaptığımız araştırma sırasında rastladığımız ve incelemede kullanmış olduğumuz Şah İsmail Hatayi’nin Kalender üzerine yazdığı şiiri bunu göstermektedir. Bu şiirinde “iki âlemin gerçek sırrı ve sultanı” diye niteleyen, Kalender’in başkanlığında gelmiş olan heyete “Hak kadehinden içip mest olmuş konuklar” diyen Hatayi, Kalender’i “Mustafa (Muhammed) ve Mürteza (Ali)” gibi karşılıyor. Şiirinin sonunda, ona “Şöhretin dünyayı tutması göründü (imdi Şöhret-i âlem göründü)” derken, sanki bir özeleştiri içinde Kalender’e el verip, önderlik yapması gerektiğini ima ediyor ve bir gelecek muştuluyor.13 Şah İsmail Hatayi bu şiiri herhangi bir kalenderi için yazmamıştır. 1509’da Yıldız dağında tanıdığı, Balım Sultan’ın kardeşi Kalender Çelebi’dir. Kanımızca henüz hayatta ve Hacı Bektaş Dergâhı’nın başında fakat bir tutsak gibi, sıkı bir gözaltında bulunan Balım Sultan14 tarafından Şah İsmail’e gizlice gönderilmiştir. Beşinci beyitten anlaşıldığı üzere, “Şah’a vasıl olmuş Kalender’le birlikte, Tanrı kadehinden sarhoş olmuş misafirler”, yani bir heyet gelmiştir. Şah İsmail ve diğer Kızılbaş Türkmen önderlerle ortak toplantılar yapıp, Anadolu’ya ilişkin Kızılbaş siyasetleri gözden geçirildi. Belki Ehl-i İhtisas Kurulu ile Şah İsmail’in durumundan ötürü yeni bir yönetim düzeni tartışıldı. Belki de kuvvet toplayıp, gizlice Anadolu’ya geri gelmeleri ve mücadele edenlere yardımcı olmaları önerildi. Ama artık Küçük Asya’nın haritası tamamıyla değişmiş bulunuyordu. NOTLAR 1
Hacı Bektaş Veli ve Kadıncık Ana ilişkileri, Hünkâr’ın abdest aldığı suyu içerek hamile kaldığı olay Vilayetname’de çelişkili anlatılmaktadır. Hünkâr’ın konuklarını evinde ağırlamasındaki tutum ve davranışları, evin erzakını yiyeceğini düşünmesi bir aile başkanı olduğunu gösteriyor. Abdest suyunu içtiğini gördüğünde Hünkâr: “Kadıncık,” dedi, “bizden umduğun nasibini aldın; senden iki oğlumuz gelecek, adımızla onlar yurdumuz
2 3 4
5 6
7 8 9 10 11 12 13 14
oğlu olacak... Dünya bozulsa onlar sırtları üstünde yatsınlar”... (Hacı Bektaş çocuklarının böyle olmasını hiç ister mi?-İK.) Bu söz üzerine Kadıncık’ın üç oğlu oldu. (İki demişti, niçin üç oğlu oluyor?-İK)... Bir müddet sonraKadıncık gene gebe kaldı. Hünkâr umudum atası Habib’im gelecek dedi; Kadıncık bir oğul doğurdu... Bir zaman sonra Kadıncık gene gebe kaldı... Bir oğlu oldu. Hünkâr Mahmut’tur dedi, adını Mahmut koydular. Derken kadıncık bir oğul daha...” (Abdülbaki Gölpınarlı, Menakıb-ı Hacı Bektaş Veli “Vilayetname”, İstanbul, 1990, s. 633–634). Görüldüğü gibi Hacı Bektaş Veli, Kadıncık Ana’nın kocasıdır ve belirli aralıklarla çocukları olmuştur. Bizce diğer adıyla Kutlu Melek, Hacı Bektaş Veli’nin Sulucakarahöyük’e gelip evine konuk olduğu İdris Hoca’nın ileri sürüldüğü gibi kızı da olabilir (A. Celalettin Ulusoy, Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi Yolu, Hacı Bektaş, 1986, s.29) karısı da. Kızı ise Hacı Bektaş, İdris Hoca’nın damadı olmuştur. Eğer eşi ise, İdris Hoca bir süre sonra ölmüş ve Kutlu Melek, Hacı Bektaş ile evlenmiş, Kadıncık Ana adıyla anılmaya başlanmıştır. Bizim düşüncemize göre, Bayezid’in Uzun Firdevsi’ye 1480’lerde, Cem’le mücadelesi sırasında yazdırmış olduğu Hacı Bektaş Veli Menakıbnamesi’nde, böyle bir öykü yer almamıştır. Çünkü o dönemdeki siyasetine aykırıydı. Bizce ölümüne (1512) kadar da böyle bir değişiklik olmamıştır. Tam tersine Kızılbaş Safevi hareketine karşı Hacı Bektaş Dergâhı’nı güçlendirme siyaseti gütmüştür. Menakib-i Sultan Bayezid Han’dan aktaran A. Yaşar Ocak, Kalenderiler, s. 125, n. 274. M. Tevfik Oytan, Bektaşiliği İçyüzü II, İstanbul, 1960, s. 29. Müneccimbaşı Ahmet Dede, (Çev. İ. Erünsal), Müneccimbaşı Tarihi Cilt II, İstanbul, Tarihsiz, s. 439-440; The Encyclopaedia of Islam, Vol. I, Leiden (E. J. Brill), 1986, s. 1120–21. Turgut Koca, Bektaşi Nefesleri ve Şairleri, İstanbul, 1990, s. 124-125. Ancak suikast girişiminin de bireysel bir terör ve saldırı olmadığı açıktır. Müneccimbaşı Ahmet Dede’nin de belirttiği gibi, Tacü’t Tevarih’ten kaynaklanan Uzunçarşılı, padişahın çevresindeki koruyucu “Solaklar”ın korkudan kaçıp dağıldıklarını yazmaktadır. Bizce koruyucuların kaçıp dağılmaları eli hançerli bir abdalın saldırısından korkmaktan değil, satın alınmış olmalarındandır. Bu suikast girişimi, acaba o tarihte Vatikan’da Papa IV. Aleksandre Borgia’nin elinde bulunan Sultan Cem yandaşları olup kendini gizlemiş yöneticiler tarafından yaptırılmış olamaz mı? İ. Arslanoğlu, Şah İsmail Hatayi, İstanbul, 1992, s. 430. Bu söylence için bkz. İsmail Kaygusuz, “Dede Kul Himmet”, Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İstanbul, 2005, s. 360-361. Faruk Sümer, Agy. s. 29, dipnot 41. Ziya Şakir, Mezhepler Tarihi, Yeni Baskı, İstanbul, 1992, s. 257–258. Ziya Şakir, Agy, s. 269–273. Bayezid adı, Arapça “Yezid’in babası” anlamına gelen Ebu Yezid’den bozulup Türkçeleştirilmiştir. İ. Kaygusuz, Alevilik Tarihi ve Uluları I, İstanbul, 1995, s. 342–343. Şiir için ayrıca bkz. İ. Kaygusuz, Anadolu Bilgeleri, s. 289-290. Balım Sultan’ın ölüm tarihi olarak 1516, 1518-1519 ve 1520-21 gösterilmektedir. Türbesinin yapılış tarihi 1518-19 dur. (M. Tevfik Oytan, Bektaşiliğin İçyüzü II, s. 27-28; A. Celalettin Ulusoy, Hacı Bektaş Veli ve Alevi-Bektaşi Yolu, s. 73) Bizce, Balım Sultan’ın türbesinin yapıldığı yıl (Hicri 925: 1518–9), onun Hakk’a yürüdüğü tarihtir. Piri Sani (İkinci Pir) olarak çok büyük saygı gören Balım Sultan’ın türbesinin yapımı 2-3 yıl geciktirilmez.
9
SERÇEÞME
KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ – BÖLÜM II
İLHAN BERK
Türkiye Şarkısı Senin üstündedir Ne varsa yalnızlık, fakirlik namına Sevmek, yaşamak aşkına Devam eden ve edecek olan adına Nasırlı elden sarı yüzden yana Yani ne varsa yorgun, fakir halkım adına Senin üstünedir. Sen âhı ekenin biçenin Sen âhı taş kıranın, şarkı söyleyenin Trenler ki senden geçer Başı açık yalnayak halkım senden geçer Türkülerin en hazinleri senin üzerinedir Anamın, kardeşimin, kavmimin göz yaşı senin üzerinedir Halkım arabacısı, köylüsü, ırgatıyla senindir Ben bütün şiirlerimle halkımın. O ovalar ne öyle, birbiri arkasına akıp durur? O yorgun o soluk o namuslu yüzler o erkek bakışlar O gökyüzü, sarı, kırmızı, mavi say sayabildiğin kadar Ya o şehirler, vefakâr Antep, zalim İstanbul, kanlı Zonguldak? Köyler, bozkırlar, kasabalar? İnsanlar ki çıkık elmacık kemikleri acayip elleri, ayaklarıyla durmuşlar veya yürüyorlar Zile’de kör bir adam gelip geçen trenlere türkü söylüyor Sıvas’dan bıçak satıcılarının sesleri geliyor Pis, fakir o canım Kürt köyleri arkalarını dağlara dayayıp görünmez olmuşlar Peşleri sıra tuz gölleri, nehirler gökyüzü kayıyor. Sen bir kenara durmuş bakıyorsun Dağlar senin önünde gelip durur Yol senin serine görünür Kötüsü sana vurur rüzgârın Eğrisi sana yağar yağmurun Ekmeğin karası sana düşer. Sen şu koca Türkiye toprağı Sen Yunus’un, Karacaoğlan’ın, Pir Sultan Abdal’ın vatanı Sen kimsesizliğimizin, büyük yalnızlığımızın, alın terinin memleketi Gözümüzün içindeki sarılık Avucumuzun içindeki yara Sen her gün biraz daha bağlandığımız Her gün bizi bağlayan hayata Tuzu ekmeği şiirimizin Sen çarık, potur, kuşak Sen çavdar ekmeği, mısır ekmeği, buğday ekmeği Dinlenmekten yorulmuş toprak, durgun sular, ihtiyar dağlar Karakollar, hapishaneler, okullar Yani yirmi milyonun kederi Yani yirmi milyonun ümidi Sen büyük kederimiz Sen büyük ümidimiz Düzülse sana düzülür destan Yakılsa sana yakılır türkü Ama şüphesiz en insancası işin Devam etmektir yaşamaya. “Türkiye Şarkısı” adlı kitabından, 1953
10
Tarihsel Bir Gerçeklik mi Ütopya mı? Haşim Kutlu IZA ŞEHRİ üzerine yaptığım çalışmaları özetlemeye devam ediyorum. Birinci bölümün anlatımından da anlaşılacağı üzere, Rıza Şehri’nin Yol insanı açısından taşıdığı batıni anlamları üzerinde durmuyorum. Bu kısa özeti, kapsamının dışına taşırmamak için şimdilik, tümüyle tarihsel ve toplumsal anlamı ya da karşılığını, bu özetlemeye konu etmeğe çalışıyorum. Birinci bölümün sonunu, Rıza Şehri kavramının, otantik Alevilikte, toplumsal yapılanmanın Ortaklığa dayandığının temel bir ifadesi olarak, “Yola Girme”nin Rıza Şehri’ne girmek ve Ortaklığın gönüldaş bir üyesi olmak anlamına geldiğini belirterek bağlamıştım. Artık, maddi ve manevi etkinliğinin tamamını, Ortaklık üzerine kurmuş bir toplum yapılanmasının geride kaldığı, günün Alevilerinin de, onların örgütlü hareketi olarak Modern Alevi hareketinin de, kökene ilişkin aidiyeti dışında söz konusu Ortaklık yapılanmasıyla ve o günün Alevi Toplumuyla bir bağlantısı bulunmamaktadır. Onlar artık, “Modern Toplumun” bir başka ifadeyle “Ulus toplum”unun bir üyesidirler. Tabii ki Türkiye gerçeğine uygun düşen bir üyesidirler! Bu nedenle, Aleviliğe ilişkin olarak ya da onun otantik sosyalitesine ilişkin olarak belirttiğim “Ortaklık” kavramının somut karşılığı, bugün somut olarak görülemediği için de yeterince algılanamamaktadır. Özellikle genç kuşak açısından bu, çok daha net olarak böyledir. Bu nedenle, sorunun tarihselliğine doğru bir yolculuğa çıkıp, tarihsel örnekleri buraya aktarmadan önce, “Mohikanların sonuncusu” örneği, bugün farkındalıklarını kaybetmiş olsalar da, benim kuşağımın tanık olduğu bir örneği buraya aktarmak istiyorum. Aktarmak istediğim örnek, bir Dergâh mekânı ve onun işleviyle ilgilidir.
R
Bir Anı ve Sonuncu Örnek Çocukluğum ve gençliğimin bir bölümü, Hünkâr Dergâhı’nda bir hizmetli olarak geçti. Vermeyi düşündüğüm örnek, çocuk anılarımın, tıpkı çocuk dizlerde kalan çocukça yaralar gibi bir örnek, Ayrıntıları itibariyle son derece silik ama ana hatları itibariyle son derece belirgin. Bundan yaklaşık yirmi yıl önce, Alevilik konusunu başlıca çalışma alanım olarak ele aldığımda, Aleviliğe ilişkin onca yaşadıklarımı, bu yaşamdan öğrendiklerimi de veri olarak
Aleviliğin özgün toplumsallığı “Ortaklık” kavramının karşılığı, bugün görülemediği için yeterince algılanamamaktadır. Bu nedenle, bugün farkındalıklarını kaybetmiş olsalar da, benim kuşağımın tanık olduğu bir örneği aktarmak istiyorum.
1950’lerde gerek “Konak Külliyesi” gerek Hünkâr Dergâhı’na ait araziler, bağlar, bahçeler geleneksel süreğin sonunun başlangıcındaydılar. Soy süreği bir biçimde devam etse de “Konak” önce hanelere, özel evlere bölündü. Özel evler, sınırlarını bütün mekânlara yaydı. Ortaklık Fırını ve diğer Ortaklık işler, bu gelişmenin ödenmiş bedelleri oldu!
ele almak, ama onları tekrarlamak değil, yolculuğumun her durağında bu verileri yeniden yeniden dizmek bağlamında, hep göz önünde bulundurdum. Yaşamını Dergâh Hizmetlisi olarak tamamlamış Kurban Baba’dan, anlamını bilmesem de, “Rıza Şehri çocukları” olduğumuzu hep duyardım. O kimileyin “Rıza Şehri” yerine “Işık Bahçeleri” dediği de olurdu ve “Biz Aleviler Rıza Şehrı –ya da Işık Bahçeleri– çocuklarıyız” derdi. Tabii, onun ağzından ne zaman bu sözü duysam, daha sonraki yaşlarda değil ama diyelim ilk okul sıralarında, Kurban Baba’nın Bahçevanlığı gelirdi gözümün önüne ve sözünü de hep bu bağlam içinde algılardım!.. *** Ne zaman, Rıza Şehri üzerine düşünsem, aklıma, şimdi sözünü edeceğim örnek düşer ve örneğe, bu bağlamda anlam vermeğe çalışırdım. Örnek şöyleydi: Yukarda da belirttiğim gibi çocukluğum ve gençliğimin bir bölümü Hünkâr Dergâhı’nda, Hünkâr Soyu’nun bu günkü varisleri olan ve geleneksel olarak “Çelebiler” diye bilinen aile “Konakları”nda geçti. Çocukluğumda Hacıbektaş yine ilçe olmasına karşın, çevre köylerin tamamı Hacıbektaş’tan söz ettiklerinde, “Hacıbektaş” diye değil “Köy” diye söz ederlerdi. Örneğin “Hacıbektaş’a gidiyorum” değil de “Köye gidiyorum” derlerdi. Tabii ki, Çelebiler ile ilçe ve yine Çelebiler ile kaldıkları “Konak Külliyesi” aynı “Kutsallık Konsepti” içinde özdeşleştikleri için de, çoğu kez hepsinin yerine olmak üzere “Konağa gidiyorum” derlerdi. Çünkü Çelebi ailesinin kaldıkları evlere, “Konak” gözüyle bakılır veya öyle adlandırılırdı. Burada dillendirilen “Konak” köşk ya da saray karşılığı bir anlama denk gelmiyordu tabii. Dört iklime dört kapısı olan, Meydanında sofrası hep kurulu bulunan, dört iklimden lokmalarıyla koşup gelen “Bahçe Çocukları”nın nasip getirdiği ve aynı gönül ferahlığı içinde
Sayı 45
SERÇEÞME
İLHAN BERK 1918 - 2008 ŞAİR
nasiplerini alıp yolcu oldukları, bir süreği ve sürekliliği tanımlayan bir anlamı taşıyordu. Konak, içinde o zaman için 12 kandaş (karındaş) ailenin kaldığı bir kompleksten oluşuyordu ki ilçenin merkezindeydi ve onun ana gövdesini oluşturuyordu. Konak Külliyesi ne zaman oluşturulmuş, kaç kez elden geçirilmiş, tabii ki benim bilmem mümkün değildi, ama çocukluğumun anıları içinde, bu külliyeden aklımdan kalan en temel yapı bölümü “Ambar” ve hemen ona bitişik olan ve onun ön kısmında yer alan “Fırın”dı. 1950’li yılların başında Konak Külliyesi bölüm bölüm yeniden restore edildiğinde, belki “Ambar” kalmıştı, ama artık Fırın yoktu! Fırının yokluğuna tarih düşüyorum, çünkü ortaklığa ilişkin olarak en otantik yapı da ortadan kalmıştı onunla birlikte! 1500 yıllarında yaşanan büyük kıyımlardan sonra bütün meydan ve mekanlarda inişe geçmiş, Ortaklığa ve Ortaklara ilişkin Yol süreğinin, geride kalmış son örnekleriydiler bunlar ve artık yoklar!.. İlçenin, şahıslara ait iki adet fırını vardı ve özel şahıslara ait ticari birer kuruluştular. Bu fırının, aileye ait “Konak Külliyesi”nin bir parçası olmasına karşın, işlevi farklıydı. Benim çocukluğumda –ki son demleriydi– haftada bir gün çalışırdı Konak Fırını. Sanırım hala öyledir, o zamanlar Cuma günü, ilçenin Pazar Meydanı’nın kurulduğu gündü ve o gün çevre köylerden insanlar akın akın ilçeye, “Köye” ya da “Konağa” gelirlerdi. O gün, “Fırın Hizmetlileri” geceden kalkar, bütün hazırlıklarını bitirirler ve kuşlukta fırından taze ekmek, “Konak Tayını” çıkmış olurdu. Geliş nedenleri her ne olursa olsun –belki Osmanlı Sultanı Abdülaziz’den o güne, Nakşi değirmenlerinden ince öğütülmüş olanlar hariç– Cuma pazarına gelmiş herkes Konağa uğrar ve “nasıbını” alırlardı. Aynı tayınlardan ilçedeki yoksullar öncelikli olarak, her eve birer ikişer dağıtılırdı. En son olarak da hane içine ve hizmetlilere tayın (yuvarlak, kümbetli fırın ekmeği) çıkarılırdı.
*** Örneğe ilişkin anılarımın ana hatları böyle. Çalışmamın her aşamasında bu örneğe takılı kaldı aklım. Bu örneği yapılanmanın neresine koymalı ve nasıl ele almalıydım? Açıktır ki, yaşayarak bildiğim bir gerçek, söz konusu fırın bir imarethane örneği değildi. Kimseye “sevabına” olsun diye yapılmıyordu bu. Sunu, Hacıbektaş ile de sınırlı olmadığı gibi köyleriyle de sınırlı değildi. Dergâh’a bağlı, özellikle de “harman sonu” geldiğinde, dört bir yandan talipler geliyordu ve onlar da nasipleniyorlardı bundan, daha birçok hizmet örneklerinden nasiplendikleri gibi. Üstelik gelenler sadece, bu bağlamda nasiplenmiyor aynı zamanda hizmet işlerine de katıyorlardı kendilerini. Şair Kutubî’nin dediği gibi “almak da vermek de rızalık” üzerine oluyordu böylece!.. Temel özelliklerini belirlediğim, bu, ayrıntı gibi duran örneği, Aleviliğin otantik toplumsallığında nereye koymalıydım? Koyacağım yeri net olarak görebilmem için, örnekten sonraki döneme değil, daha önceki döneme yolculuk etmem gerektiğini net olarak görüyordum.
Eylül 2008
Ortaklık Süreğinin, özellikle de Kızılbaşlıkta Ortaklık süreğinin 1930 yıllara dek yaşamış Dersim örneği, hep duyduğum ve duya geldiğim temel örneklerden birisidir ve araştıracaklar için başlı başına bir laboratuar gibidir. Çünkü 1950’lerde gerek “Konak Külliyesi” gerek Hünkâr Dergâhı’na ait araziler, bağlar, bahçeler geleneksel süreğin sonunun başlangıcındaydılar. Soy süreği bir biçimde devam etse de “Konak” önce hanelere, özel evlere bölündü. Özel evler, sınırlarını bütün bir mekânlara yaydılar. Söz konusu Ortaklık Fırını ve diğer Ortaklık işler, bu gelişmenin ödenmiş bedelleri oldular!.. Bu örnek benim bizzat tanık olduğum bir örnekti. Ancak, çocukluğum ve gençliğimin bu “Ortak Konağı”nda belki gördüğüm değil ama duyduğum tek örnek değildi. Kim nasıl değerlendiriyor olursa olsun. Ortaklık Süreğinin, özellikle de Kızılbaşlıkta Ortaklık süreğinin 1930 yıllara dek yaşamış Dersim örneği, hep duyduğum ve duya geldiğim temel örneklerden birisidir ve araştıracaklar için, başlı başına bir laboratuar gibidir. Derviş geleneğinin son halkası babam Kurban Baba, sanırım son yolcuğuna gözü arkada çıktı. Son bir kez olsun gidemediği için gönül koymuş ve bir gün mutlaka gitmemi istemişti. Ne ki, bu gün Kurban Baba’nın Hakk’a yolcu olduğu yaşa geldigim halde, Dersim ile aramda sıra dağlar var, aşmak ne mümkün! (Kurban Baba için Bkz. Haşim Kutlu, Kızılbaş Alevilikte Yol-Erkân-Meydan. s. 305, Yurt Yayınları, Ankara) Bu bölümü, sonraki bölüme de bir başlangıç olması bakımından bir cümleyle noktalamak istiyorum. “Kızılbaş Kadın” adlı çalışmamda en eski verilerini derleme olanağı bulmuştum. O çalışmama bakıldığında da görülecektir; Anadolu ve Mezopotamya’da ilk yerleşim, Kaf kasZagros-Toros üçgeni içinde kalan, yani tarihçilerin “Bereketli Hilal” olarak adlandırdıkları toprak üzerinde, ilk yerleşim yerlerinin kurulmasıyla ortaya çıktı. En küçük toplum birimi olarak yerleşim Ocak ile başladı. Ocak, üç temel belirleyenle anlam kazanıyordu. Ocak, bir Ortak Barınak’tı, Ocak, aşın ve işin bir arada görüldüğü yerdi ve Beslenme meydanıydı. Ve en önemlisi, bütün yüceliğiyle Ocağı ilk şekillendiren ise Ana Ata idi ve Ananın kendisi hem barınak hem beslenmenin temel kaynağıydı. Onun etinden ve sütünden gelenler, aynı “özden gelme”nin karşılığı olarak kardeştiler ve karındaştılar. İlk ortaklık böylece mekân tuttu ve Yol katarına katıldı. Gelecek bölümde, bu kadim geçmişe yolculuğa çıkarak devam edeceğim. (Devam edecek)
Dünyayı, Harikuladelikler Olarak Gören Şair
İ
LHAN BERK’İ 28 Ağustos’ta yitirdik. Manisa’da doğan İlhan Berk, Necatibey Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu, iki yıl öğretmenlik yaptı. Sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Fransızca bölümünü bitirdi. 194555 yılları arasında Zonguldak, Samsun ve Kırşehir’de Fransızca öğretmenliği yaptı. Ziraat Bankası Yayın Bürosu’nda on üç yıl çevirmenlik yaptı, 1969’da emekli oldu. İlki 1935 yılında sonuncusu 1999 yılında yayınlanan 35 şiir kitabı vardır. Fransız şairlerinden çevirileri, antolojileri, anlatı türünde 11 kitabı daha olan İlhan Berk, Türkiye’de yetişen en değerli şairlerden biriydi. Ardında bıraktığı şiirleriyle zenginleşen dünyamız, kaybıyla biraz daha fakirleşti. Yattığı yer ışık olsun.
Hacı Bektaş Veli Bir resimde bağdaş kurmuş oturuyor Hacı Bektaş Veli. Evi gibi yeryüzü. Bir bulut düşürmüş başını duruyor. Onunla gidip gelen. Uzakta bellibelirsiz. Beyaz, uzun kavuğu. Demek ki güneş var. Kucağına almış bir ceylanı, bir aslanı. Duruyorlar. Üç kişiler. Hayvanları mı severdi Hacı Bektaş Veli? Bilmiyoruz. Ama açıktı hep evinin kapısı. Çizgili mintanı. Yalın. Düz. Ta bileklerine değin uzuyor, uzayıp orda kalıyor. Yüzü? Uzun yüzü. Sakallı, virdi okur gibi de önüne bakıyor. Delik değil kulağı ve halkasız. Yanında yeryüzü: Ağaçlar, sular, gök. Her sabah okuduğu. “Atlas” adlı şiir kitabından, 1976
11
SERÇEÞME
Yozgat Bahadın ve Nevşehir Hacı Bektaş Veli Anma Etkinlikleri Hasan Harmancı
U
ZUN bir yoldayız. Sahiplenebileceğiniz uzaklıkta ancak. Yaşam adımında kendiniz olduğunuzu kolayca duyumsayabileceğiniz bir yol. Çığlığınız birbirine karışır bu yolda, ancak yüksünmezsiniz. O yol sizinle diğerleri arasında paylaşım yoludur. Durdurulmazsınız, duygularınız ve sözleriniz nedeniyle. Uzun havasına da, bozlağına da aynı tatta yaklaşırsınız. Yüzünüz bu nedenle yas, hüzün ve coşkuyu bir potada eritir. Yol uzun, ancak dinamik ve özgürdür. Sizi belirlemez, sizi özgürleştirir. Bazı coğrafyalara bu nedenle içiniz rahat gidersiniz. Bir tabut içinde dönseniz bile korkunuz yoktur. Direnciniz ve bilinciniz güçlüdür. Nice kanın aktığı cennet yolcuları ile kesişse de yollarınız, başka bir dünyanın kurgusu, sevgisi olduğunuzu bilirsiniz. Türküleriniz, şiirleriniz sizi yaşama bağlar. İşte o yol Bahadın’ın duygu yüklü bakir topraklarına taşır sizi. Yol uzun mu şimdi söyleyin. Türküler direnciniz olursa, yüreğiniz korkuyla biçimlenmezse uzun olur mu yol. Tüm hayat yolunuzun avuç içinizdeki biçimiyle böyle olmasını dilemez misiniz? Bu duygularla, kendimizi coşkuya devşirerek bir cemevinin açılışına gidiyoruz.. Nice katliamlara ev ve kan sahibi olmuş Bozok Yaylası’na yeniden dikilmeye gidiyoruz. Yıllardır yaşama, ayakta kalmaya, başkalarından sakınmaya festivallerle direnen bir bozkır “güzellemesi”ne cemevi ile kapı açıyoruz. Bu özgürlüktür. Korkuları yenme özgürlüğü. Yürekleri sarıyor bu coşku. Korkunuz sinmişliğiniz can’a, candan kana dolanıyor. Korku kaybolmuyor, siniyor, yırtılıyor. Aşkla o korkunun cenderesinden, tuzağından kurtuluyorsunuz. Büyük korku küçülüyor. Don mu değiştiriyoruz. Kırıla kırıla geldiğimiz yüzyılların ardından, derman bulmuşçasına kendimize akıyoruz. Bu bir dönüş değil, bir kimliğin sessiz yol almasıdır.
Sahnede Kendiniz Olmak Onca zamandan sonra oyuncusunuz, sahnedesiniz. Yıkılmış, yoksullaşmış, terk edilmiş evleriniz arasında kendinize bilincinizi de katarak, can-kimlik akıyorsunuz. Şimdi başınız dönüyor yeniden, yenilenmekten mutlusunuz. Yolunuz uzun mu, kısa mı? Özlemleriniz yaratıcı mı, susma değirmenin de mi. Yıllarca mektuplarınızın gittiği yere kendiniz gidiyorsunuz. O mektuplarda dile gelmiş midir özlemleriniz, belli değil. Ancak dikili bir taştan çok, övünç bir kale dikiyorsunuz Bahadın’a. Özlem ve varlık alanı olarak bildiğiniz beldenize. Sizden önce başkalaştırılmış bir yaşama zorlansanız da, caminiz de olsa, direnciniz umuda, beslendiğiniz söz eyleme dönüyor yeniden. Diriliyorsunuz. Bunu görmek zamanınızı alacak. Ancak diriliyorsunuz. Yolunuz açık olsun Bahadın bağlarının çocukları. Çağlayanlardan akan sularınız gibi, tarlalarınızın altlarından ve yanlarından akan sularınız gibi vicdanınız rahat ve yürekleriniz saf yürüyorsunuz şimdi. Evleriniz ile bahçeleriniz ekmeğinizi doğursa da size, bir burukluktur bilmediğiniz bir dünyada yaşamak. Siz bu burukluğu eksikliği, yoksunluğu, ezayı yaşamayacaksınız. Camisinin karşısına cemevini dikebilmiş kaç belde var. Kaç cesaretli yürek var. İlk cem gecesinde belki aklanmak için gücünüz yoktur. Yıkılmamış korkularınız arasına bir de kendinize yabancılığınız akıyor, görü-
12
Camisinin karşısına cemevini dikebilmiş kaç belde var? Kaç cesaretli yürek var? İlk cem gecesinde belki aklanmak için gücünüz yoktur. İnanmakla, susmak arasında devşiriyorsunuz kendinizi. İşte sorgu şimdi başlıyor; “Hey erenler, ben kimim?” Kendinize sarraf olma zamanıdır. Yüreklerinizi onarma zamanıdır. Gönül yolunuzu sırlayacaksınız
yorum. İnanmakla, susmak arasında devşiriyorsunuz kendinizi. İşte sorgu şimdi başlıyor; “Hey erenler, ben kimim?” Kendinize sarraf olma zamanıdır. Yüreklerinizi onarma zamanıdır. Onca zamandır beklediğiniz festivallerinize artık bir akşam da yüreklerinizi konuk edeceksiniz. Gönül yolunuzu sırlayacaksınız. Bu bir Bahadın yolculuğu gibi görünebilir. Değil ancak. O yolculuktan dönüyoruz şimdi, sesiz bir dönüş. Yalnızlıktan ve yabancılaşmaktan kurtulmak için yeniden içine düştüğümüz tufandan kurtuluyoruz. Deryanın, ummanın dibinde kendimize bir avuç toprak bulmak için tüm nefesimizle, umudumuzla, barış içinde bekliyoruz. Bir çift güvercinle özgürlük ve barış istiyoruz kendimize. Yaşadığımız kentlerin göbeğinde sütümüz kirletilmeye çabalanırken, biz o kirli/bozuk süt olmamak için çaba harcıyoruz. İçimizi dolduran hurafeden, inanç kirinden kurtulmak için can atıyoruz. Her an her köşe de sıkıştırıldığımız biçimlendirildiğimiz bir gözetim altındayız. Hiçbir barış mesajı, çabası görmeden yaşıyoruz. Değerlerimizle körebe oyununa zorlanıyoruz. Bizim adımıza ku-
suyorlar bilgiç bilgiç başka inançtan olduğunu söyleyenler. Atlarını sürüyorlar beyinlerimize yeniden Yavuz misali. Kanımızı emmenin yanında körleşmemizi istiyorlar. Yastık altlarında palalarıyla bekliyorlar. Canımızı acıttıkça daha çok bizi suçluyorlar. Ancak yaracağız karanlığı, sökeceğiz etrafımızı saran dikenli telleri. Çocuklarımızı o aç kurtların yemine dönüştürmeyeceğiz. Yıkılmayacağız. Adım adım kollarımızı birbirine dolayacağız, eşit olana dek. Aklımızın süzgecinin kabul etmediği hiçbir hurafeyi bize inanç diye satamayacaklar. Zorun bedelini ödeye ödeye pastan kurtulacağız. İçimizdeki pastan da kurtulacağız. İçimizdeki Hızır Paşa mantığını, minnet köleliğini, minnet kölelerini saflığımızda boğacağız. Gelecek nesillere yeni kapılar açacağız, kırılmış ve çürümüş izbe kapılar olmayacak gençlerimiz. Haklı ve meşru bir dünya olacak bu dünya onlar için. İktidarların tükürüğünden nemalanları tüketerek yürüdüğümüz nice yol gibi. Bahadın bozkırından yükselen cem seslerinin umuduyla yürüyeceğiz. Beşinci mevsimimizi yaratacağız, yaşamak ve mutlu olmak için, umutlu ve insan kalmak için. Onurumuzu ve kültürümüzün temiz oksijenini arttıracağız.
Hacıbektaş Kokteyli Burası bir aşk köprüsüdür. Acının ve yoksulluğun dinmeyip, umuda yüz sürülen yasaklının ateşinin yandığı yerdir. Tutamadın mı yanarsın. Tutamadın mı uzak diyarlardan olduğunu, aynı düşün dünyasına yolculuk yapamayacağını anlarsın. Bu yol, gönül yoludur. Bu yolda gözleri ile konuşan insanlarla karşılaşırsın. Yürekleri kin bağlamaz, ancak tarihleri kan ve kıyam ile örgütlenmiştir. Pınarlarında sevgi akar, ancak sevgilerinde kan birikmiştir. Kirlenilmez bu yolda, ancak kirin ne olduğu bilinir. Burası Hacıbektaş’tır, Aleviliğin kutsal yaşam ve mitoloji bölgesi. Alevi felsefesi ve belleğinin biriktiği, akıtmak için çırpındığı bir
Bahadın cemevinin açılışında Dertli Divanı Baba’nın verdiği gülbankla, Denizli’den Sultan Ana ve diğer canlar hep birlikte kırmızı kurdeleyi keserek Hak Meydanı’na - Halk Meydanına hep birlikte yürüdüler. Umarız cemevinin kuruluş, gericileşmenin bir adım değil ilerlemenin ve güçlenmenin bir adımı olur.
Sayı 45
SERÇEÞME pınardır burası. Gücü sesinden gelmez. Sesi soluğu azdır. Dipten akan pınarlar ile başka yerlerin boş vadilerini karıştırmamak gerek. Pınarlar aktıkları bölgeyi yaşama boğarlar. Vadilerden akan nehirler, hızla akıp giderler. Can beslemezler. Can sularını çekerler. Alevi belleği Hacıbektaş’ta yeni sular oluşturuyor. Kendi içindeki hicran patlamış durumda. Kendini temizleyecek söz arıyor. Kendini temizleyeceği hikmet arıyor. Dergâh bu nedenle yeniden can suyunu toplayacak sabrı deniyor. Kurulmak için, çölleşmeden kurtulmak için çaba harcıyor. Etrafındaki toplumlar kimlik değiştirirken, Hacıbektaş, Hacı Bektaş düşüncesine yeni yeni filizler ekiyor. Kırımlardan nasıl ki dirilerek çıktı, yine kendisine dirileceği canlar ve düşünceler arıyor. 1826 yaşadığı son, en büyük kırımıdır. O kırımda, Serçeşme’ye, yüreğine camili bir düşünce-kulp eklendi. Onca sancısına karşın ayakta kalmasını bildi. Bildi, çünkü Serçeşme idamla boy ölçüşecek kadar damarına ve bilgeliğine sahipti. Serçeşme’nin anahtarını teslim etmektense canlarını teslim etmeye hazır mürşitleri, müritleri ve damarı vardı. Bildi, çünkü Serçeşme’de akan pınarlar tüm bir dünyaya yayılacak kadar bereket ve öz taşıyordu. Kırımlardan dirilerek çıkan Hacıbektaş bir yaşama alanı olmaktan öte bir düşüncenin meyveye dönüştüğü güneş gönüllü güçtü, belli etti. Sessizliğini koruyarak yürüyor, ateşiyle. Bu da belli. Aleviliğin hedefleri ve yaşama kültürü oraya bağlı olan ve orada “hacca” giden, niyazlaşan veya feyz alan herkesi kucaklayacak kadar engindir. İkili bir söz yoktur orada. Gelen ayakları ile gelir, bilgi ve irfanla, belge ve güvenle döner. Yoksa gelinmiş ve gidilmiş sayılmazsınız. Hacıbektaş’ta Aleviliğin hedefleri, insanca, eşit haklar ve yaşama olanakları zemininde yükseltilir. Kim oraya heyecanla gitmek istemez ki. Serçeşme’de sanıyorsunuz ki hâlâ bu dalganın etkisi var. Hayır, yok ne yazık ki. O kan ırmakları bilginin ve tecrübenin sıratında olmayı biliyordu. Cahil ve körkütük sarhoş değildi. Bilginin ve güvenin varlığı sevgi ve anlamak, duymak ve istemekten geçiyordu. Bir kutlama ve anma havası hayatı biçimlendirmiyordu.
Alevi hac merkezini ziyaret eden Cumhurbaşkanı ve diğerleri Hacıbektaş’a gelip dua ediyorlar. Hangi duadır, çok merak ediyorum… Alevilikte Duanın, insan sözünün kabul yeri sessiz simgeler değildir. Canlı simgenin huzurunda bulunmak ve cem olmak gerek. Yakarış ve istek basit bir söz değildir. O nedenle Postnişin makamı ziyaret edilmelidir. Tarikat şeyhlerinin. şıhlarının elleri etekleri öpülüyor da, Hacı Bektaş Veli’nin sırlarının, itikadının taşındığı Postnişin neden görmezlikten geliniyor? El etek öpmek için değil, Aleviliğin de bir kudret ve tarihsel bağının olduğunu, sembolleşmesi, kabulü ve iki yüzlülükten kurtulmak için. Boğulmuyordu insan orada, bu nedenle. Yaşama acı ile değil, sevgi ve aşkla bakıyordu. Gençlerin oraya gitmesi cesaret isterdi. Oraya gidip de öğrendiğini anlatmaya, ağız mührünü açmaya cesaret ister. Söz bir ulakla sizden önce gelmiş olurdu çünkü. Binlerce güvercin çoktan ilk toprağı bulmanın hüneriyle ceylanların dermanını ve kalp atışını taşımış olurdu. Diliniz çözülmez kabaya ve kötüye. Yılanlar Hacı Bektaş Veli’nin düşüncesini çocukça bir sevgi ve saflıkla emmeye gelenlere dokunmaz. Ceylanlar sessizliği sever, aslanlar kudretli ancak koruyucudur.
Hacıbektaş’ta yürüyüş yapan ilerici Alevi-Bektaşiler tören alanına çıkmasın diye önleri polis kordonuyla kesildiğinde, Sivas şehidi yakını bir ana, içinin yanıklığını polise açık yüreklilikle ve cesaretle söylüyor. Çevresinde toplanmış canların gıpta ile seyrettiği bu ananın sözleri polisi geriletmiyor, ama diğer canlara polis engelini aşacak gücü vermeye yetiyor. Aşkolsun ona,
Eylül 2008
Şimdi öyle mi? Geriye dönülmez ayrılıkları körükleyen bir kuşak değişimi var Serçeşme’de. Farklı dünyalar denebilir bu çatışma kültürüne. Birincisi, Aleviliğin sessiz yüzüdür. Aleviliğin sır yüzüdür. O yüzde, sokakta, çöp bidonlarının arasında yatan insanlar bulunur. Bu yüzde, gün içinde su taşıyan, yanlarından geçenlere yemek davetinde bulunan yoksul ve göçebelikten kurtulmamış kadınlar, bebekler vardır. Yanlarından geçerken lirik türküler, nağmeler dinlenilir. Zamanın başı ve sonu gün aydınlığı ve gecenin karanlığına bürünür. Orada günün heyecan ve sefahati ile gecenin sefaleti arasında yaşam ve düş farkları gider gelir. Ancak oraya ‘öteki’ olarak bakan yüzlerin gölgesi eğilmez, utancı olmaz, kördür, yüreği hissetmez, biçimsizdir. Çünkü kendisini aramaya gelmemiştir. Günü geceye bağlayan zamanda karnı toktur. Namaz vakitlerini bekler gibi gün içindeki bazı etkinlik ve buluşmaları bekler. Düşsüzdür. Göz perdesi hiç gitmez. Onlara söyleyecek söz bellidir. Size sesleniyorum, suçunuz vicdanınızda daim kalsın. Haksızlığınız hiç mi güçsüz kalmaz. Bağlamanızın bağrı delinirken, çığlığınıza dil olurken, insanlığınızı(!) anlatırken, sizin diliniz gece yoksulluğuna lal. Neden? İkincisinde, Aleviliğin özgüveni sadece bir resim değil, eylemliliğin bütüne yayılışıdır. Acıları üzerinden değil, talepleri üzerinden çığlaşıyor. Burada ‘yol bir sürek bin bir’ yerine, mücadele bir! Dirlik ve birlik taleptir. Madımak ve Kerbela misyonlarının ateşi, güneşi buzulu eritiyor. Mezar taşları yıkılmış ve oraya ağıt yakmak yerine, somut hedef birliğinin coşkusu ve yaratıcılığı ile başka yerlere taşınmaktan, silinmekten kurtuluyor. Alevi merkezli düşünmek ve mücadele etmek. Daire genişliyor. Daire susmayı kırıyor. Sadece konuşuyor olmak için değil, kazanmak için. Ancak burası da ‘ötekini’ ne bilir ne de adıyla özdeşleştirir. Alevi hac merkezini ziyaret eden Cumhurbaşkanı ve diğerleri Hacıbektaş’a gelip Hacı Bektaş Veli’nin huzurunda dua/sözler ediyorlar. Hangi duadır, çok merak ediyorum… Bir bilge, bir öteki tanrı huzurunda kime ne için dua/söz edilir. Onlar bildikleri ile bilgeyi karıştırıyorlar, yüzlerinin karışıklığı gibi. Alevilikte Duanın, insan sözünün kabul yeri sessiz simgeler değildir. Canlı simgenin huzurunda bulunmak ve cem olmak gerek. Yakarış ve istek basit bir söz değildir. Sözün özü, kendine ve insanlığa sevgi duymaktır. O nedenle Postnişin makamı ziyaret edilmelidir. Tarikat şeyhlerinin/şıhlarının elleri etekleri öpülüyor da, Hacı Bektaş Veli’nin sırlarının, itikadının taşındığı Postnişin neden görmezlikten geliniyor? El etek öpmek için değil, Aleviliğin de bir kudret ve tarihsel bağının olduğunu, sembolleşmesi, kabulü ve iki yüzlülükten kurtulmak için. Sınıfsız ve sınırsız olduğu gösterilmeye çalışılmasına karşın, sınır ve ayrım buradadır; farklıya saygı göstermemek, ayrımcılığı süreklileştirmek. Bir söz de yüzsüzlüğü ve haksızlığı yuhalayanları anlamayanlara; etkinlikler bittikten sonra ne olacak Hacıbektaş ilçesinin hali diyorsanız, asıl yüzsüzlüğe ve ikiyüzlülüğe siz bulanmışsınız demektir. Minnet ettiklerinizin dostlarınız olmadığını göremiyorsunuz. Serçeşme’ye minnet ve kâr gözüyle mi bakıyorsunuz. Küçük boy aynası bile yüreksizliğinizi ve çiçeksizliğinizi çözmez. Yıkılırsa şehriniz, belli ki ilk taşı siz atarsınız. Para edeni siz çalarsınız.
13
SERÇEÞME
1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
Katledenlerle Nasıl Barışacağız Hüseyin Mutlu
1
EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ nedeniyle Bağcılar Cemevi Gençlik Komisyonu tarafından Cemevi konferans salonunda bir etkinlik düzenlendi. Emperyalizme karşı bağımsızlık savaşında ve haklar, özgürlükler mücadelesinde şehit düşenler için yapılan saygı duruşunun ardından emperyalizmin dünyadaki vahşetinin sergilendiği slâyt gösterisi izlendi. Program “Barıştan Ne Anlıyoruz” konulu panel ile devam etti. Panelistlerden tiyatrocu Mehmet Esatoğlu konuşmasında, kapitalizm var olduğu müddetçe, bu sömürü düzeni var olduğu müddetçe savaşların bitmeyeceğini ve barışın olabilmesi için emperyalizme karşı tavır almak gerektiğini, kurşun sıkacağımız tek düşmanın emperyalizm ve onun temsilcilerinin olduğunu söyledi. Ardından söz alan Serçeşme dergisi yazı işleri müdürü Ahmet Koçak ise Alevilere sistem tarafından bir savaş açıldığını ve Osmanlıdan bugüne kadar Alevileri katledenlerle barışılmaması gerektiğini dile getirdi. Ahmet Koçak sözlerini “Savaşmadan barışın olmayacağını ve barışı sağlamanın savaşmaktan, mücadele etmekten geçtiğini” söyleyerek bitirdi. Cemevi Gençlik Komisyonu adına yapılan açıklamada ise şunlara değinildi. “1 Eylül faşizme karşı savaştır, faşizme karşı zaferdir. Halkların istediği özlediği barış savaşarak faşizmi alt ederek kazanılacaktır. Barışın dünya halklarına zulmedenlerle barışmak olmadığı bilinmelidir. Yaşadığımız ülkeye bir bakalım, on binlerce ölümüz var geride Ülkemizde on yıllardır böl, parçala, yönet politikaları uygulayıp halkları birbirine düşürenlerle nasıl barışacağız? Maraş’ta, Sivas’ta, Gazi’de bizi katledenlerle nasıl barışacağız? Cemevlerimize cümbüş evi diyenlerle nasıl barışacağız? Hiçbiriyle barışmayacağız”. Panelin ardından yapılan tiyatro gösterisi ilgiyle izlendi. Yaklaşık iki yüz elli kişinin katıldığı etkinlik, müzik gruplarının söylediği türkülerle son buldu.
14
Mehmet Esatoğlu’nun Konuşmasından Mülkiyet olmadıkça herkes birbirine yardım etmeye çalışıyor. Herkes birbiriyle paylaşıyor, öyle yaşıyor. Sonra yavaş yavaş sınıflar ortaya çıkınca kimi sosyologlar diyorlar ki, “bu tuz başımıza bela açtı. Tuz çıkınca herkes avdan avladığını alıyordu tüketiyordu. Ertesi güne kalan da zaten sıcaktan yenmez oluyordu, yine koşuyordu. Bir gün tuz belası çıkınca tuzlamaya başladılar, tuzlamaya başlayınca yavaş yavaş mülkler oluştu” diye bir sosyolog böyle açıklıyor. Şimdi neden sonra mülkler gelişince herkes birbirinin elindeki mülkü almak kavgasına düşüyor. Çalışmasam, yaratmasam öbürünün elindekini alsam diye bir savaş başlıyor. Savaş başlayınca tabi yavaş yavaş ordu dediğimiz, bu kurum ortaya çıkıyor. Elinde silahlarla, tüfeklerle, tanklarla, deniz altılarla... Biliyorsunuz bir tane denizaltı yapacağınıza bir üniversite yapabiliyorsunuz. Ama denizaltı yapmayı tercih ediyor onlar. Füze üretimini durdursanız, dünyada ve Türkiye’de aç çocuk kalmayabilirmiş. Bir zamanlar bizim topraklarımızda da büyük tiyatrolar var; orda tragedyalar oynanıyor, işte orada bir takımadamlar, kahramanlıktan bahsediyorlar, çok kahraman diyorlar. Bu ne yapmış? Bu diyorlar işte bir vuruşta otuz kişiyi öldürmüş. Öf diyorlar çok büyük kahramanmış. Bu ne yapmış? Bu diyor elli kişiyi uçuruma dökmüş. Savaştan barıştan bahsederken bu kahraman lafına da bir bakmak lazım, kahraman kim ne yapıyor bu kahraman? İnsanlığa ne faydası var bu kahramanın? Giderek daha sonra din kurumu çok büyük gelişmeye başlayınca diyorlar biz gidelim öbürlerini de yola getirelim. Bu sefer Haçlılar yollara düşüyorlar, biniyorlar atlarına, ordularıyla bu tarafa geliyorlar. Bu tarafta savaşlar oluyor. Sonra bu tarafta din bağnazları başlıyorlar savaş açmaya, çok kan akıyor, çok kan dökülüyor. (…) Çocukları omuzlara almışlar bağırıyorlar, çağırıyorlar “asker gidecek geri gelecek” gö-
türüyorlar. Bir tane oradan geçiyor gençler bir tane buradan geçiyor, alıyorlar çocukları havalara çıkarıyorlar falan... Sonra işte her gün gazeteleri açıyoruz, mayına rast geldi, patladı, öldü, her gün sıra sıra bu ülkenin gençleri askerde ölüyorlar, bu ülkenin gençleri dağlarda ölüyorlar. Böyle bir savaş hikâyesidir gidiyor. Savaş dediğimiz nesne hep gerekçelerle başlıyor. İşte haçlılar diyorlar ki bunlar dinden imandan çıkmışlar, biz bunları din ve imana getirelim. Düşüyorlar o arada ölen kalanın haddi hesabı yok. Sonra yakın çağımıza geldiğinde diyorlar ki “insanlık bir zaman gelecek daha modern olacak, daha iyi olacak, sorun kalmayacak”. Fakat 1910’larda 1915’lerde dünyada bu para babaları ha bire üretiyorlar mallar yığılıyor. Almanya diyor ki benim başka pazarlara ihtiyacım var. Fransızlar, İngilizler hep aynı şeyi söylüyor. Birinci Dünya Paylaşım Savaşı dediğimiz felaket Almanya’nın ortasında, sebebi de çok basit, Avusturya Arşidükünü Sırplı öldürüyor. Ve birinci dünya paylaşım savaşı çıkıyor. Bu savaşta yirmi milyona yakın insan ölüyor. Bundan yirmi yıl sonra Hitler Polonya’ya saldıracak. Saldıracak ama Polonyalılar Hitler’in ne bela olduğunu biliyorlar, geri kaçıyorlar. Bahane aranıyor, bir sürü açıklamalar yapılıyor, Polonya’yı suçluyor falan çıt yok Polonya’da. Ağızlarını açmıyorlar. Sonunda Hitler çok anasının gözü bir adam tutuyor kendi askerlerine Polonya üniforması giydiriyor, onları götürüyor sınıra ve diyor ki “siz buradan Almanya’ya saldırın şu karakolu bombalayın”. Onlar Polonya üniformasıyla geliyorlar saldırıyorlar. Hitler önce Polonya’ya sonra Fransa’ya, Kuzey Avrupa ülkelerine, her tarafa saldırıyor. Ve savaşın sonunda elli milyon insan hayatını kaybediyor. Bütün bunların sonunda “Dünya Barış Günü”nü koyuyorlar. Ve diyorlar ki bakın işte bu savaş böyle bela bir şeydir, birbirimizi bu kadar öldürdük, elli milyon insan öldü, artık etmeyin eylemeyin, bu işi durdurup bir yol bulalım. İşte Birleşmiş Milletlerle konuşalım tartışalım. Ve buna mutlaka bir çözüm bulalım. Dünyada hangi deli savaş çıkarmaya karşı bir şey yaparsa biz, BM’de çıkalım bunların yakasına yapışalım. Böyle aldatmacalar yapıyorlar. Her millet birer temsilci yolluyor, orada konuşuyorlar... Fakat bir konu var atladıkları ya da yalan söyledikleri o da şu: mülkiyet oldukça, dünyada kapitalizm dediğimiz bu bela oldukça, em-
Sayı 45
SERÇEÞME
Kapanma Kararı Kendimden Bile Kıskandığım Bir Şeyin, Benden Ayrılması Kadar Etkiledi ve İncitti Beni Hüseyin Akın Yurtdışı Temsilcisi, 20 Eylül 2008
Y
peryalistlerin çıkarları çıkmaza girdiği an onlar gerekçelerini hazırlıyorlar ve birden bire… (...) Avrupa’da gördüğünüz bütün fabrikaların hepsi küçük bir tadilatla tank üretmeye, tüfek üretmeye, her şeye hazır vaziyetteler. Çünkü emperyalizmin en büyük işlevinden biri silah satmak... Dünya’da Fransa, İngiltere, Almanya, Amerika, bunlar silah satıyorlar. Yetmiş beş ülke, bizim gibi gariban ülkeler, onlardan takır takır silah alıyoruz. Dünyanın yetmiş beş ülkesinde nerede emperyalistler silah satmak istiyorlarsa orada oluk oluk kan akıyor arkadaşlar. Şimdi onun için barış işini konuşurken asla kapitalizmi ve emperyalizmi göz ardı etmeyiniz. Mülkiyet ilişkileri olduğu müddetçe, kapitalizm olduğu müddetçe, insanın insana sömürüsü olduğu müddetçe savaş kaçınılmazdır.(…) Onun için savaşa karşı tavır almak, emperyalizme karşı tavır almaktır. Biz Amerikan emperyalizmine karşı tavır almadıkça, karşı duramadıkça Amerika savaşlarla ne yazık ki insanları yok edecektir.
Ahmet Koçak’ın Konuşmasından İkinci Dünya Savaşı’nın nedenlerini Mehmet Bey anlattı, aynı şeyleri tekrarlamak istemiyorum. Küçük bir hatırlatma eklemek istiyorum. O dönem Polonya’nın, Sovyetler Birliği ile Almanya’nın arasında yapılan gizli bir anlaşma sonucu işgal edileceği gerçeği daha sonraları açıklandı. Korkunç bir şey değil mi? Sosyalist bir ülkenin, işçi sınıfının ve dünya komünistlerinin merkezi olarak gördüğü bir ülkenin o günkü paylaşım savaşında ki rolü pek eleştirilmedi, bugüne kadar konuşulmadı. (…) Rakamlar korkunç arkadaşlar. Tek Sovyetler Birliğinin yirmi milyon insan kaybı var. Onun dışında yaklaşık on-on iki ülkenin toplam insan kaybı elli milyon civarında. Sovyetler Birliğinde 1.718 şehir, 70 bin ilçe ve köy yerle bir ediliyor. 95 milyon insan evsiz barksız kalıyor. Polonya’daki durumu biliyoruz. Filmlerde de izledik. Oradaki insanların Nazi kamplarında nasıl işkence çektiklerini insanlık gördü. İnsanlık tarihinin ilk köleci toplumdan başlayıp bugüne kadar, savaşlar insanlığın gündeminde olmuştur. Hiçbir dönem yok ki savaşsız geçsin. Alevi-Bektaşi toplumunun tarihi de savaşlarla geçmiş. Ve günümüze kadar gelmiş. Bugünde devam ediyor. Daha dün 1993 yılında Sivas, 1995 yılında Gazi Katliamları oldu.
Eylül 2008
Günümüzde bu savaş öyle bir hale gelmiş ki insanlar belki fiziksel olarak ortada yok edilmiyor. Bugünkü savaş; Alevilerin kültürünün, inançlarının asimile edilmesine yönelik devlet eliyle ve Alevilerin içerisindeki Hızır Paşalar eliyle yapılıyor. Bu da savaşın bir başka boyutu.(…) Biz Aleviler hep barışa çağırıyoruz insanları. Barışa semah döndürüyoruz... Biz barış diyoruz, ama sürekli tokadı biz yiyoruz. Bir de barışı istemeyelim artık.(…) Savaşmadan barışın kalıcı olabileceğine inanmıyorum, savaşmak illa ki topla tüfekle olmaz. Demokratik yollarla hakkını savunmadığın sürece kimse gelip sana durduk yerde getirip hak vermez. Dolayısıyla barışın kalıcı olarak elde edilmesinin yolu savaşmaktan geçiyor. Savaşmadan barış olmaz arkadaşlar. Fikri düzeyde savaşacağız, demokratik düzeyde savaşacağız, insan hakları düzeyinde, aklınıza ne gelirse gelsin savaşacağız. Bu savaşı vermeden barıştan bahsetmenin mümkün olmadığını söylüyorum. Bu sistem böyle devam ettiği sürece barıştan söz etmek mümkün değil. Ülkemizdeki savaş halini biliyoruz. 20–25 yıldır sürüyor bu savaş hali. Ama bunun adına kimse savaş demiyor. Daha dün Osetya’ya, Gürcistan’ın kuzeyindeki bir bölgeye Rusya saldırdı. Niye saldırdı? Durduk yere olmaz! Bütün savaşların amacı sadece silah satmak değildir. Savaşların altındaki yatan şey “çıkar”dır. Alevilikte “Rıza Şehri” diye bir şey vardır. Rıza Şehri’nde her şey rızalıkla yapılır. Yeme, içme, insanlarla birlikte olma, sohbet etme, evlenme ayrılma vs gibi şeyler kişinin rızalığıyla olur. Ve orada, Rıza Şehri’nde para yoktur? Aynı görüş, dünya emekçi sınıfının görüşüyle çok üst üste düşüyor. Yani paranın olmadığı bir sistem ancak insanları barışa götürebilir. Alevilikte özel mülkiyet var mıdır? Sorusuna Ahmet Koçak’ın verdiği yanıt Aleviliğin felsefesinde ve inancında özel mülkiyet anlayışı yok arkadaşlar. Ama bugün Alevilerin hepsinin tabi ki özel mülkiyeti var. O yüzden Rıza Şehri’ni anlattım. Orada ne mülkiyet kavramı var, ne cinsiyet ayrımcılığı var, ne sınıf kavramı. Şeyh Bedreddin’in anlayışında da bu fikir yatar: “Yârin yanağından gayrı her şey ortaktır”. Şeyh Bedreddin bu düşüncesini 1400’lü yıllarda söylüyor. Bin yıl öncesinden Rıza Şehri meselesi gündeme geliyor. Bu ortaklaşa yaşam biçimi, Aleviliğin temelinde var, felsefesinde var. Kısacası Alevilikte özel mülkiyet kavramı yoktur arkadaşlar.
URTDIŞI TEMSİLCİSİ olarak başarılı bir çalışma yürüttüğümüzü söylemek bir birimizi aldatma sayılır. Serçeşme temsilci arkadaşların genel dağıtım listesi her şeyi ortaya koymakta. İnsanın, inandığı gibi yaşamaya özen göstermek zorunda olduğunu düşünmekteyim. Düşündüğü gibi yaşamayan bireyden, insanın insanca yaşamasını; emekten yana olan insanların toplumsal mücadelesi içerisinde sorumluluk taşıyarak yer almasını; zoru başarma doğrultusunda fedakâr olmasını istiyor Yol. Bu ise Hünkâr’ın yaşam felsefesinden öğrenerek, özümseyerek kavrayıp, benlik kalesini yıkmakla mümkündür. Anadolu Alevi-Bektaşi inanışın bizlere verdiği zenginlik anlayışının yanlış algılanması yaygın. Yaşamımızda bütünleştirmeye çalıştığımız bilim zenginliğiyle, para zenginliğini birbiriyle karıştırıyoruz sanıyorum. Hünkâr’ın “bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” deyişini yaşam tarzımıza nasıl uyarladığımıza bakmak gerek. İkrar verdik, Serçeşme ile bütünleşip bu yayını, toplumun her kesimine ulaştırarak yaşatmaya. İnsan tek olunca zoru başarması, engeli aşması hayli zaman almakta. Buna rağmen güzel şeyler yaptık. Bunun bilincinde olduğum için yaptığım işten keyif aldım. Şunu da bilmenizde yarar var, Serçeşme’nin her sayısını, abonelere ve temsilcilere göndermenin (zarfı, posta ve gümrük masrafı, vb.) toplam harcaması 150 ile 200 Avro arasında değişmekte. Fakat hiç bir temsilcimiz Serçeşme geciktiğinde, “Niye gecikti?” diye arayıp sorma zahmetinde bulunmaz. Bu arada şunu da belirteyim: Serçeşme’yi gönderdikten sonra bir de telefonla arayarak, alıp almadıklarından emin olmaya çalışmaktayım. Başında belirtmem gerekli olan düşüncemi bilmek isterseniz: Serçeşme’nin kapatılma kararını sözlü olarak duymuştum. Yine de 44. sayıdaki yazıyı okuduğumda, özen ve itinayla korumaya çalıştığım, kendi kendimden bile kıskandığım bir şeyin, benden kopup ayrılması kadar etkiledi ve incitti. Ve tahammül konusunda hala zayıf olduğumuzu daha iyi anlamama yardım etti. Umut olarak güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan gelecek günlerimi de kaybetmedim; bu da bilinmeli. 44. sayıdaki Şah’ımın “İkrar” üzerine “Aile Sorunları Çerçevesinde Alevi Ahlakı Üzerine” düşüncelerini, Serçeşme dergisinin yaşatılmasına ikrar verenler açısından da ele alınarak düşünülmesi gerektiğine inanıyorum, çünkü bizler de Serçeşme dergisini yaşatmak isteyen bir “aile” idik. Kısa ve öz olarak bilmenizi istediğim gerçek bu. Tüm Serçeşme çalışanlarını emeklerinden dolayı en yürekten duygularımla selamlıyor ve yüreklerimizin Anadolu AleviBektaşi yolu içerisinde, bilimden, emekten yana olan ateş yumağı olacağı inancıyla aşk-ı niyazlar.
15
SERÇEÞME
HALK OZANI EMEKÇİ İLE OZANLIK GELENEĞİ VE ALEVİ-BEKTAŞİ İNANCİ, KÜLTÜRÜ, SIYASETİ ÜZERİNE SÖYLEŞTİK
Halk Ozanının Kabul Edemeyeceği Şey Dalkavukluktur Bölüm I Ahmet Koçak Halk ozanlığından başlayalım. Nedir halk ozanlığı? Halk ozanlığını, halkın değer yargılarını esas alan bir itiraz mekanizması olarak değerlendiriyorum. Halk ozanı itirazı yetenekleri ölçüsünde sözleriyle, sazıyla icra ederek tarafını belirler. Halk ozanı tarafsız olamaz, tam tersine taraf olmalıdır. Mazlumdan, ezilenden, haklıdan yana taraf olacak ve bunu yoğurarak, yeniden güzelleştirerek, çelişkileri sanatınızla keskin bir biçimde ortaya koyarak halka götürüp, halkla beraber yeniden itirazı büyüteceksiniz... Başka bir deyişle bu itirazın mikrofonu olmalıdır halk ozanları. Değilse, halk ozanı da değildir. Halk ozanlığına farklı misyonlar yükleniyor. Bazı kanallarda izliyorum, garibanların eline veriyorlar sazı, oturtuyorlar stüdyoya, kim kime daha fazla küfür ederse ona birincilik ödülü veriyorlar, halk ozanlığının geleneği diye... Böyle bir gelenek yok kardeşim. Nerede varsa çıkarın şu geleneği. Altmış yıl ötesine gidin, yine razıyım. Taşlama var ama... Taşlama farklı bir şey. Taşlama seremoniktir. Bunlara dalkavukluk yaptırılıyor. Bir halk ozanının kabul edemeyeceği en önemli şey dalkavukluktur. O zaman itiraz edemezsiniz. Halk ozanlığı, itiraz mekanizmasıdır, itiraz kürsüsüdür dedik. Bu kürsüyü Pir Sultan çok iyi kullanmıştır. Bu yolda kellesini vermiştir. Pir Sultan hangi ozanla atışmıştır? Pir Sultan, Hızır Paşa’yla atışmıştır. Bunu şiirine yansıtarak ortaya koymuştur. Pir Sultan’ın takipçileri de öyle yapmıştır. O günden bugüne kadar, bin yıllık tarihi araştırıp gelelim. Seyit Nesimi’den bu yana alıp gelelim. Hadi tarihçilerin biri, ikisi bu olayı gözden kaçırır diyelim, hepsi de mi kaçırdı? Niye kim-
Çok müzik aleti var, ama hiçbiri sazın görevini yapamaz. Saz, bir inancın icra edildiği kürsüdür. Gitarla, neyle semah edemezsiniz, ama sazın olduğu her yerde Pir Sultan dillenir, Hızır Paşa lanetlenir. O ortamda yaşayan Hızır Paşa’lar tartışmaya açılır, bir örgütlenme meydana gelir. Bunu temin eden sazdır.
se halk ozanı küfürleşmesinden söz etmiyor? Bu gelenek gerici karakterli insanlar tarafından yaratılıyor. Böyle bir halk ozanlığı yoktur. Bu, Pir Sultan’ı ve takipçilerini ayağa düşürüp, halk ozanlığına farklı bir kıyafet giydirmek isteyenlerin uyguladığı bir politikadır. Halk şiirini diğer şiir tarzlarından farklı kılan özellikleri nelerdir? Halk şiiri, serbest şiirden karakter olarak çok farklıdır. Halk şiiri yazmak zordur. Halk şiirinin kıstasları vardır. Hece ölçüsü, kafiye, ayak yerli yerine işleyecek ve bu kurallara uyarak bir konuyu çok güzel anlatabileceksiniz. Serbest şiirde durum daha farklıdır. Ben serbest şiiri de çok severim. Ahmet Arif’i, Nazım Hikmet’i, Enver Gökçe’yi severek okurum. Genç şairlerimizden de çok iyileri var. Bazı arkadaşlarımızın bir kısmı da devrik cümleyi kurmayı serbest şiir yazmak olarak algılıyor. Böyle değil. Serbest şiirde de bir ritim
olması lazım. Ahmet Arif’te bu mükemmel bir şekilde kendisini gösteriyor. Ahmet Arif’in şiiri ritimli bir şiirdir. Birçok yerde de uyaklıdır. Sadece hece olayı yoktur. Nazım’da da bu çok bariz bir şekilde görülür. Orada da ritim vardır. Ama bir dönem yaşandı ki, halk şiiri bazı kesimler tarafından dışlanmak, aşağılanmak istendi, hor görüldü. Kimileri halk şiiriyle beraber sazı da aşağılamaya çalıştılar. Köylü sanatıdır, bırakın bu şeyi, üç telli sazla ne yapacaksınız diye halk şiirini aşağıladılar. Burada farklı bir konu çıkıyor ortaya: Halk şiiri, Alevilere hitap eden ya da Alevilerin ürettiği bir şiir türüdür ya da daha çok Alevilerin ürettiği bir şiir tarzıdır. O zaman burada aşağılanan Alevilerdir, Aleviliktir. Sazın aşağılanmasının temelinde de bu vardır. Saz sonuçta bir müzik aletidir. Çok müzik aleti var, ama hiçbiri sazın görevini yapamaz. Saz bir inancın icra edildiği kürsüdür. Gitarla, neyle semah edemezsiniz, ama sazın olduğu her yerde Pir Sultan dillenir, Hızır Paşa lanetlenir. O ortamda yaşayan Hızır Paşa’lar tartışmaya açılır, bir örgütlenme meydana gelir. Bunu temin eden sazdır. Anadolu’da eskiden hangi evde saz varsa orası toplanma merkezi olurdu. Akşam oldu mu herkes giderdi oraya. Onları oraya çeken sazdır. Sazın olduğu yerde mutlaka sazı çalan biri vardır. Sazın çalındığı yerde mutlaka Pir Sultan anılır. Pir Sultan’ın anıldığı yerde Hızır anılmaz mı? Pir Sultan, Hızır Paşa’yı bir it ölüsü gibi peşine takarak sürükleye sürükleye getirir. Pir Sultan’ı anıp, Hızır’ı lanetlerken, yaşayan Hızırlar konu edilir, onlara karşı kapsamı bir dar bile olsa bir örgütlenme doğar. Bunu başaran sazdır. Saza saygı duyalım. Birilerinin bir zamanlar aşağıladığı saz, bugün Türkiye’de her yıl bir milyon civarında tüketiliyor. En azından bu rakama saygı duymak lazım. Hor görenler, sazı neden hor görüyorsunuz? Saz üç telli de gitar elli telli mi? Sazın tellerinin sayısına değil, tellerinin hangi görevi üstlendiğine bakacaksınız. Avrupa’daki ve Türkiye’deki Alevi-Bektaşi hareketini yakından takip ediyorsunuz. Alevi hareketinin, örgütlerinin durumunu nasıl görüyorsunuz? Türkiye hakkında fazla bir şey söylemem doğru olmaz. Ama Avrupa ile ilgili konuşabilirim. Yirmi yıl önceki gibi değil, Alevilerin durumu. Avrupa’da her şehirde, her ülkede Alevi dernekleri, kültür merkezleri görmek mümkün... Gençler ağızlarının dolusu kadar “Biz Alevi’yiz” diyebiliyorlar. Bağıra bağıra bunu söylüyorlar. Yirmi yıl önce böyle değildi. Alevilerin ve Alevi örgütlenmesinin önündeki en büyük engel, Alevilerin bir tarih krizi yaşamasıdır. Bunun aşılması gerekiyor. Bu aşıldığı takdirde Alevi örgütlenmesi ayaklarını yere basacak, taşlar yerine oturacaktır. Washington’da yaşayan bir Müslüman’a İslam’ın şartlarını sorun; size söyler. Aynı şeyi Unkapanı’nda bir Müslüman’a sorun; ondan da duyarsınız. Bu bir örgütleme modelidir.
16
Sayı 45
SERÇEÞME Aleviler bundan yoksundur. Otuz Alevi bir araya gelse otuz tane Alevilik tarifi çıkar. Bu neyi gösteriyor? Herkesin evinde çocuklarına farklı bir Alevilik eğitimi verdiğini. Bu parçalanma bölünmedir, dağılmadır. Bunun aşılması için Alevi aydınların ve Alevi dostu olup Alevi olmayan aydınların Aleviliği nasıl yorumladıklarını, Alevilerin ne olduklarından çok, ne olmadıkları üzerine görüşlerini biraz irdeleyerek bir perspektifler manzumesi çıkarılabilir. Buna büyük bir ihtiyaç vardır. En azından siz İstanbul’da çocuklarınıza ne öğretiyorsanız, ben de Almanya’da çocuklarıma onu öğretebilmeliyim. Birbirimizi tanımayız, ama bu bir örgütlülüktür. Söylediğinizden, inancın merkezi bir örgütlenmesinin olması gerektiği çıkıyor. Avrupa da örgütler bir Alevilik tanımı yaptı. Demokratik Alevi Hareketinin misyonu Aleviliği tanımlamak mıdır? Mantıklı olacağız. Bizler bilime inanan insanlarız. Değilsek bile lütfen bilime inanalım. Bir Alevi bilime, modernizme, çağdaşlığa inanan kişidir. Mantığını esas alan kişidir. Aleviliğin ne olduğunu veya ne olmadığını tarif etmek o kadar zor bir olay değildir. Nasıl yaşadığımızı yazıya dökelim yeter. Bizim ne olduğumuz ya da ne olmadığımız ortaya çıkar... Kendimize sansür uygulamayacağız. Basınımıza sansür uygulamayacağız. Samimi olacağız, kendimizi aldatmayacağız. Her inancın, o inancın takipçilerine yüklediği bir yaşam tarzı var. Benim yaşam tarzım Yahudiliğe uyuyor mu? Uymuyor! Hıristiyanlığa da uymuyor. Müslümanlığa da hiç uymuyor. Alevilerin en büyük şanssızlığı İslam coğrafyasında bulunmalarıdır. Alevilik en az İslam’dan etkilenmiş, en az da İslam’ı etkilemiştir. Bunu nasıl açıklarız? Kendisini hakiki Müslüman diye açıklayan en cahil Alevi’yi bile getirin, en küçük bir İslami karakteri olduğunu göremezsiniz. Namaz kılmaz, oruç tutmaz, Hac’ca gitmez, İslam’ın Tanrı anlayışıyla alay eder. Öbür dünyaya dair en cahil dede bile bir dua vermemiştir bu güne kadar, vermez de. Hiçbir kimse bana gelip demedi ki yerin cennet olsun, Allah seni cennete götürsün, öbür dünyada şöyle olsun, böyle olsun diye. Hayır, hepsi buraya dönüktür. İşin gücün rast gelsin, Allah seni çocuklarına bağışlasın gibi... Bu fikrin savunulması Aleviler arasında o söylediğiniz o ortak tanım ortaya çıkartamadı. Uzun süre İslam içi mi İslam dışı mı tartışması yaşandı. “Alevilik İslam içi mi, dışı mı?” tartışmasından çok meseleye, “İslam Aleviliğin içi mi, dışı mı?”; “İslam’ın neyi var Alevilikte?” açısından yaklaşılsa, sonuca ulaşmak mümkün. Aleviliğin Müslüman olduğunu söyleyen insan gelip diyecek ki, “Şu İslami öğedir, bunun için sen Müslümansın.” Öyle değil mi? Bir Müslüman’a gittiğim zaman, “Sen Müslümansın, neden? Namaz kılıyorsun, ramazan orucu tutuyorsun, Hac’a, umreye gidiyorsun, bunun için Müslümansın.” diyorum. Peki, ben ne için Müslüman’ım kardeşim? Birisinin bana bunu söylemesi lazım. Bizim Müslüman olduğumuzu söyleyen dedeler var, buradan onlara sesleniyorum: Ben Müslüman isem kardeşim, sen ceketini al git, evine otur! Ben gider, müftüye biat ederim. İslam’ın din adamları müftülerdir, hocalardır, imamlardır. Sen kim oluyorsun?
Eylül 2008
Bardakoğlu doğru konuşmuyor. Aleviliğin İslam’ın bir yorum şekli olduğunu söylüyor. Birbirine temelden zıt iki yorum hangi dinde var? Sen insanı kul görüyorsun, ben Tanrı görüyorum. Bunların ikisi nasıl aynı inancın yorumu olabilir? Sen cennete cehenneme inanıyorsun, biz cenneti de cehennemi de bu dünyada var sayıyoruz, görüyoruz. Nasıl aynı inancın temsilcisi olabiliriz? Senin Şeyhülislam’ın var, müftün var, hocan, imamın var. Benim de mürşit, pir, rehber, dede, zâkirim var. Farklı din adamları silsilelerimiz var, nasıl aynı inancın farklı yorumları olabiliyoruz? “İslam’ın şartları” diyor, tavsiyesi-önerisitemennisi filan demiyor, şartı diyor, olmazsa olmazları var. Öyle bir inanç... Ben bu şartların hiçbirinde yokum, nasıl Müslüman oluyorum? Demek ki sen Alevileri kandırmak, Alevileri asimile etmek için Diyanet İşleri Başkanı olarak bu halka doğruları söylemiyorsun, Müslümanları da kandırıyorsun. Bu görüşler dile getirildi, ama tartışma Türkiye’deki örgütlere zarar verdi. Alevi örgütleri bu görüşün arkasında duramadı, “Biz yanlış yaptık, aslında bu tartışmaya girmemek lazımdı” dediler. Oysa görüşlerinden vazgeçmiş değiller. Neden örgütler açıkça bu görüşün arkasında durmuyor? Bu konuda bazı şeyleri göze almak lazım. Kaybetmeyi göze almayanın kazanması mümkün değildir. Ben on beş, on altı yıl önce çıkarttığım bir albüme Ali’ler adlı bir eser koydum. Ben lise okumuş bir insanım. Sanatçının en büyük ihtiyacı dinleyicisini çoğaltmaktır veya çok dinleyicisi olmaktır. Ben bunu kasetime koyduğum zaman belli bir süre için de olsa dinleyici kaybedeceğimi çok iyi biliyordum. Sizin Ali’niz başka benim Ali’m başka, o türküden bahsediyorsunuz değil mi? “Sizinki Arap, gönüllerde düştür bizim Ali’miz” diye... Biliyordum dinleyici kaybedeceğimi, ama yaptığım iş doğruydu. On beş yıl sonra bu gerçeği dillendirenlerin sayısının her gün arttığını görüyorum. Buna karşı çıkanlar da sıradan, bilinçsiz, Ali sevgisiyle ortaya çıkmış, gelmiş “Bu, benim Ali’me küfrediyor, Ali’ye Arap diyor” gibi sıradan karşı çıkışlar yapıyor. Ali Arap’tır; İngiliz mi, Rus mu diyeyim? Ben bizim çağırdığımız Ali ile o Ali’nin karşıtlığını, Araplığını ortaya koyarak açıklayabildim. Farkı en keskin böyle tarif edebildim, onun için Araplığını söyledim. Yöneticilerimizin de Aleviliğin de önündeki en büyük engel budur. Siz isteseniz-istemeseniz de; dillendirseniz-dillendirmeseniz de herkesin kafasındaki sorun bu konunun netleşmesidir. Aleviler bu ayrımı yaşayacaktır. Ya camiye gideceksiniz, ya cemevlerimizin minaresiz cami konumundan çıkarılmasını sağlayacaksınız. Müslümansınız bir inancın birbirine temelden zıt iki tür ibadet şekli olmaz. Olmaz kardeşim. Dünyanın hiçbir yerinde hiçbir inancında da yok. Bardakoğlu bu konuda samimi davranmıyor. Asimile edilmeye hazır Alevilerin asimilasyonunu hızlandırmak için uğraşıyor. İslam’ın şartları var diyor. İslam’ın şartlarında var mı semah yürümek? Var mı dâr’a durmak? Var mı musahiplik? Müzik zaten yasak! Bunların hiçbiri bizde yokken, Diyanet İşleri Başkanı konumunda doğru konuşması gereken biri; bu insanları asimile etmek için doğruların üstünü bir kalemle çizip gerçek dışı beyanlarda bulu-
OZAN EMEKÇI
İki Ali İki Ali vardır, sizinki Arap Gönüllerde düştür, bizim Ali’miz Sizin Ali, devri eyledi harap Mazluma yoldaştır, bizim Ali’miz Sizin Ali, kana kine doymadı Bizim Ali, hiç bir cana kıymadı Sizin Ali, Hakk’ı insan saymadı Temsili Zerdüşt’tür, bizim Ali’miz Sizin Ali, düşman müziğe, meye Bizim Ali, saki olur dünyaya Sizin Ali, yönün döndü kayaya Kıble’si güneştir, bizim Ali’miz Sizin Ali, taptı ganimetlere Bizim Ali, ortak oldu dertlere Sizin Ali, ruhun verdi kurtlara Emekçi’ye baştır, bizim Ali’miz
nabiliyor. Bu tek kelimeyle ayıptır! Diyelim ki Türkiye’nin yüzde yüz onu Müslüman oldu, ne kazanacaksın? Yetmiş küsur İslam ülkesi var, nasıl yaşadıklarını hepimiz görüyoruz. Neyine imreneceksin bunların, söyler misin? Müslüman’sam 1500 yıllık Müslümanlıkta bugüne kadar niye cami yapmamışım ben? 800 yıllık camiler var da niye bizimki bir senelik, iki senelik oluyor? Tunceli’deydim gösterdiler bana cami diye, saman doldurmuşlar içine; giden insan yok. Niye bunu yaparsınız? Allah’a yakın mı oluyorsunuz? Namaz kılmadığımı bile bile benim köyüme niye cami yapıyorsun? Buna isyan etmek gerekiyor. İslam konusunda demin söylediğimiz can alıcı bir nokta. Neden bu dillendiriliyor sonradan vazgeçiliyor diyorsunuz. Demek ki burada bazı isimler, bazı şeyleri dikkate almıyor, bazı riskleri belki göze alınmıyor. Bazı kariyer sağlayıcı koltuklar elden çekilebilir. Siz, “ben böyle düşünüyorum, böyle de söylüyorum” diyorsunuz. Sizin gibi düşünüp sonra kamuoyu önünde “Yok, biz yanlış yaptık” diye çark etmeye ne diyorsunuz? Bugün Türkiye demokratların da mollalaştığı bir ortamı yaşıyor. Alevi dedelerinin maaşa bağlanması, üç beş yüz Alevi dedesine maaş bağlanması, öbür Alevi dedelerinin ağzının sulandırılmasını sağlıyor. Bunu gören Alevi dedesi, etkili olduğu ortamlara gidip Müslüman olduğunu söylemeye çalışıyor ve onlara onu söyletmeye çalışıyor. Acaba bir kırıntı da kendisine gelmez mi diye. Bu kişiliksizliktir. Dedeyse dedeliğini doğru yapacak. Dede ise ve Müslüman’sa o zaman sana niye itibar veriyorum ki? Çekil git evine.
17
SERÇEÞME
Hüseyin Gazi Şenliğinde Deniz Baykal ve Alevisiz Siyasetin Yeni Açılımı Turan Eser, Ankara, Eylül 2008 Yer Hüseyin Gazi Türbesi. Bu yılın baş konuğu parti CHP ve onun Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’dı. Geçen yıl ise DSP ve DSP Genel Başkanı Zeki Sezer davet edilmişti. Davet edilen parti ve Genel Başkanların kimler olacağı, Hüseyin Gazi yöneticilerinden Ali Yıldırım ve Gülağ Öz’ün kişisel ihtiyacına göre belirleniyor. Mart 2009 yılında yapılacak yerel seçimlerinde, Çankaya Belediye Başkanı ya da belediye meclis üyesi olmak için Hüseyin Gazi Derneği yönetiminde Ali Yıldırım kişisel olarak yola çıkmış durumdadır. Dolaysıyla, bu yıl Sayın Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav davet edilmesi tesadüf değildir. Peki, “72 millete, solun tüm renklerine eşit gözle bakan” Ali Yıldırım ve Gülağ Öz, neden 14 Eylül’de yapılan Hüseyin Gazi Şenlikleri’ne, “yerel seçimlerde güçlü ya da şansı olmadığı” düşünülen ya da düşünsel ilkelere bağlı olan soldan partiler ve demokratik örgütler davet etmedi? SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın, DSP Genel Başkanı Zeki Sezer, EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, DTP genel başkanı Ahmet Türk, 10 Aralık Hareketi, DİSK, KESK, TMMOB, TTB, Halkevleri gibi demokrasi güçleri neden davet edilmedi? Mesela Sayın Zeki Sezer son birkaç yıldır Hüseyin Gazi’ye önemli destek sundu ve bu etkinliğe son birkaç yıldır sadece o davet edilirdi. Bu yıl “pabuçları dama atılmış” olduklarını öğreniyoruz. Bu bir iddia değildir. Bu partilerin genel başkanları davet edilmediklerini genel merkezlerinden ve genel başkanların (Sayın Sezer ve Sayın Karayalçın, Sayın Uras, Sayın Tüzel, Sayın Türk’ten) kendilerinden dinledim. Ali Yıldırım’a göre onlar solcudur! Baraj sorunu vardır. Ali Yıldırım’lı ve Gülag Öz’lü Hüseyin Gazi Derneği’ne de, ilkeleri önemsemeyen ve baraj derdi olmayan çizgisiz ama seçilme şansı “büyük parti” lazım. Pir Sultan çizgisinin “inancı, bilinci ve direnci” ezberini sadece lafta savunanların, bu duruşun gerçekliğiyle alakası olmayan siyasal yapılanmalarla ilişkilenmesinin başka bir ne tür bir açıklaması olabilir ki? CHP Genel Merkezindeki Aşureli günlerin ardından, bugünün geleceği belli değil miydi? Siyasal partilerle ilişkileri Alevilerin ve Türkiye’nin genel ihtiyaçları yerine, özel ve kişisel ihtiyaçlarına göre kuranların, kırılgan duruşunu, “pir sultan duruşu”na nasıl benzetebiliriz ki? Alevi toplumun siyasal alandaki ortak duruşu, örgütlü duruşunu sağlamak yerine, çözümlerin değil, sorunların siyaset adresine biat eden ve kişisel kurtuluş yolu, Alevi öğretisinin gösterdiği yol olamaz. Bu yol, dünde yaşandığı gibi, kişilerin kendi ikbalini kurtarma yoludur. Bu yol ise çıkmaz yoldur. Çünkü Alevi öğretisi, kurtuluşun tek başına olmadığını gösteren ve öğütleyen bir yoldur. Bu yolu kişiselleştirenler, Alevi toplumunun haklı davasını siyaset alanında güçsüz kılmaya hizmet ediyor demektir. Alevilerin açığa çıkan toplumsal ve örgütsel gücünü siyaset alanından bir taraf haline getirmek yerine, bu toplumun kimliğini kullanarak, tabela dernekleri ile ortaya çıkıp, kişisel kurtuluşa alet etmek, tam anlamıyla bir zayıflıktır. Bu zayıflığın en büyük örneği ise, Alevi hareketinin örgütlü gücünü açığa çıkarmak ve Alevilerin birliğine ev sahipliği yapmak
18
“Dava insanlık davasıdır” diyenler beri gelsin, Çünkü Bozatlı Hızır sadece onların yardımcısıdır
için Hüseyin Gazi şenliğinde, ABF, AABK, HBVAKV, AKD (eski HBVKTD), PSAKD ve Avrupa’da tüm ülke federasyonlarımızın genel başkanlarını kürsünden konuşturmak varken; SHP, DSP, DTP, ÖDP, EMEP, 10 Aralık Hareketi, DİSK, KESK, TMMOB, TTB, Halkevleri’nin Genel Başkanlarını konuşturmak varken; sadece kişisel çıkarı ve kişisel geleceği beslemek için CHP’ye sıkışmak, bir zayıflık göstergesi olup, kişisel kurtuluş arayanların başvuracağı “medet kapısıdır.” Alevilerin kendi kapılarını, Türkiye siyasetinin medet kapısı haline getirmek yerine, çözümün değil, sorunun partisini medet kapısı olarak benimsemek, ağzınızda eksik etmediğiniz “Pir Sultan” duruşu değildir. Bu kişilere de “Bozatlı Hızır yardımcı olmaz” Bu büyük Ozan Veysel’in dediği gibi “Bu dava insanlık davası olmaz”; olsa olsa Ali ile Gülağ’ın kişisel kurtuluş davası olur.
Baykal Marifetinin İdeolojik İzdüşümü ve Alevisiz 1197 Kelimesi CHP ve Genel Başkanı Deniz Baykal Hüseyin Gazi Şenliği’nde uzun bir konuşma yaptı. Konuşmasını TV’den dikkatle dinleme fırsatı bulduk. Sonra konuşmasının yazılı metni internet sayfalarına düştü. Sayın Baykal’ın konuşması tam olarak 1997 adet kelimeden oluşmuş. Bir Alevi derneğinin etkinliğinde ve Alevilere konuşmuş. Tam 1997 kelime kullanmış. Sorun, Sayın Baykal’ın konuşmasında kaç kelime kullandığı değil. Takıntım bu da değil. Taktığım meselenin kendisi, Alevi etkinliğinde politik bir ağızdan çıkan bu 1997 kelime içerisinde Sayın Baykal’ın bir (1) kelime dahi olsa “Alevi”, “Cemevi” sözcüğü kullanmamasıdır. Tüm konuşmasında bir kere olsun “Madımak Müze olsun” demedi. Bir kere olsun “Zorunlu Din Dersleri”ne ilişkin görüş belirtmedi. Bir kere olsun “devletin dinsel yapılanmasını ve Diyanet İşleri Başkanlığı”nı şikâyet etmedi. Bir kere olsun “Alevi köylerine zorla cami yapılmasını” eleştirmedi. Baykal peki ne söyledi; “Biz Türkiye’yiz tarihiz, Osmanlı sizin (Aleviler demek istiyor ama dili varmıyor) temsil ettiğiniz değerlerin üzerinde yükseldi.” Oysa Osmanlının yükseliş döneminde, ya da Osmanlının yükseliş değerleri “bizim değerlerimiz” üzerinden olmadı. Gerek resmi Tarih, gerekse sivil tarihsel kayıtlara bakılırsa, Osmanlının yükselişi ve “Osmanlının temsil ettiği değerler” 1517 yılında Sünni halifeliğin bir kurum olarak Osmanlıda yerleşik bir iktidar haline gelmesi başlar. Osmanlı İmparatorluğunda Sünni Ortodoksluk 16. yüzyılın başından itibaren köklü bir şekilde yerleşmiştir. Kırk bin Kızılbaş Alevinin katliamını Sünni Ortodoksluğa dayalı halifeliğin ve Şeyhülislam fetvalarıyla simgeleşen Osmanlının Yavuz kıyımı “Alevi değeri” olarak göstermek, ancak tarihi çarpıtmak üzerinden ide-
olojik yaklaşımı olanlar yapar. Sayın Baykal’ın yaptığı budur. Anadolu’nun değerleri olan Hacıbektaş-i Veli’yi, Mevlanaları, Yunus Emreleri, Nesimileri, Pir Sultan Abdalları, Baba İshak’ların değer olarak görmeyen bir Osmanlı imparatorluğunu, biz yükseltmedik. Pir Sultanı asan, kırk bin Kızılbaş Aleviyi katleden Osmanlı’yı Alevi değerlerinin yükselttiğini iddia etmek, ancak bir talihsizlik olarak yorumlanabilir. Sayın Baykal konuşmasında Alevilere şöyle sesleniyor; “Sizin sayenizde bugün hepimiz o değerleri yüreğimizde yaşatabiliyoruz. Onunla kıvanç duyuyoruz, onunla göğsümüz kabarıyor.” Aslında Sayın Baykal’ın göğsünü kabartan ve kıvanç duyduğu, Diyanetli, Zorunlu Din dersli, İmam Hatip Liseli, Türbanlı, Türk İslam sentezi eksende şekillenmiş devlet yapısı, Alevilerin göğsünü kabartmıyor. Baykal’a şirin görünmek için Ali Yıldırım tarafında “Türkiye Laiktir Laik Kalacak” demesi de, Alevilerin göğsünü kabartmıyor. Sayın Baykal, Alevileri gerçekle uzaktan ve yakından ilgisi olmayan bir konuda akıl çelmeye çalışıyor ve diyor ki; “Hepimiz bilmeliyiz ki bu toplumda birbirine eşit insanlarız. Mezhebimiz ne olursa olsun, inancımız ne olursa olsun hepimiz bu memleketin eşit vatandaşlarıyız.” Peki, Sayın Baykal, herkes bu memlekette eşit ise, Aleviler, Kürtler, İşçiler, Gayri Müslimler, Kadınlar, İşsizler, gençler, yoksular neden eşitlik istiyor. Eşit haklar için verilen bu mücadeleler neden yürütülür? Kamu emekçileri, işçiler neden sokakta, diye merak etmiyor musunuz? “Sosyal demokrat” politika, sömürülen emeğin eşit haklara sahip olmadığı bir ülkede, nasıl olur da “eşit vatandaş” olur? Herkes bu ülkede eşit ise, “ötekiler” nasıl yaratıldı? AB İlerleme raporları neden eşitsizlikleri bir bir sıralıyor? Bu ülkede eşitsizliğin mağduru olanlar, neden hukuksal ve siyasi mücadeleyi yükseltmek isterler? Bu konuşmayı yaptığınız Hüseyin Gazi semtinde bir kahvede içtiğiniz çaya 5 kuruş öderken, ikamet ettiğiniz Angora Villaları’nda bir çağ için on misli, yani 5 YTL ödenmesinin arkasında ki, gelir adaletsizliğini ve eşitsizliğini görmemek için nasıl bir sosyal demokrat olmak gerekir? Sayın Baykal’ın değişmeyen statükocu retoriğine göre “Siz (Aleviler demek istiyor) Türkiye’mizin, demokrasinin güvencesidir. Laik toplum anlayışımızın güvencesidir. Cumhuriyetimizin güvencesidir. Laikliğin sigortasıdır” Bu ezber nedense sadece lafta kalır. Hiç bir maddi temeli yoktur. Alevilerin katılımcı bir demokrasi, demokratik ve herkesin cumhuriyeti ve özgürlükçü laiklik konusundaki duruşu nettir. Fakat Sayın Baykal’ın savunduğu Laiklik, Cumhuriyet ve demokrasi anlayışı ile Alevi toplumun özlemini duyduğu bu değerler arasında ciddi politik farklar vardır. Sayın Baykal, Türk-İslam Sentezi’nden beslenmiş siyaset retoriğinden kurtulmuş değildir. Siyasette tekçiliği rehber edinmiş ve sosyal demokrasinin evrensel değer ve ilkeleriyle uyum içinde olamayan bir siyasi eksende durmaktadır. Sayın Baykal’ın Aleviler bir emniyet supabı ve güvenlik politikasının işlevi olarak gören “güvence” ve “sigorta” yaklaşımı tehlikelidir. Alevilerin Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Gazi’de ve daha birçok yer ve olayda “sigor-
Sayı 45
SERÇEÞME tası” atılırken, bu “eşitlikçi güvenlikçi” CHP nerdeydi? Alevi hareketinin bütünlüğü ve birliğinden oluşacak güç yaratma yerine, Hüseyin Gazi Derneği adına konuşan Ali Yıldırım ve Gülağ Öz’ün kişisel menfaatleri için, Alevi değerlerini kullanarak, CHP’ye teslim oluşun mühendisliğini yapmaktadırlar. Ev sahibi Ali Yıldırım ve Gülağ Öz başmisafiri Sayın Baykal’a Ali Yıldırım’ın “Osmanlı Engizisyonu Zulmün Tarihi” adlı kitabını okumasını önermelidir. Konuşmayı alkışlama yerine Ali Yıldırım o kürsüden, “Sayın Baykal, Osmanlı dönemi öyle değil, böyledir, Bizim bir adımız var. Biz Aleviyiz” demeliydi, “CHP’ye yıllardır oy veren ve CHP’nin %85 seçmeni haline gelmiş Alevilerin sorunları karşısında açıktan tutum alın” demeliydi. “Sayın Baykal evimizde, ocağımızda ve cemevimizde tam 1997 kelime kullandınız. İçinde tek bir Alevi, cemevi kelimesi geçmedi. Bizim adımızı telaffuz etmeniz çok mu zor?” diye Ali Yıldırım sormalıydı. Hem de seçimlerde aday olmasının engelleneceğini bile bile konuşmalıydı. İşte o zaman biz Pir Sultan duruşundan bahsedebilirdik.
Sorunlarımız ve Geleceğimiz CHP’nin İnsafına Bırakılamaz Alevilerin asırlardır süregelen ciddi toplumsal sorunları, siyaset alanında CHP’nin insafına bırakılacak kadar değersiz değildir. CHP’nin insafına bırakılmış Alevi sorununda çözüm arayışı ve yolunu benimsemenin, Alevi toplumuna bedeli yüksek olmuştur. Kaybolan onlarca koca yıl geçti. Kendisi olamayanların, resmi politikanın ürünü olan Asimilasyonun mağduriyetine açık bir durumda olduğunu kabul etmek gerekir. Ali Yıldırım ve Gülağ Öz’e düşen asıl görev, CHP’nin “Aleviler laikliğin güvencesidir, sigortasıdır” ve “Aleviler bu ülkenin birinci sınıf vatandaşıdır” yalanı ile Alevileri kandırmaya ve oyalamaya dönük yüzünü açığa çıkartmak olmalıydı. Ali Yıldırım bunu yapmadığı gibi, aksine CHP siyasetinin Aleviler dolgu malzemesi olarak kullanmasına taşeronluk yapmış ve yapmaya devam etmektedir. Er ya da geç, Aleviler olarak, Baykal’lı ve Sav’lı CHP’nin “tabanı” ve kitlesel açıdan “cari açıklarını” doldurma amaçlı kullanılan kitlesi olmaktan çıkacaktır.
Baykal Seçim Boncuğu Dağıttı, Sadece Mart Ayına Kadar Oyalanın Diye Asıl bombayı Baykal sona bıraktı ve her seçim öncesi olduğu gibi Alevileri çantada keklik gören özgüvenle, kendinde menkul bazı Alevi yöneticilerinin içini gıdıklayan konuşmasının finalini yaptı; “Sosyal demokraside sizinle birlikte iktidar olacaktır. Şimdi yerel seçimlere gidiyoruz. Şöyle bir bakıyorum burada bir sürü belediye başkan adayı var. Bir sürü belediye meclis üyesi adayı var” Bu sözlerin üzerinden mesajı alan Ali Yıldırım, daha çok CHP’li ve daha çok “Baykalcı” olmanın ne kadar doğru olduğundan emin olarak, düşünsel rotasını çoktan CHP’ye çevirmişti bile.
Ali Yıldırım Artık “Türkiye Laiktir Laik Kalacaktır” Sloganına Sığınıyor. 14 Eylül 2008 tarihinde Sayın Deniz Baykal ve Önder Sav beyin huzurunda ve CHP TV’si olarak bilinen Halk TV’de defalarca yayınlan
Eylül 2008
meşhur ve tarihi konuşmasında yeni siyasal açılımlar yaptı. En önemli yeni değerlendirmesi “Türkiye laiktir, laik kalacaktır. Arkadaşlar, AKP anti laik odaktır” değerlendirmesidir. Bunu slogan attırarak, o gün için Deniz Baykal ve Önder Sav abisinden yıldızlı pekiyi almayı başarmıştır. Fakat kendisini tanıyan ve yıllardır birlikte yürüdüğü Alevi hareketindeki yol arkadaşlarından, kadrolarından ve yöneticilerinden sıfır almıştır. Bir ay önce 14.08.2008 tarihli yazısında, “Aleviler ülkemizde varolan durumun gerçek anlamda bir laiklik olmadığını biliyorlar görüyorlar eleştiriyorlar ve gerçek anlamda bir laiklik talebinde bulunuyorlar.”1 değerlendirmesinin geçersiz olduğunu altını çiziyordu. Daha öncede benzer görüşü savunan Ali Yıldırım, Türkiye’nin laik olmadığını, Türkiye, AB ve Alevileri panelindeki konuşmasında da şöyle dile getirmişti; “Devlet sözde şeriatı denetim altında tutacağım gerekçesiyle şeriata olanaklar sunmaktadır. Böyle laiklik olmaz” Peki, ne oldu da Ali Yıldırım, Hüseyin Gazi Şenliğine davet ettiği tek Genel Başkan Deniz Baykal ve Önder Sav’ın huzurunda “partimiz” diye başlayıp, “Türkiye Laiktir Laik Kalacaktır” sloganını attırdı? Çankaya Belediye Başkanlığına ya da meclis üyeliğine aday olmanın yolunun, ilkelerden vazgeçmek olduğunu mu bize anlatmaya çalışıyor?
ERDOĞAN ALKAN
Yürekte Kan, Köynekte Kan Yürekte kan köynekte kan Su kıyısı zeytin ekmek Bitirmek için bu ömrü Kansızlara kan mı gerek Huysuzları hoylayalım Soyumuzu soylayalım Bu yurdu pak eyleyelim Verelim oy can mı gerek Beyaz atım güney dura Siyah atım kuzey dura Al atım doğuya vara Dor ata dizgin mi gerek Duyun hallerim böyledir Obam dağlardır yayladır Davam ağayla beyledir Alkan’a meydan mı gerek
Ninni
2 Temmuz Katliamı Şehitlerimizin Müdahil Avukatı, Madımak Önündeki Elli Bin Candır!
Ellerin toprağa daldı Otları taşları yoldu Salacan dağlarda kaldı Ninni sevdiceğim ninni
Ali Yıldırım, Çankaya Belediye Başkanı ya da sıradan bir meclis üyesi olmak için, Sayın Baykal ve Sayın Önder Sav’ın huzurunda, Türkiye’nin ve Alevilerin onca çözüm bekleyen ve anlatılması gereken sorunu varken, kendisi “2 Temmuz’da Cumhuriyet ve Laikliği yıkmayı amaç edinerek 37 insanı katleden katillerin avukatlığını Refah Partisi kurucularından milletvekili Şevket Kazan yapmaktadır. Sivas mağdurlarının, Sivas’ta yakılanların avukatı ise Önder Sav’dır. Yakan ve yakılanların savunucuları karşı karşıyadır” sözleriyle, CHP’de Alevi ve Kürt politikacıların kıyımcısı olarak bilinen şahsın gözüne girmeye çalışmak için Madımak üzerinde siyaset yapmaktadır. Birincisi, Madımak şehidimiz 37 değil, 35’tir. İkinci olmayan laiklik yıkılmaz. Üçüncüsü, Sivas davasının Avukatlığını sadece o dönem Türkiye Barolar Birliği Başkanı olan Önder Sav üzerinde siyaset malzemesi yapmak, bu davanın gerçek Avukatlar ordusunu, şehit ailelerini ve Madımak önüne karanfil bırakan elli bin canı hiçe saymaktır. Ali Yıldırım’ın isimlerini telaffuz etmediği Sivas avukatlarını biz burada, hafızalarımıza bulandıranlara karşı, bir kez daha güncelleştirelim. 17.08.1993 tarihinde Adalet Bakanlığına gönderilen “Kamuoyuna Duyuru” başlıklı ve 965 sayılı yazıya göre, Sivas davası için kurulan Sivas davası Komisyonun yer alan avukatların isimleri şöyleydi. Av.Erdal Merdol, Av. Yaşar Yakın, Av. Necati Yılmaz, Av. Hakkı Süha Okay, Av. Sami Kahraman, Av. Kemal Akkurt, Av. Halit Çelenk, Av. Eralp Özgen, Av. Şenal Sarıhan, Av. Mehdi Bektaş, Av. İsmail Hakkı Konar, Av. Metin Karadeniz, Av. Ali Sarıgül, Av. Süleyman Ateş ve Av. Veli Devecioğlu’dur. Sivas davasının daha sonraki aşamaların 250 civarından Avukat daha bu davanın avukatlığını üstlenmiştir. Burada ilginç bir detayı ıskalarsak, aynı zamanda Avukat olan Ali Yıldırım’ın Sivas dava-
Meme verip büyüttüğüm Ardı sıra seyirttiğim Kurda kuşa yem ettiğim Ninni sevdiceğim ninni
(Devamı 20. Sayfada)
Hano Yemen’dir oy oğul Gülü çemendir oy oğul Baban da gitti gelmedi Yemen niredir oy oğul Zenginin mülkü harita Beyler buyruğun yürüte Dayan kurşuna baruta Ninni sevdiceğim ninni
AYHAN KALELİ (DELİ)
Haksın Sevdiğim Ben seni sevmezden evvel ölüydüm Canımın canı sensin sevdiğim Gözleri hiç görmez körün biriydim Gönlümün gördüğü sensin sevdiğim Beni gül seni bülbül etmişler Atmış bir virana çekip gitmişler Muradına ermiş seni sevmişler Yolum yolcum teksin sevdiğim Gözümün yaşı balın şerbetin Bana mükâfattır gölgen heybetin Çektiğim cefalar senin hikmetin İmanım, ibadetim haksın sevdiğim 21 Eylül 2008
19
SERÇEÞME ÂŞIK FEZALÎ (HACI CIRIK)
Zorunlu Din Dersi Zorunlu din dersi Diyanet emri Ağlayıp sızlanma çek restini be Büyük yürüyüş yap yık bu devri Fidanlar yetiştir çek restini be
Alevisiz Siyasetin Yeni Açılımı
Eylemler yapılsın yeter bekleme Gerçek ol ki daha sorun ekleme Halkın gücünü örgütle saklama Şikâyetçi olma çek restini be
sına ilgisini atlamış oluruz. O detay ise, Sivas davasında desteğini inkâr etmediğimiz Sayın Önder Sav’ı çok öne çıkaran Av. Ali Yıldırım, Sivas davasının avukatı bile olmamıştır. Bu bölüme ilişkin, Ali Yıldırım’a nasihatimiz, ancak yerel seçimlerdeki kişisel savaşın için Alevi değerlerini ve Madımak davasını kullanmamaya özen göstermesi olabilir.
Eritme sindirme tutmadı gördün Bu yobaz sürüye nice can verdin Tutarlı örgütlen sağlam tut ferdin Hükümet sallansın çek restini be
Ali Yıldırım İçin CHP’li ve Baykalcı Olmak, Yoldan da, Cümleden de Uludur.
Vatanmış görev yaparız yıllardır Hak alınır örgütlü sanma zordur Her sorunun elbet çözümü vardır Yürü de meydana çek restini be
Belirleyici olanın, yol ve ilke olmadığını, Ali Yıldırım ve Gülağ Öz’ün eskiden beri süregelen ilişki tarzından tanıyoruz. Hüseyin Gazi Derneği Başkanı Gülağ Öz ve Ali Yıldırım’ın bilinip de, tartışılmayan ve eleştirilmeye yanlışları oldukça kalabalıktır. Örneğin Fetullahçı proje olan Abant platformuna bu iki arkadaş katıldı ve Abant platformunun sekretaryası konaklama masraflarını karşıladı. Ali Yıldırım Abant Platformunu ilk gün tanımlarken, “bir sivil toplum kuruluşu olarak özgürlükçü demokrasiden ve eşitlikten yana çağdaş insan haklarına saygılı bir platform olarak” söz etti. Sonra bu platformda Reha Çamuroğlu’nun ismi öne çıkınca, sempozyumun sonuç bildirgesine, Sünni ulemanın “Alevi tanımı” getirmez diye itirazcılığa başvurdu. Hüseyin Gazi Derneği yönetiminden Gülağ Öz ve Ali Yıldırım katıldığı sempozyumun, Fetullahçı proje olduğunu bilmiyor muydu? Madem Fethullahçı akım ve AKP “anti laik odak” neden bu odağın toplantısına katılır, konaklamasını kabul eder ve anti laik odak için “özgürlükçü, demokrasiden ve eşitlikten yana çağdaş insan haklarına saygılı bir platform” diye bahsedersin. İbre başkasına dönünce neden itiraz edersiniz. Dün CHP’yi yerden yere vururken, şimdi neden CHP’yi adres gösterirsin? Gerçekte bu duruşun bir adı var mı?
Alevi adın özünde insanlık Devrimi yap ki yıkılsın kulluk Gizli saklı duran şu padişahlık Şanı şöhretine çek restini be Gerçek çözüm birlikte çare bulur Ayaklan yoksa daha yıl yıl durur Tek yürek beden güç olan kurtulur Birliğin yolunda çek restini be Bu günden yarına uzatma işi Çınlatsın ayaklar dağ ile taşı Ezilsin yılanın zehirli başı Geride kalana çek restini be Bilinen görünen çözümü üret Öğrensin her şeyi ayıksın millet Özgürce eşit olsun hakça devlet Yalana dolana çek restini be Bin bir çiçek açan aslı vicdanız Ülkede bizde vatandaş insanız İnsanı en yüce bilen canlarız İnsan olmayana çek restini be Yaşamı birlikte paylaşım kardeş Dargınlık kırgınlık bitsin sırdaş İnançlı kendi olsun sorumlu baş Huzuru bozana çek restini be Açık ol her kes tanısın bizleri Silip atalım yalan dolan sözleri İster utansın utanmaz yüzleri Dışarıda kalana çek restini be Tarihler yazdı binlerce verdik can Ne adına sordun mu döküldü kan Birer ciğer parça onlar anadan Bunu bilmeyene çek restini be De artık son bulsun katliam yeter Sil bütün intikamı düşmanlık biter Gün gelir insanlar huzurlu yatar Gerçeği görmeze çek restini be Fezali özgür hür yaşam arzumdur İnce hesap gerçek düzeni kurdur Kurtulan insana bedeli vardır Gayrıyı tanıma çek restini be
20
(Baştarafı 19. Sayfada)
Minareyi Çalan Kılıfını Hazırlarmış, Ama Bu Kılıf Minareye Uymamış! Ali Yıldırım raydan çıkışının kılıfını da bulmuş ve bizi şu argümanla ikna etmeğe çalışıyor; “Kadim bir sol atasözümüz vardır, Somut koşulların somut tahlilini yapacaksın! Her hareket her fiil kendi koşulları içerisinde, amacına ve sonuçlarına bakılarak ele alınacak. Dere akıp giderken içinde yıkandığın su aynı su değil.”2 Fakat bu argüman ancak, kişinin içinde bulunduğu kritik durumu ve toplumcu düşünmek yerine, bireysel kurtuluşu haklı çıkarmaya çalıştığını gösterir. Toplumsal bir değeri yoktur. Ali Yıldırım kendi CHP tutsaklığına kılıf arıyor. CHP’deki politik yaşamı Alevilere ve Kürtlere dar eden, Çerkez örgütlenmesine dönüştüren, Önder Sav hayranlığını ve CHP Genel merkezinde, Baykal’ın himayesinde gerçekleşen Aşure etkinliğine, kankileriyle katılma zavallılığını örtmek içinde, “devrimci insan her zaman toplumsal çıkarlara göre ezilenlerin çıkarlarına göre iktidara karşı tavır geliştirecek.” diye, Alevi kurumlarını salak yerine koymayı da ihmal etmiyor. Eğer Aleviler samimi olmayan ve sadece bireysel rant ve çıkar için kullanılan ajitasyon ve kuru sıkılara pabuç bıraksaydı, bugün bu
devasal örgütlerin iradesi oluşmazdı. Kişilerin konumu ne olursa olsun, Alevi toplumunun ortak iradesinden bağımsız davranan ve bu toplumun değerlerini kişisel ikbal için kullananların, toplumsal, örgütsel ve siyasal hayatta hiçbir değeri olmaz. Nalıncı keseri gibi kendine yontanları kabul eden bünyeler olabilir. Bu CHP’de mevcuttur. Ama bunu Alevi hareketinde denemeye kalkanları durumları orta yerde duruyor.
Çözümün Resmini 2 Temmuz Sıcağında Madımak Oteli Önünde Gördük Alevi hareketinin gerek kendisi için kimlik ekseninde dile getirdiği, Cem evlerinin yasal statüye kavuşturulması, Alevi kimliğinin tanınması gibi talepler, gerek özgürlükçü laiklik eksenin dile getirdiği zorunlu din derslerinin ve Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması gibi talepler, gerekse cumhuriyetin evrensel değerlerle buluşabilmesi, Türkiye’deki farklı kimlikleri eşit şekilde kucaklayabilmesi için demokratikleşmesi, hukuk anlayışımızın evrensel ilkelerle buluşabilmesi, sosyal devletin insan hakları ekseninde yeniden tanımlanabilmesi konusundaki talep ve yaklaşımları, siyasal alanda cevap bulamamıştır. Yani Alevilerin gerek kimlik ekseninde, gerekse ülke ve tüm toplumsal kesimlerin için talep ettiği demokratikleşme talebi karşısında siyaset tıkanmış ve siyasi iktidarlar ise statükonun devamı için “durmak yok, yola devam” demiştir. CHP ise bu durum karşısında çözümle değil, siyaseti çatışma ile beslemiş ve statükonun devamını savunmuştur. Ne Ali Yıldırım, ne de başka bir güç, Alevilere ve Türkiye’nin diğer demokrasi güçlerine, Ergenekon Avukatlığı yapan siyaseti adres göstermesin. Bu duruş bir Pir Sultan duruşu değildir. CHP asla dik durmayı savunanların duracağı ve adresi olamaz. Alevi hareketi nasıl bir siyaset birliği oluşturmak için bu yıl Madımak oteli önünde 50 bin kişiyle göstermiştir. Bu yıl Madımak önünde Alevi Hareketi, DSP, SHP, DTP, ÖDP, EMEP, TKP, 10 Aralık Hareketi, DİSK, KESK, TMMOB, TTB, Halkevleri ve on binlerce can vardı. Halk vardı. Halkın özlediği solun tüm gücü vardı. Ama Madımak önünde ne Baykal vardı! Ne de Önder Sav! Öyleyse 2009 yerel seçimlerinde adres bellidir. Bireysel tercihlerin ve çıkarların siyasi adresini zaten biliyoruz, ama toplumcu ve toplumsal düşünüşün tercihi bellidir; 2008 yılında Madımak önünde buluşanların siyasi güç birliğini yaratmaktır. Demokratik bir Türkiye’nin yaratılması ancak bu güçlerle mümkün olur. Tarikatçı ve ittihatçıların kavgasından beslenmek yerine, her iki kesimin siyasal hegemonyasını kırmak, onun yerine özgürlüklerden, demokrasiden, barıştan, eşitlikten, emekten, laiklikten ve demokratik cumhuriyetten yana hukuka dayalı, katılımcı ve sosyal bir Türkiye inşa etmek gerekir. Şimdi “Dava insanlık davasıdır” diyenler beri gelsin, Çünkü Bozatlı Hızır sadece onların yardımcısıdır. NOTLAR 1 2
http://www.alevionline.com/haberler/Ali_ Yildirim.42/AKP_Kankasi_Ulusalci_/4814. html http://www.alevihaberajansi.com/index. php?option=com_content&task=view&id=459 0&Itemid=42
Sayı 45
SERÇEÞME
Alevi Örgütlerinin Kemalizm Hastalığı
Feneri Elinde
Metin Aktaş Yazarın bu yazısını kendi izniyle Taraf Gazetesi’nde, 3 Eylül 2008 tarihinde yayınlandığı kısaltılmış biçimiyle yayınlıyoruz. Yazarın e-postası: metinmankirek@mynet.com ZEL BİR İLGİM dolayısıyla din teolojisi özel olarak da İslam dini içerisindeki İmam Caferi Sadık Mezhebi hakkında on yıl süren bir araştırma yaptım. Bu alanda kendimce bilgi sahibi olduğumu düşünüyorum. Bir Alevi ve bir insan olarak Neşe Düzel’in önceki gün bu gazetede Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız’la yaptığı söyleşide Balkız’ın söyledikleri beni rahatsız etti, eminin benim dışımda da bazı Alevileri rahatsız etmiştir. Kemalistlerin Aleviler içerisinde ki bekçilerinden biri olan Ali Balkız’ın söyledikleri, Aleviler içerisinde ki Kemalistlerin vardığı çılgınlığı göstermek açısından ibret verici bir kanıt.
Ö
Atatürk Hz. Ali Olamaz
Alevi örgütlerinin başına gelmiş Ali Balkız gibi insanların Alevilerin Atatürk’ü İmam Mehdi olarak gördüğünü söylemeleri onların Alevilikle, felsefesiyle, inancıyla yakından uzaktan ilgilerinin olmadığını, tamamen Kemalistlerin Aleviler içerisindeki siyasal uzantıları olduğunu gösterir.
Bakın Ali Balkız Neşe Düzel’in: “Siz devletten yakınıyorsunuz ama çok garip bir durum var. Aleviler Kemalist devleti desteklemekle, Kemalist olmakla, darbecilere yeterince karşı durmamakla suçlanıyorlar genellikle. Kemalizm askerin sivil siyaset üzerindeki vesayetini kabul eden ve CHP’nin altı okuyla özetlenen bir ideolojidir. Sizin hem Sünni hem Kemalist olan devletle ilgili düşünceniz ne” sorusuna nasıl bir cevap veriyor. “Aleviler Mustafa Kemal Atatürk’ü büyük bir kurtarıcı olarak görürler. Alevilik inancında reenkarnasyon vardır. İnsan ölmez başka bir canlının görünümünde yeniden dünyaya gelir. Aleviler Hz. Ali, Mustafa Kemal Atatürk olarak zuhur etti geldi diye inanırlar. Bizi ancak böyle biri zulümden kurtarabilir derler. Aleviler Atatürk’ü mitleştirmişlerdir.” Alevilik mezhebinde reenkarnasyon ve Hz. Ali’nin yeniden dünyaya geliş felsefesi bütün Alevi felsefesinin temelidir. Kısa bir yorum yazısında bu felsefeyi açıklamak mümkün olmasa da, kısaca özetlemek mümkün. Alevi inancında kayıp on ikinci imam, İmam Mehdi bir gün yeryüzünde bozulan hayatı yeniden düzenlemek için yeryüzüne geri dönecektir. Bu felsefeye göre bir gün dünyaya İmam Mehdi olarak gelecek olan insan Hz. Ali’den başkası değildir. Alevi inancında yeniden dünyaya geleceğine inanılan kayıp imam, İmam Mehdi insanoğlunu ve yeryüzünde yaşayan bütün canlıların hayatını yeniden düzenleyecek ve bütün canlıları sonsuz mutluğa ve huzura kavuşturacaktır. Bu inanca göre insanoğlunun gerçek mutluğu ancak İmam Mehdi’nin gelişiyle sağlanabilecektir. Hiçbir Alevi günün birinde dünyaya gelerek dünyadaki adaletsizlikleri zulümleri yok edeceğine inanılan İmam Mehdi’nin dünyaya geldiğini ve bu insanında Atatürk olduğunu söylemez, bu zırvalığa da inanmaz.
Alevilere En Büyük Kötülüğü Yapanlar Alevi örgütlerinin başına gelmiş Ali Balkız gibi insanların Alevilerin Atatürk’ü İmam Mehdi olarak gördüğünü söylemeleri onların Alevilikle, Alevilik felsefesiyle, inancıyla ya-
Eylül 2008
ÂŞIK FEZALÎ (HACI CIRIK)
kından uzaktan ilgilerinin olmadığını, tamamen Kemalistlerin Aleviler içerisindeki siyasal uzantıları olduğunu gösterir. Ali Balkız’ın Atatürk’ün yarattığı devletin hayat tarzının Alevi inancında düşlenen sonsuz mutluluk ütopyasının gerçekleşmiş hali olduğunu söylemesi, onun Alevi felsefesinin inancının insani derinliğini, adaletini anlamadığını göstermektedir. Alevi inancında kayıp imam, İmam Mehdi’nin yaratacağına inanılan zulmün, sömürünün, adaletsizliklerin olmadığı hayatın gerçekleştiğini ve bu hayatın da Kemalist hayat olduğunu söylemek bedenleri açlıkla, işkenceyle, baskıyla kirletilmiş Alevilerin güzel düşlerini, ütopyalarını kirletmektir. Ne yazık ki ülkemizde Alevi düşüncesine, inancına en büyük kötülüğü Aleviler adına örgütlenmiş bu örgütlerin başındakiler yapmaktadır. Bunların söyledikleri Alevilikle, Alevi inancıyla hiçbir ilişkisi yoktur.
Aleviliğin Üzerinden Ellerinizi Çekin Son olarak reenkarnasyonla ilgili birkaç söz etmek istiyorum. Bu konuda İslam dini içerisinde Kuran’ın yorumu konusunda iki farklı anlayış ola gelmiştir. Sünni ekolü reenkarnasyona inanmazken Aleviler reenkarnasyona inanmaktadırlar. Sünni mezhebinde olduğu gibi Alevi mezhebi de teolojisinde Kuran’ı temel alır. Reenkarnasyon düşüncesini savunan Aleviler temel dayanak olarak Kuran’ın Bakara Süresi’nin 28. Ayeti’ni alırlar. Bakın Bakara süresinin 28. Ayeti ne diyor;
Feneri elinde denize dalan İsmi saklı, ama kendi şaşbakan Yoksulun hayrını ediyor talan İsmi saklı, ama kendi şaşbakan Veren belli, alan belli kime ne Savcı, hâkim sorgu sorar bilene Devlete hâkim sindiren bedene İsmi saklı, ama kendi şaşbakan Aman yalan bunlar diyen yetkili Yargıyla dalaşır çetin etkili Gerçeği içinde saklıyor dili İsmi saklı, ama kendi şaşbakan Piyonlar yargıdan aldı cezasın Razı değil üzdü beyle ağasın Anlatsam bitmiyor daha belasın İsmi saklı, ama kendi şaşbakan Cumhur cemaat günah döküyor Nefesi kirlenmiş kötü kokuyor Çıkmış meydanda yalan atıyor İsmi saklı, ama kendi şaşbakan Kimler kanmadı bu ilmi fitneye Halkı soyarlar Allah diye diye Kılıfı uygun sıfatsız bir beye İsmi saklı, ama kendi şaşbakan Adalet der kendine uygun yapı Nereden baksan ona çıkar kapı Doğrulup düzelmez sinsele tapu İsmi saklı, ama kendi şaşbakan Daha önceki soygunlar sır oldu Hesaplı hesapsız yerini buldu Yetim hakkın yiyenin yüzü güldü İsim saklı, ama kendi başbakan Adalet kalkınma piyasa bulan Devlet millet malını etti talan Yargı ceza derler geride kalan İsim saklı, ama kendi şaşbakan Fezalî adalet kalkınma olsa Sözü özüyle halkta Hakk’ı bulsa Güneşi inkâr eden görmez körse İsim başka, ama kendi şaşbakan
“Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Siz cansızlardandınız. O size hayat verdi. Sonra sizi ölüme kavuşturacak, sonra yine diriltecek sonra ona döneceksiniz.” Bu Sure konusunda yorum yapmayacağım. Ama Alevilik inancında dünyadaki adaletsizlikleri, sömürüyü yok edeceği, dünyayı mutlu bir hayata kavuşturacağı beklenen on ikinci imam, İmam Mehdi’nin dünyaya gelmiş Atatürk olduğunu söyleyen Alevi kuruluşlarının başındaki Kemalistlere söyleyeceğim tek söz var: Artık o kirli ellerinizi Alevilerin yakasından çekin!
21
SERÇEÞME
ÖLÜMÜNÜN YİRMİ ÜÇÜNCÜ YILINDA
Ruhi Su Özlemle Anıldı Ahmet Koçak
R
UHI SU ölümünün yirmi üçüncü yılında anıldı. Ruhi Su, 20 Eylül 1985 yılında hayata gözlerini yumdu. O gün bu gündür sevenleri Eylül ayının 20’sinde onu anmakta. Bu yıl da Ruhi Su dostları Zincirlikuyu’daki mezarında buluştu. Öğlen saatinde yapılan anmaya yaklaşık yüz elli kişi katıldı. Açış konuşmasını gazeteci Sönmez Targan yaptı. Katılımcıları bir dakikalık saygı duruşuna davet ettikten sonra kısaca şunları söyledi: “Ruhi Su, bir sanatçı olmanın çok çok ötesinde asıl kimliğini ve kişiliğini bilimsel sosyalist hareketin içinde olmakta bulmuştur. Onun için cezaevlerine düşmüştür. Ne ilginçtir ki böylesi bir cezaevi ortamında aynı siyasal suçla suçlanacak olan Sıdıka Su ile tanışmıştır. Ve bu yoldaşlık giderek onları bir aile çatısı altında birleştirmiş, iki ayrılmaz bir elmanın parçaları haline getirmiştir. Ama ilginçtir bu iki yürekli insan yaşamları boyunca inandıkları siyasal mücadelenin peşini bırakmamışlar. İşçi sınıfının, emek ordusunun, özgürlük hak ve demokrasi mücadelesinde omuz omuza yürümüşlerdir. Sanatını da bu yolda icra etmiştir Ruhi Su. Yine ona bu nedenle yasaklar getirilmiş. Ama o bu yasaklarla yılmamış, mücadele etmiş. 12 Eylül faşizminin kara günlerinde bile hasta yatağında bu mücadeleyi sürdürmüş, o günün faşist generalleri bu hasta insana, bu güzel insana yurt dışına gitme, tedavi olma olanağını sağlamamış, sonradan sağlansa bile zaman çok geç olmuş ve Ruhi Su fiziken aramızdan ayrılmış. Ayrılmış ama onun bıraktığı siyasal ve sanatsal kalıtı sürdüren nice insanlar sazlarıyla, sözleriyle onun bu göreneğini sürdürmüşler. Bu geleneği sürdürenlerin önemli bölümü ‘Ruhi Su Dostlar Korosu’ topluluğu içerisinde yer alarak Ruhi Su’yu fiziken olmasa bile sanatsal olarak yaşatmaya devam ettirmişlerdir. (…) Bizler devrimci türkülerle tanışmayı, halkımızla buluşmayı Ruhi Su’nun ezgilerinde, türkülerinde tanıdık. O, Anadolu’nun kırlarından topladığı papatyaları, gelincikleri adeta bir demet yapıp getirip vazoya koydu.
Evimizin içine soktu. Biz Anadolu’yu onun türküleriyle, onun ezgileriyle böylece tanıdık. Onunla coştuk, onunla heyecanlandık, onunla umutlandık. Bu umudumuz sönmeyecek. Bu mücadele sürecek. (...) Ruhi Su ve Sıdıka Su önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum”. Sonra Ruhi Su Dostlar Korosunun ilk üyelerinden Karabey Aydoğan, Ruhi Su’nun sanatçı yönüıd değindi: “1942 ve 1945 yılları arasında Ruhi Su’yu radyoda görürüz. (...) Ruhi Su 1945’e kadar on beş günde bir türküler söyler. O türküler kimilerinin aklını başından alır, kimilerinin de aklını başına devşirir. Ama Alevi türküleri söylüyor, komünizm propagandası yapıyor derler ve sesimiz burada harcamayalım Ruhi Bey derler, radyodaki günleri biter. Şimdi o günlere dönelim. Ruhi Su 32 yaşında genç bir sanatçı… Bakın 32 yaşında insan türküler için, köyler için neler söylüyor: ‘Çocukluğumdan beri bu türkülerin etkisi altındayım. Adana’nın işgali sırasında dağ köylerine kaçmıştım. İki yıl böyle köy köy dolaşarak geçen yaşamım boyunca halk türküleri benliğimin hamuruna katıldı. Öyle saz çalan köylüler var ki görseniz meğer biz batı müziğine köylerde yaklaşmışız demekten kendinizi alamazsınız. Türkülerimiz insanı anlatabilmek ve çok yönlü olarak anlatabilmek bakımından ilerici ve devrimci bir nitelik kazanıyor. Biricik merakım bu batı tekniğinden yararlanarak bizim ses müziğimizin söyleniş tekniğini bulmaktır. Halk müziğimiz bizim batı müziğine götürmek yolunda en faydalı olanıdır. Batı müziğini seven ve bizim müziğimizi yapmak isteyen her insan gibi ben de bu kaynağın başına geldim ve kendi hisseme düşen taraftan içiyorum. Bu öyle bir içki ki içtikçe insanın aklını başına getiriyor. Şarkı söylemeyi meslek olarak seçen bir insan için en azından bir klasik eğitim, bir ses eğitimi, bir müzik eğitimi, sözün kurallarına göre bir şarkı söyleme eğitimi ve sonsuz bir insan sevgisi demektir. Türkü söyleyen bir sanatçı ise bunlarla beraber
halkını ve bu türküleri meydana getiren koşulları iyi bilmelidir. Bunların olmadığı yerde iş artık herkesin kolayca yapabileceği bir klişe icraya yönelir ki bizim memleketimizde genellikle şarkı söyleme sanatı böyle olagelmiştir. Bazılarının halk gibi söyleyiş dediği budur. Bir şeyler de getirmeli bir söyleyiş. Bir şey getirmiyor, ileriye doğru bir şey değiştirmiyorsa yaşıyor sayılmaz sanat. Yaptığımız iş hem halkın özlemlerini gerçekleştirmeli hem de halkın özlemlerini geliştirmeli. Halktan kopuk hiçbir işten, hiçbir insandan hayır gelmez.’(…) Ruhi Su’nun sesinde türküler bütün zamanların, bütün yüreklere ulaşacak kadar yükselip değerlendi. (…) Ruhi Su konserlerinde insanlar nefes almazdı. Çıt çıkmazdı salondan. Ta ki türküler bitene kadar. Kendisini nefes almadan dinleyecek bir izleyici dinleyici yetiştirmişti Ruhi Su aynı zamanda. Konser bitince çılgın bir alkış kopardı. Ben de onu alkışlarla selamlamaya çağırıyorum sizi.” Şair Ruhan Mavruk da konuştu ve bir şiirini okudu: “Ruhi Su’nun siyasi ve sanatçı kimliği hakkında çok şey söylendi. Toplumcu sosyalist sanatçıların ne kadar yalnızlaştırıldığından da söz etmek istiyorum. Ruhi Su konservatuardan atılmıştı, radyodan atılmıştı ve belki o zamanlar çektiği onca sıkıntı içerisinde dostları tarafından da yalnızlaştırılmıştı. Bugün biz de bu yalnızlığı tıka basa yaşıyoruz. Örneğin bugün buradaysak, yarın içerdeyiz. Ama saygıyla onları ve onları selamlamaya gelenleri selamlıyorum.” Bonra Ruhi Su Dostlar Korosu’nun eski ve yeni üyeleri hep bir ağızdan, “Annem Beni Yetiştirdi” ve “Drama Köprüsü” türkülerini söyledi. Gurup Yorum’un gençleri “Bize Ölüm Yok” adlı eseri seslendirdi. Hasan Karayol, Ruhi Su türkülerinden bir demet sundu. Karayol’a bağlamasıyla Mustafa Karaceper eşlik etti. Son sözü sanatçı Sadık Gürbüz aldı: “Bir arkadaşım nefis bir hicivle olayı özetledi: ‘Toplumsal sanatın yalnızlığı’ dedi. Yaşadığımız dönem insanın toplumsal yanının, örgütlü yanının yok edilmeye çalışıldığı, tehditle, korkuyla sindirilmeye çalışıldığı, konuşan dillerin susturulduğu, yazan kalemlerin kırıldığı, kırılmaya çalışıldığı bir dönem. (...) Ruhi Su’yu artık bize yol gösterici türkülerin söyleyeni olarak anıyoruz. Pir Sultan’ı, Nazım’ı, Bedreddin’i andığımız gibi anıyoruz Ruhi Su’yu.” Sadık Gürbüz’ün konuşması ile anma sona erdi. Geçen yıl anmaya Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın katılması nedeneyile yoğun ilgi gösteren basın bu yıl yoktu. Onlar için haber değeri taşıyan Ruhi Su’nun anılması değildi. Ya bizim demokratik kuruluşlarımıza ne demeli? Ne Alevi-Bektaşi örgütlerinin temsilcileri, ne de İHD gibi diğer demokratik kuruluşlar, yapılan anmaya bir temsilci bile göndermemişlerdir. Ruhi Su gibi bir sanatçımızı yalnız mezarı başında anmak elbette ki doğru değildir. Onu anmak için adına paneller, konferanslar, dinletiler, halk etkinlikleri düzenlenmelidir. Bu çalışmalara Alevi toplumunun temsilcileri, örgütleri en aktif biçimde katılmalıdır. Alevilerin Ruhi Su’nun anısına hizmeti, O’nun yaptıklarına karşı bedel ödeme anlamında bir zorunluluktur.
22
Sayı 45
SERÇEÞME
Y
AĞMURLU BIR KIŞ AKŞAMI Taksim’deki çalıştığımız bürodan çıkmak üzereyiz. İş arkadaşım Fevzi, “Ruhi Su ya gideceğim, kaset paraları ödenecek sen de gel”, dedi. Birlikte çıktık. İçimi o tok sesli sınıf dostuyla tanışmanın heyecanı sardı. Nişantaşı’na yürüyoruz, yağmur yağıyor. Islanmak kimin umurunda? Ruhi Su’nun sıkıntılar içinde olduğunu söylüyor Fevzi. Siyasi sıkıntılar alabildiğine bunaltıyor insanları. Ekonomik sıkıntı da çabası. “Kasetleri set haline getirilmiş, yakın dostlara satarak yardımcı oluyorum” diyor. Bir set de ben alıyorum. Ve hemen Pir Sultan çarpıyor gözüme. Pir Sultan’a ayrılmış bir kaset. Yürüdükçe heyecanım artıyor. 12 Eylül’ün üzerinden dört yıl geçmesine rağmen toplumda hiçbir sosyal aktivite yok. Harbiye As sinemasının önünden geçiyoruz. Su adlı bir film ilgimizi çekiyor. Afişinde 12 Eylül’ün irdelendiğini yazıyor. Hafta sonu birlikte izlemeyi kararlaştırıyoruz. Orduevi’nin önünden Nişantaşı’na gidiyoruz. Yağmurdan nasiplendiğimiz kadar ıslandık apartmana giriyoruz. Sıdıka Hanım karşılıyor, ayakkabılarımızı çıkartmadan salonda yuvarlak bir masaya alıyor bizi. Ruhi Su geliyor, yaşlı yorgun bir beden, ama sevecen gür bir sesle “hoş geldiniz” diyor, hastalığını anlatıyor. Fevzi ile hesaplarını yapıyorlar ve sohbete başlıyoruz türkülerden. Farkında olmadan eleştiriyorum, Ruhi Su’yu. Pir Sultan’a “sadece bir kaset yapmışsınız yüzlerce türküsü varken, neden?” diyorum. “Yanılıyorsun, Pir Sultan için çok şey yaptım. Bunca bedel ödeyerek TRT’de Pir Sultan’ın politik şiirlerini ilk söyleyen benim” diyor ve nereli olduğumu soruyor. Ben aldığım cevabın mahcupluğu içerisinde, “Banazlıyım” diyorum, “Pir Sultan’ın yaşadığı köydenim.” “Pir Sultana ilgin heyecanından anlaşılıyor, ama türkülerimi daha çok dikkatle dinlemelisin”. Aldığım seti göstererek “hepsini dinleyeceğime söz veriyorum. Ben sizi evde dinliyorum, fakat eşim dinleyemiyor, sıkılıyor. Ne yapabilirim?”, diye soruyorum. Hoş bir sevecenlikle gülüyor. “Bu tür eleştiriler alıyorum. Türkülerden ne anlamak istediğini bilmediğinden. Türküler öylesine dinlenmez; gelişi güzel söylenmez; türkülerin yaşanmışlığı, gerçekliği vardır. Bak şimdi, ‘Mert dayanır namert kaçar, Meydan gümbür gümbürdenir’, anladın mı?” diyor. Anlamadığımı belli ederek gözlerine bakıyorum. “Mert derken gür sesle söyledim, namerdi yavaş ve sönük. Burada mertliği överek vurguluyor, namertliği kötülüyorum.” Kendime şaşıyorum nasıl anlamadım diye. “Bir de kedi, ağaç ve güneş geçen bir şiiriniz var, bu şiirde ne anlatmak istiyorsunuz” diyorum çayımı yudumlarken. “Şiir” diyor, “hayatın kendisidir”. Sıdıka Hanım “Ruhi rahatsız, müsaade ederseniz” diyor. Kovulmuş gibi hissediyorum bir an. Fevzi “Ruhi Hoca’yı yordun Gazi, bu kadar sıkıştırman gerekmezdi diyor.” Sıdıka Hanım’ın doğru yaptığını anlıyorum. Çok şey aldığımı düşünerek, o mutlulukla evden ayrılıyoruz. Kurtuluş sapağında Fevzi’den ayrılıp Şişli minibüslerine kadar yürüyüp geç saatte eve dönüyorum. Birkaç ay sonra Ruhi Su’nun hastanede yattığını yurtdışına çıkmasına izin verilmediğini, söylüyor arkadaşlar. Daha sonra mahalledeki arkadaşlarla hastane ziyaretine gitmek istiyoruz. Fakat ölüm haberini alıyoruz Bir ulu çınar tohumlarını toprağa atıp, son baharı yaşıyor yaprakları toprak oluyor, ama
Eylül 2008
Herkese Yeter Dünya, Herkese Yeter Ekmek Gazi Aslan, 19 Eylül 2008 tohumları baharı bekliyor. Hayat bahara gebe ve elbette “Sabahın bir sahibi var”. Şişli Camisi’nin çevresi insanlarla dolu gazeteciler, yazarlar, siyasiler, şairler, devrimciler, işçiler, emekden yana herkes. Şişli Cami’sinin avlusunda koro söylüyor hep beraber. Şişli Meydanı’nda üç kız Biri çiğdem, biri nergis Vuruldular güpegündüz Sorarlar bir gün sorarlar Sabahın bir sahibi var Sorarlar bir gün sorarlar Biter bu dertler acılar Sararlar bir gün sararlar Bindokuzyüzyetmişyedi Unutulmaz yılın adı Bir Mayıs bayramı idi Beşyüzbin emekçi vardık Taksim Meydanı’na girdik Öyle bir İstanbul gördük Yaşasaydın güpe gündüz yakılan 1993 Madımak Katliamı’nın da üzerine basarak vurgulayan türküleri söyleyecektin. “Bu türküler halkın hayatının bir ifadesi değil mi? Kitleler halinde öldürülmüş ve yok edilmeye çalışılmış zümrelerin hikâyesi bu türkülerde anlatılmıyor mu? Asırlardan beri bir lokma ekmek için memleketi bir uçtan bir uca dolaşan milyonlarca yurtsuz yuvasız insanların garipliği ızdırabı bu türkülerde anlatılmıyor mu? Mademki bu türküler bu kadar hazindir, o halde halkın hayat şartları tahammül edilemeyecek kadar hazindir”. (Ruhi Su, Ezgili Yürek) 1968 de de şöyle der. “Bir düzen türkülerden korkmaya başladı mı artık o düzeni kimse ayakta tutamaz. Nesimi’nin derisini yüzmüşler, Pir Sultan asılmış, fakat bütün bu asmalar kesmelere rağmen ne o düzen kalmış, ne de o debdebeli sultanlar”. Hayat yoldaşı Sıdıka Su 1991 de yapılan bir röportajında Ruhi Su için şunları söylüyor: “Ruhi Su’da türküler, Alevi nefesleri kendi siyasal eyleminin aracı olurken, öbür yandan halkın sesi olması kaygılar yaratıyordu. Nitekim 1943–1945 yıllarında radyodan aldığı Alevi nefesleri ve türküleri söyleyen
Ruhi Su’ya Alevi türküleri söylüyor, komünistlik yapıyor diye ayırdılar.” diyor ve ekliyor. “O yarının aydınlık geleceğine uzanmak amacıyla yaşadı. Bunu türküleriyle hiç susmadan duyurdu. Komünistti, hep komünist kaldı”. Şişli Cami’sinden türküler, marşlar, sloganlar yükseliyor. Hava ziyaret ettiğim gün ki gibi değil, açık ve sıcak. Ruhi Su’yu son yolculuğuna uğurlayacağız; beş yıldır sokağa çıkamamanın heyecanı ve gerginliği var. Ben ilk defa bir camiye cenaze için giriyorum biraz da sıkılarak. Naaşının başına sıraya girip resmini alıp, saygı duruşunda bulunuyorum. “Er başında duman dağ başında kış, cümlemizin yeltendiği murada, erilir gam yeme divane gönül.” “Sultan Suyu”nu söylüyorlar tabutun başında. Pir Sultan, Ruhi Su’ya ne kadar yakışıyordu. Pir Sultan söylerken duyduğum heyecanı Ruhi Su da söylerken paylaşmıştır sanıyorum. Bilmediğim duygular var içimde. İçim içime sığmıyor. Sınıf mücadelesi, türkü, cenaze, anlatılamaz ve ben yazamıyorum. Cenaze yola çıkıyor. Polis barikat kurmuş İETT garajı önünde, şimdiki Cevahir alışveriş merkezinin durağı. Yürütmek istemiyorlar. Kitle bastırıyor. Hiç tanımadığım insanlarla kırk yıllık dost gibi omuz omuzayım. İtişip kakışmalar, polisle bağrışmalar, sloganlar, sloganlar, sloganlar... Sonra polisler garajdan çıkardıkları belediye otobüslerine zorla bindirmeye çalışıyorlar. Mezarlığa bunca kitleyi otobüslerle götüreceklermiş, mümkün mü? Otobüse binmiyor insanlar, “Binmeyelim arkadaşlar Ruhi Su ile birlikte yürüyeceğiz!” Polis barikatı aşılıyor. Şişli Camisi’nden Mecidiyeköy’e kadar kortej oluşuyor. Yüz binlerce insan yürümeye başlayınca daha da çoğalıyor. Kortej gittikçe büyüyor. Sloganlar ve türküler eşliğinde Mecidiyeköy’den, Zincirlikuyu’ya kadar yürüyoruz. Ruhi Hoca’nın “hayatın kendisi” dediği türkülerle. Ve beş yıllık kinimizi kusuyoruz 12 Eylül cuntasına. Zincirlikuyu’da dağılıyoruz. İki dost görüyorum yanımda, 78’li yıllardan, özlemle kucaklaşıyoruz. Ve sohbet başlıyor Ruhi Su’dan. Polis gözaltına almaya başlıyor biz Hodri Meydan Kültür Merkezi’ne giriyoruz. Şimdi her yıl 2 Temmuz’da Sivas şehitlerimizi anmaya giderken, yolumuzun üzerindeki, kurşunlanmış olan Ruhi Su’nun mezarının başında saygı duruşunda bulunuyoruz. Eşim şimdi Ruhi Su söylerken türkülerini içerek dinliyor. Aramızdan ayrılışının yir mi üçüncü yılında saygıyla anıyorum.
Ruhi Su’nun cenaze töreninden, 1985.
23
SERÇEÞME
BANAZ’DA PIR SULTAN, SERÇEŞME’DE HACI BEKTAŞ, ELMALI’DA ABDAL MUSA…
Kimin Çilesinin Çekmekteler Metin Çelik, PSAKD Adana Şube Başkanı
B
U YIL kurumsal açıdan kayıp bir yıl oldu. Bu durum bazen iyidir de. Kaybedileni bulmak adına kendinizi musalla taşına yatırırken, oradan dirilmenin mesajını alırsınız. Kendi içinizde yeniden muhasebe yaparken fark etmeden bir ışık parıldar ve onu orada yakalar kendinize kandil edersiniz. Kandilin özelliği kendisine değil, başkasına ışık vermesidir. Tükenirken farkında olmadan karanlıkların cazibesine bir müddet direnmesidir. Bu “müddet” zarfında Karanlıkların daimi konukları kendini “ışığın” ötesine atar. Bu noktadayız. Kandilleri çoğaltmak, bin yıllık hâsılayı bitirmek değil, bu hâsılaya yeni hâsılalar ilave etmekle olur. Peki, bu nasıl olacak? Alevi öğretisini yeniden yeniden üretime sokmak ve günün ihtiyaçlarına uygun, insanı temel alan, insanı kutsayan bir yerden… İnsan nasıl kutsanacak? İhtiyaçları, hakları temelinde! Gerisi laf-ı güzaftır... Peki, bu nasıl olacak? Öncelikle öğretine bağlı kalacak ve her gün yeni değerlerle tahkim edeceksiniz. İdeolojik-politik açılımların, toplumun tüm sosyal çevreleri cezbedecek, albenisi yüksek bir dil yakalamak zorundasınız. Bu, toplumsal barış adına haklarımızdan taviz le, karşımızdakine benzemekle değil, çoğulculuğu esas alan bir ideolojik paradigmayla olur. Zemin, şartlar ne olursa olsun, diliniz çapaklı, zihnimiz kusurlu değilse, ırkçılık ve şovenizme karşı antikorlarınız hep tetikte ise öğretiniz, ideolojiniz sigortalı demektir. Yoksa cellâdınızın başımızı okşaması ile cellâdımıza âşık olmamız kaçınılmazdır. Banaz’da, Serçeme’de ve Elmalı’da yaşanan budur. Yıllardır “ulusallık, yurtseverlik ve kazanılmış Cumhuriyet değerleri” adı altında toplumu militarize eden, güce tapmayı kutsayan anlayışın, Alevilerin bünyesine zerkettiği zehir, ideolojimizin, öğretimizin zayıflılığından değil, onlardan uzaklaşmanın sonucudur. Kişisel ihtirasların, sunulan mevkilerin, devlet ricalinin yanı başında bulunmanın zayıf kişiliklerde yarattığı tahribat, “O” kişiden çok, mensubu bulunduğu “davanın” hafife alınmasına, yozlaşmasına vesile olur. Gelin büyük “davanın küçük adamı” olmayalım. AKP gibi güven vermeyen, takıyeyi teolojik gerekçelere dayandırarak toplumu teslim alan bir parti ortadayken, bu zehirlenmenin daha kolay oluşur. Toplumsal kesimlerin her birinin kendi doğruları noktasında kendilerini bağlamaları, ortak değerlerde buluşma yerine, ayrılıkları üzerinden kutuplaşmaları toplumsal dayanışmamızı örselemektedir. Bu nedenle siyasal İslam’ın ortalama Sünni vatandaşlarımızı Alevilere karşı bloklaştırması, Alevilerin Suni vatandaşlarımıza karşı bloklaşması, toplumsal dayanışmanın ve faydanın önünde önemli bir engel gibi durmaktadır. Kürt sorunu da toplumun ayrıştıran, toplumsal bünyeyi zayıflatan ve doğal olarak geleneksel sistemin devamına kredi sağlamayan bir etki yapmaktadır. Bilgi çağında yaşıyoruz. Bileşim sektörünün akıl almaz gelişmesi ve bilgi kanallarının çoğalması, bilgi çarpıtma tehlikesinin çoğalmasına vesile olmuştur. Günlük ihtiyaçların çeşitlenmesi, çoğalması insan psikolojisinin sapma eğilimini artırmıştır. Bu sapma makul seviyenin üstüne çıktığı zaman ve aidiyet duy-
24
Toplum kısa yoldan “köşe dönmeci” zihniyet ile kuşatıldı. Biz Aleviler de bundan nasiplendik. Acı olan “nasiplenen kuşağın” 12 Eylül sonrası kuşağın değil, 12 Eylül öncesi kuşağın olmasıdır. gusunda aşınmaya, uzun vadede de bugün yanınızda olan, yarın karşınızda olabiliyor. Alevi kurumlarının üst düzeyde örgütlenmesi “çağcıl” olsa da kültürel-psikolojik altyapınız buna uygun değilse, üst kurumların “faylaşması” kaçınılmazdır. Alevi örgütlerinin üst kurumlarda “temsil” konusunda ortaklaşmamaları yukarıda ifade etmeye çalıştığımız “Kültürel-Psikolojik” yetersizliğin sonucudur. Başka ne denilebilir? Keşke sadece zarar bireysel düzeyde kalsa! Öyle olmuyor. Kurumsal bellek olmayınca bireysel kariyer, kıskançlık ve yetmezlikler, bireyin hatasını kurumları kemirmeye kadar vardırabiliyor. Öyle de oldu. Alevi kamuoyunun kurumlara olan güveni sarsılınca, en sağ kulvara geçmekte ve geçmişine nankörce bakmakta beis görmüyor. Bu çürümenin adıdır. Çürüme buna vesile olanı da çürütür. Buna müdahale etmek lazımdır. Belirtileri Banaz’dadır, Serçeşme’dedir ve Elmalı’dadır. İz sürülürse sebep olanlar bulunur. Burada Banaz, Serçeşme ve Elmalı ağrılıklı olarak Alevi iğretisinin ana bileşkeleridir. Buradaki kayıp hepimizin kaybıdır. Son bin yıldır özenle, ancak çileyle bugüne taşınan Alevi öğretisinin kişisel yetmezliğimize kurban edilmesi, geçmişin emeğine, çilesine hakaret değil de nedir? Gelin bu ayıbın “öznesi” olmayalım. Fedakârlık bilmektir, bilmek ise “ben”den arınmaktır. Kişisel yetmezliklerin farkında olmak büyük erdemdir. Arınmak ise; “kâmil insan” olmaktır. Bu değerlere ulaşmak; Yoğun sosyal faaliyetler içinde, bulunduğun ülkenin her karışında bulunan insanınla, ortaklaşmak, hal-hatırın dışında içten, samimi ilişki ile olur. Samimiyet büyütür, yüceltir. 12 Eylül öncesi toplumsal taleplerimizeütopyamıza “katık” olan sosyalizmin “tu kaka” edilmesi, 1989 yılından sonra “reel” anlamda “anlamsızlaşması” ile bir boşluk yaşadık. Yaşanan bu boşluk, yeni değerlerle, özlemlerle takviye edilmeyince, yaşanan bunca tecrübe ve mücadele birikimi, işkence hanelerde destan yaratırken, teslimiyete karşı direnci bileyen bu birikim, bir gün ansızın hiç yaşanmamış gibi toplumsal belleğimizi sıfırladı. Bu boşluk; Türkiye Cumhuriyeti’nin geleneksel tercihi ile 12 Eylül öncesi “güçlü solun” yerine ikame edilmeye çalışılan “toplumun dinselleştirilmesi” planı ile süreç “siyasal İslam’a” uygun hale getirildi. Alevilerin, insanlığın ortaya çıkardığı evrensel değerleri sahiplenme yerine, asırlardır “Sünni İslam’ın” öne sürdüğü “din dışı” nitelendirmesine uyarak “Müslüman’ım”, içi boş manada “cumhuriyetçiyim-laikim” der noktaya getirilmesi, devlet katında beklenen “andır.”
Bir çağdaş ülkede yurttaşların “ırkını” belirleyerek, “inanç” sınırları çizilerek terbiye edildiği görülmüş şey değildir. Buna direnme hakkımız var. Kimle? Kurumsal kimliğimizle. Nasıl bir Kurumsal kimlikle? Devletin geleneksel “kutsanmış” değerlerini reddederek, toplumsallığı önemseyerek, toplumsal dayanışmanın önünde engelleyici rol oynayan “geri” aidiyet duygularımızı kovarak… Örgütsel kimliği önemseyerek, empati yaparak, “öteki” olunarak başarabiliriz. Bu iklim içinde “sosyalizmin” anlamsızlaşmasıyla “ideolojilerin sonu” yalanı ile toplum piyasacı, kısa yoldan “köşe dönmeci” zihniyet ile kuşatıldı. Biz Aleviler de bundan nasiplendik. Acı olan bu “nasiplenen kuşağın” 12 Eylül sonrası kuşağın değil, yolunu şaşırmış 12 Eylül öncesi kuşağın olmasıdır. İki somut gerekçe ile belirtirsek; a) İdeolojiler öldü yalanına inanmaları, b) Bireyciliğin geleneksel sağdan çok, solda bulunanları kuşatmış olmasıdır. Bu aynı zamanda kirlenmenin de adıdır. Yıkım buradan başlanmıştır. Peki, ne olmuştur? Alevilerin geleneksel sol demokratik değerlere bağlılığı gevşemiştir. Bunun yerine “Aleviliği” “ikame” ettmişlerdir, ancak onu da geleneksel “Sünni” inanışa karşı, “12 İmamcı-Ehlibeytçi” formatta algılamışlardır. Mesainin önemli bir parçasının burada harcanması, son yirmi yılda toplumsal hayatımıza giren tüm demokratik değerlerden uzak kalmamıza vesile oldu. Ancak bu arada “Siyasal İslam” küreselleşme bağlamında reel dünyada bir yenilenme yakaladı. Geliştirdikleri savlar –demokratik değerleri farklı tonda sahiplenmeleri– bizi bu değerlerden daha da uzak durmaya itti. Bu durum, demokratik sol kamuoyu nezdinde itibarımızın silikleşmesine vesile oldu. Geleneksel “Sünni İslam’ın” sosyal-ekonomik hayattaki ağırlığı arttıkça, siyasette güçlü yansımaları görüldükçe, devlet telaşla “cumhuriyet, laiklik ve Kemalizm” adına “değerler tedavüle” çıkarı. Genelde “Alevilerin”, özelde Alevi üst örgütlerinin de bu değerleri savunur hale gelmesi –ne yazık ki pratikte böyle gelişti– demokratik değerlerden uzaklaşmanın ikinci hamlesi oldu. Geleneksel devletin “Cumhuriyet değerleri, Laiklik, Kemalizm” adına Alevileri yedekleme çabaları, zemini “Siyasal İslam’a” kaptırmama kaygısıdır. Zemin kaybedildikçe, Alevilerin bu zeminle çekilmeye çalışılması, bizlere “yaranma” olarak okunmalıdır ve devletin bu “riyakâr” tutumuna prim verilmemelidir. Kim yapacak bunu? Alevi örgütlerinin “ortak aklı” olan kurumları yapmalı! Hangi politik vizyonla? Hak getire… Yine de bir yandan “Siyasal İslam’ın” ekonomik-siyasal hegemonyasına, diğer yandan devletin “faydacı” tutumuna karşı, sol değerler içinde kalarak, demokratik “zeminleri” her tür “asalak” ilişkilerden “muaf ” tutarak, Alevi öğretisinin bugününe dair iddialarını yükseltmek olanaklıdır. Alevi örgütleri merkezi düzeyde bu iddialara uygun davranmaktalar mı? Soru bu. Cevabı ise “askıda”, “hüzünle” bize bakmaktadır. 19 Eylül 2008 Adana
Sayı 45
SERÇEÞME
İÇINDEKİ KASIRGAYI TANIYAMAYANLAR, KÜÇÜK BİR ESINTİNİN İÇİNDE SAVRULUR
Erozyon ve Gençlik Remzi Aydın
İ
NSANLARIN davranışlarını şekillendiren en önemli etkenin doğa olduğuna inandım. Doğanın insanı, insanın tanrıyı yarattığını gözlemledim. İnsan kendi tanrısını şekillendirip, onu doğurabilir ve hatta öldürebilir. Birilerinin tanrısı, cezalandırıcı, sorgulayıcı, öldürücü, öldürtücü olabilirken bir başka toplumun tanrısı daha farklı şekillenebiliyor. Oldukça hoşgörülü, sevecen, her türlü acının karşısında, ödüllendirici ve yapıcı. Bir toplum Tanrısını, evrendeki her şeyin bizdeki algılanış şekli olarak tanımlarken, diğerinin tanrısı; sadece yaratıcı olarak tanımlanıyor. Yaratan ve yaratılan ilişkisi son derece keskin hatlarla belirlenip, yaratılan sadece biat etmeli, sorgulamadan, akıl süzgecinden geçirmeden tam bir teslimiyetçi inanışla tanrıya bağlanmalı. Kısacası reaya diye tanımladığımız canlılar olmaktan öteye geçememekte. Diğer bir inanış şekli ise, eğer tanrı bizi yaratırken bazı özellikleri bize yüklediyse ve bu özellikleri kendi özünden bize aktardıysa; onu kullanmamız için bize bağışlamıştır. Eğer dil verdiyse onu kullanıp konuşmalıyız, kulak verdiyse dinlemeliyiz, akıl verdiyse her şeyi akıl süzgecinden geçirmeliyiz, sevgi verdiyse âşık olmalıyız. Hatta bu aşk yaratan ve yaratılan aşkı, dil ise yaratanla yapılacak sohbette aracı olabilmeli. Bir inanış ve ya topluluk, cennet ve cehenneme inanırken bir başka toplum öbür dünyaya, cennete cehenneme inanmayabiliyor. Cennet ve cehennemin bu dünyada var olduğunu, hatta biraz daha ileriye giderek her oluşumun aslında maddeden öteye bir enerji yoğunluğu olduğunu ve maddeleri beynimizin algılayışı olarak ifade edebiliyor. Mutluluk, aşk, sevgi, acı, ölüm gibi olguları ise yaşanmışların beynimizde oluşturduğu öğretiler olduğunu savunabiliyor. Yani kısacası olmayan bir maddenin,
olmayan duyguları ama her ikisini de varmış gibi hissedebiliyoruz. Var olan ve gerçek olan ise insan beyninin algılayışı ve öngörüsünün çok daha ötesinde olduğu şeklinde. Fakat bu algılayışın hiç yakalanamayacağı anlamını da doğurmuyor. Kişinin kendi yapısının içinde yapacağı bir seyahat, ruhun ve beynin özellikleri keşfedilerek hatta kullanılarak bu algılayışların yakalanabileceği şeklinde yorumlayanlarda var. Kişinin kendi ruhuna ve bedenine yapacağı her seyahat aynı zamanda yaratanla yaratılanı birbirine yaklaştırıyor. Kişi kendini keşfettikçe aynı zamanda yaratıcısını da keşfetmiş oluyor. Bu seyahat sadece kişinin kendi maddesel ve enerjisel seyahati ile de yeterli kalmamalı. İnsan aynı zamanda tüm evreni, evrendeki her canlı maddeyi, ruhsal olarak gezebilmeli. Her maddenin içine yapacağınız seyahat aynı zamanda o maddeyi tanımanızı sağlıyor, tanımaktan öteye anlamanızı sağlıyor. Bazen arıları bu seyahatte izlenecek Kılavuz olarak görmemiz gerekecek sanırım. Çiçeklerin içine inerek, onlardan topladığı özlerle yeni bir madde oluşturabiliyor. Oluşturduğu madde hiçbir çiçeğe ait değil, ama tüm çiçeklerin kolektif ürünü. Bal tüm çiçeklerin, ama hiçbir çiçeğin şunu demeye hakkı yok. Bal sadece bana aittir, ya da en güzel tarafı benim içimden çıkmıştır. Yaprakların gazele dönüşüp, toprağa karışması da bu yolculukta bize kılavuz olabilecek bir yaratılmış. Gazel toprakta, inorganik maddeler tarafından parçalara ayrılıyor ve sonra ağaç tarafından emilerek enerjiye dönüştürülüyor. Sonra ağaçta olan bu enerji patlaması yeni yaprağın oluşumunu sağlıyor. Bir nevi “devriye”. Kamil insan ile tanrı arasındaki ilişki, sizce de öyle değil mi? Sevgilerimle…
Aleviler, Kadınlar ve Yoksullar
görebiliyoruz” diyen Gümüş’e göre hâlâ Alevilerin % 90-95’i CHP’ye oy veriyor.
Meral Tamer’in 3 Eylül tarihli Milliyet’teki Yazısından Bir Bölüm AKP’ye karşı solda bir seçeneğin yaratılamamasından bunalmış, oy verecek parti bulamayan bir sol seçmen olarak, arkadaşımız Devrim Sevimay’ın yazı dizisini ilgiyle okuyorum. Ve daha şimdiden defterime “Aleviler, kadınlar ve yoksullar, sol için çıkış noktası olabilir” diye bir not düştüm. Pir Sultan Abdal Derneği Başkanı Fevzi Gümüş’ün de altını çizdiği gibi Alevilerle AKP arasında iflah olmaz bir kan uyuşmazlığı var: “AKP için Aleviler, yola getirilmesi gereken bir kesim.” Hatırlayın daha geçen hafta Keçiören’de bir Alevi esnaf, tekel ürünleri sattığı için AKP’li belediye zabıtaları tarafından saldırıya maruz kaldı. Esenyurt’ta bir öğrenci Alevi olduğunu söyleyince, öğretmeninden dayak yedi. “AKP’den Alevilere yarar gelmeyeceği gibi, ülkeye de demokrasi gelmeyeceğini gayet iyi
Eylül 2008
Mecburiyetten CHP’ye Kürtlerin aksine Alevilerde çözülme olmamasını Gümüş, “Aleviler için 2 kırmızı çizgi var: Cumhuriyet ve laiklik. Aleviler, bunlar olmazsa bu topraklarda yaşayamayacaklarını düşünüyorlar. CHP’nin içine kapanması ayrı bir tartışma; ama AKP eliyle yürütülen bir gericileşme, hayatın dinselleştirilmesi var ki bundan en fazla mağdur olan kesim bizleriz,” diye açıklıyor. Sol kesimlerin maalesef artık CHP’den tümüyle umudu kestiklerine göre yeni bir çıkış noktası için Aleviler elde var biiir. Bana göre AKP ile arasında Aleviler kadar kan uyuşmazlığı bulunan bir diğer kesim de bugüne kadarki yaşam tarzlarına müdahale edilmesini kesinlikle istemeyen kadınlar. Gümüş, “Aleviler CHP’ye memnuniyetten değil, mecburiyetten oy veriyor” diyor. Gözle görülür biçimde muhafazakârlaştırılan toplumumuzda, başı açık kadınların önemli bir bölümü için de aynı argümanlar geçerli. Demek ki AKP’nin bir diğer yumuşak karnı, 8–10 yıl sonrasının Türkiyesi’nde başı açık dolaşamayacağı endişesi içinde yaşayan kadınlar. (Bu endişeyi hiç de mesnetsiz bulmuyorum.)
12 Eylül’le Hesaplaşmak Doğan Bermek, AVF Genel Başkanı
T
OPLUMLARI dilediği gibi yönetmek isteyenlerin en çok başvurduğu yöntemlerden birisi de, geçmişi unutturmak, ya da yeniden inşa etmektir. Kendi özel tarihimizde de bunu iyi biliriz, Türkçe konuşan bir Türkmen devleti olan Safevileri uzun süre bize İran devleti diye yutturdular. Şimdi de 12 Eylül sanki durup dururken bu ülkeye düşmüş bir göktaşı imiş gibi davrananlar var. Şaşırıyorum. 12 Eylül’den önce her şey yolunda değildi bu ülkede. Sorunlar Cumhuriyet denen travma ile başladı, hala sürüyor. Yarın, 12 Eylül’ün 28. yılı. Yine ortalık toz duman, 12 Eylül ile hesaplaşma çağrılarından falan geçilmiyor. Ama nedense 12 Eylül ile büyük hesaplaşmayı isteyenlerin birçoğu 12 Eylül’ü yaratan koşulları tartışmaktan sanki kaçınıyor. Diyeceğim şu. 12 Eylül ile hesaplaşmak 12 Mart ile hesaplaşmaktan geçer. İki olay birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. 1 Mayıs 1977’de Taksim’de halka ateş açanların, Malatya, Çorum, Maraş vahşetlerinin hesapları sorulmadıkça 12 Eylül ile hesaplaşılamaz. Madımak müze de olsa, anıt da olsa bu saydığım dosyalar açılmadıkça ve çözülmedikçe hiç bir yere gidilmiş olmaz. Şu büyük iddialarla ortaya çıkan Ergenekon, 12 Eylül’e kadar bile gidemedi. Son on, on beş yılın arasında gezinmekte. Üstelik de iddianamede araya sıkışmış öyle gayri ciddi konular ve olaylar var ki, sorunları mahkeme sürecinde sulandırmak için kullanılabilecek çok kapı açacak gibi görünüyor. Bu ülkede Sivas gibi, Susurluk gibi, Ergenekon gibi tamamlanmamış dosyalar havada uçuştukça, bizler önce 12 Eylül ile daha sonra da daha güncel konularla mesela ATV ile Deniz Feneri ile hesaplaşarak sorunlarımızı aşabileceğimiz sanrılarına kapılmaya devam ederiz. 12 Eylül, uzun bir sürecin önemli bir dönüm noktasıdır. Bizlerin o süreci doğru anlayıp, süreç ile hesaplaşma zorunluluğumuz vardır. Dönüm noktaları önemlidir ama asıl olan süreci doğru anlamaktır. Bu ülkeyi 12 Eylül’e taşıyan süreç, şu anda da Ilımlı İslam görüntüsü altında devam etmektedir, Süreç değişmemiştir, kullanılan araçlar değişmiştir ama hedef aynıdır. 12 Mart, 12 Eylül ve bugünkü hükümetin ortak hedefleri suskun, sessiz, kadınları türbanlı, erkekleri şalvarlı bir ümmet toplum yaratmaktır. Mustafa Kemal, Anadolu’da köktendinci İslamın ne yapmak istediğini doğru anlayıp, simgeler veya dosyalar ile uğraşmadan, doğrudan sürece karşı tavır alma cesaretini ve kahramanlığını gösterebildiği için çağdaş bir Cumhuriyet modeli oluşturmayı başardı. Bu nedenle de Mustafa Kemal’den böylesine nefret ediyorlar. Adını duymaya dahi tahammül edemiyorlar. Cumhuriyet travması bir an önce aşılsın diye seksen yıldır uğraşıyorlar. 12 Eylül de o uğraşıda bir köşe taşıdır. Uğraşın kendisini göz ardı edip, köşe taşları ile kavga etmek sadece boşa kürek sallamaktır. DİSK, TÜRK İŞ, KESK ve TMMOB’nin yani 12 Mart ve 12 Eylül fırtınalarından geriye kalmış emek örgütlerinin 13 Eylül’de İzmir’de yapacağı “Emek ve Demokrasi” mitingini yukarıda saydığım nedenlerle çok, ama çok önemsiyorum. www.habercem.com
25
SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF
Tasavvuf Edebiyatında İfade Türleri Bölüm: II İsmail Özmen, Yargıtay Onursal Üyesi NLÜ İslâm mutasavvıfı İbn Arabî (ö. 1240) ise, bütün varlıkları Hakk’ın tecellisi olarak gördüğü için, dinsel ritüellerde kullanılan araçların içkin simge olma gücünü, içerik ve niteliğini bütün varlıklara yayarak onları tümden kapsadığını söyleyip vurgular.1 Hatta o bu görüşünü şöyle dile getirir:
Ü
“Bütün âlem, bir anlam için varlığa gelen sözcüklerdir ve bu sözcüklerin anlamı Allah’tır. O, emir ve hükümlerini o sözcükte (âlemde) açığa çıkarır. Çünkü O’nun zâtı, emir ve hükümlerinin açığa çıkması için bir yer değildir. Anlam nasıl ki hep harfe bitişik ise, Allah da âleme öyle bitişiktir.”2 Titus Burckhardt (ö. 1984), sembol kavramını açıklamak için bir başka sembolü, yani ayna sembolünü kullanır. Zira ona göre semboller, kavramsal terimlerle tam olarak ifade edilemeyen düşüncelerin ya da metafizik prototiplerin görünen yansımalarıdır. (Aklın Aynası, s. 88–9). İbn Arabî de varlık felsefesini açıklamada ayna sembolüne özel bir önem verir. Bu sembolde, aynadaki görüntü Hakk’ın tecellî ettiği ve Hakk’ın isim ve sıfatlarının emir ve hükümlerini yerine getirdiği evreni (kevn), aynadaki görüntünün sahibi ise vücûdun gerçek sahibi olan Hakk’ı temsil eder. Aynadaki görüntü Hakk’la özdeş olmamakla beraber, bütünüyle Hakk’tan başkası da değildir. İbn Arabî bu paradoksal durumu, ‘O/O değil’ formülasyonu ile anlatmaya çalışır. 3 Semboller, farklı bakış açılarına göre değişik kategorilere ayrılabilirler. Bunlardan biri, arkasındaki gerçekleri görüp göremediğimizden hareketle yapılan bir gruplandırmadır. Bu ayrıma göre, kimi simgeler vardır ki, biz onların gerisindeki gerçeği görebiliriz. Hatta o gerçeği, sembolün bize anlattığından daha doğru ve başarılı şekilde anlatabiliriz. Kimi simgelerin ise arkasını göremeyiz. Bu tür simgeler, insan bilincine başka türlü açık olmayan ve yine başka türlü ifade edilemeyecek gerçekleri temsil ederler. “Sembol” adını almayı gerçek anlamda hak eden semboller bunlardır. Bu durumda gerçeğe ilişkin sembolik bir düşünceden daha iyi ve doğru bir anlayışa kavuşulması olanaksızdır diyebiliriz. Sembolle bu sembolün sembolize ettiği düşünce, duygu ve en geniş anlamıyla gerçek arasında bir ayrım yaparak salt düşünceye ulaşamayız.4 Bazı düşünürler bu tür sembol ayırımını kabul etmez ve onların mutlak biçimde ‘açıklanabileceğini’ öne sürerek onların tüketileceğini, işlevlerinin sona ereceğini savunurlar.5 Onlara göre bir sembol, kavramsal terimlerle açıklanır açıklanmaz gerçek bir simge olmaktan çıkar; o artık sadece bir işarettir, yapaydır, cansızdır; hakikat ile değinme noktasında, artık sembolün kendisi değil, itibarî açıklaması gündeme gelip öne geçer. Oysa hiçbir açıklama, gerçek bir sembolü gereksiz kılmaz ve sembolün yerine geçmez.6 Sembollerin taşıdığı anlamın kavramsal bir dille ifade edilip edilemeyeceğine ilişkin iki görüş vardır: İlkine göre, anlamlı bir simgenin
26
taşıdığı manâ kavramsal dille ifade edilebilir. Ancak bu durum; “bir araçla yolculuk yapan bir kimsenin araçtan inerek yoluna yaya devam etmeyi tercih etmesine benzer. Yine bu ekole göre, eğer bir sembolün taşıdığı anlam kavramsal dile çevrilemiyorsa, o her hangi bir anlam taşımıyor demektir. Sembollerin kavramsal dile aktarılabileceğine ilişkin ikinci yaklaşıma göre, anlamlı bir sembol her zaman kavramsal olarak ifade edilmeyebilir.”7 Sonuç olarak; gerek toplumda, gerek düşünce ve gökçeyazın alanlarında sembolizm, asılsız bir düş ya da yozlaşma değil, doğrudan doğruya insan yaşamının dokusuna içkin bir olaydır; bir anlamda insanın diğer insanlarla anlaşma aracı olan dilin kendisi bile bir sembolizm sistemi sayılır.8 Tasavvuf edebiyatında belli başlı anlatım türlerinden biri olan sembollerin anlatıma soluk olan, değişik renkler ve anlamlan katan ve bilinen belli başlı özellikleri şunlardır: a) Sembolün ilk ve temel özelliği; kendi dışında ve kendisini aşan bir gerçeği temsil etme, daha da önemlisi onun yerini alma, onun yerine geçme yeteneğidir. Sembolize edilen şey, daha yüksek mertebeli bir başka şeyin sembolü olabilir.9 b) Sembolün bir diğer özelliği algılanabilir olmasıdır. Bu, doğası gereği görünmez, ideal ya da aşkın bir şeyin sembolde somutlaşması ve nesnellik kazanması anlamına gelir. Sembol, şiirsel temsillerde olduğu gibi, hayâlî olarak algılanan bir şey olabileceği gibi, soyut kavramlar bile, algılanabilir bir öğe içerdiği takdirde simge olabilirler.10 c) Sembollerin içkin güçleri vardır. Onlar, bu güçleri sayesinde, gösterdikleri şeyden soyutlandıkları durumda adeta cansız bir cesede dönüşen işaretlerden ayrılırlar. İşaretler, istendiği takdirde birbirlerinin yerlerine konabilirler. Çünkü onların içsel güçleri yoktur. Oysa sembol kendisiyle özdeş bir anlam taşır. Bu yüzden sembolün taşıdığı anlam ondan çekip koparılamaz ve bir sembol diğerinin yerine geçirilemez.11 d) Semboller yapay değildir. Bir sembol, herhangi bir nedenden dolayı çözülüp yitebilir. Ama onlar insanlar tarafından basitçe inşa edilemez; ancak yaratılabilirler. Sözcükler ve işaretler de asılları itibarıyla sembolik bir karakter ve yapıya sahiptirler; kendilerine özgü içkin bir güçle anlamı içlerinde taşırlar. Ama onlar, mistik dünya görüşünden teknik dünya görüşüne geçiş sonucunda, tamamen olmasa da, sembolik karakterlerini önemli ölçüde yitirmişlerdir.12 e) Semboller, sembolize ettikleri şeyden farklı ve aşağıdadırlar. Sembollerin içkin güçleri kabul edilmekle birlikte, onların yerine geçtikleri şeyle özdeş olmadıkları söylenebilir. f) Sembollerin bir başka özelliği kabul edilebilir olmalarıdır. Bu sembolün toplumda kökleşmesi ve destek kazanması anlamına gelir.13 g) Semboller özlerinde birden fazla anlamı barındırırlar. Belli bir açıklama ile anlam derin-
liği tümüyle ortaya çıkarılamayacağı anlamın gelir. Bu özellik, sembolleri rasyonel tanımlamalardan üstün kılar.14
4.Simge-İşaret İlişkisi: Günlük dilde sembol, işaret, alegori ve metafor arasındaki sınır çizgileri çoğu kez birbirine girip kaybolmuş durumdadır. Özellikle sembol ile işaret benzer işlevlere sahip oldukları için, bu iki kavram arasında karışıklıklar görülür, biri diğerinin yerine kullanılır. Bir açıdan simge, herkes tarafından kabul edilmiş var kabul edilen bir anlamın maddede sabitleşmiş, yer edinmiş şeklidir. Bu, sembollerin kendileri dışında bir şeye işaret ettiklerini gösterir. İşaretlerde semboller gibi, kendileri dışındaki bir şeyi işaret ederler. “Yalnız semboller, başka türlü kapalı kalan bir anlam, bir gerçek ve varoluş katmanına kapı açarlar ve sembolize ettikleri şeyin gücüne katılırlar. Onlar, bir gerçek katmanı açmakla kalmaz, o gerçeğin zihindeki karşılığı olan katmanını da açarlar.” İşaretle, işaret edilen arasında varoluşsal bir ilişki bulunmamasına karşın, sembolle sembolize edilen gerçek arasında böyle bir ilişkinin varlığı, işaretle sembol arasındaki en önemli bir farklılığı oluşturur. Bu simge ile işaret ayrımı, sembolün insanlar tarafından yaratılmadığı, türetilmediği özelliği üzerine kurulmuş bir söylemdir. Bu doğal ayırım, simgelerin kökenini insanî düzleme indirgeyen her türlü yaklaşımı reddeder. Titus Burckhardt, simgelerin kökenini C. G. Jung (ö. 1961)’un ‘kolektif bilinç’ olarak adlandırdığı şeyde, insan ruhunun kaotik alt tabakasında bulunduğu görüşüne itiraz edip, kabul etmez. Ama sembollerin akıl dışı olduğunu da söylemez; ona göre sembol akıl dışı değil akıl ötesidir. Semboller bu özelliklerini, gerçek ile olan yaratıcı karşılaşma sırasında kazanırlar. Çünkü onlar bu karşılaşmada doğarlar, yine bu karşılaşmada ortadan kalkıp yok olurlar. Yani gerçek yönüne açılan kapı kapandığında, o kapının zihindeki yüzü olan simgelerde anlamlarını yitirirler.15 Sembollerle işaret arasındaki ana belirgin farkı E. Cassier (ö. 1945), açık ve özlü bir biçimde şu ifadelerle ortaya çıkarıp sergiler: “Bir işaret (signal), oluşun fizik âleminin bir parçasıdır; bir simge ise mânânın beşerî anlamının bir parçasıdır.”16 Bu anlatımın ilk bölümünde, işaretin ait olduğu varlık boyutu vurgulanır; işaret ile işaretin gösterdiği şeyin her ikisi de fiziksel varlık alanı içinde kalır, onunla sınırlıdır; her ikisi de fiziksel alan içinde başlayıp biten öğelerdir, der. Anlatımın ikinci kısmında ise, simgenin bir ucunun fiziksel âlemin ötesinde, öteki ucunun ise fiziksel âlemin sınırları içinde olduğuna, böylece duygu organları ile algılanabilir ya da en azından hayale açık bir ‘obje’ olduğuna işaret eder. Bu bağlamda, Kâbe bu iki ucu birleştiren bir sembol olarak anılabilir.17
Sayı 45
SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF Demek ki, işaretler sadece zihinsel işlemleri kolaylaştırmaya yarayan araçlardır. Hiçbir şey bunların en azından kuramsal olarak keyfi olmasına engel değildir. Ancak bazı durumlarda nesnelerin adlandırılmasında ya da onlara işaret etmede, düşünce kendisini keyfiliğe teslim edemez. Nesnel algılar üzerine oluşturulan kavramlar kadar açık olmayan bir yapıya sahip olabilirler; böyle hallerde zorunlu olarak karmaşık işaret yoluna başvurmak gerekir. Simge ile işaret ayrımı, insana ilişkin bilinçli yanıtlarla, hayvanlara özgü tepkiler arasındaki fark temelinde de görülür. Hatta Cassier, bu ayrımdan hareketle, bir hayvan işaretlere tepki verip, onlar doğrultusunda pratik etkinliklerini yönetip yerine getirirken, insanın bir simgeler evreni içinde yaşama ve hareket etme gibi tamamıyla farklı bir yeteneğe sahip olduğunu söyler; devamla: “Sembolizm ilkesi; evrenselliği, uygulanabilirliği ve geçerliliği ile büyülü bir sözcüktür. ‘Açıl susam açıl’dır. İnsana, özel dünyaya, insanî kültür dünyasına giriş olanağı sağlar. Sembolizm olmasaydı, insan yaşamı Platon’un ünlü mağara metaforundaki tutsakların yaşamı gibi olurdu. İnsan yaşamı, biyolojik gereksinimleri ve pratik kârı ile sınırlı olurdu; insan yaşamı, insana din, sanat, felsefe ve bilim tarafından farklı boyutlarda açılan ‘ideal dünya’ya geçit bulmazdı.” (s. 4) Bu bağlamda simge ile işaret arasındaki fark, her ikisinin işaret ettiği alanlar ve boyutlar arasındaki farka indirgenebilir. Kısaca, sembol ve işareti, “kendinden başka bir şeyi gösteren her şey” olarak mutlak biçimde tanımlarsak; kendisinden başkasını fiziksel dünya içinde kalarak gösteren şey işaret; fiziksel dünyadan yola çıkarak metafizik âleme varan şey simge olmaktadır. Sembol, gösterdiği şeyin bir parçasıdır. Sembollere bilinç ile bilinçsizlik hali arasında bir köprü oluşturma yeteneğini kazandıran da bu niteliktir. Çünkü bir simge, bilinç dışı itkileri açığa vurur ve onların doğasına katılır. Bu özellik, simgeye bilinçlilik ile bilinç dışılık arasında aracılık yapma yeteneğini kazandırır. İşaretlere gelince, onlar gösterdikleri şeyden ayrı dururlar; işaret, işaret ettiği şeyden bütünüyle ayrıdır. Bu iki kavram arasındaki farkları özetlersek, sembolle sembolize edilen arasında içkin ve ayrılmaz bir ilişki varken, işaretle işaret edilen arasında böyle bir ilişki yoktur. Simgeler insanlar tarafından icat edilemez ve birbirlerinin yerine kullanılamazlar. Oysa işaretler insanlar tarafından icat edilmiş olup, kuramsal düzlemde de olsa birbirlerinin yerine geçebilir ler. Sembollerin bir ucu fizik dünyada, öteki ucu metafizik âlemdedir; işaretlerin ise her iki ucu da fizik dünya ile sınırlıdır.18
5. Simge-Alegori İlişkisi: Alegori terimi eski Yunanca ‘allegoria’ sözcüğünün dilimize geçmiş şekli olup, terim olarak, soyut ve kuramsal düşünceler ile etik değerlerin örneklerle ve mesel biçiminde anlatımlarına verilen söylemdir. Alegoriyi diğer anlatım tarzlarından ayıran belirgin ana özellik, soyut bir idea’yı somut bir şeyle açıklama yöntemine dayanmasıdır. Alegori ile mecâz arasında yakın bir benzerlik vardır. Mecâz, bir sözcüğün asıl anlamından başka bir anlamda
Eylül 2008
kullanılmasıdır. Mecâzî kullanım, benzetme aracılığıyla kullanıldığında “istiâre”; benzetme dışında bir amaçla kullanıldığında “mecâzî Mürsel” adını alır. Bir anlatımda birden fazla istiâre kullanıldığında, “temsilî istiâre” oluşur. Felsefede karmaşık ve soyut düşüncelerin açıklanmasında kullanılan ve alegorik anlatımın temelini oluşturan böylesi istiârelerdir.19 Soyut düşünceleri yine soyut kavramlarla anlatmaya çalışan bazı filozoflar ‘karanlık’ olmakla suçlanıp nitelendirilmişlerdir.20 Dinsel metinlerin alegorik yorumlarına örnek olarak Philon’un alegorik Tevrat yorumunu gösterebiliriz. O, Platon’un felsefesi ile Tevrat’ın getirdiği hakikatler arasında tam bir uyum olduğunu göstermek amacıyla Tevrat’ı alegorik biçimde yorumlamıştır.21
6. Simge-Metafor İlişkisi: Metafor, Grekçe ‘metaphord’ sözcüğünden türetilmiş bir terim olup ‘nakletmek/aktarmak’ anlamına gelir. Metafor soyut bir düşünceyi, somut örneklerle anlatıp açıklamaktır. Ancak bu alegorideki gibi kişileştirici bir somutlaştırma ile değil, benzetme ve karşılaştırma yoluyla yapılır. Metafor, temelde bir benzetme olmakla birlikte, bu tür benzetmelerde ‘gibi’ ve ‘olarak’ şeklindeki benzetme edatları düşmüştür, metafor olarak bilinen ifade türünde kullanılmazlar. Metafor ve istiâre teşbih (benzetme, kıyaslama) temeline dayanır. Klasik Türk gökçeyazını terminolojisinde mecâzın bir alt başlığı olarak kabul edilen istiâre, bir sözcüğün anlamının geçici olarak bir başka sözcük hakkında kullanılmasıdır.22 İstiârenin bir başka tanımında, benzerlik ilişkisi ve sözün gerçek anlamda anlaşılmasına engel karine ön plana çıkarılmaktadır.23 Gerçekte istiâre, normal ifadeden daha çok etkileme gücüne sahiptir. Anlatmaya çalıştığımız bütün bu edebî terimlerin hepsi de birer söz sanatıdır; yeri geldiğinde hem şiirde hem de düz yazıda kullanılırlar. Bunları yazıda kullanmada ki amaç, okuyucunun ya da dinleyicinin tasarım ve imgeleme olanaklarını artırıp daha zenginleştirmektir. Böylece, konusal anlamı dile getirmeye ilişkin bazı beyinsel çalımlar atarak, hedefe şaşırtıcı yollardan varmak suretiyle okuyucuyu derinden etkilemektir. Burada güdülen amaç, okuru bu tür güzel sanatlarla etkiyerek konunun daha kolayca anlaşılmasını, tüm inceliklerine varıncaya değin kavranmasını sağlamak, anlatım biçimini ona sevdirmektir. Dahası okur ile içten ilişkiler kurmaya çalışmaktır. Platon’un Devlet adlı yapıtında insanların idea’lar âlemini niçin algılayamadıklarını anlatmak için baş vurup kullandığı bir metafor olan ‘mağara metaforu’ bu tür anlatımın ilk akla gelen klasik örneklerinden biridir.24 Metafor ile allegori arasında parça-bütün ilişkisi vardır. Bu ilişki nedeniyle allegori, metaforlar zincirlemesi olarak tanımlanmıştır. Ama metaforda dile getirilmek istenen düşünce ya da verilmeye çalışılan anlam açıkça dile getirilirken, alegoride bu açıklanmamış, tamamen okuyucuya bırakılmıştır. Konunun canlı tutularak daha iyi ve derinlemesine algılanıp anlaşılabilmesi için bu söz sanatı kural ve inceliklerine çok dikkat etmek gerekir. Simge ile alegori arasındaki ayırtım sınır çizgileri kolayca seçilir cinsten değildir. Bu yüzden ikisi arasındaki fark sıkça kaybolur.
Bunun nedeni, metafor ve sembolün birbirlerinin aksi yönler izlemeleridir diyebiliriz. Simgede, somut bir şeyden hareket edilerek soyut bir anlama ulaşılır. Alegoride ise, simgenin izlediğinin tersi bir süreç izlenip, yaşanır. Alegori, genel ve soyut olandan başlayarak somut ve özel olana gelir ve orada son bulur. Simgelerin doğallığı ve alegorinin yapaylığı, ikisi arasında yapılan ayrımda bir diğer hareket noktası kabul edilmiştir. Buna göre alegori, genel düşüncelerin üzerini örten ve zihin tarafından üretilmiş yapay bir örtü iken, sembolizm şeylerin özünde yatar.25 Alegoride sınırlı bir gösterenle sınırlı bir gösterilen söz konusudur. Oysa simgenin her iki ucu da sınırsızdır, açıktır. Somut bir simge, genişleyerek betimlenemez niteliklere götürür. Öyle ki, bu genişleme sonucu simgenin doğasında barındırdığı sınırsız sayıdaki anlam ya da yorum arasında bir çatışma ortaya çıkabilmektedir. Örneğin ateş sembolünün gerçek ve en birinci özelliği yakıcılık iken, o bazen arındırıcı bir ateş olmakta, bazen cinsel ve şehevî ateş kisvesine bürünmekte, bazen de cehennem azabını canlandırmaktadır.26 Alegori ve metafor, soyut düşüncelerin görsel imgelere çevirisi durumundadır. Bu işlemde amaç bu tür düşüncelerin daha geniş topluluklarca anlaşılmasını sağlamaktır. Demek ki alegori ve metafor olmadan da söz konusu düşünce –daha az sayıda da olsa– bazı kimseler için ulaşılır sayılır. Hâlbuki simge, hiçbir şekilde algılanamayan ve mevcut olmayan bir şeyin yerine geçmektedir. Bu ise simge olmadığı takdirde, sembolize edilen gerçeğin hep kapalı kalacağı anlamına gelir. Yukarı ki bölümlerde imgeyi, “duyularla algılanamayan yüce gerçekliklerin yerine geçen somut bir şey” olarak tanımlamıştık. Böylesi gerçekliklere sık rastlanılan alanlardan birisi de dindir. Öyleyse din, simgelerin en verimli çalışma alanlarıdır. Bu nedenle simgelerin dinsel alanlardaki görünümlerine en çok değinilen bilimsel gerçeklerden biri olduğu saklanamaz değin doğrudur.
NOTLAR: 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26
Fütûhât III, s. 441. Age, s. 146. Age, s. 146. Mircea Eliade, Dinlerdeki Semboller, s. 117. Edwyn Bevan, s. 257. Eliade, s. 117. Owen Barfield, Metaphor and Symbol, s. 49. Whitehead, Symbolism, s. 232-3. Tillich, İmanın Dinamikleri, s. 15. Tillich, Age, s. 15. Turan Koç, Din Dili, s. 100. Tillich, İmanın Dinamikleri, s. 116. Tillich, Age, s. 16. Tahir Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm, s. 49. Burckhardt, Aklın Aynası, s. 128. Akt.: Gilbert Durand, Sembolik İmgelem, s. 7. İsmail Yakıt, Yunus Emre’de Sembolizm, Çıktım Erik Dalına, s. 7. Tahir Uluç, Age, s. 53. Mehmet Önal, Alegori, s. 225. Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, s. 23-4. Alfred Weber, Felsefe Tarihi, s. 107. Tâhir-ül Mevlevî, Edebiyat Lûgatı, s. 71. Mehmet Rif’at, Mecâmin’l-Edeb (Usûl-ı Fesâhat) s. 284, Akt. Tahir Uluç, s. 55. Nihat Keklik, Felsefede Metafor, s. 19–20. Burckhardt, Aklın Aynası, s. 102. Durand, Sembolik İmgelem, s. 11.
27
SERÇEÞME
SAKALLARI GÖĞSÜNDE, SAÇLARI UZUN NUR YÜZLÜ BİR DEDE
Umman-ı Derya: Baba Woreway İbrahim Ağacık-Bülent Yurtseven
Sultan Düzgün’den mi aldın sen bu demi Mürşid kelamına uydun yıllar yılı Değil on sene kırk yıl yalın ayak gezsem Bulamam senin gibi bir ulu piri
S
OĞUK bir Hızır ayında misafir olduğumuz ufak ancak içerisinde epeyce kalabalığın olduğu bir evdi. Karşımızda sakalları göğsünde, saçları uzun nur yüzlü bir dede. Yakinen tanımak istediğimiz aradığımız Baba Woreway’dı O. Woreway dedeyle biraz sohbete daldık. Cemalinde bir keder var sanki. Başı dik, heybetli duruşunun altında başka bir şeyler vardı. Evet, daha ilk kelamında Munzur Suyu gibi kutsal gözyaşını dökmeye başladı bile; “Yas çekelim, On iki İmamlara yas çekelim de nasıl yas çekilir?” diye bir soruyla karşıladı bizi ve akabinde kendisi şu sözlerle, gözlerinden yaş akıtarak anlattı.
Tanışma Benim dedem siyah çul üzerinde yatardı. Bir ay boyunca yıkanmazdı. Bir bardak süt, bir tas yoğurtla yasını çekerdi adam. Şimdilerde ise mütevazi davranıp kendini de katarak “Bizler bu dağı aşamayız” diyor. Kola içmekle, yıkanmakla, takım elbise giymekle yas çekilmez diyor, baba Woreway. Haklı da. O, bu yolu atasından aldığı nasihatlerle, bilgilerle sürdü ve sürmeye de devam etmekte. Ancak metropollerde yaşamanın bizlere dayattığı zorunluluklar içerisinde ne yazık ki bizler baba Woreway’ın da dediği gibi bu zor karlı dağı aşamamaktayız! Artık köylerinden gelip büyük şehirlere yerleşen Aleviler her şeyin en iyisini ister oldu. Giydiği elbisenin markasından, bindiği arabaya kadar hep daha fazlasını ve daha iyisini ister oldu Aleviler. Belki de kapitalist düzen en çok Alevileri etkisi al-
28
tında bırakmıştı. “Bir lokma bir hırka” diyen Aleviler gitmiş, bin lokma bin hırka kavramını hayatında yaşayan Aleviler çıkmıştı artık. Buna değil midir Woreway dedenin de sitemi? “Kimin için on üç yıl yalın ayak gezdim?” diye sormaktan kendini alıkoyuyor. Tabii ki sadece, “Ben yaptım, kendime yaptım” diyor. “Ben Hak aşkıyla karlı dağlarda yalın ayak terledim, pirlerimden aldığım müşkülü, Hak kelamını dillerden dillere yayılması için çabaladım. Durmadım gezdim anlattım ve bizzat kendi üzerimde yolun ululuğunu deneyerek ispatladım insanlara. Ancak geldiğimiz nokta maalesef sitemkâr etmiştir bizi insanlarımıza.” Dede tasavvufu doğru yorumlayanlardandı. Bektaşi inancındaki batini yorumları ve saptamaları çok doğruydu dedenin. Günümüz dünyasında gruplara ayrılmış Aleviler, geleneklerimizin bekçisi olan Woreway Dede gibi, Firik Dede gibi ulularla tanıştığımızda, maalesef halkımıza sitemde ve kendimize özeleştiride bulunmak zorunda kalıyoruz. Yol için can feda edenlere ne demeli? Otuz beş kişi Sivas’ta Yol için yakılmadı mı? Maraş, Çorum, Malatya, Erzincan, Gazi olayları ve de bize göre en büyüğü Dersim Katliamları! Buradaki insanlar neden katledildi? Ey Alevi iş adamları, Alevi kurum yöneticileri, Aleviyim ve aydınım diyen siyasetçiler, neydi bu insanların suçu? Azerbaycanlı tarihçi dostumuz Dimes Cavidan’ın dediği gibi Aleviliğin ifadesi tek kelimeyle “aşk”tır. Bu insanlarda Hak âşıklarıydı.
Umman-ı Derya Soğuk bir Hızır gününde bütün dünyasını sığdırdığı evinin bir odasında misafir olmuştuk Baba Woreway’a. Talipleri ondan “Umman-ı Derya” diye söz ediyorlardı. Dinledikçe bizleri alıp götürdü uçsuz bucaksız deryalara. “Woreway dediler sana, neden dedem?” diye sorduk
Gençlik yıllarımda Eskişehir’de madende çalışıyordum. Rüyamda Düzgün Babayı gördüm. Beni yanına çağırıyordu. Madeni terk edip Erzincan, Çayırlıdaki köyüme baba evine döndüm. Yokluğun, kıtlığın baş gösterdiği o dönemlerde yaşlı babam sordu, “Hayırdır oğul, neden döndün, madeni neden bıraktın?” diye. Ben, “Batın gördüm baba” dedim. Rüyamda Sultan Düzgün’ü gördüğümü ve beni yanına çağırdığını anlattım babama. Aradan günler geçti, nur yüzlü, aksakallı babamın yarım bıraktığı işlere gençliğimin verdiği güçle devam ettim. Kısa bir zaman sonra lokmalar pişirtmiş babam ve “Hüseyin’e haber edin, gelsin, Sultan Düzgün’e gideceğiz” demiş. Haberi alır almaz hazırlandım. Babamlar kurbanı, lokmaları hazırlamışlardı, Düzgün Babaya gitmek üzere yola koyulduk. Tunceli’de bulunan Düzgün Babaya geldik. Kurbanlarımızı kestik, lokmalarımızı dağıttık. Üç gün üç gece türbesinde kaldım ve keramet babından hak ehlinden bana bir nokta kadar bile bir ışık gelmedi. Toparlandık tekrar Erzincan’a köyümüze geri döndük. Aradan biraz zaman geçtikten sonra babam rüya görür. Rüyasında bana Hak badesinden verileceğini gördüğünü, ancak “Bunu nasıl, ne şekilde vereceklerini bilmediğini” söyledi. “Şayet hakkından gelirsen.” dedi. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra Hızır ayında rüya gördüm. Rüyamda Sultan Düzgün yine beni çağırıyordu. O dönemlerde kar çok yağardı, boy hizasında kar olurdu. Yürüyerek Erzincan’dan çıkıp, karı yara yara üç, dört günde Sultan Düzgün’e ulaştım. Üç gece kaldım gene bir ışık göremedim. Herhangi bir şey olmadı, rüya göremedim, kandırıldığımı zannettim. Biraz daha kaldım, ancak bu kez ısrar ettim. Dedim, “Ben buradan gitmiyorum, senden bir seda istiyorum, Sultan Düzgün” diye yalvardım. Gidecek yer yoktu. Kar tipi, iki gün aç kaldım. Üçüncü gün bir seda geldi: “Sana bir hizmet veriyoruz, çarıklarını ve çoraplarını çıkaracaksın”. Ben, “Bunu yapamam” dedim. “Yapacaksın”… “Ben kulum, insan sütü emmişim, gider bir dağda bir yana dönersem, nefsime yenik düşersem ne hale gelirim? Orada benim cenazemi getiren bile olmaz.” “Sen korkma, sözüme sahibim ben, sana yardım ederim” dedi Çıkarıp çarıklarımı, çoraplarımı çarığa sarıp alabildiğine uzağa attım. Dedim “Git, senin, sanın şöhretin sana olsun!” Karın içerisine çıplak ayakla bir girdim ki neler var, neler var… Ter akıyor her bir yanımdan, “Böyle giderse işimiz iyi” dedim. Öyle bir terledim ki çok susadım. Kalmen denilen mezrayı geçtim, bir köye ulaştım. Bacılar çeşmede su dolduruyorlardı. Öyle susadım ki su içeyim dedim. Beni karda kışta, yalın ayak gören bacılar bağrışmaya başladılar. “Ula, gelin gelin, biri gelmiş ayağında ne pabuç var, ne çarık” deyip her şeyi birbirine karıştırdılar. Suyu da içmeyip dereye doğru koştum. Biraz daha yürüdükten sonra her tarafı sis kapladı, fırtına çıktı, o halde asfalt kenarına kadar yürüdüm. Havanın soğukluğu, kar fırtına yalın ayak olan ayaklarımı kıpkırmızı hale getirmişti. Bunu gören araçlar yanımda durup beni almadılar. İş başa düşmüştü, yürümeye devam etmek zorundaydım. Uzun Tarla denilen bir yerde bir kahveye misafir oldum. O gün sabahladım. Ancak sabah erke kalkıp gitmeyi planlarken biraz uyuya kaldım. Kalktığımda mırıldandım, kahveci “Ne oldu?” dedi. “Herhalde yolda jandarmalar beni çevirecek” de-
Sayı 45
SERÇEÞME
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR
dim. Kahveci, “Sen rüya mı gördün?” dedi. “Ben çıplağım, ayaklarımı böyle görürler, beni alır götürürler” dedim. Kahveci, “Bugün de kal gitme” dedi. “Yok, gideceğim” dedim. Dere kenarından yürümeye başladım, kar göğüs hizasında. Bir hayli yürüdükten sonra Pülümür’ün altına ulaştım. Jandarmalar beni çevirdi. “Ne oldu yavu, nereye götürüyorsun? Ben bu vatanın evladı değil miyim? Askerlikse ben de yaptım iki sene” dedim. “Yok, seni götüreceğiz!” dediler. Bunun üzerine “Öyleyse sizin hakkınız bir tek benim hüviyetimi almaktır, alın ve bırakın beni” dedim. “Olmaz karakola geleceksin” dediler. Kendi kendime, “Herhalde beni götürüp dövecekler” dedim ya da “Bu delidir, böyle yalın ayak geziyor” derler diye düşündüm. Beni alıp götürdüler. Pülümür Merkeze Karakolu biraz tepedeydi, tepeye doğru çıkarken baktım, Siyah sakallı biri geliyor karakol tarafından onu görünce biraz rahatladım. “Nereye götürüyorsunuz bu adamı? Adam mı öldürmüş, hırsızlık mı yapmış? Ne olmuş yalınayaksa? Kimi ağlar gezer, kimi de güler gezer. Bu adam yalın ayak gezmiş, kime ne?”. Jandarmalar beni bıraktılar. Tekrar aşağıya Pülümür’e yürüdüm. Pülümürlüler “Burada Hasan Efendi var, konağında seni misafir eder, git ona” dediler. Millet toplandı başıma. “Yok, ben eve gideceğim” dedim ve yola devam ettim. Asfaltta kar makineleri önümde yolu açıyorlar, daha arkama dönmeden yol kapanıyor karla. Öyle öyle Sansa Deresi’ne geldim. Benim köyüm Mutu Köprüsü’ne yakın, bir dağı da aşarak bu şekilde yürüyerek eve geldim. Eve geldiğimde ayaklarımı gören çocuklarım korkmaya başladılar. Dedim, “Korkmayın, çoraplarımı çıkarmışım ondan böyle kızarmışlar.” Ondan sonra 1960’dan 1973’lere kadar yalın ayak gezdim. Yazı kış eden kışı da yaz eden vardır derlerdi, inanmazdım! Ben görmedim dedim, ama gördüm. Çalıda çırpıda, sahra yerlerde, dağda taşta yalın ayak gezdim, bir şey hissetmedim. Rençperlik yaptım, tarlada, tumda bir şey hissetmedim. Sultan Düzgün’ün himmetiyle oldu. Kolay değildir. Seyyid Mahmud-i Hayrani’nin oğludur! “Dedem Alevilikte Allah nasıl tanımlanır?” diye sorduk. “Alevilikte Hak insandır, kula kul olabilirsen Hak’sın. Hak âdemdedir” diye kısa ve öz bir yanıt verdi. Tasavvuf dili ağır olan dede Hallacı Mansur gibi “Enel Hak” diyor. Kafamızda koskocaman soru işareti uyandı. Cemevlerimizde dedenin oturduğu yeri kıbleye doğru koyanlar var. İnsana melekler secde etti derler
Eylül 2008
secde ederken Kâbe’ye dönerler. Hani Hak sendeydi? Hani melekler insana secde etmişti? Hani bizim Kâbe’miz insandı? Cemalin görende gökyüzünde çark vurur Dünya döner su ile tufan olur İlahi bir aşktır maddede değil manada durur İnsandır o melekler secdeye varır Bu dizelerle Hakk’ı insanda gördüğünü de destekler dede. Dedeye bu kez “Alevilikte cennet ve cehennem nedir, nasıl yorumlanır?” diye sorduk. Bunu anlatmak zor… Anlatsak, “geri kafalı” diyorlar, “oraya gidip gelmiş mi” diye soruyorlar. İki tane cehennem var. İlkini boylayan kişinin buradan çıkması mümkün değil. İkincisi ise cezasını çeker daha sonra buradan çıkar. İlkine girip de çıkmamanın en büyük nedeni ikrarına sahip çıkmamasıdır, bu ikrar nikâhtır. Hak nizam terazi kurulur. Günahını tartarlar. “Ölmeden önce ölmek” vardır. Cennete gideceğim diye çabalamayın, yaşadığınız dünyada cehennem ve cennetinizi yaşamaktasınız. Sır içerisinde sır olmak gerekiyor. Seksen yıl hizmet eden var, kaynar kazanda yanan var, ama “halen çiğsin” derler. Kendi hesabınızı kendiniz yapacaksınız. Önemli olan ölmeden evvel ölmektir. Neden onca yıl çile çekti, Başköylü Hasan Efendi? O benden üç yıl daha fazla yalın ayak gezdi. Sadece ve sadece kuyruk yağı yerdi. Üstünde kıyafet olmazdı, çoğunlukla koyun derisinden delerek yaptığı çulları giyerdi. Erdi, evliyaydı, âlem içinde insan-ı kâmildi, çünkü o bu dünyanın zevkinden, sefasından vazgeçmişti. Hak yolu için, Ehli Beyt’e yapılan zulümler karşısında çile çekmekteydi. Alevi inancındaki “dört kapı” dediğimiz mertebenin hakikat kapısındaydı. Ben Hasan Efendiye eremedim. Bir bakmışsın yeryüzünde bir bakmışsın gökyüzünde. Pirin Serçeşme’sinde de bu böyle değil miydi? Dervişlerin çile odaları vardır, gidin bakın Hacı Bektaş Dergâhında halen çile odası vardır. Ufak, sadece tepesinde ufacık bir ışık girecek kadar delik vardır Dervişler çileyle nefis köreltmişlerdir. Hak ile hak olmak içindir, şeriat kapısından geçmek içindir. Tarikata nefsi pak olarak girmek içindir. Derviş Baba boşuna dememiş, “Kırk yıl kaynar kazanda piştim, daha çiğsin can dediler!” Pişmek kolay değil. Dört duvar arasında, dağın başında, babasının mezarının ucunda belki bir ışık doğar inancıyla bekleyen Woreway Dede halen çile çekmeye devam ediyordu. O bu yapısıyla dervişlik geleneğinin bize göre son temsilcilerinden.
Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49.174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49.221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49.179.207 20 65 Mönchengladbach Vedat Bican ....... +49.177.426 56 68 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Çorum: Merkez Aşık Cefaî ..........................0536.632 63 28 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50
29
SERÇEÞME
İLHAN BERK
Işık Taifesine Ne Oldu?
Güneşi Yakanların Selâmı Bir zevk duyulmaz oldu, buranın rüzgârlarından Hayat soldu bir günün enginlerinde yine. Selâm! Sonsuzların yorgun gönüllerine Selâm: Güneşi içeren çocukların diyarından!... Bir ateş yakalım ki geçmesin hatta bir an Ve sussun kurtlar, kuşlar bir gök gürültüsüyle; Bir ateş yakalım ki, tutuşsun gökler bile Ve Güneş içilsin o gün, kızıl çanaklardan!... Varsın eskisin sesim kaybetsin ahengini Geceler kıskanmasın aydınlığa süsünü. Donatsın sonsuzluklar gibi gurubun rengini Söylesin ve uzaklar baharın türküsünü... Neler, neler beklenmez nihayetsiz bir yerden Güneşi içelim mor şafaklar gecesinden. Selâm! Sonsuzluklara, hasretli gönüllerden, Selâm, güneşi, göğü yakanlar bahçesinde!... güneşi yakanların selamı
PROF. DR. IRÈNE MELİKOF
Destan’dan Masal’a Turan Alptekin’in çevirisile ISBN 978-9944-387-09-5 13,5 x 19,5 cm boyutunda 288 sayfa Ekim 2008, 14 YTL Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı - 211 Eminönü / İstanbul Tel: 0212.526 60 28 Faks: 0212.526 61 28 yayınları www.demosyayinlari.com.tr
demos 30
Hüseyin Demirtaş Butzbach, Almanya, 5 Ağustos 2008 EN bir Işık insanıyım. Şaka zannetmeyiniz, gerçekten öyleyim. Malum Alevilerin tarihteki önemli adlarından biri de Işıklar, Işık Taifesi ve Işık İnsanı’dır. Işık Taifesini Türkiye’de Alevilerin gündemine Erdoğan Çınar yerleştirdi. Daha önce de bahsediliyordu ama sadece Kalenderiler, Abdallar, Hurufiler anılırken, Işık Taifesi denilip geçiliyordu. Çınar yazdığı 4 kitapla tarihteki Işık Taifesini derinlemesine araştırdı ve ortaya koydu. Kuşkusuz Çınar’ın bu konuda yazdıkları önemliydi ama daha çok teorik kaçıyordu ve Işık Taifesi’nin günümüzde yaşayan ardıllarına ilişkin somut açılımlar getirmiyordu. Diğer bir deyişle Çınar Alevi adının “alev” kökünden geldiğini, yani Işık İnsanı’nı işaret ettiğini ve dolayısıyla Hz. Ali ile hiçbir ilişkisinin bulunmadığına vurgu yaparak, günümüzde Alevi adıyla anılanların tümünün Işık Taifesi mensubu olduğunu öne sürüyordu. Bu iddia nereden bakıldığına bağlı olarak büyük ölçüde doğru sayılabilir. Ancak Işık Taifesi’nin günümüz Türkiye’sinde de yaşayan doğrudan ardılları var. Hem de kendi adlarıyla, Işıklar olarak. Işıklar adına bazılarına tuhaf gelebilir ama Alevi varlığı hiç yok zannedilen Kütahya’nın köylerinde çok rastlanıyor. Işıklar veya ışık adını taşıyan köylerin bazıları da halen Aleviliğini sürdürüyor. Örneğin ben Kütahya’nın Hisarcık ilçesine bağlı Şeyhler Beldesi’ndenim. Şeyhler adı sizi yanıltmasın. Türkiye’de köylerin isimlerini değiştirmekte bir tür asimilasyondur ve değiştirme işlemiyle Alevilerin tarihiyle, kökenleriyle bağlantıları kesilmek istenmiştir. Ortaokuldayken Sosyal Bilgiler öğretmenim köylerinizin adı nereden geliyor diye bir dönem ödevi vermişti. Bende yarıyıl tatilinde köyümdeki yaşlılara sordum. Hiçbiri tatmin edici bir cevap veremedi. Çünkü ben köyün resmi adı Şeyhler üzerinden yola çıkıyordum ve bununla da ne ben ne de yaşlılar bir yere varamıyorduk. Zira isim uydurmaydı, tarihte karşılığı yoktu. O nedenle ödevi, “İşte eskiden köyde çok bilgili bir âlim, şıh yaşarmış, onun adına izafeten Şeyhler denilmiş” gibi hiçbir tarihsel gerçekliği olmayan tezlerle süslemiş ve öğretmenime teslim etmiştim. Sonra sonra anladım ki, bu Şeyhler adı tamamen uydurma. Zaten köyümüz çevrede Işıklar, Merkez Işıklar olarak bilinir ve neredensin diye sorulduğunda da “Işıklarlıyım” denilir. Kaldı ki tamamı hala Alevi olan köyümüzün Işık Taifesi mensubu olmasının tek kanıtı halk arasında Işıklar adıyla tanınması değil. Köyümüzün bağlı olduğu ocağın adı da Işık Çakır. Ancak bu işte de bir hinlik var. Işık Çakır Ocağı Şeyhler’e 15–20 Km uzaklığındaki Şeyhçakır köyünde bulunuyor. Devlet yine burada da yapacağını yapmış, Işık’ı Şeyh ile değiştirmiş. Bu köy önemli ölçüde asimile olsa bile hala hiç kimse “Ben Alevi değilim” demiyor. Dede sülalesi var ve bu ocağın dedeleri bizim köyde ve Gediz’e bağlı Akçaalan’daki taliplerine hizmet vermeyi sürdürüyor. Şeyhçakır adının uydurma olduğu şuradan da belli: Horasan Erenleri arasında sayılan Işık Çakır’ın kardeşi Işık Ali’nin yatırı da bizim köyün 20– 30 Km güney doğusunda bulunan yayladadır. Akçaalan beldesindeki Alevilerin bir bölümü Işık Ali talibidir ve herhalde yatırı yaylada yüksek bir tepede bulunmasından dolayı olsa
B
gerek Işık Ali’nin başına “şeyh” sıfatı getirmek devletin aklına gelmemiş... Kütahya’nın Emet, Gediz, Hisarcık hatta Simav ilçesinin doğusunda bulunan köylerin Işık Taifesi mensubu olduğunu düşündürten birçok kanıt var. Yukarıda adında Işık geçen ve halen Alevi olan köyleri sıraladım. Ancak günümüzde artık Alevi kalmayan ve adı Işık ile başlayan köyler de var çevrede. Örneğin Gediz’e bağlı Aşıkpaşa köyü. Burası da halk arasında Işıkpaşa olarak bilinir ve 1970’li yılların başında bile bu köyde cem yürütüldüğü söyleniyor. Yine Gediz’in Işıklar adında bir köyü var ve eskiden Alevi iken şimdi tamamen Sünnileşmiş durumda. Keza Tavşanlı, Altıntaş ve Simav’a bağlı Işıklar adındaki köyler de öyle. Dikkat edilsin, Işık adını taşıyan köyler istisnasız bir zamanlar Alevi’ymişler. Aynen şimdi bir belde olan Emet’e bağlı Aydın Işıklar’ı olarak bilinen Aydıncık gibi... Öte yandan şu unutulmamalı: Bütün asimilasyon çabalarına rağmen Kütahya’nın tamama yakını Türkmen kökenli ve Işık Taifesi’ne mensup kabul edebileceğimiz 30’un üzerinde köyünde Alevilik hala canlı bir şekilde yaşıyor ve yaşatılıyor. İl merkezindeki cemevinin de inşaatı bitmek üzere. Bu insanlar Işık İnsanı. Dışlanmaları, hakaretleri göze alarak Kütahya gibi aşırı dinciliğiyle tanınan bir ilde çevrelerine ışık saçmaya devam ediyorlar. Evet, ben de bir Işık İnsanıyım. Elimde bir yetki olsa, ilk işim beldemin adını Işıklar olarak değiştirirdim. Çünkü Şeyhler adı beni, tarihimi, kökenlerimi yansıtmıyor, temsil etmiyor hatta inkâr ediyor. Sahte. Diğer adı değiştirilen köylerin de öyle... Ancak sevindirici olan şu ki, Işık Taifesi tarihin içinden süzülüp gelen bir topluluk olarak Kütahya’da yaşıyor. Diğer illerimizde olduğu gibi... Zira Türkiye’nin birçok ilinde Işıklar adıyla veya adı değiştirilmiş birçok yerleşim yerinde Işık Taifesi’nin varlığı inkâr edilemeyecek şekilde etiyle, kanıyla, canıyla ortada duruyor. Ne mutlu bizlere!
İLHAN BERK
Kızılırmak Bir soğuk, bir karanlık, bir ıssız geceydi Otuz kişiydik, ağzımızı bıçak açmıyordu Seni gördük kamyonun penceresinden Keyifli keyifli akıyordun Hepimiz tutup cigaralarımızı yaktık Türkü söyledik. 7 Ekim 1951, Türkiye Şarkısı
Tarih Neler çekmiş halkım Türküler şahit. Türkiye Şarkısı
Sayı 45
SERÇEÞME
SİVAS, HAFİK, GÜLPINAR KÖYÜ
Cem ve Kültür Evi Açılış Töreninin Düşündürdükleri
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Kemâl Kök
K
IZILBAŞ toplumu “cemevlerine minare”, “Alevi köyüne cami”, “Alevi-İslam hizmetleri”, “Diyanet’ten kadrolu dede”, “ılımlı Alevilik” gibi konuları tartışırken bir yandan da Alevi köylerine cemevleri açılmaya devam ediyor. Açılan cemevleri her köye göre farklılıklar taşıyor. Kimisinin tepesine camilerde olduğu hilal takılırken kimisine dev Atatürk posterleri asılıyor. Devlet erkânı bazı cemevlerinin açılış törenlerine tam tekmil katılırken, bazılarının yapımına engel oluyor. Alevi-Kızılbaş toplumu yüzyıllardır süren baskı ve asimilasyon politikalarına karşı her dönem farklı alternatifler geliştirmiştir. Kimi zaman dağlara sığınmış, kimi zaman ayaklanmış, kimi zaman takiyeye bürünmüştür. Ancak takiye davranışlar Alevi-Kızılbaş geleneğini zedelemiştir. Bugün Alevilerin, bazı vakıfların önderliğinde, kendilerini resmi ideoloji içinde tanımlamaya çalışması benzer bir işlev görmektedir. Bunu fark eden egemenler, kendine uygun bir “Alevi açılımı” geliştirmuştir. Aleviliği, Türk milliyetçiliğine ve “asıl İslam” derekesine indirgeyen anlayışlar burdan besleniyor. Resmi devlet törenlerinin aynen alınarak Cemevi açılışlarında ve etkinliklerinde uygulanmasının zararını daha sonra görüleceği açıktır. Ama zararın ne olacağı henüz belirsiz. Sivas, Hafik, Gülpınar köyünde 16 Ağustos 2008 tarihinde cem ve kültür evi açılışına katılırken bunları düşündük. Açılış töreninde, nerede ise inanç önderlerimizin adının hiç anılmaması, ama devlet erkânın törende hazır olması ilginçti. Hafik Kaymakamı, Ziraat Odası Başkanı, Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı Sivas Şube Başkanı, “Mer-Der” Başka-
nı, “Mer-Der” yöresi ilçe belediye başkanları ve il genel meclis üyeleri ile karakol komutanı da protokolde yer aldı. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlayan törende konuşan Gülpınar Köyü Dernek Başkanı ve Muhtarı cemevinin yapımında emeği geçenlere teşekkür etti. Hacı Bektaşi Veli Anadolu Kültür Vakfı Sivas Şube Başkanı, “Bizler görüyoruz ki can cana, gönül gönüle, yüz yüze, göz göze gelip bugünleri paylaşıyoruz, bu şekilde birlik ve beraberliğimiz artarak devam edecektir” dedi. Konuyla hiç alakası olmadığı halde resmi ideoloji övgüsüyle bezeli Türkçülük edebiyatı ile şehitlerden bahsetti. Kızılbaş geleneğinin tasfiyesinde ve Türkİslam sentezinin etkisine girmesinde sanırım bu tür yaklaşımlar işlev görüyor. “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” ve “72 millete aynı nazarda bakmak gerek” diyen yolumuza vurgu yapılması gerekirken bunlar yapılıyor. Aleviler tarihsel önemde bir yol ayrımında. Yüzyıllardır inançları, gelenekleri yasaklanmış, tahrip edilmiş bir toplum olarak kendi kaynaklarına ve tarihine dönmek ya da takiye olarak geliştirdiği hurafeler içinde boğularak Sünniliğe asimile olmak. Kurban pilavının yenmesinden sonra yerel sanatçılar ile Gülcihan Koç sahne aldı ve açılış böylelikle son buldu. Açılışta Serçeşme Dergisi’nin eski sayı ve takvimleri ilgilenen canlara dağıtıldı. Sivas, Hafik Gülpınar, Köyü Cem ve Kültür Evi’nin Tozanlı deresindeki Alevi-Kızılbaş kültürün tarihsel kaynaklarına, Pir Sultan’a, Hubyar Sultana, Kul Hümmet’e, oradan da Nesimi Çimen’lere, Muhlis Akarsu’lara uzanması dileği ile…
Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın:
Çorum Alevi Kültür Merkezi Açıldı Müslüm Koygun (Ozan Cefai) Çorum Alevi Kültür Merkezi Derneği kurucu yönetimi dernek merkezinde bir basın toplantısı düzenledi ve derneği çalışmalara başladı. Kurucu başkan Nurettin Aksoy Dede planlanan çalışmaları anlattı Eline, beline, diline, özüne, sözüne ve gözüne sadık olan tüm insanlara kapılarının açık olduğunu dile getiren Aksoy, Alevi kültürünü gelecek kuşaklara aktarılması ve bilimsel bir şekilde çağa uygun öğretilmesi için çalışacak-
Eylül 2008
larını vurguladı. Alevilerin gelenek ve göreneklerinin çağa uygun şekilde öğrenilmesi ve yaşatılması inancı ile kurdukları derneklerinin çalışmalarında insan haklarını, din ve inanç özgürlüğünü ve demokrasiyi savunacağını belirtti. Derneğin kuruluşunda emeği geçenlere teşekkür eden Aksoy: “Anlayışımız insana hizmet, halka hizmetin, Hakk’a hizmet olduğudur.” dedi.
+90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303
31
• •
•
DEMOKRASI ISTIYORUZ Ayrımcılığa Karşı, Eşit Haklar İçin Ankara’ya Yürüyoruz 7 ve 8 Kasım’da İstanbul, İzmir, Antalya, Adana, Malatya ve Samsun’dan Ankara’ya Yürüyoruz
9 Kasım’da Ankara’da Miting Yapıyoruz
Alevi Bektaşi Federasyonu ALEVİLER-BEKTAŞİLER AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT HAKLAR İÇİN DEMOKRASİ İSTEMİNİ YÜKSELTİYOR
Aleviler Nasıl Bir Demokrasi İstiyor Esen Uslu
A
levi-Bektaşi toplumunun “demokrasi istiyoruz” diyerek, sokağa çıkması, kendi dertlerinin dar çevreninden çıkması son derece olumlu bir adımdır. Demokrasi isteyen AleviBektaşiler, demokrasi isteyen tüm diğer güçlerin sorunlarını ve çözüm önerilerini düşünmeye ve onlarla birlikte mücadeleye yönelecektir. Alevi-Bektaşi örgütlerinin bugün karşı karşıya olduğu en yıkıcı tehdit, kendi toplumları içine kapanıp kalmaktır. Bu tehdidin kaynağı, devlet destekli Sünni çoğunluk içinde sıkışıp kalmış Alevi-Bektaşilerin azınlık ve kurban psikolojisine hapsolmasıdır. Kendini tecrit ederek korumaya çalışma eğilimidir. Yalnız kendi istemlerimiz için mücadele edelim, diğer toplumsal sorunlara gözlerimizi kapayalım tutumu Alevi-Bektaşi toplumu içinde güçlü bir eğilimdir. Demokratik Alevi örgütleri bu eğilime karşı durmalıdır. Toplumunu kendi içine kapatan, ülkede ve dünyada yürüyen demokratik kavgalardan tecrit eden bir çalışma biçime dalmak, Alevi-Bektaşi örgütlerini “cami yaptırma dernekleri” haline getirmek, gericileşmeye ve gericiliğe terketmeye razı olmak demektir. Alevi solunun görevi, Alevi-Bektaşilerin, demokrasi dışı baskılar karşısında yalnız olmadığını; Sünni toplum içinde Alevi-Bektaşilerin istemlerini destekleyen yandaşlarının bulunduğunu görmek ve göstermektir. Ülkemizdeki ve dünyamızdaki birçok sorunun birbiriyle kopmaz şekilde bağlı olduğunu görmek ve göstermektir. Bu nedenle “demokrasi istiyoruz” istemi Alevi-Bektaşileri desteklemeye hazır diğer kesimlerle düşünce ve eylem birliğini geliştirme açısından önemlidir. Şimdi Alevi-Bektaşilerin “demokrasi istiyoruz” sloganı “Nasıl bir demokrasi istiyoruz?” tartışması ile birleşirse tüm Türkiye’nin ilerici-demokrat güçlerinin ilgi odağı olabilir. Böyle bir tartışma ve eylem birliği, dışımızdaki güçlerin katılımını arzulayan kapsamlı, planlı ve titiz bir çalışma ister. Böyle kapsamlı bir çalışmada zor ve acele işleri bozar. İkircim, bir ileri-bir geri tutarsızlığına burada yer yoktur. Basit bir plan, ama kararlı takiple, özü-sözü bir, Alevi-Bektaşi düşüncesine yakışan bir çalışma üslubu gereklidir. Milletvekili olma sevdalılarının siyasi bezirgânlıklarına burada yer yoktur.
Alevilerin Demokrasi Önerileri Nasıl bir demokrasi istiyoruz sorununu tartışılacağı platforma, AleviBektaşilerin kendi yaşam ve felsefesinden taşıyacakları bazı öneriler tüm ilericiler açısından büyük önem taşır: CEM: Alevi-Bektaşi toplumu kararlarını herkesin katıldığı toplantılarda, cemlerde oluşturur. Cemde herkes eşit haklıdır, “eşikteki de döşekteki de” bir sayılır. Bunun modern toplumda karşılığı, tüm kamu işlerin üzerine halkın karar oluşturma süreci demek olan demokraside, tüm kamu işlerinin kararlaştırılmasında gerçek iktidar organının halkın direkt katılımına, sözüne ve oy hakkına dayalı meclisler olmasıdır. Demokrasi, komu işlerini yerinden yöneten halkın katıldığı meclisler eliyle işler. R IZALIK ALMA: Alevi-Bektaşi toplumunun iç işleyişinin temel direği rızalık almadır. Her işin karşılıklı rıza temelinde yapılması istenir, beklenir. Modern toplumun devlet yaşamında bunun karşılığı seçimdir. AleviBektaşi toplumunun kendi yaşamından çıkararak tüm Türkiye toplumuna yapacağı en temel demokrasi önerisi, devlet işlerinde her yöneticinin seçimle göreve getirilmesi olmalıdır. Demokratik bir düzende seçilmemiş, merkezden atanmış, ayrıcılık ve dokunulmazlık zırhına bürünmüş memurlar, yani bizden rızalık almamış yöneticiler olmamalıdır.
DAR’A ÇEKME: Alevi-Bektaşi toplumunun cemlerini yöneten dede, cem başlamadan önce toplanan canlardan rızalık almadan posta oturup, cemi yönetemez. Toplumdan herhangi bir can dededen razı değilse, dede topluluk önünde dar’a durup, rızalık almadan posta oturamaz. Bunun modern toplumdaki karşılığı hesap verme yükümlülüğü ve geri çağırma hakkıdır. Seçmenlerin, seçilmiş her yöneticiyi gerekli gördüğü anda sorgulaması, gerektiğinde görevden alma hakkına sahip olmasıdır. Seçilmiş hizmetlilerin kamu işlerini meclislerin kararına uygun olarak yürütülmesi böyle güvence altına alınabilir. AŞK İLE HİZMET: Alevi toplumunun hizmetkârları olan mürşitler, dedeler, zakirler, rehberler, mürebbiler Alevi-Bektaşi toplumunun yaşamından farklı ve üstün bir yaşam beklemeden “aşk ile” hizmet ederler. AleviBektaşi toplumu kendine hizmet edene, “çıralık, hakkullah” adı altında geçimini sağlayacak kadar katkıyı gönülden verir. Günümüze dek yaşanan tüm bozulmalara ve çarpılmalara karşın en azından Alevi-Bektaşi felsefesi hizmetin böyle olmasını ister. Bunun modern demokrasi ileyişindeki anlamı, seçilmiş yöneticilerin maaşlarının, çalışan kalifiye bir emekçinin maaşından fazla olmaması ilkesidir. Tüm avantaları, rüşvetleri, nüfuzu kötüye kullanmaları engellemenin yolu budur. CEMDE YARGI: Alevi-Bektaşi adaletinin özü, örgütlü halkın toplum yaşamı içinde birbirine sahip çıkması temelinde suç işlenmesinin önüne geçilmesidir. Ancak bir suç işlendiğinde, halkın adaleti cemin ilk bölümünde dedenin yol göstericiliğinde oybirliği ile karara bağlanır. Bunun modern toplumdaki anlamı, bağımsızlığı güvence altına alınarak seçilmiş hâkim ve savcıların gözetiminde ve jürili yerel mahkemeler eliyle işleyen adaleti sistemidir. Meclisler ve seçilmiş-geri çağrılabilir yöneticiler eliyle işleyen halkın yerinden özyönetimi, Türkiye’nin atanmışların seçilmişlere üstün olduğu ikili devlet yapısından kurtulması demektir. Halkın başına bela olan tarihi miras, yani merkezden atanmış-sorumsuz-ayrıcalıklı memur egemenliği, yani bürokrasi böylece ait olduğu tarihin çöplüğe atılabilir.
Hacı Bektaş Adından Kurtulanlar Eylül ayının başında Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Derneği olağanüstü genel kurul yaparak adını Alevi Kültür Derneği olarak değiştirmiş. Niye? 10 Eylül tarihli Evrensel’deki habere bakılırsa Genel Başkan Tekin Özdil bu durumu şöyle açıklamış: “Adımız yasaklı olmasa idi belki bugün bu kadar farklı isimde derneğin kurulmasına gerek kalmayacaktı.” Bu sözlerin ardına gizlenen niyeti Tekin Özdil, ilkbaharda yapılan Alevi-Bektaşi Federasyonu genel kurulundan çekilmekle göstermişti. Bu ad değiştirme, PSAKD’nin ağırlığın hissettirdiği ABF’yi işlevsiz kılmaya yöneliktir. Alevi solunu ve gençliğini tecrit etmeye yöneliktir. Bu girişim, CHP’li Alevilerin, Alevi soluna karşı kılıçlarını çekmeleri demektir. Kendilerine “sosyal-demokrat” diyen, ama Kemalist-milliyetçi-ırkçı-devletçi Alevilerin, sağ ve geri Alevi-Bektaşi kesimlerini, Alevi soluna düşman etme çabasıdır. Ad değiştirdikten sonra ilk adımları, Yol TV’yi Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı binasından kovalamaya girişmek olması, tuttukları yolun en açık göstergesidir. Bunun bir olumlu yönü vardır. Hacı Bektaş adı onlara yakışmıyordu. Onlar için de Hacı Bektaş adını taşımak, boyunlarında değirmen taşı taşımaktan betermiş. O addan ve yükten kurtuldular. Hoşgidişler ola! Alevi solunu, emekçi halk tabanından koparmaya ise kimsenin gücü yetmez.