SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
RUH KENDİNİ YAKARAK BEDENİ KURAR
Bu Sayida
Can eyleme geçtiğinde ruh bedene dönüşüyorsa, “beden ruhun içindedir”; tıpkı tohumun içindeki ağaç gibi…
Ozan Emekç - Türkiye Devleti Hiçbir Zaman Laik Olmamıştır - Ahmet Koçak Engn Çeber Karakolda Dövüldü Hapisanede Öldürüldü! Unutmayacağız, Unutturmayacağız
Fkret Otyam Yarama Merhem Olur musunuz Ey Canlar? Esat Korkmaz Alevilikte Evlenme Erkânı Emel Sungur Üniformalı Olmak İsmal Kaygusuz Abdal Musa Sultan - Bölüm I Ham Kutlu Kızılbaş Alevilikte Rızalık Şehri - III Ahmet Koçak Hacı Bektaş Derneklerinin İsim Değiştirmesi üzerine Alevi Örgütlerinin Yöneticileriyle Söyleştik - Ali Balkız, Kazım Genç, İsmail Metin, Fevzi Gümüş, Selahattin Özel, Atilla Erden ve Hüseyin Yıldırım Lütf Kalel Aleviler, Ali Gibi Namaz Kılsınlar! Ahmet Koçak ABF Genel Başkanı Ali Balkız ile söyleştik - Ankara Mitingi ve ABF Eylemleri: “Anladık ki Sokak Konuşturuyor” Yüksel Iik Kendine Demokrat Olmaktansa Hasan Harmancı Kızıl Kan Yeşillendi Al Yildirim Her Ağacın Kurdu Kendinden Olur Bahaddn Ari Karakavuz’da Cemevi Açıldı Tecrte Kari Sanatçilar İstifa Edin! İsmal Özmen Mistisizmin İlişkileri - Bölüm I Metn And Yitirdiğimiz Yazarın Bir Öndeyiş’inden Metn Akta Semahımız Oyuncak Değil
Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24, Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Ekm Sayi:
46
Ruhun Eylemli Hali Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni
R
UH, “can” ya da “gönül” olarak algılandığında hazzın, acının, aşkın, öfkenin, umudun ve korkunun “konakladığı” yer olarak algılanabilir. Ruhun “eylemli” haline “soluma” diyebiliriz: “Soluma” yoluyla ruh aşırı yoğunlaşırsa “sıcak kan”, normal yoğunlaşırsa “sıcak duman” olur. Heraklitos (Herakleitos), kendisinden karşıtların ayrıldığı bir şey değil; sonradan tekrar her şey onda yiterken, doğası gereği her şeye dönüşebilen bir şey aradı ve bunu “ateş”te buldu. O’na göre yanan bir “alev” içindeki ateşin niceliği sürekli “aynı” kalır; “şey” olarak adlandırdığımız ise işte bu alevdir. Alevin “tözüne” gelince o sürekli “değişir”. Töz değiştikçe alev “duman” olur; dumanın yeri ise alevi “besleyen” yakıttan gelen “yeni madde” ile doldurulur. Bu döngü geçmişten geleceğe kesintisiz biçimde sürer: “Karşılıklı değişim” bunun nedeni gibidir. Her şey sonludur ve dünya “bir”dir; dünya “ateş”ten çıkar ve yine sırayla tüm “sonsuzluk” yoluyla ateş tarafından “tüketilir”. Bu doğanın “yazgısı”dır. Heraklitos, değişimi, yukarı ve aşağı doğru giden yollar olarak algılar. O, bir “soluma” tasarımı geliştirir. Bu kapsamda “solumanın” karadan ve denizden çıktığını savunur. Karada ve denizde kimi şeyler parlak, kimi şeyler koyudur; ateş “parlak” şeylerden, nem ise “koyu” şeylerden beslenir. Parlak soluma, Güneş’in dönüşünde yakıldığında “günü”, karşıt(karanlık) solumada yakıldığında ise “gece”yi oluşturur. Parlak solumayı izleyen “ısı” artışı ile “yaz”; karanlık solumadan çıkan “nemin” üstünlük kurması ile “kış” oluşur. Heraklitos, insanı dünya ile açıklamaktansa dünyayı “insan” ile açıklar: İnsan, ateş, su ve topraktan yapılmıştır. Büyük âlemde ateş “bilgelik” ile küçük âlemde ise “bilinç” ile özdeştir. İnsanı canlı tutan ateş, aşağı ve yukarı doğru yol alır; süreçte ateş sürekli “suya” dönüşür, su ise “toprağa”. Aynı anda “karşıt” süreç de işlediğinden biz “aynı kalıyor” görünürüz. Demek ki insan “soluma” yoluyla çevreye taşınır ve “ilâhi akıl” ile bütünleşir. Doğa filozofu bizi çevreleyen şeyin “aklının” olduğunu düşünür; bu kapsamda Heraklitos, “soluma” ile bu çevrenin aklının, yani “ilâhi aklın” içine taşındığımızda “akıllı” oluruz. Uyku durumunda duyu kanalları “kapandığı” için, içimizdeki “zihin” bizi çevreleyen şeylerle ilişkisini keser ya da en aza indirir. Uyandığımızda duyu kanalları “açılır”, içimizdeki “zihin” çevreyle hemen ilişki kurar ve biz “bilinçli” duruma geliriz. Öyleyse uyku, “nemin” ölçüyü aşmasıyla, vücuttaki ateşin yanmasını düşüren sudan “karanlık soluma” ile oluşur. Ateş ve suyun “eşit” olduğu durumlarda ruhta denge durumu vardır; ne var ki hiçbir ruhta ateş ve su uzun süre dengede kalamaz; biri ya da diğeri üstünlük sağlar: Her iki durumda da sonuç “ölüm”dür. Ölümle sonuçlanmasına karşın “ateşin üstünlüğü” kişiye daha iyi bir “yazgı” sağlar. Nasıl yaz ve kış, yarattıkları “karşıt gerilim”leri ile zorunlu olarak birbirlerini üretiyorlarsa yaşam ve ölüm de tıpkı böyle birbirlerini üretirler. Yaşamanın ve ölmenin “ölçütü” olarak algılanan “ruh”, hem ölü hem de diridir: Açılımına baktığımızda ruhun, yukarı doğru yönelerek ateşe, aşağı doğru yönelerek suya dönüştüğünü görürüz. Aşağı doğru yolculuğunda “aşırı nem”den ölmüş olan ruh, toprağın altına çöker; topraktan su çıkar; sudan da ruh yükselir. Tanrılar ve insanlar özünde birdir: Onlar, “birbirlerinin yaşamlarını yaşayıp birbirlerinin ölümünü ölürler”. Artık, yaşayanların ve ölenlerin “bekçisidir” onlar. Yukarı doğru yönelerek ateşin üstünlüğünü kurup “ölenler”, ölümsüz olurlar. Sırası gelince ölümsüzler tekrar ölümlü olurlar; demek ki her şey bir başka şeyin ölümüdür.
Hiçlik Torbasından Çıkan Ruh Ruh karşılığı olarak kullanılan “soluk”, başlangıç tasarımlarında; evreni canlandıran, dönüştüren, yoğunlaştığında “biçim” bulan, yani evrenin dokusunu oluşturan “güç” olarak al(Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME
“Derdim Çoktur Hangisine Yanayım?” Fazla Değil, Şu Bir Tanesi İçin Yarama Merhem Olur Musunuz Ey Canlar?
(Baştarafı 1. Sayfada)
Ruhun Eylemli Hali
Fikret Otyam gılandı. Ruh, “hiçlik torbasından” çıktığında, “solumaya” başlar: Soluk alıp-verme insanda “sıcak kan/ sıcak duman”, evrende “ısı/ ışık” donunda görünüşe taşınır; bu durum bedenin ve evrenin “varlığa gelmesi” demektir. Soluma bir “yanma” olduğu için ruh, “kendini yakarak bedenini kurar”. Tasarımın açılımından da anlaşılacağı gibi soluk, mekânın içinde yer almaz tam tersine mekânı kendi “içinde” taşır. Daha açık bir anlatımla tanrısal “neden”dir “soluk”. Ortamın “eylemli halini” soluk olarak algıladığımızda “ten”, bedensel organları sarıp sarmalayanbir arada tutan şeydir. Ağacın içinde yaprağa duran su gibi tenin gözeneklerinde dışarıya salınan-dışarıdan alınan soluk “bedene durur”. Bedenin “delik deşik kabı” durumunda bulunan ten, bedendeki enerjinin dönüşüm kimliği olan “soluğu”, deliklerini açarak ya da kapatarak “korur”. Ten bedenden çok, bedenin “cevherine” verilen addır, yani “ruhuna”: Ten, deridir ama hayvan derisi gibi değil, yalnızca insanlar için kullanılan bir şeydir. Ten, insanın sınırlarını “işaretler”; bizim nerede “bittiğimizi” gösterir. Bu anlamda içinde sıkışıp kaldığımız “kafes”tir. Bu nedenle “ten kokusu”, vücudun dışının “olumsuz” kokusu değil, bedenin “içinin kokusu”dur, yani “ruhun”. Ten, yüksek yapılı canlılarda “ben”in temelini oluşturur: Sinir sistemi ve bunun merkezi olan korteks “ten”den türer; sistemin en gelişkin ürünü olan “zihin” de özünde bilinçli ve bilinç dışı bileşenleriyle “ten”in türevi kabul edilebilir.
ÂŞIK FEZALİ (HACI CIRIK)
Allah’tan Vahi’i Alan Allah’tan vahi’i alan peygamber Bak hele paralı dula bağlandı Ali veli ona olmuştu kamber Gör hele yaralı kula bağlandı
Y
AŞIN KEMALE ERMESİ (!) de önemli değil diye “teselli”ye sığınsak el ilen tutulur, göz ilen görülür emareleri neyleyeceğiz ey canlar? El ile tutup satayım desen neden alan olsun ki / kendi derdi yetmezmiş gibi neden alsın elin derdini? Göktanrının bildiği şu Kızılbaş milleti merakımı elden neden saklayayım ki? Yaş şimdi diyelim 82,5; bu merak, bin kere yazdım artık yazmayayım, diyeyim ki yetmiş beş yıl öncesinden başlamış; sevgiyle / ilgiyle / araştırmayla, geceyi gündüze ulayıp ne bulunursa okumakla, sorup soruşturmakla, yedi iklim dört köşeyi dolanıp, taa Horasan ellerine uzanmakla / Kerbelâ’da / İran’da / Afganistan’da Anadolu topraklarında aralarına katılmakla ve de dolanmadık yer bırakmamakla büyümüş büyümüş, kara değil, ak sevdaya dönüşmüş yalansız / dolansız ve çıkarsız bir merak, özeti bu.. Gerçeğe Hü... Tanık mı? Sormak ta, göstermek de zül olur! Şu elinizdeki Serçeşme’nin iki ay önceki sayısında, yıllar önce, diyelim on iki yıl önce verdiğim bir sözü nasıl tuttuğumu / yerine nasıl getirdiğimi anlatmıştım, yinelemeye gerek yok ama yine de “azcık” anlatayım. Antalya Hacı Bektaş Veli Cem ve Kültür Evi’nin temel atma töreninde yattığı yer ışıklı ola Genel Başkan Ali Doğan can, ilk harcı atmış, küreği bu cana uzatmıştı. Alıp üçledim, Doğan can kendisinin yaptığını söylemiş, verdiğim yanıta birlikte gülmüştük.
Adam mı? Adam Sözünün Eri Olmalı. Ara sıra gider oldum yapım yerine, gün gün büyüyor çıkıyordu ortaya, kimi acılarla, bazı akılsızlıklar da sanki işin KDV’si olarak! Verdiğim Söz mü? “Yapıyı bitirin buraya kocaman bir resim yapacağım, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin.”
Doksan dokuz bin âlemi sezinler Evliya enbiya dahası kimler Ret edildi ondan önceki dinler Duy hele belalı bul’a bağlandı
Tastamam bir yıl önce, baharda başlayıp sonbahara kadar yaşadığımız Toroslar Beydağları Geyikbayırı Köyü’nden bir cankurtarana konulduğumu bulanıkça anımsıyorum.
Önceden bilinen ilham’ı anda Gerçekler suçlandı hepisi zanda Anlamı zor kuran şey ümüt onda Say hele sıralı yıl’a bağlandı
Hazreti Ali’yi, Hünkâr’ı Gördüm!
Kara taş Mekke’nin gelir kaynağı Medet bekliyor cennette ayağı İnançlı kulun ona candan bağı Mekke’den estiren yel’e bağlandı İçten bağlı gönülden seven insan Fezali bil bilme tabiattaki can Âdem’le Hava kovuldu cennetten Emri güçlü olan dil’e bağlandı
2
Gitme zamanını kim bilir? Ah bilebilsem / bilebilsek!
Cennetin kapısındalardı, hayırladılar, çağırmışlar geldim dedim. Bakıştılar, senin orada daha yapacağın işler var deyip bir el işareti yaptılar, gözlerimi açtım, daha öncelerden deneyimli olduğumdan anladım, burası Akdeniz Üniversitesi sayrılar eviydi, ak gömlekli er ve hatun kişiler o kalabalık bir yana, ama karşı duvardaki televizyonun ak camında hiç mi hazzetmediğim kişiler, sana ne demeyim sakın ola, bu can onların birine tahammül edemezken o kafaları da iki görüyorum!.. Kapılar!.. Pencereler !.. Yaşam yoldaşım da!
Gözlerim kapattım, her zaman yaptığım gibi konuşuyorum, “Hikmetinden sual olunmaz imiş ama yarattığının da ağzı var, beyni var ey göktanrım! Bu can onların birisine bile tahammül edemezken bak şu ak cama onlar iki olmuş! Bağışla, hangi suçuma bu ceza?” O, böyle içten, candan sorulara bilirim kızmaz örneklerim var.. Sabah yine ak gömlekli canbakanlarım başımda.. Onlara, can yoldaşıma, duvardaki ak cama bakıyorum. Prof. canbakanım parmağını burnuma doğru uzattı, “Otyam, bu kaç?” dedi. Anında yanıtladım: “Bir!” Şaşırdı, öteki elinin aynı parmağını uzatıp sorusunu yeniledi aldığı yanıt yine “Bir” idi! Tüm ak gömlekliler hayretler içinde, nasıl olurmuş bunu tartışıyorlar, bu canın da ak sakalı ak bıyığı kıvanç içinde, biraz da kıkırdayarak meraklarını yeniverdim: “Hocam, ara sıra birisiyle konuşurum, ona bir sual eyledim.. Tabii damarımdan akıtıp durduğunuz o sıvıların, onların içine kattığınız şeylerin etkisini de neden inkârdan geleyim ?”
Meğerse! Meğerse bu çift görme beyindeki tahribat nedeniyle bir yıl neyim sürermiş, iyi mi? Bizimkisi bir gün! Hay gözünün yağına kurban olduğum sana şükretmeyeyim de kime edeyim?
Ak Yataklar İçinde Yattığım süre, hep o verdiğim sözü düşünüp durdum, “ola ki bir yanlışlık sonucu!” Dedim ya hikmetinden asla ve kat’a sual olunmaz, yıllar önce verdiğim sözü anımsattım ne olur ne olmaz diye.. Haftalar sonra yeni arkadaşım koltuk değneği eşliğinde, kimi Ali evlatları o yapıya götürdüler sokağa ilk ayak basacak kuvveti bulanda.. Duvarlardan duvar beğendim, eve dönende yıllardır resim çerçevelerimi, şasilerimi yapan Kızılbaş taifesinden Ercan Kanık cana telefon edip enini boyunu bildirdim, üç saat sonra o kocaman tuvali tek başıma davul gibi germiştim, evet aynen öyle, birileri yardım ediyor, ama onları göremiyordum ne hikmetse!
Şimdi Sözüm Esat Korkmaz ve Ahmet Koçak Canlaradır! Çakmadım sanmayın, adım gibi biliyorum aklınızdan geçenleri, “Yahu, Otyam aynı şeyleri iki ay önce de yazdı bu ikincisi neyin alameti ola?” En kesin ve doğru yanıtım: “Asla ve kat’a bunaklığın alâmeti değil!”
Sayı 46
SERÇEÞME Hep öğünür durulur göğüsler kabartılıp: “Yirmi milyon kadar Aleviyiz” diye! Eğer sır değilse açıklar mısınız şu yirmi milyona karşı şu güzelim / ışıklı / bilgi kaynağı / özgür düşünce / özgür tartışma / bilime giden, götüren / durmadan bıkmadan Gelin Canlar Bir Olalım zorunluluğunu haykıran ve nice güzellikler sunan şu Serçeşme Dergisi’ni kaç can okuyor? İşte ol nedenle hayrına bikez daha yazdım, tamam mı? Okumayan belki okur deyu!
Gelelim Sadede! O resmi de aşkla, şevkle, sevgiyle yapmaya başladım ne ki yeni sayrılıklar, resimse bitmek üzere! Sayrılar evine tekrar yolumuz düşende eski deyimle: “her ihtimale binaen” resmin sağ alt köşesine imzamı atıverdim vesselam, can yoldaşıma bazı “tenbihatlarda” bulunup!
Bakın Şu İşe, Buna Gerek Kalmadı! Eve dönende ilk işim resmi bitirmek oldu ve Ercan can gelip aldı nefis bir çerçeveyle armağan edeceğim yere getirdi, yetmedi kendi eliyle astı, yetmedi “çerçeve de benim armağanım olsun ağabey” dedi! Evet bakın şu işe bikez daha, yeni adıyla Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Dernekleri Genel Başkanı sayın Tekin Özdil de Antalya’da.. Mihmanlar.. Lokmalar.. Görsel ve yazılı basın.. Konuşmalar.. Deyişler.. Ve elbette Semah.. Genel Başkan Özdil nefis bir konuşma yaptı.
Şu Satırların Yazanı mı? Fazla bir şey yapmadım, koltuk değneğimle kürsüye gittim, yurt içinde ve yurt dışında yıllardır ama yıllardır tekrarladığım / yazdığım bir niyazımı yine duyurdum, anhası minhası, “Ey canlar” dedim, “Eski kafa kâğıdında dini İslam, mezhebi Hanefi yazan bu canı öte dünyaya gidende sakın ola hocanın önüne yatırmayın, şuraya hatta şu Hünkâr Hacı Bektaş Veli naçiz tablomun altına koyun, demlenin / deyişler çalıp söyleyin / yıkama / yuma işini, nikâh tanıklığını yaptığım Burdurlu sevgili Turan Dede ya da buralardaysa bin yıllık tanışım Hüseyin Gazi Metin Dede yaparlar, ama
yapmasalar da olur temizim.. İşe yarayacak organ varsa Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli’nin kartı cüzdanımda. Alkış yok.. Gözyaşı yok, köteleyin bir yere”
1910 - 11 Ekim 2008
gibilerine!
Şimdi Herkese Sesleniyorum Açıklıyorum Derdimi.. Akıl Verip Derman Olacak mısınız? Bu satırların yazarı yıllardır düş kurar değil, resmen ve alenen ister, Hakk’a yürüyende muhakkak en yakın Hacı Bektaş Veli Cem ve Kültür Evi’nden koyulmayı, ama muhakkak istediğim bu yerden..
Ey Güzel Sevgili Yaradanım Bu Da Bana Reva mı? Bu fakir, yıllardır bunu ister… İsteye dursun, zamanını değil yerinin adresi verir iken, başına gelene / getirilene bakar mısınız, ey Ali evlatları, ey Hünkâr Hacı Bektaş Veli’yi sevenler / sayanlar / kullar / inananlar / buyruklarını tutanlar / saygıda kusur eylemeyenler sözüm sizlere başıma gelene / getirilene bakar mısınız, hatta “Ya Allah, Ya Muhammet, Ya Ali, Hünkârım Hacı Bektaş Veli” diyerek, adam beyninden kurşun yemeden nasıl vurulurmuş yaşayarak, uzatmaya gerek yok, meğer Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Derneği, adını değiştirmiş Alevi Kültür Derneği olmuş.. Eyvallah.. Öyle mi, eski kafa kâğıdında mezhebi Hanefi yazan ey er kişi, sana bundan ne, ha? Bu “hoşgörü”ye de eyvallah! Cansız bedenim kaldı mı ortalıkta? Hacı Bektaş Veli’siz köteleyin biyana! Çare tükenmez imiş, başka çare varsa n’olur “acilen” bildirin.. Neyleyim, daha yaşım ne, başım ne, öyle değil mi? Âli’siz Alevi’yi yaşadım / yaşattılar; Hünkâr Hacı Bektaş Veli’siz Bektaşiliği de yaşarım / yaşatanlara selamım tabiidir. Haddim değil, ama şu ilçe adı n’olacak telaşına kapıldığımı da neden saklayayım yahu? O da “Yoktektaş” oldurulur vesselam… Antalya, 23 Ekim 2008
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Sultanbeyli Şubesinin öncü canlarından Sadegül Çavuş ile Özkan Çiftçi 5 Ekim 2008 günü hayatlarını birleştirdi. Düğünün özgünlüğü Esat Korkmaz canın yol nikahı erkânını uygulaması oldu. Uygulanan evlenme erkânını, dergimizin dördüncü sayfasında okuyabilirsiniz. Serçeşme çalışanları olarak canlarımıza mutluluklar dileriz.
Ekim 2008
NAİL ÇAKIRHAN
NAİL (VAHDETİ) ÇAKIRHAN, Muğla’nın Ula ilçesinde, 1910 yılı bir zemheri ayında doğdu. 1921’de okula başladı, yatılı olarak Konya Lisesi’ne devam etti. Onuncu sınıftayken “Kervan” dergisini çıkardı. Bu dergide basılan bir şiirinden dolayı 1927 yılında mahkemeye verildi. Lisenin son yılında çıkardığı “Halka Doğru” dergisinde yayınlanan “Alev Yağmıru” adlı şiirinden tutuklandı. O günlerde “Resimli Ay” dergisinde çalışmakta olan Nazım Hikmet bu şiiri çok beğendi ve Hukuk Fakültesi öğrencilerinin çıkardığı “Hareket” dergisinde yayınlanmasını sağladı. Konya’da beraat eden şiir, İstanbul’da altı ay hapse mahkûm oldu. Ama bu hüküm de temyizde bozuldu. Nazım Hikmet’le böylece tanışan Nail Çakırhan, İstanbul’da üniversiteye kaydoldu. Gazete düzeltmenliği yaptı ve şiir yazdı. Şiirleri Resimli Ay’da yayınlandı. 1930 yılında Nazım Hikmet ile birlikte “1+1=Bir” adlı bir şiir kitabı çıkardı. “Komünist teşkilat kurmak” suçuyla Nazım ile birlikte tutuklandı, hüküm giydi. Bursa cezaevinde Nazım ile aynı koğuşta yattı. Onuncu Yıl Affı’yla 1934 yılında serbest kaldı. Gizlice Sovyetler Birliği’ne gitti; KUTV, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne devam etti. Eğitimin parçası olarak bir fabrikada çalıştı. Orada evlendi ve bir oğlu oldu. Yaklaşan savaş tehlikesi karşısında, eşinden boşandı ve Sovyetler Birliği’nde eğitimdeki bir çok komünist gibi parti çalışmalarına katılmak için 1937 yılında yurda döndü. Gizlice ülkeye girdi, ama kısa sürede yakalandı, ceza aldı. Cezası tecil edildi, ama askere alındı. Bir yıl sonra çürüğe çıkarıldı. 1938’de Tan gazetesinde çalışmaya başladı. Ünlü arkeolog Halet Çambel ile evlendi. 1945 yılında Sabiha ve Zekeriya Sertel’in çıkardıkları Görüşler dergisinin sekreteri oldu. Görüşler’in ilk sayısı rekor kırdı, 55 bin sattı. Ama ikinci sayı çıkamadı: 4 Aralık 1945’te Tan Matbaası devlet destekli gericilerce yakıldı. 1946 yılında kurucusu olduğu Türkiye Sosyalist Emekçi Partisi’nin kapatılması üzerine tutuklandı ve dört yıl hapis yattı, 1950 affıyla serbest kaldı. Eşinin yanına gidip bir süre Avrupa’da kaldı. Dönüşte inşaatçılık yapmaya başladı. Mimarlık eğitimi almamış olmasına karşın, 1953 yılından başlayarak Ula’nın Akyaka beldesinde yaptığı özgün konut çalışmaları ve mimarlığa yaptığı diğer katkılar nedeniyle 1983 yılında Ağa Han Uluslararası Mimarlık Ödülü’ne layık görüldü.
3
SERÇEÞME
Alevilikte Evlenme Erkânı Esat Korkmaz
A
LEVİLİK-BEKTAŞİLİKTE “nikâh kılmak”, biyolojik düzlemde bir kadın ile bir erkek evlenmek, kültürel düzlemde ise ikrar vererek yola girmek, yani “yol ile evlenmek”, demektir. Bir kadın ile bir erkeğin evlenmesi kültürümüzde “yol evliliğine” bir “köprü” ya da bir “merdiven” olarak algılanır. Bu köprü aşıldığında, bu merdiven çıkıldığında “yol evliliğinin tarafları ve yükümlülükleriyle karşı karşıya kalınır”.
Yol Meydanı Bu nedenle nikâh erkânı hizmetinin “sahibi”, evlenecek olan bacı can ile erkek canı “yol sahibi” durumundaki canların karşısına “diker”, “dâr duruşuna” çağırır ve şu konuşmayı yapar: “Aşkınız, bedeninizle “mühürlüdür”; aşk ancak “özgür” olursa sizleri eğitebilir. Eğitilmek için aşkınızı “söz” ve “tel” donunda doğurup “sese” dönüştürerek yaşama salmak durumundasınız. Bunu gerçekleştiremezseniz aşkınız “mührü kırar”, bedeninizi “tekmeleyerek” dışarı çıkar ve basar feryadı: “Senin gibi bedeni öldürmeli”, diye. Aşkınızı, yaşama taşıdığınızda, egemenle taraf olan “örgütlü kutsallığı yerle bir etmek”, fizik ve metafizik “despotun tasallutuna” karşı bir duruş alacak biçimde “kendinizi parçalayıp yeniden kurmak” durumundasınız. Bunu sizlere hatırlatmakla yükümlüyüm. Felsefemizde “aşk”, Tanrı’ya yönelik önü alınamaz kültürel bir eğilimdir. Sıklıkla acı-sıkıntı donunda gezinen, düşünmeye, konuşmaya ve davranışa yansıyan, yani bu üç alanda görünüşe taşınan “bilgeliktir”; geleneğimizin aklımıza soktuğu bir “onurdur”. Bu onurla onurlanmayı bir “yaşam kuralı” belleyeceksiniz. Unutmayı ki Alevilik-Bektaşilik “aşka âşık olma” sanatıdır: “Aşktan başka Tanrı yoktur ve Ali, aşkın velisidir”, özdeyişi bizim kime âşık olacağımızı gösterir. “Yol”da yaşanmış “anı”lar anımsandığında daha çok aşkın halleri ile “çağrılır”; çağrıyı alan “anı” bize ya da biz ona koşarız: Koşu tamamlandığında, “etten yapılmış bir ruh” karşımızdadır ya da yanı başımızdadır artık. Böylesi durumlarda “hazır” olarak verilenin ya da “belletilenin” dışında kesinlikle “kendinize rastlayacaksınız”. Önce “yabancı” geleceksiniz, kendiniz kendinize. Biliyorsunuz hakikat, “hayretten” ibarettir; hayret kendini hissettirir hissettirmez tıpkı bir kedi gördüğünde “miyav miyav” diye haykıran bir çocuk gibi “bağırmak” gelecek içinizden; doğal olarak utanacaksınız. “Demek ki” diyeceksiniz, ya “çocuk olacağız” ya da “çocuktaki coşkuyu yaratacak denli âşık”. Bu anlamıyla aşk, “siyah ışık” ile ten gözünden gizlenmiş, “doğuran bir hiçliktir.” Doğuran hiçlik olarak Tanrı’dır; anlayacağınız hemen her şeye gebe bir “dölyatağıdır” bizim aşkımız, yani tanrımız. Bu aşk alanında gezinmeye başladığınızda, “resmi
4
Burada verilen evlenme erkânı, Alevi felsefesinin özgün içeriği ölçü alınarak amacımız durumunda bulunan “ortak inanç uygulaması”nı yaratmak için yazıldı. Yazdığımız “ortak inanç uygulaması” ile çelişki oluşturmayan şu ya da bu bölgedeki, köydeki, yöredeki “ayrıntı” durumundaki “ farklı” uygulamalar, bir “zenginlik” olarak algılanmalı, yaşaması için çaba harcanmalıdır ve ilâhi ezber” için artık bir “suçlu” olduğunuzu hiçbir zaman unutmayacaksınız. Açıklanması durumunda egemenler için “risk” oluşturan ve kişinin başını “belâya” sokan vahdet-i mevcut belirleyici tasavvuf bilgisi, “aşkın günahıdır”. Bu “günahı” ilk işleyen “kanda dans” geleneğini başlatan, “aşkın sırrının açıklanacağı yer vaaz kürsüsü değil darağacıdır”, özlü sözünün bağlandığı Hallac-ı Mansur’dur. İbadet meydanımızın birinci piri, “İlâhi Aşk” şehidi Hallac- Mansur’un “aşk çocukları” olduğunuzu aklınızdan çıkarmayın. Aşk, kişiyi daha cahil durumdan daha bilgili duruma yükselten bir “insanlaşma ortamıdır”; orada insan kendini bulur, “keşfeder”; Tanrı’ya ulaşmanın yollarını arar bulur. Aşk, insan olabilmek için gerçek bir “kaçınılmazlıktır”; kendini ve dünyayı “yeniden kurmaya” çalışan insan için zorunlu bir etkinliktir. Aşk, gerçek bireyden “dünyaya açıldığımız” yerdir: Bu anlamda “eşiktir”. Eşik kutsallığının bir gereği olarak “aşka basılmaz, niyaz edilir.” Siz de öyle yapın: Kalbinizin üzerindeki sağ elinizi dudaklarınıza götürerek erkânınıza katılan tüm canlara “niyaz edin”. Sizlere yaptığım bu hatırlatmaların, yaptığınız niyazın Hak Defteri’ne kayıt edilmesini ve unutulmamasını dilerim. Allah eyvallah! Gerçeğe hû!”
Nikâh Meydanı Daha sonra nikâh erkânı hizmetinin sahibi, “nikâh kılacak” bacı-erkek canı birbirlerine karşı “dâr’a çağırır” ve “nikâh gülbangı”nı seslendirir: “Bismişah! Allah Allah! Hakikat abdestini aldık, eyvallah! Şah, medet mürvet ya Cananım! Bu bacı ve erkek can evlenmeye karar vermiş, huzuruna “tanıklık et” demeye geldik. Hak meydanında sizlere sesleniyorum: Bu andan başlayarak var olma nedeniniz birbirinize duyduğunuz aşktır: Nedenler gizlen-
meyi sever; siz artık birbirinizde sırsınız. Sırrınızı keşfe çıkın: Birbirinizi “bardağa” doldurun, ama eğilip birlikte içmeye kalkışmayın. Ekmeğinizi bölüşün, ama aynı lokmayı birlikte dişlemeyin. Birbirinizin gönlüne girip çıkın, ama birbirinizin “içine” saklanmayın. Can gölgelerinizde dinlenin, ama birbirinizin gölgesini silmeye kalkışmayın. Çünkü yaşam “yalnızdır” ve bu denli “yakınlığı” kaldırmaz. Cana bir şeyler veren yaşamdır; durmayın, yaşamın vereceği şeyleri alacak can olun. Nasıl yemişler ağacın bütününden onay almadan olgunlaşmıyorsa siz de birbirinizden onay almadan bir şey yapmayın. Zamanı bir ırmak yapın geçin başına oturun: Bugünün anısına ve düşüne taşının. Birbirinizin yarınına kapanın; ölüm acıkıp bedenlerinizi yiyene, kanlarınızı-gözyaşlarınızı içene değin birbirinizi üretin; birbirinizde bereket görün; bereketleriniz birbirine gülümsesin, birbirine koşsun. Karanlığınıza parlayanları sevin, bu size yeter: Olur olmaz sevinç gösterilerine kapılmayın; unutmayın sizin geçici sevincinizin bedeli biri tarafından üzüntü olarak ödenecektir. Yapacaklarınıza tanıklık etmek için yarınlara koşun; seviyorum sözcüğünü dudaklarınızda büyütmesini, ete ve kana dönüştürmesini bilin. Sözcükler yetersiz kaldığında hiç durmayın dudaklarınızı yüreklerinize çağırın. Kendi karanlığınızın bekçisi tarafından avlanmamaya bakın. Ayrılmanız zorlaşsın diye birbirinizin gönlüne birbirinizin geçmişini taşımaya, birbirinizde kendi görüntünüzü görmeye, kendi sesinizi duymaya bakın. Kendinizi uyutacak ninnileri çocuklarınıza söylemeyin. Size sevgiden söz edenlere, “Acısı nerede?” diye sormayı sakın unutmayın. Özlemlerinizi bulutlara yazın; yazdığınızı okuyamazsanız bulutları kederlendirin; bırakın ağlasınlar. Birbiriniz için gürültü, birbirininiz için feryat olmayın: Dilin ve telin çıkaramayacağı sesleri dinlemeye bakın. Yaşamlarını birleştirmeye karar vermiş bu canlara sen yardım et ya Şah-ı Merdan; rehber ol ya Mansur, ya Fazlullah, ya Nesimi, ya Hüseyin; şahit ol ya Pir Sultan Abdal; yoldaş ol ya Hızır. Dil bizden şefaat Hak’tan olsun. Allah eyvallah! Gerçeğe Hû!” “Şimdi”, der hizmet sahibi; “Tanrı-doğainsan” ve “Hak-Muhammet-Ali” üçlemeleri anısına birbirinizi “üç kez öperek”, yani “aşk şarabı” ile doldurulmuş birer “kadeh” olarak algıladığımız bedenlerinizden “üç yudum” alarak niyazlaşın! Niyazınızın kabul olması dileğiyle yol öğretmenimizin “bilgisi” ya da “sıvı akıl” olarak inancımıza taşıdığımız “demden üçer yudum” alarak hizmetimizi “mühürleyelim.” Bozatlı Hızır yardımcınız olsun! Allah eyvallah!
Sayı 46
SERÇEÞME
Üniformalı Olmak
ENGİN ÇEBER
Emel Sungur
“Bazıları için güven kaynağı, Bazıları için adeta psikolojik savaş”
B
UGÜNE değin izlediğim kadarıyla, gözlemlerimle, üzerine üniforma giyen hangi makamda olursa olsun bana göre aslan kesiliyor. Çocukluk yıllarından başlayalım; ilkokul yıllarımızda öğretmenlerimizin önlükleri vardı. Bizler miniminiler siyah önlüklerimizi, giyip beyaz yakalarımızı takıp okul yolunu tuttuğumuzda okulun kapısında bizleri “amca” dediğimiz, okuldaki öğretmenlerinse “hademe” dediği önlüklü görevliler karşılardı. Bu görevli amcalar aslında biz çocukları severlerdi, ancak görev başında, üzerlerinde önlükleri olunca “Şunu yapma döverim ha! Böyle şımarıklık yapma, öğretmenine söylerim ha!” diyerek bizlere hep korku salarlardı. Yolda, sokakta karşılaşınca koştura koştura yanlarına giderdik, onlar da kendi çocukları gibi başımızı okşarlardı. O yıllarda ilkokul öğretmenlerimiz biraz sinirli, sanki biraz da yaşlılardı, elbette bizim yaramazlığımız da vardı, ama bu yıllarda anılarında öğretmeninden dayak yemeyen öğrenci muhtemelen hiç yoktur. Üzerinde önlüğü, gözünde gözlüğü (nedense hep gözlüklüdürler), elinde ince, uzun sopasıyla öğretmenlerimiz. İlköğretim yılları biterken belleklerimizde bugün üniforma diye düşündüğüm önlükleriyle öğretmenlerimiz yer etti. Geceleri sokaklarımızda gezen, elinde copu, ağzında düdüğü, kafasında, zaman zaman hafif yamuk duran, şapkasıyla bekçilerimiz. Ancak anlayamadığım biçimde yüzlerine baktığımda onların bir sempatik yanı vardı. Bilemiyorum nasıl görevlendirilirlerdi, bir eğitime tabi olurlar mıydı, yoksa halkın içinden gelen, doğal yapı ve tavırlarıyla, sıradan, dövmek ve işkence yapmak üzere yetiştirilmemiş insanlardı, onun için mi bana sempatik geliyorlardı? O yıllarda yaşımın küçük olması nedeniyle bekçilerle ilgili anılar aklımda böyle mi kaldı, bilmiyorum. Daha sonraki yıllarda bir sürü üniformalıyla yaşama devam etmek zorunda kaldık. Cenazemiz olurdu; üniformalı imam. Cenazelerimizi defnederdik birbirlerini ite kaka öne çıkmaya çalışan, kendince dua eden ve devlet memuru iken cenaze sahibi o acılı insanlardan para alan üniformalılar. Sinema girişlerinde bulunan kontrol görevlileri üniformalıydı, hatta yer gösterici de üniformalı. Otobüslerde biletçiler üniformalıydı, arada kontrol için gelen kontrol memurları da. Kız Lisesi’nde okuyordum, askerlik dersine gelen hoca üniformalıydı. Annem, Defterdarlıkta çalışırdı; onların üniforması mavi önlükleriydi. Defterdarlığın önünde oturan “Arzuhalci”ler vardı. Onların üniforması çok sempatik gelmiştir hep bana; kollarında lastikli kollukları vardı. Yoğurtçunun önlüğü de benim için onun üniformasıydı, ancak o dönemlerin ünifor-
Ekim 2008
1979 - 2008
maları bir ölçüde ekonomik koşullarla direk ilgiliydi. Sayısı sınırlı olan kıyafetlerin temiz kalması, sık eskimemesi, görüntüsünün kötü görünmemesi için alınan bir önlemdi. Onun için fazla rahatsızlığı yoktu anılarımda. Ancak rahatsızlık daha sonraki yıllarda öylesine etkili oldu ki korkuyorum yakınımda, yöremde üniformalıları görmekten. Kimilerinin de üniformaları olmasa da yaptıkları iş yüzlerine öylesine işlemiştir ki yüzler artık üniforma olmuştu. Son yıllarda biraz değişmiş diye topluma yansıtılan üniformalılar Kızılay’da özel bir günde herkese çiçek dağıtıyorlardı; çiçek dahi bana diken gibi geldi. Belki biraz fazla şartlanmış olarak değerlendirebilirsiniz ama vücudumun verdiği bu tepkimelerin ne kadar da doğru olduğunu son üç gündür bir kez daha görüyorum. Gözaltı, işkence ve en acımasız son, dönüşü olmayan bir yola genç bedenleri yollama. Geçmiş yıllarda yüzlercesini yaşadığımız olaylara bir yenisi eklendi. Daha üç gün önce Engin Çeber gardiyanlar tarafından dövülerek katledildi. Bu olayı gerçekleştiren gardiyanların nasıl bir güvencesi vardır ki insan yaşamına son verebilirler? Öylesine kurgulanmıştır ki beyinler, artık üstüne ne giyerse giysin üslerinin verdiği görevleri, talimatları, gereğini yerine getirir o beden ve o beyin. Adeta mutfaklarda gördüğümüz mutfak robotları gibi. Doğrarlar, parçalarlar, sakat bırakırlar, ama öylesine “masumlardır” ki hesap vermezler. Verecek gibi olsalar da bütün bunları toplumun daha rahat yaşaması, sıkıntı çekmemesi, ülkenin asayişi, güvenliği, barışı için yaptıklarını söyleyerek hesap vermiş olup rahatlarlar. Sonuç olarak hastanelerde doktorların muayene sırasını bildiren hastabakıcı da; Adliye’de davalı ve davacıyı çağıran mübaşir de; Cüppesini giyip nikâh kıyan nikâh memuru da; En fazla trafikte karşılaştığım trafik polisi dâhil, üniformasını en çok beğendiğim denizci asker de beni korkutur, ürkütür. Cezaevlerinde gardiyanlar da ürkütür, kaldı ki daha sonraki yıllarda tanıdığım bir kadın gardiyanın koğuştaki kadınların özel ihtiyaçları noktasında yardım ettiğini bilirim, ama o da yine üniformalı bir gardiyandır. Zaman zaman toplantılarda bulunur; ben biraz uzakta oturmayı tercih ederim. Bunun adı üniforma korkusu olabilir. Bunun adı eskiyi yeniden yaşama olabilir. Sadece benim bu duyguları yaşadığımı zannetmiyorum. Bu sosyolojik ve psikolojik irdelenmesi gereken bir konu diye düşünüyorum. Bütün bunlar yaşayan bedenlerimiz olmasına rağmen yorgun ruhlarımızın birer göstergesi. Anı olarak en son yaşadığım: Necatibey Caddesi, uzun saçlarım, siyah eteğim, siyah bluzum, yerde sürüklüyor bir üniformalı. Tarihse, Sivas Davası’nın ilk duruşması... 14 Ekim 2008
Karakolda Dövüldü Hapisanede Öldürüldü ENGİN ÇEBER, bir yıl önce Yürüyüş dergisi dağıtırken, polis tarafından vurulup felç kalan arkadaşı Ferhat Gerçek için adalet isteyen bir basın açıklamasına katılmıştı. Açıklamanın ardından Yürüyüş dağıtırken Özgür Karakaya, Cihan Gün ve Aysu Baykal ile birlikte gözaltına alınan Engin Çeber daha tutuklanırken başlayan, karakolda ve hapishanede devam eden dayak ve işkenceye boyun eğmedi. İşkence sonucu komaya girince hastaneye götürüldü ve öldü. Devlet şimdilik bir kuru “özür diledi”; bir soruşturma açıldı. Bu soruşturmanın ciddi bir kovuşturma olup olmadığını göreceğiz. İşkence kovuşturmasının adil hukuki sonuca ulaşmasını bekliyoruz. ENGİN ÇEBER’İ UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ.
5
SERÇEÞME
OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞ YILLARINDA
Abdal Musa Sultan (1272/3–1361/5) Bölüm I İsmail Kaygusuz
Bu yazı İsmail Kaygusuz’un Karacaahmet Sultan Derneği Yayınları arasında çıkan “Mürşidden Gönlünü Ayırma Abdal Musa Sultan Velayetnamesi” adlı çalışmasından alınmıştır.
Abdal Musa Sultan Kimdir? ABDAL MUSA Sultan’ı tanıtan bilgiler, tüm eksiklik ve fazlalıklarıyla dört ana kaynaktan günümüze ulaşmıştır:
1) Birbirini kopya edip, bazen fazladan bir-iki cümle eklemiş Osmanlı tarihyazıcıları.
2) Alevi-Bektaşi toplu tapınma Cem geleneği
içinde yetişip dillenmiş Alevi ozanları ve bu geleneği sürdürmüş olan Dedeler.
3) Velâyetname-i Abdal Musa Sultan ve Menakıb-i Kaygusuz Baba. 4) Vaktiyle yaşamış ve gezmiş olduğu yöreler-
de anlatılan söylenceler. Abdal Musa, “Biz Horasan mülkündeki boydanız” ve “neslimiz sorarsan asıl Hoy’danız” dizelerinde, Horasan’dan gelerek, Azerbaycan’ın Hoy bölgesine yerleşmiş bir Türkmen boyuna mensup olduğunu belirtmiştir. Bu kaynaklardan yüzeysel de olsa, elde edilen bilgilerle Abdal Musa hakkında özet olarak şunları biliyoruz. Abdal Musa 13. ve 14. yüzyıllarda yaşamıştır. Hacı Bektaş Veli’nin önde gelen ardıllarından ve onun Anadolu’daki gözcülerindendir. İkinci Pir olarak tanınır. Hacı Bektaş Dergâhı’ndaki oniki hizmet postundan Ayakçı Postu, Abdal Musa’nındır. Horasan erenlerinden derviş gazi Abdal Musa’nın babasının adı Hasan Gazi ya da Seyyid Hasan olarak anılır. Dedesi Haydar Ata, Hacı Bektaş Veli’nin amcasıdır. Bu yolla yakın akraba olmaktadırlar. Ulu Pir, Hakk’a yürümeden önce “beni isteyenler Genceli’de Abdal Musa’ya gelsün bulsun” diyerek, onun yerine geçmesini, ardılı olmasını istemiştir. Hünkâr, onunla yeniden dünyaya geleceğini, onda tezahür edeceğini söylemiştir hal diliyle. Abdal Musa, kendi şiirindeki “Hacı’m umman oldı, biz o göldeniz” ve “Güvercin donunda geldim bu hane” dizeleriyle de bunu belirtmektedir kapalı da olsa.
6
Horasan erenlerinden derviş gazi Abdal Musa’nın babası Hasan Gazi ya da Seyyid Hasan olarak anılır. Dedesi Haydar Ata, Hacı Bektaş Veli’nin amcasıdır. Ulu Pir, Hakk’a yürümeden önce “Beni isteyenler, Genceli’de Abdal Musa’ya gelsün, bulsun” diyerek, onun ardılı olmasını istemiştir. Abdal Musa, “Hacı’m umman oldı, biz o göldeniz” ve “Güvercin donunda geldim bu hane” dizeleriyle bunu belirtmektedir. Hacı Bektaş Veli’nin ilkelerini temel alıp Yol’u ve Erkan’ı kuran; Hak Çerağı’nı uyandıran, “Demine Hü” deyip gülbank çeken, talipleri Meydan’da dâr’a durdurup nefsini haklayıp, paklayan, Pir-i Sani Abdal Musa Sultan’dır.
Hacı Bektaş Veli’nin ilkelerini temel alıp Yol’u ve Erkan’ı kuran; Hak Çerağı’nı uyandıran, “Demine Hü” deyip gülbank çeken, talipleri Meydan’da dâra durdurup nefsini haklayıp paklayan, Pir-i Sani Abdal Musa Sultan’dır.
Abdal Musa ve Osmanoğlu Orhan Bey (1324–62) Hacı Bektaş Dergâhı ve buraya bağlı Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) ve Abdalanı Rum (Anadolu Derviş-Gazileri) Osmanlı Beyliği kurulmadan önce, büyük olasılıkla Karamanoğulları’nı desteklemişlerdi. 1262-63’ün önemli olaylarından sonra eski Selçuklu uç beyleri genişleme, büyüme süreci içine girmişlerdir. Ama Anadolu birliğinin sağlanması, Konya Selçuklu-Moğol işbirlikçi yönetiminin ortadan kalkmasına bağlıydı. Konya’nın ele geçirilmesi, Nure, Sufi Nureddin’in torunu Karamanoğlu Mehmet Bey’e nasiboldu.(1277) Hacı Bektaş Veli çevresinin eski siyasetine uygun olarak II. İzzeddin Keykavus’un oğlu Siyavuş’u desteklediler. Alâeddin Siyavuş’un ortadan kaldırılmasıyla Alevi Türkmenler gözünü güneye dikmiş
olabilir. Abdal Musa Velâyetnamesi’nde onun Genceli’de yetim büyüdüğü ve kendisine kötü davranılmış olunduğu anlatıldığına göre1, bölgeyle siyasi ve yerleşme ilişkileri 1290’lara kadar yoğun biçimde sürmüştür. Ancak Osmanlı Beyliği’nin kuruluşuyla birlikte, Dergâh’ın genel siyaseti içerisinde Abdal Musa, Edebali, Hoy’dan hemşerisi Geyikli Baba, Gözcü Karacaahmet, Murad Baba gibi derviş-gaziler tarafından Osmanlı beyliği topraklarına çağrılmış olmalıdır. Çünkü Âşık Paşaoğlu’ndan başlayarak ilk dönem Osmanlı tarihyazıcılarının hepsi, Abdal Musa’nın Orhan Bey zamanında Bursa’nın fethine (1326) katılmış olduğu üzerine hemfikirdirler. Abdal Musa bu sırada elli yaşın ortalarında olmalıdır. Abdal Musa Sultan, Bursa’nın alınışından sonra Osmanlı Beyliği’ni kesinlikle terk etmiştir. Terk etmeseydi sürülüp çıkartılacaktı. Yeniçeriliğin kuruluşuyla da ilgisi yoktur. Bakınız Mustafa Akdağ, Kanuni Süleyman’ın (1520–1546) ilk dönemlerinde şeyhülislamlık yapmış bulunan saray tarihçisi İbn Kemal Paşazade’den2 kaynaklanıp, onunla aynı kaygıları paylaşarak neler yazıyor: “Orhan zamanında yeni fethedilen Marmara sahasına doğudan pek çok derviş gelerek tekkeler kurmuş ve ‘Cihet’ler elde etmişlerdi. Fakat Bâtıniliğin mahiyeti icabı, bunlar derhal halk arasında propagandaya girişip, bir takım fesat hareketleri tertibine çalışmaktan kendilerini alamadılar. Böylece Bursa-İznik vesair muhitlerde siyasi ve içtimai düzen bir tehlikeye maruz kaldı. Sultan Orhan (1324–1362) ‘Işıklar’ denilen bütün abdalları yakalatarak şuraya buraya sürdürdü. Kemal Paşazade’nin ifadesine göre, İnegöl civarında tekkesi olan Geyikli Baba, Turgut Alp adındaki gazinin (kendisine İnegöl tımar olarak verilmişti) dürüstlüğüne şahitliği sayesinde kendini kurtardı ve hatta yeniden taltif gördü. Anlaşılıyor ki, vaktiyle Selçukiler devrinde tehlikeli isyanlarını gördüğümüz Bâtıniler, Osmanlı rejiminin ilk başladığı yerlere daha yayılarak, aynı hareketi tekrarlamak istemişlerdi. İlk Osmanlı Bâtınileri dahi devlet kadrolarında vazife sahibi değillerdi.”3 Burada, yeni fethedilmiş çevrelerdeki “siyasi ve içtimai düzenin” nasıl bir tehlikeye maruz kaldığı örneklenmemiş. Anlaşılıyor ki, Beyliğin kurulmasında hizmeti geçen Bâtıni güçler, yani Alevi Türkmenler, önderleri Babalar ve Gazi-Abdallar aracılığıyla iktidardan pay istiyorlardı. Osman ve Orhan Bey’lerin bölgedeki fetih siyasetinin “siyasi ve içtimai düzenini” beğenmiyor, eleştiriyorlardı. Bu konuda, Dimitar Angelov adlı Bulgar araştırmacının yazdıkları ilginçtir: “Orta Çağ Türk tarihyazıcılarının hemen tümü Osman ve Orhan dönemlerinden büyük övgüyle sözederler. Bu sultanların çok adil, asil ruhlu, erdemli, eşitlikçi, sadık ve alçakgönüllü oldukları sıkça vurgulanır. Olayları ve insanları aşırı derecede idealize
Sayı 46
SERÇEÞME
Sultan Orhan, derviş gazilerin bu dünya değil, “öbür dünya” ile ilgilenenlerini seviyordu. Bizans’tan ele geçirilen köy, kent ve geniş araziler yakınlarına bağışlanırken savaşçı derviş gaziler dışlanmıştı. Onlar tekkelerinde Tanrı ile söyleşip ibadette bulunsunlardı; dünyalık varlık nelerine gerekti? Yararlanan sadece Osman’ın kayınbabası Edebali oldu. Bilecik kentinin geliri ona bağışlanmıştı, çünkü ailedendi. etme hali ve yüksek övgüler, ne yazık ki, çağdaş Türk burjuva tarihçilerinde de bulunmaktadır. Osmanlı fetihlerini tarih içinde ‘uygarlaştırıcı ve ilerletmeci’ misyon gibi algılayıp sunuyorlar. Gerçekte tarihsel olaylar bize başka şeyler söylemektedir. Dönemin Bizanslı ve diğer yazarları, Küçük Asya’nın Türkler tarafından fethinin, yerli halk için gerçek afet olduğunu yazmaktadırlar...”4 Osman Bey (1299–1326), bu askeri şeflerden Hasan Alp ve Turgut Alp, Alp Konukyar’a Anghelokoma (İnegöl), Yar Hisar, Kara Tchepis gibi şehir ve kalelerden geniş paylar bağışlamış, yine büyük askeri şefi Alp Gündüz’e de Subaşılık bölgesini vermişti. Aile üyelerini de ihmal etmemiş, oğlu Orhan’a Kara Hisar’ı, kayınbabası Edebali’ye de Bilecik kentinin gelirini bağışlamıştı. Anlaşıldığı kadarıyla, Sultan Orhan şeyhlerin, derviş gazilerin bu dünya değil, “öbür dünya” ile ilgilenenlerini seviyor, koruyordu. Bizans’tan ele geçirilen köy, kent ve geniş araziler Osman ve Orhan tarafından yakınlarına bağışlanırken savaşçı derviş gaziler dışlanmıştı. Onlar tekkelerinde Tanrı ile söyleşip ibadette bulunsunlardı; dünyalık varlık nelerine gerekti? Bundan yararlanan sadece Osman’ın kayınbabası Edebali oldu. Bilecik kentinin tüm geliri ona bağışlanmıştı, çünkü ailedendi. Baba İlyas’ın ardıllarından ve Hacı Bektaş’ın yoldaşı Edebali’ye tanınan bu ayrıcalık, yine Baba İlyas’a bağlı bir Babai dervişi ve Hacı Bektaş’ın yoldaşı Geyikli Baba ve ardılı Abdal Musa’ya tanınmamıştı. Üstelik cezalandırma, Osmanlı topraklarından çıkartma yoluna gidilmişti. Oysa beyliğin kurucusu Osman’ın, kendi oğlu Orhan’a yaptığı öğütlerinden ilki, “dini ve dünyevi bütün olaylarda, maddi ve manevi bütün konularda senin ahvalde öncün ve amelde rehberin Muhammed Mustafa’nın şeriatı ve (Sünni inancına aykırı olarak–İK) Ali’nin yolu olsun”dur.5 Buna rağmen Orhan Bey, Ali yolu izleyen Alevi-Bektaşi inançlı Türkmenleri yönetimden uzaklaştırarak ikiyüzlülüğünü açıkça ortaya koymuştur. Aslında Osman Bey’in kendisi de Hacı Bektaş’ın yoldaşı ve kaynatası Edebali’nin, “Ey oğul! Beysin... Bundan sonra öfke bize, uysallık sana... Güceniklik bize, gönül almak sana...`Suçlamak bize, katlanmak sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana...’’
Ekim 2008
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA 1914 - 15 Ekim 2008
gibi güzel öğütlerini yerine getirdiği ve Ali yolunu izleyenlerin gönlünü aldığı, çatışma ve anlaşmazlıkları gidermekte adaletli davrandığını söylemek olası değildir; en yakınlarını kayırarak kurmaya çalıştığı hanedanlığı güçlendirmeyi görev bilmiştir.
Abdal Musa’nın Finike çevresine yerleşmesi ve Teke Beyi ile Mücadelesi Her şeyden önce Abdal Musa Velâyetnamesi’nde, Osmanlı tarihyazıcılarının çoğunun ısrarla yazmalarına rağmen, Orhan’dan (1326–1362), dolayısıyla ilk Osmanlılarla ilişkilerinden tek söz etmemektedir. Belli ki Osmanoğlu Orhan’a karşı hiç de dost olmayan bir tavır içindedir. Velâyetname-i Abdal Musa’da geçen çok önemli birkaç olay vardır:
1) Abdal Musa Sultan’ın Teke Beyi ile savaşıp
Genceli’yi alması, onu beylikten indirip oğlunu yerine geçirmesi, yeni Bey’in kendisini baba ve vezir olarak görmesiyle bölgedeki üstünlüğü.
2) Rodos cemaatı ile ilişki. 3) Aydınoğlu Gazi Umur’u
deniz kıyısında karşılayıp askerlerini doyurması ve kendisine kızıl börk giydirip Gazi unvanı vermesi, Kızıl Deli Sultan’ı yanına katması. Abdal Musa ile Teke Beyi arasındaki bu savaş ilişkisi bizce, onun bu bölgeye yerleşmesi sırasındaki çıkartılan güçlükleri yoketme ve bölgeyi yurt edinme mücadelesidir. Bursa’nın fethinden (1326) az bir zaman sonra Osmanoğulları Beyliği topraklarından ayrılmak zorunda bırakılan Abdal Musa’nın - büyük olasılıkla, Karamanoğlu Mehmet Bey ve Prens Siyavuş (Cimri) başkaldırısından sonraki yıllarda doğup ilk gençliğini geçirdiğini düşündüğümüz bu bölgeye girmesi istenmemiştir. Teke İli’nde yaşayanların büyük çoğunluğu Alevi Türkmenler olduğundan, “bölgenin beyi olur” korkusu vardır. (Devam edecek)
Dışımızla İçimiz Görünenle Olmak Düşünmek Görünmeyenle. “Daha” adlı kitabından, 1943 FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA, 1914’te İstanbul’da doğdu. Asker çocuğuydu, öğrenimini değişik kentlerde yaptı. Kuleli ve Harp Okulu’nu bitirdi, subay olarak 15 yıl çalıştı, kendi isteğiyle askerlikten ayrıldı. 1959’da İstanbul “Kitap” kitabevini açtı. Yayıncılık yaptı, 1960-64 arasında “Türkçe“ adlı aylık bir dergi çıkardı. 1970’te yayınevini kapattı, sadece şiire yoğunlaştı. İlk yazısı Adana’da yayınlanan bir öyküydü. İlk şiiri “Yavaşlayan Ömür”, 1933’te çıktı. Şiirleri Varlık, Yeditepe, Türk Dili, Yön, Devrim gibi dergilerde yayınlandı. Dilin arılaştırılması çabalarına katıldı, 1970 sonrasında yoğunlukla çocuk şiirleri yazdı; çocuğun varlığı ile tanrının bilinemezliğini irdeledi. Türkiye’de ve dünyada birçok ödül kazandı, kitapları birçok dile çevrildi. “Şiirimizin çınarı” olarak anıldı. Yattığı yer ışık olsun
Ölü NOTLAR:
1 2 3
4
5
Elyazması, s.1, 2, 3. Elyazması, No. 26, varak: 46b–47b. M. Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi–I, s. 340. D. Angelov, “Certains aspects de la conquete des peuples Balkaniques par la Turcs’’ (Balkan halklarının Türkler tarafından fethinden bazı görünümler), Les Balkans au Moyen Age: La Bulgarie des Bogomils aux Turcs, London, 1978, s. 222-223. Belki bu konuda en son düşünülecek bir tarihçi olan İdris Bitlisî’nin Nuruosmaniye Kütüphanesi 3209 numarada kayıtlı Heşt-i Bihişt, 70a’dan aktaran Vural Genç, 20062007’de Mimar Sinan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Ana Bilim Dalı, Ortaçağ Tarih Programı’nda hazırladığı “İdris Bitlisî’nin ‘Heşt Bihişt’in Mukaddimesi ve I. Defteri’nin Tahlil ve Tercümesi” adlı basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s. 291.
Hangi mahallede imam yok, Ben orada öleceğim. Kimse görmesin ne kadar güzel, Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim. Ölüler namına, azade ve temiz, Meçhul denizlerde balık; Müslüman değil miyim, haşa, Fakat istemiyorum, kalabalık. Beyaz kefenler giydirmesinler, Sızlamasın karanlığım havada. Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım, Ki bütün azalarım hülyada. Hiçbir dua yerine getiremez, Benim kainatlardan uzaklığımı. Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar, Çılgınca seviyorum sıcaklığımı...
7
SERÇEÞME
KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ – BÖLÜM III
Tarihsel Bir Gerçeklik mi Ütopya mı? Haşim Kutlu İkinci bölümde, sunduğum konunun özellikle genç kuşaklar açısından anlaşılabilmesi için, tarihsel bir yolculuğa çıkmanın zorunluluğundan sözetmiştim. Bu bölümde bir başlangıç olması bakımından, konuya, soluğumun yettiği ölçüde, gidebildiğim kadar eski olandan başlayarak girmek istiyorum.
Putların Ormanından Geçiyoruz Hemen belirtmeliyim ki, konu bir kez böyle ele alındığında, bin yıllardan bu yana, katman katman üstüne örülmüş bir putlar ormanından geçerek ve aynı zamanda, bu putları kırarak gitme zorunluluğu vardır. Söz konusu Alevilik (Elewi=Elawi=Alawi) olduğunda, putlar ormanından geçmek, üstelik o putlarla vuruşmaya girerek gitmek, bin kez daha belâlı bir iş olmaktadır. Neden “putlar ormanı”dır ve neden “putları kırarak” gitmek zorundayız? Konumuzun sınırlarını zorlamamak bakımından sadece sonuçları itibarıyla kimi hususları buraya aktarmakla yetineceğim ve konunun akışı içinde yeri geldikçe de anımsatmağa çalışacağım. Her şeyden önce, bu gün tarih adına önümüze konulmuş olan tarih, yazılı olduğundan bu güne, aslında, en doğru ifadeyle bir “sansür tarihi”dir. Tarih yaşanmıştır, ama yaşandığı gibi yazılmamıştır. Gelişmenin her tarihsel uğrağında, uğrağa hükmeden irade, tarihi kendisiyle başlatmış; öncekini “yok” sayması bir yana, kendi tarihini de kendisinden önceki bütün zamanlara yaymıştır. Örnek olsun, tek tanrılı İbrahimî dinler tarihi, bir Semitik peygamberler tarihidir. “Orada halk yoktur” demek çok beylik bir belirleme olur, ben onu söylemeyeceğim. Dahası var; burada tarih, sadece “inananların” tarihi olarak gerçeklik kazanır ve bu bütün “insanlığın”, bütün yaşamın tarihi olarak sunulur. Tabiiki eril inanırların tarihidir. İnanmayanlar, bu bağlamda insan da sayılmazlar, yaşamın içinde de görülmezler!.. Bu gün modern toplumu, bir başka tanımlamayla kapitalist toplumu yaşamaktayız. Milliyetçilik ya da ulusçuluk olarak tanımladığım dinin peygamberleri (Kant’tan Hegel’e tekmil aydınlanma düşünürleri de modern toplumun peygamberleridirler) sözünü ettiğim tarihin “sansürlü” karakterine “akılcılık” ve “gerçekcilik” adına çok daha çetin bir sansür örtüsü çektiler. Kapitalizm öncesi dini, tüm bir üst yapıdan ayırarak, üst yapının, bir başka ifadeyle siyasal/organsal alanın tamamını, bir toplum formatı olarak kapsayan ve belirleyen dini, sadece bir “inanma” (öte dünya) alanına hapsettiler. Onu da “kişiye özel” olarak tanımlayıp, Anayasal düzenlerinde ancak bu koşulla, hukuken bir yer verip özgürlük tanıdılar. Siyasal alanın tamamını ise “ulusçuluk” denilen dinle tanımladılar. Buraya kadar her şey bir ölçüde anlaşılır bir sonuç, ama kendi yaptıkları bu ayrımı bütün zamanlara yaydılar. Bununla da kalmadılar bütün zamanları ulus formatı içinde değerlendirdiler. Bugün ulusçuluk, ulus formatı içinde bulunanlar için neyi ifade ediyorsa örneğin, binlere yıl önce yaşamış bir etnik/kandaş topluluk için de aynı anlamı taşıyor olarak gördüler. Önümüzdeki bütün modern tarih anlatımını bu format içinde bulursunuz.
8
Geldiğimiz aşamada, artık bu yaklaşım, yedi kat yerin dibine kanca atmış “Akasya kökü” gibi olmuştur. Bütün beyinler, Akasya kökleriyle kuşatılmış durumdadır, sökebilene aşk olsun!.. Akılcılık ve gerçekçilik adına yaklaşık üç asırdır klasikleştirilmiş bu yaklaşımın hegemonyası altında, tarihsel yolculuğa, günümüzden geçmişe doğru her yol alışınızda; kaçınılmaz olarak ve adım adım, “akıldışı” olarak kabul ettirilen, hurafelerle, masallarla yaşam kurmuş geçmiş atalara doğru yolculuk yaptığınız peşin hükmüyle, önünüze çıkan verilere bakar ve tanışık olmaya çalışırsınız!.. Modern topluma ya da akıl toplumuna en yakın olandan en uzak olan, cehalet ve vahşet damgalı atalarınıza doğru bu yargılarla yolculuk yaparsınız hep!.. Bir mühendislik ve mimarlık şaheseri, örneğin Piramitleri gördüğünüzde ya da kadim Kapadokya’ya yolunuz uzayıp da Derinkuyu yeraltı şehrinin kapısında durduğunuzda; hele de yeraltı şehrinin en az yirmi bin insana ev sahipliği yaptığını, bugün sadece üç katının ziyaretçilere açık olduğunu, ama su ve havalandırma kanallarıyla yeraltı şehrinin dokuz kattan oluştuğunu öğrendiğinizde, akılcılığın koşulladığı aklınız allak bullak olacaktır! Ne ki, klasik hale gelmiş önyargınız sizi terk etmeyeceği için sadece en fazla, bir turist kadar ilgili olacaksınız söz konusu yerlerle. Sormayacaksınız: “Binlerce yıl önceki atalarımız, cahil ve hurafelere, masallara inanan, ‘Kara böceklere’ tapınan secde eden atalarımız nasıl oluyor da böylesi şaheserleri yapabiliyorlardı?” “Müslümanların zulmünden kaçan” ya da biraz daha eski olsun, “Roma zülmünden kaçan” ilk Hıristiyanların yapıp, sığındığı yerler olduğunu, turist rehberlerinden öğrenerek, söz konusu önyargınızı rahatlatacaksınız! Aynı bölgede, benzer şekilde 35 tane daha yer altı şehri olduğunu, kimi belirlemelere göre toplam 200 bin insan barındırdığını, sadece bu gerçeğin bile, söz konusu kaçma ve sığınmalarla açıklanamayacağını sormak aklınıza gelmeyecek! Eğer gerçekten bu yeraltı şehirleri şu veya bu sebepten kaçma ve sığınma gereksinimi duyacak ve böylesi bir yeri inşa edecek kadar zorlandıkları söz konusu olsaydı; Anadolu ve Mezopotamya’nın, örneğin Kızılbaş atalarının, Yezidi ya da Sabii atalarının, bu coğrafyada delip, sığınak yapmadığı yer kalmaması gerekirdi. Ne ki, onların bu gün bile sığınabildikleri yerler, dağ koyaklarından öteye gitmemiştir. Önümde güncel bir örnek var: 27 tarihli Radikal gazetesinde bir haber olarak geçiyor ve Kapadokya’ya komşu (150 km.) antik bir yerleşim yerinin, yenilerde açığa çıkartılan antik Aşıklı Höyüğü’nden söz ediyor. Burada yapılan kazının sonuçlarından anlaşıldığına göre, antik höyük, on bin yıllık. On bin yıl önce burada “çevrecilik” yapılmakta, “beyin ameliyatı” yapılacak kadar bir gelişkinlikle birlikte, “Obsidyen ve nabit bakırı” işlenebilmekte vs. Kazıyı yapan heyet veriyor bu bilgileri. Bir de internet sitesi açmışlar aynı yer için: <www. asiklihoyuk.org>. Söz konusu Antik Anadolu ve Mezopotamya olduğunda, bu noktaya kadar haberin bir olağan dışılığı yok. Ne ki, yukardan beri söz konusu ettiğim yaklaşım açısından haberi ele
aldığınızda, vahameti anlamakta gecikmeyeceksiniz! Açıklamayı yapan bilim heyetinin söylediklerini kulakları duymuyor! Bütün bu bilgileri, sadece ve sadece bir nedenle aktarıyorlar: Turizme endekslenmiş kâr güdüsünün hizmetine bu bilgiler ne kadar ve nasıl sokulur, bilginin arkası ve önü bundan ibaret. On bin yıl önce, bu günkü adıyla Âşıklı’da “beyin ameliyatı” yapılıyormuş, bu ne demektir algılayabiliyor muyuz? “Hurafelere, efsanelerle, akıldışılıkla” malul “cehalet” çağının ataları, yine “cahil” olmaya beyinlerimizin kıvrımlarında devam ederken, ürettikleriyle keselerimizi doldurmaya devam edecekler demek ki! İşte sözünü ettiğim “putlar ormanı”ndan bir demet! Bu putlardan geçerek kadim geçmişe gitmeğe çalışacağız ve günümüzü anlamaya çalışacağız. Tabii bu sansürlü geçmişe, eklenen, yakıp yıkmaları hiç katmıyorum. Bu gerçeklik temelinde, bir noktadan sonra doğru olarak “tarih, bir sınıflar ve sınıf mücadeleleri tarihidir” şeklinde ele alınmış olsun, netice olarak, önündeki tekmil veriler, bu binlerce katmandan üst üste yığılmış sansür artığı veriler olduğundan ve ufku, bununla sınırlı olduğundan o da çarpık olacaktır kaçınılmaz olarak!
Eden Denilen Dünyasal Cennet İlk iki bölümde de işaret ettiğim gibi tarihsel yolculuğumuz; insanın sürü halinde, beslenebildiği ve barınabildiği yer buluncaya kadar gezgin olmak durumundan çıkıp, ilk toplum haline geldiği, barınabileceği ve beslenebileceği olanakları bizzat kendisinin ürettiği ilk yerleşim yerine dek sürecek. Toplum olmanın çekirdeğini oluşturan ilk Ocağa, toplum anatomisinin bütün özelliklerini içinde barındıran ilk çekirdek “hücre”ye olacak bu yolculuğumuz. O ilk çekirdek hücreyi anlamak, sonraki bütün toplum oluşumlarını, değişim ve dönüşümleri doğru anlamaktır çünkü. Bu bağlamda, otantik Alevi süreğinde “Rıza Şehri” olarak yer alan bu kadim geçmiş, bölgedeki toplumsal oluşumların hem yapılanmalarını hem de üzerinde yükseldikleri tekmil kutsallık kavrayışlarını derinden etkilemiştir. Tek tanrılı tarihsel evrede, tek tanrılı kutsallık zemininde oluşan toplumsal yapılarda, bir “tanrı ülkesi” ya da “öte dünya bahçesi” ya da “Göksel bahçe” olarak yer aldı. İsa’dan sonraki 4. yüzyıldan itibaren cennet-cehennem ikilemi içinde yaygınlık kazandı. Aynı zamanda inanırlarının bilinçaltlarına kazındı. Bu nedenle, kadim Rızalık Şehri’ne gitmeden önce, söz konusu dinlerde nasıl yer aldı ve nasıl bilinçaltlarına yerleştirildi, bunun üzerinde durmak istiyorum. Bir bakıma baştan sona doğru değil sondan başa doğru yolculuk yapacağız. Tabii ki vuruşarak yapacağız bunu. Semitik İbrahimî din süreğinin ilk kitabından Tevrat (Tora=Töre), bu başlangıç için yeterli olacaktır. Çünkü daha sonrakiler, bu süreği belki biraz daha “öte dünyalı”laştırarak, bu bağlamda da daha da olgunlaştırarak devam ettirdiler. Tekvin Bölümünün, İbranilerin 47 yıl sürdüğü belirtilen ünlü “Babil sürgünü”nden dönüş sonrası, yaklaşık İÖ 600’lü yıllarda kaleme alındığı biliniyor artık. “Çıkış” (Exodus) bölümü ilk yazılan bölüm olmakla beraber, yaratılışın yer aldığı Tekvin (Genesis) bölümü birinci bölüm olarak yer alır Tevrat’da. Aden, bu bölümde anlatılır. Şöyle anlatılır:
Sayı 46
SERÇEÞME “Ve Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe yaptı ve yarattığı Âdem’i oraya koydu. Ve Rab Tanrı, görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her ağacı ve bahçenin ortasında hayat ağacını ve iyilik ve kötülüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Ve bahçeyi sulamak için Aden’den bir ırmak çıktı ve oradan bölündü ve dört kol oldu. Birinin adı Pişon’dur; kendisinde altın olan bütün Havila diyarını kuşatır. Ve ikinci ırmağın adı Gihon’dur; bütün Kuş ilini kuşatan odur. Ve üçüncü ırmağın adı Dicle’dir; Aşur’un önünden akan odur. Ve dördüncü ırmak Fırat’tır” (Tekvin, 2: 8-14) Aden, birçok İbrani araştırması için, “tat” veya “zevk” alma anlamında tanımlanır. İnsanlığa zevk vermesi için Tanrının yarattığı bir bahçe olarak anlamlandırılsa da, gerçekte, Akatça bir sözcüktür. Bir anlamıyla “bozkır” demek olmakla birlikte, diğer anlamıyla tarımsal setlere yollama bağlamında “taraça” anlamına gelir ki, orijinal adına uygun olmasa da, İbrahimî dinlerince Rab Allah’ın topraktan yarattığı, ilk çiftçi atası Âdem’in bu işlevine de uygundur bu tanım. Tek tanrılı dinler, iki temel yapı üzerine otur tulurlar. Birinci yapı dünyasaldır ve tümüyle dünyasal olan maddi yaşam koşullarının düzenlenmesini esas alır. İkinci yapı ise Tanrı Dünyası ya da aynı bağlamda “öte dünya”dır ve yaşam sonrasını düzenler. Dinin kendisi bir “inanma” edinimi değildir, ama bu ikinci yapı “inanma”yı zorunlu kılar. Dinin temsil ettiği bütün bir kutsallık kavramı, bu ikinci ayak üzerinden oluşturulur ve dünyasal olanın tümünü belirler. Bunun dışında bir varoluş yoktur. Tekvin’in aktardığım konumuzla ilgili bölümünün anlatımından da kolayca anlaşılacağı gibi, bilinçaltına yerleştirilmiş “öte dünya” kutsallığının sultasından sıyrıldığınızda, hemen görebileceğiniz gibi Aden tümüyle dünyasaldır. Onu nerede bulabileceğimiz adeta sınırlarının bile belirlendiği haritasını önümüze koymaktadır. İlk elden, Dicle ve Fırat nehirlerinin suladığı, Kafkas-Toros-Zagros üçgeninin çevrelediği Bereketli Hilal’e, bir solukta ulaşıyoruz. Ne var ki, gördüğümüz haritaya oturtmakta zorlandığımız iki unsur hemen göze çarpmakta gecikmiyor. Dört nehirden ikisi, çizilen haritaya oturmakta zorlanıyor. Kimi araştırmacılar, bunların Fırat ve Dicle’nin kolları ya da Zap ve Aras ırmakları olabileceği üzerinde durmaktalar. Bu kabul edilse bile yine yerine oturmayan bir durum var. Dinin yazıcı önderleri, Gihon ve Pişon olarak adlandırdıkları nehirlerin de
hangi diyarlarda olduklarını yazmışlar. Buna göre, Pişon, “kendisinde altın olan bütün Havila diyarını kuşatıyor”; Gihon ise “bütün Kuş ilini kuşatan”dır. Sıra dışı saydığım kimi uzmanlar, aslında Aden’den kastın, söz konusu yer olmadığını, “kayıp kıta Mu” olduğu savlasalar da, bana göre kasıt son derece açıktır; açık olandan hareket etmeyi daha uygun buluyorum! Burada söz konusu Gihon ve Pişon nehirlerinin bulunduğu yeri ve bu nehirlerin hangileri olduğunu bulmak önem taşıyor. Aden için, özellikle de ilk köy devriminin gerçekleştiği yerlerden birine doğrudan işaret, Dicle ve Fırat’tır. O halde, diğerlerini belirlemek için bilinen başlangıç noktasından hareket etmek en doğrusudur ve işaret edilen diğer yerler çok uzakta olmasa gerektir. İbrani tarihçiler, “Kuş diyarı” olarak tanımladıkları yerin Mısır’ın güneyi (Sudan-Etiyopya) olduğu bilinmektedir. Burası Nil ile birlikte anıldığından, o halde Gihon, Nil’dir sonucuna varabiliriz. Altın, akgünlük ve akik taşının çıkarıldığı yerlere gelince, bu kez daha doğuya yönelmek kaçınılmazdır; Hindistan’ın batısı İndus vadisi söz konusu yerdir diyebiliriz. Tabii ki, haritamızın sorunu burada bitmiyor. Aden derken ayet, sabit bir yerden söz ediyor gibidir. Bizim belirlediğimiz alan ise söz konusu nehirlerle anılan dört kapılı bir alan oluyor! Kanıma göre, yazıcılar, Aden bilgisini, orijinal metinlerden almadılar. İkincisi kendileri ayrıca birikimlerini de araya kattılar. Bu bağlamda Aden derken tek bir yerden değil, Aden adı altında bir kavramdan, ilk yerleşim merkezlerinden, neolitik patlamanın gerçekleştiği ve yaşayanların zihinlerinde depremler yaratan ilk köy cennetlerinden söz ediyorlar, ama ana kutsallık tekleştiği için, ana kutsallığın has bahçesini de tekleştirerek sunuyorlar doğal olarak. Kuran, Âdem’den söz ettiği yerde, onun konulduğu yer olarak Aden’den söz ediyor, ama Tevrat gibi coğrafya belirlemiyor. Çünkü Kuran’da Rab Allah, eşsiz, benzersiz, mekânsız ve sıfatsız olarak tekleştirilmiştir. Dünyasal olandan tümüyle soyutlanmıştır. Tevrat ise bu konuda henüz “çoklu”dur. Dünyasal olanı da yeterince gizleyememektedir bu yüzden. Söz konusu bölgede uç veren dört uygarlık merkezinin ana rahmi olması bakımından da bu belirlemem, bana göre yerine oturmaktadır ki, bu uygarlık merkezlerinin temelini bu ilk Aden’ler atmıştır. Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve Arapa. Aden’in bir kavram olduğu yolundaki belirlemem bu açıdan da yerine oturmaktadır kanımca. (Devam edecek)
Haşim Kutlu’nun babası, Hacı Bektaş Veli Dergahı dervişi Kurban Baba’nın bir fotoğrafı. (Kılavuz Bakır arşivi)
Ekim 2008
Sirvart Karamanuk (Kalpakyan)
1 Aralık 1912 - 22 Ekim 2008
SİRVART KARAMANUK, (KALPAKYAN) İstanbul, Üsküdar’da 1 Aralık 1912 tarihinde doğan Sirvart Hanım, “Ermeni müziğinin büyükannesi” olarak bilinirdi. Ermenistanlı müzikolog Araksi Saryan’ın yazdığı biyografisi “Müziğe Adanmış Bir Hayat: Sirvart Karamanuk’un Yaşamı ve Eserleri” geçen yıl yayınlanmıştı. Ailesi, on dokuzuncu yüzyılda Kayseri’den göçmüştü. Beş kardeşin en küçüğüydü. Beş yaşındayken ablası ile birlikte piyano dersi almaya başladı. Tehcir, savaş ve mütareke yıllarında ağır bir hastalık geçirdi. Müzik ve nazım ezberleri tedavisi oldu. İdadi’den sonra İstanbul Belediye Konservatuarı’na girdi; 1939’da mezun oldu. Konser piyanisti oldu ve konservatuarda ders veren ilk Ermeni hoca olarak çalıştı. Ne var ki evlendiği eşi Amasyalı bir tehcir çocuğuydu; okuyamamış, ticarete atılmıştı. Kendi anlatımıyla kocası, “Anadolu erkeğiydi, kıskanç!”, çalışmasına izin vermeyince, besteciliğe yöneldi. Ermeni okullarının korolarını çalıştırdı, dayanışma için hayır kurumlarında çalıştı. İlk bestesini 1940 yılında piyano için yazdı. Bestecilik konusunda kendisini yetiştiren sanatçı koro ve orkestra için büyük boyutlu eserler besteledi. Eserleri arasında ilk akla gelen ,“Akhtamar” isimli senfonik şiiridir. Van Gölü’nün ortasındaki Akhtamar Adası ve üzerindeki Kutsal Haç Kilisesi’nin geleneksel söylencesi “Akh Tamar!” üzerine olan bu bestesi çok ünlüdür. Sinemaya da uyarlanmıştır. Ünlü Ermeni şair Bedros Turyan’ın şiirlerinden bestelediği şarkılar da büyük beğeni kazanmıştır. Ayrıca çocuklar için bir operet, çeşitli çocuk şarkıları ve yaylı çalgılar için çeşitli eserler bestelemiş, dini müziklerin aranjmanını yapmıştır. Besteleri çeşitli ülkelerde, ünlü yorumcular tarafından çalınmış ve kayda alınmıştır. 1999 yılında, Erivan’da Aram Haçatur yan Müzesi, onun eserlerinden oluşan bir konser organize etmişti. Bir yıl sonra aynı repertuar, Erivan’ın en önemli sanat merkezinde yeniden yorumlanmıştı. Yattığı yer ışık olsun.
9
SERÇEÞME
HACI BEKTAŞ VELİ KÜLTÜR VE TANITMA DERNEĞİ’NİN İSİM DEĞİŞİKLİĞİ ÜZERİNE ÖRGÜT YÖNETİCİLERİ İLE SÖYLEŞTİK
Güler misin, Ağlar mısın? Ahmet Koçak
S
ANIYORUM 10 Eylül 2008 tarihli Evrensel gazetesinde, “Alevi Kültür Derneği kuruldu” başlıklı haber okuyan herkesi şaşırtmıştır. Yıllardır Alevi-Bektaşi kamuoyunda olup bitenleri yakından takip eden birisi olarak biz de şaşmadık dersek yalan olur. Aslında bu haberin, işi bilenler nezdinde haber değeri yoktur. Bakın haberde önemli neler var: “Uzun yıllardır kendilerine yasak kılınan ‘Alevi’ adını aldıklarını belirten Özdil, ‘Alevi Yol önderleri’ diye nitelendirdikleri Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal gibi çok sayıda dernek kurulmasının nedenini ‘Alevi’ adının yasaklanmasına bağladı. Özdil, ‘Adımız yasaklı olmasa idi belki bugün bu kadar farklı isimde derneğin kurulmasına gerek kalmayacaktı’ dedi.” (Evrensel, 10 Eylül 2008) Sayın Özdil’in bu açıklamasını okuyunca “güler misin, ağlar mısın” deyimi aklımıza geldi. Bilene, Alevi adı altında dernek kurma sorunu yıllar önce aşılmıştır, artık bu kazanılmış bir haktır.
Bu isim Alevi-Bektaşi Federasyonu, AleviBektaşi Eğitim ve Kültür Vakfı, Alevi Vakıfları Federasyonu ve İzmir Narlıdere Alevi-Bektaşi Derneği kurularak daha önceden meşrulaştırılmıştı. Bunu bilmeyen Alevi örgüt yöneticisi olduğunu da sanmıyorum. Bu nedenle şaşırdık. Haberin tamamını okuyunca şaşkınlığımız yerini hayrete ve sorulara bıraktı. 1) İsim değişikliği niçin olağan kongrede yapılmadı? 2) Yapılan olağanüstü kongre ilgili çevreleri kucaklayacak biçimde duyuruldu mu? Bunun için hangi araçlar kullanıldı? TV, gazete, vb, gibi! 3) Örgütlü Alevi hareketi açısından Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği (HBVKTD) adı ne gibi yetersizlikler içeriyordu? Bu kapsamda ad değişikliğinin geleceğe yönelik gerekçeleri neler olabilirdi? Kafamızda oluşan bu soruların yanıtını tabii ki muhataplarından alabilirdik. Biz de öyle yaptık. Kendileri daha önceki dönemlerde, telefon görüşmelerimizi kabul etmedikleri için bu sefer e-posta yoluyla denedik. Sayın Tekin
Kongreden haberimiz olmadı. Çağırılmadık da. Sonradan öğrendik. Belki bize ulaşamamışlardır. Aceleye gelmiştir ya da öyle uygun görmüşlerdir, bilemiyorum
Belki Hacı Bektaş Derneğimiz daha kapsayıcı olacağı inancıyla adlarını değiştirdiler. Hayırlı uğurlu olsun. Başarılar dileriz arkadaşlarımıza
Özdil’e konuyla ilgili sorularımızı yanıtlaması için 25 Eylül 2008’de bir e-posta gönderdim. Bu e-postaya Tekin Özdil’in yanıt vermemesi üzerine, e-postanın ulaşmama ihtimalini düşünerek Vakfı telefonla aradım. Telefona bakan Vakıf görevlisi Altun Hanım’a Tekin Bey ve Ercan Bey’e e-posta yollamak istediğimi, nasıl ulaşacağımı sordum. Bunun üzerine Altun Hanım kişisel e-posta adresini vererek kendisinin ulaştırabileceğini söyledi. 17 Ekim’de bu adrese gönderdiğim e-postaya da dergimiz basıma girene kadar yanıt gelmedi. Bu iki yöneticimiz sorularımıza ne zaman yanıt verirlerse yayınlayacağımızı peşinen söyleyelim. Konunun diğer muhataplarını arayarak söyleşilerimizi yaptık. İzmir’de Selahattin Özel ile söyleşiyi İsmail Yıldırım can yaptı. Yönetici arkadaşlarımızın polemiği derinleştirmemek bakımından çok temkinli konuşmalarına karşın söyleşilerdeki çarpıcı yanları göreceksiniz. Yapılan olağanüstü kongreden üst örgüt ABF yöneticilerinin yanısıra eski HBVKTD yöneticilerinin bile haberdar olmaması durumun vahametini anlatmaya yetiyor sanırım. sayıcı olacağı inancıyla adlarını değiştirdiler. Hayırlı uğurlu olsun. Başarılar dileriz arkadaşlarımıza. Bu ad değişikliğinin örgütlü Alevi hareketine getirisi neler olacak, yorumlar mısınız? Bir getirisinin olacağını sanmıyorum. Çünkü adlar burada çok önemli değil. Zaten Hacı Bektaş adı yeterince Aleviliği çağrıştıran, ona taç olan bir ad. Özü de o, içeriği de o. Dolayısıyla burada addan daha çok içerik önemli. Örgütlenmeye ne tür bir anlam atfettiğimiz, nasıl bir örgüt yarattığımız, nasıl bir mücadele çizgisi oluşturduğumuz bu nicel ve nitel anlamda nasıl büyüttüğünüz çok daha önemli. Yani şekil değil öz önemli?
Ali Balkız ABF Genel Başkanı HBVKTD’nin ismi 7 Eylül günü yapılan olağanüstü kongre ile “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirildi. Öncelikle yapılan bu kongreden haberiniz oldu mu? Oldu ise ne düşündünüz, neler yaptınız? Kongreden haberimiz olmadı. Çağırılmadık da. Sonradan öğrendik. Federasyona, yani size bağlı bir dernek kongre, olağanüstü bir kongre yapıyor ve üst örgütün genel başkanını çağırmıyor. Onların inisiyatifinde olan bir şey. Evet, bir çatı örgütüyüz, ama her örgütümüzün bağımsız hareket etme yetkisi de var. Bu tür kongrelere en azından nezaket gereği de olsa üst örgüt yöneticilerini çağırmak etik bir kuraldır. Böyle yapılması, haber verilmesi gerekir. Belki bize ulaşamamışlardır. Aceleye gelmiştir. Ya da öyle uygun görmüşlerdir, bilemiyorum.
10
Örgütlü Alevi hareketi açısından “HBVKTD” adının “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirilmesini siz de gerekli ya da zorunlu görüyor musunuz? Alevi-Bektaşi örgütlerinin ilk kuruluşlarını anımsayacak olursak Alevi ya da Bektaşi adıyla örgüt kurmak yasaktı. Bunu “Alevi-Bektaşi Kuruluşlar Birliği’nin” kuruluş aşamasında ancak Yargıtay’dan aldığımız kararlarla yapabildik. Sonrasında da Avrupa Birliğine Uyum Yasaları çerçevesinde çıkan yeni dernekler yasası bunu daha kolay hale getirdi. Öncesinde bu olanağımız olmadığı için Alevi ulularının adıyla dernekler kuruluyordu. İşte Pir Sultan, Hacı Bektaş, Abdal Musa, Hüseyin Gazi, Yunus Emre gibi Alevi ulularının adıyla dernek kurulabiliyordu. Bu yasa değişikliği sonrasında belki daha kapsayıcı olur düşüncesiyle hoş o günlerde bu olanaklı olsaydı tek tek Alevi ulularının adıyla anılan dernekler yerine doğrudan Alevi-Bektaşi adını alan derneklerin kurulması belki daha yerinde olacaktı. Ama olanaklı değildi o yıllarda. Belki Hacı Bektaş Derneğimiz de böyle bir ihtiyaçtan, daha kap-
Elbette. Yani Hacı Bektaş Derneği olmakla, Alevi-Bektaşi Derneği olmak arasında ismin getireceği bir artının olduğunu düşünmüyorum. Sayın Özdil’in basın açıklamasında “Alevi” ismini meşrulaştırmak adına böyle bir değişikliğe gittikleri anlaşılıyor. Peki, bu isim “Alevi Bektaşi Federasyonu” kurularak daha önceden meşrulaştırılmamış mıydı? Hacı Bektaş Derneklerimiz büyük bir dernek. Çok şubeli bir dernek... Böyle bir isim değişikliği yaparak, Alevi-Bektaşi adının der neklerimiz aracılığıyla daha da bir yaygınlaşmasını murat ettiler belki. Daha da yaygınlaştırmak adına... Bahsettiğimiz örgütler vardı, Alevi-Bektaşi Federasyonu vardı. Semah Kültür Vakfı’nın adını değiştirerek sonradan Alevi-Bektaşi adını aldığını biliyoruz. Narlıdere Alevi-Bektaşi Kültür Derneği’nin adında da Alevi ve Bektaşi sözcüklerinin olduğunu biliyoruz. Bunlar hep örnek. Arkadaşlarımız 70–80 şubenin de tabelasında “Alevi-Bektaşi” adı yazılsın, daha bir yaygınlaşsın, daha da bir meşruiyet kazansın düşüncesini taşımış olabilirler.
Sayı 46
SERÇEÞME
Alevi kelimesinin Türkiye’de artık meşruluk sorunu yoktur. Arkadaşlar bunda bizim de bir katkımız olsun diye böyle bir beyanda bulunmuş olabilir Bu olayı ilk kez sizin dergiye geldiğim zaman duydum ve şok oldum
Kazım Genç ABF Genel Sekreteri “HBVKTD’nin” ismi 7 Eylül günü yapılan olağanüstü kongre ile “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirildi. Öncelikle yapılan bu kongreden haberiniz oldu mu? Oldu ise ne düşündünüz, neler yaptınız? Resmi olarak haberim olmadı. Gayri resmi olarak haberim oldu. Arkadaşlarımızın derneğinin adını değiştireceklerine ilişkin duyumlar aldık. Federasyonda danışma kurulu toplantısı yapmak istiyorduk. Onların o günkü toplantılarıyla çakışacağı söylendi. “Ne toplantısı” diye sorulması durumunda; “isim değişikliğine” ilişkin bir olağanüstü genel kurul yapacaklarını duyduk. Ben şimdi ABF genel sekreteriyim. Federasyonumuza bu konuda bir davet gelmedi. Örgütlü Alevi hareketi açısından HBVKTD adının “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirilmesini siz de gerekli ya da zorunlu görüyor musunuz? Tabii bunu bulunduğum noktadan bakarak cevaplandırmak durumundayım. Bu örgütümüz, HBVKTD, Federasyonumuza bağlı. Hem şube anlamında hem de üye anlamında kitlesel katılımlı bir örgüt. Bu örgütümüzün genel merkez yöneticilerinin tabanlarıyla tartışarak, konuşarak bir isim değişikliği konusunda görüş oluşturmaları ve sonra genel kurul yaparak da bu görüşlerini resmi hale getirmeleri bu örgüte üye olan arkadaşlarımızın takdirleridir. Bize düşen o takdire saygı göstermektir. Bu ad değişikliğinin örgütlü Alevi hareketine getirisi neler olacak, yorumlar mısınız? Değişikliğe neden ihtiyaç duyduklarını arkadaşlarımızla paylaşmadık yani böyle bir sohbetimiz olmadı. Değişikliğe neden ihtiyaç duyduklarını ve değişikliğin arkasında neler düşündüklerini detaylı bilmiyorum. Yani bize hiçbir şekilde yansıtılmadı. Ben kişisel olarak bilmiyorum en azından. Arkadaşlarımız bir isim değişikliğiyle, belki yeni bir heyecan yaratmak istemiş olabilirler. Ama daha resmi olarak kullanmaya başlamadılar. Tüzük değişikliğini ve isim değişikliğinin valilikten onaylanmasını bekliyorlar. Yaşayalım da bir görelim bakalım bir heyecan olacak mı, nasıl olacak? Şimdiden bir değerlendirmede bulunmak öngörüdür. Öngörüde insan yanılabilir. Yanılmayalım. Sayın Özdil’in basına açıklamasından “Alevi” ismini meşrulaştırmak adına böyle bir değişikliğe gittikleri
Ekim 2008
anlaşılıyor. Peki, bu isim “Alevi Bektaşi Federasyonu” kurularak daha önceden meşrulaştırılmamış mıydı? Türkiye’de son 5–6 yıldır Alevi ismi meşrulaşmıştır artık. Yani bundan on beş yıl önceye dönüp baktığımızda televizyonda bir yurttaşımızın çıkıp “ben Alevi’yim” demesinin çok zor olduğunu, yazılı yayın organlarında yazanların Alevi kimliğinde yazmalarının çok zor olduğunu hatırlıyoruz, biliyoruz. Ama özellikle Alevi-Bektaşi Kuruluşlar Birliği Derneğinin mahkeme tarafından kapatılması sonrası yürütülen çalışmalar ve verilen hukuki mücadele. Sonra Yargıtay’ın 2002 Ekim ayında vermiş olduğu, bu isimle dernek kurulmasının yasak olmadığı yönündeki kararı. Ve daha sonra 3 Ekimde Ankara valiliğine dilekçe verip kurmuş olduğumuz ABF’nin Alevi adıyla kurulmuş olması. O tarihten sonra Türkiye’de her platformda, her alanda, her söylemde Alevi kelimesini, Alevi kimliğinin öne çıkartması bu meşruluğu kamuoyuna maletmiştir. Alevi kelimesinin Türkiye’de artık meşruluk sorunu yoktur. Arkadaşlar bunda bizim de bir katkımız olsun diye böyle bir beyanda bulunmuş olabilir ama Türkiye’de Alevi kimliği, Alevi adı artık meşrudur.
İsmail Metin ABF Genel Başkan Yardımcısı “HBVKTD’nin” ismi 7 Eylül günü yapılan olağanüstü kongre ile “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirildi. Öncelikle yapılan bu kongreden haberiniz oldu mu? Oldu ise ne düşündünüz, neler yaptınız? Bu olayı ilk kez sizin dergiye geldiğim zaman duydum ve şok oldum. Yani böyle bir kongre yapılmasını, isim değişikliğini… Yine de kongrenin yapıldığına dair haberimiz yok. Belki de yapılmadı. Belki de usulü bir kongre yapıldı, tamamen bilmiyoruz yani. Kongre 7 Eylülde yapılmış. Haberimiz yok, yapıldıysa bile. Mesela biz burada karşı liste çıkarmış grubuz. O listenin ikinci sırasındaki birisiydim. En azından çağırılması gerekir. Alevi Bektaşi Federasyonunun yönetimindeyiz. Federasyonla da aynı binadayız. Yani bunu bize nasıl duyurmamışlar, nasıl engellemişler, nasıl becermişler hayret. Aynı binada çalışıyorsun, ama senin bugün gelişen şeyden haberin yok. Haberiniz olmadı. Tepkiniz neler oldu daha sonra? Ben aslında yapı olarak şunu her zaman düşündüm: Alevi dernekleri içindeki sorunları hiçbir zaman kamuoyu önünde söylememek-
ten yanaydım. Ben hiçbir yerde bu sorunların üzerinde durmadım. Olumsuz bir şey konuşmam. Çok olumsuz şeylere rastlıyorduk. Genel kurulda da rastladık. Ama olumsuz yönüne hiç değinmedik. Örgütlü Alevi hareketi açısından HBVKTD adının “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirilmesini siz de gerekli ya da zorunlu görüyor musunuz? Gerekli görmüyoruz. Gerekli görülecek pozisyon yok ki. Artı Hacı Bektaş isminin de geri plana atılmasıdır. Evet, Alevi kelimesinin ihtiyacı duyulabilir Türkiye’de. Yüzlerce der neğin isminde Alevi kelimesi var. İstanbul Dudullu’daki Bilim Kültür Cem Vakfı’nı kurmuştuk. İlk kez resmi olarak Alevi kelimesini orada geçirdim ben. Lütfi Kaleli de mahkemeyi kazanmıştı. Ondan beri yüzlerce derneğin isminde var. Bizim köy derneği olmasına rağmen Alevi kelimesi onun içinde bile var. Peki, katkıda bulunabilir mi? Bulunabilir tabii. Alevi kelimesi konulur, ama bütün Türkiye’de örgütlenmiş bir geleneğin, kendi ismini terk edip Alevi kelimesini alması çok acayip bir olay. Onu da geçtik, Hacı Bektaş kelimesinde ne vardı ki? Herkes o amaçla örgütlenmiş. Peki, bu ad değişikliğinin getirisi ne olacak sizce? Hiç. Kesinlikle bir getirisi olmaz. Çünkü bu dernek Hacı Bektaş Derneği, Hacı Bektaş ismiyle tanınıp toplanmış. Sayın Özdil’in basın açıklamasından “Alevi” ismini meşrulaştırmak adına böyle bir değişikliğe gittikleri anlaşılıyor. Peki, bu isim “Alevi Bektaşi Federasyonu” kurularak daha önceden meşrulaştırılmamış mıydı? Açıklayıcı değil. Kesinlikle onunla alakası yok. Tamam, bu, duvara bir tuğla koyma düşüncesi olabilir, buna bir şey demiyorum. Ama Türkiye’deki Alevilerin ismini açıklamasına değil, hak kazanmaya ihtiyacı var. Bu dernek onu yapacağına, ne hak kazanmış veya hak kazanma adına ne yapmış, buna bakmak lazım. Hakikaten Aleviliğe katkıda bulunmak istiyorsa, Aleviliğe katkısı olsun istiyorsa, bir hak kazandırması lazım! Devlet nezdinde bir şey elde etmesi lazım! Bu yönlü bir çaba sarf etmesi lazım! İsmini Alevi kelimesi koymasıyla da Aleviliğe bir faydası olur, ama bu sorunun cevabını karşılamıyor kesinlikle. Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı? Şunu söylemek istiyorum. Bu tamamen kötü niyetle yapılmış bir harekettir. Ben öyle görüyorum. Bunun içinde başka gruplar, başka insan(Devamı 12. Sayfada)
11
SERÇEÞME (Baştarafı 11. Sayfada)
Resmi davet almadık. Tesadüfen haberimiz oldu. Gündemlerinin isimlerini “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirme olduğunu öğrendiğimde böyle bir ihtiyacın nereden doğduğunu merak ettim doğrusu
Güler misin, Ağlar mısın? lar var, çağırırlardı, oturup bir değerlendirme yapardık. Biz yönetimdeyken de muhalefeteyken de onların getirmiş olduğu önerilere hiçbir zaman yok demedik. Çünkü yöneticiler rahat etsinler dedik. Bütün kararları imzalamışızdır. İmzalamadığımız hiç bir kararları olmadı. Gelip, “böyle düşünüyoruz” deselerdi en azından fikrimi söyleyerek yine destek olurdum. Örgüt tabanına bu ulaştırılmamış öyle mi? Biz de yüzde kırk oy aldık, bizim de en az bundan haberimiz olması gerekmez miydi? Kesinlikle haberimiz yoktu. Ben hayret ettim nasıl gizlemişler. Aynı binada federasyon çalışması yapıyoruz. Siz aynı zamanda federasyonda yöneticisiniz değil mi? Federasyonun ikinci başkanıyım. Nasıl bizden gizlemişler, nasıl başarmışlar hayret ettim. İnsanlar başka zaman bir telefon açıp toplantıya çağırıyorlar ya da görüş istiyorlar da bunda niye böyle bir şey yapmadılar? Niye bir haber vermediler? Madem bu kadar doğru iş yapıyorlardı, biz de takdir eder, kendilerini alkışlardık. Öyle değil mi? Kaldı ki bu zihniyet genel kurula da yansımıştı, en son genel kurula... Fakat biz buradan çıkıp mahkemeye gitmedik. Mahkemeye gitsek anında bu genel kurul iptal edilebilirdi. Dernekle ilgili radikal kararlar aldılar, bizim delegelerimizi düşürdüler. Şu anda tam detayını bilmiyorum, ama aldığı kararlarla delege olmayan dernek yönetimine aday olamayacak. Böyle bir tüzük maddesi yok. Üye şu anda derneğin yönetim kuruluna aday olamıyor. Böyle bir şey olabilir mi? Delege olmayan yönetim kuruluna aday olamıyor!
Av. Fevzi Gümüş PSAKD Genel Başkanı HBVKTD’nin ismi 7 Eylül günü yapılan olağanüstü kongre ile “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirildi. Öncelikle yapılan bu kongreden haberiniz oldu mu? Oldu ise ne düşündünüz, neler yaptınız? Genel kurul için resmi davet almadık. Tesadüfen haberimiz oldu. Gündemlerinin de isimlerini “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirme olduğunu öğrendiğimde böyle bir ihtiyacın nereden doğduğunu merak ettim doğrusu… Çünkü Türkiye’de Alevi hareketi bugüne kadar yol önderlerinin isimleri ile örgütlendi. Bir yandan yol ulularının öğretisine sahip çıkarken bunun doğal gereği olan Alevi öğretisinin yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması için çaba harcadılar. Alevilerin güncel sorunlarının çözümü için çalıştılar, güncel talepleri için kamuoyu oluşturdular. Hacı Bektaş Veli Dernekleri yöneticilerinin tercihine saygı duyabiliriz. Ancak kişisel kanaatim bunun gerekli olmadığı, ihtiyaç olmadığı yönündedir. Peki, neler yaptınız? Kongrenin bir bölümünü izledim. Konuşmaları dinlemeye anlamaya çalıştım. Yönetici Arkadaşlar, “kök adlarına dönmek istediklerini, bugüne kadar Aleviliğin üzerinde bulunan
12
yana güçler açısından da bir tarihsel ifadeyi, duruşu açığa çıkardığı için bütün bunlarla beraber biz Pir Sultan Abdal’ı kavradığımız için böyle bir isim değişikliği gündemimizde yok. yasaktan kaynaklı böyle bir ihtiyacın artık kalmadığı, yurt hattındaki örgütlenmelerin Alevi adıyla örgütlenmesinin daha doğru olduğunu” ifade ettiler. Belirttiğim gibi bu bir tercihse buna saygı duyabiliriz, ama çok gerekli ve ihtiyaç duyulan bir değişiklik miydi bunu tartışabiliriz. Benim kişisel değerlendirmem ihtiyaç olmadığı yönündedir. Şu ana kadar yapamadıkları neler vardı, bu isim değişikliğiyle yapabilecekleri? Bunu zaman gösterecek. Ama tabii şube örgütlenmeleri açısından durumu değerlendirirsek; Alevi adıyla şubelerinin tabelalarını değiştirmeleri, bulundukları yerellerde, kasabalarda, kentlerde, şehirlerde eskiye göre daha Alevi eksenli bir pozisyon edinmelerini ve dolayısıyla o eksen üzerinden daha açık, anlaşılır, somut çalışma yapmalarının önünü açabilir. Daha önce Hacı Bektaş Veli ismiyle bu açılmıyor muydu? Hacı Bektaş Veli ismi yeterince Alevliği çağrıştırmıyor mu? Tabi Pir Sultan ismi... Pir Sultan Abdal ile ilgili algılama farklı, ama Hacı Bektaş Veli ismi üzerindeki resmi bakışın yarattığı tahribat nedeni ile örgütlenme doğrudan Alevi ismini çağrıştırmayabiliyor. Neden? Genel olarak devletin resmi politikasının bir parçası olarak Alevi Yol Önderleri üzerinde yarattığı tahribat, asimilasyon, onları gerçek tarihsel ve inançsal yapılarından koparma çabası toplumda da doğal olarak karşılık buluyor. Bundan da en fazla payı Hacı Bektaş Veli’nin, Yunus Emre’nin aldığını biliyoruz. Maalesef gerçeklik böyle! Hacı Bektaş’ın resmi devlet bakışı içinde nasıl sunulduğunu hepimiz biliyoruz. Anadolu’da bir kasabasında Hacı Bektaş Veli ismi bu Sünni çağrışım üzerinden de algılanabilir. Böyle bir risk var. Dolayısıyla yönetici arkadaşlarımız bu algılamayı, bu riski ortadan kaldırmak ve doğrudan kök adlarıyla, tarihsel isimleriyle anılmak ve oradan toplum üzerinde bir algı ve kavrayış oluşturmak istemiş olabilirler. Peki, Pir Sultan örgütü olarak siz böyle bir şeye gereklilik duydunuz mu? Pir Sultan Abdal resmi devlet bakışından en az etkilenen Alevi inanç önderidir. Pir Sultan Abdal tarihsel olarak bir inancın, bilincin ve direncin sembolleşmiş ismidir. Haksızlığa karşı haklıdan yana, baskıya, zalime karşı haklıdan ve halktan yana bir duruşun adıdır. Dolayısıyla sadece Aleviler açısından değil, genel olarak toplumdaki tüm soldan, emekten, eşitlikten
Bu isim değişikliğinin örgütlü Alevi hareketine getirisi ne olacak? Siz anladığım kadarıyla Pir Sultan Abdal ile Hacı Bektaş Veli’nin toplumdaki algılanışının bu adlarla kurulan örgütlenmeler arasında toplumun bakışı bakımından da farklılıklar yaratığını düşünüyorsunuz. Hacı Bektaş Veli, Aleviler için Yol’un öncüsü, önderi, yörüngesidir. Dergâhının bulunduğu Hacıbektaş ilçesi Alevilerin Serçeşmesi’dir. Fakat bizim algılamamız ile bir bütün olarak toplumun algılayışı resmi bakışın olumsuz etkisinden kaynaklı örtüşmeyebiliyor. Hacı Bektaş Kültür Derneklerinin merkezi yöneticileri ile ideolojik ve nüanslar dışında siyasi bir ayrılığımız yoktur. Zaman zaman örgütsel yönelimlerimiz farklılaşsa da bu böyledir. Sadece taşra örgütlenmeleri anlamında Alevi kimliğinin doğrudan vurgulanması ve o kimlik etrafında yürüyen mücadelede odaklanma anlamında bir farklılık olabilir. Bu isim değişikliği bu farklılığın ortadan kaldırılması anlamında işlevli olabilir. Alevi-Bektaşi süreğinde on iki ocaktan bahsedilir. Hacı Bektaş Veli kolu da bir ocağı, Mürşid ocağını temsil ediyor. Bunun dışında kalan ocakzade dedeler var. Bunlar kendilerini Hacı Bektaş Veli’ye eşdeğer gördüklerinden dolayı Hacı Bektaş ismine mesafeli davranıyor, yaklaşmıyorlar. Bunu mu anlatmaya çalışıyorsunuz? Bunu açıklayabilir misiniz? Bunu kastetmiyorum. Hacı Bektaş Veli ile ilgili resmi bakışın resmi görüşün O’nun hoşgörü ve sevgi timsali olduğu, ama onun arkasındaki öğretinin, inancın, derin insanlık felsefesinin ve bunun ismi olan Alevilik vurgusunun yapılmadığı yönündeki çabasından hepimizin bilgisi var. Bu bakımdan Hacı Bektaş Veli ismi üzerinden örgütlenmek Alevi kimliği üzerinde yürüyen mücadelenin kavranışında yerel düzeydeki örgütlenmelerde farklı algılanma gibi bir sonucu doğuruyor olabilir. Mesela Malatya’da Hacı Bektaş Veli adı ile örgütlenmiş bağımsız bir derneğin resmi devlet bakışının Alevileri asimilasyon çabasının sözcüsü olduğunu hepimiz biliyoruz. Sen böyle düşünmüyorsun. ‘Olabilir’ diyorsun. Malatya örneğinde olduğu gibi net bilgilerimiz var. Sonuçta isim değişikliğini bir tercih olarak gördüğümden olabilir diye ekliyorum. Olabilir. Arkadaşlarımızı bu isim değişikliğine sevk eden saiklerden biri de bu olabilir.
Sayı 46
SERÇEÞME
Yapılan Genel Kurul’dan haberim olmadı, yapıldıktan sonra öğrendim. Ben bu Derneğin Kurucu Genel Başkanlığını yapan birisiyim; benim dahi haberim olmadıysa, bir sorun, bir sıkıntı var demektir Yıllardır Alevi-Bektaşi diye hep laflarımızı beraber götürüyoruz. Bu birlik, bu beraberlik varken Bektaşi ismini buradan ayırmak hiç mantıklı gelmiyor Sayın Özdil’in basına açıklamasında “Alevi” ismini meşrulaştırmak adına böyle bir değişikliğe gittikleri anlaşılıyor. Peki, bu isim “Alevi Bektaşi Federasyonu” kurularak daha önceden meşrulaştırılmamış mıydı? Tabii Alevi ismiyle örgütlenmenin önündeki yasal engeller 2002 yılında kalktı ve o tarihten sonra Alevi-Bektaşi Federasyonu kuruldu. Türkiye’nin dört bir yanında da Alevi ismiyle dernekler kuruldu. Hubyar Sultan Derneği’nde olduğu gibi Alevi isminin eklenmesi örnekleri oldu. Dolayısıyla Alevi adı üzerindeki yasallık süreci aşılmış bir süreçtir. Ama şöyle düşünülmüş olabilir. Hacı Bektaş örgütlülüğü ciddi ve yaygın bir örgüttür. Yüze yakın şubelerinin olduğu ifade ediliyor. Çok yaygın bir örgütlülük! Bugün birçok sendikal anlamda örgütlülükle bile kıyaslanabilecek büyüklükte bir örgütlülüktür. Türkiye’nin yüz değişik bölgesinde örgütlü olmak çok küçümsenecek bir şey değil. Yaygınlaştırma anlamında özellikle taşra düzeyinde yerellere kadar yayma anlamında bu ismi, bu tabelayı asmak yaygın bir meşruluk zemini sağlayabilir. Böyle bakılıyorsa, bu tercih yabana atılabilecek bir tercih değildir. Şu andaki Federasyon yöneticileriyle Hacı Bektaş Veli Dernekleri’nin arasında bir sorun mu var? Dışarıya böyle bir yansıma veriyor gibi. Bununla ilgili neler söyleyeceksiniz? Mayıs ayında yapılan Alevi-Bektaşi Federasyonu genel kurulunda Hacı Bektaş Dernekleri yönetimlerin dışında durmayı tercih etti. Ama bu, Alevi-Bektaşi Federasyonu’nu yok sayma, çalışmaların dışında durma anlamında bir tavır değildi. Federasyonun her türlü olumlu çalışmasına destek olacaklarını ifade ettiler. Genel kurulda yaptıkları konuşmada bunu açıkça söylediler. İsim değişikliğinin ABF yönetiminin dışında durmayla ilgisinin olabileceğini düşünmüyorum. Kaldı ki Federasyon Türkiye kamuoyunda Alevilerin üst çatı örgütü olarak zaten algılanıyor. Üst çatı örgütünün belli olduğu, tanımlı olduğu koşullarda Alevi adını ön plana çıkaracak bir avantaj olarak değerlendirmek belki kısa vadede bir çözüm olarak görülebilir ama orta ve uzun vade çözüm değil. Yani gerçek ilişkiler, sahici ilişkiler hayatın bir yerinde zaten açığa çıkmaya mahkûmdurlar. Federasyon’un içindeyseniz Federasyon’un içindesinizdir. Federasyon Alevilerin birliğini bütünlüğünü temsil ediyorsa öyledir. Bunu belki geçici olarak koşullar olanaklı kılmayabilir. Ama bu geçici süreç geçti mi kamuoyunda bu gerçek görülür.
Ekim 2008
Selahattin Özel HBVKTD Kurucu Genel Başkanı HBVKTD’nin ismi 7 Eylül günü yapılan olağanüstü kongre ile “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirildi. Öncelikle yapılan bu kongreden haberiniz oldu mu? Oldu ise ne düşündünüz, neler yaptınız? 7 Eylül günü yapılan Genel Kurul’dan haberim olmadı. Genel Kurul, yapıldıktan sonra öğrendim. Kaldı ki, ben bu Derneğin Kurucu Genel Başkanlığını yapan birisiyim; benim dahi haberim olmadıysa, bir sorun, bir sıkıntı var demektir. Örgütlü Alevi hareketi açısından HBVKTD adının “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirilmesini siz de gerekli ya da zorunlu görüyor musunuz? Bugünkü koşullarda gerekli veya zorunlu görmüyorum. Bu ad değişikliğinin örgütlü Alevi hareketine getirisi neler olacak, yorumlar mısınız? Bu ad değişikliğinin bugünkü Alevi örgütlenmesine bir katkısı-getirisi olacağını düşünmüyorum. Kaldı ki, kullandıkları ismin (Hacı Bektaş Veli Derneği) Aleviliği çağrıştırmadığı gibi bir imaj vermesi de işin bir başka düşünülmeyen yönüdür. Zaten isim değişikliğinin bir katkı sağlayacağını düşünmüyorum. Sayın Özdil’in basına yaptığı açıklamasında “Alevi” ismini meşrulaştırmak adına böyle bir değişikliğe gittikleri anlaşılıyor. Peki, bu isim “Alevi Bektaşi Federasyonu” kurularak daha önceden meşrulaştırılmamış mıydı? Alevi-Bektaşilik zaten meşrudur; ancak yasal değildi. Alevilik-Bektaşilik yüzyıllardır meşrudur. Yeni meşru olmuyor. ABF de kurulduğunda meşruydu. ABF’yle birlikte yasallaşan ne oldu? Adı yasallaştı. Alevilerin inançsal boyutuyla, hakları ve talepleri yasallaşmadı.
Hacı Bektaş Veli ismi üzerinden örgütlenmek Alevi kimliği üzerinde yürüyen mücadelenin kavranışında farklı algılanma gibi bir sonucu doğuruyor olabilir.
Atilla Erden ABF GYK Üyesi, HBVKTD Bir Önceki Dönem Genel Başkanı HBVKTD’nin ismi 7 Eylül günü yapılan olağanüstü kongre ile “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirildi. Öncelikle yapılan bu kongreden haberiniz oldu mu? Oldu ise ne düşündünüz, neler yaptınız? Yok. İsim değişiklikleri ile ilgili kongre için bana bir bildiri, bir çağrı, hiçbir şey gelmedi. Onun için de katılmadım. Ancak kulaktan dolma duydum, hepsi o kadar. Ne gerekçeyle değiştirdiklerini de bilmiyorum. Pek olumlu da kabul etmiyorum. Olumlu gelmiyor bana. Çünkü 20 seneye yakın bir tarihi var. O isimle literatüre geçti. İsim yaptı. İşte belli yorumlar yapıldı. Hatta bazı tezlerde yer aldı ismi. Şimdi bütün bunlara rağmen ne gerekçeyle değiştirdiklerini hâlâ bilmiyorum Ahmetçiğim. Hiç doğru görmedim. Gerekli görmedim. Bu ad değişikliğinin örgütlü Alevi hareketine getirisi ne olacak, yorumlar mısınız? Ahmetçiğim, ben bir getirisi olacağını düşünemiyorum. Getirisinden çok daha ziyade, tartışma falan getirecek. Bu konuda bu kadar isim yapmış, yer yapmış, literatüre geçmiş, belli değer ölçüleri oluşmuş, belli örgüt oluşmuş... Sen birden bire ismini değiştiriyorsun. Ne getirir? Sadece tartışma getirecek... Gerekçesi ne? Zaten Alevi isimli bir sürü dernek var. Sayın Özdil’in basın açıklamasından “Alevi” ismini meşrulaştırmak adına böyle bir değişikliğe gittikleri anlaşılıyor. Peki, bu isim “Alevi Bektaşi Federasyonu” kurularak daha önceden meşrulaştırılmamış mıydı? Niye, “Hacı Bektaşi Veli” iken meşru değil miydi? Meşru olmadan yirmi sene nasıl hareket etti? Alevi ismi yasal olarak derneklere konmuyordu, bundan sonra biz bu ismimizi aldık, bu ismimizle yürüyeceğiz. Çünkü daha önceden ismimiz yasaklıydı diye söylüyor. Vardı. Federasyon var. Biz de çıktık bunu mahkemede müdafaa ettik. Mahkeme kararıyla bu hakkı aldık. Artık bundan on sene sonra tekrar böyle bir iddia pek akıllı gelmiyor bana Ahmetçiğim. Peki, ne olabilir gerekçe? Herhangi bir şeyin alt yapısı mı oluşturuluyor? Bunlarla ilgili duyumlarınız var mı? (Devamı 14. Sayfada)
13
SERÇEÞME (Baştarafı 13. Sayfada)
Güler misin, Ağlar mısın? Ahmetçiğim bunlar için hiçbir duyumum yok, kulaktan dolma şeyler var. Biliyorsun dedikoduyu hiç sevmiyorum. Bunu niye yaptıklarını inan ki çözmüş değilim. Halk Pir Sultandı, Hacı Bektaş’tı, efendim yok Tuncelililerdi kavga ediyor. Şimdi bir de bu girdi işin içerisine. Bence hiçbir mantığı yok bu işin. Bilemiyorum. Yanlış bir şey de söylemek istemiyorum. Bilmediğim bir niyet mi var? Meşrulaştırma davası konu değil, çünkü mahkeme kararıyla meşrulaştırdık zaten. Acaba bütün geçmişe sünger vurup da esas biz yapıyoruz falan gibi bir şeye mi kapıldılar? Ne yaptılar? Bunun örgütü toparlayacağı yerine dağıtacağı kanısındayım. Türkiye’de son zamanlarda bazı yayın organları aracılığıyla, “Alevi başkadır, Bektaşi başkadır. Bektaşiler sonradan gelmiştir. Efendim Osmanlı’nın Hacı Bektaş’a yolladığı adamlar sayesinde adamlar asimile edilmiştir,” gibi dedikodular var. Bunlara meydan vermekten başka bir şeye yaramaz bu. Bektaşi dediğimiz grubu neredeyse kendimize küstüreceğiz. Hiç mantıklı gelmiyor bana. Adam iyi niyetle ‘Ben Bektaşi’yim’ diyor. Anadolu Alevisiyle Bektaşisi felsefe olarak aynı! Ufak tefek pratikteki uygulamalar farklı olabilir. Şehirde daha çok kümeleşmiştir Bektaşilik, ama felsefe aynı. Ve yıllardır AleviBektaşi diye hep laflarımızı beraber götürüyoruz. Şimdi bu birliktelik bu beraberlik varken Bektaşi ismini buradan ayırmak hiç mantıklı gelmiyor. “Alevilik genel kapsayıcı Bektaşilik, Hurufilik, Kızılbaşlık vs gibi ifadeler de bunun alt başlığıdır” diyor Sayın Özdil. O öyle açıklayabilir, ama Türkiye’deki uygulama da böyle, yaşantı da böyle! Ve yaşantıda o zaman doğrudan doğruya Alevi Bektaşi demesi lazımdı. O niye dememiş o zaman? Vallaha bana pek akıllı gelmedi.
Hüseyin Yıldırım ABF Eski Örgütlenme Sekreteri ve HBVKD Eski Genel Sekreteri “HBVKTD’nin” ismi 7 Eylül günü yapılan olağanüstü kongre ile “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirildi. Öncelikle yapılan bu kongreden haberiniz oldu mu? Oldu ise ne düşündünüz, neler yaptınız? Kongreyle ilgili direk şahsıma bir çağrı olmadı. Ama delege olması nedeniyle eşimi telefonla aradılar, öyle bilgim oldu. İsim değişikliği olacağını, “tek gündemli bir genel kurul yapılacağını” söylediler. Eşime bilgi verdim ve kongre tarihinde ben de gittim oraya. Bu isim değişikliğinin tabii geçmişi de vardır. Şöyle ifade edeyim: Geçmişte, biliyorsunuz, “Alevi Temsilciler Meclisi” vardı. Düzenli olmayan, ama bizim için meşru olan bir kurumdu. Alevi ismi yasaklı olduğu için de Alevilerin yol önderleri, ulularımız adına kurulan çeşitli kurumlarımız vardı. Hacı Bektaş Veli Dernekleri, PSAK Dernekleri, Karacaahmet, Şahkulu gibi dernekler vardı. Bunların bir araya gelmesiyle de Alevi-Bektaşi Temsilciler Meclisi oluşmuştu. Özellikle şubeli örgütler bir
14
Delege olması nedeniyle eşimi telefonla aradılar, öyle bilgim oldu.
araya gelip tek çatı altında birleşmelerini istemişlerdi. Buna yönelik de ABTM’de bir karar alınmıştır. ABK Dernekleri olarak değiştirilmesi yönünde ve Pir Sultanlılar özellikle Hacı Bektaş Derneklerinin ismi altında birleşmesidir. Biz HBVKTD’leri olarak 1995’deki ikinci olağan kongremizde bu kararı aldık. Ama ne yazık ki o zaman ki Türkiye Cumhuriyeti yasası buna izin vermediği için İçişleri Bakanlığı reddetmiştir. AİHM’e kadar götürdük, ama o zaman AİHM’de bu iş kabul görmedi ve öyle kalmıştı. Bu ismi alırken amacımız da şuydu: PS ve HB gibi kurumların bu ismin altında, tek çatı altında birleşmesi, ama HB ve PS bizim çok büyük değerlerimiz. Bu isimlerin farklı amaçta kullanılmaması için de bu isimle tek merkezli olarak devam edecekti. HBD’ni isim değiştirme serüveni ta buradan gelen bir süreç. 94’ten beri de HBD’nde görev yapıyordum. Uzun yıllar genel sekreterliğini yaptım. Görev yaptığım süre içerisinde bu birleşme çalışmalarını daha önceki bölge toplantılarımızda da diğer bölge toplantılarımızda da, özellikle Ege’de karar almıştık. O süreçte Federasyon da yeni yeni oluşma sürecindeydi. Ama bir türlü kurumların yöneticileri bir araya gelip, özellikle PSAKD ve HBD, bu iş pişirilemedi, yani ortaya koyulamadı. Daha sonra Federasyon süreciyle birlikte, Federasyondan önce AleviBektaşi Kültür Dernekleri adı altında kurduğumuz ABKD’de bu isim zaten yargılanma sonucu kazanılmıştı. Peşinden de Alevi-Bektaşi Federasyonu’nun kurulmasıyla Alevi ismini Türkiye’de tescil ettirmiştik. Yani bu isim yeterliydi. Tescil edildi, mücadele sonucu… Dediğim gibi benim görev yaptığım süreçte bu isim tartışılmadı. Bizim görevimiz bittikten sonra arkadaşlar oturmuşlar, böyle bir karar almışlar ve kongrede de AKD diye isimlerini değiştirdiler. Benim söyleyeceğim bu kadar. Örgütlü Alevi hareketi açısından “HBVKTD” adının “Alevi Kültür Derneği” olarak değiştirilmesini siz de gerekli ya da zorunlu görüyor musunuz? Az önce söylediniz, bu ismin tescil edilmesi gerekiyordu. O tescil işi zaten yapıldı. Evet. Şöyle söyleyeyim. Aslına dönüştür bir nevi, ama bilmiyorum; arkadaşlar bunu şubelerde ve tabanda ne kadar tartıştılar bu süreçte HB isminin kaldırılmasını. Çünkü ABF var. İsimse, isim var. Geçmişte bunun en çok savunucularından birisi bendim. Alevi ismiyle örgütlenmenin olması için, çünkü biz Alevi’yiz. Geçmişte yasaklar olması nedeniyle HB, PS gibi isimlerle örgütlenmiştik. O gün kongreye katılanlar oy birliğiyle bu kararı aldılar. Bazı yerlerde sıkıntı olduğunu da gördüm: Birebir arayan bazı şubelerde bu süreçler niye kaldırıldı diye. Tabii bu konuda yorum yapmak istemiyorum. Arkadaşlar almışlar kararlarını, bir şey diyemeyeceğim. Peki, bir getirisi olacak mı? Bazı şeyler vardır ki zamana yayılan şeylerdir. Bazı kararların alınması… Süreci iyi değerlendirip ona göre bazı kararları almak gerekiyor. Gerçekten alınması gereken bir süreç miydi? Yoksa bu birleşme, özellikle PS ile birlikte
böyle bir ismin alınması daha doğru olurdu. Ama dediğim gibi takdir arkadaşların. Sayın Özdil’in basın açıklamasından “Alevi” ismini meşrulaştırmak adına böyle bir değişikliğe gittikleri anlaşılıyor. Peki, bu isim “Alevi Bektaşi Federasyonu” kurularak daha önceden meşrulaştırılmamış mıydı? Türkiye’de Alevi ismiyle kurulan ilk dernek Narlıdere’de bulunan Alevi-Bektaşi Kültür Der neği’dir. kurulduğundan beri bu isimle. O da o süreçteki devlet politikalarının bir örneğiydi. Bizler yasaklanırken mahkemeye emsal teşkil etmesi için hep o derneğin tüzüğünü öne sürmüştük. Kaç yılında kurulmuştu bu dernek? O dernek 95’te kuruluydu. Yanılmıyorsam 94 olabilir. Yani Türkiye’de ilk kurulan Alevi Kültür Derneğidir. Ama sizlere bu hak o dönem verilmedi. Bizlere o hak verilmedi maalesef. Devletin ince bir politikasıydı. Orada böyle bir derneğin kurulmasına izin vermişlerdir. Hatta çok ilginçtir biz bu isim değişikliğinden sonra o zamanki Ankara şube başkanımız olan vakfımızın da genel sekreteri Sayın Mehmet Şahin’le birlikte İçişleri Bakanlığı Hukuk Müşavirliğine gitmiştik. Biliyorsunuz Hukuk Müşavirliğinde de genellikle merkez valileri oturur. Bu olayın akıbetinin ne olacağını öğrenmeye gittiğimizde elimde de Narlıdere’deki ABKD’nin tüzüğü vardı. Gittiğimiz Hukuk Müşaviri olan Sayın Vali ilginçtir tesadüf o derneğin tüzüğünü onaylayan vali. O zamanki İzmir Valisi. Masasında isimlikte gördüm baktım aynı vali. Ne oldu dedik? Kurmak istediğimiz derneğin kanuna aykırı olduğunu söyledi. “Sayın valim nasıl oluyor bu? İzmir’de böyle bir dernek var” dedik. “Hayır, mümkün değil olamaz” dedi. “Buyurun sayın valim, siz onaylamışsınız” diye… “Gözden kaçmıştır” diye ucuz ifadelerle baştan savmıştı bizi. Bu süreçle ilgili söyleyeceğiniz başka bir şey var mı? Türkiye Alevi Hareketine baktığımız zaman çok sağlıklı bir şeylerin yapıldığını da göremiyorum açıkçası. Bu süreçte, özellikle AKP gibi şeriatçı bir partinin iktidar olduğu bir süreçte, Alevi hareketinin bir araya gelerek toplu mücadele vermesi gerekirken; maalesef bakıyoruz örgütlerimiz çok ayrı ayrı yerlerde, ayrı ayrı mücadele yürütüyorlar. Bunun da başarı getirdiğini görmüyorum. Yani iyi bir çalışma yok, genel olarak bakarsak. Bazı kurumlarımızın yaptığı çalışmalar var; takdire şayan çalışmalar da var, ama tek başına yeterli görmüyorum.
Sayı 46
SERÇEÞME
ALEVİLERİ CAMİYE ÇEKMEYE ÇALIŞMAK, 12 EYLÜLCÜ DESPOTLUK VE DAYATMACILIKTIR
D
Aleviler, Ali Gibi Namaz Kılsınlar
AHMET MAHİR ETHEMBABAOĞLU
Lütfi Kaleli
16 Kasım 1911 - 23 Ekim 2008
İYANET İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, DİB internet sitesinde yayımlanan seri röportajlarında Alevilerin varlığını inkâr etmeye ve cem evlerinin ibadet yeri olmadığını söylemeye devam ediyor. Bu söylemleri yazılı ve görsel basına da yansıyarak kamuoyunda tartışma yaratıyor... Bardakoğlu, Alevilerin “Cemevlerinin cami gibi ibadethane olarak kabul edilmesi” isteğini, AB sürecinde “siyasi bir talep” ve “ithal edilmiş bir tartışma” olduğunu belirtip, “Cemevi, inançları yerine getirme yeri değildir. Müslümanların mabedi 14 asırdan beri camidir. Alevilerin cem ayininin, semah ve niyazının, namaz dengi bir ibadet sayılması mümkün değildir” diyor. Diyanet İşleri Başkanı, Alevilerin Cemevi isteklerini siyasi bulamaz. Onların inançlarını ve ibadet yerleri olan Cemevlerini yok sayamaz. Bin yıldır Anadolu’da farklı bir inanç ve ibadet sistemi uyguladıkları için Sünni iktidarların baskı ve kıyamlarına uğrayan; bu kıyımlardan kurtulmak için köy kırsalında kapalı toplum olarak yaşamaya mahkûm edilen Aleviler; cem törenlerini, yani sazlı, sözlü, semahlı ayinlerini köyün büyük meydan damlarında, yani cemevlerinde, dış saldırılardan korunmak için on iki hizmetliden biri olan bekçiyi kapıya bırakır, içerdeki ışığın dışarıya yansımasını önlemek için pencerelerine kalın perdeler çeker ve ibadetlerini büyük bir gizlilik içerisinde yaparlardı... Köyden kente inen Aleviler, bugün de ibadetlerini camide namaz kılarak değil; kendi olanaklarıyla yaptırdıkları cemevlerinde dâr’a durarak, saz çalarak, semah dönerek, lokma paylaşarak, kendi diliyle dua ederek, cemal cemale gelip birbirlerine niyaz ederek kadın erkek birlikteliğinde yapmaktadırlar... İbadet yerleri, salt camiyle sınırlandırılamaz. Allah’a inanan diğer inanç sahipleri Kilisesinde, Havrasında, Sinagogunda kendi ibadetlerini nasıl yapıyorlarsa; tarih boyunca camiye gitmemiş olan Aleviler de kendi ibadetlerini, kendilerine özgü ibadethaneleri olan cemevlerinde yapmaktadırlar. Bugün Alevileri camiye çekmeye çalışmak, 12 Eylül 1980 sonrası okullara zorunlu din derslerini koyan, Alevi köylerine camiler yaptırarak Alevileri asimilasyona tabî tutan darbecilerin despot ve dayatmacı anlayışının bir devamıdır... Bu anlayış, Alevilerin varlığını ve ibadetlerini inkârın bir ifadesidir. Ne yazık ki bu inkârcı politikaya alet olan satılmış Aleviler de vardır. Biz, öteden beri Alevi olmaktan onur duyan, her türlü kırıma ve asimilasyona boyun eğmeyen atalarımız gibi bugünkü asimilasyoncular karşısında başı dik duranlardanız. Biz, dün olduğu gibi bugün de laik devlet yapısında zorunlu din dersleri ve de Diyanet İşleri Başkanlığı olmaz, olamaz dedik... Ama Diyanet içinde yer almak, bütçesinden pay kapmak ve din derslerinde Aleviliğin de anlatılmasını istemek gibi büyük bir yanlışı savunan “Alevi İslam” söylemcileri, asimilasyoncuların
Ekim 2008
ekmeğine yağ sürdüler hep... 2005–2006 eğitim ve öğretim yılında ders kitaplarına giren sözde Alevi inancı, hiçbir yerde Alevi adı anılmaksızın; tasavvuf kanalında yer alıp Bâtıni yorumda Tanrı-İnsan birlikteliğinin güzelliğini sergileyen; Kırklar Meclisi’nde bir “engür”ü (üzüm tanesini) ezip “bade” (şarap) yaparak içen ve esriyip semah dönen 17’si kadın, 23’ü erkek olan Kırklar’ın birlikteliğini vurgulayan; hurafeye değil, bilime değer veren; cihatları cinayet sayan, kin ve öfkeyi sevgiye, kavgayı uzlaşmaya, düşmanlığı dostluğa dönüştürmeyi yeğleyen ve de aklî, ahlakî, insani değer yargılarıyla 72 milleti kucaklayan evrensel Alevi inancını anlatmaksızın; sadece Alevilerin inanç önderi olan Hz. Ali’nin Batıni değil, Zahiri yönünü örnek gösterip diyorlar ki: “Bakın Hz. Ali Müslümanlığı ilk kabul eden, günde beş vakit camide namaz kılan ve de namaz kılarken camide şehit edilen bir kişidir. Hz. Ali saz mı çalıyor, semah mı dönüyordu? Hayır! Hz. Ali camide namaz kılıyordu! Eğer Aleviler, Hz. Ali’nin yolundayız diyorlarsa, onun gibi camiye gelip namaz kılsınlar; sonradan ibadet yeri diye uydurmuş oldukları cümbüş yerlerinde sazlı semahlı eğlenceye dalıp günaha girmesinler...”
Hadi bakalım Alevi İslamcılar, aldınız mı boyunuzun ölçüsünü? Ama sizler de bunu istiyordunuz zaten. Sizler değil misiniz, cemevlerinin altlarını abdest musluklarıyla donatan? İmam Hatipli Sünni hocalara maaş ödeyerek Sünni inanç gereğince Arapça dualı cenaze namazları kaldıran? Kuran kursları açan? Ve de cem törenlerinde kadınların başlarını kapatan, haremlik-selamlık yaratan? “Bism-i Şah” diye başlayan Türkçe duaları bırakıp, anlamını bilmediği sözcükleri bile doğru telaffuz edemeyen, ama Arapça biliyormuş ukalalığıyla bilgiçlik taslayanları dede postuna oturtup sözde Arapça kem-kümlerle dualar okutturan? “Secde-i niyazınız” yerine “Namaz-ı niyazınız” dedirten? Alın işte, buluştunuz asimilasyoncu Müslüman kardeşlerinizle! Buluşmanız mübarek olsun!.. Fatsa’da altı cemevi, üstü cami olarak yapılmış olan Hz. Ali Camisi’nda Aleviler ile Sünniler Eylül ayında Kadir Gecesini birlikte “ihya etti”ler...
AHMET MAHİR ETHEMBABAOĞLU Hakk’a yürüdü. Okuyucuların, Alev Yayınları’nca yayınlanan, Lut oğlu Yahya tarafından, 18. yüzyıldan önce olduğu tahmin edilen, ancak kesin olarak bilinmeyen bir tarihte yazılmış “Kerbelâ Destanı (Maktel-i İmâm Hüseyin)” adlı kitabının çevrimyazısını hazırlanmasıyla tanıdığımız Ahmet Mahir Ethembabaoğlu Ankara’da aile mezarlığında defnedildi. Çorum, Sungurlu’da doğan A. Mahir Ethembabaoğlu, soyadı olarak aldığı Üveysiye şeyhi İbrahim Edhem Baba’nın soyundan gelmekteydi. Aslen Ahıskalı olan aile 1815’de Çorum’a yerleşmişti. İbrahim Ethem Baba’nın kurduğu dergâh ve kütüphane Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından kapatılmış; dergâhın, dağıtılan kütüphanenin ve mezarlığın üzerine bugünkü Belediye binaları inşa edilmişti. Mahir Ethembabaoğlu çocuk yaşta babasını ve annesini kaybetti. 1943 yılında Maliye Meslek Okulu’nu bitirdi, Mal Müdürü olarak çalıştı. 97 yıllık yaşamının 78 yılında fiilen emekçi olan çalışan Ethembabaoğlu, son yıllarında, kapatıldıktan sonra yağma edilen İbrahim Ethem Baba Tekkesi Kütüphanesi’nden arta kalan birkaç el yazması kitabın çevrimyazısını bitirmeye uğraşıyordu. Mahir Ethembabaoğlu’nun beş kız, iki erkek çocuğu, çok sayıda torunu ve bir de “yolda” torununun torunu vardı. 1970’lerde Deniz Gezmiş’leri “Aslanlarım, yiğitlerim” diye karşılayan dedem; bir asır boyunca emekçi gibi yaşayıp, emekçi namusuyla ve onuruyla başını dik tutan, bilim tutkunu, devrim sempatizanı erdemli dedem, yattığın yer ışık olsun. İsmail Büyükakan, torunu Alev Yayınları, saygıyla andığı A. Mahir Ethembabaoğlu’nun hazırladığı Kerbelâ Destanı’nın “Sunuş” bölümünde, kitabı üç yüz yıl önce el yazısıyla çoğaltan yazıcının eklediği duayı şöyle güncelleştirmişti: “Ulu Tanrım, işbu Kerbelâ Destânını El yazması fersûde bir kitabdan Derleyüp inceleyüb yenileyen Ahmet Mahir kuluna da cennetini kısmet et.”
15
SERÇEÞME
HALK OZANI EMEKÇİ İLE OZANLIK GELENEĞİ VE ALEVİ-BEKTAŞİ İNANCI, KÜLTÜRÜ, SİYASETİ ÜZERİNE SÖYLEŞTİK
Türkiye Devleti Hiçbir Zaman Laik Olmamıştır Bölüm II Ahmet Koçak Laik bir ülkenin dini olur mu? Dedelerin devletten maaş talebi laiklikle bağdaşıyor mu? Türkiye devleti hiçbir zaman laik olmamıştır. Bugün de laik değil. Biz laik olsun istiyoruz. Laik bir ülkede devlet din işlerine karışmaz. Türkiye’de dinin devleti yönettiği bir konuma adım adım gidiyoruz. Bu gerçekleşirse Türkiye’yi kaybederiz. Bu ülkede herhangi bir güzergâhta cumhuriyetin bir temsilcisi ile karşılaşabilir, sohbet de edebilirsiniz karşı fikirleri savunarak ama şeriat bir defa gelirse bir daha gitmez. Herkesin bu noktayı iyi kavraması lazım! Yaşı ellinin üstünde olanlar çok iyi hatırlarlar. Birisinin çıkıp bana bugünkü İran’ın Şah zamanındaki İran’dan daha iyi olduğunu söylemesi lazım. Ben o zaman AKP’yi, Tayyip Bey’i desteklerim! Şah zamanında İran’da TUDEH, Komünist Partisi, seçime gidiyor. İster seversin, ister sevmezsin, ayrı şey. Şah zamanında İranlı kadınlar şimdiki Avrupai kadınlar gibi giyinebiliyorlardı. Şah’ın hanımı mini etekle, açık başıyla, makyajlı yüzüyle televizyona çıktığı zaman İranlı kadına model teşkil edebiliyordu. Bunlar basit gelişmeler değildir. Şimdi İran’ı bir kara böcekler ülkesine çevirdiler. Biz Anadolu’nun öyle olmasını istemiyoruz. Herkesin aklını başına alması lazım! Bizim geleceğimiz çocuklarımızsa eğer, çocuklarımızı lütfen satmayalım. Biz eğer otuz yıl sonra yeğenimizin, kızımızın başını kapatarak sadece Ninja kıyafetiyle sokaklarda gezmesini istemiyor isek, modern dünyaya yakışır bir tarzda yaşamasını istiyorsak bu konuda sorumlu davranalım. Dağıtılan üç beş ton kömüre kanarak inancımızı satmayalım. O işi yapanlar kömür kadar karadır. Bizi de kömür karasıyla kirletmek istiyorlar. Buna karşı durmak gerekiyor. Anadolu’nun ihtiyacı budur. Eğer böyle bir şey gerçekleşirse burada en büyük zararı Aleviler görecektir. Bize sık sık söylenir: “Türkiye diğer Müslüman ülkelerinden farklıdır, çünkü Türkiye laiktir” diye. Hayır, böyle bir şey yok. Hangi yasası laik? Türkiye’de Aleviler laiktir. Türkiye’nin diğer İslam ülkelerinden farkı yirmi-yirmi beş milyon Alevi’nin var olması ve Alevi felsefesinin laik olmasıdır. Türkiye’nin farkı budur. İddia ediyorum, Türkiye’de resmi daireler dışında, sokakta daima şeriat hâkim olmuştur. Bugün de şeriat hâkimdir. Ramazanda çıksın en büyük yetkili sokakta sigarayı içsin de göreyim bakalım şeriat var mı, yok mu? Yani iki sistem yürüyor. Resmi dairelerde Cumhuriyet, öbür tarafta şeriat... Şimdi resmi daireleri de şeriatlaştırmak istiyorlar. Şimdi verilen kavga bunun kavgasıdır. Resmi makamlarda şeriat işlesin mi, işlemesin mi? Sokakta zaten işliyor! Burada en büyük zararı Aleviler görecektir. Alevileri kaybeden bir kitle insanlığı, demokrasiyi, özgürlüğü de kaybeder. Bakın kısa bir örnek vereyim. Bundan yüz yıl kadar önce Şah Rıza Pehlevi’nin babası Şah
16
Buradan sanatçı arkadaşlarıma bir çağrıda bulunmak istiyorum: “Alevilik en çok türküler, deyişler aracılığıyla asimile ediliyor.” Biraz vicdanlı, merhametli olalım. Mümkünse kliplerimizde semahı kullanmayalım. Bir inancın trans halinde yaşanması gereken bir ortamını, ticari amaca araç ediyorsunuz, bunu yapmayalım. Ayıptır!
Tek kelimeyle ayıp!
iken. Amerika’dan bir ekonomist getiriyorlar, İran ekonomisine yön versin diye. Yanlış hatırlamıyorsam Safinaz adında o zamanki Şah’ın kızkardeşi de aydın bir kadın. Bu Amerika’dan getirilen Morgan adlı kişiyle sohbet ediyorlar. Aralarında bir dostluk ilişkisi gelişiyor. İran ekonomisine de çok iyi katkıları oluyor. Bir gün Morgan, Safinaz’a soruyor: “bu İran’ın durumu ne olacak? Mollalar demokratlaşmaz”. Safinaz Hanım’ın cevabı son derece açık ve net. Bugün de Türkiye’ye çok uyuyor: “Mollaların demokratlaşmayacağını ben de biliyorum. Demokratları mollalaştırırlar, olur biter.” diyor. Ve İran bugün öyle olmuştur. Şimdi Türkiye’yi de o şekle getirmek istiyorlar. Bizim bazı insanlarımız sırf Deniz Baykal’a inat olsun diye Tayyip Erdoğan’ı ve mevcut şeriatçı sistemi desteklemek veya sessiz kalmak gibi bir gaflete düşüyorlar. Bunun acısını çok ağır bir şekilde öderler. Böyle yapmasınlar. Özellikle de “Ben Alevi dedesiyim” diyenler, dedeliğinizi de kaybedersiniz. Tarihin tekerlerini geriye döndürmek mümkün değildir. Belli bir süre için geriye gidebilir İran’da olduğu gibi. Ama eninde sonunda onları çiğneyip aşacaktır insanlık. Humeyni gelir gelmez sokaklarda yürümediğimiz, basmadığımız taş kalmadı, Şah’a karşı. Ben türkü de ürettim, halk konserlerinde söyledim. O zaman Tepebaşı Gazinosu vardı, şimdi yerinde yeller esiyor. Bu ne demektir? Humeyni’yi desteklemektir. Humeyni geldi demokratlığın D’sini söyleyemez oldu insanlar. Aynı Alman Papaz’ın anlattığı gibi, önce komünistler, sonra sosyalistler, sonra demokratlar, sonra ilericiler, aydınlar, yazarlar kellelerini verdiler. Doğradı Humeyni hepsini. Şah zamanında diktatörlük yok muydu? Nasıl yoktu? Vardı. Şah zamanında işkence yok muydu? Nasıl yoktu? Vardı. Ama Humeyni, Şah’ı arattı. İran’ı beş yüz yıl geriye çekti. Bölgeyi üç yüz yıl, Türkiye’yi iki yüz yıl geriye çekmiştir Humeyni. Bugün Tayyip’in yararlandığı rüzgâr, Tayyip Erdoğan’ın gemisini
yürüten, kayığını yürüten rüzgâr Humeyni’nin rüzgârıdır. Ama o yelkenler delinmelidir. Ve o gemi batmalıdır. Yoksa insanlık Türkiye’de batar. Son derece açık ve net söylüyorum. Emekçi, uzun yıllar şiir yazdı çaldısöyledi, başka bir meslek icra etmedi, sadece sanatıyla geçindi. Türküleri başka sanatçılar tarafından okundu. Biraz da sanatçı yönünüzden konuşalım. Sanat adına neler yaptığınızı sizden dinleyelim. Üç tane şiir kitabım var. Dört kitaplık da basılmamış şiirim var. Dört yüz civarında şiir yazdım. Avrupa’dan takip ettiğim kadarıyla seksen kişi ve grup benim eserlerimi seslendiriyor. Belki daha fazla, ama bize orada yansıyan rakam bu... Onun dışında iki kitaplık da makalem ve röportajım vardır. Arada bir makale yazmaya devam ediyorum. Alevilik konusuyla da ilgileniyorum. Bu konuda da çok makale yazdım, hala yazıyorum. Alevilere büyük haksızlık yapıldığına inanıyorum. Bunu sanatımla, şiirlerimle anlatmaya çalışıyorum. Bunun böyle olması gerektiğine inanıyorum. Bu konuda, Alevilikle ilgili çok şiirim var. Buradan sanatçı arkadaşlarıma bir çağrıda bulunmak istiyorum: “Alevilik en çok türküler, deyişler aracılığıyla asimile ediliyor”. Biraz vicdanlı, merhametli olalım. Mümkünse kliplerimizde semahı kullanmayalım. Bir inancın trans halinde yaşanması gereken bir ortamını, ticari amaca araç ediyorsunuz, bunu yapmayalım. Rica ediyorum bunu arkadaşlardan. Hatta bir arkadaş, adı önemli değil, eline kılıç vererek, Kerbelâ canlandırması ile klip yapıyor. Ayıptır! Tek kelimeyle ayıp! Bundan uzak duralım, bırakalım inancı, kalsın orada. Anma günlerinde özellikle. Avrupa’da çok görüyorum: Herhangi bir grubun bilmem kaçıncı yılının anması yapılıyor. Bir de bakıyorsunuz üç beş kişi bir arada semah yürüyor. Beş altı kişi de getirip üç beş rekât namaz kıldırsana göreyim seni başına ne geliyor! Benim inancımla çok rahat alay edebiliyorsunuz. Buyurun yapın. Getirin bir imam beş rekât namaz kılsın, kuruluş namazı. Yapamazsınız! Benimle niye uğraşıyorsunuz? Bunları da solcu arkadaşlar, yani sosyalistler yapıyor. Önce şunu belirteyim; Alevilerin sosyalistlerle işbirliği yapmaktan, sosyalist olmaktan başka bir seçeneği yoktur. Hem Alevi, hem faşist olamazsınız. Alevilik bilinci bunu reddeder. Çünkü felsefe mazlumdan yana, zalime karşı olmayı temel ilke olarak ortaya koymuş. Bu faşizme karşı olmaktır. Alevilik aynı zamanda bir siyasal tercihtir, felsefi olarak. Birileri gibi Cemevi dediği minaresiz camide, namaz kılma provası yaptırarak Alevilik yapılmaz. Bu Alevilik değildir. Bu asimilasyon örgütlülüğüdür. Hala sosyalistler Alevi-Sünni ayrımı yapmadıklarını söylüyorlar. Yapmaları lazım. Sade yapmakla kalmayacaksınız Alevi’den taraf olduğunuzu da bağıracaksınız. Öyle yok. Ben bunu söylerken Alevilerin eline silah verin, Müslümanlara saldırtın, kurşun sıktırtın demiyorum. Bana uygulanan haksızlığı haykırın diyorum! Haksızlık nasıl haykırılıyorsa, benim burada ayrım yapın dediğim
Sayı 46
SERÇEÞME
OZAN EMEKÇİ
Çiçekleri Sevdirmezler (Kızılırmak) gayri her şey ortaktır” söylemi (biliyorsunuz Şeyh Bedreddin Sünni kökenlidir) Türkiye’de emekçi halkın ortak söylemleri, ortak tarihidir. Bu anlamda tarihe çok düzgün baktıklarını sanmıyorum.
İzzettin Doğan’ı Aleviliğin fotoğrafı olarak insanlığa takdim etmesinler. Beni, niye Hallac olarak takdim etmiyorsun? Niye Seyit Nesimi olarak takdim etmiyorsun? Niye Sivas’ta yakılanlar olarak, niye Yılmaz Güney olarak, niye Nazım Hikmet olarak takdim etmiyorsun? Benim fotoğrafım onlardır, İzzettin Doğan değil. zaman, Sünnilere ayrım yapılıyorsa onu haykıralım! Öyle değil mi? Bana yapılan haksızlığı haykır, ben bunu bekliyorum senden. Zaten demokrat olabilmenin gereği bu... Ama bu yapılıyor mu bugün? Hayır! Alevi köylerine cami yapılıyor mu? Yapılıyor! Kimse karşı çıkıyor mu? Çıkmıyor!. Kimse bunu yapmıyor! Benim paramla durmadan imamlar finanse ediliyor, kimse karşı çıkmıyor. Okullarda da geçtiğimiz yıl seyrettiniz yani, ortaokul, ilkokul, liselerden başlayarak Alevi çocukları alenen aşağılandı, horlandı, dövüldü, dışlandı. Kim yazdı bunu? Bu ülkede “İnsan Hakları Derneği” var, bu ülkede “Mazlum-Der” var, niye sesini çıkarmıyor? Bu ülkede sosyalist, demokrat olduğunu söyleyen partiler var. Neden seslerini duymuyorum? Benim AleviSünni ayrımı yapın dediğimde bunu haykırın diyorum! Dünyada bin küsur inançtan söz ediliyor. İki milyarlık Budizm’den tutun, Afrika’daki üç yüz beş yüz kişilik köy inançlarına kadar, bin civarında inançtan söz ediliyor. Yasaklı olan tek inanç Alevilik! Bu dünyada, yaşadığımız şu ortamda ineğe tapanlara bile saygı duyulurken, halen Alevi kitlesine ders kitaplarında ana-bacı tanımayan yakıştırmasını yapanlar var. Buna kim karşı çıkıyor? Benim ayrım yapın demekteki kastım budur. Lütfen bana yapılan haksızlığı haykırın! Bir anlamda sosyalistlerin kendi tarihlerini de bilmedikleri ortaya çıkıyor. Keşke sosyalistler biraz Anadolu ve Alevi tarihini incelemiş olsalardı. Hallac’ın ve Nesimi’ni söylediği, “En- el Hak”; Şeyh Bedreddin’in söylediği, “yârin yanağından
Ekim 2008
Alevilik konuşulduğu zaman çok kolay bir yol bulunmuş. Herkes eline İzzettin Doğan’ı alıyor sopa gibi Alevilerin başına vuruyor. İzzettin Doğan, Alevilerin ve Aleviliğin fotoğrafı değildir. Önce bunun altını çizelim. İzzettin Doğan bulunduğu her toplantıda Müslüman olduğunu söylemektedir. Eğer İzzettin Doğan bir yüz karasıysa Müslümanların yüz karasıdır, Alevilerin değil. Bunun altını kalın bir çizgiyle çizelim. Aleviler “Hamidiye Alayları”nda yer almamıştır. Aleviler on tane korucu vermemiştir. Aleviler hakkında İzzettin Doğan’ı kullananlar yüz bin korucu hakkında ne düşündüklerini açıklasınlar. Yüz bin Şafi korucu var. Ve kendi ırkından insanlara kurşun sıkıyor. Genç yaşlı ihtiyar demeden öldürüyor. Bizim böyle bir yüz karamız yok. Sırtımızda böyle bir kamburumuz yok. Tarih boyu Aleviler, Alevi olmadıkları için kimseye bir fiske vurmamış. Kötü Alevi olmamış mı? Mutlaka olmuştur, bugün de var. Yarın da olacaktır. Ama bu Aleviliğin tarifi değildir. Biz bunu reddediyoruz. Müslümanlar da çıksın korucuların yaptığını reddetsin!. Müslüman aydınlar yok mu hiç? Neden kalkıp bu korucuların insanlıkla alakasının olmadığını söyleyip, Şafiliği eleştirmiyorlar? Ben size Şafiler içinde İzzettin Doğan’ın tırnağı etmeyecek binlerce yobaz gösterebilirim. Eski Diyanet İşleri Başkanı, Mehmet Nuri Yılmaz çıktı, “Bir AİDS’linin cenaze namazı kılınır, PKK’lının cenaze namazı kılınmaz” dedi. Kaç tane Sünni aydın eleştirdi Nuri Yılmaz’ı? Neden eleştirmiyorsunuz? Bizim böyle bir yüz karamız var mı? Ben kişi olarak İzzettin Bey’i Alevi olarak görmüyorum, Alevi değil. Değerleri Alevi değil. Pratiği, yaşam tarzı Alevi değil. Alevi ana babadan doğmuş olabilir veya Alevi bilinen ana babadan! Ama bugünkü yaşam tarzıyla Alevi değil. Alevi yaşamıyor. İnsan haklarından yana bir duruşu yok. Bu ülkede işkenceler var, karşı duruşu yok. Bu ülkede tarihini yoksulların, emekçilerin kanıyla sulandırmış olan partilerin etkinliklerine çağırmaya kalkıyor Alevileri. İzzettin Doğan’ın Alevi olmadığını anlatacak kitaplar, dolusu değerler var elimizde, ama lütfen İzzettin Doğan’ı Aleviliğin fotoğrafı olarak insanlığa takdim etmesinler. Beni, niye Hallac olarak takdim etmiyorsun? Beni, niye Seyit Nesimi olarak takdim etmiyorsun? Beni, niye Sivas’ta yakılanlar olarak takdim etmiyorsun? Beni, niye Yılmaz Güney olarak, Nazım Hikmet olarak takdim etmiyorsun? Biz aynı felsefedeniz onlarla. Benim fotoğrafım onlardır, İzzettin Doğan değil. Çok teşekkür ediyorum. Ben teşekkür ediyorum. Başarılar diliyorum.
Çiçekleri sevdirmezler Ağla Kızılırmak ağla Gül yüzlümü güldürmezler Ağla Kızılırmak ağla Ağlamak var türlü türlü Bazen arı bazen kirli Ne kini var ne kibirli Ağla Kızılırmak ağla Emekçi bilir hatırı Bir ömür aldık götürü Biraz da bizden ötürü Ağla Kızılırmak ağla
Bizim Irmak Zara’dan Karadeniz’e Sancı var Kızılırmak’ta Bu sancı müjdedir bize Sancı var Kızılırmak’ta Kızılırmak bucak bucak Köpürüyor kucak kucak Mutlu günler doğuracak Sancı var Kızılırmak’ta Günbegün bendini aşıyor Hedefe doğru koşuyor Acı çektikçe coşuyor Sancı var Kızılırmak’ta Emekçi’yim sazım ırmak Yüreğimde közüm ırmak Kızılırmak bizim ırmak Sancı var Kızılırmak’ta
Ben Derdimi Kime Yanam Kimse beni anlamıyor Ben derdimi kime yanam Akbabalar dört dönüyor Ben derdimi kime yanam Seviyorlar beni seyri Sanki benim dünyam ayrı Dostum yok güneşten gayri Ben derdimi kime yanam Emekçi bin yıllık ahlar Aforoz etmiş ilahlar Dostum, düşmanım silahlar Ben derdimi kime yanam
Nerdesin? Istırabı gülsuyuna bandılar Gülüm seni arar oldum nerdesin? Ayrılığı altın tasta sundular Ölüm seni arar oldum nerdesin? Ardı olmayanın derdi çok olur Leşini yemeye kurdu çok olur Ömrü sürgün geçer yurdu çok olur Elim seni arar oldum nerdesin? Memleketim Maraş, Emekçi adım Yoruldu gençliğim kalmadı tadım Kendimi kimseye anlatamadım Dilim seni arar oldum nerdesin?
17
SERÇEÞME
ABF GENEL BAŞKANI ALİ BALKIZ İLE ABF EYLEMLERİ ÜZERİNE SÖYLEŞTİK
Anladık ki Sokak Konuşturuyor Ahmet Koçak Öncelikle Mayıs ayında yapılan ABF kongresinden ve daha sonra başkanlığınız sürecindeki çalışmalarınızdan bahseder misiniz? Kongremize Hacı Bektaş Dernekleri’nin katılmamış olmasının bir eksikliğini hissettik. Keşke arkadaşlarımız bu kongreye katılsalardı. Kongreler bu tür örgütlerin önemli görevlerinden, sıçrama noktalarından biridir. Geçmişin değerlendirildiği, olumlulukların, olumsuzlukların belirlendiği, geleceğe dair planların yapıldığı, projeksiyonların çizildiği ve yeni yönetimlerin seçildiği evrelerdir. Ve örgüt yaşamlarında da önemli tarihlerdir. Hacı Bektaş Derneklerimizin bu kongreye katılmamalarını bir olumsuzluk olarak değerlendiriyorum. Keşke katılsalardı da düşüncelerini bizimle paylaşsalardı. Eleştirilerini, önerilerini sunsalardı. Görev alsalardı, liste çıkarsalardı, göreve talip olsalardı ya da mevcut aday arkadaşların yanında adaylar önerselerdi. Yani sorumluluk alsalardı. Sorumluluk almaktan kaçındılar. Hoş henüz kongre başlamazdan evvel sürdürülen görüşmeler bizim açımızdan olumlu sonuçlanmadığı için biz bu kongreye katılmıyoruz açıklamasını yaptı Tekin Özdil arkadaşımız. Ve ilerleyen süreçlerde de hangi arkadaşlar görev alırlarsa alsınlar onların olumlu bulduğumuz her davranış, söz ve eylemliklerini destekleyeceğiz diye de bir vaatte bulundular. Bu yeterli bir şey değildi. Hoş bir iyi niyet belirtisi var. Ama insanların sorumluluk almaları, ellerini taşın altına sokmaları başka bir şey. Daha önceki ABF kongrelerinde yaşananların, Hacı Bektaş Derneği içerisinde yaşananların; Federasyon içinde yaşanan alt üst oluşların –kısa süreli olağanüstü kongreler, genel başkanı görevden alma, yeni atamalar, yeni tartışmalar; yurtiçi-yurtdışı tartışmaları, seçim tartışmaları, siyasete müdahale tartışmaları– bunlar bizi atıl bırakan, enerjimizi içeride tüketen olumsuzluklardı... Bizi dışarıya dönük, faşizme ve şeriata dönük, Alevi haklarının savunulmasına yönelik eylemlilikten alıkoyan bu olumsuzlukların giderilmesinde bu kongremizin bir milat olacağını tahmin ediyordum. En
18
azından öyle bir niyetim vardı. Ama ne yazık ki tam anlamıyla bunu sağlayabilmiş değiliz. Hacı Bektaş Dernekleri kongreye katılmadılar. Aradan da dört-beş ay geçti. Bu dört-beş aylık süreç içerisinde de federasyonumuzun etkinliklerine, eylemliliklerine uzak durmayı tercih ettiler. Oysaki biz Alevilerin yıllardır sürdürdüğü temel taleplerini dillendirmeyi, bunların uğrunda mücadele etmeyi tek amaç edindik kendimize. Alevi-Bektaşi hareketi yeni yönetimimizle önemli bir sürece girdi. Girmesi de gerekiyordu. Bu Alevi hareketinde bir nitel değişimin ipuçlarıdır. Artık dilekçe, konferans, kongre, sempozyum devri bitti. Hoş, onlar her zaman için gerekli, ama bunlara bir de sokağı eklemek gerekiyordu. Biz onu yapmaya çalışıyoruz. Başladık ve sürdürüyoruz. Türkiye gündeminde her gün yeni bir şey gelişiyor. Gündeme dair Alevilerin söyleyecekleri söz mutlaka oluyor. O sözü söylemek mecburiyetindesiniz. Sadece söz söyleme, söz yetiştirmeyle sınırlı kalırsanız gündemi belirleyemezsiniz, peşine takılıp gidersiniz. Hazır bulduğumuz sıcak gündem içerisinde neler vardı: Elazığ Karakoçan Kaymakamı’nın Alevi öğrencilere dair hakaret içeren sözleri; Tunceli’de Alevilerden korucu yapma teşebbüsü; İzzettin Doğan’ın, Fethullah Gülen’e methiyeleri; Hayat TV’nin susturulması; Ergenekon’un bir kolunun Alevilere de ulaştığı iddiaları; Güngören’de sivil halka yönelik insanlık dışı katliam ve AKP Milletvekili Edibe Sözen’in her okula bir ibadethane açma girişimi; Hacı Bektaş etkinliklerine devletin müdahale etmesi; Melih Gökçek’in Ankara’daki cemevini yıkma teşebbüsü... Biz bu gündemde bu olayları protesto ettik. Basın açıklamaları yaptık. Zorunlu din dersleri konusunda AİHM ve Danıştay’ın aldığı kararların hayata geçirilmesi için Güvenpark’ta bir basın açıklaması yaparak dilekçemizi götürüp Başbakanlığa verdik. (…) Banaz etkinlikleri, Sivas katliamının protesto edilmesi! Alevi-Bektaşi hareketinin gelişmesi, örgütsel anlamda nitelik kazanması, Alevilere yönelik yayın yapan televizyonlarımızın etkisiyle bu sene ilk kez Sivas’ta elli
bin kişi bir araya geldik. Bu elli bin kişinin en az yarısı Sivaslı yurttaşlardı. Sivas’ın ilçelerinden, köylerinden ve mahallerinden gelen yurttaşlardı. Ve ilk kez Mevlana Caddesi’nde yürürken balkonlara birikmiş olan Sivaslıların bize tebessümle baktıklarını, el salladıklarını, alkışladıklarını gördük. Bu seneki etkinliğin önemli bir kazanımı da Sol’u birleştiren, Sol’un çeşitli renklerini, tonlarını birleştiren bir eyleme dönüşmüş olması, böyle bir nitelik kazanmış olmasıydı. Ki bu altı çizilmesi gereken olumlu bir şey! Madımak’ın müze olması talebi bu gün Sol’un her renginin, her tonunun, her kurumunun kendi taleplerine dönüşmüştür. Bunu Madımak önünde, bu sene birlikte kürsüde yer alan konuşmacılara baktığımızda da rahatlıkla görebiliyoruz. Sonrasında Hacı Bektaş etkinlikleri gündemimize geldi. Selmanpakoğlu beş yıldır Hünkâr Hacı Bektaş Veli’yi Anma Etkinliklerini Alevi örgütlerinin elinden aldı. Bu sene de alacağını biliyorduk, ama yine de Federasyon olarak, ben şahsen kendilerini aradım. Telefonlarıma çıkmadı, yanıt da vermedi üstelik. Sonrasında da faks çekerek bu talebimizi ilettik. O faksa da yanıt alamadık. Bu kez de gündemimize Hacı Bektaş etkinlikleri geldi. Hacı Bektaş etkinliklerimiz için Konfederasyonumuz, Hacıbektaş’taki Hacı Bektaş Derneğimizle ve bizim diğer bileşenlerimizle güçlü bir biçimde gitmeyi amaçladık. Ve üç etkinlik koyduk.(…) İlk sene gitmedik, boykot ettik. İkinci sene gittik protesto ettik. Üçüncü sene ve dördüncü sene gitmedik ya da çok sembolik düzeyde… Ama gördük ki Selmanpakoğlu bundan çok mutlu. Bir o mutlu bir de incik boncuk satan yurttaşlar mutlu. Oysaki Hacıbektaş çok önemli bir merkez! Hünkâr önemli bir şahsiyet Alevi dünyasında! Onun adına yakışır biçimde anılıp anılmaması bizi çok ilgilendiriyor. Ortak çağrıyla oraya gittik. Cumhurbaşkanı’nın geleceğini biliyorduk. Ama şunu yapacağını bilmiyorduk. Hacıbektaş’ta o sabah öğrendik. Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı protokol dairesi yetkilileri geliyorlar, Selmanpakoğlu’yla görüşüyorlar ve “Cumhurbaşkanımız buraya geldiğinden gidinceye dek geçecek süre içerisinde bu eylemliliği bu etkinliği biz yöneteceğiz” diyorlar. O da kabul ediyor. Bu çok ayıp bir şey! Kabul edilebilir bir şey değil. Yani işgal edilmiş oluyor. Bu Alevi dünyasına, Alevilere Selmanpakoğlu üzerinden bir hakarettir. Onun kabul etmesi de ne kadar büyük asker, ne kadar büyük dirayetli Alevi önderi olduğunun güya bir işaretidir. Bunu kabul edemezdik. Bunu protesto etmeliydik.(…) Bu olmasaydı sonucu fiyaskoyla sonuçlanan AKP’nin Alevilerle buluşması bu kez Cumhurbaşkanı üzerinden ve Hünkâr üzerinden bir kez daha anımsanacak, Alevilerle AKP buluşmuş, barışmış olacak idi. Bunu engellemiş olduk. Okullar açılacak artık, çocuklarımız yine bu zorunlu din derslerine tabi olacaklar. Okulların açılmasına doğru bu konuda eylem kararlılığı aldı örgütümüz. İstanbul’da iki kez Taksimde, İzmir Konak, Torbalı, Malatya, Adana ve en son da Ankara’da oturma eylemleri yaptık. Bu oturma eylemlerimiz kamuoyunda çok büyük yankı buldu.(…) Anladık ki sokak konuşturuyor. Sokak sorunun tartışılmasına neden oluyor. Olgunlaşıyor, yayılıyor, yaygınlaşıyor ve her biri sorunun çözümüne dair minicik minicik de olsa adımlardır.(…)
Sayı 46
SERÇEÞME Bu sonucu alınca bu kez konuyu daha da geliştirmek, hiç arayı soğutmamak üzere bir başka sayfayı çevirdik ve Büyük Alevi Yürüyüşü’nü planladık.
AYRIMCILIĞA KARŞI EŞİT YURTTAŞLIK HAKKI İÇİN
Büyük Alevi Yürüyüşü...
8-9 Kasım’da yapılacak yürüyüşün hedeflerinden bahseder misiniz? Bu da yine Alevi dünyasında ilk kez olacak bir şey. Hacıbektaş’taki Gençlik Forumumuz, oturma eylemlerimiz gibi. Biraz evvel kongreye ilişkin deyimlerde bulunmuştuk. Biz Alevi-Bektaşi örgütleri, federasyonları, konfederasyonları içerisinde, evin içinde enerji tüketmekten yana değiliz. Herkes bizim için musahip, herkes bizim için kardeş, herkes bizim için yoldaş. Bizi birbirimizden ayıran kimi nüanslara değil de bizi birleştiren hususları ön plana çıkarmayı ve herkesle birlikte yürümeyi arzu ediyoruz. Aleviliğe bakışı şöyle de olsa böyle de olsa… Sonuçta bunlar hepimizin talepleri. Bu gerçekten hareketle örgütümüz 7-8-9 Kasım tarihlerinde Türkiye’de “Büyük Alevi Yürüyüşünü” başlatacak: Ayrımcılığa karşı eşit yurttaşlık hakkı.(…) Biz bu etkinliğe “Büyük Alevi Yürüyüşü” adını koyduk. Ama bizim taleplerimizi savunan, bunları haklı, meşru, insanca bulan emek örgütleriyle DİSK’le, KESK’le, bağlı örgütleriyle, odalarla, insan hakları örgütleriyle ve soldaki siyasi partilerimizin hepsiyle, onların katılımı ve destekleriyle de yapmak istiyoruz. Destek tüm Alevi-Bektaşi bileşkelerinden gelecek mi? Alevi-Bektaşi örgütlerinin hepsinin bu eyleme katılmak gibi bir mecburiyetleri var. Hiç kimse bu yürüyüş kortejinin dışında kalamaz. Bu yürüyüş öyle bir yürüyüş ki kendini dışarıda tutmak isteyenleri yolun kenarına savurur. Herkes bu haklı davaya samimiyetle katılacak, samimiyetle katkılarını koyacak, sözlerini söyleyecek, tavırlarını belli edecek. O gün masanızın başında oturma günü değil. O gün dönüp “falan kongrede şu olmuştu, feşmekân zamanda şu insan bu insana böyle demişti” gibi olumsuzlukları anımsayacak gün değil. O gün hepimizin el ele vererek birlikte yürüyeceğimiz, AKP faşizmine ve gericiliğine karşı Alevi dünyasından, hele de önümüzde de yerel seçimler varken bir söz söyleme, günüdür. Oturma eylemlerimiz bu denli yankı buldu ise kim bilir bu yürüyüşümüz nasıl bir yankı yaratacak. Talepleriniz, diğer toplumsal kesimlerin talepleriyle üst üste düşecek mi? Taleplerimizi şöyle sıraladık: Bu yürüyüş, demokrasi, laiklik, insan hakları, eşit yurttaşlık hakkı için. Bu yürüyüş ayrımcılığa son verilmesi, zorunlu din derslerinin kaldırılması, Diyanet’in lağvedilmesi, cem-kültür evlerimizin yasal statüye kavuşturulması, Madımak’ın müze olması, Alevi köylerine cami yapılmasının engellenmesi, asimilasyon politikalarının sona ermesi, Avrupa İnsan Hakları ve Danıştay kararlarının uygulanmasını temin içindir. Bu yürüyüş, özelleştirmelerin son bulması; sendikasızlaştırma ve örgütsüzleştirmenin son bulması; eşit işe eşit ücret ödenmesi; seçim barajının kaldırılması; dokunulmazlıkların kaldırılması; zamların geri alınması; IMF politikalarının sona erdirilmesi; emperyalistlerin evine dönmesinin temini; annelerimizin artık ağlamaması, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yollarla çözülmesinin temini, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” şiarının hayata geçirilmesinin istemlerini içeriyor.
Ekim 2008
7–8 Kasım 2008 tarihlerinde Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya yürüyor, 9 Kasım’da Ankara’da buluşuyoruz:
Bu Yürüyüş;
Demokrasi İçindir, Yoksulluktan ve Yolsuzluktan arınmış Laik ve Demokratik bir ülke istemi içindir, İnsan Hakları İçindir, Eşit Yurttaşlık Hakkı İçindir.
Bu Yürüyüş;
Bu yürüyüş aynı zamanda eğitimin parasız olması, şeriatçı yükselişin durdurulması için yoldaşlarımızla AKP gericiliğine karşı bir kez daha yoldaşlarımız ve musahiplerimizle bu şiarlarımızın haykırılması amacını taşımaktadır. Ve bu toprakların bir gerçeği olan, ama ne yazık ki şu aşamada inkâr edilmişliğin AKP üzerinden de azgınlaştırılarak devam edildiği bu politikaların sona erdirilmesini temin içindir. Bundan sonraki hedefleriniz ne olacak? Bunların dışında; gündeme dair söz söylemeye devam edeceğiz. Bu tür eylemlikler, etkinliklerde Alevi-Bektaşi hareketini diri tutmak, gençliği kazanmak, hükümet, devlete karşı mücadele etmek... Ama kendi kendimize yapacağımız işler de var. Bunlardan birisi: İlk kez bir form hazırlayarak bütün Alevi-Bektaşi örgütlerine, bileşenlerimize yolladık. Bir envanter çıkartıyoruz. Ülkemizin neresinde neyimiz var? Alevilerce önemsenen hangi değerlerimiz var? Hangi ocaklarımız var? Hangi ziyaretgâhlarımız var? Örgütlerimizin üye sayıları, aktiviteleri, kursları, kurslara devam eden kursiyer sayıları, cem yapıyorlar mı, dedeleri var mı, cenaze kaldırma sorununda ne yapıyorlar, çok kapsamlı bir anket ile bir alan taraması yapmayı planladık. Formları ulaştırdık. Yanıtlarını bekliyoruz. Bu formların bize dönmesiyle birlikte ulaşabildiğimiz –ki büyük bir çoğunluğuna ulaşabileceğimizi düşünüyoruz– dedelerimizle bölge toplantıları yapacağız. Dedelerimizle, onların arasından seçilecek danışma kurulu diyebileceğimiz bir örgütlenme yaratarak, kent koşullarında iletişim halinde olmak istiyoruz. Onların akıllarına, fikirlerine, öngörülerine, nasihatlerine ihtiyacımız var. O kanalı açmak, bizim düşüncelerimizi onlara aktarmak, onların engin tarihten getirdikleri tecrübeleri de bizim hareketimize dahil etmek gibi bir amaç taşıyoruz. Aynı zamanda her Alevinin “Alevi doğduğu Sünni öldüğü” gerçeğini anımsayacak olursak, her bir birimimizde en az bir bay, bir bayan cenaze kaldırma hizmetlisi yetiştirmeyi ve eğitmeyi amaçlıyoruz. Bu konuda Serçeşme’nin kitapçığı da elimizde rehber olarak duruyor. Ve tabii elbette örgütlenmeye ilişkin olarak, henüz federasyonumuza üye olmamış örgütleri saptadık. Bunlara çağrılar çıkarttık.
Ayrımcılığa Son Verilsin, AİHM ve Danıştay Kararları Uygulansın, Zorunlu Din Dersleri Kaldırılsın, Diyanet Lağvedilsin, Cem ve Kültür Evlerimiz Yasal StatüyeKavuşsun, Madımak Müze Olsun, Alevi Köylerine Cami Yapılmasın, Asimilasyon Politikaları Sona Ersin, diyedir.
Bu Yürüyüş;
Özelleştirmeler Son Bulsun, Sendikasızlaştırma, Örgütsüzleştirme Son Bulsun, Eşit İş’e, Eşit Ücret Ödensin, Seçim Barajı Kaldırılsın, Dokunulmazlıklar Kaldırılsın, Zamlar Geri Alınsın, IMF Politikaları Sona Ersin, Emperyalistler Evine Dönsün, Annelerimiz Artık Ağlamasın, Kürt Sorunu Demokratik, Barışçıl Yolla Çözülsün, Yurtta Barış, Dünya’da Barış Olsun, diyedir.
Bu Yürüyüş;
Eğitim-Sağlık Parasız Olsun, Şeriatçı Yükseliş Dursun, Kimse, Dilinden, Dininden, Kökeninden Dolayı Sorgulanmasın, diyedir.
Bu Yürüyüş;
Bin yıllardır bu toprakların bir gerçeği olan Alevi varlığının, ne yazık ki her aşamada inkâr edilmesine karşı, bugünlerde ise AKP gericiliğince daha da azgınlaşarak sürdürülen bu yok sayma politikalarının sona erdirilmesini sağlamak içindir.
İstanbul, Balıkesir, İzmir, Antalya, Adana, Ordu, Diyarbakır’dan 7 Kasım 2008 tarihinde yola çıkarak 9 Kasım 2008 günü Ankara’da olacağız.
Tarihe Bir Not Düşmek Adına
Gelin Canlar Bir Olalım Miting: 9 Kasım Pazar Ankara Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF)
19
SERÇEÞME
Kendine Demokrat Olmaktansa Yüksel Işık
C
AN DÜNDAR’ın, Celal Kazdağlı ile birlikte hazırladığı “Ergenekon” kitabı, 1997 tarihini taşıyor ve yazarlar, “Gladyo tipi bir örgütlenme” olarak tanımladıkları “Ergenekon” için özellikle “devlet içinde devlet” ifadesi kullanmışlardı. Ecevit Kılıç’a konuşan Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali ise, “Babamın öldürülmesi Ergenekon tarzı ilk cinayettir, ülkede hep aynı oyun sahneleniyor” demişti. Ben ise Mustafa Suphi’nin boğdurulması sürecinden başlayıp Hrant Dink’e; 16 Mart’tan Kahramanmaraş Katliamına; Madımak’tan, Başbağlar’a kadar işlenen ve hala karanlıkta kalabilen tüm katliam ve cinayetlerin de benzer bir tarzda işlendiğini düşünenlerdenim. Karanlıkta kalan katliamlar sayesinde kendisine uygun ortam hazırlanan ve yaptığı ilk ve tek iş solu ezmek olan 12 Eylül’ün sonrasında çete faaliyetlerinin alabildiğine arttığına değinmek bile gereksiz. Zaman zaman uykuya bırakılan, konjonktüre bağlı olarak hararetli tartışmalara neden olan Ergenekon İddianamesi de hazırlanıp açıklandığına göre, artık spekülasyonların da sona ereceğini sanıyorum. Gözaltına alınan toplumun yakından tanıdığı isimlerin gözaltına alınması sonrasında gazeteler üzerinden yürüyen spekülasyonların bir çeşit dezenformasyon niteliğine büründüğü inkar edilemez. Aslı astarı olmayan, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın bir açıklamasını üst üste iki kez haber haline getiren 12 Eylül döneminin Hürriyet’inin bilerek (ya da bilmeyerek) dezenformasyona sağladığı katkı nedeniyle ömrünün altı yıl sekiz ayını darbecilere rehin vermiş biri olarak, suçlandıkları konu hakkında bilgi sahibi bile olmayan onlarca insanı, toplum nezdinde suçlu göstermeye yönelik yayınların yarattığı travma görmezden gelinemez.
Mağdurun Hakkını Savunmak Gece yarısı baskınları, insanları, pratikte, suçlu ilan eden ve konu komşudan tecrit eden 12 Eylül uygulamalarını hatırlatıyor ve hiç kimse, bu tarz bir tecridi hak etmiyor. Açık ki, ifadelerine başvurulmak istenmesi, onların, özellikle de Selçuk’un gece yarısı gözaltına alınmasını haklı çıkartacak bir gerekçe gibi durmuyor. Kendi yazdığı için biliyorum; soruşturmayı yürüten savcı Can Dündar’ın ifadesine başvurmak için davet etme inceliğini gösterebildiğine göre, mevcut hükümete muhalifliği bilinenlere uygulanan yöntemin ağırlığı, “yakışıksız” olmanın ötesinde, bir çeşit gözdağı niteliği taşıyor. Tam bu noktada, “savcılar görevini yapıyor” tarzı replikler devreye giriyor. Bu repliğin AKP iddianamesi sonrasında da çok tekrarlandığı dikkate alınırsa, o gün Başsavcıyı eleştirenlerin, Selçuk, Balbay ve diğerlerine
yönelik operasyonu yürüten savcıyı savunmak için benzer repliği tekrar etmelerindeki tuhaflık hemen açığa çıkıyor. Kimsenin görev alanına müdahale etmemek ilkesi, kamu görevini yürüten kişinin hukuki kurallara uymaması anlamına gelmiyor. İki yılı aşkın süredir sürdürülen bir operasyonun delillerinin birden bire karartılacağını düşünmek, ancak öte yandan iki yıla yakındır tutuklu bulunanların tutukluluk hallerinin sürmesini gerektirecek bir durumun operasyonun ciddiyetiyle örtüşmediği gibi, hepsi de saygın olan gazetecilerin bir kısmı sorgulanırken, onların sorguları da dâhil olmak üzere diğer kısmının operasyonlara ilişkin bilgilere anında ulaşması, Ergenekon soruşturmasının ciddiyetini sarsıcı bir niteliğe yol açtığının altını çizmek gerekiyor. Üstelik devletin derinliklerinde kimsenin açığa çıkmadığı da dikkate alınırsa, “temiz eller” benzetmesi, fazlasıyla günü kurtarmaya aday bir lafız olmanın ötesine geçmiyor. Adına ne denilirse densin, Türkiye’de, “devlet içinde devlet” konumuna ulaşmış “derin güçler” vardır. Karanlık güçlerin son dönemde işlediği Hrant Dink’in katli ve Zirve Yayınevi cinayetleri, “devlet içinde devlet” konumuna ulaşmış yasadışı örgütlenmenin gücünü ortaya koyuyor ve bu gücün, bütün bir toplumu, herkesin gözünün içine baka baka terörize etmeyi başardığını görebiliyoruz. Zirve Yayınevi davasına bakalım; deliller arasında tutarlı bir ilişki kurarak savunma görevini yerine getirmek isteyen avukatın, bir anda tehditlerle karşılaştığı belleklerimizdeki tazeliğini koruyor; ancak, nedense davanın Malatya’da görülmesinde ısrar ediliyor. Oysa gene bir Mart ayından İstanbul’un göbeğinde, benzer karanlık güçler tarafından yapılan ve Ergenekon İddianamesine de giren Gazi Mahallesi katliamı davasının Trabzon’da görülmesi sağlanabilmişti. Dikkat edilirse Zirve Yayınevi davası Malatya’da görüldüğü sürece mağdurların avukatı hep tehdit altında olacak; tıpkı Gazi Davası Trabzon’a alınarak, mağdur yakınlarının davayı takibinin zora sokulması gibi…
“Giden Geri Gelmiyor” Eğri oturup doğru konuşmamız gerekiyor. Türkiye, dünya görüşleri farklı çevrelerin tek taraflı demokrasi anlayışıyla aynı madalyonun iki tarafını oluşturduğu bir ülke görüntüsü veriyor. Üstelik herkesin kendine demokratlığı, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı nedeniyle pek sorgulanmıyor. Ne zamanki “yılan” bize dokunur hale geliyor; o zaman güncellikle sınırlı mağdurların feveranına tanık oluyoruz; bu kadarla kalmıyor, güncel mağdurların muarızları da ellerini ovuşturuyor. Böyle bir duruşun tehlikeleri ortadadır.
ERGENEKON ADALETE BÖYLE NANİK YAPIYOR: 16 Mart 1978 günü, İstanbul Üniversitesi’nden çıkan Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Hatice Özen, Abdullah Şimşek, Murat Kurt, Hamdi Akıl, Turan Ören adlı yedi öğrenciyi katleden, 41’ini yaralayan bomba atma, makineli tüfekle tarama eylemini yapan “ülkücüler”le onları yönlendiren ve koruyup-kollayan “Ergenekoncu” devlet görevlilerinin sonuca bağlanamayan davası 19 Ekim 2008 günü “30 yıl zaman aşımı” nedeniyle düştü.“Bizde adalet dediğin böyle olur, çelebi!”
20
Darbeciliğe karşı olmak, darbecilikle suçlananların insan haklarının ihlal edilmesine göz yummak anlamına gelmez. Tam tersine, her kim olursa olsun hakkı, hukuku ihlal edilen insanın yanında olmaz isek “kendimize demokrat” oluruz.
Nitekim iddianamenin hazırlığı uzadığı için Kuddusi Okkır hayatını kaybetmiş bulunuyor. Üstelik “çetenin finansörü” diye takdim edilen Okkır’ın ölümünden sonra anlıyoruz ki, eşinin cenazeyi götürebilecek kadar parası bile yokmuş. 12 Eylül döneminin sorgusuz sualsiz tutuklama halleri sırasında da benim bildiğim Zafer Müctebaoğlu ve Alaybey Yılmaz suçlamalara yanıt verecek zamanı bulamadan hayatlarını yitirmişlerdi. Bu yürek kanatıcı benzerlik için vicdanlarımızın sızlaması gerekmez mi? Türkiye’nin, bir an önce, bütün cerahatlerinden kurtulması; damarlarını temizlemesi gerekiyor. “Devlet içinde devlet” olarak adlandırılan kontrgerilla tarzı çetelerden, karanlık güçlerden bütün bir toplumu kurtarmanın; karanlıkta kalmış bütün cinayetleri ve katliamları açığa çıkarmanın yolu, en geniş anlamıyla demokrasiyi ve özgürlüğü sağlamaktan geçiyor. Özgür ve demokratik bir Türkiye kuruldukça, çetelerin maddi zemini ortadan kalkacak; çeteler temizlendikçe ülke daha da demokratikleşecektir. Ancak, devletin derinliklerine sinen organizasyonlar var olduğu sürece, pratik toplumsal yaşamın çetelerin kontrolünde süreceğini de unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla “temiz eller”i, hala aktif görevini sürdüren kamu görevlileri içinde aramak gerektiğine inanan bir siyasal iradeye ihtiyaç bulunuyor. Cumhuriyet Türkiye’sinin tarihi, aynı zamanda, herkesin kendine demokratlığının da tarihidir. Mağdur olanın feveran ettiği, mağdurların değişmesi durumunda da, daha önce mağdur olanların mağduriyetini unutup, yeni mağdurları bir kenarda izlediği bir ülkede demokrasi kültürünün yerleşmesi zor görünüyor. Dolayısıyla herkesin bu ülkenin tutarlı demokratlarına kulak vermenin zamanı gelmiş bulunuyor. Üçüncü yol olarak adlandırılarak küçümsenen her koşulda demokrat olanların mağdur hükümet partisiyse yapılan haksızlığa karşı çıkmalarını “iktidar yalakalığı” olarak adlandırmak ne kadar haksızlıksa; çeteleri çökertmek adı altında yürütülen operasyon süresince Hükümete muhalif unsurların neyle suçlandığını bilmeden ve yarattığı hava itibariyle gözdağı niteliğini taşıyan gözaltılara karşı çıkmayı çetelerden yana olmak olarak adlandırmak da bir o kadar haksızlıktır. İki şeyi birbirinden ayırmak lazımdır. Darbeciliğe karşı olmak, darbecilikle suçlanan insanların insan haklarının ihlal edilmesine göz yummak anlamına gelmez. Tam tersine, her kim olursa olsun hakkı, hukuku ihlal edilen insanın yanında olmaz isek “kendimize demokrat” olmuş oluruz. Tam bu noktada, “amasız, fakatsız” demokratların aklına Nazım’ın dizesi gelebilmelidir. Ne diyor usta: “Kırk günlük yolda yaprak kımıldasa Sen ürpermelisin içerde!”
Sayı 46
SERÇEÞME
Hasan Harmancı
H
ER aşkın bir kervanı vardır. Tutam tutam insanı peşinden sürükler. İnsan anlamakta zorlanır tüm gücüyle o kervanın arasında boy vermeye yeni başlamışsa. Artık siz, siz değilsinizdir. Savunduğunuz yetmezmiş gibi, kendinize ve o aşk dünyasına biçtiğiniz don büyür de büyür. Dünyanız ve kimliğiniz o olur. Bu aşk iki kişi arasındaki aşk değildir. Ondan bile daha büyük bir ihtiyacın dünyasıdır o. Yaşayabilmenin ve onurlu kalabilmenin dünyasıdır. Bu nedenle bazen karşınıza küçük takıntılar çıkar. Sizi kendilerinden dışlayanlar olur. Gerekçeleri sizin siz oluşunuzdur. Sizin o dünyada kendinize yaşam alanı kurmanızdır. Bilinmez ki küçük olsun benim olsunu çoktan yıkmışsınızdır. Gerçeğinizle, tecrübelerinizle onların o sığ dünyaları bir türlü uyuşmaz. İşte bu Kızılbaş damardır. Asla küçük dünyalara tamah gösterilmez Kızılbaş dünyada. O nedenle en büyük sığınma yeri yine o kızıllığın size verdiği umuttur. Alınteri bir umuttur bu. Orası asla kümeslenmiş ve sığıntı olunacak bir yer değildir. Bahçede açan o kızıllıklar içinde bir gül olursunuz siz de. Tutunan ve sığınan sayıldığınızda zaten kızıllığınızı size veren başkasıdır ve o an siz, siz değilsinizdir. Tarih bilincin öğretmenidir. Kızıl dünyanın öğretmeni bu anlamda acımasızdır. Onun kızıllığı ejderhalık kimliğinden gelir. Yunan mitolojisinin kocaman dünyasında bile korkunun vahametine ve insanın yaratma gücüne dayanamayan insanlık, tanrılarını insanbiçimli (antropomorfik) hale getirmek zorunda kalmıştır. Her yeni rüya, her yeni korku bir başka daha korkunç, insanüstü tanrıya giden kapıyı açar. Bu nedenle yarı-insan vahşi tanrılar bilindik güzel insani tasarımlara dönüştü. Bu Yunan dünyasının bütün Avrasya’yı kasıp kavuran vahşi tanrılardan kurtuluşuydu. Bu kurtuluş mistik bir dünyanın kapılarını açmayla bir rahatlama gibi görünürken daha büyük bir belaya açıldı; vahiye. Vahiyli yaşamın körkütük dünyası artık gerçek insanın korkularına, kendisinden kaçmasına nedendir. Kızıl kalanlar ise doğurdukları çokbaşlı ejderhalarıyla savaşmaya ve onu yenmeye çabaladılar. Adları kızıl kaldı bu nedenle. Tüm bir Asya tapınmanın vazgeçilmezliği içinde kızıllığa tapınmaları çoğalttı. Bu tapımlar hep Çin bölgesine ait gibi görünür. Değil. Asıl tapınım alanı Yunan, Babil ve Mısır olan Doğu Akdeniz’dir. Tahmini 100 bin ila 65 bin yıl önce Afrika’dan başlayan insanlık serüveni içinde, insan ölülerini kırmızı/kızıl aşı boyası ile kaplayarak mezarlarına koyuyordu; bu aynı zamanda bir sanattır ya da ölüm üzerine bir dans. Yetmedi Harran ovalarında evlerin beyaz duvarlarının dışına ve tapınma odalarına, ellerin kırmızı/kızıl renklere boyanarak el işareti olarak süslendi veya işaretlendi. Bu da yaşam üzerine bir işarettir. O dünyaların bambaşka bir yarışı sürmektedir. O gökyüzünde yedi başı, on boynuzu ve başları üzerinde yedi tacı bulunan, asla yenilmeyendir. Doğanın en yaratıcı gücü olan bir kadın! O kadın ki yıldızların üçte birini peşinde sürüklüyordu. O güneşi kuşanmış, ayakları altında ayı tutan ve başı üzerinde on iki tacı olan bir kadındır. O kadının sancılar içinde
Ekim 2008
doğuracağı çocuğu yutmak isteyen bir ejderha vardır. Neden vardır. Nerede vardır. Yeri kozmik dünyadır, nedeni belli değildir. İnsanın rüyasıdır. Doğanın en güçlü kadını ondan kaçmayı başarır, ancak askerleri/müritleri ve koruyucu melekleri yenemezler ejderhayı. O ejderha Yahudi dünyasının sembollerinden tüm evrene akan bir çeşme olur. Koca bir nehir olarak aktığı Dicle ve Fırat’ın dağınık suları arasında Babil’in kızıl göğüsleri üzerindeki kızıl ve mor ile oturan azametli fahişeye dönmesini bilir. Elinde kutsal ve tensel zevklerin şarabıyla dolu altın kâsesini tutmaktadır. Babil’in bu kutsal kadını, o kaçan kadın mıdır bilinmez. Ancak o, Efes’te yeniden yaşar ve ilk kadının yıldızlarla taçlanmış haline döner. İnsan bilincinin en eski kâbusu olduğu kadar en cüretkâr sembollerinden biridir ejderha. O gerektiğinde yılandır da, ölümsüz ve yaşamın sürekliliğini insana ulaştıracak kutsal güç ve sır. İçimizde ve dışımızda kontrol edemediğimiz güç. Cansız ve uykuda sayabilirsiniz onu. Onun kudreti ne zaman ve hangi büyük arzunun parçası olarak sökün eder belli olmaz. Ona ilk insanın doğası da denebilir. Onun şiddeti kendisine ve her şeyedir. O tanrı denildiğinde tanrı, insan denildiğinde insan, kadın denildiğinde göğsünde açan kızıllıktır. Ve insan ya kendisine ya da tanrı dediği ejderhaya taptı. Taptı, taptı. Kozmik mitolojik güçleri içinde Çin’de yaşıyor olabilir. Olsun, yaşasın. Eski ilimde kızıl, insanın ihtişam halindeki rengidir. Tanrısal renge dönüştüğünde ise kötülüğün rengi olur. Kızıl ejderha gibi kızıl aslanın sürekli şekil değiştirmesini burada aramak gerek. O bir tanrı, mucizelerle donatılanın yolunu kesendir. Tek tanrılı dinler öncesinin Şahıdır, Alisidir. Yeni ejderha rengini değiştirdi. Onun tonu yeşil ve altın sarısına dönüştü. Yüreği akılla hareket etmez. Vahyin sınırlarında emir bekler. İnsana ya kötü ya da beklemesini emreden emirler indirir ve savundurur. Musa’nın kızıl ışığı Muhammet’te yeşil safrana döner. Değerlidir. Hayat verici ve ışıkların özüdür yeşil. Yaratılışın rengidir. O yeşil ışık bölündüğünde, Güneş Muhammed, Ay Ali’dir. Şeffaf hali nurdur. Yaratıcı ve kuşatıcıdır. Ve o şafak kimin başının üzerinde doğarsa yaratıcı güç ona geçer. O, rüyasını unuttuğu için, erkeğin kaburga kemiğinden yeniden kadını doğurdu. Kendisini doğuran kadını unuttu. Bilincini
yitirdi. Kozmik düşman saydı. Ejderhanın da düşmanıydı. Kadın ejderhaya yenilmişti. Çöle kaçmıştı, Sina Çölü’ne. Bir daha kaçtı, sonsuz bir vahyin peşinden. Sonuçta vahiy anına kadar ejderha kızıldır. Onun formu tensel şehvet olarak bir kadından, bir çokbaşlı kozmik canavardan bu yana gelir. Şimdinin çocukça düşü ve rüyası içinde de kızıl tehlike, korku değil midir? O bitmez çağlar boyunca da böyle sürdü. Şimdi yere indi. Kahraman kızıl ejderha, vahiye teslim oldu. Yedi başlı koca ejderha rengini yitirdi Kuyruğu ile gökyüzüne savurduğu Güneş, Ay ve yıldızlar yerinde duruyor. Onlar sırrımız ve gerçeğimiz kaldı. Dönüyor semahı. Sürüyor gülbengi. On dört bin yıl dolandı durdu. Yürüyor semahı. Şah’ın başında oniki yıldızlı kızıl taç şimdi yürüyor bâtini dünyanın cennet isteğiyle; “ateşteki demir”, Hallac-ı Mansur yürüyor közlerin üstünde; Enel Hak; ben kızılım, kızıl aşk ateşiyim. Yürüyor Şah’ım kızıl atlarla. Düldülü yaralı tanrının çocukları olarak nefesini yeryüzüne savuruyor; “Güzel şahım sana bir canım kurban/İstemem kurbanı kestim de geldim.” Kozmos yaralı, rüyası dönüyor. Kızılbaş yaralı. Yüzü karışık, alnı yeşillenmiş. Hz. Ali yedi başlı ejderhaya dost mu düşman mı belli değil. Onu amansız bir cenk ile sonunda yeniyor. Kızılbaşın rüyası kendisini bitiriyor. Yenilen kim. Kızılların şahı kızıl yolu yeşillendiriyor. Nur’dan ayrılan iki yolun yabancısı şimdi. Bir eli Muhammet’in muhannetinde, bir eli kızıl kanlar içindeki Zülfikar’da. Ejderhanın yedi başı da kesilse yaşar mı? Savaşına devam eder mi. Bütün bir insanlığın rüyası kızıl kutsal rakamlarını yetirir mi. İlk filozoftan başlayarak tanrı yaratan insan, tanrıya yenilir mi. Tanrı yaratıcıydı, yönetici oldu. İnsanın nasibine düşen dostluk bu mu? Sabah Yıldız’ı olmadan goncalar kızıl kızıl açar mı? İnsan kanıyla yaşayan ve düşünen canlıysa yeniden renginde doğar mı? Tüm çağların bilge meyvesi kızıl kalacak mı? Kızıl soy olarak yürüyecek mi. Şeyh Bedrettin’in börklü müritlerinin sabah kızıllığında ayrılmış bedenlerinin üzerinde açan çiçekler; kızıl karanfiller. Kafkas dağlarında yürüyen zalimliğe karşı direnenlerin sessiz cesetleri üzerinde kızıl karanfiller. Sivas’ta kızıl kızıl yananların bedenlerinde kızıl sedef kakmalı tahttan kalan Yavuz’un kanı. Kim kime direniyor? Kızıl kan yürüyor, yenilmiş, yeşillenmiş...
Alevi Bektaşi Federasyonu’nun Ankara Mitingine hazırlık için Taksim’de yaptığı basın açıklamasından
Kızıl Kan Yeşillendi
21
SERÇEÞME
TURAN ESER’IN 45. SAYIDA YAYINLADIĞIMIZ ALİ YILDIRIM’I ELEŞTİREN YAZISINA YANIT
Her Ağacın Kurdu Kendinden Olur! Ali Yıldırım Vardığım sonuç şudur: Alevilerin dışarıdan düşman aramalarına gerek yoktur. Düşman ağır bir söz, ama bütün örneklerin süzme ifadesi
C
UMA sabahı Ceyhun’un (Alevionline editörü) uyarısı üzerine Alevionline.com’da Turan’ın yazısın okudum. Bilgisayarı kapatıp şöyle bir düşündüm. “Ben bu sözleri hak ediyor muyum?” diye sordum kendime. “Yanıt vermem gerekir mi?” dedim. Tepkimin durulması için geçip CD çalardan Ruhi Su’nun “Benim Kâbe’m insandır” deyişini defalarca dinledim. Sonra dönüp yazıyı bir kez daha okudum. Vardığım sonuçlardan biri şudur: Alevilerin dışarıdan düşman aramalarına gerek yoktur. Evet, düşman lafı ağır bir söz, yazarken de benim hoşuma gitmedi, ama bu bir deyim ve bütün örneklerin süzme ifadesi. Turan Eser’in Hüseyin Gazi şenliklerine ilişkin değerlendirmesi “CHP eleştirisi ve bir alternatif arayışı” yaklaşımı ile sınırlı kalsa idi cevap vermek gerekmezdi, arkadaşın düşüncesi böyle der geçerdim. Ama yazı sözde CHP eleştirisi üzerinden bir Ali Yıldırım infazına dönüşünce, hele de bu infaz iftira ve yalanlar üzerine kurulunca Turan’a olmasa da okurlara bazı notlar iletmek zorunlu hale geldi. Doğal olarak burada yalnızca yalan ve iftiraları deşifre edilecektir. Siyaseten söyledikleri ise zaten yalnızca kendini ilgilendirmektedir ve bizim açımızdan bir değer ifade etmez.
En Canımı Acıtan İftira En canımı acıtan iftiradan başlamak istiyorum. Bir insan karşısındakini mat etmek, etkisiz kılmak için her türlü yolu mübah olarak görebilir mi? Hele hele bir Alevi, yani “diline sahip olması gereken” bir insan, nasıl utanmadan yalan uydurup iftira atabilir? Bakın arkadaş ne yazıyor: “Burada ilginç bir detayı ıskalarsak, aynı zamanda Avukat olan Ali Yıldırım’ın Sivas davasına ilgisini atlamış oluruz. O detay ise, Av. Ali Yıldırım, Sivas davasının avukatı bile olmamıştır. ” Yani ben avukatlık yapabilecek durumda olmama rağmen avukatlık yapmamışım, Sivas Davası’nda yer almaktan uzak durmuşum! Muhatabını alt etmek için yalanlar uydurarak bu kadar insanların manevi duyguları, hele Sivas gibi Alevilerin kanayan bir yarası istismar edilebilir mi? Ali Yıldırım, Sivas Davası’nın görülmeye başlandığı tarihte devlet memuru olarak görev yapmaktaydı. Ve dolayısıyla avukatlık yapamazdı. Turan’a tiyo veren akıl hocaları da bu durumu bilirler. Ali Yıldırım’ın Sivas Davasında memur olmasından dolayı avukatlık yapamadığını bilmemeleri mümkün değildir. Bu gözü dönmüşlük, bu kin ve nefretin kaynağı nedir? Ali’yi yıpratmak için her yol mübah olarak görülebilir. Sivas istismar edilebilir mi? Bilerek
22
isteyerek yalan söylemek ve yalan uydurmak ve bunu muhatabının bir eksikliği, tartışmada bir üstünlük kozu olarak kullanmak düpedüz terbiyesizliktir, utanmazlıktır ve karşısındakine kin ve nefretle bakmaktır.
Abant Tavrı Alevilerin Yüreğinde Yer Etmiştir, Abant Tavrı Onurdur Mart 2007 tarihinde Abant Platformu, Alevilik başlıklı bir sempozyum düzenledi ve ben de bu toplantıya konuşmacı katıldım. Toplantıda İslamcıların ve resmi çevrelerin Aleviliğe dair görüşlerini kıyasıya eleştirdim. Toplantının ilk günü yaptığım bu konuşma Alevilerin Sesi dergisinde “Abant Abant Olalı!” başlığı ile yayınlandı. Diğer yandan bu toplantıda Aleviler adına ahkam kesen bir sonuç bildirgesinin yayınlanmasına da engel olmayı başardık. Sivas Davası’nı istismardan geri durmayan Turan Eser, bu toplantıya katılmamı ve yaptığım konuşmayı eleştiriyor. Ama yine bir iftira ile ağzındaki asıl baklayı çıkarıyor ve benim Fethullahçılarla muhabbetim olduğunu ima ediyor. Bu düpedüz utanmazlık değil de nedir? Benim Abant tavrımdan, yol ve ilkelere her şart altında sahip çıkmanın Aleviler açısından ne kadar önemli olduğunu tüm dünya gördü. Aleviler gördü ve alkışladılar. Gücüne, kimliğine, kişiliğine, fikirlerine güveniyorsan her ortamda başın dik bir biçimde doğrularını dile getirirsin! Yok, eğer kendine güvenmiyorsan, bukalemun gibi ortama uyuyor ve oradan rant elde edeceğini düşünüyorsan gizlenirsin ve ışığa çıkmaktan sakınırsın…
Ankara’nın Büyük Alevi Buluşması Gelelim Turan’ın üçüncü yalanına! Hüseyin Gazi Şenlikleri 11 yıldır yapılıyor. Ankara’nın bu tek Alevi-Bektaşi doğal inanç merkezini Alevi toplumuna kazandırmak için verdiğimiz mücadeleyi anlatacak değilim. Şenlikler de Hüseyin Gazi Dergâhı’nın Alevi kimliğini kazımanın bir parçası. Diğer bir parçası orada inşa ettiğimiz ve her hafta sonu düzenli olarak cem yapılan cemevi. Hüseyin Gazi Şenliklerine her yıl binlerce insan katılıyor. Her yıl siyasiler geliyor, her yıl Alevi-Bektaşi örgüt yöneticileri baş konuk olarak yer alıyor. Turan Eser yine gerçekleri çarpıtmak işine girişiyor. Alevi örgütleri çağrılmadı diyor. Konuşturulmadı diyor. Bu açık yalanı söylemekle ne kazanacağını sanıyor? 14 Eylül günü Alevi Bektaşi örgüt temsilcilerinin şenlikte olduğunu, bu temsilcilerin konuştuğunu televizyonlarda görmemesi mümkün mü? Ama Ali Yıldırım’a saldırmak için gerçekliğe gözünü kapıyor. Pir Sultan Abdal Derneği Genel Başkanı Av. Fevzi Gümüş, şenlikte Hüseyin Gazi Derneği Başkanı Gülag Öz’ün açış konuşmasından sonra Alevi-Bektaşi Federasyonu ve Pir Sultan Abdal Derneği adına ikinci konuşmacı olarak kürsüye çıkmıştır. Kuşkusuz Turan, Gümüş’le, Pir Sultan’la, Alevi Bektaşi Federasyonuyla
kavgalı olduğu için bu konuşmayı yok sayabileceğini sanmaktadır. Ama o konuşma yapılmıştır, alkışlanmıştır ve kayıtlardadır. O gün şenlikte ABF Örgütlenme Sekreteri Mustafa Özarslan, ABF Genel Saymanı Köksal Yıldırım, Karacaahmet Derneği Başkanı Muharrem Ercan, Ankara Cemevleri Yaptırma Derneği Başkanı Mehmet Uzuner, Divriğililer Derneği Başkanı Ali Yılmaz, Çorum-Der Başkanı A. Haydar Şahin, Ozan-Der Başkanı Sinemi ve daha adını sayamadığım birçok canımızın varlığı yok sayılarak kim ne kazanabilir? Yine şenliğe AABK Genel Başkanının, Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanının, Hacı Bektaş Dernekleri Genel Başkanının da davetli olduğunu Turan bilmiyor olabilir mi?
Ali Yıldırım Kankileri Turan yalnız bana saldırmakla kalmıyor, başta Alevi Bektaşi Federasyonu ve Pir Sultan Abdal Derneği yöneticileri olmak üzere Aleviliğe dair ortak düşünceleri paylaştığımız arkadaşlara da saldırıyor ve onları “kanki” ilan ediyor. Bizlere “Zavallı” diyerek hakaret ediyor! Ne edep, değil mi? Kimmiş Ali Yıldırım kankileri? Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız, ABF Genel Sekreteri Av. Kazım Genç, Pir Sultan Genel Başkanı Av. Fevzi Gümüş, Divriğililer Derneği Başkanı Av. Ali Yılmaz… Neymiş suçumuz? CHP Genel Merkez’inde düzenlenen geleneksel aşure törenine katılmışız! Kime biat etmişiz, hangi ilkemizden ödün vermişiz? Turan’a göre bu soru gereksiz, aşure düzenleyen CHP ise suçlamak için bu yeterli. Peki, sözgelimi 22 Temmuz seçimlerinde oylarının % 90’ını CHP’ye kullanan Alevilere ne diyecek Turan? Kuşkusuz en az onlar da Ali Yıldırım ve kankileri kadar suçludur! Onurlu duruş, dik duruş gidilen yerle katılan toplantıyla ilgili olmaktan çok gidenin katılanın kimliğiyle kişiliğiyle, oradaki tavırlarıyla ilgili değil midir?
Alevilere Siyaset Yasağı mı Var? Turan’ın bir başka saldırı konusunu da “Ali Yıldırım’ın belediye başkanı adayı olduğu” iddiası oluşturuyor. Sistemin Alevilere yönelik bir siyaset yasağı olduğu biliniyor! Turanın siyaset yasağı koyduğunu ise bu yazıyla haberdar öğreniyoruz. Alevi kökenli insanlar siyaset yapmayacak mı, milletvekili-belediye başkanı, vs., adayı olmayacak mı? Turan’ın bilmediği bir şeyi ben açıklayım, benim bütün siyasi faaliyetlerim en üst örgütümüzün bilgisi dahilindedir ve Alevilerin kırmızı çizgileriyle örtüşen bir çizgi üzerindedir. Turan kendi kafasındaki düşünceleri, geliştir meyi hayal ettiği projeleri tüm Alevilere giydir mek istiyor olabilir. Ama onun kafası somut hayatı pek ilgilendirmiyor. Kendi projeleri doğru, onun dışındakilerin arayışları yanlış. Ne güzel değil mi? Turan gibi hiçbir örgütsel sorumluluğu olmayan, sırtında yumurta küfesi taşımayan arkadaşların işleri doğrusu çok kolay, ona göre sloganlar her şeyi çözüyor. Oysa Alevi toplumunun gerek inançsal olarak, gerek hayata dair ciddi sorunları var. Ve hemen yarın hayatlarında bir değişim, bir iyileşme olsun istiyorlar. Bir şeyi başarmak, umutlanmak istiyorlar. Ham hayaller peşinde koşmak değil.
Sayı 46
SERÇEÞME
Hüseyin Gazi Konuşmamda Ne Söyledim Turan benim konuşmamda eğilip büküldüğümü, ilkelerden taviz verdiğimi, aday olmak için birilerine yağ çektiğim iftirasında bulunuyor. Konuşmam kayıtlıdır. O konuşma alandaki binlerce insan tarafından takdirle karşılanmışıtır. O konuşmayı TV’de izleyen, Türkiye’nin değişik yerlerinde yaşayan insanlardan onlarca kutlama telefonu aldım. Turan dışında bir insan da çıkıp olumsuz bir söz söylemedi. Çünkü o konuşma Alevilerin temel sorunlarına dikkat çekiyor ve muhatap AKP karanlığından bir an önce kurtulmamız gereğine işaret ediyordu: Cemevleri konusuna değindim, cemevlerini ibadethane saymamanın vicdansızlık olduğunu ifade ettim. Zorunlu din dersleri konusuna değindim ve bunun çocuklara yönelik bir işkence olduğunu dile getirdim, iktidarın AİHM ve Danıştay kararlarını uygulamadığını, bunun da bir vicdansızlık olduğunu vurguladım. 2 Temmuz katliamının yaşandığı Madımak Oteli’ne AKP belediyesinin et lokantası olarak faaliyet göstermek üzere ruhsat verdiğini, bunun da bir vicdansızlık olduğunu söyleyerek, CHP’nin Madımak’ın müze olması yönünde kanun teklifi vermiş olmasının önemine değindim. Alevilerin kırmızı çizgilerini dile getirdim. Alevilerin laiklik, cumhuriyet, demokrasi değerlerinden asla vazgeçmeyeceğini, taviz vermeyeceklerini, çünkü Alevilerin bu ilkelere yaşamsal değer atfettiklerinin altını çizdim. Laikliği özellikle vurguladım. AKP yalakalarının, tatlı su aydınlarının laiklik de neymiş, laiklik karın doyurmaz yaklaşımının ne kadar vahim olduğunu belirtmek için, belki laiklik karın doyurmaz ama laiklik insanları bir başkasının ihsanına muhtaç olmaksızın barış ve kardeşlik içerisinde yaşatan bir ilkedir vurgusunu yaptım. Benim gibi Türkiye’nin gerçek anlamda laik bir ülke olmadığını ısrarla vurgulayan birine, “Türkiye laik kalacaktır” şeklinde söz söylediğim için geri adım attı demek için elbette insafsız olmak gerekir. Bu sözün varolanı kutsamak değil, varolan minimuma dahi sahip çıkmak gerektiği anlamına geldiğini anlamamak için herhalde yeminli Ali Yıldırım karşıtı olmak gerekir. Yaptığım konuşmayı büyük medya kuruluşları “Alevilerden hükümete ağır eleştiri” şeklinde anladı, özetledi ve haberleştirdi. Doğrusu, normali ve makul olanı da bu idi!
Eleştiri İlerlemenin Kaynağıdır Yalan İse Çürütür
Karakavuz’da Cemevi Açıldı Bahaddin Arı
K
ARADENİZ EREĞLİ’ye yaklaşık elli kilometre uzaklıktaki Karakavuz köyünde yaşayan Alevilerin bir araya gelerek yaptırdıkları kültür ve cemevi 19 Ekim tarihinde törenle açıldı. Törene, Zonguldak milletvekilleri, Ereğli, Gümeli ve Çaylıoğlu Belediye Başkanları, CHP Ereğli İlçe Başkanı, İl Genel Meclisi üyeleri ve Erzincanlılar Derneği yöneticileri de katıldı. Muhtar Kemal Üzmez, töreni açış konuşmasında, bugüne kadar gittikleri hiç bir kapıdan geri çevrilmediklerini, başta yol olmak üzere tüm hizmetleri aldıklarını söyledi ve yardımcı olan herkese teşekkür etti. Karadeniz Ereğli Hacı Bektaş Kültür ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Ali Arıkan şöyle konuştu: “Bizler Anadolu’da yeni bir şey yapmıyoruz. Bizim her evimiz cem ve kültür evi olarak kullanılırdı. Ama bugün nüfusumuz kalabalık, evlerimizde izdiham yaşanmaktadır, bu nedenle cem ve kültür evi yapma ihtiyacı doğmuştur. Cemlerde bireyler hiçbir ayrıma tabi tutulmadan, mevki makam gözetmeden yaptıkları yanlışlık ve haksızlık varsa bunu cemevinde hallederler. ‘Hz. Ali’yi sevmek Alevilikse bende Aleviyim’ demekle Alevilik olmaz. Alevilik zordur, kıldan ince keskin
bir yoldur. Hırsız, katil, kul hakkı yiyen, ırz düşmanı cemlerimize katılamaz.” Gümeli Belediye Başkanı Şefik Ünal ise kültür ve cemevinin yapımında emeği geçen herkese teşekkür ederek, Ereğli ve Alaplı ilçelerine de kültür ve cemevi yapılması gerektiğinin altını çizdi; bundan sonra da elinden gelen desteği vereceğini söyledi. Bir konuşma yapan Mustafa Dedekargınoğlu Dede, “Kültür ve cemevleri Alevi-Bektaşilerin ibadet evleridir. Ama bugünlerde Cemevleri yok sayılıyor. Camilerimizde olsun, cem evlerimizde. Cemevinin yapımında emeği geçen herkese teşekkür ederim.” dedi. CHP Zonguldak Milletvekili Ali İhsan Köktürk, Alevi-Bektaşilerin Kurtuluş Savaşında üstlendikleri önemli role değindi. Türkiye Cumhuriyeti’nin laik demokratik yapısında Alevilerin önemine değindi. CHP Zonguldak Milletvekili Ali Koçal ise konuşmasında şunları dedi: “Sizlerin sorunlarını yakından bilen bir partinin milletvekili olarak sizlerin sıkıntılarını çözmek için çalışacağımıza söz veriyorum. Dört bir yanda cemevlerinin olması gerek ve c emevlerinin yapılması için elimizden geleni yapacağız. Önümüzdeki belediye seçimlerinde her kazandığımızın ertesi günü ilk işimiz cemevlerinin temelleri atmak olacak.” Konuşmaların ardından açılış kurdelesi kesildi. Kültür ve cemevi gezildikten sonra lokma dağıtıldı. Açılış töreninin son bölümünde Karadeniz Ereğli Hacı Bektaş Veli Derneği Semah ekibi, semah döndü, deyişler söylendi.
Eleştiri iyidir. İlerlemenin kaynağıdır ve yürümek için gereklidir. Eleştirenin varsa dostun var demektir. Yalan ise insanı çürütür. Alevilikte büyük suçlardan sayılır. İnsan durduk yerde neden yalan söyler? Bu durumda hastalıklı bir vaka var demektir ki yazıktır. İftira kötülüktür. Üzerine atılanı üzer. Ama asıl olarak dönüp sahibini bulur. Turan Eser’in yalan ve iftiralarına dair başlıklar yukarıya alınmış ve yanıtlanmıştır. Bu durum elbette Alevi toplumu adına utanç vericidir. Elbette bu duruma en çok sevinenler yeminli Alevi düşmanlarıdır, yesinler birbirlerini diyerek ellerini ovuşturanlardır. Ama maalesef “her ağacın kurdu kendinden olur.”
Ekim 2008
23
SERÇEÞME
Engin Çeber’in dayakla öldürülmesini protesto etmek üzere Tecride Karşı Sanatçılar İstanbul’da, Şişli Postanesi önünde bir Basın Açıklaması yaptı. Aşağıdaki metin katılanlara okunduktan sonra Bakanlığa posta ile yollandı. Ardından Şişli Adliyesine gidildi ve katılımcılar Adliye önünde pankartlarla beklerken onları temsil eden beş kişi, Ruhan Mavruk, Esat Korkmaz, Grup Yorum’dan Cihan Keşkek, Birol Topaloğlu ve Gamze Mimaroğlu Savcılığa suç duyurusunda bulundu.
Bir “İlk” Daha Yapın... İstifa Edin! 27 Kasım 2008
İ
ŞKENCE ve zulmün tarihi çok eskidir. İnsanlık tarihi kadar eski... İktidar erkiyle hareket edenler, kölesi, tebası veya adı bunların benzeri herhangi bir şey olarak gördükleri kimilerine her türden ezayı, cefayı, zulmü, işkenceyi reva görmüşlerdir. Yüreğinde en küçük bir insanlık kırıntısı kalmışlar için, işkencenin bir insanlık suçu olduğunu haykırmaktan daha doğal bir şey olamaz. Şükür bizim de yüreğimiz büyük ve insana dair tüm güzellikleri savunacak kadar da cesur... Bizler bu ülkenin vicdanıyız. Bizler bu ülkenin aydınları, sanatçıları olarak, Engin Çeber’in; yasal bir dergiyi dağıttığı için sırtından kurşunlanıp felç olan Ferhat Gerçek’i vuran polislerin tutuklanması için basın açıklaması yapmasını ve ardından Ferhat’ın dağıtırken vurulduğu Yürüyüş Dergisi’ni Sarıyer’de dağıtmasını, demokratik bir hakkın kullanılması olarak görüyor ve bunu sonuna kadar savunuyoruz. Ancak dergiyi dağıtırken gözaltına alınmasını, bununla kalmayıp gözaltına alınırken ve götürüldüğü İstinye Polis Karakolu’nda
işkence görmesini; sonrasında tutuklanıp götürüldüğü Metris T Tipi Hapishanesi’nde, girişte ve hapishanede kaldığı 10 gün boyunca kesintisiz işkence görerek yaşamını yitirmesini, biz ne ile açıklayacağımızı bilemiyoruz. Sayın Adalet Bakanı peki siz bize açıklayabilir misiniz bunun nedenini? Tamamiyle sizin denetiminizde ve sorumluluğunuz altındaki bir kurum olan hapishanelerin birinde, Metris T Tipi Hapishanesi’nde gencecik bir insan, vahşice yöntemlerle işkence görerek hayatını kaybediyor Sayın Bakan. Bunun karşılığı ise sadece bir özür oluyor sizin ağzınızdan. Yine de bu ülkenin siyasi tarihinde bir “ilk” bu... Bununla övünür müsünüz, yoksa sorumluluğunuz altında bir insanın, yine sizin emir ve komutanız altında bulunan görevlilerce öldürülmesi nedeniyle üzülür müsünüz bilemiyoruz. “Görevliler açığa alındı, soruşturma sürüyor, sonucu bekleyin” diyebilirsiniz. Hatta “Bir bakan olarak ben Engin Çeber’in annesinden özür bile diledim, daha ne yapayım?” da diyebilirsiniz... Evet bunlar dışarıdan bakıldığında
Halkevleri’nin AKP önünde yaptığı protestosu ise polis tarafından engellendi
Ahmet Tulgar Ali Ekber Eren Ali Eriş Arif Damar Âşık Berbati Atilla Meriç Avni Sağlam Aynur Diz Bahariye Alpman Barbaros Tantan Bayar Şahin Bilgesu Ataman Birol Topaloğlu Cengiz Gündoğdu Cezmi Ersöz Derya Alabora
24
Edip Akbayram Emre Saltık Enver Çelik Ercan Aydın Erdal Bayrakoğlu Ertuğrul Mavioğlu Esat Korkmaz Esin Afşar Eşber Yağmurdereli Fikret Başkaya Funda İslam Gökhan Birben Grup Yorum Gülten Kaya Güngör Gençay Hakan Yeşilyurt
olumlu adımlar olarak görülebilir, ancak bizler de bu ülkede yaşıyoruz ve en az sizin kadar da tarih bilincine sahibiz; ki bu bilinç bize en başta bu ülkede bugüne kadar hiçbir işkencecinin ceza almadığını söylüyor. Bu bilinç, bize bu ülkede işkencenin hep var olduğunu ve iktidarlara karşı en küçük ses çıkaranlara, muhalif tüm kesimlere, demokrasi ve insan hakları mücadelesi sürdürenlere karşı sistematik bir şekilde uygulandığını söylüyor. Sizler de “işkenceye sıfır tolerans” söylemleriyle iktidara geldiniz ve iktidarınız döneminde emniyet müdürlüklerinde ve hapishanelerde işkenceli ölümler yaşanmaya devam etti. Engin Çeber’in ölümünden sonra bile işkenceden dolayı ölenlerin haberlerini aldık. Pervasızlığın bu kadarına da pes doğrusu!.. Çok yakın bir tarihten de bir örnek verelim; Avukat Behiç Aşcı, F Tipi hapishanelerde devam eden tecrit ve izolasyon uygulamalarının ortadan kaldırılması için ölüm orucuna başlamış ve sizden önceki Adalet Bakanı Cemil Çiçek tarafından yayınlanan 45/1 No’lu genelge ile tutuklu ve hükümlülerin haftada 10 saat olmak üzere, hiçbir koşula ve sınırlamaya tabi olmaksızın sohbet edebileceği güvence altına alınmıştı. 45/1 No’lu genelgenin yayınlanmasının üzerinden neredeyse iki yıl geçmesine rağmen, hemen tüm F Tipi hapishanelerde bu genelgenin uygulanmadığı herhalde ki, bir Adalet Bakanı olarak bilginiz dâhilindedir. Söyleyin şimdi, biz size nasıl güvenelim ki? Suçu kabul etmek ve özür dilemek bir erdemdir. Ancak Engin Çeber olayını; sizin gibi, bu ülkenin en hassas bakanlığı olan Adalet Bakanlığı koltuğunda oturan birinin, bir insanın hayatına karşı kuru bir özürle geçiştirmesi kabul edilemez. Normal koşullarda, böyle bir durumda, demokrasi kültürünü içselleştirmiş bir bürokratın veya görevlinin, o koltukta bir dakika bile oturması düşünülemez. Bizler, bu ülkenin aydın ve sanatçıları; yani bu ülkenin vicdanı olarak, hem Engin Çeber’i katleden görevlilerin hukuki süreçlerini, hem de 45/1 No’lu genelgenin uygulanıp uygulanmadığını izleyeceğimizi hem size hem de kamuoyuna duyuruyor ve diyoruz ki; bir “ilk”i hayata geçirdiniz ve özür dilediniz, şimdi bir “ilk”i daha hayata geçirin ve derhal istifa edin! Bunu, yüreğimizin soğuması için veya kişisel herhangi bir nedenle istemiyoruz, sadece işkenceyi, işkenceli ölümleri ve Engin Çeber’den sonra yaşanan riyakârlıkları içimize sindiremediğimiz için istiyoruz. O kadar. ..
Tecrite Karşı Sanatçılar ve Destekçi Aydın Sanatçılar İletişim: 0212 238 81 46 Faks: 0212 238 82 49
E-posta: hepimiztecritteyiz@gnıail.com Halil Nebiler Hasan Gürelliler Hasan Sağlam İnan Karakış Kemal Kaplan Kibar Arslan Mahmut Gökgöz Mazlum Çimen Mehmet Esatoğlu Mehmet Gümüş Menderes Samancılar Metin Coşkun Mihri Belli Murat Çelikkan Murat Kaya Mustafa Bakır
Nurettin Güleç Ragıp Zarakolu Ruhan Mavruk Salih Soydemir Sevim Belli Sinan Kara Suavi Şanar Yurdatapan Şükrü Erbaş Timur Ölkebaş Ufuk Karakoç Ümmüşen Vedat Baran Vedat Sakman Yusuf Çetin Zeynep Tanbay
Sayı 46
SERÇEÞME
Serçeşme Dergisi Yazı İşleri Müdürlüğüne
D
ERGİNİZİN 45. sayısının arka sayfasında (32.sayfa) yer alan Esen Uslu imzalı “Aleviler Nasıl Bir Demokrasi İstiyor” başlıklı yazının sağ sütun son bölümünde Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği’nin adını Alevi Kültür Derneği olarak değiştirdikten sonra ilk icraatlarının, HBV Anadolu Kültür Vakfı binasında yayın yapan YOL TV’yi “kovalamaya girişmek olması” ibaresiyle yanlış anlamaya yol açan bir anlatım yer almaktadır. Büyük olasılıkla yanlış anlamadan ya da bir espri çerçevesinde yapılan bir konuşmadan kaynaklandığı anlaşılan bu açıklamanın gerçeği yansıtmadığını belirtmek isterim. Esen Uslu arkadaşın bilgi kaynağının “yanlış bilgi”ye sahip olmasından kaynaklanan bu açıklamanın doğrusu şöyledir: YOL TV, Ankara Temsilciliğini oluşturduktan sonra şu anki yerinde, küçük stüdyoda paket yayınına başlamıştır. Vakıf yönetimi, ta ilk başlarda binanın en üst katındaki büyük salonu, stüdyo olarak YOL TV’ye tahsis etmişlerdi. Fakat o günlerde büyük stüdyonun tadilatı çok masraf gerektirdiği için gerekli
FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA
Hacı Bektaş Veli’den İlkeler düzenleme yapılamamış ve “küçük stüdyo” diye adlandırdığımız şimdiki yerinde on aydan beri yayın hizmeti vermeye başlamıştır. Son aylarda Vakıf yönetiminin kendi bünyesinde Alevi Araştırma Enstitüsü kurması ve program çekimlerinin yapıldığı “küçük stüdyo”nun Enstitü’ye tahsis edilmesi gerektiğinden, Vakıf yöneticileri bir an önce yukarıya, “büyük stüdyo”ya taşınmamızı istemişlerdir. Fakat TV’nin ekonomik ve iç sorunlarından dolayı bu gerçekleşememiştir. Büyük olasılıkla bu ay sonunda yukarıya taşınmış olacağız. Sanırım Vakfın, YOL TV’den bir an önce yukarıya taşınmamızı istemesi, “kovalama” olarak algılanmıştır. Art niyet olmadığından emin olduğum bu ifadedeki “kovalama” sözcüğünün yanlış kullanıldığı kanısındayım. Durumun bu şekilde olduğunu bilgilerinize sunar, yayın yaşamınızda başarılar dilerim. Saygılarımla. İlhan Cem Erseven YOL TV Ankara Program ve Yayın Müdürü
Düzeltir, Özür Dilerim Esen Uslu
G
EÇEN sayıda deri değiştiren Hacı Bektaş derneklerinin Yol TV’yi binalarından atmaya giriştiğini yazmıştım. Buna, Yol TV’de çalışan arkadaşlardan önce telefonla “tekzip” geldi. İlk başta Yol TV’de program yapan Hasan Harmancı aradı. Ardından Yol TV Ankara sorumlusu İlhan Cem Erseven arayıp böyle bir kovma olmadığını; kendilerine Vakıf binasında Yol TV’nin kullanmakta olduğu birinci kattaki salondan çıkıp, aynı binanın çatı katına taşınma önerisi yapıldığını söylediler. Ben doğrulamadan böyle bir sözü yazmayacak kadar ne konuştuğumu bilirim, pek şakacı da sayılmam. Amma ve lakin, bu arkadaşlar “kovulmadık” dediklerine göre demek ki yanılmışım; düzeltir, okuyucudan özür dilerim.
Ancak, bu arada öğrendik ki Yol TV’de Esat Korkmaz’ın da katıldığı programın yapımı bu “taşınma işi bitinceye kadar”(!) askıya alınmışmış. Binlerce liralık yatırımla ve büyükçe bir inşaat çabası ile içine girilebilir hale gelecek olan çatı katına taşıma işi ne zaman biter hep beraber izler görürüz. Bugüne kadar yazdıklarımızla, olayı Alevi-Bektaşi kamuoyuna duyurduktan ve gelen bu tekzipten sonra “yapılmadığı söylenen kovalama” zamana yayılarak mı gerçekleştirilir; yoksa yol yakınken “yapılmadığı söylenen kovalama”dan vaz mı geçilir; yoksa bütün bu gelişmeler seçimler öncesinde yeni bir uzlaşmaya-ittifaka zemin mi hazırlar? Ne dersiniz? Ben, hep birlikte bekleyip görelim derim.
Bir yoldaştır ki Yitirmeye kimse onu... “Karanlıktır bilim üzere gidilmeyen Yolun sonu.” Ne olursa olsun Yeri: “Yüreğinin ağırlığıncadır Kişinin değeri.” Durup bekleme yüzünün güzelleşmesini Davran biraz, silkin: “İyi mi olsun karşındaki, Sen iyi ol ilkin.” “Düşünce Karanlığına Işık tutanlara Ne mutlu.” “Yalnız Bilgelerdir, Hem arı olan Hem arıtıcı olan.” “Düşünceyi, Eylemi, sevgiyi siz, Tanrının Tadı biliniz.” Güneştir tokmağı Gökyüzü bir davul, Gümler gece gündüz “Ara bul.” Bir söz ki söyler işte Dağlar taşlar bağıra bağıra: “Ne ararsan Kendinde ara.”
Hasret Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri, Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye: Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri, Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye
İstanbul, Taksim’de 8-9 Kasım yürüyüşü için bildiri dağıtan canlar
Elim Yazmaya Varmadı Merhaba Ahmet Ağabey, Dergimizin kapanacağı haberini aldıktan bu yana, elim yazmaya varmadı diyebilirim. Emekle ve bin bir zorlukla gerçekleştirilen bir çalışmanın bu noktada tıkanması oldukça üzüntü verici. Şimdiki ve bundan sonraki çalışmalarınızda hep birlikte olacağımızın sizlere elimizden geldiği kadar destek vereceğimin sözünü veriyorum. İyi çalışmalar… Metin Özdemir Serçeşme Afyon Sandıklı Temsilcisi
Ekim 2008
25
SERÇEÞME
RİTÜELDEN DRAMA KERBELÂ - MUHARREM - TA’ZİYE
Öndeyiş’ten Metin And
Giriftar İnsanın yaşamını sürdürebilmesi için en temel ihtiyaçları olan barınma, beslenme ve korunma ne kadar önemli ise, ruhsal doyum ve manevi haz da o kadar önemlidir. Herhangi bir şeyden alabildiğiniz manevi haz ölçüsünde ruhsal doyum sağlarsınız. Nedir manevi haz, doyum nedir? İnsanın sevdiği şeylere ulaşma çabasını haz yaratır; yaydıkları hazza “giriftar”, yani tutkun olup o şeylere ulaşması doyumdur. O doyum insanı mutluluğa götürür. Sevdiği, bağlandığı şeye ya da şeylere ulaşamazsa insan, mutlu olabilir mi? Olamayacağını, olmadığını pekâlâ biliyoruz. Tıpkı Leylâ’sına kavuşamayan Mecnun, Aslı’sına kavuşamayan Kerem gibi. Aşık Daimî iki dizesiyle bunu çok güzel anlatmıştır: Öyle giriftar oldum ki aşk beni derbeder etti Öyle bir hale geldim ki gören beni Mecnun sandı Bir şey daha biliyoruz, o da insanın sevdiği şeyleri kaybetmeden de tutkuyla bağlanabileceğini. Öyle ki bu bağlanma bazen tutkunun da üstünde onulmaz bir saplantıya dönüşebilir. Tutkuyla bağlanmak, aynı zamanda bağlandığın şeye tutsak olmaktır. Tutkuyla bağlanmak, “giriftar” olmak öyle bir şeydir ki, kişi ne yapsa kendisini onun pençesinden kurtaramaz. Tutkuyla bir şeye yakalanan, bir şeye gönlünü veren bir daha “iflah” olmaz. Kurtulması imkânsızdır, bir kez “feleğin çemberine” düşmüştür. Odlara yanmaktadır. Bu öyle bir oddur ki yaktıkça kor olur, kor oldukça yakar. İstese de bu kordan kurtulamaz. Amansız bir derttir bu. Tutulmuş, düşmüştür bir kez bu derde Yunus misali: Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni Ben yanarım dün-ü günü, bana seni gerek seni Yunus istediğine ulaştı mı bilinmez, ama O’nun aşkına “giriftar” olduğu aşikârdır. Zaten şu dizeleriyle de itiraf etmekten çekinmiyor: Hakk’tan meğer takdir idi âşık oldu gönlüm sana Hiç kimseler bencileyin aşka giriftar olmadı. İnsanın neye ya da nelere tutku ile bağlanacağının, düşkünlüğünün sınırı yoktur. Tutku bitkiye, dağa, taşa, hayvana, spora, müziğe, edebiyata, tiyatroya, sinemaya akla gelebilecek her şeye olur. “Türkü söylemek benim için bir aşk halidir” diyor, üstad Ruhi Su. Bağlama çalmakta öyledir, tutkunları için. Hele kimileri de vardır ki bağlamaya “giriftar” olmuştur. Tıpkı elinizdeki albümün yorumcusu gibi! Ahmet Koçak Giriftar: Farsça “tutulmuş, yakalanmış, düşmüş, tutkun” anlamlarına gelmektedir.
26
Metin And’ın anısına içinde çalıştığı ortamı ve karşılaştığı zorlukları göstermesi açısından öğretici olan bu yazıyı kitabına yazdığı Öndeyiş bölümünden kısaltarak aldık.
K
ONUYLA ilgilenmem çok gerilere gider. Önceleri, Muharrem’deki törenlerde daha çok dans öğesi ile ilgilendim. Forum dergisinde “Âşûre Töreninde Dans” başlıklı iki yazı yazdım. Daha sonra bu yoldan ta’ziyeyi keşfettim. Bu, gösterim sanatları üzerinde çalışan biri için önemli bir çalışma alanı oldu. Ritüelin drama dönüşmesi ve İslâm’daki tek dram türü olması, ayrıca bu dramın hem Antik Yunan dramı, hem Ortaçağ dramı, hem de çağdaş dramla ortak yönleri bulunması ilgimi daha yoğunlaştırdı. Bu konularda ne buluyorsam okuyordum. 1964’te Dışişleri Bakanlığı beni konferanslar vermek üzere altı Yakındoğu ülkesine gönderdi. [...] Bağdad’da Türk Elçiliği’nin Başkâtibi Galatasaray Lisesi’nden sınıf arkadaşım Şevki Özmen’di. Necef ve Kerbelâ’ya gitmek konusunda bana yardımcı olacaktı, ancak gerçekten vakitsizlik buna engeldi. Arkadaşım beni evine akşam yemeğine çağırdı, bir de sürprizi olduğunu söyledi. Evde eşinin yaptığı yemekleri yiyip sohbet ettikten sonra odaya bir perde kuruldu. Bu perdede amatör film kamerasıyla çekilmiş kısa bir film seyrettik. Filmin başında, arkadaşımın çocuklarının bahçede oynayışı, ondan sonra da görkemli, renkli Muharrem geçit alayı vardı. Çok heyecanlandım, ama sevincim kısa sürdü, film hemen bitti. Muharrem ayında bu geçit alaylarına yalnız Müslüman ülkelerin diplomatları çağrılıyordu. Burada da iki kural vardı: Önce fotoğraf, film çekilmeyecekti, sonra kadınlar çarşaf giyeceklerdi. Fotoğraf ve film çekilmesi öyle yasaktı ki bir Amerikalı, fotoğraf çektiği için öldürülmüştü. Arkadaşımın eşi çok cesurdu, bir film kamerasını çarşafının içine saklamış, çarşafın aralığından objektifi çıkarıp seyrettiğim filmi çekmişti. Ancak makineye yeni film takmak olanağı bulunamadığından kısa bir görüntü elde etmiş... Ama ilk kez gördüğüm için, yalnız okuduklarıma dayanan bilgim bu filmle daha somutlaşmıştı. 1975 yılının Haziran ayında İstanbul’da I. Uluslararası Türk Folklor Kongresi düzenlenmişti. Ben de “Mithos ve Ritüel Açısından Muharrem ve Âşûre” başlıklı bildirimin özetini gönderdim, ancak yurtdışında önemli bir toplantıda bulunmam gerektiğinden kongreye katılamadım. Dönüşümde kongredeki bir olayı öğrenmek bende şok etkisi yaptı. Fransa ve Amerika’dan çağrılan Türk folkloru araştırmalarının en önde gelen iki büyük ismi –Pertev Naili Boratav ve İlhan Başgöz– kongre kapısından geri çevrilmişlerdi. Bu, Kültür Bakanlığı’nın her döneminde görülen ilkel,
Ritüelden Drama Kerbelâ - Muharrem - Ta’ziye Yapı Kredi Yayınları, 2002 değer bilmez, baskıcı, yasaklayıcı binbir davranışından yalnızca birisidir. Ben de protesto niteliğinde, bildirimin metnini yayın için vermedim. Ertesi yıl, 1976’da 10. Şiraz Uluslararası Sanat Festivali’nde bir de Ta’ziye Kongresi düzenlenmişti. [...] Türkiye’de ta’ziye olmadığı için ben Türkiye’de Muharrem töre ve törenleriyle makteller üzerine uzun bir bildiri hazırladım. Bu kongre gerek tanıştığım ve dost olduğum konunun uzmanlarıyla fikir alışverişi yapmak, gerek Şiraz ve Şiraz dışında her gün ikişer ta’ziye gösterimini seyretmek bakımından eşi bulunmaz bir fırsattı. [...] İran’da Sanat Festivallerinin Genel Müdürü Faruk Gaffarî her yönden çalışmalarıma ışık tuttu. Bu kişilerle kurduğum dostluk bağlarıyla konuyla ilgili önemli bir birikim sahibi oldum. [...]. Ertesi yıl, 1977’de 11. Şiraz Festivali’nde kongrenin konusu “Doğmaca Halk Komedyası” idi. [...] Bu iki festivalin Muharrem ve ta’ziye üzerine çalışmalarımda önemli bir yeri olduğunu düşünerek yaşadığım iki olayı, Türkiye’yi de ilgilendirmesi bakımından burada anlatmayı uygun buldum. Her iki olay da Türkiye bakımından çok olumsuzdu. 10. Şiraz Festivali’nde programdaki 17 gösterim içinde sabırsızlıkla bekleneni Konya’dan gelecek Mevlevî semâzenlerinin gösterimiydi. Afişler basılmış, programda yer ve tarihler Türkiye’yi çok onurlandırıcı bir önemle belirlenmişti. Dışarıdan çok sayıda meraklı da en çok bunu görmek istiyordu. Fakat festivalin başlamasından bir gün önce Türkiye’den bir telgraf geldi, bunda gerekçe göstermeden Konya’daki grubun gelemeyeceği bildiriliyordu. Asılmış afişler kaldırıldı, zorlama program değişikliği, biletler ve davetiyelerle ilgili işlemler yapıldı. Özellikle festivalin genel müdürü dostum Faruk Gaffarî çok üzgündü. Festival boyunca konuştuğum herkes topluluğun neden gelmediğini bana soruyorlardı. Türkiye adına bu sorgulamadan çok utanç duyuyordum. Sorunun yanıtını bir yıl sonra öğrendim. 11. Şiraz Festivali’ne giderken Tahran’da büyükelçilik yapmış, 1977’de de Dışişleri Kültür İşleri Genel Müdürü olan büyükelçiye bir
Sayı 46
SERÇEÞME nezaket ziyaretinde bulundum. Yeri de evime iki dakika mesafedeydi. Bir süre İran üzerine sohbet ettik. Geçen yıl Mevlevîlerin gelmeyişine konuyu getirdim. Büyükelçi onların gidişini kendisinin engellediğini söyledi. Nedenini sorunca şu olayı anlattı: Bir süre önce İranlılar doğu illerinden bir futbol takımını İran’a davet etmişler. Bu zayıf takımın karşısına İran’ın en güçlü takımını çıkarmışlar ve gol üstüne gol atarak Türk takımını aşağılayan bir tavır ortaya koymuşlar. Bunun tekrar etmemesi için Mevlevîlerin gidişini engellemiş. Ben şaşırıp kalmıştım. İki örnek arasında hiçbir benzerlik yoktu. Birincisi bir spor karşılaşmasıydı, İran’da böyle semâ eden bir topluluk olmadığı gibi, Konya’daki topluluk dünyaca ün yapmış, tek bir topluluktu. Baktım büyükelçi ile aynı dili konuşamıyoruz, oradan hemen öfkeyle ayrıldım. 11. Şiraz Festivali’ndeki kongrede gösterimler için [...] bir de Türkiye’den ortaoyunu istiyorlardı. Ben artık Türkiye’de ortaoyununun kalmadığını söylediysem de çok ısrar ettiler. Sonra düşündüm, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun o zamanlar bir ortaoyunu topluluğu vardı. Şehir Tiyatrosu’nda yönetim kurulu üyesi dostum Güngör Dilmen’le konuştum. Topluluğun hazırlanmasını üstlenmeyi kabul etti, kafile başkanı olarak o da gelecekti. Ayrıca hangi oyunların birleştirilmesi, hangisinden nelerin alınacağı, dilden çok görselliğin vurgulanması gibi nelerin yapılacağını not ettirdim. Şiraz Festivali’nde onca önemli topluluklar varken ortaoyununun, festivalin açılış gösterimi olmasına karar verildi. Ayrıca Şiraz’ın en iyi alanı ortaoyunu gösterimlerine ayrıldı. Gene Şiraz’a bir gün önce bir telgraf geldi. Burada topluluğun tatil günleri olduğunu, gelemeyeceklerini yazmışlardı. Faruk Gaffarî üzgündü, bana “Türk kardeşlerimiz gene bizi yarı yolda bıraktılar” diyerek yakındı. İşin aslı şöyleydi: Yönetim Kurulu’nun bazı sivri akıllı üyeleri İran’da Şah’ın baskı rejimini protesto etmek için festivale az gün kala ortaoyunu topluluğunun gitmemesini kabul etmişler. Oysa 11 yıldır süren festivale Maurice Béjart’lar, La Mama Topluluğu, Kantor’un topluluğu, Peter Brook, Bob Wilson ve komünist ülkeler katılmış; anlaşılan bunların hiçbiri İran’da Şah’ın baskıcı rejimini bilmiyorlarmış, onu protesto etmek gereğini duymadan gelmişler. Üstelik dört duvar arasında kalan protestoya çocuklar bile güler. Açıkça telgrafa Şah’ın baskıcı rejiminden söz etmeden topluluğun tatilde olduğunun söylenmesi herhalde mesajı kamufle edilmiş protestonun yeni bir türü olmalıydı... [...] Ta’ziyeyi üniversitedeki derslerime de aldım. Öğrencilerim arasında günümüzün önemli şair ve yazarlarından Murathan Mungan da vardı. Bir gün dersten sonra benimle konuşmak istedi. Ta’ziye onu yakından ilgilendirmişti. Böyle bir oyun yazmak istediğini söyledi, bana bazı sorular yöneltti. Yazdığı metin, onun çok önemli üçüzlemesinin ikinci oyunu olarak Ta’ziye adıyla hem yayımlandı, hem de bir iki tiyatroda sahneye kondu. 1978’de yeni bir fırsat daha çıktı. Tiyatro Bölümü’nde bir öğrencim vardı, Recep Yıldız, kendisi Iğdırlıydı. 1978 yılında Muharrem, Aralık ayına rastlıyordu. Recep Yıldız’la o günlerde Iğdır’a gidip inceleme ve derleme yapacaktık. Ancak Hindistan’da da X. Uluslararası Antropoloji Kongresi toplanıyordu. Benim de bir bildiri ile katılmam istenmiş, ben de kabul etmiştim. Ancak yalnız kongre olsaydı Iğdır için vazgeçerdim... Hindistan’da da kongre tarihi Muharrem’e özellikle Âşûre gününe
Ekim 2008
rastladığı ve Hindistan’da Muharrem törenleri çok zengin ve renkli olduğu için oraya gitmeye karar verdim. Üstelik Şiraz’daki Ta’ziye Kongresi’nde tanıdığım ve dost olduğum Hüseyin Ali Jaffri, Hindistan’daki Şiîlerin önemli önderlerindendi. Otel yerine beni geniş evinde misafir etmek istiyordu, bunda da ısrarlıydı. Kuşkusuz böyle bir fırsat kaçırılmazdı. Hem gözlem, hem de dostum Jaffri’nin konu üzerine engin bilgisinden yararlanmak çok önemliydi. Bu bakımdan öğrencim Recep Yıldız’a kendisiyle Iğdır’a gelemeyeceğimi, bu gözlemi ve derlemeyi kendisinin yapmasını söyledim, ayrıca yöntem bakımından uyarılarda bulundum. Daha sonra getirdiği malzeme çok iyiydi, bu kitapta onun derlemelerinden ve çektiği fotoğraflardan çok yararlandım. [...] Bu çalışmaları sürdürürken bir yandan da Türkçe ve İngilizce uzun inceleme yazıları yayımlıyordum. Bunlardan birinin ilginç bir hikâyesi var. Yunanistan’da 1975 yılının Ağustos ayında tragedya üzerine bir kongreye çağrılmıştım. Yunan tragedyası ile ta’ziyeyi karşılaştıran İngilizce uzun bir bildiri hazırlamıştım. Ancak Yunanistan yaz aylarında çok sıcak olduğu için gitmekten vazgeçtim, yalnız bildirimin tam metnini gönderdim. Tanınmış İngiliz tiyatro eleştirmeni Ossia Trilling kongrede bildirimin tamamını okumuş, çok beğenilmiş. Daha sonra Yunanistan’da o zamanlar yayımlanan dolgun, baskısı çok güzel Theatro dergisinden bir mektup aldım. Bildirimin kongrede çoğaltılıp dağıtılmış metnini ele geçirmişler, beğenmişler. Yunancaya çevirmişler, benden hem yayın izni istiyorlar, hem de çok sayıda fotoğraf. Ben de gönderdim, 1977’de derginin 59/60. sayısında Yunanca çıktı. 1979’da Polonya’da yazımın İngilizcesi ve Fransızcası; 1981’de de Meksika’da İspanyolcası yayımlandı. Şiraz’daki Ta’ziye Kongresi’ne sunduğum bildiri de hem İngilizce hem Farsça yayımlandı. Ta’ziye ile Yunan tragedyasını karşılaştırdığım yazının dört dilde yayımlanmasının nedeni bu iki dram türünün şaşırtıcı benzeşmesinin tiyatro dünyasında merak uyandırmasıydı. Ne yazık bu yazının Türkçesi hiçbir zaman yayımlanmadı, ancak bu kitabın “Ta’ziye: Nasıl Bir Tiyatro?” başlıklı bölümünde yazıdaki bilgiler bir ölçüde aktarıldı. Bu kitabın hazırlığında ta’ziye ve maktel metinlerini okurken insan kendini öyle kaptırıyor ki, sanki Şiîlerle özdeşleşiyor, sanki bir Şiî gibi düşünmeye başlıyor. Önce Hz. Alî’nin şehîd edilmesi, İmâm Hasan’ın zehirlenmesi, Kerbelâ’da biri dışında çocuk ve yetişkin erkeklerin tümünün öldürülmesi, ondan sonra gelen imâmların çoğunun ve onların çocuklarının da öldürülmesi... İslâm tarihi kanlı bir tarihtir. Bunun uzantısı günümüze kadar gelmiştir. Demokrasiyi seçmiş bir ülkede İslâmî kesimden bir politikacı bile, “Kanlı mı, kansız mı?” seçeneklerini kamuoyuna duyurabilmektedir. Öte yandan İslâm’ın tek kitabı Kur’ân’ın ruhunda insan sevgisi, hoşgörü, adalet anlayışını buluruz. Oysa 13. yüzyıl, Anadolu hümanist gizemciliğinin çağı olmuştur. Üçü de Horasan çıkışlı olan Yûnus Emre, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Hacı Bektaş-ı Velî insanı sonsuz bir insan sevgisi, sınırsız bir hoşgörü ile kucaklamışlardır. Onları belli bir dinin mensupları değil, insanlığın evrensel öncüleri gibi niteleyebiliriz. Onların öğretisi, günümüze kadar topluma ışık tutmuştur. Üçü de Peygamber’e, Kur’ân ve İslâm’a çok bağlı ulu kişilerdi. Emevîler, Abbasıîler de böyle ışık tutacak ulu önderlere kavuşsaydı, iktidar için bunca kan dökmezlerdi, belki. [...].
METİN AND 1927 - 1 Ekim 2008
METİN AND, 1927 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi’ni (1946), İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni (1950) bitirdi. Öğrencilik yıllarında beş yıl İstanbul Belediye Konservatuarı’na devam ederek piyano dersleri aldı. Yüksek lisans yapmak için Londra’ya, daha sonra bale, opera ve tiyatro eğitimi için Rockefeller Vakfı bursuyla New York’a gitti. Bir süre Kavaklıdere Şarapları’nda yöneticilik yaptı. Yazı yaşamına edebiyat, opera ve bale eleştirmenliği ile başladı. Forum dergisini ve yayınlarını yönetti. Ulus gazetesinde 15 yıl boyunca tiyatro eleştirileri yazdı. Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü kurdu, otuz yıldan fazla süre orada öğretim üyeliği yaptı. 1994’te emekli olduktan sonra Boğaziçi ve Bilkent üniversitelerinde Kültür Tarihi dersleri verdi. Amerika, Almanya ve Japonya’da dersler verdi. Amerika, Sovyetler Birliği, Çin ve Ortadoğu ülkelerinde konuşmalar yaptı, konferanslara katıldı. Radyo programları hazırladı, belgesel film senaryoları yazdı. Geleneksel Türk tiyatrosu, kökenleri, etkileşimleri ve kültürel boyutları üzerinde uzmanlaştı. Batı etkisiyle gelişen Türk tiyatrosunu bilimsel yöntemle araştırdı. Karşılaştırmalı tiyatro araştırmalarının öncülerinden biri oldu. Çeşitli dillerde elli kitap, bin beşyüzü aşkın makale yayınladı. Türk Dil Kurumu (1970), İş Bankası (1980), Sedat Simavi (1983), Fransa (1985) ve İtalya (1991) Hükümetlerinin nişanları ve Türkiye Bilimler Akademisi Hizmet Ödülü (1998) ile onurlandırıldı. Eserleri arasında Gönlü Yüce Türk / Yüzyıllar Boyunca Bale Eserlerinde Türkler (1958); Dionisos ve Anadolu Köylüsü (1962); Türk Köylü Oyunları (1964); Geleneksel Türk Tiyatrosu / Kukla-Karagöz-Ortaoyunu (1969); Meşrutiyet Döneminde Türk Tiyatrosu (1908–1923) (1971); Tanzimat ve İstibdat Döneminde Türk Tiyatrosu (18391908) (1972); Oyun ve Bügü. Türk Kültüründe Oyun Kavramı (1974); Dünyada ve Bizde Gölge Oyunu (1977); Cumhuriyet Dönemi Türk Tiyatrosu (1983); Geleneksel Türk Tiyatrosu. Köylü ve Halk Tiyatrosu Gelenekleri (1985); 16. Yüzyılda İstanbul / Kent-Saray-Günlük Yaşam (1994), Minyatürlerle Osmanlı İslâm Mitologyası (1998), 40 Gün 40 Gece. Osmanlı Düğünleri-Şenlikleri-Geçit Alayları (2000); Ritüelden Drama / Kerbelâ-Muharrem-Ta’ziye (2002).
27
SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF
Mistisizmin İlişkileri Bölüm: I
G
İsmail Özmen, Yargıtay Onursal Üyesi
ENEL açıdan olaya baktığımız zaman, mistisizmin kavramsal çerçevesini belirleyip nesnel olarak sınırlarını çizerken; işe, olay ve olgunun tanımından başlamanın daha uygun ve doğru olacağı söylenebilir. Bilim dünyasında ve zaman süreci içinde mistisizm teriminin çeşitli tanımları yapılmıştır. Hatta W. R. İnge’in (ö. 1954) 1899’da o günkü literatürde mistisizm kavramına ilişkin yirmi beş tür tanım belirlediği bilinmektedir. Biz, özet olarak ve yalın biçimde mistisizmi kısaca şöyle tanımlayabiliriz: “Bireyin, Yüce Hakikatin doğrudan bilinci ile sonuçlanan yoğun ve akıl üstü/us dışı duygusal deneyimi”ne verilen öyle bir addır ki, onun felsefî kavramsal anlatımı, bu görünüm içinde dar bir kalıp içinde sınırlı bir çizimden ibarettir sayılır. Diğer felsefesel kavramlarla mistisizmin ilişkisini bu genel sınırlar çerçevesi içinde kalarak düzenli biçimde anlayıp sergilemek her zaman olasıdır. Modern zamanlara gelindiğinde “mistisizm” sözcüğü, “Tanrı ile birleşme” ve “insanın bizzat kemâle ermesi” şeklinde kavramsallaştırılan Hıristiyan irfanının en yüksek evresine verilen bir addır. Bilinen odur ki; Hıristiyan mistikleri kemâle erme sürecini üç evreden geçerek tamamlarlar ve kendi aralarında bu evreleri şu şeklinde sınıflayıp saptarlar ki, bunlar: (1) Tasfiye (purification), (2) Aydınlanma (illumination), (3) Mistik deneyim (mystical experience) şeklinde adlandırılan evreleridir. Bu evrelerden ilki mübtedîlerin, ikincisi mutavassıtların, üçüncü basamak ise müntehîlerin ve kemâle erenlerin mertebe evreleridir. Aslında bütün bu tanımların hepsinde, Rudolf Otto’nun (ö. 1937) anlatımıyla, korku ve hayranlık uyandıran Yüce Varlık’la mistiğin içten ve doğrudan ilişki deneyimi temel bir öğe olarak yer alır. Bütün bu tanımlarda özde iki temel bakış açısı mevcut gibi gözükmektedir. Bunlardan ilkinde mistik deneyim sonrasında elde edilen bilgi merkeze taşınır ki, bu tür tanımlar epistemolojik nitelikteki tanımlardır. Bu tür tanımlarda, mistik deneyimin kendisinden çok, her deneyim sonrasında elde edilen bilginin içeriği, doğası ve elde ediliş biçimi üzerinde durulur. Bu arada bilgi merkezli mistisizm tanımlarında, mistik bilgi çoğu kez olumsuz biçimde sergilenir. Mistik sezgi ise, yine çoğu kez mecâzî bir kavrayış olarak algılanır. Mistik sezgi, perdesi kalkan kalp gözünün birden bire gerçeği kavraması olarak betimlenir ki işte, bu verilerin hayâl yardımıyla işlenmesi sonucu ortaya mistik felsefe dediğimiz bir olgu çıkar (Şahin Filiz, Mistisizm ve Tasavvuf, s 111). İşte Batı mistisizmi ile İslâm tasavvufunun dinle yakınlaşması böyle başlar.
Mistisizm – Din İlişkisi Aslında bu konuda bilinen tek gerçek odur ki, dinsel inanç ve terminolojisi, mistik deneyimlerin oluşum ve belirlenmesinde her zaman belirleyici bir rol oynamıştır; bu açıdan o daima bir önceliğe ve öneme sahiptir. Dinler üzerindeki etkileri yadsınamaz. Çünkü mistik dediğimiz
28
kimseler de mutlaka belli bir dinin mensupları olarak görülürler. Ayrıca mistik gelenekler arasında da şekil ve öz itibarıyla çeşitli köklü farklılıklar olduğu saklanamaz bir gerçektir. Yine “Teist dinler” olarak tanınıp bilinen Musevilik, Hıristiyanlık ve İslâmiyet dinlerinden de zamanla birçok değişik mistisizmler doğmuş; Hinduizm, Budizm ve Taoizm gibi Uzak-Doğu mistisizmleri arasında bile içerik ve şekil yönlerinden temel ayrıcalıklar olduğu, değişik içerik-yapısal konumlarda yepyeni olgularla karşılaşıldığı görülüp saptanmıştır. Bütün bunlar sosyal ve kültürel açılardan normal ve doğru olgulardır. Bu konuda Friedrich Heiler bir kitabında bu farklılıkları şöyle dile getirip yansıtır: “İslâm, Musevilik ve Hıristiyanlık, ilâhî vahye dayandıkları için, mistisizm bu dinlerde hiçbir zaman asli bir unsur olmamıştır. Oysa Hinduizm, Budizm ve Taoizm, sözcüğün tam anlamıyla gerçek mistisizmdirler. Çünkü bu dinlerin doğaları, mistik gelenekleri tarafından tanımlanmış ve biçimlendirilmiştir. Peygamberli dinlerdeki dua, eşit olmayan iki taraf arasında gerçekleşen bir diyalogdur. Yine peygamberli dinlerdeki dindarlık, eğlenceli ve keyifli hayatı olumlar. Oysa mistisizm, inzivayı ahlâktan üstün tutarak daha yüce bir bilinç keşfetmek için normal yaşamdan kaçma eğilimindedir. Peygamberli din, cemaate ve ahlâkî eyleme vurgu yapar; mistisizmde ise bireyselci doğa baskındır. Peygamberli din, insanla Tanrı arasındaki ontolojik ayırımı korur. Böylece Müslüman, Musevi ve Hıristiyan mistikleri, Tanrı’da kaybolmaksızın esrime halinde Tanrı ile sessiz bir diyaloga dalarlar. Buna karşılık Hinduizm, Budizm ve Taoizm mistisizmi, kendini bütün ruhî aktivitenin birleştirilmesi ve basitleştirilmesinde derinlemesine açığa vurur ve bu mistik deneyim (tecrübe) her mistik tarafından, dünyadan soyutlanmak ve duyguları bastırmak yoluyla içsel olarak elde edilir. Bu deneyimin adı ve en son amacı, insan ile Tanrı arasındaki engeli aşarak derin dipsiz uçurumlardan geçip, öz benliğini, kimlik ve kişiliğini yok ederek, esrime ile ‘Yüce Hakikat’te yani Tanrı’da kaybolmaktır’.” (Ching, The Mirror Symbol, s. 227–8, akt. Uluç,23) Heiler, İslâm, Hıristiyan ve Yahudilik mistisizmleri ile Uzak-Doğu mistisizmleri arasında mevcut her türlü ayrımları kalın hatlarla üç ana esas altında toplamaktadır:
a) Heiler, mistisizmi, bu üç teistik dine yaban-
cı öğeler olarak görmektedir. Bu tezin doğal sonucu olarak, bu dinlerdeki mistik öğeler ya başka geleneklerden gelmiştir ya da bu dinlerin içindeki “heterodoks” akımlardır. Uzak-Doğu dinlerine özgü mistisizmlere gelince, bunlar ait oldukları dinsel geleneğin bir parçası, bedeni, yani öz malıdırlar. Çünkü mistik öğeler, bu dinlerin doğuşundan, başlangıcından beri hep vardır. Ana kaynaklarından biridir, ırmağıdır, ummanıdır. Yani Uzak-Doğu dinlerinin özgün
yapısı, çerçevesi, özü kendi mistisizm tarafından tanımlandırılmış ve biçimlendirilmiştir. (Mehmet Aydın, Din Felsefesi, s. 94) Bu kapsamda dile getirilen bir teze göre, sadece tasavvuf bağlamında, sorunu/durumu gözden geçirerek tarihsel ve bilimsel açılardan irdeleyerek; şu gerçeği görüp saptayabiliriz: İslâm âleminde “Ma’rûf Kerhî (öl. 200/815) ve Bâyezîd Bistâmî (ö. 262/875) gibi Arap olmayan sûfîlerin dinsel ve tasavvufî yaşam ve düşünceleri ile Hind geleneği arasındaki birtakım benzerliklere dayanarak, yine bir takım Batılı araştırmacılar, tasavvufun İslâm kaynaklı olmadığını öne sürmüşlerdir. Oysa İslâm’da ilk sûfîler arasında Fars asıllı olanlar bulunmakla birlikte, Arap sûfîlerin sayı bakımından Farisî sûfîlerden çok daha fazla olduğu açık ve kesindir. Dolayısıyla sırf İranlı sûfîlerin varlığından hareketle tasavvufun İran kaynaklı olduğunu iddia etmek kabul edilir bir şey değildir. ”(Tahir Uluç, İbni Arabî’de Sembolizm, s. 23) Mistisizmdeki Hind etkisine gelince, Bir iddiaya göre, Müslümanlar Hind dinlerini tasavvuf ortaya çıkıp neredeyse son şeklini aldıktan sonra tanımışlardır. Bu yüzden tasavvufun doğuşu aşamasında Hind etkisinden söz etmek yanlış olur. (Hülya Küçük, Tasavvuf Tarihine Giriş, s. 37, vd.) Sonuçta tasavvuf, İslâm’ın bir tür mânevi/ ruhsal yaşamı olup, kaynak yönünden de olgu tamamen İslâmîdir. Ancak, tarihte ve toplumlarda her mistik gelenek bir başka mistik gelenek ve kültürlerden etkilendiği gibi, tasavvuf da başka din ve mistik geleneklerden etkilenmiş olabilir. Bu normaldir. Ancak bu etkilenme, tasavvufu İslâm dışı kaynaklara indirgeyecek ve tasavvufu gayri İslâmî bir unsur olarak görecek, gösterecek durum ve oranda olursa, zaten yapısal gerçek de öyle değildir, öyle sayılamaz, (Uluç, Age., s. 24).
b) Bilinen bütün mistisizmler inziva ve zühd
yaşamını salık verirler. Oysa İslâm, Hıristiyanlık ve Musevilik toplumsal yaşamı ve cemaat bilincini hep ön plana çıkarır. Bu sav, tasavvuf yönünden kolayca çürütülebilecek bir tezdir. Zira sûfîleri zühde yönelten en büyük ve en önemli etken, Kur’an’da bu dünyanın/yaşamın geçiciliğini dile getiren âyetler ve Peygamber’in zahidâne yaşantısıdır. (Hasan Kâmil Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 83, vd.)
c) Heiler’in, teistik mistisizm ile Uzak Doğu mistisizmleri arasındaki ayrıcalığa ilişkin olarak öne sürdüğü en ciddi iddia, teistik dinlerin Tanrı ile insan arasında ontolojik bir ayrım yaptığına ilişkin olanıdır. Bu ayrım nedeniyle kimi araştırmacılar teistik dinleri, mistisizmin zıddı olarak görürler. Aynı nedenle onlara göre zaten ‘teistik mistisizm’ çelişkili bir kavramdır. Zira teizm, Yaratıcı ile insan arasına mistisizmin yadsıdığı ya da aşmaya çalıştığı köklü bir engel, uçurum koyar. Yine bu araştırmacılara göre teistik(tek tanrılı) bir dinden gelen mistisizm içeriği hem çok karışık, hem de flü, hiç de net olmayan bir mistisizm türüdür; bunun için mistik gelenekler birbirlerinden çok farklı görünümler arzeder/sergiler. Bir Kabbala uzmanı olan Gershom Scholem, insanlık tarihini mistisizm-din ilişkisi temelinde üç ayrı evreye ayırır. Bunlardan İlk evrede yaşadığımız Dünya, insanın her an Sayı 46
SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF karşılaştığı ve varlıklarını coşkulu/esrimeli düşünceye gereksinim duymadan denediği doğadaki irili ufaklı ‘tanrılar’ ile doludur. İnsan ve Tanrı arasındaki uçurum bir içsel bilinç sorunu olmadığı için, aslında bu evredeki ortamda mistisizme gerek ve yer de yoktur. Eşyanın birbiriyle ilişkisinin doğadakinden çok farklı oluşu nedeniyle eşyada dualite’den hiçbir iz taşımayan özsel birlik insanın mitsel çağının gerçek anlamda monistik evreni olup, bütün bu olup bitenler mistisizmin ruhuna tamamen aykırı ve yabancıdır. Bu evrede doğa, Tanrı–insan ilişkisinin sahnesidir (Gershon Scholem, Major Trends, s. 7–8) Dinlerin ortaya çıktığı yaratıcı dönemi temsil eden ikinci evrede ise, yine mistisizmden söz etmek olanaklı değildir. Klasik formunda din, sonsuz ve aşkın varlık Tanrı ile sonlu ve sınırlı yaratık insan arasında büyük bir uçurumun varlığına/yaratılışına işaret eder. Salt bu yüzden, kurumsal dinin yükselişe geçtiği evre dinler tarihinde klasik dönemi temsil ederken mistisizmden ve mistisizmin çağrıştırdığı her şeyden diğer dönemlerle kıyaslanamayacak ölçüde uzaktadır. İnsan, köklü bir dualizmin, yalnız ‘ses’ ile aşılabilecek olan büyük bir uçurumun farkında ve ayırtında sayılır. Bu ses kendi vahiy ile yöneten ve şeriat koyan Tanrı’nın sesi ile O’na yakaran insanın sesidir. Büyük tek tanrılı dinlerin mensupları, bu kutuplaşmanın ve aşılamaz uçurumun her zaman fark ve bilinci içinde yaşarlar. Onlar için dinin sahnesi bireyin ve cemaatin dinsel ve ahlâksal eylemleridir. İnsan tanrı ilişkisi dramının oynandığı sahne artık doğadan tarihe dönüşmüş bir sahnedir (G. Scholem, Age., s. 8). Artık orada, yani dünya sahnesinde insan rol alıp oynayacaktır. Tanrı seyirci durumundadır. Scholem, mistisizmin ancak bu iki evreden sonra belirmeye başlayacağını ileri sürer; ona göre mistisizmin yükselişi, dinin ‘romantik’ dönemi olarak adlandırıldığı döneme rastlar.
Mistisizm, dinin insan ile Tanrı arasına koyduğu uçurumu görmezden gelemez; aksine, onun varlığını kabul etmekle işe başlar; oradan da içinde saklayacağı gizin ve yürüyeceği yolun arayışına girişir. Bu süreçte mistisizm, mitoloji ve vahyi birlikte kullanılarak psikolojik düzlemde, yani ruh sahnesinde, Tanrı-insan birliğini yeniden kurmaya ve oluşturmaya çalışır. Ancak bu birlik dualiteden önceki birlikten çok farklı bir görünüm ve yapıdadır (Scholem, Age., s. 8) Scholem, dinin dinamik ve canlı doğasını temsil eden dinsel bilincin, dinlerin kurumsallaşmasıyla ortadan kaybolmayacağına ilişkin kesin bir kanıya sahiptir. Kurumlaşma sonrasında bile bir dinsel sistemin oluşturduğu değerler ön plana çıkar. Yine de asıl anlamlarını korur ve inananların duygularının çekicilik özelliğini de muhafaza eder. Bununla birlikte tarihsel din tarafından oluşturulan değerler ölçütü ile çatışması olanaklı bulunan yeni dinsel saikler de ortaya çıkar. Daha önemlisi, mistisizmin doğuşunu besleyen o yeni saikler eski dinsel sistemin kabuğunu kırmayıp yenisini yaratır ve dinin sınırları içinde kalma eğilimi de gösterir. Öyle bir durum ortaya çıktığında, yeni dinsel deneyime karşı gelen yeni dinsel değerlere özlem, kendi ifadesine çok daha derin ve kişisel bir anlam kazandıran eski değerlerin yeni bir yorumunu yapar, öyle bir düzeyde bulunur. Bununla birlikte yeni yorum, çoğu kez eskisinden farklı ve onların anlamını tamamen değiştirmiş olurlar (Scholem, Age., s. 9) Scholem, bu üç evreli mistisizm tarihi tasarımına hangi dinsel gelenekler için yaptığını açıkça belirtmekle birlikte, onun bu şemasında Greko-Judeo-Hıristiyan geleneği esas alınmış sayılır. Bu bağlamda sorulması gereken, bu paradigmanın mistisizmin İslâm geleneğindeki yansıması olan tasavvufa etkisi nedir? (T. Uluç, s 24–26)
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49.174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49.221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49.179.207 20 65 Mönchengladbach Vedat Bican ....... +49.177.426 56 68 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09
OTUZ YIL ÖNCE Ekim 1978’de Ankara, Bahçelievler’deki evlerinde resmi-sivil faşistlerce katledilen Türkiye İşçi Partisi üyesi yedi genci, Faruk Ersan, Osman Nuri Uzunlar, Hürcan Gürses, Efraim Ezgin, Serdar Elten, Latif Can ve Salih Gevenci’yi anıyoruz. Devlet gözetiminde yurtdışına çıkarılan, yakalanmayan ya da yakalandıktan sonra “yanlışlıkla” salıverilen katillerini ve onların yularlarını ellerinde tutanları bir kez daha lanetliyoruz.
Ekim 2008
Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17 Çorum: Merkez Aşık Cefaî ..........................0536.632 63 28 Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.......0532.740 42 50
29
SERÇEÞME
BEKTAŞ EFENDİ (ŞİRİ)
Devriye Cihan var olmadan ketm-i ademden Hak ile birlikte yekdaş idim ben Yarattı bu mülkü çünkü o demde Yaptım tasvirini nakkaş idim ben Anasırda bir libasa büründüm Nar ü bad ü hak ü abdan göründüm Hayr-ül Beşer ile dünyaya geldim Âdem ile bile bir yaş idim ben Âdem’in sulbünden Şit olup geldim Nuh-u Nebi olup Tufan’a girdim Bir zaman bu mülke İbrahim oldum Yaptım Beytullah’ı taş taşıdım ben İsmail göründüm bir zaman ey can İshak Yakub Yusuf oldum bir zaman Eyyub geldim çok çağırdım el’aman Kurt yedi vücudum kan yaş idim ben Zekeriyya ile beni biçtiler Yahya ile kanım yere saçtılar Davut geldim çok peşime düştüler Mühr-ü Süleyman’ı çok taşıdım ben Mübarek asayı Musa’ya verdim Ruh-ul Kudüs olup Meryem’e erdim Cümle evliyaya ben rehber oldum Cibril-i Emin’e sağdaş idim ben Sulbü pederinden Ahmedi Muhtar Rehnümalarından erdi Zülfikar Cihan var olmadan Ehl-i Beyt’e yâr Kul iken zat ile sırdaş idim ben Tefekkür eyledim ben kendi kendim Mucize görmeden imana geldim Şah-ı Merdan ile Düldül’e bindim Zülfikar bağladım tığ taşıdım ben Sekahüm hamrinden içildi şerbet Kuruldu aynı cem ettik muhabbet Meydan’a açıldı sırr-ı hakikat Aldığım esrarı çok taşıdım ben Hidayet irişti bize Allah’tan Biat ettik cümle Resulullah’tan Haber verdi bize seyr-i fillahtan Şah-ı Merdan ile sırdaş idim ben Bu cihan mülkünü devredip geldim Kırklar Meydanı’nda erkâna girdim Şah-ı Velayet’ten kemerbest oldum Selman-ı Pak ile yoldaş idim ben Şükür matlabımı getirdim ele Gül oldum feryadı verdim bülbüle Cem olduk bir yere Ehl-i Beyt ile Kırklar Meydanı’nda ferraş idim ben İkrar verdik cümle dizildik yola Sırrı faş etmedik asla bir kula Kerbelâ’dan İmam Hüseyn’le bile Pak ettim dâmeni gül taşıdım ben Şu fena mülküne çok geldim gittim Yağmur olup yağdım ot olup bittim Urum diyarına ben irşat ettim Horasandan gelen Bektaş idim ben Gâhî nebi gahi veli göründüm Gâhî uslu gahi deli göründüm Gâhî Ahmed gâhî Ali göründüm Kimse bilmez sırrımı kallaş idim ben Şimdi hamdülillah Şiri dediler Geldim gittim zatım hiç bilmediler Sırrımı kimseler fehmetmediler Hep mahlûk kuluna kardaş idim ben.
30
Semahımız Oyuncak Değildir Metin Aktaş
Bizim semahımız bir oyuncak değildir İlahi bir sırdır mecaz değildir O kimse ki semahı bir oyun sanar O, pisliktir, namazı kılınır şey hiç değildir Hacı Bektaşi Veli
H
AKKÂRİ LİSESİ’nde okurken bir öğrenci arkadaşımla birlikte onların evinde düzenleneni “Kadiri Rifai” tarikatı ayinine katılmıştım. Aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen o gün ayinde gördüğüm insanlar hâlâ gözlerimin önünde canlı durur. Tıpkı biz Alevilerin olduğu gibi Rifailerin de ayin düzenlemesi yasaktı. Oysa Kadiri Rifai tarikatı mensupları Sünni mezhebindendi. Devlet onların dinsel ayinlerini yasaklamıştı. Çünkü onların bu ayin sırasında icra ettiği dinsel ritüelleri sapkınca, İslam dışı görüyordu devlet baba. İnsanlar ancak devletin meşru gördüğü ritüellerle Tanrı’ya yakarabilirlerdi. Devletin meşru görmediği ritüellerle tanrıya yakarmak suçtu. Bu yüzden ayine katılan insanlar Aleviler gibi ayin düzenlenen evin çevresinde güvenlik tedbirleri almışlardı. O ayin anında yaşadıklarımı, hissettiklerimi yaşadıkça unutamayacağım galiba. Trans haline geçmiş yoksul insanların o anlık halini anlatacak sözcük bulmak çok zor. Rifailerin dinsel ayinleriyle Alevilerin dinsel ayinleri arasında çok büyük benzerlikler olduğunu o gün gördüm, anladım. Ayinin son anlarında jandarmalar evi bastığında hiç kimse yerinde deprenmemişti. Çünkü trans haline geçmiş insanların çoktan bedenlerinden ayrıldığını jandarmalar bilemezdi… Jandarmaların ibadet eden insanları sürükleyerek, döverek askeri cemselere bindirişi hâlâ gözlerimin önünde canlı durur. Nişancı romanımı yazarken Şeyh Sahid’in doğduğu, yaşadığı toprakları görmek için Elazığ’ın Palu ilçesine gitmiştim. Yağmurlu bir gündü. Göğün yarısı yağmur yüklü kapkara bulutlarla kaplı olduğu halde yarısı masmaviydi. Palo’nun üzerinde yağmur yağıyordu ama birkaç yüz metre ötemiz günlük güneşlikti. Doğa ananın bu hali beni büyüler. Bu yüzden ruhum bu sihirli anın büyüsüyle büyülenmişti. Sanki yağan yağmur taneleri değil aklımı başımdan alan beni yaşam sevinciyle sarhoş eden bir büyülü iksirdi. Sakindi Palo o gün. Terk Ketm-i adem: Yokluk alemi. Anasır: Bir bütünü oluşturan parçalar, öğeler. Libas: Elbise. Nar: Ateş. Bad: Rüzgâr. Hak: Toprak. Ab: Su. Hayr-ül beşer: Hayırlı insan (Muhammet). Sulb: Nesil. Rehnüma: Kılavuz, Hamr: Şarap. Matlab: İstek, arzu. Ferraş: Süpürgeci. Kallaş: Hileci. Damen: Etek.
edilmiş kadim bir kenti andırıyordu. Devlet baba baskılarla Palo halkını batı kentlerin varoşlarına sürerek kenti ıssızlaştırmıştı. Hafızamda silinmez izler bırakan o ihtiyar kadını o gün Palo Kalesi’nde görmüştüm. Eski püskü paçavralara bürünmüş uzun boylu çöp gibi sıska bir kadındı. Yanında kendisi gibi bu dünyadaki günlerini doldurmuş bir inek vardı. İhtiyar kadın çok uzaklarda dağların doruklarında evine gitmekte olan güneşin karşısında diz üstü çökmüş ağlayarak dua ediyordu. Yüz yılları geride bırakmış ulu bir meşe ağacı kabuğu gibi buruşmuş esmer yüzüne ilahi bir ruhanilik çökmüştü. Göz çukurlarına gömülmüş baharla birlikte bir gelin gibi süslenmiş toprak ananın yeşilinden daha yeşil olan gözlerinden akan gözyaşları yüzünden süzülen yağmur damlalarıyla birlikte süzülerek toprağa düşüyordu. Hiç kimse yoktu yanında. O ve ineği bütün barbar, öldürücü istilalara, yağmalara direnerek ayakta kalmış Palo Kalesi’nin harabelerinin ortasında duruyorlardı. Yaşlı kadın öylece batmakta olan güneşe bakarak dua edip ağlıyordu. O an nasıl duygulandığımı bilemezsiniz! Varlığımdan habersiz kadının arkasında ayakta durmuş onunla birlikte ağlamıştım. Ne kadar benziyordu eşleri, kardeşleri, anneleri, babaları, dostları, akrabaları 1938 Dersim isyanında öldürülmüş Dersimli dul kadınlara. İhtiyar kadını izlerken beraber gıdiklere gittiğim Faye Nene’yi, Beser Nene’yi, Zelhe Nene’yi, Fide Nene’yi ve diğerleri beliriverirdi gözlerimin önünde. Ah ah! Ne güzel insanlardı onlar. Ne kadar doğal ne kadar içtendiler. Ne kadar hayat doluydular. Her sabah güneş doğarken güneşe karşı diz üstü çöküp dua ettiklerinde ağlarlardı. Nerede şimdi böyle insanlar? Nerede? Nereye gitti o güzel insanlar? Bu sevginin bu bağlılığın nedeni neydi? Uzun yıllardır bu soruya yanıt arıyorum. Varlığa, var olmaya bu bağlılığın, sevginin gücü neydi? Siz biliyor musunuz dostlarım? Siz hiçbir çıkar gözetmeksizin sevebildiniz mi varlığı, yaşamı? Bunun nasıl ruhani bir duygu olduğunu tadabildiniz mi? Bakın Seymamut Dede beliriverdi bilgisayar ekranımda. İnanmayacaksınız, ama o gördüğüm günkü gibi yarı çıplak, yalın ayak dönüyor sık vahşi bir ormanın içerisinde bir harman yeri kadar küçük bir düzlükte. Keçileri çevresine dağılmış. Şimdi ne Seymamut Dede, ne o sık, vahşi ormanlar kaldı. Seymamut Dede askerlerin öldürdüğü oğlunun acısıyla inleyerek öleli yıllar oldu. Ormanlarda yakılıp yok edildi. Ben şimdi tek bir ağacın olmadığı küçücük bir gecekondu odasında bilgisayarın karşısındayım, ama Seymamut Dede karşımda. Ruhu çoktan çıkmış bedeninden dönüyor bu ıssızlığın, sessizliğin içerisinde. Bir başına. Yakarıyor. Sesi o kadar içten, o kadar derin ki. Yakarmıyor, sanki ağzından insanı yakan bir alev fışkırıyor. Seymamud Dede’nin ibadetini, ibadet olarak görmeyen din adamlarına, politikacılara acıyorum. Dini bir politik, ekonomik kazanç olarak gören bu insanların Seymamut Dede’ye söyleyecek sözü olamaz. Yatlar, katlar elde etmek için yakarmıyordu Seymamud Dede. Hiçbir çıkar gözetmeksizin seven, inanan, ibadet eden bu insanlara ne söyleyebiliriz ki? Bu anılarımı niçin anlattım size biliyor musunuz? Bu gün politikacıların önünde, camilerde, cem evlerinde ibadet eden, ibadet ederken de bu ibadette ne gibi kazancım olur diye düşünen insanları görünce şimdi aramızda olmayan o güzel insanları anımsadım. Böylemi olacaktı? Bir Alevi olarak Suni mezhebinden insan-
Sayı 46
SERÇEÞME ların hislerini değerlendirmek istemiyorum, yanlış anlaşılabilinir ama Alevilerin hislerini, duygularını değerlendirme hakkını kendimde buluyorum. Şimdi yapılan ibadete bakın. İbadetin hiçbir ruhani derinliği, saygınlığı kalmadı. Bunu yapanlar Aleviler. Bu güne kadar Alevilerin ibadetini ibadet görmeyen politikacıların, din adamlarının sözleri beni bu kadar korkutmamıştı. Varsın paralarımızla karnını doyuran din adamları bizim ibadetimizi ibadet olarak görmesin, varsın başbakanımız bizim ibadetimizi ibadet olarak görmesin umurumda değil. Bu yıl Dersim Doğa ve Kültür Festivaline gitmiştim. Politikacıların önünde dönerek semah eden semah ekibini görünce Alevilerin ibadetinin nasıl politikaya alet edildiğini, nasıl değiştirildiğini üzülerek izledim. Politikacıların önünde semah eden semah ekibi ibadet etmekten çok üzülerek söyleyeyim ki bizim solcu politikacıları eğlendirmeye gelmiş bir folklor ekibini andırıyordu. Küçücük odamızda kızgın sobanın çevresinde dolanarak, ağlayarak, yakarıp semah eden köylülerimiz bu durumu görselerdi kahrından ölürlerdi. Bazen diyorum, keşke hiç cem evleri açılmasaydı, Alevilerde semah ekipleri kurup politikacıların, türkücü, şarkıcıların, bürokratların önünde dönmeselerdi. Keşke bütün bunları görmeseydim. Semah hep Seymamud Dede’nin dönüşü olarak kalsaydı yüreğimde. Dayanamadım meydanı terk ettim. Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum. Tanrıya inanmanın doğru yolu yoktur. Nasıl his ediyorsanız, nasıl istiyorsanız öyle yapın. Birçok yazımda anlattığım bir meseli çok önemsediğim için tekrar anlatmak istiyorum size. Musa Peygamber bir gün dağda yürürken koyun otlatan bir çobanın duasına kulak misafiri olur. Ellerini gökyüzüne kaldırarak dua eden çoban şöyle söylemektedir. “Her neredeysen bana yardım et Tanrım! Elbiselerimi yıka, bitlerimi kır, yatarken ellerimi, ayaklarımı yıka, öp, bana ninni söyle!” Çobanın bu sözleri Musa Peygamberi dehşete düşürür. Bu aptal çoban kiminle konuştuğunu sanmakta? Göklerin ve yerlerin yaratıcısıyla mı, yoksa annesiyle mi? Musa bu sözlerinden dolayı çobanı azarlar, çobanda üzülerek sürüsünü alıp uzaklaşır. Tanrı çobanı azarlayan Musa Peygambere kızar, ona bir melek gönderir. Melek, Musa peygambere şöyle söyler: “Çobanın istediği Ortodoks sözcükler değil, yakıcı sevgi ve alçak gönüllülüktür, Tanrı’ya yakarmanın doğru yolu yoktur. Nasıl hissediyorsan, inanıyorsan öyle yakar.” Şimdi devletin resmi olarak meşru gördüğü ritüeller dışında ritüellerle Tanrı’ya yakarmayı, sapkınlık, suç, ibadet olarak görmeyen din adamlarını, politikacıları, bürokratları görünce inancın nasıl kapitalistlerin hizmetine sokulduğunu görüyorum. Bir dini sadece askerileşmiş bir ritüelden ibaret olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Bütün dinlerde olduğu gibi İslam dini de farklı ritüellerden oluşmuş bir dindir. Eğer halkımızın sosyolojik analizini yaparsak bunu görürüz. Bırakın Alevi mezhebinden insanların ibadetlerine saygıyı, Sünni mezhebinden insanların meşru camide ibadet dışındaki bütün ibadet tarzlarını sapkınca, din dışı gören bir anlayış egemen insanlarımızın ruh halinde. Yüz yıllardır süren dayanılmaz baskılara rağmen İslam dini içerisindeki farklı ritüeller varlığını sürdürmeyi başarmışlardır. Az öncede anlattığım gibi tanrıya yakarmanın doğru yolu yoktur. Eğer his ederek, hiç-
Ekim 2008
bir çıkar gözetmeksizin bütün canlıların varlığına saygılı bir ruh haliyle yapıyorsan bunu nasıl yaparsan yap. Ülkemizde tek meşru ibadet tarzı anlayışı ne yazık ki toplumun bütün kesimlerine egemen olmuş durumda. Devlet tarafından meşru görülen ibadet tarzı dışındaki bütün ibadet tarzlarına hoşgörüsüzlük herkesin bilinçaltında duruyor. Oysa dinler de hayatın, evrenin sırları hakkında insanoğlunun yarattığı bir yorumdur. Bütün diğer yorumlar gibi tek gerçek değildir. Kim bilir belki gerçek değil, belki gerçek. Bunu bilemeyiz. Muhittin Arabî. “Söz konusu olan hayatın ve evrenin sırlarıysa yorumların sınırsız olması kadar doğal bir şey olamaz. ”der. Bu söz beni şimşek gibi çarpmıştı. Evet, söz konusu tartıştığımız şey yaşamın ve evrenin gizleriyse bu konuda yorumların sınırsız olması kadar doğal bir şey olamazdı. 40 milyon ışık yılı uzakta duran bir gezegenin varlığı hakkında hepimiz farklı şeyler söyleyebiliriz. Çünkü varoluş o kadar ulaşılmaz o kadar bilinmezdir ki. Herkesin söylediği söz hem gerçek, hem yanlış! Hayat o kadar karmaşık, o kadar ulaşılmaz ki hayatı tek gerçeklikle, tek yorumla sınırlandırmaya kalkmak onu anlamamaktır. Hayatın ve evrenin yaradılışı sırları hakkında yapılan bütün yorumlar hem doğru hem yanlıştır. Bu noktada yapacağımız tek şey vardır. Hayatın ve evrenin sırları hakkında yorumlarımızı tek değişmez mutlak gerçek olarak görmekten vazgeçerek diğer yorumlara saygılı olmayı başarmak. Bunun dışında yapabileceğimiz fazla bir şey yok. Söylediklerim sizi şüpheye mi düşürdü. Aynı anda birden çok gerçeğin olabileceğine inanmıyor musunuz? Sizden yapmanızı istediğim çok basit bir şey var. Güneş doğduğunda bir ağacın yanına gidin. Önce ağaca, ağacın dallarına, yapraklarına, çiçeklerine, meyvelerine doğudan bakın, sonra kuzeyden, sonra güneyden, sonra batıdan; göreceksiniz ki yönünüzü değiştirdiğinizde ağacın, dalların, yaprakların, çiçeklerin, meyvelerin görüntüsü, rengi değişecektir. Oysa ağaç aynı ağaç! Farklı cephelerde ona baktığımızda onu çok farklı şekilde görürüz. Size küçük bir örnek daha vermek istiyorum: Bir gün çok obur bir insan olan bir köylümü meleyerek annesinin çevresinde dolanan en sevdiğim kuzuya bakarken gördüm. Bakmıyor, sanki canlı canlı kuzuyu yiyordu. Onun bu bakışlarından korkarak kuzuyu kucakladım ve ona kızdım. Bana ne söyledi bu köylümüz biliyor musunuz? “Neden bana öyle düşmanca bakıyorsun? Kendi yaradılışımın üzerinde hiçbir söz hakkım olmadı evladım. Gözlerimi açtım, kendimi böyle gördüm. Yaratılırken biri bana sorsaydı, hiçbir şeyi yememeyi isterdim. Neden yaradılışımdan dolayı, bana verilmiş özelliklerden dolayı beni suçluyorsun? Ben de haklıyım sen de haklısın, kuzu da haklı.” O gün bu sözlerin derin anlamını anlayamamıştım. Bu gün anladım mı? Emin değilim. Çünkü bu sözler sonsuz bir labirent gibi. Kısacası hayatta yalın mutlak gerçek, doğru yoktur. Sizin nerede nasıl baktığınıza bağlı! Eğer kuzu olsaydınız benim köylüm haksızdı. Eğer köylüm olsaydınız kuzu haksızdı. Hayatı, evreni tek bir yorumla yorumlamak bütün insanları bu yorumlara mahkûm etmek doğru değildir. Önümüzde duran bu sonsuz, ulaşılmaz varlığın varlığı hakkında yapılan farklı eleştiriler yorumlar olmasaydı insanlık hiç ilerlemezdi. Bu gün belli bir yol almışsak bu hayatın ve evrenin varlığı hakkında yapılan farklı yorumların varlığından dolayıdır.
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
LİBERALLERİN TAMİR EDİLEBİLİR DEMOKRASİSİNE VE SEÇİM PALAVRASI KOKAN DEMOKRASİ VAATLERİNE KARNIMIZ TOK
Demokrasi için Yürüyoruz, Ama Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz Esen Uslu
G
EÇEN sayıda Türkiye’ye nasıl bir demokrasi gerek sorusuna, AleviBektaşilerin kendi düşünce ve yaşam biçiminden çıkartılabilecek yanıtları olduğuna değinmiştim. Bunların arasında: Halkın dolaysız katılımına, oy ve söz hakkına dayanan meclisler eliyle yerinden yönetim; Bu meclislerin kararlarını uygulayan, hesap verme yükümlülüğü olan, istendiği anda geri çağrılabilen, seçilmiş memurlar; Memur maaşlarının çalışan kalifiye bir işçinin ücretinden daha fazla olmaması; Seçilmiş hâkim ve savcılar gözetiminde jürili mahkemeler eliyle yerinde işleyen adaleti, saymıştım. Osmanlı artığı valiliklerle temsil edilen atanmış-sorumsuz-ayrıcalıklı memurlar eliyle işleyen ve seçilmişler üzerinde egemen olan merkezi devlet bürokrasisi ancak bu yolla tarihin çöplüğüne atılabilir diye yazmıştım. Alevi-Bektaşi Federasyonu’nun yürüyüşe çağrı bildirisinde ise demokrasi istemimizi ortaya koymak için başka bir yol tutulmuş. Dergimizde tam metninin bulacağınız ABF Bildirisi, yürüyüşün istemlerini uzun bir liste halinde sıralamış. “Demokrasi” istemiyle başlayan bu listede “Kürt sorunu demokratik, barışçıl yolla çözülsün”e dek bir dizi haklı istem yer alıyor. Ne var ki listede sıralanan istemlerin dili sorunlu. Arada “Emperyalistler Evine Dönsün”; “Annelerimiz Artık Ağlamasın” ve “Şeriatçı Yükseliş Dursun” gibi kendiliğinden olması beklenen şiirsel söylemleri ya da iyi niyetli, ama içi boş sözleri bir yana bırakalım.
Demokrasi Kimden İsteniyor LİSTEDEKİ diğer istemler hep üçüncü şahıslardan isteniyor: Verilsin, kaldırılsın, lağvedilsin, olsun, ersin, yapılsın ya da yapılmasın sözcükleri ile bitiyor listedeki istemler. Bildirinin tümüne bakarsanız, bunların kimden istendiği havada kalıyor. Belli ki bu öznesi belirsiz istemler listesi bir siyasi tutumu yansıtıyor. Peki, bu siyasi tutumun anlamı ne? Bunun anlamı, bu haklı istemlerimizi bizim dışımızdaki birileri gerçekleştirsin demektir. Bu bence doğru bir yaklaşım değildir. Soralım, kim gerçekleştirecek bu istemleri? Bu istemler kime sesleniyor? Buna verilebilecek birkaç yanıt vardır: Belki bu istemlerin gerçekleştirilmesi bugünkü Meclis’ten isteniyordur. Aklı başında her Alevi-Bektaşi buna içten “Hayır!” diyecektir, çünkü bugünkü Meclis’in bu istemleri gerçekleştirmeyeceği açıktır. Bu istemleri siyasi iktidara aday başka bir parti gerçekleştirsin demek isteniyor olabilir mi? Benim bildiğim bu istemleri programına alan ve iktidara alternatif olan bir siyasi parti yoktur. Üstelik var olan kısıtlı-deli gömleği giydirilip eli kolu bağlanmış “demokrasi”mizde de en basit bir değişikliği bile zılgıtla karşılayan askeriyemizin ve son dönemlerde belirginleşen yüksek yargının siyaset üzerindeki vesayeti hepimizin gözleri önündedir. O zaman bir daha düşünmek ve kendimize sormak gerek: Neden ABF bildirisinde istemler böyle belirtilmiş? Niye böyle bir dil seçilmiş? ABF ve ona bağlı dernekler, özellikle de Alevi solunun temel örgütü Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri, kendi iç işleyişlerinde demokrasiyi geliştirmedikçe, karar organlarında ve kendi basınında tartışma, fikir ve karar oluşturma sürecini işletmedikçe, bu süreci derinleştirmedikçe bu sorulara verilecek olumlu bir yanıt yoktur. Örgütlerimizin seçilmiş yöneticileri, kendilerini her şeyi, her zaman, en iyi bilenler olarak varsayabilir ya da böyle kapsamlı konularda üye tabanına danışmadan karar alma yetkisini kendinde görebilir. Ya da ey-
leme yönelik olarak acele hareket etmek zorunda olmayı gerekçe olarak gösterebilir. Ne var ki demokratik siyasette ve yığınsal eylemde özensiz sözler, tutumlar ya da aceleci girişimler daha baştan işleri bozabilir. Bu tehlikeye karşı önlem örgüt içi demokrasi ve tartışmayı geliştirmektir. ABF’nin daha eylemci bir çizgi izlemeye girişmesi çok olumlu ve ileri bir adımdır. Ancak bu istemler listesi bile kendi evimizi düzenlemekte daha yapılacak çok işimizin olduğunu göstermektedir.
Tamir Edilebilir Demokrasi BU SORUN, yani nasıl bir demokrasi istiyoruz ve bunu kimden istiyoruz soruları çok önemlidir. Örneğin Radikal gazetesinde İsmet Berkan, 24 Ekim’de, “Demokrasi bir ‘karşı çıkma rejimi’dir, evet ama bu karşı olma hali kendini kavga dövüşle değil karşılıklı verilen tavizlerle gösterir” diye yazdıktan sonra şöyle ekliyor, “demokrasi işlerin evrim yoluyla, zamana yayılarak ve kavgasız gürültüsüz halledilmesi rejiminin adıdır.” Özgürlükçülerin (yani liberallerin), bu demokrasi anlayışı Alevi-Bektaşiler tarafından benimsenebilir mi? Bir başka “demokrasi” yaklaşımı iç sayfalarda (Bkz. s. 23) okuyacağınız bir cemevi açılışında konuşan CHP’li Milletvekili’nin sözlerine yansıyor. Açıkça sırıtan ilkel oy avcılığı, Alevilere yönelik kurnaz çığırtkanlık Alevi-Bektaşilerin demokrasi anlayışı ile uyuşabilir mi? Daha nice örnekler vermek olanaklıdır. Seçimler öncesinde ABF istemler listesini her iki kanada da göstersek, özgürlükçülerin ya da seçim öncesinde bol keseden vaat eden CHP’lilerin bu listeye itirazı olur mu desiniz? Hayır, bu istemlere hiçbir itirazlarının olmayacağı çok açıktır. Ne var ki, özgürlükçüler, bu istemlerin gerçekleşmesinin henüz zamanının gelmediğini; bunlar için Alevilerin-Bektaşilerin kavga-dövüş çıkarmaması gerektiğini; sorunun zamana bırakılması gerektiğini bir güzel anlatırlar. CHP’liler ise seçimde bize oy verin, iktidara geldik mi “anaları artık ağlatmayız” diye kof sözler verebilirler. Her iki eğilim de en azından sözde, Türkiye’deki rejimi “tamir edilebilir” bir demokrasi olarak görmektedir. Hurdası çıkmış demokrasi gemisinin eksikleri giderilir, gedikleri tıkanırsa kavgasız-gürültüsüz denizlerde daha çok uzun süre yüzdürülebileceğine inanmaktadırlar. Yeter ki dümende onlar olsunlar. Bize hep aynı sözü söylerler: “Hepimiz aynı gemideyiz.” Yani demek isterler ki bu gemiyi fazla sarsmayın, sallamayın, yoksa alabora olur batıveririz, hep beraber boğuluruz… Alevi-Bektaşileri böyle ürkütüp oy davarına çevirenlerin çok partili rejime geçtikten beri yaptıkları ise gözlerimizin önündedir.
Tümden Değişmesi Gereken Düzen ALEVİLER ise aslında kimle aynı gemide olduklarını iyi biliyorlar. ABF Genel Başkanı Ali Balkız bir konuşmasında şunları söyledi: “Başlattığımız bu eylemlilikte sendikaları, demokratik kitle örgütlerini, sol siyasi partileri, tüm Alevi örgütlerini, ‘musahip’, ‘yoldaş’ olarak görmek istiyoruz.” Alevi-Bektaşilerin demokrasi istemi, bu düzeni adam etme çabası olamaz. Alevi-Bektaşiler bu düzeni iyice çalkalayıp silkelemek, yenisi ile değiştirmek istiyorlar. Bu nedenle, yoldaşlarını ve musahiplerini doğru seçmek zorundadırlar. Balkız çok doğru söylüyor: Modern toplumda Alevi-Bektaşilerin gerçek musahibi ve yoldaşı da işçi sınıfıdır.