SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
KAHRAMANMARAŞ CANKIYIMI’NI UNUTMAYALIM
Bu Sayida Kasım - Büyük Alev-Bekta Yürüyüü
Tarih, yalnızca dürüstlerin değil, aynı zamanda “alçakların” da tarihidir: geçmişimize sağlıklı taşınamazsak ölmüş gitmiş kimi alçakların “oyuncağı” olabiliriz.
Velyettn Ulusoy Bize Farklı Gömlek Giydirmek İstenmesin
Köktendinci “Cüret” Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni Fkret Otyam Fişlenmeleri Yetmez, Teker Teker Şişlenmeleri Şer’an Caizdir; Vesselam! Esat Korkmaz Şeyh Bedreddin’e Sahip Çıkalım - I İsmal Kaygusuz Abdal Musa Sultan - Bölüm II Ham Kutlu Kızılbaş Alevilikte Rızalık Şehri - IV Ahmet Koçak Aleviler Müsahipleriyle Sokağa Çıktı! Mtngde Yapilan Konumalardan Bölümler Ali Balkız, Tekin Özdil, Fevzi Gümüş Mtnge Katilan Syas Canlarla Söyletk Yaşar Seyman, Mustafa Özcivan, Ali Rıza Gülçiçek, Levent Tüzel, Hasip Kaplan, Durdu Özbolat, Songül Erol Abdil, Şerafettin Halis, Hasan Zengin, Süleyman Yağız Köe Yazarlari Mtng İçn Neler Ded: M. A. Birand, M. G. Kırıkkanat, G. Civaoğlu, İ. Berkan, E. Dumanlı, O. Çalışlar Aydinlarin Destek Bldrs Canlar Mtng İçn Ne Ded: Sami Evren, Mustafa Özcian, Turan Eser, Lütfi Kaleli, Fırat Demir, AGEP, Veysel Kaymak, Erdal Yıldırım, Rukiye Güven, Rüstem Gümüş, Gazi Aslan, Erdal Çıtrık Hatce Köse ve Al Kenanolu le Söyletk Demr Küçükaydin Kurban Bayramı...
Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24, Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli
Fyati: Ytl / / Kasım Sayi:
47
1978
’in son ayına girilirken “ortalık”, şeriat özlemi çeken köktendincilerin, “Türk-İslam Sentezi”ne “yatırım” yapan ve devleti ele geçirmek isteyen faşistlerin, bunları yönlendiren ve güden CİA ajanlarının, MİT ve Kontrgerilla görevlilerinin kitle katliamlarına “gebe” idi. Menemen’de Kubilay’ın kör bir testereyle şehit edilmesi; emperyalizme karşı ulusal kurtuluşu gerçekleştiren Kemalistlere, Kemalistlerin yaşama geçirmeye çalıştığı “demokratik devrime” karşı, hukuk yanı geçersiz kılınarak vicdanlara itilen/sıkıştırılan, iktidardan alaşağı edilen köktendinciliğin, yani şeriatın, umutsuz bir “kalkışması”ydı. Egemenliğin Tanrı’dan alınarak halka verildiği süreci tersine çevirmek isteyen köktendinci bir “cüret”ti. Cumhuriyeti kuranlar Menemen’de; “ahlak ve öte dünya öğretisi” olarak “hapsedildiği” vicdanlara “dar gelerek” sokaklara taşan şeriatçı şiddete, kurulan ve yaşatılmak istenen demokrasinin gereği, devrimci şiddet uyguladı; onu, yeniden olması gereken yere, “vicdanlara” itti. Çünkü yaşama geçirilmeye çalışılan demokratik devrim, feodal bir rejim yıkılarak, ona son verilerek, emperyalizmin egemenliği kırılarak gerçekleştirilmişti. Sokağa taşan şeriat yoluyla Ortaçağ’ın yeniden hortlatılmasına; gericiliğe ve gerici şiddete izin vermek, ona özgürlük tanımak devrimin boğulması demekti. Demokrasi, Ortaçağ gericiliğinin tasfiyesi temelinde ve egemenliğin halkta olduğu; bireyin ulaşamadığı/bilemediği/bilemeyeceği ilahi bir gücün tartışılamaz/esnetilemez buyrukları yerine kendi özgür iradesinin seçeneklerine göre davrandığı bir zeminde kurulur/boy atar/yapılanırdı; toplumsal-ekonomik, siyasal ve kültürel bir devrim olarak kendini örgütlerdi. Bu yolla, feodal siyasal egemenlik sistemini kırar; feodal iktidarın temelini oluşturan ilişkileri çözer/dağıtır/temizler; emekçiyi/üreteni, toprağa ve dinsel kurumlara bağımlılıktan kurtarır; ruhbanlığın zincirlerini parçalar; feodal bağımlılıkları, Ortaçağ değerlerini yeniden üreterek ortodoks dinin değerlerini toplumun düşüncesine katan, giderek ilahi bir toplumsal bilinç oluşturma yoluna giren şeriatçı ideolojiyi kökünden kazırdı. İşte özgürlük denilen şey, böylesi bir mücadelenin, kan akıtılarak, bedel ödenerek verilen bir kavganın yol açtığı toplumsal düzeydeki devrimci değişmenin/ dönüşmenin ürünü olabilirdi. Eğer Ortaçağ gericiliği tasfiye edilemezse, günümüze uzanan Ortaçağ değerleri kırılamazsa özgürlük de, özgür birey de olamaz. Kul zemininde ve kaderin, tevekkülün belirleyiciliğinde adım adım bireyin/topluluğun/toplumun tavrına, ilahi bir ideolojinin “dikte ettirdiği” bir süreç egemen olmaya başlar. Özgürlüğün boy vereceği, özgür bireyin doğacağı/yetişeceği/devineceği alanlar daralır ya da ortadan kalkar. Sonuçta öyle oldu: Ortadan kalktı. Anadolu toprağında bu hesaplaşma süreci bir türlü yaratılamadı. Oradan buraya uzanan tarihe baktığımızda, devrimin/demokrasinin “boğazlanmasını” izliyoruz. Ödünler verile verile palazlanan o günün köktendinciliği/şeriatı, 1978 yılı yaşanırken “barınağından” çıkmak, yaşanılan yere el atmak istiyor; devlet dini olarak doğuşunun anısını “canlı” tutarak kendisine biçilen konuma/duruma “dar” geliyor. Sıkıntısını, gerçek birey, toplum sıkıntısının bir “uzantısı”, “anlatımı” biçiminde göstererek, “cehennemlik” dünyayı, “cennetlik” yapmaya “soyunuyor”. Tüm gerici güçler “el birliği” etmiş, şeriatı yeniden “doğuma” hazırlıyor: Günler olaylara “tohum”; Amerika Türkiye’yi “terbiye etmeye” hazır öğretmen rolünde; MİT, Kontrgerilla emrinde; faşistler ve dinciler maşa; Aleviler, devrimciler ve sosyal-demokratlar düşman. Koşar adım iç savaş. Koşullar CİA Ajanı Peck’in kitle katliamları yaratma planının “kanalına oturduğunu” gösteriyordu: 19 Aralık 1978 günü, Kahramanmaraş’ta, bir ülkücü, saat 21 sularında Çiçek Sineması’nı bombaladı; bombalama olayı, katliama giden olaylar zincirinin ilk adımı oldu. Sinemada o anda “Güneş Ne Zaman Doğacak” adlı “Sovyetler Birliği’nde komünist zulmü” anlatan bir film oynuyordu; bombanın atılmasıyla birlikte, Türkoğlu ilçesinden gelen bir grup faşist, “Kanımız aksa da zafer İslamın”, “Ya tam susturacağız, ya kan kusturacağız”; (Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME
“Emniyetten Alevilere Fişleme!”
(Baştarafı 1. Sayfada)
Köktendinci “Cüret” “Müslüman Türkiye”, vb. sloganlar atarak seyirci kitlesini galeyana getirdi; harekete geçen kitle CHP il binasına saldırdı. İzleyen gün, Kahramanmaraş’ta, Alevilere ait bir kıraathane bombalandı. 21 Aralık’ta, Kahramanmaraş’ta, iki TÖB-DER’li öğretmen öldürüldü. Ertesi gün, öldürülen öğretmenlerin cenazesini taşıyan kalabalığa faşistlerin yönlendirdiği bir topluluk, “Komünistlerin, Alevilerin cenaze namazı kılınmaz” diyerek saldırıya geçti. Bağlarbaşı Camii imamı Mustafa Yıldız cemaata şöyle sesleniyordu: “Oruç tutmak namaz kılmakla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer Hac’ca gitmiş gibi sevap kazanır; bütün din kardeşlerimiz hükümete ve komünistlere, dinsizlere karşı ayaklanmalıdır; çevremizde bulunan Alevileri ve CHP’li Sünni imansızları temizleyeceğiz.” Gerilimin çatışmaya dönüşmesi üzerine törene katılanlar dağılınca cenazeler ortada kaldı. Güvenlik güçlerinin herhangi bir müdahalesiyle karşılaşmayan saldırgan kitle, kent çarşısına yöneldi: Alevilere ve CHP’lilere ait birçok işyeri tahrip edildi; üç kişi öldürüldü. Aynı günün gecesi, faşist ajitatörler kent sokaklarında dolaşarak “Solcu Alevilerin silahlı saldırı yapacağını” yayarak herkesin silahlanmasını sağladılar. Aralığın 23’ünde, olaylar çatışma boyutunu aşarak solculara ve Alevilere yönelik tek yönlü bir katliama dönüştü: Henüz kente askeri güç sevkedilmemişti. Saldırıların yer yer polis kuvvetlerine yönelmesi üzerine “polis-halk çatışmasını önleme” gerekçesiyle sabah saatlerinde kentteki tüm polisler görev dışı bırakıldı. İzleyen gün, sokağa çıkma yasağı ilan edildi: Sokağa çıkma yasağı vardı, ama buna görev dışı bırakılan “güvenlik güçleri dışında uyan” da pek yoktu. Faşistlerin çevre köy ve ilçelerden taşıdığı silahlı grupların da takviyesiyle iyice azgınlaşan saldırganlar, “Komünistleri bırakmayalım, Allah yoluna kesin, Sütçü İmam aşkına vurun”, “Bugün cihad günüdür, bir Alevi öldüren cennete gider”, “Alevileri öldürelim, memleketten temizleyelim, “Alevileri öldürün, şahit kalmasın” naralarıyla Alevilerin yaşadığı Yörükselim, Yenimahalle, Serintepe, Mağaralı, Karamaraş mahallelerine saldırıya geçti; sokak sokak tarandı, bombalandı; önceden işaretlenen Alevi evleri özel olarak kundaklandı; “Alevilerin dinsiz ve sünnetsiz olduğu” yayıldığından erkeklerin pantalonları indirilerek sünnetli olup olmadığı kontrol edildi; ölülerin ve yaralıların taşınması engellendi; tedavi edilmesin diye hastaneler kuşatıldı; insanlar kadın-erkek, hamile, çocuk-yaşlı, hasta, yaralı ayrımı yapılmadan katledildi. Kayseri’den getirilen Hava İndirme Birlikleri, Gaziantep’ten getirilen jandarma, gökte uçan uçaklar bile olayları önleyemedi; sözde kent havadan kontrol ediliyordu; yerde ise eli kanlı faşistler ve provokatörler Alevi canı, devrimci canı “alıyorlardı.” Aralığın 25’inde, Kahramanmaraş olayları akşama doğru yatıştı: Resmi rakamlara göre 111 kişi öldü; yüzlerce kişi yaralandı; 210 ev ve 70 işyeri yakılıp yıkıldı. Katliamın ardından Alevilerin büyük bir çoğunluğu kenti terketti. Ertesi gün, Kahramanmaraş olayları nedeniyle 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi.
2
Amasya’nın Suluova Emniyeti, Alevi Örgütlerinden Ankara’da Yapılan Mitinge Katılanların Listesini İstedi!
Fişlenmeleri Yetmez, Teker Teker Şişlenmeleri Şer’an Caizdir; Vesselam! Fikret Otyam
A
MASYA’nın Suluova İlçe Emniyet Müdürlüğü, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı ve Derneği Suluova Şubesi’nden 9 Kasım’da Ankara’da yapılan, cemevlerinin ibadethane olarak tanınması, zorunlu din dersi ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması için düzenlenen mitinge katılanların listesini istemiş, iyi mi? Elbette iyi yahu, nihayet alt tarafı bir fişleme! Yoksa onları teker teker çağırıp şişlemediklerine yatıp kalkıp beş vakit şükür etmeleri gerekir, hem bu işlem zamanımızda şer’an caizdir “diye düşünüyorum.” Kimi sayın büyüklerimiz görüşlerini açıkladıktan sonra muhakkak bir ek yapıyorlar: “..diye düşünüyorum.” Bu can da sayın büyüklerimizin vardır bir bildiği deyip o iki sözcüğü kullanmaya başladım.
Eleştirmek de Şer’an Caizdir.. AKP Milletvekili Ali evladı Sayın Reha Çamuroğlu can, Alevi Bektaşi Federasyonu’nun mitingini TBMM’de eleştirmiş.. Eleştirmek de şer’an caizdir “diye düşünüyorum” ve de ol nedenle oradaki sözlerinden basına yansıyan bölümünü, sizleri irşat etmek için yazıma almam hayırlara vesile olur “diye düşünüyorum.” O sözleri şöyle: “Hükümeti, Ankara Çayı’na süpürmek mi, oturup sorunların çözümü için konuşmak mı istiyorsunuz? Mitinginizi, yerel seçimleri hedefleyerek mi düzenlediniz, yoksa muradınız gerçekten Alevilerin sorunlarının çözümlenmesi mi?”
Hani Bunu Söyleyen, Bu Can Olsa Neyse “Diye Düşünüyorum!” ZİRA beş altı günlük iken düzenlenen “kafa kâğıdıma”, Dini: İslam/Mezhebi: Hanefi yazdırılmış, bana soran olduysa namerdim, şu bilgisayarıma virüs bitleri düşe... Neyse... Hani “Mitinginizi” sözcüğünü bu can sarf etseydi ki şer’an caizdi “diye düşünüyorum!” Ne ki bu durumda bile Alevi ve Bektaşi canlara asla ve kat’a “mitinginizi” demezdim, onlardan kop-
tuğunu ki elbette asılsızdır, ama böyle sergilemeyi Sayın Çamuroğlu can kendine nasıl reva gördü, asla anlamış değilim “diye düşünüyorum.”
“Alevi ve Dahi Bektaşi Süpürgecileri!” ŞU Aralık ayında nasipte var ise 83 mü ne olacağım, Alevi ve Bektaşi toplumuna/inancına nasıl meraklı ve saygılı/sevgili olduğumu sağır sultan duydu.. Bir bilge “Öğrenmenin sonu yoktur” buyurmuş, elbette can-ı yürekten katılıyorum.. Ülkemizin yedi iklim dört köşesinden, isteklerini bikez daha sağır sultanlara duyurmak için Türkiye’nin kalbi Ankara’ya koşup gelen Alevi ve Bektaşi canların bir de “süpürgecilik” meziyetlerini yeni öğrenmediysem Zülfikâr’ın keskin yanı boynuma gele! Sevgili Çamuroğlu can, yazdıklarıyla bu fakiri de aydınlatmıştı minnet duyuyorum. O, “Hükümeti, Ankara Çayı’na süpürmek mi, oturup sorunların çözümü için konuşmak mı istiyorsunuz?” demeseydi koca TBMM’de, Alevi ve Bektaşilerin bu yeni “süpürgeci” marifetlerini öğrenmeden göçecektim öte dünyaya!
Densiz CHP Milletvekilleri! ÇAMUROĞLU’nun konuşmasına tepki gösteren CHP Milletvekilleri “Sözle olmaz, eylemle olur” diye bağırmışlar!. Doğrusu çok, ama çok ayıp etmişler Çamuroğlu’na karşı, bunu ona nasıl, nasıl söylerler? O ki imam hatipli Erdoğan ile meşveret kurup Alevi Açılımı diye bişey yapıp, hiçbir işe yaramadığını/böyle sözlerle bu topluluğun haklı ve yerinde isteklerinin yerine getirilemeyeceğini bizzat yaşayarak, bu işten istifa yoluyla ayrılan kişi değil miydi? Tereciye tere satmak diye buna denir “diye düşünüyorum.”
Elimden Gelen Budur, Neyleyim? YEDİ yıldır haftalık Aydınlık Dergisi’ne de yazıyorum. 16 Kasım 2008, sayı 1113, sayfa 54/55’te yer alan yazımın başlığından: “...Alevi canlar, seslerini/isteklerini yine duyuramadılarsa, duymayanlar artık doğru kulak burun ve de beyin uzmanlarına...” Belki bir çare olur “diye düşünüyorum” vesselam!
Alevi-Bektaşilerin Ankara’daki Büyük Yürüyüşünde Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Suluova Şubesi’nin flaması ardında yürüyen ve “Fişlenmeye de şişlenmeye de hayır!” diyen canlara selam olsun.
Sayı 47
SERÇEÞME
TARİH BİZİ YARGILAMADAN
Süceattin Veli Ocağı Mürşidi
Şeyh Bedreddin’e Sahip Çıkalım - Bölüm I
NEVZAT DEMİRTAŞ DEDE Hakk’a Yürüdü
Şeyh Bedreddin İsyanı’na bulunduğumuz noktadan “geriye” doğru baktığımızda, “ezilen sınıf insanı”nın kendi gönül defterine yazdığı “kısa bir öykü”süyle karşılaşırız: Bu öyküyü “yinelemek” değil, “yorumlamak” önemlidir.
İ
dam edildikten sonra Şeyh Bedreddin Serez’deki tekkesinin bahçesi’ne gömüldü ve yaklaşık 500 yıl orada kaldı. Lozan Antlaşması’ndan sonra uygulanan “zorunlu göç” sırasında Serezli Bedreddini Türkler, şeyhlerinin mezarını açtılar, kemiklerini “çinko bir kutu”ya koyarak İstanbul’a getirdiler. Çinko kutudaki kemikler on altı yıl boyunca Sultan Ahmet Camii’nde bir “dolap”ta saklandı; ardından Topkapı Sarayı’na gönderildi ve yirmi yıl da orada bekledi. “Malı haram, kanı helaldir” diye idam edilen Simavna Kadısı’nın oğlu Şeyh Bedreddin, “ikinci mezarı”na ancak 1961 yılında kavuşabildi: Kemikleri, 23 Ekim 1961 tarihli 5/1840 Sayılı Karar’la Cağaloğlu’nda bulunan II. Mahmut Türbesi’nin bahçesine dini törenle gömüldü.
Sınıf İnsanının Gönül Kaydı “Gönül gözü” olmasaydı büyük şeyler ortaya çıkamazdı, diyorum: Yaşama, başlangıçtan bakıldığında “çok uzun”, sondan bakıldığında ise “çok kısa” görünür. Hastalık nedeni dışında yaşam kısaldığı ölçüde “ayrıntılarla” kendini zenginleştirir. Şeyh Bedreddin İsyanı’na bulunduğumuz noktadan “geriye” doğru baktığımızda, “ezilen sınıf insanı”nın kendi gönül defterine yazdığı “kısa bir öykü”süyle karşılaşırız: Bu öyküyü “yinelemek” değil, “yorumlamak” önemlidir. Yorum, çoğu kez bir “inanç” örtüsüyle verilir: İnanç burada, etiğin söylence niteliği kazandırdığı, “gizem” kaynaklı bireysel-kitlesel eylemin kendisidir. Eylemin kendisini “inanç” durumuna dönüştüren “etik”, aktif akıl ya da aklın uygulamasından başka bir şey değildir. Bâtıniliği ölçü aldığımızda, “‘din’ varlığı değildir ‘inanç’”, tam tersine “düşünce” varlığıdır. Bir Bedreddininin başta gelen görevi “yazgısının taşıyıcısı” olan düşüncesinin/inancının “izini” insan soyuna bırakmaktır: Demek ki onun yazgısı, onun “entelektüel” yapısıdır. Beynini vücudunun “asalağı” durumuna dönüştürmek istemiyorsa bir Bedreddini, yazgısını, “sınıf yoğun” alanlara taşımak zorundadır. Tersi olursa yazgısını egemen sınıf ya da sınıflar üstü seçeneklere bağlar. Sonuçta her birimiz “kendi bilincimizin içinde” yaşarız: Her olayda “kendi sınırına çekilmek”le karşı karşıya kalan her Bedreddini, bu eksikliğinin acısını dramatik biçimde hisseder. Toplumsal çelişkiler, yeni bir toplum yaratmaya “tohumsa” eğer, bu tohumun “çimlenme”
Kasım 2008
gücünü temsil eden bir toplumsal kimliği “bulmak” zorundadır. Bu eğilimin önüne hiçbir güç geçemez. İşte bu toplumsal kimlik Şeyh Bedreddin olmuştur. Resmi tarihin bize ulaştırdığı bilgileri ölçü alırsak Şeyh Bedreddin’i “yakalama” olanağını elde edemeyiz. Doğu’da “resmi tarih” deyince bilimden çok egemene uyarlanmış “söylenti” anlaşılır; tarihçi bilgin değil, iktidarda olanı okşayan bir “anlatıcı”dır; “anlatıcı”nın kılavuzu da baskın erkin “ilahi ideolojisi” anlamında inançtır. Bu tür tarih anlayışı Ortaçağ’a egemendi aslında; inancın “denetimi” elden kaçırdığı gün bu çağ sona erdi ve egemenlik “deney”in, aklın ilkelerinin eline geçti. Tarihin görevi “soyutlanmış” kişi serüvenlerini anlatmak değil, olayları yaratan toplumsal dönüşümleri araştırmak, olaya egemen olan düşünce örgüsünü, bu düşünce örgüsünün gelişim çizgisini geçmişten geleceğe doğru izlemektir. Şeyh Bedreddin olayında bu yapılmış mıdır?, sorusuna “olumsuz” yanıt vereceğiz. Anlatılanlara biraz yakından baktığımızda olayların içinde ya da kıyısında-köşesinde Şeyh Bedreddin adının “gezindiğini” görürüz: Şeyh Bedreddin’i “yaratan-dillendiren” toplumsal olaylar “örtüktür”; bütün eylem gücü, “yüceltilip” tasavvufi bir zemine taşınan Şeyh Bedreddin’in kişiliğinde toplanıvermiştir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin durumu, toplumsal bunalımlar, sarsıntılar, çalkantılar; toplumsal kurumlarda gözlenen çözülmeler; yaşama koşullarıyla, yaşam değerleriyle inanç koşulları, inanç değerleri arasındaki “uyuşmazlıkkarşıtlık” gözlerden “ırak”tır. “Kök”e inmek yerine “görüntü”yle yetinildiği hemen algılanır. “Niye böyle oldu?”, sorusuna “ikirciksiz” yanıt vermek durumundayız: Anadolu halk isyanlarında eksiksiz-kusursuz düzen anlamında “kâmil toplum”a bağlanan ve insanlığı kesin kurtuluşa taşıma kaygısıyla yaşama dayatılan toplumsal tasarımlar “silindi mi” hemen her şey insanı kurtuluşa taşıma çabasıyla “kâmil insan”a bağlanır. Geçmiş “silinir”, tarihi yaratan “toplum-sınıf ”tan sakınılır; insan toplum “hizmetlisi” olacağına inancın “kulu” olur. “Resmi” Doğu’da olaylar değil kişiler izlendiğinden Doğu’da tarih bilinci de yoktur ve Doğu insanının tarihi kendisiyle başlar, kendisiyle biter. Tarih bilincinden yoksunluk “akıldan inanca atlama”yı zorunlu olarak öne çıkarır; bilinç “nesnel koşullarını” terkederek “masal” ya da “söylence” durumuna dönüşür. Bu noktadan sonra artık tarih gerçekleştiği gibi anlatılmaz-yorumlanmaz da “özlendiği” gibi kurgulanır. Ortada tarih diye iki şey vardır artık; ya “öven” masal ya da “söven” masal. Üretici güçler, var olan üretim ilişkilerinin yarattığı toplumsal çelişkileri kullanarak “yeni bir toplum” yaratmaya “soyunduğunda” ya kendi yaratıcılığını “taşıyabilecek” bir önder yaratır ya da bunu önceden sezen yaratıcı önderi bulur. Kimdir bu yaratıcı önder? Bu önder “çağının dışına çıkabilme” yeteneğini ya da henüz “tarih olmayan geleceğe uzanma” becerisini gösterebilendir; tarihinin sınırına gelmiş değerleri-kimlikleri yadsımasını bilendir. Bu yetenek ve becerilerden yoksun olan bir insan
1933 - 11 Kasım 2008
Yattığı Yer Işık Olsun NEVZAT DEMİRTAŞ DEDE, 1933 doğumludur. 1975 yılından beri Süceattin Veli Ocağı’nın mürşidi olarak hizmet vermekteydi. Nevzat Dede, Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinin Arslanbeyli köyündeki tarihi Süceattin Veli Türbesi, Meydanevi ve Zaviyesinin yakınında bulunan kendi evi ile misafirhane ve cemevi olarak kullanılan binalarda 38 yıldır hizmetlerini sürdürmekteydi. Talipleri arasında Marmara ve Trakya bölgelerindeki Alevi-Bektaşiler ile Balkan ülkelerinde, özellikle Bulgaristan’ın Deliorman yöresindeki Alevi-Bektaşiler ve Babalılar vardı. Çok hoş sohbet bir insan olan Nevzat Dede, bilgisini hiç birisini birbirinden ayırmadan tüm taliplerine aktarmaktan büyük zevk alırdı. Kırıkkale merkezli Hasan Dede Ocağı da Nevzat Dede’yi mürşit bilirdi. Bu ocağa bağlı dedelerin yıllık görgü-sorgusu onun huzurunda yapılırdı. Nevzat Demirtaş, kendisine bağlı bunca talibi, dedesi ve babası olmasına ve bazı ocaklarca bir üst ocak olarak görülmesine karşın Hacı Bektaş Dergahı’na gönülden bağlıydı. Her sene daveti üzerine kendisini ziyaret eden Hacı Bektaş Veli Dergâhı’ndan bir vekile talipleri önünde görülürdü. Bunu, “El eli yıkar, el gövdeyi yıkar; temizlenmeden, temizleyemezsin” diye açıklardı. 2005 yılında İstanbul’da yürüttüğü kendi halife babalarının görgüsünde söyledikleri ve sorduğu soru onu yeterince tanıtıyor: “Erenler, canlar sizi iyi gördüler! Sizi sizden aldım, size verdim! Aslolan kişinin kendisini ölçmesidir. Sizi, size soruyorum. Davanızda ikrar kadim misiniz? Canlar sizin her şeyinizi bilemeyebilir, ama siz, sizi iyi bilirsizin! Şimdi Hakk karşısındasınız, mürşit önündesiniz: Siz kendinizi nasıl biliyorsunuz?”
Fotoğraf ve bilgiler: Ayhan Aydın
Esat Korkmaz
Geçtiğimiz yıllarda, bunca yıldır birlikte cem bağladıkları çok sevilen eşi Nadire Ana’yı yitirmişti. Özüyle gerçeğe, gerçekten insanlığa yönelmiş Nevzat Dede’nin yattığı yer ışık olsun.
(Devamı 4. Sayfada)
3
SERÇEÞME
MİRİAM MAKEBA (Afrika Ana) 1932 - 10 Kasım 2008
Amandla! - Awethu! / İktidar! - Halka! MİRİAM MAKEBA 1932 yılında, Güney Afrika’da altın arayıcı göçmenlerin kurduğu Johannesburg kentinde doğdu. Onu “Afrika Ana” olarat tanınmaya götüren süreç kentin yoksul mahallelerinde başladı. Annesi Xhosa, babası ise Swazi kökenli göçmenlerdi. Geçen yüzyılda Irk Ayrımcılığı (Apartheid) rejiminin en ağır baskı, saldırı ve katliamları uyguladığı göçmen yerleşimleri Soweto ve Aleksandria, Johannesburg kentinin kenar mahalleleriydi. Makeba’nın okulda başlayan müzik hayatı, 1950’li yıllarda amatör gruplarla şarkı söyleyerek devam etti. Kısa sürede “profesyonel” oldu; çok sayıda plağı çıktı, ama plak başına aldığı ücret bir kaç kuruşu geçmiyordu. 1959 yılında göçmen işçilerin yaşamını ele alarak Irk Ayrımı rejimini eleştiren, gizli kameralarla ve amatör bir kadroyla çekilen “Geri Gel Afrika” adlı filmde rol aldı. Film, Venedik Film Festivali’nde Eleştirmenler Özel Ödülü’nü kazandı. Festival için gittiği Venedik’te Amerikalı zenci caz sanatçıları ile tanıştı. Onlarla yaptığı müzik çalışmaları onu dünya çapında tanınır hale getirdi. Söylediği Nkosi Sikelili Africa (Tanrı Afrika’yı Korusun) tüm dünyada ırkçı rejimle mücadelenin marşı oldu. Bu ezgi, ırkçı rejim yıkılınca Güney Afrika’nın milli marşı oldu. 1960 yılında Güney Afrika rejimi, Makeba yurt dışındayken pasaportunu elinden aldı. Buna karşı on ülke kendisine onursal vatandaşlık ve pasaport verdi. 1963 yılında Birleşmiş Milletler’de Irk Ayrımı rejimine karşı ifade verdiği gerekçesiyle ülkesine geri dönme hakkı elinden alındı. 1968 yılında ABD’li zenci hakları savunucusu Stokely Carmichael ile evlendi. Bu nedenle ABD’de de ayrımcılıkla karşılaştı, dışlandı. Yeni evli çift Gine’ye yerleşti. Makeba, Birleşmiş Milletler’de Gine’yi temsil etti. Bu çalışmaları nedeniyle 1986 yılında Dag Hammarskjöld Barış Ödülü’nü aldı. Güney Afrika’ya 1990 yılında Başkan Nelson Mandela’nın davetiyle döndü. Müziğe hiç ara vermeyen Makeba’nın ezgileri tüm dünyada eylemlerde ağızlardan düşmedi. 2001’de Otto Hahn Barış Ödülü’nü aldı. İtalya’da, mafyacı-faşist çetelerin ırkçı cinayetlerini protesto eden bir konserde sahnede fenalaştı ve ertesi gün yaşamını yitirdi.
4
(Baştarafı 3. Sayfada)
Şeyh Bedreddin’e Sahip Çıkalım ne denli “önder” kabul edilirse edilsin O, “çağının sınırları içinde” kalan, “başkalarının izini süren”, zamanın “verdikleriyle yetinen”, yok olacağı-silineceği sonuna kendini hızla “tüketerek” yaklaşan bir kimliktir. İşte Şeyh Bedreddin, çağının sınırlarını aşacak bir kimliğin arandığı bir tarih kesitinde ortaya çıkmış bir önderdir. Asyalı kandaş insanların Anadolu toprağına ayak basmasıyla “kurgu dünyası”na, yani ahirete “gönderilen” güzellik, erdem, iyilik, yiğitlik, mutluluk, doğruluk, saygı, sevgi vb. oradan yaşanılan dünyaya taşınıvermiştir. Doğaötesi inançlara karşı, doğaya yönelik inançlar “fışkırmış”; metafizik inanç değerleriyle yaşamsal bir kavgaya girilmiştir; eski yeninin içinde, yeni eskinin içinde “erimiş”; ne eski ne de yeni olan bir “bireşim”e ulaşılmıştır; inançla yaşam arasındaki “çelişki” düşünebilmenin aracı olmuştur. Bu bakımdan Anadolu insanı “garantili”dir: Yaşayarak düşünür; iyinin ya da kötünün niteliği yaşamdaki “etkisiyle” ölçülür. Demek ki bâtınilikte inanmak için “doğaüstü”ne başvurulmaz; doğrudan varlığın kendisine “yönelinir”. Geçmiş olayların tarihsel özelliği, ancak “geleceğe” katkıları ortaya çıktığında tam olarak anlaşılabilir: Aradan altıyüz yıla yakın süre geçti, tam anlamıyla “gelecek zaman”da sayılırız; bilmek için “yeterli zaman” geçmiştir. Kaynaklar, boş bir evde duran “hayaletler” gibidir; tarihle sulanabilirse sulanıp canlandırılabilirse “hayalet” olmaktan çıkıp aramıza katılabilirler. Hayaletlerin aramıza katılması “geçmişimizle çiftleşmek” anlamına gelir ki “doğum” kaçınılmazdır. Bu noktada, kaçınılmaz olan “doğumu” geciktirecek “tehlikeyi” iyi saptamak durumundayız: Bu tehlike, geçmişi “bilme kültürüne” dönüştüren, “değiştirme kültürünün” uzağında, yani yaşamın dışında bize bir “anlatı” sunan “çağdaş tarih”tir. Çağdaş tarihi yaratan çağdaş insandır: “Çağdaş insan”, bir yığın hazmedilmemiş/özümsenmemiş “bilgi-taşlarını” kendisiyle birlikte her yana sürükler; içi olmayan bir “dış” ya da dışı olmayan bir “iç”tir o; sözcüğün gerçek anlamıyla bir “iki yüzlüdür”. Bu nedenle “modern kültür canlı değildir”; kültür üzerine bir “bilgidir yalnızca”. Bizler Şeyh Bedreddini Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı”ndan öğrendik: Nazım Hikmet, isyanın geçtiği tarih kesitine, koğuşun demir parmaklıklarına yanaşan ve Tornacı Şefik’in gömleğini giyen Börklüce Mustafa’nın dervişlerinden birinin “ruhu” ile yolculuk etmişti. Biz ise Bedreddin’in kavga/ düşünce dünyasına, “yaşamın sonuncu kaynağı olduğuna inanılan ve canı taşıdığı kabul edilen”, ondan bize ulaşan tek “kanıt” durumunda bulunan “kemikleri” ile seyahat edeceğiz. Kemiklerden oluşan “iskelet”, geriye taşındığında “bin bir can edinir, bin bir dona bürünür”; geçmişin orasında-burasında “bedensiz dolaşan ve beden beden” diye çığrışan Bedreddin müridlerini “uçurup” aramıza taşıyıverir. Bu aslında “söze gelmek/sözle gelmek”, yeni bedenlerde “yorumlanmak”, yani “davranışa dönüşmek”,
bu yolla geleceğe taşınıp “ölümsüzleşmek/ölmeden evvel ölmek ya da yaşarken dirilmek” demektir. Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Destanı’nın sonuna eklediği Ahmed’in öyküsü, bu tasarıma çarpıcı bir örnektir. Ahmed’in dedesi ile muhabbet eden erenler, tok ve kararlı bir sesle şöyle der: “İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle, sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bedreddin’in ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız, gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu gibi dirilecek. Bunu bilirim işte….. Bedreddin yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı, soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir, diyoruz..”
Edirne’den Konya’ya Torunu Hafız Halil’in yazdığı Menakıbname’ye göre Bedreddin’in babası Gazi İsrâil’dir; Orhan’ın oğlu Süleyman Bey’in emri altında Rumeli’yi fethe girişen ilk “yedi” gaziden biridir. Annesi Hıristiyan’dır; Simavna bânının kızı olduğuna göre yüksek görevli bir aileden gelmektedir. Bedreddin, 760/1358-59’da Simavna’yı fetheden kişinin yerleştiği bir “kilisede” dünyaya gelir. Fethedildikten sonra ilk eğitimini Edirne’de alır: İlk hocası Molla Yusuf onu, ileride “uzmanlık” alanı olarak seçeceği “fıkıh”la tanıştırır. Hocası ölünce öğretmen sıkıntısı çeker: Yeni başkentte eğitimini sürdürmesini sağlayacak yetenekte başka hoca yoktur. Bu nedenle genç Bedreddin Bursa’ya gitmek zorunda kalır. Çünkü Bursa, etkin bir kültür merkezidir. İlk Osmanlı hükümdarları tarafından yaptırılan Kaplıca ve Manastır medreseleri dönemin önemli eğitim kurumları durumundadır: Bedreddin Manastır Medresesi’nde, ünlü müderris Molla Şemseddin Fenâri aracılığıyla Arap evrenselciliğinin “simgesi” İbn Arabi’nin “ışık felsefesi”ni inceleme olanağını bulur ve derinden etkilenir. Bursa’dan sonra Bedreddin, Selçuklu döneminden başlayarak medreseleriyle ün kazanan Konya’ya gider; orada, Hurufiliğin kurucusu Fazlullah Hurufi’nin tilmizi Feyzullah’tan “ilm-i huruf ” dersleri alır. Feyzullah-Fazlullah bağlantısı, araştırmacılarda “ortak kabul” görmez; ancak “Menakıbname” yazarının Fazlullah konusundaki suskunluğu, ilişkinin doğruluğunu kanıtlar niteliktedir.
Konya’dan Kahire’ye Bursa’da İbn Arabi felsefesiyle karşılaştıktan sonra daha önce edindiği fıkıh bilgisiyle yeni edindiği bilgi arasındaki “çelişkiler” O’nu rahatsız eder. Konya’da tanıştığı Hurufi felsefe/ inanç, “çelişkileri” azaltacağına daha da arttırır. Kararsızlık içinde kıvranan Bedreddin, dönemin “üniversite kenti” Kahire’ye yönelir. Kahire müderrisleri denli medreseleriyle de ünlüydü: Menakıbname’den Kahire’de bir “Rûmi lobisi”nin var olduğunu öğreniyoruz. Kaynaklar da bu durumu yalanlamıyor. Burci hanedanının ilk hükümdarı Sultan Berkuk, Türkçe konuşanları özellikle destekliyordu. Sayıları oldukça fazla olan Anadolulu sûfiler, bir araya gelerek kimi hanikâhlarda etkili oldular. 1355’te İbn Tulûn Camii yakınında kurulmuş olan ve Mısırlı olmayan öğrencilerin buluşma yeri olarak öne çıkan Şeyhûniye Hanikâhı bunlardan biriydi. Hanikâh, Ekmeleddin el-Bayburti gibi ünlü bir müderrisçe yönetiliyordu. Ekmeleddin’in Sultan üzerinde büyük etkisi vardı: Şeyh, müritleri için Berkuk’tan gözde görevler talep etmekten geri kalmazdı.
Sayı 47
SERÇEÞME İşte Bedreddin, Kahire’ye gelince bu etkin çevrenin içine girer: Menakıbname, Bedreddin’in Mısır’a geliş tarihini 8 Aralık 1382 olarak belirtir. İlginç bir rastlantı, yazgıları biraz da “benzer” olan, Mukaddime’yi yazmış-bitirmiş, ününün doruğuna taşınmış, Tunus’tan kovulan İbn Haldun da “aynı gün” Mısır’a ayak basar. Yine Kahire’de Mukaddem Tepesi’nde, başında Kaygusuz Abdal’ın bulunduğu Kaygusuz Abdal Dergâhı bulunmaktadır. Menakıbname, Bedreddin-İbn Haldun ya da Bedreddin-Kaygusuz Abdal ilişkisinden hiç söz etmez. Dedesini “aklama” amacını sürekli canlı tutan Hafız Halil tehlikeli ve riskli bulunan bu kimliklerle Bedreddin ilişkisini kanımızca “silmektedir”.
Fıkıhtan Firar: Çile Dönemi Selçuklu kurucu ailesinden gelen, iki dil bilen Bedreddin bu etkili çevre içinde olanaklarını iyi değerlendirmiş ve Saray’a girmekte fazla zorluk çekmemiştir. Hafız Halil’in tanıklığına göre Rum Işığı (Pertev-i Rum) adıyla anılan bu genç âlimin ünü karşısında Sultan Berkuk ilgisiz kalamaz ve O’nu Saray’a davet eder; oğlu Ferec’in özel hocalığına atar. Bedreddin, gelecekteki yazgısını belirleyecek olan tasavvuf yolundaki mürşidi Hüseyin Ahlati ile Saray’da karşılaşır. Sultan Berkuk, Ahlati’ye ve Bedereddin’e birer Habeş cariye sunar. Bu cariyeler, Simavnalı Bedreddin’in yaşamında önemli işlevler üstlenecektir: Cazibe, Menakıbname yazarının babası, yani Bedreddin’in oğlu İsmail’in annesi; Ahlati’den aldığı bilgilerle bir kadın sûfi aşamasına yükselen Mariye ise tasavvuf konusunda O’nun öğretmeni olacaktır. Söylencesel anlatıma göre Bedreddin bir gece Mariye ile görüşür; görüşmeden sonra “vecde” gelir; sûfilerin yoluna katılmaya karar verir; yapılan bir “yola giriş töreni”yle Ahlati’nin müridi olur. Bu durum Bedreddin’in yaşamında “belirleyici bir kırılma”dır. Daha önce eğitimini gördüğü “fıkıh” biliminden “firar eder”; dervişlerin “kıl abası”nı giyer; mallarını yoksullara dağıtır; sûfi gelenekte kimi söylencesel anlatımlarda tanık olduğumuz gibi tüm kitaplarını Nil’e atar. Ardından yeni yaşamının “çile” dönemi başlar. Bedreddin’in ünlü bir fakih iken birden bire ateşli bir sûfiye dönüşmesi, Kahire’deki Rumi dostları telaşlandırır: Bedreddin’in yol ve eğitim arkadaşı Müeyyed’i, durumu aktarmak üzere babasına, Rumeli’ye gönderirler. Menakıbname metni, babasının, durumdan kaygılanacağına büyük sevinç duyduğunu belirtir: Ya sevgisinden ya da Rumeli’nin uç beyliklerinde kendisine gereksinme olduğundan hizmetlisi Şahne Musa’yı oğlunu Rumeli’ye dönmeye ikna etmesi için Kahire’ye gönderir. Musa, Edirne’den Kahire’ye giderken, kendini Timur’un Şam kuşatmasının ortasında bulur (1400 sonu). Memluklular tarafından zorla silah altına alınır ve söylenceye göre büyük kahramanlık gösterir. 25 Aralık 1400’de Memluk ordusu yenilgiye uğrar; Musa esir düşer. Yiğitliğinden etkilenen Timur, O’nun Mısır’a gitmesine izin verir; 1401’in Mart başında Kahire’ye ulaşır; Bedreddin’i derviş kılığında bulur. Babasının isteğini iletir, ancak O bu isteği reddeder. Uzun esriklik dönemi Bedreddin’i yıpratır: Ahlati onu iyileştirmeye çalışır; ona elma suyu ve sığır dilinden oluşan bir diyet uygular. Kalbini ve sırtını dinledikten sonra, hava değişimi önerir; çünkü tıp, durumuna karşı çaresizdir. Bedreddin’deki cevherin önceden ayırdına varan Ahlati, onu “görünüşte” hava değişimi için gerçekte ise “dâi” olarak Tebriz’e
Kasım 2008
gönderir. Bedreddin’in Tebriz yolculuğu Menakıbname’de ayrıntılarıyla verilir: Tebriz o dönemde Timur’un siyasal egemenliğine girmiş bir bölgedir. Timur ile Beyazıd’a karşı düzenlediği seferin ardından Anadolu’dan dönerken karşılaşacaktır. Timur’un gelişinden önce Tebriz’e ulaşan Bedreddin, tartışmalı olmakla birlikte Mayıs 1403’te ordunun kış karargâhında karşılaşır. Bedereddin’in “dâi” olarak kaldığı-gezdiği bölge Safavi tarikatının merkezi ve Hurufiliğin etki alanıdır. Bedreddin Timur’dan ve yakın çevresinden itibar görür; Timur hizmetinde çalışmayı önerir. Ancak Bedreddin kabul etmez. Gördüğü bir rüya onu etkiler; Mısır’dan Ahlati’nin hasta olduğu haberini alır ve Ahlat-Bitlis üzerinden gizlice Kahire’ye döner. Bedreddin’in Mısır’a dönüşü politik ve dinsel açıdan hareketli bir döneme rastlar. Ahlati çok hastadır; ölümünden önce O’nun halifesi seçilerek hanikâhın başına getirilir: Genç olduğu savıyla kimi müritler bu seçime itiraz eder; Bedreddin çekilmeyi önerir, ancak kabul edilmez. Bedreddin Mısır’da 6 ay kalır ve ani bir kararla Kahire’den ayrılır: Menakıbname bu ayrılığın nedenini, Şeyh’in bundan böyle deneyimini doğduğu ülkede yaymak istemesi, olarak belirtir. Ne var ki bu gerekçeyi yaşama geçiren başka nedenler de vardır: Mısır’da siyasi bir kargaşa hüküm sürmektedir. Kardeşleriyle taht kavgasına giren Bedreddin’in eski öğrencisi Sultan Ferec, 20 Eylül 1405’te Suriye’ye kaçmak zorunda kalır. Ekonomik durumun kötüleşmesi, buna koşut olarak beliren kıtlık, medreseleri olumsuz yönde etkiler. Gelişmeler sonucu Bedreddin Kahire’den Halep’e gitmek üzere ayrılır: Onyedi yandaşı da Kudüs’te kendisine katılır.
OTUZUNCU YILINDA
MARAŞ KATLİAMINI
UNUTMA, UNUTTURMA
K AYNAKÇA Balivet, Michel; Şeyh Bedreddin Tasavvuf ve İsyan; Tarih Vakfı Yurt Yayınları; İstanbul, 2000. Bedreddin’in Vâridât’ı (Şeyh Bedreddin); Yol Bilim Kültür Araştırma; Mart-Nisan, Ankara, 2001; s. 83-112 Cerrahoğlu, A.; Şeyh Bedreddin; İstanbul, 1966. Ergüven, Abdullah Rıza; Ve Bedreddin; Berfin Yayınları; İstanbul, 1995. Eyuboğlu, İsmet Zeki; Şeyh Bedreddin Vâridât; Der Yayınları; Üçüncü Baskı; İstanbul, 1991. Gölpınarlı, Abdülbaki-Sungurbey, İsmet; Menakıb-ı Şeyh Bedreddin (Halil b. İsmail); İstanbul, 1967. Gölpınarlı, Abdülbaki-Sungurbey, İsmet; Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin; İstanbul, 1966. Hikmet, Nazım; Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı/Şeyh Bedreddin Destanı’na Zeyl; Yapı Kredi Yayınları, 1579; Bütün Eserleri 2, İstanbul, 2002. s. 265. Kaygusuz, Bezmi Nusret; Şeyh Bedreddin Simavenî; İstanbul, 1957. M. Şerafettin (Darülfünun İlâhiyat Fakültesi Tarihi Kelâm Müderrisi); Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin; Evkaf Matbaası; İstanbul, 1925. Ocak, Ahmet Yaşar; Babailer İsyanı/Aleviliğin Tarihsel Altyapısı Yahut Anadolu’da İslamTürk Heterodoksisinin Teşekkülü; Dergâh Yayınları; Genişletilmiş İkinci Basım; İstanbul, 1996. Ocak, Ahmet Yaşar; Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler; İstanbul, 1988. Timuroğlu, V.; Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin ve Vâridât; İstanbul, 1982. Yaltkaya, Şerafettin; Simavne Kadısıoğlu Şeyh Bedreddin; İstanbul, 1994. Yaman, Ali; Simavna Kadıoğlu Şeyh Bedreddin; Alevilik-Bektaşilik/Cep Kitapları Dizisi-I; Ufuk Matbaacılık; İstanbul, 1998.
5
SERÇEÞME
OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞ YILLARINDA
Abdal Musa Sultan (1272/3–1361/5) Bölüm II İsmail Kaygusuz
Bu yazı İsmail Kaygusuz’un Karacaahmet Sultan Derneği Yayınları arasında çıkan “Mürşidden Gönlünü Ayırma Abdal Musa Sultan Velayetnamesi” adlı çalışmasından alınmıştır.
Abdal Musa Sultan ve Aydınoğlu Umur Bey (ö. 1348) Umur Bey’i Akdeniz Yalısında Karşılaması ve Ona Kızıl Börk Giydirmesi Gazi Umur, 1334’de Aydınoğulları Beyliği’nin başına geçtikten sonra Saruhanlılar ve Bizans İmparatoru ile Osmanoğlu Orhan’a karşı yapılan andlaşmayı bir süre daha sürdürdü.1 Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi’nde anlatılanlara bakılırsa Abdal Musa Sultan, Aydınoğlu Gazi Umur Paşa’yı bir süredir bekliyordu. Belki de Aydınoğlu Umur’a müridlerinden bir Türkmen Babasını peyik salmıştı. Aynı şekilde Abdal Musa Sultan’ın yoldaşı, Hacı Bektaş Veli halifelerinden Gözcü Karaca Ahmet ve Pir Hamza Baba’nın Saruhan Beyliği topraklarında yaşadıkları bilinmektedir. Hamza Baba Saruhan Beyi ile kurduğu ilişki sonucu onu etkileyip, dokuz kişilik mürid ekibiyle etkinliklerini sürdürmüştür. Mevlevi eğilimli olan Saruhan Beyi kendisine bir vakıf arazisi bağışlayarak, tekke kurmasına izin vermiştir. Müridlerinden Koca Bektaş Baba Akhisar Beyova’ya; Yatağan Baba ise Soma Yatağan köyüne yerleşip tekkesini kurmuştu. Türbesi bugün İzmirKemalpaşa’ya bağlı Hamza Baba köyünde bulunan Hacı Bektaş halifesi Pir Hamza Baba’nın halifeleri ve ona bağlı Aleviler yarım yüzyıl sonra Şeyh Bedreddin’i takip edip, eylemine katılacaklardır.2 Şimdi Abdal Musa Sultan’ın Gazi Umur Paşa ve askerlerini nasıl karşılayıp, ağırladığını Velâyetname’den okuyarak, yorumlamaya ve tarih saptamaya çalışalım: “Andan sonra Abdal Musa Sultan kalkdı, deniz kenarına indi. Ve dedi ki: ‘Buraya leşker geliyor. Karıncıkları açdur, bir şikârcık sunmadılar, karıncıklarını doyuralım.’ dedi. Bir saattan sonra denizden bir gemi zuhur etdi. Geldiler, yalıya çıktılar. Gemiden çıkanlar Abdalların yanına gelüb: ‘Ey Abdallar, ne ararsınız?’ dediler. Abdallar eyitdiler: ‘Bunda gerçek er vardır, size muntazırdur (sizi beklemektedir-İK), Sizin için yemek hazırladu’ dediler. Bunlar dahi sürüb Er’in nazarına geldiler. Ocakta Er’in haranisin gördiler. Bunlara az göründi, dediler ki: ‘Hay Sultanım, bu yemek sizin leşkere mi yoksa bizim leşkere mi yeter?’.”3 Anadolu’nun pek çok yöresinde yatan veliler için anlatılan söylencelerde bu “bir küçük kazandan binlerce askere yemek verme” motifi yer almaktadır. Ama hemen hepsinde de Veli yoksul mu yoksul bir derviştir, keramet
6
ağır basmaktadır. Bazen, doymayacaklarından kuşkulanan veya fazladan haram lokma alanlar cezalandırılır. Burada ise gerçek durum ağırlık kazanmakta ve yansımaktadır. Son soru çok önemlidir. Abdal Musa Sultan’ın da çok sayıda askerleri vardır. Velâyetname’de her ne kadar, sahile çıkan askerlerin sayısının kırk bin olduğu vurgulanıyor gibi görünüyorsa da, buna Abdal Musa Sultan’ınkiler de dâhil olsa gerektir. “Bunlar tamam kırkbin er idi. Abdallar yemeği üleştirdiler. Yemek cümlesine yetişdi. Karınları doyduktan sonra önlerinde döküli kaldı... Abdal Musa Sultan kepçeyi haraninin üzerine koydı, geri çekildi. Abdallar gördüler ki harani yine evvelki gibi dolup durur... Geldiler gaziler temaşa eylediler. Bildüler ki bu gerçek velidür. Gazi Umur Bey geldi, eyitdi: ‘Şimdengeru biz sana çağırıruz, efendi himmet eyle!’ dedi. Abdal Musa Sultan eyitdi: ‘Bir börk getürün Umur Beğe geydirelüm’ dedi. Bir kızıl börk getürdiler. Umur Beğin başına geydirdiler. ‘Gaziler şimdengeru buna Gazi Umur Beğ deyin, varsın bu Beğ de gazi olsun. Geru size şimden sonra gazilik verir dururuz’ dedi. Gazi Umur Beğ eyitdi: ‘Bize bir yadigâr verin sultanım.’ Sultan eyitdi: ‘Şol Kızıl Deli’yi size verdük, alın gidin’ dedi. Bu gaziler kalktılar. ‘Gider misin baba?’ dediler. Kızıl Deli Sultan, işaretle: ‘Giderin’ dedi. Abdal Musa Sultan çağırub bir ağaç kılıç sundu. Kızıl Deli Sultan aldı, öpdi, başına kodı. Andan sonra yürüdiler. Abdal Musa Sultan eyitdi: ‘Deyin imdi, hiçbir yere gitmen, Boğaz Hisarı’na varın. Üzerine düşün, ikdam idün (ilerleyin) alursunuz. Boğaz Hisarı’n (Çanakkale Boğazı ve çevresi, İlion-İK) aldıktan sonra Rum İlin size virdüm, önünüze kimse durmasun’ dedi.”4 Gerek çağdaşı ve dostu Bizans devlet adamı Kantakuzenos’un tarihinde ve gerekse Osmanlı tarih yazıcı Enveri’nin Düsturname’sinde hakkında geniş bilgi verilen ve tanıtılan Aydınoğlu Gazi Umur Paşa, 1334 yılında babası Aydınoğlu Mehmed’in ölümüyle başkent Birgi’de yerine oturmuştur. Enveri’nin anlattığına göre ilk gazasına on sekiz yaşında başlamış ve yirmi bir yıl boyunca 26 savaş yapmış olan Gazi Umur’un, bu karşılama ve onca askerini kondurup göçürmesinden sonra “Şimden geru biz sana çağırıruz, efendi himmet eyle!” dediğini ve Abdal Musa Sultan’a intisap ettiğini görüyoruz. Umur Paşa görmüştür ki, o Mevlana ailesi uluları gibi sadece sema ayini yaptırıp, arkasından hediyelerini alarak Konya’ya çekilmiyor. Hacı Bektaş Veli ardası ve Dergâhın yaşlı Piri Abdal Musa elindekini avucundakini konuğunun önüne döküyor. Ayrıca bir bahadır gazi olarak kendilerine savaş taktikleri de veriyor. Bununla da kalmıyor, Velâyetname’de Gazi Umur’un ‘yadigâr’ isteği üzerine, kendisinin yerine yetiştirdiği Hacı Bektaş emaneti Seyyid Ali Sultan Kızıl Deli’yi ve elbette ki onun buyruğu altında bir Türkmen gücü de sunuyordu.
Abdal Musa Sultan bu genç Paşa’da büyük devlet adamı yeteneği görmüştü. Bu güne kadar ki kulağına gelen başarıları ve fetihçigaspçı Osmanoğlu Orhan’a karşı oluşu, Abdal Musa’yı Aydınoğlu Umur’a yaklaştırmıştı. Yetmiş yıl önce Saru Saltuk Dede’nin mekân tuttuğu (1262-1263’lerde Dobruca’da) Balkanlar’da, Rum İli’nde yeni yurt aramanın tam sırasıydı. Çünkü Aydınoğlu Gazi Umur’la Saruhanoğlu Süleyman Paşa, Bizans İmparatorluğu tahtını ele geçirmeye çalışan Kantakuzenos’la dostluk ve yardım ittifakı kurmuşlar; sürekli Avrupa yakasına çağrılmaktaydılar. Abdal Musa Sultan, Kızıl Deli ve Türkmen askerlerini Gazi Umur Paşa’ya katarken, ilerideki başarılardan ve iktidardan pay alma hesaplarını da yapıyor olmalıydı. Ancak Alevi inancı, Pir Hacı Bektaş ilkeleri gereği, herhalde “Kılıcın körelsin, mazlumları kesmesin!” demek olan simgesel tahta kılıcı kuşatıyordu Kızıl Deli’ye. Aydınoğlu Gazi Umur Paşa ile Abdal Musa Sultan’ın bu karşılaşması, Gazi Umur’un Adalar Denizi egemenliğini tamamıyla ele geçirdiği 1341 yılında olmalıdır. Bu yıl içinde Girit’e ve arkasından Kıbrıs’a bir sefer yapmıştı. Büyük olasıyla Girit seferi dönüşünde Gazi Umur ve askerleri, Abdal Musa Sultan’ın (görünüşte inançsal) egemenlik alanındaki kıyılara su ve yiyecek gereksinimi için çıkmışlardı. Ancak Abdal Musa geleceklerini bildiğine göre bir haberleşme içinde de olabilirlerdi. Ayrıca yine olasıdır ki onu Kıbrıs’a Abdal Musa Sultan yönlendirmişti.
Kızıl Deli Sultan’ı Umur Bey’e Yadigâr Vermesi ve Rumeli’ye Geçiş Velâyetname’ye göre Abdal Musa Sultan genç bahadır Kızıl Deli ve yiğitlerini Umur Bey’in yanına katarken, önce Çanakkale Boğazına bir iyice hâkim olup, sonra Rum İlinde ilerlemesini salık veriyor. Bu tavsiyenin altında Osmanoğullarından önce başarması gerektiği arzusu yatmaktadır. Gerçekten Gazi Umur ertesi yılın sonlarına doğru, Kantakuzenos’un yardım çağrısıyla 380 gemilik koca bir donanmayla Boğaz Hisar’a ve oradan Meriç ağzına, yani Enez’e kadar çıkıyorsa da kış engeline çarpıp geri İzmir’e dönüyorlar. 1343 yılı başında dostu Kantakuzenos’tan aldığı yeni bir haber üzerine yeniden Rumeli’ye geçen Gazi Umur Bey Selanik ve Trakya çevresinde geniş yağma hareketine girişmiş. Bu kesimleri ve savunmasını kırarak girdiği Didymoteikhos’u (Dimetoka) Kantakuzenos’a kazandırmıştır. Ostrogorski’ye göre: “Ancak başarı bedeli, işgal edilen toprakları Türk birliklerinin yağmalaması oldu.” 5 Abdal Musa’nın el verip bel bağladığı ve börk giydirdiği, yani taçlandırdığı Aydınoğlu Umur Bey’in ömrü uzun olmadı. 1348 yılında İzmir’e işgal etmiş olan Haçlı ordusunu kentten çıkarmak içen ön saflarda çarpışırken 39 yaşlarında öldü. Türklerin Rumeli’ye geçişine Aydınoğlu Gazi Umur’un öncülük ettiği ve Osman Oğulları’nın askeri teşkilatında Aydınoğlu Umur’un maddi ve manevi önemli etkileri olduğunu belirleyen bir belgede şunlar yazılıdır. Bu belge aynı zamanda, Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi’nde verilen bilgileri destekleyen bilgiler içermektedir: “Aydın Bey oğlu Gazi Umur Bey gemilere binüb gazalar iderdi. Al-i Osman beylerinden gemi ile evvel gaza iden Umur Bey’dir. Nice kerre velayeti zahir olmağın gaziler,
Sayı 47
SERÇEÞME ‘Gazi Umur canı içün’ deyu yemin ederlerdi. Bu Umur Bey zamanında gaziler ganimet malın Bektaşi börkleriyle üleştirdiler. Anın için börklerin eşfesin altun ile bezediler; şimdi ol kisbeti çorbacılar ve solaklar giyerler, Umur Bey kisbetidir. Yeniçeri keçesi sonra ihdas oldu...”6 Abdal Musa Sultan Velâyetnamesi ve başka tarihsel yapıtlar gösteriyor ki, Seyyid Ali Sultan Aydınoğlu Gazi Umur ile birkaç kez Rumeli’ne geçmiştir. Teke Beyliği de Abdal Musa Sultan yaşarken Osmanoğullarına bağlanmamıştı. Ama Seyyid Ali Sultan’ın Osmanoğullarının, Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa komutasında Çardak’tan (Çanakkale) Trakya’ya ilk geçişlerinde birlikte olduğu menakıbnamelerde anlatıldığına göre, kendisinden klavuz olarak yararlanılmıştır. Demek ki o seçimini yapmış. Yıllar önce Umur Gazi ile aynı yollardan geçip Trakya’yı tanımış olduğundan, askersel deneyimlerini ve bölge hakkındaki bilgisini Osmanoğulları’na sunmuştu. Vilayetname’den, Abdal Musa Sultan’ın Gazi Umur’a vermeden önce Kızıl Deli Sultanı, adı verilmeyen kendi oğluyla birlikte, yanlarına kırk abdal katarak Hacı Bektaş Dergâhı’na gönderdiğini öğreniyoruz. Bu da gösteriyor ki, Abdal Musa da mücerred değildir. Onlarla gönderdiği iki testi dolusu parayla Hünkâr’ın türbesinin yaptırılması, Dergâh avlusuna ağaç dikilmesi, yapılan bahçeden meyve devşirilmesine kadar kalınıp bakım yapılmasını buyuran Abdal Musa Sultan7, oradaki üç emaneti alıp getirmelerini istemektedir. Söyledikleri oldukça önemlidir, çünkü Hünkâr olarak dünyaya yeniden ve bir don değişikliğiyle (reenkarnasyon), yani Abdal Musa adıyla geldiğini yinelemekte, bunu da Hakka yürümeden önce emanetleri koyduğu yerleri açıklayarak kanıtlamaktadır: Kızıl Deli Sultan’ın kırk neferiyle birlikte Hacı Bektaş’ın türbesi, tekkesi ve fırınını yapması ve onlar tarafından bir meyve bahçesinin yetiştirilmesi ve emanetlerinin Abdal Musa’ya getirilmesi hepsinin de Hacı Bektaş dergahıyla yakın ilişkisini ve oranın bakımını üstlendiklerini göstermektedir. Abdal Musa Sultan’ın emanetlerin yerlerini açıklayıcı söyledikleri dâhil, onları teslim almış olması, Hacı Bektaş Veli’nin ardılı ve ikinci Pir olduğunun da birer kanıtıdır. Abdal Musa Velâyetnamesi’nin, olasıyla bölgenin henüz Osmanoğullarının egemenlik alanı içerisine girmediği Beylikler döneminde yazılmış olması dolayısıyla şeriat ögelerine rastlamıyoruz. Birkaç yerde geçen “sabah, akşam namazından önce, sonra ya da namazında” söylemleri, sadece zaman belirleyici olarak kullanılmıştır. Teke, Alaiyye, Menteşe ve Aydınoğlu Beyliklerinden ya da Beylerinden onca sözedilmesine rağmen, Osmanoğulları hakkında tek sözcük konuşulmaması, Abdal Musa Sultan’ın yemiş olduğu nankörlük darbeleri yüzünden, onlarla ilgili anılarını silmiş olma isteğine bağlamak gerektir.
Abdal Musa Sultan ve İmam Kasım Şah (1310–1370) İsmaili Alevilerinin 29. ve Almut sonrasının 2. İmamı olan Kasım Şah’ın, 1310–1370 arasındaki gizli İmamlık döneminde bir süre Anadolu’da saklanarak yaşamıştır. Konuya ilişkin görüş, yorum ve varsayımlar üzerinde “Nizari İsmaili Devletinin Kurucusu Hasan Sab-
Kasım 2008
bah ve Alamut” kitabımızda8 yazdıklarımızı burada birkaç cümleyle özetleyeceğiz. Çünkü bu, hangi belgelere dayandığı açıklanmamakla birlikte, Anadolu’da yaşayan Alevi-Bektaşi inancının Alamut Nizari İsmailiğiyle ilişkisi bağlamında, çok önemli bir vurgulamadır. Bilindiği gibi bu dönemde Anadolu’da merkezi bir devlet yoktur. Karamanoğulları, Aydınoğulları, Karasioğulları, Osmanoğulları, Çandaroğulları, Germiyan, Hamid-Teke, Eretna ve Alaiye, Akkoyunlu gibi çok sayıda Türkmen ve Mogol asıllı beylikler hüküm sürmekte birbirleriyle üstünlük yarışında; biri diğerini ortadan kaldırma çabası içindeydi. Anadolu’da müslüman nüfusun çoğunluğunu oluşturan Türk-Türkmen, Kürt ve Arap gibi heterodoks gruplar, yani batıniler (Alevi-Bektaşiler) bu beyliklere ait topraklarda, konar-göçer ya da yerleşik durumda yaşıyorlar. Hacı Bektaş Veli’nin dergâhında el verip yetiştirdikten sonra görevlendirdiği 360 halifesinden birine bağlı bulunuyorlardı. Güneydoğu’da yaşayan ve doğrudan Suriye’deki İsmaili dailere bağlı bazı Kürt ve Arap gruplar dışında hepsi de, Sulucakarahüyük’teki Hacı Bektaş Veli dergâhında onu temsil eden, yani onun postunda oturanlara bağlı ve onları büyük mürşid ya da ulu pir biliyorlardı. Bu pir de Abdal Musa Sultan’dan başkası değildi. Çok büyük olasılıkla İmam Kasım Şah önce Güneydoğu’da bir süre kaldıktan sonra onu Alevi Türkmenlerin arasına götürmüşler. Kasım Şah’ın “Anadolu’da, Kürtler ve Türkmenler arasında gelişen bir sufi düzeni mensupları olan Bektaşilerin çevresinde kısa bir süre yaşamış olduğu söylenen”9 en güvenli yer Abdal Musa’nın Alevi-Bektaşi dergâhıdır. Kasım Şah, 1340 ile 1360 arasında, kıyı bölgesinin esenlikli bir zaman dilimi içinde belirli bir süre burada yaşamış olmalıdır.
Abdal Musa Sultan’ın Doğum ve Ölüm Tarihleri Üzerine Görüşler Velâyetname’de Abdal Musa Sultan’ın doğum tarihine ilişkin güvenilir bir belirtiye rastlayamıyoruz. Ancak ilk sayfalarda geçen şu söylemler yoruma açıktır: “Horasanlı Sultan Hacı Bektaş Veli (Tanrı aziz sırrını kutsasın) bir gün hayatında otururken, mübarek nefesinden nutka gelüp ayıttı: ‘Ya Erenler! Genceli’de genç ay gibi doğam. Adımı Abdal Musa çağırdıram, dedi; beni isteyen anda gelsün bulsun’ dedi. Hünkâr Hacı Bektaş vefat edicek, Abdal Musa zuhura geldi. Seyyid Hasan Gazioğlu Seyyid Musa anasından yetim kaldı.” Görüldüğü gibi Hacı Bektaş Veli 1271-73’te Hakk’a yürümeden önce, Abdal Musa’nın kendi donunda ve Genceli’de dünyaya geleceğini haber vermiş. Ve ona bağlanılmasını buyurmuştur. Kısacası Anadolu Alevi-Bektaşilerinin “Hacı Bektaş Veli Ali’nin kendisi” olduğuna inandıkları gibi, Abdal Musa Sultan da Hacı Bektaş’tır ve dolayısıyla zamanın Velisi-İmamı Ali’dir. Zaten şiirinde de belirtiyor: “Ali oldum adım oldu bahane Abdal Musa oldum geldim cihana” Ayrıca Seyid Ali Sultan’ı kırk Abdalla birlikte Hacı Bektaş Dergâh’ındaki emanetleri almaya gönderdiğinde, “Hacı Bektaş olup dünyaya geldigü vakt” onları nereye koyduğunu da tek tek söylüyor. Bu reenkarnasyon inan-
cının ve Velâyetname’deki diğer bazı keramet söylencelerinin bizce altında yatan nesnel gerçekleri şöyle sıralayabiliriz:
1) Abdal Musa Sultan’ın ailesi Genceli’de yaşamış ve kendisi de burada doğmuştur. Bebeklik yıllarında kendisi ve ailesi burada pek sevilmiyordu. Zaten bebekken anadan yetim kalmış ve bir “kocakarıcık” onu ineğinin sütü ile beslemiş. Ancak Abdal Musa’nın yıllar sonra nasıl Genceli’nin üzerine tümen tümen askerle yürüdüğünü Kaygusuz Abdal şiirinde şöyle dile getirmiştir: Ali’m Zilfikar’ın almış destine Sallar durur Yezidlerin kastına Tümen tümen Gencali’nin üstüne Sırlar gelir Sultan Abdal Musa’ya Velâyetname’de ise Teke Begi’ni yenerek, Genceli’yi “basıp altına alırken” bu kadının evini ziyaret etmiş, ona dokunmamıştır. Ayrıca yine Velâyetname’nin başlangıcından anlaşıldığı üzere, ilk önce yaylak olarak kullanılan Genceli’ye uğramış ve oradan sahile inmiştir.
2) Hacı Bektaş Veli’nin vefatının hemen arkasından dünyaya gelmiştir. Bu bilgiden hareketle Abdal Musa’nın doğum tarihi 1272–1273 arasındadır diyebiliriz. Olasıdır ki, Hacı Bektaş’ın müridlerine bu vasiyeti üzerine çocukluğunda Hacı Bektaş Dergâh’ına getirilerek, o dönem Dergâh’ın başında bulunan Kadıncık Ana tarafından yetiştirilmiştir. 3) “Kaygusuz Abdal Sultan” incelememizde vurguladığımız gibi Abdal Musa Sultan büyük olasılıkla 1365’ten önce ölmüş olmalıdır. Kıbrıs Kralı Piérre’in donamasıyla 1361 yılında kıyı emirliklerine saldırması ve Antalya’yı ele geçirmesiyle bölgede başlayan büyük bir kriz yıllarıdır. Kaygusuz Abdal ilk Mısır yolculuğundan döndüğünde Pir’ini bulamamıştır. “Beglerimiz Avlan gölün üstüne / Onlar gelir Sultan Abdal Musa’ya” dizeleriyle başlayan ve “Kul Kaygusuz ayrı düşmüş pirinden/Ağlar gelir Sultan Abdal Musa’ya” biten övgüsel yas şiirinden bu açıkça anlaşılıyor. Çünkü Pirine, dostuna, sevgilisine kavuşan kişi şad olur, sevinir ve coşar. İnsan sevdiklerinden ayrılırken ağlar sızlar, ama ağlayarak buluşmaya gelinmez. Onun Pirinden ebedi ayrılığıdır bu.10
NOTLAR: 1
Himmet Akın, Aydınoğulları Tarihi Hakkında bir Araştırma, İstanbul, 1946, s. 34–35 2 Cemal Şener, Alevi Törenleri, İstanbul, 1991, s. 127–129 3 Elyazması, s. 26. 4 Elyazması, s. .27, 28. 5 Himmet Akın, Agy, s.44; Georg Ostrogorski, Almancadan Çeviren: Prof. Dr. Fikret Işıltan, Bizans Devleti Tarihi, TTK Yayınları, Ankara, 1981, s. 477. 6 Suhbat al Ahbar, Aksaray Kütüphanesi, 16. yüzyıl Elyazması No. 722 yaprak 35’ten aktaran Himmet Akın, Agy, s. 49. 7 Elyazması. s. 23. 8 Su Yayınları, İstanbul, 2004, s. 167–173. 9 Bkz.: www.ismaili.net. 10 Abdal Musa’ya ilişkin geniş bilgi ve açıklamalar için bkz. İsmail Kaygusuz, Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İstanbul, 2005, s. 188–191; Abdal Musa Sultan, Velâyetname, Karacaahmet Sultan Derneği yayınları, İstanbul, 2008, s.5–77.
7
SERÇEÞME
KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ – BÖLÜM IV
Tarihsel Bir Gerçeklik mi Ütopya mı? Haşim Kutlu
Hanok, Aden’i Gördü mü?
T
EVRAT’IN konumuzla ilgili bölümü, tabii ki, üçüncü bölümde açıkladıklarımla bitmiyor. Adeta bilmece gibi çözülmeyi bekleyen daha birçok yön bulunmakta. Ancak, başta da belirttiğim gibi, bu özetlemenin sınırlarını gereksiz zorlamak istemiyorum ama üzerinde çalışmakta olduğum kitap da, etraflıca çözümlenmeye çalışıldığını belirtmek istiyorum. Şimdilik özetle de olsa kadim Rıza Şehri’yle ilgiliyiz ve yolculuğa devam ediyoruz. Daha Tekvin bölümünün başlarında yer alan Aden bilgisi, bugün bütün bir Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi dünyasının her insanınca bilinen, Havva’nın yılan tarafından kandırılarak “yasak bilme meyvesi’den yemesi, Âdem’e de aynı şekilde yedirerek Cennet’ten/Aden’den kovulması öyküsüyle devam eder. Bunun dışında Aden ve oradaki yaşantı hakkında Tekvin’den bilgi edinemeyiz. İncil, konuyu “Eski Ahit”, yani Tevrat zemininde devam ettirir. Kuran ise önceki bölümde de belirttiğim gibi hiç bir şekilde “dünyasal olan”ı açık edecek bir ayrıntıya yer vermez. Birçok ayetinde sözünü etse de, “Allah’ın yap dediklerini yap yapma dediklerinden uzak dur” bağlamında bu emrin hatırlatılması gereken her yerde ve durumda, ödül ve ceza olarak cennet ve cehenneme yer verir o kadar. Konumuz açısından Tevrat’ın Tekvin bölümünde bulamadıklarımızı, bir başka kutsal kitap da, Hanok’un kitabında buluyoruz. Hanok, Âdem ile başlayan, İbrahimi Peygamberler süreğinde, “Tufan öncesi” bir peygamber olarak yer alıyor. “Gizli” ya da “sır” kitapları hanesinde yer veriliyor Hanok’un kitabına. İsa Öncesi yıllarda Tevrat içinde yer almasına karşın Tevrat patrikleri ya da bilgeleri, “şeytani öğreti” olduğu gerekçesiyle kitabı Tevrat kapsamından çıkartıyorlar. Ne ki kitap, bölgenin otantik ortaklık toplumu süreklerinde korundu. On sekizinci yüzyılda birçok tartışmaya yol açan ve sahte olduğu yolunda teologların görüş oldukları Hanok kitabının bir kopyası Etiyopya’da bulunmuştu. 1947 yılında Kumran Mağaraları’nda bir çoban tarafından bulunan ve İÖ 2. yüzyıla ait olduğu belirtilen el yazması tomarlar arasında Hanok kitabının bir kopyası da ele geçmişti. Burada bulanan kopya ile Etiyopya’da bulanan kopyanın birebir aynı olduğu görüldü. Bu kez de aynı camia arasında görünürde bir suskunluk, alttan alta ise “şeytani öğreti” olduğu yolundaki propaganda sürdürüldü. Bu kısa tanıtıma, hem Hanok’un kendisi hem de kitabında verilen bilgilerin, konumuzla bağlantısının önemi bakımından yer verdim. Hanok, Semitik bir peygamber olarak Tevrat’ın Peygamberler soy süreği içinde yer almasına karşın, İbraniler açısından pek rağbet gör meyen bir peygamber olarak belirtiliyor. Buna karşın, özellikle Irak başta olmak üzere, Araplar arasında oldukça önem verilen bir Peygamber. Hanok olarak değil, İdris olarak biliniyor bu peygamber ve Bağdat yakınlarında hâlâ ziyaret edilen bir türbesinin olduğuna da işaret ediliyor. Ne ki, Hanok, Tufan öncesi peygamber olarak, Mandaistlerin (Sabiiler) Kurucu Peygamberi olarak da bilindiği gibi
8
kadim İran’ın efsanevi kurucu kralı ya da Şahı, Kyumars’ın da öğretmeni, bir bilge olarak tanınıyor. Tam da bu zeminde Hanok, Kenan diyarında değil, büyük olasılıkla Kuzeybatı İran’da yani Kuzeydoğu Kürdistan’da, Dayleman’da yaşamış görünmektedir.(*) Tekvin bölümünde Hanok ile ilgili bilgi, Hanok’un öldüğünden söz etmez diğer peygamberlerin aksine, “Ve Hanok, altmış beş yaşında, Matuşelah’ın babası oldu ve Matuşelah’ın babası olduktan sonra, Hanok üç yüz yıl Allah ile yürüdü ve oğullar ve kızlar babası oldu; ve Hanok’un bütün günleri üç yüz altmış beş yıl oldu; ve Hanok ile yürüdü; ve gözden kayboldu; çünkü Allah onu aldı” (5, 21-24) diye bilmecemsi bir sonla biter. “Allah-Peygamber-Kitap” başlıklı çalışmasında, Semitlerde Tektanrıcılığın başladığı konak üzerine yaptığı değerlendirmelerin olduğu yerde, değerli Marksist öğretmen Dr. H. Kıvılcımlı, Hanok için şunları söyler: “Acaba Semitler ‘rabbin ismini’ Enoş’un (Hanok’un babası) hangi çağında ‘çağırmaya başladılar?’ Genç zamanında mı? Olgunluk veya yaşlılık çağında mı? Bunu kabaca şöyle kestirebiliriz. Tevrat, Enoş zamanı içine giren Hanok için de şöyle der: ‘Hanok üç yüz yıl Allah ile yürüdü ve gözden kayboldu: Çünkü O’nu Allah aldı’. Hanok’a kadar geçen 512 yıl Tevrat’ta birkaç satırla geçiyor ve tektanrıcılıktan söz edilmiyor; Hanok ile tektanrıcılık önem kazanıyor. Demek ‘Enoş zamanı’nın olgunluk devrini ve Hanok’u ölçü almak en doğrusu olur. Buna göre tek tanrı fikrinin belirişi az çok güçlü bir tarihsel devrimle olabileceğine göre tarihleme İsa Öncesi 2700’lere dek geriletilebilir. Bu Semitlerin Sümerleri yıktığı tarihlerdir. Hanok’u bir kan-teşkilatını (kandaş ortaklık-HK) veya kabileyi lideriyle birlikte ‘Allah’ın alması’ da savaşlarda O’nun tümden yitirilmesidir. Ve bu da o dönemde ve Hanok zamanı Semitlerin Sümerler’e karşı tarihsel devrimci akınları, boğazlaşmalarını sıklaştırdıklarını gösterir. Hanok da ‘300 yıl Allah ile birlikte yürüdü’ğüne göre, tarihleme tamı tamına Sargon’un Akad İmparatorluğu’nun kuruluşuna denk düşer. Sargon, Semit Şefidir.” Yukarıda da belirtildiği üzere, bir başka bağlam içinde ele aldığı Tevrat ve Tekvin kitabına ilişkin çözümlemesinde, Dr. Kıvılcımlı’nın Hanok’a ilişkin söyledikleri bu kadar. Tekvin’in ilgili ayetinde Hanok’un “üçyüz yıl Allah ile birlikte yürüdü” şeklindeki anlatımının, Kıvılcımlı’nın işaret ettiği gibi, Sümerler’in Semitlerle yaptıkları boğazlaşma sırasında tekmil kandaşlarıyla birlikte yok olması anlamına gelip gelmediğini –“tarihsel devrimlerin”, günün behrinde toplumların zihinlerinde ve yaşam tarzlarında büyük alt-üstlüklere neden olduğunu teslim etmekle birlikte– bilemiyoruz. Ama işaret edildiği üzere Hanok için çizilen tarihsel portre, onun bir kandaş ortaklık toplumu şefi olduğu kesin. Dahası, artık Kadın Ata önce-
likli ve önderlikli ortaklık toplumunun da bir biçimde geçiş evresine denk gelen bir ortaklık (komün) şefi olduğu anlaşılıyor. Cinsler arası ilişki açısından bakıldığında da literatürde, kadının kendi kandaş hakları, erkeğin kendi kandaş haklarıyla ev olduğu, “iki başlı” evlilik sürecine girildiği döneme denk gelir. Dr. Kıvılcımlı, Hanok’a ilişkin değerlendirmesini burada bırakıyor, ama ben Hanok’u bu kadar ile bırakmak niyetinde değilim, Kıvılcımlı, farklı bir bağlam içinde olsa da, yılların gerisinden, çözümleme yöntemi olarak doğru iz üzerinde olduğuma da işaret ederek yüreklendiriyor beni ve devam ediyorum. Hanok konusuna bir soru ile başlamıştım; “Hanok Aden’i gördü mü?” diye sormuştum. Epeyce karmaşık görünen Hanokyan literatüre göre Hanok Aden’i görmüştür. Değerlendirmeci uzmanlar, Hanok’un “300 yıl Allah ile birlikte yürümesi”ni, onun Aden’de, yani “Cennet Bahçesi”nde ya da “Göksel Bahçe” de olmasıyla açıklamaktadırlar. Ne var ki, bu cennette oluş, hiç de ifade edildiği gibi basitçe bir oluş değil. Dininin yazıcı önderlerine göre, Hanok, yaşadığımız dünyaya dönmeden önce, ona, yedi ayrı cennetten oluşan bir gezi turu yaptırmışlardır! Cennetin ilk kapısından kendisini alıp buraya getirmeğe görevlendirilmiş iki tane kanatlı melek ile birlikte geçerler. Her bir cennet de farklı görüntülerle karşılaşan Hanok, daha birinci kapıda gördükleriyle irkilir. Birinci cennette, “iki yüz astronom melek”le karşılaşır. Bunlar, yıldızlar ve onların göklerdeki görevlerini yöneten baş meleklerdir. İkinci cennette ise “sonsuz bir cezaya karşılık asılmış, tutsak melekleri” görür ve dehşete kapılır. Bunlar, bitmiş, tükenmiş ruhları beklemektedirler. “Ölümlü patriği (Hanok) görünce, prangaya vurulmuş tutsaklar kendileri için dua etmesini haykırırlar, o da şöyle yanıt verir: ‘ben kimim ki? Ölümlü bir adam? Ölümlü bir adam melekler için nasıl dua etsin?” Bu dehşet içinde üçüncü Cennet’e geldiğinde, Hanok kendisini Aden Bahçesi’nde bulur. Orayı şöyle anlatır ki, bizim de görmek istediğimiz, izini sürdüğümüz yerdir burası: “Onun gibi güzelce görünüşlü böyle bir yer hiç olmamıştır. En güzel renklerden meyveleri olgun ve mis gibi kokan her çeşit ağacı gördüm. Onlarda yetişen her türden yiyecek de lezzetli tatlarla fışkırıp büyümüştü. O yerin ortasında yaşam ağacı, (vardır) ki Cennet’e geldiğinde Tanrı dinlenir onda, bu ağacın güzelliğini ve tatlı kokusunu anlatmaya sözler yetmez. Yaratılmış şeylerin en güzeli odur. (...)” (Hanok 2.8:1-4) Ve devamla: “Başka bir ağaç, her zaman yağ süzülen bir zeytin ağacı. Meyvesiz tek bir ağaç yoktu, her ağaç mübarekti. Yüce Tanrıya hizmet etmeden, kutsal ilahiler söylemeden geçirdikleri bir an bile olmayan hepsi de tanrı şevkiyle dolu üç yüz melek bahçeyi koruyordu.” (Hanok 2. 8: 7–8) Hanok, buradaki melekler için “Gözcü melekler” diyor ve okuyucuya, bu betimleyici kavramın hiçte yabancı gelmemesi gerektiğini anımsatmak istiyorum!.. Hanok yedi katlı ya da kademeli Cennet yolculuğunda, her katta gördüklerini ayrı ayrı anlatır. En son ve yücedeki yedinci kat, Rab Allah’ın bulunduğu kattır. Andrew Collins’in, “Meleklerin Küllerinden” başlıklı çalışmasın-
Sayı 47
SERÇEÞME da aktardığı bilgilere göre Hanok, yedinci kata gelişini şöyle dillendirir: “Tavanı yıldızların ve şimşeklerin geçtiği bir yoldu. Büyük bir alev duvarları kuşattı ve devasa kapıları alevle parıldadı.” (Hanok, 1. 14: 12) Ve devamla: “Hiç bir melek içeri giremezdi, muhteşem parlaklıktan dolayı O’nun yüzüne bakamazdı, hiç bir kul ona bakamazdı. Etrafını çevirmiş bir ateş vardı, O’nun tam önünde bir ateş daha vardı, hiç kimse O’na yanaşamazdı” (Hanok, 1. 14: 21) Hanok’un Rab Allah ile karşılaşması, aktarmalardan da görüleceği gibi geçmişe dönük ucuyla ilk kandaş köy komününe (ortaklığa) uzanır, beriki yönüyle ise Uygarlık toplumlarına, uygarlığın ulaştığı tek tanrılı kutsallık zeminindeki yapılanmasına işaret eder. Hanok’un Rab Allah ile karşılaşmasında sunulan kompozisyon, tek tanrılı din/toplum yapılanmasının en olgun ürünü olan İslam’ın kurucu önderi, Hz. Muhammed’in Mirac’a çıkışı ve Allah ile karşılaşması kompozisyonuna yol verir. Hanok’un hayreti, korkusu, ürpertisi aynen Muhammed’de de görülür. Muhammed’in, İS 8. ila 11. yüzyıllarda, Oniki İmamcı Ali yolağının düşünürlerince anlatılan Miracı ise, bana göre, Kuran’daki miraç anlatımının, yeniden, geçmiş ortaklık (komün) diline çevrilmesinden, tercüme edilmeye çalışılmasından başka bir şey değildir. Bu tarihsel anlatımların başka bir dizi belge eşliğinde ele alındığında, Aden’in hemen yanı başında, çift başlı dikilişiyle aktif haldeki volkanik Ağrı (Agırî: Ateşe ait) dağının çevrelediği görüntünün ürpertici etkisiyle birlikte düşünülürse; sanırım, “hiç bir melek içeri giremezdi, muhteşem parlaklıktan dolayı O’nun yüzüne bakamazdı” dediği sahnenin arka planının anlamak hiçte zor olmasa gerek!.. Bu tür kadim din yazılımlarını, toplumsal devinimin yasalarıyla birlikte ele alındığı kadar, yerin ve göğün hareketlerinin de sonuçları ve etkileri bakımından hesaba katılması gerektiği yeterince açıktır. Masalsı ifadelerle, bir kısım metaforlar, benzetme ve bezemelerle, simgelerle oluşturulmuş kompozisyonların çözümlenmesinde –özellikle tarih belirlemeleri açısından– son derece önemli olmaktadır doğa hareketleri. Ama şimdi bunlardan sözetmek istemiyorum. Hanok’un gittiği ifade edilen Aden’e dönmek istiyorum. Hanok Aden’i gördü mü diye sormuştum; Hanok Aden’i görmedi, yaşadığı tarih itibariyle de görmesi mümkün değildi. Tabii yaşamış bir gerçek kişilik, toplum/din önderi olarak kabul ederek bu tespiti yapıyorum. Bir Semitik Peygamber olarak Kenan’da değil, Kuzeybatı İran, Dayleman’da yaşamıştır. Ne ki Hanok’u yazan din yazıcısı önderler, onu Kenan’da gösterirler. Daha sonraki bölümlerde de anlatacağım gibi Hanok, Aden’i görmemiştir, ama hem öğretmenlik yaptığı ve hem de öğrendiği kapı olarak tarihi Aden ülkesinde, Aden’e ilişkin çok sayıda yerel bilgiye sahip olmuştur. Yazılı ya da sözlü anlatımların bolca bulunduğu Babil dönüşü kaleme alınan, Tevrat’ın Tekvin kitabının yazıcıları da bu bilgilere sahipti. İlk ortaklık toplumunun ürettiği maddi ve manevi değerlere yaslanmayı onlarda ihmal etmediler, İlk bolluk ülkesinin insan zihninde yarattığı, müthiş bir kutsallıkla örülü alt-üstlüğü, dışlayamazlardı. Kendi dönemlerine dek katla-
Kasım 2008
Ana Ataların ilk, çekirdek toplum örneği Kandaş Ocağı yerine, artık kendisi eken, kendisi biçen, yeniden ve yeniden üreten, evcilleştiren; evcilleştirdiklerinin ve ekip diktiklerinin ürünlerinden beslenen koşulların oluşturduğu “Uygarlık Peygamberleri” ilk sansürlerini Kadın Ata gerçeğine, Ana Ata’nın kutsal Cenneti’ne, koydular.
narak gelen, değişen ve dönüşen ilk “Ana Ata kutsallıkları” kendini dayatan yeni gereksinmelere göre yeniden üretilerek yeni çıkışlara hazırlanıldı. Ne ki, her çıkış iki yanı da kesen bir bıçak gibi keserek, doğrayarak ve sonuç itibariyle sansürlenerek hazırlandı. “Gerçeğe hü” diyen geleneğe karşın, modern tarih yazımına kadar gelen sapmaların, geçmiş yaşanmışlıklara yabancılaşmanın ilk örgüleri de böyle temellendirildi. Cennet gezisini tamamlayan Hanok’a gelince, öykü yazıcılar, onu da, bizim Rıza Şehri öyküsüne konu olan Sofi örneği, iki melek eşliğinde birinci kapıya getirip, geldiği dünyaya yollarlar! Buna karşın, yukarıdan beri aktardığımız Hanok’un Aden’e ilişkin metinlerde, konumuz bağlamında açıklanması gereken sorunlu konular var. Hanok’un, yedi cennetten her birinde karşılaştıkları görüntülerin, tümüyle “dünyasal” olmaları açısından sorunlu görünmektedirler. Ki, bu özetlemeye yedi cennet gezisinin tamamını aktarmadım. Okuyucunun dikkatini çekmesi açısından birinci ve ikinci cennet katında gördüklerini aktarmakla yetindim. Birincide, 300 gözcü melek görev yapmakta ama ikinci de tam tersi bir durumda olan melekler, ama “günahkâr” kabul edilen cezalı melekler var. Sorun da tam bu noktada beliriyor. Allah’ın dünyasında, yani “Göksel Cennet” bahçesinde olmaması gereken bir sorun!. Hem melektirler, ama günahkârdırlar. Ölümlülere özgü bir işlemle, cennet yaptırımlarıyla karşılaşmış ve cezalandırılmışlardır. Daha sonraki bölümlerde değerlendirmek üzere aktaracağım metinler, Hanok’a da yol gösteren daha eski metinler. O metinler incelendiğinde de görüleceği üzere Aden olarak İbrani din diline aktarılan Cennet, Ana Ataların, Bereketli Hilal de kurdukları kandaş ortaklık köyleridir. Kandaşların ihtiyaçlarına göre ürettikleri ve paylaştıkları bolluk toplumudur. Ortaklığa özgü doğal işbölümü çerçevesinde her kardeşin yaptığı görevler vardır. Kandaş köyler içinde en gelişkin olanının, ortaya çıkardığı olağanüstülük, çevrede yaşamakta olan daha alt ve geri düzeydeki (aşağı barbar) toplulukların göz diktiği, bu bakımdan da korunmayı gerektirdiği bir olağanüstülük. Kadın Ata yasalarının, “kutsal tabuların” işlevli olduğu bir süreç. “Kusursuz” görevlilerle/meleklerle korunuyor. Kusurlular, belki çevredeki daha geri topluluklarla ilişki kuran, onlara bu görkemli yerin oluşumuna yön veren bilgi, beceri, yetenekleri sızdıran, böylece de Ana yasalarına karşı çıkan kusurlu görevlilerdi. Melek olarak
tanımladıklarına göre böyle olması gerekir. Talan için saldıranlarla hesaplaşma ise bir başka biçimde ceza görmektedir herhalde!.. Ana Atanın cennetinde, erkek olanlar işlevli olmakla birlikte esas yürütücüler, üretken güçler dişillerdir. Doğal olarak böyledir. Hanok metinlerinde, bu işlevler tümüyle erilleşmiştirler. Hanok’ta Günahkar Melekler, “Gözleyen” ya da orijinaldeki karşılığıyla “Gözcü” olarak geçerken, Tekvin’de “Nefilim” diye geçer. Cennetten kaçan bu günahkâr “Tanrı oğulları, insanın kızlarıyla” evlenirler. Hanok da ise, gözleyen olarak yer alan bu günahkâr melekler, insan kızlarına, seksten zevk almaktan, makyaj yapmaya, süslü giysilerin nasıl dikileceğinden, takıların nasıl yapılıp kullanılacağına kadar, hem de, erkeğe göre “kadınca işleri” öğretirler! Ve onların “baştan çıkmalarına” yol açarlar. Bu ustalıklardan hiç birisini, “tanrı mesajcılarının” yapması beklenemez, tabii bunların tamamının, insan kızları ve oğulları olmadıkları sürece!.. Bu bölüme ilişkin sonuç olarak; Bereketli Hilal’ın görkemli yükseltilerine, tarihin binlerce yıl gerilerinden insanlığı kucağında taşıyan Ana Ataların, bunca zaman akışında kazandığı deney, tecrübe, bilgi ve görgüyle, ilk, çekirdek toplum örneği Kandaş Ocak’tan, artık kendisi eken, kendisi biçen, yeniden ve yeniden üreten, evcilleştiren, evcilleştirdiklerinin ve ekip diktiklerinin ürünlerinden beslenen koşulların oluşturduğu, Ana Ata’nın kutsal Cenneti’ne, kandaş köy devrimine, bu haliyle değinmeyen “Uygarlık Peygamberleri” ya da şemsiyesinde “Rab Allah”ın yer aldığı dinin önder yazıcıları ilk sansürlerini Kadın Ata gerçeğine koydular. Dahası var, onun bilgisine, görgüsüne, sonraki bütün zamanlara, kök hücrelik görevi yapan tekmil yaratmalarına da sansür koydular. Tabii ki bu bir günde olmadı. Adım adım oldu. Müthiş sancılı oldu. Toplumun evrim yasalarının belirleyiciliği temelinde, tarihsel olarak ilk ortaklık toplumunun, üretici güçlerinin gelişmesinin belli bir aşamasında, toplumsal bir değişim gereksinimi kendini dayatmıştır kuşkusuz. “Tarihsel Devrim” olarak tarif edilen devrimler kaçınılmazdır. Ne ki, söz konusu devrimlerin doğurduğu yeni toplum, mutlaka da böyle sonuçlanmak zorunda değildi. Doğum sancılı, sancılı olduğu kadar hastalıklı olmuş ve bebek ters doğmuştur. Süreç, “eş ve eşitlik” temelinde de değil, erkekleşmiş, devletleşmiş ve mülklü, hegemonik bir toplum gerçeğine geçilmiş. (Devam edecek) NOTLAR:
(*) Hanok’u ve Hanok’un Kitabı’nı en iyi bilenlerden birisinin de Mani’nin olduğu anlaşılıyor. Ama ne yazık ki, Mani’de tıpkı çok iyi tanıdığı Hanok ve Hanok Bilgisi’nin kaderini paylaştı. Sasani, din/devlet kastının hışmına uğradı. “Şeytani bilgiler öğretmeni” olarak çok erken denilecek bir süreçte boğularak öldürüldü. Tabii ki eserleri de aynı akıbetten kurtulamadı. Mani’den şunun için söz ediyorum. Eğer, gelişmeler böyle sonuçlanmasaydı, şimdi daha sağlam bilgilerle daha sağlam ve doğru sonuçlar çıkartabilirdik. Ama sözümün başında da belirttim. Çok yönlü sansür sultasının yarattığı bir putlar ormanından geçmek zorunda kaldık bu nedenlerle. Geçmeden belirteyim, ben Hallac-ı Mansur’un da Hanok öğretisinden haberdar olduğu gibi Mani’den de haberdar olduğunu düşünüyorum. “İblis benim pirim ve üstadımdır / O bütün aşıkların piri ve üstadıdır” derken boşa söylemedi!..
9
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ
Aleviler Meydana Yol Müsahipleriyle Birlikte Çıktı Ahmet Koçak
A
LEVİ BEKTAŞİ FEDERASYONU tarafından düzenlenen “Büyük Alevi Yürüyüşü ve Mitingi” 7 Kasım’da yurdun dört bir yanından canların hareketiyle başladı. 9 Kasım’da Ankara Sıhhiye Meydanında yapılan mitingle sona erdi. Büyük Alevi Yürüyüşü ve Mitingine katılım yüz binin üzerinde oldu. Mitinge Edirne’den Kars’a; Ordu’dan Hatay’a kadar yurdun bütün bölgelerinden, Kıbrıs, İngiltere, Almanya ve Avustralya’dan canlar katıldı. Miting alanına yürüyüş için saat 11’de Ankara Gar’ı önünde toplanıldı. Burada yürüyüşe geçen katılımcılar polis güvenlik noktalarında arandıktan sonra Sıhhiye Meydanı’na girdiler. Alana ellerinde bağlamaları, “Sivas’ın ışığı sönmeyecek”, “AKP halka hesap verecek” “Diyanet kaldırılsın”, “Zorunlu din dersleri kaldırılsın”, “Devlet elini inancımızdan çek”, “Cemevleri ibadet yerlerimizdir” yazılı pankart ve dövizlerle slogan atarak girdiler. Saat 12’de başlayacağı duyurulan miting, 13:30’da saygı duruşuyla başladı. Yapılan saygı duruşu sırasında, Sivas olaylarında hayatını kaybedenlerin isimleri teker teker okundu. Alandaki canlar, okunan isimlere, “yaşıyorlar” ve “burada” diye karşılık verdiler. Mitinge siyasilerin ilgisi yoğun oldu. DTP Milletvekilleri Sırrı Sakık, Emine Ayna, Hasip Kaplan, Sebahat Tuncel, Aysel Tuğluk; Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil; SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın, EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel, ÖDP Genel Başkanı Ufuk Uras, CHP Milletvekili Durdu Özbolat, DSP Milletvekili Süleyman Yağız ve TKP üyeleri katıldılar. Ayrıca halk ozanı Dertli Divani, yazar Eşber Yağmurdereli ve sendikacı-yazar Yaşar Seyman’ın yanında birçok aydın ve sanatçı da mitinge katıldı. Mitingde ilk konuşmayı Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı Fevzi Gümüş yaptı. Daha sonra Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı Tekin Özdil konuştu. Ardından Hacı Bektaş Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy kısa ve öz konuşmasıyla katılan canları selamladı. Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız mitingin son konuşmacısı oldu.
10
Konuşmaların önemli vurgularını özet halinde dergimiz sayfalarında okuyabilirsiniz. Mitinge katılan sanatçılar Ali Asker, Erdal Erzincan, Edip Akbayram, Ferhat Tunç, Mustafa Özarslan katılımcı canları türkülerle coşturdular. Miting başladığı olgunluk ve güzellikte sona erdi. Buna herhalde en çok felaket tellalları üzülmüştür.
Mitingin Kazanımları Alevi-Bektaşiler kendi demokratik taleplerini dile getirmek için ilk kez alanlara indiler. Miting alanında toplanan yüz bini aşkın can, “eşit yurttaşlık” başlığı altında demokratik taleplerini dile getirdiler. Ana başlıklarıyla bu talepler: Zorunlu din derslerinin kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması, cemevlerinin yasallaşması, Madımak Oteli’nin müze olması, Alevi köylerine cami yapılmaması, Hacı Bektaş Veli Dergâhının hak sahiplerine verilmesidir. Yıllardır dile getirilen bu taleplere devletin yetkili mercileri, daha doğrusu ulemaları sürekli, “Zinhar, olmaz!” demişlerdir. Bugün de demeye devam ediyorlar, edecekler. Bu çerçevede bakıldığında yapılan bir miting sonrasında Alevi-Bektaşilerin taleplerinin hemen kabul görmeyeceğini biliyorduk. Mitingi düzenleyen kurumlar da bunu biliyordu. Peki, değişen bir şey olmayacaktı da neden yapıldı bu miting? Bu sorunun yanıtını ABF Genel Başkanı Ali Balkız mitingde dile getirdi: “Dilekçe devri bitti, meydan devri başladı!” Son on beş yıldır Alevi-Bektaşiler demokratik taleplerine yanıtı hükümetlerden ve mahkemelerden aradılar. Davalar kazanmalarına rağmen Osmanlı artığı iktidarlar, bunları görmezden geldi. Alevi-Bektaşi toplumuna başka yol bırakmadılar. Balkız haklı olarak, “meydan devri başladı” demektedir. Masa başında verilen mücadelenin çözüm olmadığını gören Aleviler, bu söylemle, bundan sonra mücadele çizgisinin ne olacağını dosta düşmana haykırdılar. Miting ile Alevi-Bektaşi toplumunun önemli kazanımları olmuştur. Bunlardan en önemlisi, Alevi toplumunun yıllardır özlemini
çektiği buluşmanın gerçekleşmesidir. Geleneksel inanç kurumunun en önemli temsilcisi ile demokratik kitle örgütleri, sendikalar, siyasi partiler ve Alevi-Bektaşi demokratik örgütlerinin bir araya gelmesidir. Balkız, konuşmasında “Yol arkadaşlarımız, musahip kardeşlerimiz, hepiniz hoş geldiniz” diyerek Alevilerin gerçek dostlarının kimler olduğunun altını çizmiştir. Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy, miting öncesinde, 4 Kasım’da ANKA ajansına aşağıdaki açıklamayı yapmıştır: “İsteklerimiz belli. Bizler, ayrı bir devlet, ayrı bir ülke istemiyoruz. Laik demokratik Cumhuriyet’ten yanayız. Cemevleri’nin bizim ibadet yerlerimiz olduğunun kabul edilmesini, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını, Madımak Oteli’nin müze yapılmasını diliyoruz. Bizi değiştirmeye kalkmasınlar, biz neysek oyuz. Bize farklı gömlek giydirme çabasında olmasınlar. Biz biraz farklıyız, biz farklı olduğumuz için de bizi görmek istemiyorlar. Belki de görüyorlar, ama görmemek işlerine geliyor. Bu durum asimilasyon gerçeğini ortaya koyuyor. Bunun da farkındayız. Bizi olduğumuz gibi bıraksınlar. Aleviliği yaşayan bizleriz, onlar değil.” Veliyettin Ulusoy’un mitinge katılması, destek vermesi bizce son derece isabetli olmuştur. Veliyettin Ulusoy, tüm ocakların Serçeşmesi olan Mürşit Ocağındandır. Ve bu inancın en önemli makamı olan “Mürşit” makamında oturan postnişindir. Böylesi önemli bir mitinge destek vererek ataları Kalender Çelebi, Hamdullah Çelebi ve Cemalettin Çelebi’nin oturduğu makama sahip çıktığını göstermiştir. Bu mitingin en önemli göstergelerinden birisi de Alevi toplumunun sınıfsal ayrışmasıdır. Mitinge katılmayıp, karalayan kurumlar ve bunların sözcüleri sınıfsal konumlarını ve tutumlarını açıkça ortaya koymuşlardır. Mitinge katılan yüz bin emekçi Alevi-Bektaşi, demokratik taleplerini dile getirmenin yanında siyasal iktidara ve temsil ettiği sınıfa göndermeler de yapmıştır. Böyle olduğu için patronların sesi köşe yazarları hep bir ağız-
Sayı 47
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ
dan “Yahu bu adamların isteklerini olabilirlik çerçevesinde gerçekleştirin. Kürtler yetmiyormuş gibi bir de bunlar başımıza bela olacak.” demeye başladılar. İktidar partisinin geçen yıl gündeme getirdiği “Alevi Açılımı” apar topar tekrar gündeme sürüldü. İşte bütün bunlar sokağın kerametidir!
Bizden Görünenler Mitingi, “Sivas ve Gazi’yi planlayan eller, yeni oyun peşinde” başlığı ile manşete çeken Zaman gazetesi, ne yazık ki haberin altını “bizden” birilerinin döktüğü incilerle doldurmuş. Her konuşmasında Uluslararası Hukuk Profesörü hatırlatan söyleyen İzzettin Doğan, “Bunlar Marksist, Kürt hareketiyle dirsek temasındalar” diyerek yargısız infaz yapıvermiş. İzzettin Hoca’ya soralım: Anadolu topraklarında çok geriye gitmeden, Cumhuriyet döneminde Sivas, Çorum, Kahramanmaraş, tekrar Sivas ve Gazi’de Alevileri, Marksistler ile Kürtler mi katletti? 1960 askeri darbesinin ardından Sivas, Kabakyazı’da toplama kampına atılan Kürt ileri gelenleri arasında babanız da vardı. Öylelse, Kürtlere bu garezinizin, düşmanlığınızın nedeni nedir? Dün ve bugün Alevileri, “Ana-bacı bilmezler, kestikleri yenmez, bunların malı haram, kanı helal” diye katledenler, Marksistlere de aynı iftiraları atmamışlar mıdır? Ssns bu zihniyetin savunucularıyla yan yana getiren nedir? Açıkça söyleyin de hem biz bilelim hem de –hâlâ kaldıysa– taliplerin bilsin. İzzettin Hoca, siz ocakzadesiniz; yani bazı Alevilerin kutsal saydığı bir makama sahipsiniz. Hayatınızda hiç posta oturup cem yürüttünüz mü? Büyük salonlarda yaptığınız gösteri cemlerinin dışında Görgü Cemine girdiniz mi? Herhalde böyle bir şey yapsaydınız sahibi olduğunuz TV kanalında izlerdik. Kısacası böyle bir hizmet yapmadığınızı biliyoruz. Bu durumda iktidarın borazanı olan Yeni Şafak gazetesine, “Yani ismi Alevi, ama cismen ne cemevlerine giderler, ne Alevi ritüellerine katılırlar; ne peygamberi tanırlar, ne Kuran’ı tanırlar, ne de Muhammed’i” diyerek mitingi düzenleyenleri suçlamanız yakışıksız değil mi? İzzettin Hoca, aynı demecinde şöyle diyor: “Ve hiç şüpheniz olmasın ve oraya Alevi yurttaşların itibar edeceğini, katılacağını
Kasım 2008
zannetmiyorum. 25–30 milyon insandan kaç kişinin katılacağını göreceğiz. Bu katılacak olanlarda genelde Kürt olayını savunanların oluşturacağını sanıyorum.” Sıhhiye Meydanı’na toplanan hak-hukuk isteyen, demokrasi isteyen, emekten yana, yoksulun hakkını isteyen yüz binin üzerinde insan size bunun yanıtını verdi sanıyorum. Miting öncesi sürdürülen karalama kampanyasında İzzettin Hoca yalnız kalmadı. Malum gazeteler mitingin yapıldığı gün, Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Genel Başkanı Fermani Altun, Anadolu İnanç Önderleri Derneği Başkanı Hıdır Bulut, Hasan Dede Alevi Bektaşi Kültür Derneği Başkanı Özdemir Özdemir’in de incilerine yer vermişler. “İdeolojik akımların yönlendirmesiyle eylem yapıyorlar. İnşallah herhangi bir provokasyon olmaz” diyen Fermani Altun’un, İzzettin Hocayla aynı şeyleri söylemesi tesadüf değildir. Fermani Altun şöyle devam ediyor: “Alevilerin Cemevi ve din dersi konusunda sorunları vardır. Bunu kabul ediyoruz. Ancak yarınki mitingi yapacak olanlar, başta inancı kabul etmiyorlar. İnancı reddeden Alevi olamaz. Biz, ‘Alevilik İslam’ın özüdür. Kuran’ın, Ehl-i Beyt’in, Resulullah’ın buyruklarıdır.’ diyoruz. Bunlar bunu kabul etmiyor. Böyle olunca da bize de düşmanca davranıyorlar. Bize göre Alevi olmayanın, Aleviliğin sorunlarından bahsetmesini doğru bulmuyoruz.” Bir zamanlar “Marksist bir halk ozanı” olan Fermani Altun’un sözlerinin yanıtı bu yazının konusu değil. Mitingin istemleri de bu tartışma üzerine değildi. Şimdi kendisine soralım: Mitingde dile getirilen talepler Alevilerin değil de kimin talepleriydi? “İdeoloji boyutunda birileri bunlardan faydalanmak istiyor. Bir takım çevreler kırk yıldan beri Alevileri kullanarak oy topladılar. Geçtiğimiz günlerde genel merkezimizin açılışını yaptık. Yarınki mitinge katılacak derneklerden hiçbiri gelmedi. Sayın Deniz Baykal da gelmedi. Ama biz 30 yıl kendisine basamaklık yaptık, oy verdik. Kendisi Aleviler için hiçbir şey yapmadı.” diyen Fermani Altun’un Baykal ve partisi hakkında söyledikleri doğrudur. Fakat alternatifini söyleyememiştir. Biz Altun’un kafasın-
daki çözümü biliyoruz. Geçtiğimiz ay genel merkezlerinin açılışına davet ettiklerine bakıldığında bu görülecektir: “Ermenileri, Rumları ülkeden kovduğumuz iyi oldu” diye demeç veren Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Alevilerin taleplerine “uç talepler, dikkate almaya bile değmez” diyen Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu ve benzeri zevat. Fermani Altun genel merkezlerinin açılışına bahsettiği kurumların neden katılmadığını gayet iyi bilir. Açılışa davet ettiği kişilerden hangisi Alevi dostudur? Bunlar Aleviler için neler yapmışlar ki Alevi-Bektaşi kurum temsilcileri bu insanlarla aynı yere otursunlar? AKP’nin “Alevi Açılımı”nın başrol oyuncusu, Muharrem “İftarı”na dekor olsun diye dernek kuran Hıdır Bulut’un yorumu ise şöyle: “Yürüyüşe Alevi Bektaşi Birliği ile Pir Sultan Abdal Dernekleri’ne mensup az sayıda bir topluluk katılıyor. Yürüyüşün amacı Alevilerin sorunlarını çözmek değil, yerel seçimler öncesi bazı kişilerin kendilerini CHP’ye pazarlama yürüyüşüdür. Yapılan yürüyüş Güneydoğu’da AK Parti’yi yıpratma taktiğidir. Ancak, başarılı olamayacaklardır. AK Parti, Alevi toplumu için bir şanstır. Benim izlenimime göre, AK Parti önümüzdeki seçimlerde Aleviler arasındaki oyunu ikiye katlayacaktır”. Hıdır Bulut’un bu incilerine söyleyecek tek bir şey var: AKP yandaşlığın, yoldaşlığın hayırlı olsun. Özdemir Özdemir ise, “Bunlar PKK ağırlıklı bir oluşum. Gazi ve Sivas olaylarında olduğu gibi Aleviler kullanılmak isteniyor” demiş. Nihayet bunu da gördük! Gazi ve Sivas olayları da PKK’nın sırtına yıkıldı. Devletin sözcüleri bile bunu –çok istemelerine rağmen– söyleyememişti. Ama Özdemir Özdemir hiç sıkılmadan bunu söylemeye cesaret etti. Hem de Sivas olaylarına çanak tutan gerici basına. Ne diyelim, senin gibi “dostu” olana düşman ne gerek! Bu söylemin neye hizmet ettiği konusunda sözü Dertli Divani’ye bırakalım. Bizden geçinen kallaşlar Döner geri bizi taşlar Sıvıştı yaren yoldaşlar Ne sözü, ne özü kaldı... (Devamı 12. Sayfada)
11
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ
Basına, Kamuoyuna ve Halkımıza ÜLKEMİZİN başkentinin orta yerinde bir demokrasi cemi eyleyelim dedik. Anadolu’nun dört bir yanından Kızılırmak gibi coştunuz, geldiniz. AYIRIMCILIK istemiyor, haklarımızı istiyoruz dedik. Sesimize ses, gücümüze güç katıp, yolları aştınız engelleri geçtiniz canlarla buluştunuz. ZORUNLU din dersleri ile asimilasyon yapıyorlar, dedik. “Çağdaş, bilimsel, demokratik eğitim istiyoruz” deyip, geldiniz. CEM ve kültür evleri ibadet yerlerimizdir dedik. “Cem ve Kültür evlerimiz yasaklanamaz” deyip, geldiniz. LAİK devlette, devletin dini kurumu olmaz dedik. “Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilsin” deyip, geldiniz. KERBELÂ’dan buyana yaşadığımız katliamları, Maraş’ı, Çorum’u, Malatya’yı, Madımak’ı, Gazi’yi unutmayacağız dedik. “Katliamlar son bulsun, Madımak müze olsun” deyip geldiniz. ÜLKEMİZİ ortaçağ karanlığına götürmek isteyenlere; Çağdaş demokratik laik bir ülke isteyen aydınlık yüzler olarak izin vermeyeceğiz diyerek geldiniz. ALEVİ olmayan üç-beş bin kişi toplanacak, dediler. Yüz binler olup, “Biz buradayız, siz neredesiniz?” deyip geldiniz. ALEVİLİK inanç değildir, bölücülük yapıyorsunuz dediler. “Asıl bölücüler Alevi gerçeğini inkâr edenlerdir” deyip geldiniz. SİZİ bölüp parçalayarak Hızır Paşa sofrasına sunmak isteyenlere; Pir Sultan’ın inancını, bilincini, direncini göstererek geldiniz. ALEVİLER bölük parça, bir araya gelemezler diyenlere; Bir olarak, İri olarak, Diri olarak geldiniz. BUNLAR provokatörlerdir, diyenlere; Barışın, kardeşliğin ve demokrasinin türkülerini söyleyerek geldiniz. 9 KASIM’daki, “Ayırımcılığa karşı eşit yurttaşlık hakkı” mitingimize gelerek; Pir Sultan Abdal duruşu, Hacıbektaş Veli hoşgörüsü ve Yunus Emre bilgeliği gösteren tüm yol arkadaşlarımıza, dostlara, canlara teşekkürlerimizi sunuyoruz. Saygılarımızla, 12 Kasım 2008
12
(Baştarafı 11. Sayfada)
Aleviler Meydana Çıktı Tarihsel Kin ve Düşmanlık Miting öncesi “bizden görünenlerin” ağzından topluma korku salmaya çalışan günümüz Ebusuud Efendileri, miting günü de kinlerini, düşmanlıklarını sergilemekten geri kalmadılar. Bakan Said Yazıcıoğlu’nun 9 Kasım’da verdiği demecinde tarihsel kini ve düşmanlığı sezmemek, görmemek olanaksızdır. Bakan, Alevilerin talepleri için bakın neler söylemekte: “Diyanet İşleri Başkanlığı Atatürk’ün Cumhuriyete kazandırdığı önemli kurumlardan bir tanesidir. Bugün ülke içerisinde en ücra yerlere kadar temsilcisi olan gerçekten güzide bir kuruluşumuzdur. (…) Bu durumda iken şimdi bizim bu uç fikirlere itibar etmemiz söz konusu değil. Diyanet İşleri Başkanlığı Osmanlı devletindeki Şeyhülislamın devamı gibidir. Türkiye, imparatorluk birikimlerinin yerine 85 yıllık Cumhuriyet deneyimlerini oturtmuş bir ülkedir. (…) Biz Alevi vatandaşlarımızı sıkıntıları konusunda onları kale alıyoruz, onlarla görüşüyoruz ve diyalog halindeyiz. (…) Bir kısım çevreler faklı bir kısım sivri fikirleri öne çıkarmak suretiyle bir politika güdüyorlar. Bunun ülkenin menfaatine olmadığını söylemek istiyorum. Ama biz her inanç grubuna mensup olan vatandaşlarımızın, kendi inanç sistemleri içerisinde bu ülkede rahat ve huzur içerisinde yaşamalarını arzu ediyor, istiyoruz. Genel çerçevemiz budur. Ama bu çerçevenin içerisini doldurmak konusunda bazı sıkıntılar oluyor, onları da karşılıklı diyaloglar ile çözeceğimize inanıyorum”. (…) Türk Diyanet Vakıf-Sen’in yaptığı açıklama ise şöyle:
benzemek koşulu ile” demektedirler. Seksen beş yıllık Türkiye Cumhuriyet’inin Alevilere karşı politikası, tutumu değişmemiştir. Aleviler buna boyun eğseydi, Alevilik diye bir şey bugüne gelmezdi, gelemezdi. Alevilere karşı asimile politikasına devam etmek istenmektedir. Miting sonrası yapılan açıklamalar ve AKP’nin “Yeni Alevi Açılımı” buna işaret etmektedir. Alevi örgütleri uyanık olmalı, devletin ve AKP’nin tuzağına düşmemelidirler. Bakan Yazıcıoğlu’nun “uç fikir”ler dediği şeyler laiklikle bağdaşmayan şeylerdir. Devlet seksen beş yıldır, “uç yasalar”la, bakanın deyimiyle “uç fikirler”le Alevileri yönetmiş, sindirmiş, asimile etmiştir. Bugün de niyetleri aynıdır. Laik bir devlette din işleri kurumu da, bakanlığı da olmaz. Bu fikir amasız, fakatsız, ikircimsiz sonuna kadar savunulmalıdır. Aleviler meydanda bu fikri savunmakla doğru yapmıştırlar.
Mitinge Dair Son Söz Bu görkemli miting umarım bazılarının ağzını sulandırmaz. Yüzlerce yıl sonra Aleviler adına yakalanmış bu ivme, basit siyasete kurban edilmez, koltuk kapma çabaların ile çarçur edilmez. Mitingde dile getirilen kapsamlı demokratik haklar istemi, yerel seçimin gölgesinde kaybolmaz. Yerel seçimler sonrası yine masa başı yöntemlere dönerek bu istemler için mücadele savsaklanmaz. Alevi-Bektaşi çatı örgütünün bu mitingde sıralamış olduğu temel istemlerin yanında, demokrasinin her alanda gelişmesi için de talepleri dile getirmesi gerekirdi. Bu anlamıyla 9 Kasım da yapılan mitingin eksiklikleri olmuştur. Böylesi büyük bir girişimin düzenlenmesinde böyle eksiklerin olmaması çok zordur. Her şeye, tüm provokatif söylemlere, engellemelere karşın, bu miting başarılı olmuştur. Alevilerin uzun yıllar sonrası ilk kez böylesine görkemli bir mitingi yapmış olması, bir kez daha altını çizelim, bundan sonra işlerin eskisi gibi gitmeyeceğine işarettir. Bu mitingi düzenleyen ABF’yi kutluyor, destek veren tüm kurumlara ve katılan canlara teşekkür ediyoruz. PSAKD G. Sekreteri Kemal Bülbül, Halkevleri’nden Dilşat Aktaş can ile mting boyunca sahneyi başarıyla yönetti - Foto: PSAKD Kadıköy Şube
ABF’DEN 9 K ASIM TEŞEKKÜRÜ
“Bu görüntü, Türk milletinin asli bir unsuru olan Alevi inancına sahip kardeşlerimize yakışmamıştır. Bir Cumhuriyet Kurumu olan Diyanet’in lağvedilmesi talebi Cumhuriyet’e bir saldırı, Cumhuriyet’in ve Diyanet’in kurucusu olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün aziz hatırasına yapılmış bir saygısızlıktır. “Diyanet çalışanları olarak biz biliyoruz ki, Alevi inancında olduğunu söyleyenler bizim din kardeşlerimizdir. O halde kardeşliğimizi muhafaza etmeli bu ülkeye ve geleceğine birlikte katkı sağlamalıyız. (…) Ülkemiz insanlarının birbirlerini incitmeleri ve bu çatışmayı günümüze taşımalarının ne insani ne de dini hiçbir yararı yoktur.” Türk Diyanet Vakıf-Sen’in açıklaması “ulemalık” yapmaktadır. Açıklama, Bakan Yazıcıoğlu’nun söyledikleriyle üst üste düşmektedir. Söylenen çok açıktır: “Diyanet kaldırılamaz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı’nın devamıdır.” Yani, “Sizi kabul ederiz, bize
Sayı 47
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ
Mitingde Yapılan Konuşmalardan Bölümler
Bize Farklı Gömlek Giydirmek İstenmesin Veliyettin Ulusoy , Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini
H Hizmetler kabul, muratlar hâsıl ola. OŞ GELDİNİZ dostlar,
Allah, Muhammet, Ali kabul eyleye. İmam Hasan, Şah Hüseyin, Hünkâr Hacı Bektaş Veli defterine kayıt ola. Nur-u Nebi, kerem-i Ali, Pirimiz, Hünkârımız Hacı Bektaş Veli. Dil bizden, nefes Hünkârımızdan ola!
Dostlar buraya toplandık. Çok masumane istekler için toplandık. Senelerden beri istiyoruz bu isteklerimizi. Duyuramıyoruz, ama artık duyuracağız.
Nedir isteklerimiz? Zorunlu din dersleri… Bırakın inancımızı biz kendimiz öğrenelim. Nedir isteklerimiz? Diyanetin kaldırılması… Laik bir toplumda Diyanet gibi bir kuruluş olabilir mi hiç? Herkes kendi inancını finanse etsin. Devlet kimseye bir kuruş vermesin. Nedir isteklerimiz? Madımak Oteli’nin müze olması... Bundan daha güzel bir şey olabilir mi? İsteklerimizin hepsi Anayasa’mızın onuncu maddesinde var. Yeter ki bu uygulamaya konulsun. Bize farklı gömlek giydirmek istenmesin. Zaten siz burada toplanmakla herkese cevap veriyorsunuz. Hoş geldiniz, sefa geldiniz, iyi ki buradasınız. Hoşça kalın. Sevgiyle kalın. Muhabbetle kalın.
Dilekçe Devri Bitti, Meydan Devri Başladı
B
Ali Balkız, ABF Genel Başkanı
U BÜYÜK cemimizde bizi yalnız bırakmayan siyasi partilerimizin, demokratik kitle örgütlerimizin, sendikalarımızın, odalarımızın değerli temsilcileri, amfilerden, kampüslerden, sınıflardan koşup gelen sevgili gençler, kız kardeşlerimiz, annelerimiz hoş geldiniz… Yol arkadaşlarımız, musahip kardeşlerimiz, hepiniz hoş geldiniz. Biz Aleviler bu toprakların gerçeğiyiz. Tarihimiz Anadolu’nun kadim halklarının tarihidir. Her biri ne yaşadıysa tarihte onu yaşadık. Hatta daha fazlasını… Yeri geldi derimiz yüzüldü, yeri geldi boğazımızdan kurşun eriyiği
Kasım 2008
akıtıldı. Bir gecede 40 binimiz birden kılıçtan geçirildik. Dağ yamaçlarına, orman içlerine sürüldük, sığındık. Tüm bunlara karşın yok edemediler bizi. (…) Hararet nardadır, sacda değildir. Keramet baştadır, tacda değildir. Her ne arar isen kendinde ara, Mekke’de, Kudüs’te, Hac’da değildir. Dörtlüğünde ifadesini bulan, “İnsanı okunacak en büyük kitap” belleyen, “Benim Kâbe’m insandır” diyen bir öğretinin, bir felsefenin, bir inancın mensuplarıyız.
Fakir-zengin, büyük-küçük, kadın-erkek birdir ve her biri can’dır nazarımızda. Yetmiş iki millete aynı nazarla bakarız. Bilimden gidilmeyen yolun sonunun karanlık olduğunu biliriz. Bunun içindir ki şeriattan-yobazdan korkarız. Demokrasiyi ve laikliği savunur ve isteriz. Bu nedenle bugün; son derece haklı, meşru, insanî taleplerimizi bir kez de bu meydandan haykırıyoruz. 12 Eylül hukukunun bir sonucu olan ve başta Alevi çocukları olmak üzere, başka inançlara sahip, laik, demokrat veya inançsız ailelerin çocuklarını asimile etmenin bir aracı devlet eliyle misyonerlik faaliyeti olan “zorunlu din derslerinin” kaldırılmasını istiyoruz. İnanç olgusunun kişiye has, inananla inanılan arasında bir gönül, hoş bir muhabbet olduğu, bu duruma kimsenin müdahale etme, araya girme hakkı olmadığı, hele hele devletin hiç hakkı olmadığını biliyoruz. Laikliğin tanımının da bu olduğunun ayırdındayız. Devlet dine yatırım yapamaz. Dini örgütleyemez. Genel bütçeden oraya pay ayıramaz. O nedenle “Diyanet İşleri Başkanlığının” kaldırılmasını istiyoruz. (…) “Yüzde 99’u Müslüman ülkemiz” diye başlayan kalıp cümle ile Alevilerin kendilerine özgü tanrı anlayışları, ibadethaneleri, ibadet biçimleri, pirleri, mürşitleri, dedeleri, talipleri, musahipleri olduğu gerçeğini görmek istemeyen devlet’e, onun AKP Hükümetine bir kez daha anımsatmak isteriz ki; Alevilerin ibadethanelerinin adı “Cemevi”dir. Orada cem yapılır. Cemi dede yürütür. Türkiye’de yüzlerce cem ve kültür evlerimiz var. Ama bunların hepsi yasal dayanaktan yoksun vaziyettedir. Başbakan’ı, “En kalbi hislerimizle selamlarken” bu gerçeği görmesini, “cümbüş evi” benzetmesiyle çok ayıp ettiğini bilmesini isteriz. Bir Başbakan, düşünün ki; yirmi milyon yurttaşın ibadethane olarak kabul ettiği bir yer için “cümbüş evi” diyor. Ayıp… Ayıp… Madımak Müze Olmalıdır. (…) Hacı Bektaş Dergâhı’nın yönetimi Alevilere bırakılmalıdır. Apartmanda, sokakta, mahallede, çarşıda, okulda, kışlada, devlet dairelerinde Alevi yurttaşlar üzerindeki baskılar kalkmalı, ayrımcılığa son verilmelidir. Her Ramazan ayı geldiğinde; başta TRT olmak üzere bütün radyo televizyon ve gazeteler, Cumhurbaşkanı’ndan Belediye’deki çaycıya kadar tüm devlet görevlileri gösterişli iftar yemekleri ve toplu iftar çadırları ile toplumu teslim alırlarken; hemen arkasından gelen yirmi milyon Alevi yurttaş için oruç ayı olan Muharrem’i hiç, ama hiç anımsamamaları, hafıza sorunu sonucu mudur acaba? (...) Sivas Davası’nın yakalanmamış olan, yakalanmak istenmemiş olan katilleri için zaman aşımı talebinde bulunan Savcı Bey... Savcı Bey, senin görevin Madımak Katliamı’nın bir numaralı sanığı Cafer Erçakmak ve diğer altı katil hakkında zaman aşımından dolayı davayı düşürmek talebinde bulunmak değil, onu yakalamak, yakalatmak, yargılamak ve cezalandırılmalarını sağlamak olmalıydı. (…) Anayasa, şu meşhur Anayasa, “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep vb. sebeplerle ayrım gözetilmeksi(Devamı 14. Sayfada)
13
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ (Baştarafı 13. Sayfada)
Mitingde Yapılan Konuşmalardan zin kanun önünde eşittir.” diyor. Aynı Anayasa, Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımlarken, “Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” diyor. Aynı Anayasa, “Din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” diyor. Dipçik zoruyla bir Anayasa hazırlanırsa 12 Eylüllü günlerde; bu üç maddeyi alt alta okunduğunuzda, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diyecek kimse bırakılmayınca dışarıda, böyle bir Anayasa olur işte. (…) Sevgili canlar, ülkemiz lale lale, koku koku, renk renk bir renkler, sesler mozaiğidir. Tarihte ya da bugün yaşadığımız anlaşmazlıkların, çelişkilerin, çatışkıların kökeni, nedeni, boyutu ne olursa olsun, her derdin devası barıştır, barıştan daha şifalı bir ilaç yoktur.
Sevgili canlar, bugün burada cem olduk. Önümüzde yerel seçimler var. Yukarıdaki taleplerimizi, parti programlarına ve seçim bildirgelerine almayan partilere asla oy vermeyeceğiz. Cem ve kültür evlerimiz için imar planlarında yer ayırmayan partilere oy vermeyeceğiz. Onları bu meydandan başlatarak Ankara Çayı’na süpürüp dökeceğiz. Sevgili canlar, AKP Hükümeti eğer gerçekten içten ise şu, “Alevi Açılımı” diye tartışılan ucubenin ne menem şey olduğunu bir açıklasın da görelim, öğrenelim ve üzerinde tartışalım. Alevi toplumunun, örgütleri, sözcüleri, ileri gelenleri, kanaat önderleri ve halkı, kol kola, can cana, yüz yüze işte bu meydanda. Hükümete bu anlamda uzay kadar uzak, yüz adım kadar yakınız. Buradayız, bekliyoruz. Sevgili canlar, sesimize ses kattınız. Elimizi uzattık, elinizi uzattınız. Yirmi beş yıldır kentlerde, metropollerde, mahallelerde örgütlenen demokratik Alevi hareketinin ulaştığı düzey işte budur. Dilekçe devri bitti meydan devri başladı. (…)
Yanaşma Sofralarından Nasiplenmeyi İstemiyoruz Tekin Özdil, Alevi Kültür Dernekleri Genel Başkanı
R
AZI DEĞİLİZ, bizi yok sayanlardan. Razı değiliz, alın terimizi çalanlardan. Razı değiliz, soygunculardan, vurgunculardan, her türlü istismarcılardan! Razı değiliz, rızalık vermiyoruz! Asimilasyona hayır diyoruz! İnkâra hayır diyoruz! Ayrımcılığa hayır diyoruz! Canlar, dostlar, can dostlarım. Size soruyorum: Köyünüze cami yaptırın ki size yol getirelim, su getirelim diyenlere ne diyeceksiniz. Köylerinize cami istiyor musunuz? [Özdil’in her sorusunda “Hayır!” diye çınlıyor meydan] İmamların maaşını ödeyin ki belki dedelerinizi de maaşa bağlarız diye bizimle alay edenlere ne diyeceksiniz? İmamlara maaş ödemek istiyor musunuz? Sizin dininiz yok, bizim dinimiz bize, bizim dinimiz size diyenlere ne diyeceksiniz? Zorunlu din dersi istiyor musunuz? Bir ülke düşünün ki öğretmenleri aç, doktorları aç, bilim insanları aç, elimizde avucumuzda ne varsa ya silaha ya imama gidiyor; Diyaneti istiyor musunuz? (…) Bir Kürt’ün burnu kanarsa hesabını bir Türk sormadıkça, bir Alevi’nin burnu kanarsa, bir Sünni hesabını sormadıkça, bir Türk’ün
14
gözyaşını bir Kürt silmedikçe bu hayırlar hayrolmayacak! İstemiyoruz! Devletin bize elbise biçmesini istemiyoruz! Bize Alevilik öğretmesini istemiyoruz! Yanaşma sofralarından nasiplenmeyi istemiyoruz! Terk etmiyoruz! Bu ülkeyi soygunculara, vurgunculara, hortumculara terk etmiyoruz!. Tecavüzcülere terk etmiyoruz! Katillere, işkencecilere terk etmiyoruz!. Korkmuyoruz karanlık güçlerden! Korkmuyoruz zalimlerden! Gitmiyoruz bu ülkeden! Sahip çıkıyoruz! Alevisi-Sünnisi bu ülkeye sahip çıkıyoruz! Sahip çıkıyoruz taciz edilen çocuklara! Sahip çıkıyoruz ranzalara bağlı engellilere! Sahip çıkıyoruz iş cinayetlerinde katledilen emekçilere! Sahip çıkıyoruz töre cinayetlerine kurban edilen kadınlara! Sahip çıkıyoruz satılan ormanlara! İnananı ve inanmayanıyla bu ülkeye sahip çıkıyoruz! Anamızla atamızla direniyoruz! Buradayız, terk etmiyoruz! Bu memleket bizim! (…) Ama biliyoruz ki varlığımıza kastedenler var. Soygunlarıyla, vurgunlarıyla, tecavüzleriyle, işkenceleriyle, yargısız infazlarıyla varlığımıza kastedenler var!
Soyguncuları, vurguncuları, tecavüzcüleri aklayacak mıyız? İşkenceleri, yargısız infazları, faili meçhul cinayetleri: Unutacak mıyız? Aklamayacağız ve unutmayacağız! Unutmadık. Lanetliyoruz katliamları. Unutmadık Kerbela’yı! Unutmadık Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı! Unutmadık Taksim’i. Gazi’yi! Unutmadık Üç Fidan’ı! Unutmadık 12 Mart’ı, On iki Eylül Faşizmini! Bir daha yaşamamak için unutturmayacağız! Ne zamana kadar? O gün hangi gündür ki Madımak Oteli’nin önünü Sünni kardeşlerimiz karanfilleriyle doldurur ve hep bir ağızdan haykırır: “Madımak bizim utancımız, bu otel müzemizdir!” Ne zamanki vicdanlarını iktidar masalarında pey olarak sürmeyenler hep bir ağızdan haykırır: ‘”Hrant bizim evladımızdır, Erdal Eren, Necdet Adalı kadar!” Gün o gündür ki bu ülkenin aydınlığını kendi karanlıklarını beslemek için kana boyayanlara, önce bu hak ve cesareti verdiği iddia edilenler; gür, karşı konulmaz sesleriyle “Hayır!” der. İşte o zaman biz Aleviler unutacağız! Özü doğru, gönlü hakla olan tüm Sünni yurttaşlarımızı da unutmamaya, unutturmamaya davet ediyoruz. Siz hatırlayın ki biz unutalım! Yüzlerce yıldır öldürülen canlarımız canınız olsun! Sizleri haksızlıklara ve ayrımcılığa hep beraber karşı çıkmaya çağırıyoruz. Bu kardeş sofrasını harami sofrasına çevirmek isteyenlere karşı, gelin birlikte yürüyelim: Biliyoruz ki biz özgürsek, özgürsünüz; biz eşitsek, eşit; siz özgürseniz, özgürüz; eşitseniz, eşit! (…) Hâlı hâldaş, yolu yoldaş, yoksulun, ezilenin, lanetlenmişin gözünde yaş olanlar! Alevi Kültür Dernekleri ve Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı adına hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sayı 47
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ ÂŞIK FEZALÎ (HACI CIRIK)
Yürüyün Canlarım Yürüyün canlarım eylem yapalım Duyan gelsin gören bilsin bizleri Bedene sarılsın yaprağım dalım Duyan gelsin gören bilsin bizleri Yürüyün düzen baskısın yıkalım İnsanı Hak bilen rozet takalım Irmak olup da deryaya akalım Duyan gelsin gören bilsin bizleri Yürüyün haklar verilmez alınır Gerçek olan meydanda görülür El ele, el Hak’ka doğru bilinir Duyan gelsin gören bilsin bizleri
Bugünkü İktidarın Kendisi Şiddetin Kaynağıdır Av. Fevzi Gümüş, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Başkanı
A
SIRLAR boyunca aşağılandık, horlandık, katledildik. Kâfirlikle, zındıklıkla, sapkınlıkla suçlandık. Hakkımızda fermanlar çıkarıldı. Devlet dairelerinde, sokakta, tarlada, fabrikada Alevi olduğumuzu söyleyemedik. Asırlar boyunca kuş uçmaz, kervan geçmez dağlarda yaşadık. Kerbela’dan, Sivas’a toplu kıyımlara uğradık. Ama şimdi hala buradayız, bir iken bin olduk. Bir ölüp bin dirildik. Hüdai’nin dediği gibi; “Ölüm öldü, biz ölmedik!” Bizi öldüremeyenler şimdi asimile etmek için Muaviye oyunlarına sarıldılar. Alevi köylerine zorla cami yapıyorlar. Zorunlu din dersleriyle çocuklarımıza, inanmadıkları bir inancı dayatmaya çalışıyorlar. Laik bir devlette olmaması gereken Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile misyonerlik yapıp, Aleviliği Sünnileştirmenin çabası içine giriyorlar. Madımak Oteli’nin müzeye dönüştürülmesi talebine karşı çıkıyorlar. (…) “Kurşun adres sormaz” diyor ya şair, Gazi’de, Ümraniye’de adres bilerek şarjör boşaltan silahlar, aynı karanlık güçlerin elindeydi. On iki yaşındaki Koray Kaya’yı da, Doğu’da Kürt çocuğu Uğur Kaymaz’ı öldüren zihniyet aynı değil mi? Bugünkü iktidarın kendisi bizatihi şiddetin kaynağıdır. Ve bu iktidar şiddeti sadece farklı inanç, düşünce ve etnik kökenlerin eşitlik talebini görmezlikten gelerek yapmıyor, Türkiye’nin ulusal birikimini emperyalizme peşkeş çekerek, eğitim ve sağlık gibi en temel ihtiyaçları serbest piyasaya açarak da şiddet uyguluyor. (...) AKP iktidarının, AKP gericiliğinin, karanlığının eşitlik ve özgürlük anlayışı sahtedir. Liberaller, işbirlikçiler AKP özgürlükçü nutuklarını boşuna atmasınlar. Anayasa’nın, 10. Maddesinde ne yazıyor? Diyor ki, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir!” Hal böyle iken bu “herkes”in arasında niye Aleviler yok? Aleviler Cumhuriyetten, laiklikten, demokrasiden, özgürlükten, eşitlikten yana oldukları için mi? Herkes eşitken, neden Aleviler eşit değil? Alevilerin inançları reddedilerek, yok sayılarak eşitlik ihlal ediliyor! Alevilerin inanç
Kasım 2008
merkezleri reddedilerek eşitlik ihlal ediliyor! Alevi çocuklarına zorla din dersi verilerek eşitlik ihlal ediliyor! Alevi köylerine, Alevi inancını asimile etmek için zorla camiler yapılarak eşitlik ihlal ediliyor! Alevilerin Serçeşmesi olan Hacı Bektaş Dergâhı Alevilere verilmeyerek eşitlik ihlal ediliyor! İnsanlar Alevi olduğu gerekçesiyle ayrımcılığa tâbî tutularak eşitlik ihlal ediliyor! 2 Temmuz 1993’te insanların katledildiği Madımak Oteli bir kebapçı dükkânı olarak çalıştırılarak eşitlik ihlal ediliyor! Devlet yalnızca bir dini/mezhebi finanse ederek eşitliği ihlal ediyor! Sevgili canlar, sanılmasın ki, bu devran hep böyle sürüp gidecek. Sanılmasın ki, yoksulun, işsizin etinin yenildiği liberal sofralardaki bu şatafatın sonu gelmeyecek. Sanılmasın ki, Aleviler, solcular, laiklikten demokrasiden yana olan güçler AKP’nin sahte özgürlük anlayışına kanacaklar. (…) Bugün burada gerçekleştirdiğimiz büyük buluşma, ırkçı ve gerici çevrelerin tek tipçi anlayışlarına aldanmadığımızı, uyguladıkları baskılar karşısında geri adım atmadığımızı gösteriyor. Bugün buradan ayrımcılık değil eşitlik istediğimizi yüzbin yürek haykırıyoruz. Bu sesi, Ankara’ya gelemeyen, ancak yüreği burada olan milyonlarca Alevi, demokrat, çağdaş insan, yüreğiyle duyuyor. Eşit yurttaşlık talebimizi Karadeniz’den Ege’ye, Doğu’dan Batı’ya, bir uçtan öbür uca bütün Türkiye duyuyor. Sadece Aleviler değil, vicdan sahibi Sünniler, aydınlar, demokratlar, farklı inanç ve etnik kökenden olup da ezilen, horlanan her kesimden insan bu sesi duyuyor. Sadece Anadolu toprakları değil: sizlerin eşitlik talebinizi şimdi Meksika dağlarında bir Zapatista; Ortadoğu’da bir Filistinli ya da Iraklı, Suriyeli; Avustralya’da bir Aborjin; ABD’de bir siyah da duyuyor!. Ve inanın ki, bir gün bu iktidar da, toplumu tek tipleştirmeyi tasarlayan Türkçü ve İslamcı çevreler de duyacak, duymak zorunda kalacak. Ve inanın ki bu gerici, işbirlikçi karanlık zihniyetli iktidar da yıkılacak… Yerel seçimler bunun için bir olanaktır. Bu gün buradaki güçler birlik olup bu gerici işbirlikçi iktidarı ülkeden süpürüp atacaktır.
Yürüyün yolda olur aynı nazar Telli Kuran deriz kitap da yazar Sınır-sınıfsız dünya insan gezer Duyan gelsin gören bilsin bizleri Yürüyün Hak ile semah dönülsün Şah ile pir ile sazlar kurulsun Özgür hür yaşama karar verilsin Duyan gelsin gören bilsin bizleri Yürüyün tanısın beyi paşası Sevgidir insanda dinin esası Yıkılsın zindanlar idam yasası Duyan gelsin gören bilsin bizleri Yürüyün insanla edek pazarı Yırtılsın kötülük iyilik zarı Fezalî’m aşk ile seviyor piri Duyan gelsin gören bilsin bizleri
Birlik Cem Demokratik haklar için ileri Birlik cem Ankara’da ışık oldu Yüzbinler el ele bir Hakk’ın yolu Birlik cem Ankara’da ışık buldu Kulak versin zulm iktidar sahibi Görsün asırlardır olan ayıbı Cumhur Gül’ü başbakan Tayyib’i Birlik cem Ankara’da ışık gördü Aydını ozanı deyiş söyledi Sağırı körü gerçeği dinledi Alevi canı orda bir eyledi Birlik cem Ankara’da ışık vurdu Yıllar baskısı yetti artık cana Büyük yürüyüş gördü Ankara İkinci sesleniş vardır sırada Birlik cem Ankara’da ışık verdi Yöneten deneten olmak adına Cinsiyet yok ayrı bakmak kadına Fezalî’m der gül şerbet kat tadına Birlik cem Ankara’da ışık verdi
15
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ
Mitinge Katılan Siyasetçi Canlarla Söyleştik Ahmet Koçak
tin, iktidarın bu gerçekleri görmesi gerekiyor. Zor değil. Yani bunu sürekli ertelemekle bir şey kazanılamaz. Katılımı nasıl buluyorsunuz?
Gazeteci Yaşar Seyman, DTP Milletvekilleri Sırrı Sakık ve Av. Aysel Tuğluk ile birlikte mitingde
Çok mutluyum. Çok mükemmel bir katılım. Herkesin, bütün sivil toplum örgütlerinin de, birçok siyasi partinin de bu gerçeği görmesinden ben mutluluk duyuyorum. Çok mutluyum, çok sevinçliyim.
Levent Tüzel EMEP Genel Başkanı Miting hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Yaşar Seyman Gazeteci Miting hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz? Ben bunu bin yılın özlemi olarak adlandırıyorum. Aleviler hep alanlardaydı ama ilk defa kendi istemleri için alanlardalar, mitingdeler. Aleviler demokratik haklar için, hep destek oldular Türkiye’deki ilerici demokrasi güçlerine. İlk kez kendileri için geldiler. Çok coşkuluyuz. Katılım çok güzel. İlk defa eşit yurttaşlık istemek, yirmi birinci yüzyılda insanın yüreğini acıtsa da bu utanç bizim değil.
Mustafa Özcivan Eski Hacıbektaş Belediye Başkanı Mitingi değerlendirir misiniz? Şu anda muhteşem bir görüntü var. Geçmişi değil de şu anı değerlendirirsek; benim düşüncemin üzerinde bir insan kitlesi var. Biraz önce telefonla görüştüm Hacıbektaş’tan gelenler henüz buradan üç kilometre ötede kuyruktaymışlar. Şimdi, gecikmiş bir miting. Ama şu an için zamanlaması iyi. Yerel seçimlerden önce Alevi toplumunun dilek, temenni ve taleplerini dile getirmesi açısından tam siyasi zeminin uygun olduğu bir zaman. Tabii bu acaba iktidar partisine karşı verilecek bir talep mi? Acaba AKP Alevilerin bu taleplerini dikkate alsa, seçimde Aleviler AKP’ye mi oy verecek o ayrı bir şey. Bir biçimiyle Alevi toplumu gecikmiş de olsa bu taleplerini ulusal ve uluslararası kamuoyuna bu şekilde duyurması çok önemli. Biz yıllardır Hacıbektaş meydanından, bunları dile getiriyorduk. Ama Ankara’da, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinde böyle bir miting yapmak ve talepleri tüm kamuoyunun önünde dile getirmek farklı bir şey. ABF’nin bu tavrına, bu organizesine teşekkür ediyorum.
16
Mitinge gitmeyin diye propaganda yapanlar oldu. Bunlara ne demeli? Çok üzüldüm. Buraya gelmeden öne bir takım şeyler duymuştum. İşte, buraya bölücüler gelecek. Bölücülerden kasıt PKK yanlıları ya da DTP’liler destek vereceği için basında öyle yer aldı. Onun için burada bir takım şeyler olacak falan diye kamuoyuna lanse etmişler, hoş olmayan bir şekilde. Asıl bölücü o olayı Alevi kamuoyuna lanse edenlerdir. Gerçekten Alevilerin, sade vatandaşın taleplerini dile getirdiği destekleyip de buraya gelmeyen kişiler bölücü örgütlerdir bana göre. Sen, ABF’yi tanımıyorum diyemezsin, ancak beğenmeyebilirsin. Buradaki yöneticilerini sevmeyebilirsin, eleştirebilirsin, ama bu genel bir talepti. Buraya katılmayan o arkadaşlara sorsak, “Din derslerine evet mi diyorsun?” diye, “Hayır!” diyecekler. “Diyanete evet mi diyorsun?” “Hayır” diyecekler. “Şu andaki uygulamaya evet mi diyorsun?” diye sorsak, “Hayır!” diyecekler. Ee, niye gelmiyorsun dediğin zaman cevap veremeyecekler. İşte asıl bölücülüğü o arkadaşlar yapmış olacaklar. Gerçekten şurada Alevi toplumunun örgütsel anlamda beraberliğini ortadan kaldırmak isteyen ya da küçük görmek isteyen o arkadaşlara mesajdır bu miting. Gerçekten görkemli, katılanlara, organize edenlere ve sizlere teşekkür ediyorum. Sizleri kutluyorum. Teşekkür ederim.
Ali Rıza Gülçiçek CHP Eski Milletvekili Miting hakkında neler söylemek istersiniz? Aleviler kendi tarihlerinde, demokratik bir platformda kendi haklarını savunmak için buradalar. Taleplerini hükümete yansıtmak için buradalar. Bu güzel bir duygu! Artık hüküme-
Bu miting Türkiye’nin bütün Alevi güçlerini, demokrasi güçlerini, emek ve barış diyen bütün halk güçlerini birleştiren bir miting oldu. O nedenle sermaye iktidarlarının bu ayrımcılığa, halkı birbirine kışkırtan gerici politikaları karşısında Alevi yurttaşların talepleri, din dersinin zorunlu olmaktan çıkartılması, demokratik bir anayasa, Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması gibi taleplerin yanında; emekçilerin zamların geri alınması, işten atmaların yasaklanması gibi talepleriyle birlikte bütün Türkiye halkını birleştiren bir miting. Türkiye’nin geleceğini temsil eden bir miting... O nedenle biz de bütün gücümüzle burada yer alıyoruz. Ve bu birleşik hareketin daha da büyüyerek bu iktidardaki işbirlikçi güruhu, halkı birbirine karşı kışkırtan sermaye politikacılarının iktidardan uzaklaştırılmasına hizmet etmesini diliyoruz.
Hasip Kaplan DTP Şırnak Milletvekili Hasip Bey miting hakkında neler söyleyeceksiniz. Bugün ayrımcılığa karşı eşit ve özgür yurttaş olma hak talebiyle meydanlara dökülen Alevi-Bektaşi kardeşlerimizin yanında olmak; Türkiye’nin farklılıklarının zenginlik olduğu gerçeğini bir daha bunu anlamayanlara karşı, Türkiye’yi tornadan çıkmış bir Türk Sünni İslam devleti olarak görenlere karşı burada yüz binlerin ses vermesi çok anlamlıdır. Aslında bu ses, bu Ankara’nın son yıllarda gördüğü en büyük kalabalık AKP’nin sonunun da geldiğinin işaretidir. Ayrımcı politikaların da sonunun geldiğinin işaretidir. Ayrımcılığa karşı da kitlelerin artık dayanışmasının, birliğinin güçlendiğinin işaretidir. İnanıyorum ki bu meydanlar ses verecektir ve bu ayrımcılık son bulacaktır.
Durdu Özbolat CHP Kahramanmaraş Milletvekili Sizin görüşlerinizi alabilir miyiz? Doğrusu Aleviler ilk defa meydana iniyor. Aleviler sürekli televizyondan ya da küçük gruplar halinde tepkileri gösteriyorlardı. Ama şimdi Aleviler ilk defa kitlesel olarak meydana indi. Coşku büyük, katılım çok yüksek. Aleviler taleplerini iyi biliyorlar. Dilerim Türkiye’deki yaşayan bütün insanlar Alevi kardeşliğini anlar. Aleviler kardeşlikten yana, demokrasiden yana, laiklikten yana olmuşlardır her zaman.
Sayı 47
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ
Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, Veliyettin Ulusoy ile birlikte mitingde
Devletin bunu dikkate alacağına inanıyorum. Alevilerin talepleri çok zor şeyler değil. Olması mümkün olmayan şeyler değil. Zorunlu din dersleri başta olmak üzere, diyanetle ilgili talepleri ve demokrasiyle ilgili talepleri yerine getirilebilir makul taleplerdir. Devletin bunu dikkate almasını bekliyorum. Bu talepleri CHP olarak siz üzerinize alıyor musunuz? Diyelim ki iktidara geldiğiniz zaman... Evet, iktidara geldiğimizde Alevilerin bütün taleplerini makul görüyoruz ve bunu karşılayacağız. Zorunlu din dersleri başta olmak üzere... Yani buradaki verilen mesajı kendi üzerinize de alıyor musunuz?
Biz de takipçisi olacağız. Teşekkür ediyorum.
Songül Erol Abdil Tunceli Belediye Başkanı Miting hakkındaki görüşlerinizi alabilir miyim? Mitinge çok coşkulu bir katılım var. Çok büyük bir yürüyüş oldu. Her şeyden önce Alevilerin kendi inançlarını özgürce ifade etmeleri gerekiyor. Zorunlu din derslerinin kaldırılması, cem evlerinin ibadethane kapsamına alınması gerekiyor. Bütün bu talepleri biz destekliyoruz. Tunceli halkı destekliyor ve şuna inanıyoruz: Aleviler kendi haklarını alacaklar. Çünkü Türkiye’de, maalesef, demokratikleşme önünde bir engel var şu anda. Bu engeli kaldıracaklarına ve kendi haklarını alacaklarına inanıyorum. Aleviler örgütlenebiliyormuş. Bu eylem, bunu gösterdi. ABF’ye karşı eleştiriler var biliyorsunuz. Oraya Aleviler gelmeyecek, provokasyon olacak, diye açıklamalar yapıldı. Bu konularda ne diyorsunuz? “Provokasyon olacak” diyen basın-yayın kuruluşları provokasyon yapmaya alışmışlar. Bunu Sivas’ta yaptılar. Aleviler aslında Türkiye’de her zaman çağdaşlıktan yana, demokrasiden yana tavırlarını koyacaklarını hep ifade ettiler. Ve buradaki büyük mitingde bir provokasyon olmamasıyla bunu bir kez daha göstermiş oldular. O nedenle çok güzel geçiyor miting ve çok başarılı. Gerçekten büyük Alevi mitingi yapıldı burada. O nedenle ben oldukça başarılı buldum.
Şerafettin Halis DTP Tunceli Milletvekili Miting hakkında sizin düşünceleriniz nelerdir? Tabii her şeyden önce bugüne kadar ne Aleviler, öyle zannediyorum ne de devlet yanlıları Alevilerin gücünü görmemişlerdi. Bugünkü
Kasım 2008
miting biraz Alevilerin gücünün ne olduğunu iki taraf açısından da açığa çıkarmış gibi. Alevilerin bu örgütlülüklerini tek bir potada birleştirmeleri halinde Türkiye demokrasi cephesinde çok önemli bir güç olarak varlık gösterebilirler.
Süleyman Yağız
Hasan Zengin
Miting gerçekten muhteşem. Bir Alevi dostu olarak çok mutlu olduk. Alevi kardeşlerimiz, ayrımcılık değil eşitlik istiyor. İstediği haklar da inancının, felsefesinin gereği olan son derece doğal haklardır. Bunlar gasp edilmiş haklardır, mutlaka sahiplerine verilmesi gerekir.
Zorunlu Din Dersine Karşı Açtığı Davayı AİHM’de Kazanan Canımız Davayı kazanmış olmana rağmen karamsardın. Bugün neler söyleyeceksin? Umutlarında yeşerme var mı? Karamsarlığı üzerinden attın mı? Evet, gerçekten çok karamsardım. Ben işi AİHM’de hukuki olarak sonuçlandırdım. Türkiye’de karanlık bir hükümet var. Bu hükümet üç maymunu oynuyor. Sözde hukuka saygı gösteriyor. Niye saygı gösteriyor? “Cemevleri yasallaşsın mı?” diye sordukları zaman Diyanet İşleri’nden sorumlu bakanları diyor ki “Yerel mahkemenin almış olduğu bir karar var, buna saygı göstermemiz lazım. Yasallaşamaz bu yüzden!” diyor. Kendine göre demokrasi havarisi kesiliyor. Oysa Türkiye’deki en üst mahkemelerde, Danıştay’da, AİHM’de almış olduğumuz sonucu görmüyor, duymuyor, okumuyor. Bu kadar sağır, bu kadar dilsiz, bu kadar yobaz bir yönetim olamaz. Bu kalabalık gerçekten beni ümitlendirdi. Bizler eylemle bu işi alabiliriz. Kâğıt üstünde, televizyonda, koltukta gerine gerine oturarak propaganda dönemi geçmiştir. Biz uygulama yapmadan, bunlar bize geçit vermez. Asimilasyon politikası devam ediyor. Yanlarına İzzettin Doğan’ı da çağırdılar; o da aynı sisteme hizmet ediyor. Bir nevi bizim, Alevilerin arasındaki işbirlikçi bu. İşbirlikçi, karanlık yüzü burada meydana çıktı. Bu topluluğu, bu kalabalığı gördüğü zaman gerçekten oturup utanması, bir daha düşünmesi lazım! Onun için gözlerini açsın, kulaklarını açsın, katılmıyorsa lütfen biraz sussun. O, bundan yirmi yıl önce Alevi kitlesini belirliyordu. Şimdi kendisi de görüyor ki artık o konumunu kaybetti. Hâkimiyetinin bittiğini fark ettiği için yan çiziyor. Örgütlere destek vermiyor. Diyor ki, “Bu üç-beş tane Kürdün yapmış olduğu bir eylem”. Gerçekten bu Kürtleri tebrik ediyorum. Senin gibi yobaz orada otururken bu Kürtler bizi temsil ediyorsa ne mutlu bize!
DSP İstanbul Milletvekili Sizin Alevi-Bektaşi hareketine karşı duyarlı olduğunuzu biliyoruz. Miting hakkında neler söyleyeceksiniz?
Mecliste yakın zamanda bir soru önergesi verdiniz. Bundan bahseder misiniz? Cemevlerinin de ibadet yeri statüsüne alınması gerektiği konusunda bir önerge verdim. Sayın Bardakoğlu olumsuz yanıt verdi. Zorunlu din derslerinin kaldırılması talebiyle ilişkin bir önerge verdim. Sayın Başbakan yanıt bile vermedi. Bu, AKP’nin Alevilere duyarsızlığının somut kanıtları olarak ortaya çıktı. Alevilerin talepleri sosyal demokratların programında var mı? En azından DSP’nin programında var mı? DSP olarak 2002 seçim bildirgemize Alevilik-Bektaşilik konusunu koyan bir partiyiz. Orada da hem iktidarımız döneminde yaptıklarımızı sıralamıştık, bir de yapacaklarımızı sıralamıştık. Bir kere tüm Alevi kardeşlerimizin ortak paydasını oluşturan somut talepler var. Bu talepleri nedir? Zorunlu din derslerinin kaldırılması, kalacaksa seçmeli ders olarak okutulması. Seçmeli ders olarak okutulacaksa, Alevi kardeşlerimizin de hassasiyetlerinin derse yansıtılması. İkinci konu Madımak’ın müze olması! Bu konuda da hiçbir Alevi kardeşimizin çekincesi yok. Bir diğer konu Cemevlerinin ibadet yeri statüsüne alınması. Sosyal demokratların dile getirmediği şey Diyanet İşleri’nin varlığı. Bu laik cumhuriyetle çelişmiyor mu? Şimdi bu konuda çok geniş kapsamlı bir uzlaşının sağlanması lazım! Onun için biz de tam gündeme getiremiyoruz. Belki zorunluluğunu savunanlar da olacaktır. Kaldırılması gerektiğini savunanlar da... Bu iki görüş de var. Ben öncelikli olarak deminki talepleri sıraladım. Bu talepler konusunda hiç kimsenin kuşkusu, hiç kimsenin ayrı bir düşüncesi yok. Bu konuda da bir ortak görüş oluşturulması gerekir diye düşünüyorum.
17
Bir araza nedeniyle DTP Milletvekili Sırrı Sakık ve ÖDP Genel Başkanı Milletvekili Ufuk Uras’ın söyleşilerini yitirdik. Kendilerinden özür dileriz.
Kesinlikle... Yani biz iktidarı paylaşmadığımız için bir şey diyemem ama CHP olarak hem programımızda, hem beynimizde, hem yüreğimizde Alevilerin bu taleplerini yerine getirme isteği vardır. Ve biz bu isteği iktidara geldiğimizde getireceğiz.
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ
Köşe Yazarları Miting için Neler Yazdılar? MEHMET ALİ BİRAND
Obama’sız Türk Zenciler: Aleviler
En zor, hatta karşılanması imkânsız bir talep! Bunun yerine diyanet’in Alevileri kucaklaması için mücadele etseler çok daha etkili olurlar. (…) Özetle, Alevileri tatmin edici adımlar atmak bu devletin ve iktidarın sorumluluğudur.
12 Kasım, Milliyet TÜRKİYE’nin “zencileri” kimlerdir? (…) Türkiye’de kendilerini zenci gören birkaç kesim vardır. Kürtler, Aleviler ve Dincilerin bir bölümü bu kategoriye girdiklerine inanırlar. (…) Türkiye’de, KONDA’nın araştırmasına göre, yaklaşık 6-7 milyon Alevi var. Rüzgârın yönü, devletin Alevi toplumunu bazen bağrına basmasına neden olur. Dinci akımlar köpürdüğü zaman, laik Türkiye’nin sigortası olarak nitelenirler. Ancak, genelde kesin bir ayrımcılık vardır. Devletin ağırlığı Sünni’lerin elindedir ve Sünni’ler Alevileri hiç sevmezler. Müslüman olmadıklarını ileri sürerler. Hatta küçültücü yakıştırmalar yaparlar. Aleviliği bir nevi, İslam dışı cemaat gibi görürler. Fırsat bulduklarında, Madımak’taki, Çorum’daki, Kahramanmaraş’taki gibi kıyıma uğramalarına dahi göz yumarlar. Sünni Devlet, Alevileri General yapmaz. Vali derecesine dahi çıkartmaz. Üstelik Diyanet vasıtasıyla zorla Sünnileştirme politikası izler. Aleviler uzun yıllar bu baskıya boyun eğdiler. “Zenci”liklerini kabul ettiler. 1980’den itibaren ise, haklarını arayan bir tutum takındılar. Haklarını ararken de hiçbir zaman başkaldırıya, şiddete yönelmediler. Her zaman barışçı şekilde hareket ettiler. Ne araba yaktılar, ne dükkân taşladılar, ne de kepenk kapattılar. Bildiriler yayınladılar... Demeçler verdiler. İktidarlardan defalarca tutulmayan sözler aldılar, ancak yine de sokaklara dökülmediler. İşte artık bu durum değişiyor. Aleviler de ilk defa alana indiler. Bundan sonra, isteklerini daha yüksek sesle duyurmak isteyecekleri ortada. (…) İktidar ve devlet, artık Alevileri eskisi gibi itip kakmıyor, ancak bu kesimin beklentilerine de sırt çeviriyor. Çok hata ediyorlar. Zira, Aleviler bu devletin gerçek sigortasıdırlar. Sabırlarını taşırmadan, ellerine taş-sopa almalarını beklemeden onlara sahip çıkmalıyız. Ne istiyorlar?(…): 1. Eşit muamele görmek: Bundan daha doğal bir istek olamaz. Onlar da, her Türk vatandaşı gibi, General-Vali dahil, devletin her kademesinde rol almak, kabul görmek istiyorlar. 2. Zorunlu din derslerinin kaldırılması: Bu da karşılanabilecek, hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararı uygulandığı takdirde, yerine getirilebilinecek bir istek. Alevi çocuğa zorla, inanmadığı Sünnilik öğretiliyor. Aleviler de, bunun zorunlu değil, seçmeli olmasını arzuluyor. Haklılar. 3. Diyanet’in kapatılması:
18
karışımı bir çorbaya çeviren ‘döneklere’ karşı isyanlarıdır. Yüz bin camiye karşı sayısı bini bulmayan Cemevlerini ibadethane saymayan ‘Sünni devlet’ zihniyetinin arkasında işte bu tarih var. 1517’ten beri dönekler, dönmeyenlere zulmediyorlar hâlâ! Sorun, Araplaşan Türklerle, Türklüğünü koruyan Aleviler arasında. Sorun, Türkçeleştirilen İslamiyet’le, Arap İslamiyet’ine biat edenler arasında. Söyleyecek çok sözüm var bu konuda. Hem sizlere anlatacağım, hem de kitap yazacağım.
GÜNERİ CIVAOĞLU
Alevi Gerçeği 12 Kasım, Milliyet
MİNE G. KIRIKKANAT
Dönekler Dönmeyenleri Ezerken... 11 Kasım, Vatan 1980’DEN BERİ, Alevi çocuklara Sünnilik zorla öğretiliyor bu devletin okullarında. Ermeni, Rum ve Yahudi öğrenciler bir süre önce sıyırdı yakayı bu insan hakları ihlalinden, Aleviler ‘bizdensiniz’e kurban gitti, cebren Sünni Diyanet İşleri’nin baskısı altında tutuluyorlar. Sivas’taki uğursuz katliam mekânı Madımak Oteli’nde, bırakın Alevilerden bir özür, ölenlere saygı makamında müze yapılmak, katliam yangınını övercesine ‘kebapçı’ açıldı! Zaten Türkiye’deki tarih, insanlık ve ahlak yozlaşmasının ayıplı hukuku da Madımak katliamının ‘bulunamayan’ sanıklarını zaman aşımından kurtarmaya hazırlanıyor!(…) Yavuz Selim, kendi saltanatından çok Tebriz’de Bâtıni Türklerinin kurduğu Safavi devleti ve bugün Alevilerin Yedi Ulu’sundan biri sayılan Şah İsmail’e karşı kazandığı Çaldıran Savaşı’ndan öteye, Anadolu’da Alevi kıyımı başlatmış ve bu kıyımın gerek artçı katliamları, gerekse kültürel baskısı bugün de sürmektedir. Alevi kıyımı, öylesine hunhar ve uzun bir tarih sürecine yayılmıştır ki, bugünün terminolojisindeki karşılığı ‘soykırım’ olmalıdır. Yavuz Selim, soykırım sürerken Osmanlı’nın Alevi Bektaşiliği olan devlet dinini de 1517’den öteye Sünni olarak değiştirmiştir. Anadolu halkı, fermanla, tehditle, zorbalık kullanarak Sünnileştirilmiştir. Başka bir deyişle Aleviler, dilinden de dininden de devlet sopasıyla dönmeyen, gerçek Türklerdir. Bunun için Atatürkçüdürler. Ve Türkiye Cumhuriyeti de aradığı Türkçeyi ve Türklük kavramını, onların yaşattığı değerlerde, onların yitirmediği kültürde bulmuştur! 1519’da başlayan Celali İsyanları, Alevi Türklerin, sadece Osmanlı’ya karşı değil, Araplaşan Osmanlı’ya, dilini Arapça, Farsça
SÜNNİ VE ALEVİ arasındaki fark daha çok ibadet ve ritüeldedir. Alevilerin -camiye gidenleri de vardır amagenel olarak ibadet mekânları cemevleridir. Cemevlerinde kadın ve erkek birlikte çember oluştururlar. Kendilerine özgü semahı vardır. Her Alevinin bütün yanlışlarına karşı kefili olan bir başka Alevi vardır. İnanca, geleneğe, etiğe aykırı davranışta bulunan Alevi, bundan zarar gören Alevi tarafından şikâyet edilirse, yanlışlarını düzeltene ve bağışlanana kadar cemevine bile alınamaz. Alevi de alkol yasağı yoktur, ama zaten katı etik kurallar nedeniyle ölçüyü kaçıramaz. Bektaşilikle Alevilik örtüşür. Bir fark; “Bektaşi olunabilir ama Alevi doğulur...” Yavuz Sultan Selim’e kadar Osmanlı padişahları Aleviydi. Yavuz, Mısır’ı zapt ettikten sonra halife olarak döndü ve Osmanoğulları hanedanı Sünniliğe geçti. Özellikle Avrupa’daki Türk varlığı, Alevi/ Bektaşi inanç ve kültürüyle sürdü. Evlad-ı Fatihan’ların çoğu Alevi/Bektaşi idi. (…) Aleviler bu toprakların gerçek zenginliğidir. Onları ayrışmanın, dışlamanın coğrafyasında tutmak büyük yanlışlık olur. “Türk-Kürt” ve “Sünni-Alevi” ayrılık tezgâhı kuran kirli ellere malzeme vermeyelim. Kürt kökenli nüfusun küçük bir azınlığının oylarını alabilen DTP ile birlikte saf tutmayı hedefleyen marjinal Alevi fraksiyonları güçlendirecek tutumlardan kaçınmak, Alevi kardeşlerimizle kucaklaşmak gerekir.
Sayı 47
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ İSMET BERKAN
Bir Türlü Sivil Olamamak, Devletsiz Düşünememek 22 Kasım, Radikal ORAL ÇALIŞLAR’ın “Aleviler Ne İstiyor?” dizisini okuyorum iki haftadır. Bu dini azınlık grubunun bugün dahil çekmekte olduğu eziyeti, dışlanmayı, ayrımcılığı çok iyi ifade ediyor Alevi cemaatlerinin önde gelenleri, ama iş ‘Sizin için ideal bir hayat nasıl olurdu, neyin nasıl olmasını istersiniz?’ sorusuna gelince çatallanıyor. Bir sorunun çözüm yolları konusunda farklı farklı görüşler olması da kaçınılmaz bir şey, bunu anlayabiliyorum. Ama anlayamadığım, daha doğrusu anlamakta epey güçlük çektiğim şey, devletin ders kitaplarında Aleviliği hakkınca anlatması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Aleviliği tanıması ve mesela Cem Evleri’nde din hizmeti veren ‘dede’lere maaş ödemesi halinde sorunların çözüleceğinin düşünülmesi. Ben tam tersi görüşteyim. Alevilik, bizdeki laiklik uygulamasının dini pratikte yol açtığı ‘devletin dine hükmetmesi’ anlayışının dışında gelişmiş, kendini modern zamana ve şehirleşmeye uyarlamış ve kendi kendine sekülerleşmiş, yani dünyevileşmiş bir dini anlayış. Tam da bu sebeple, yani uzunca bir zamandan beri devlet boyunduruğunun (ve elbette imkanlarının da) dışında kalmış olması, kendi gelişimini tamamen sivil ananevi bir biçimde sürdürmüş olması sebebiyle, bu anlayışın bundan sonra da sürmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani Alevilik, Diyanet’le veya şunla bunla hiç ilişkiye geçilmeden, hiçbir yere bağlanılmadan sürdürülebilir bir dini anlayış. Bana kalırsa Alevi toplumu, mücadelesini kendi etnik-dini kimliklerinin kabulü, Cem Evleri’nin yasalar önünde ‘ibadethane’ olarak tescil edilip diğer bütün ibadethanelerle aynı imkanlara (elektrik ve suya para vermemek) sahip olabilmesi ve hepsinden önemlisi bu Cem Evleri’nin cemaatleri veya dernekleri tarafından yönetilmesinin sağlanması yönünde sürdürmeli. Bu mücadele, özellikle son maddesi nedeniyle, Türkiye’deki mevcut laiklik uygulamasıyla taban tabana çelişiyor, o yüzden de Aleviler’in yolu uzun ve zorlu. Ama unutmayın, Aleviliğin sivil bir dini anlayış olarak, tamamen devletin dışında gelişmesi, zaten gelenekle de uyumlu. Ve tam da bu yüzden, Alevi cemaat temsilcileri, başlarından geçen en zorlu olayın Atatürk döneminde tekke ve zaviyelerin kapatılması olduğunu söylüyorlar. Şimdi Alevi toplumunun ciddi bir şansı da var: Türkiye, Avrupa Birliği ile ‘dini örgütlenme özgürlüğü’ alanında tam da bu çatışmayı yaşıyor. Türkiye’ye yerleşen Alman, Hollandalı gibi topluluklar burada kendi kiliselerini açmak ve daha da önemlisi bu kiliseleri kendi cemaatleri eliyle yönetmek istiyorlar. Yani sivil bir dini anlayış istiyorlar; çünkü başka türlüsünü bilmiyorlar.
Kasım 2008
Buna karşılık bizim yasalarımız, Anayasa aracılığıyla güvence altına alınan ‘Devrim Kanunları’ nedeniyle, kimseye bu imkanı vermiyor. Devlet kendi yasasıyla cemaatlerin camileri, cemevlerini veya kiliseleri yönetmesine izin vermediği gibi sünni islam anlayışı dışında kalan inanç gruplarının ve dinlerin bu yöndeki taleplerini da karşılamıyor. Ama AB süreci içinde ister istemez bu yönde ilerleme sağlayacağız. En azından Avrupa’da yaşayan Türklerin din ihtiyaçları nasıl karşılanıyorsa, biz de burada yaşayan Avrupalılara ve bu arada Aleviler başta olmak üzere cemaatlere aynı imkanı sağlayacağız. Türkiye eninde sonunda tekke ve zaviyelerin kapatılması kanununu konuşacak. Bu konuşmayı AKP gibi bir siyasi geçmişten gelen bir partinin başlatmasındansa her zaman barışçı bir dil kullanmış, her zaman Atatürk’e bağlı kalmış Aleviler’in başlatması, sanki siyaseten daha doğru olur.
yor, siz neden duruyorsunuz?’ deniyormuş. (...) Son dönemdeki kışkırtıcı propagandaya Avrupa’daki gazete muhabirleri de vâkıf; Alevi örgütleri de... Cem Vakfı, Ehl-i Beyt Vakfı, Hasandede Alevi Bektaşi Kültür Derneği gibi kuruluşların başkanları açıklama yaptı, son mitinge karşı çıktı. Bu endişelere yer vermeyi, değerli meslektaşım ‘iyi Alevi, kötü Alevi’ ayrımı yapmak olarak algılamış. Yanlış. (...) Aleviler bu sorgulamayı açıkça ve dürüstçe yapıyor zaten. Nitekim dün Meclis’te konuşan Alevi milletvekili Reha Çamuroğlu, mitingin siyasî amacını şöyle sorguluyordu: “Hükümeti Ankara Çayı’na süpürmek mi, oturup sorunların çözümü için konuşmak mı? Mitingi yerel seçimleri hedefleyerek mi düzenlediniz; yoksa muradınız Alevilerin sorunlarının çözümlenmesi mi?”
ORAL ÇALIŞLAR
Zaman Gazetesi ve Alevi Talepleri 10 Kasım, Radikal
EKREM DUMANLI
Bir Kez Daha Alevi Mitingi 13 Kasım, Zaman [ORAL] Çalışlar soruyor: “Sivas katliamını ve Gazi Mahallesi cinayetlerini Aleviler mi planlamıştı?” Cevabım çok net: Hayır. Ama organize edenler Alevi-Sünni kavgası istiyordu. Radikal yazarının bu olayları tertip edenler hakkındaki kanaati şöyle: “Bu tezgâhın arkasında Özel Harekât Timi polislerinin olduğu, Susurluk Çetesi ile bağlantıları bulunduğu anlaşıldı. Biraz daha üstü eşelenebilse ‘Ergenekon’la olan ilişkileri de açığa çıkabilir.” Aynen katılıyorum. Endişemiz de bu yüzden. ‘Sivas’taki olayları Aleviler yaptı’ diyen yok ki! Tam tersine, olay yerinin Sivas seçilmesi ya da Gazi Mahallesi olarak belirlenmesi, derin bir planın sonucuydu. Mezhep kavgası çıksın isteniyordu. ‘Aman dikkat!’ diyoruz; çünkü yüreğimiz yanıyor ve Alevi-Sünni çatışmasına yol açabilecek bir komploya dikkat çekiyoruz. Tabii ki mitingler düzenlenecek, talepler dile getirilecek; ancak araya sızacak provokatörlere de dikkat edilecek. (...) Özellikle Avrupa’daki bazı örgütlerin, Türkiye’deki Alevilere baskı yaptığı söyleniyor. İddialara göre ‘Kürtler şehirleri ateşe veri-
NE İSTİYOR Aleviler? 12 Eylül askeri darbesinin ürünü olan “Zorunlu din dersleri”ne son verilmesini. Üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi geçen sene Türkiye’de okutulan din derslerinin içeriği itibariyle insan haklarına aykırı olduğu yönünde bir karar verdi. AKP hükümeti de bugüne kadar bu mahkeme kararına uygun bir adım atmadı. Zaman gazetesi “zorunlu din dersleri”ni mi savunuyor? (...) Alevilerin taleplerinden birisi de kendi ibadet ve sosyal toplanma yerleri olan cem evlerinin yasal statüye kavuşturulmasını istiyorlar. Eğer bir ülkenin milyonlarca yurttaşı, kendi inancı doğrultusunda ibadet ettiği mekanların yasal olarak da kabul edilmesini istiyorsa bunun tartışılmadan kabul edilmesi gerekmiyor mu? Bunun çağdaş dünyada başka türlü yorumlanması mümkün mü? Alevilerin bir talebi de Diyanet İşleri Başkanlığının “laik” bir devlete yakışmadığı için ya kaldırılması, ya da yeniden düzenlenerek laikliğe uygun hale getirilmesi. Diyanet İşlerinin Başbakanlığın emrinde olması ve tamamen Sünni-Hanefi anlayışına göre örgütlenmesini Zaman laikliğe uygun mu buluyor? Bunun neresi kargaşalık istemek oluyor? Her askeri darbe döneminde Alevi köylerine yaygın bir şekilde cami yapılmaya başlanır. Aleviler kendi talepleri olmadan yapılan bir faaliyeti bir baskı olarak kabul ediyorlar. Zaman gazetesi acaba bu talebin neresini “terör”le ilişkilendiriyor? İstemeseler de Alevilerin köylerine cami yapılması mı gerekiyor? (...) Alevilerin bir kesimi Ankara’daki mitinge katılmadı. Katılmadıklarını da söylediler. Bu da onların hakkı. Bunların açıklamalarını gazetenin en tepesine taşıyıp, miting yapan insanları töhmet altında bırakacak şekilde manşet atmak acaba ne anlama geliyor? (...) Kendilerinden farklı inançlara sahip Alevilere neden bu kadar düşmanca yaklaştıklarını bir kez daha değerlendirsinler. Özgürlükçü tutum bir bütündür. Kürt’ün hakkını da, Alevi’nin hakkını da, Ermeni’nin hakkını da, başörtülü kızın hakkını da “ama”sız ve “ön koşulsuz” savunacaksınız.
19
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ ÂŞIK FUKARA (UMUT GÜRSES)
GAZETELERDE ANCAK İLAN OLARAK YAYINLANINCA YER BULABİLEN
Var mıdır? Ele gelmiş yolda, uluyum diyor, Acep konuşmaya dili var mıdır? Muhammed Ali’yi severim diyor, Güttüğü ikrarda doğru var mıdır? İbadet ederken canlı izletir, Madımak deyince, bizi pisletir, Saltanat kurmuş, devlet yönetir, Muhammed Ali’den demi var mıdır? Arapça Elif, Be kitap veriyor, Bir olak deyince hemen gidiyor, Bizlere Alevi değilsin diyor, Kızılbaş halinden özü var mıdır? Alevi İslam’mış Saltanat adı, Birini seçmişler olmuştur Kadı, Ettiği zevklerin bulunmaz tadı, Ölmeden ölmeye canı var mıdır? Mitinge çağırdık, ben gelmem diyor, O koca diliyle, hilaf katıyor, Görmeyen gözüyle ben erdim diyor, Yaptığı cemlerde doğru var mıdır? Fukara taliptir, bu yoldan dönmez, Merak etme bizim sözümüz bitmez, Yediği lokmanın hakkını vermez, O mahşer gününde yüzü var mıdır?
ÂŞIK FEZALÎ (HACI CIRIK)
Yobazla Erenler Gelin canlar birlik olalım diye Yobazla yola gidilmez erenler Tarih önünde canlar kıya kıya Yobazla dâr’a durulmaz erenler İnsanoğlu ilimde olan ışık Bizim İzzettin bilinmez karışık Görünen hali belli bakımlı şık Yobazla ceme varılmaz erenler Ayrı yol sürenler sağa yanaştı Gülüm sarım ekranlarda buluştu Teslim olanlar renklere karıştı Yobazla niyaz edilmez erenler İkrarımız insana can canadır Ayrılık bilinmez haktan yanadır Gizli saklı yaşadık bin senedir Yobazla gerçek sorulmaz erenler Bu yolda nice dede hoca oldu Eridiler kala kala hece oldu Ömür boyu başları eğik durdu Yobazla candan sarılmaz erenler Fezali beyhude dolaşma boşa Huyu bozuk bela getirir başa Yürüyen kervanı uğratma taşa Yobazla yollar bilinmez erenler
20
Aydınların ABF Yürüyüş ve Mitingine Destek Bildirisi
Ö
ZGÜRLÜKTEN, eşitlikten, çoğulcu bir toplumsal yapıdan, gerçek bir laiklikten, toplumsal barıştan yana, ayrımcılığa karşı eşit yurttaşlık hakkını savunan bizler: Çağlar boyu inkâr edilen, horlanan, dışlanan, katliam ve sürgünlerle yok edilmeye çalışılan Aleviliğe yönelik asimilasyoncu uygulama ve anlayışa son verilmesini; Gerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve gerekse Danıştay tarafından Zorunlu Din Dersine ilişkin verilen yargı kararlarının derhal uygulanmasını, 12 Eylül Diktatörlüğünün toplumumuza zorla kabul ettirdiği “Zorunlu Din Dersleri” uygulamasına derhal son verilmesini; Laikliğin evrensel anlamına uygun olarak devletin elini dinden çekmesini, tüm inançlar ve ibadet mekânları karşısında eşit bir mesafede durmasını, bu kapsamda Sünni Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Anayasal bir kurum olmaktan ve genel idare yapısından çıkarılmasını; Alevi köylerine zorla cami yapılması ve imam atamalarına son verilmesini, el konulmuş Alevi inanç yerlerinin ve diğer değerlerinin Alevilere geri verilmesini; Abdullah Aydın - Yazar Abdülkerim Avcıoğlu Abuzer Palalı Adalet Ağaoğlu - Yazar Adnan Bostancıoğlu - Yazar Adnan Caymaz - Yazar Ahmet Çakmak - Profesör Ahmet Erhan - Şair Ahmet Hakan - Gazeteci Ahmet Telli - Şair Ahmet Tulgar - Yazar Ahmet Ümit - Yazar Alaattin Us - Sanatçı Ali Murat İrat - Yrd. Doç. Ali Yıldırım - Yazar Aslı Erdoğan - Yazar Ayhan Yalçınkaya - Doç. Ent. Aydın Çubukçu - Yazar Aydın Şimşek - Şair Ayşegül Devecioğlu - Yazar Aytaç Arman - Sanatçı Aziz Çelik - Yazar Bahattin Günel - Yazar Berat Günçıkan - Gazeteci Berrin Sulari -Sanatçı Burhan Şenatalar - Prof. Büşra Erşanlı - Prof. Cafer Öktem Cahit Berkay - Sanatçı Celal Başlangıç - Gazeteci Celalettin Can Celal Yıldırım - Doktor Cezmi Ersöz - Yazar Dursun Bulut Doğan Tılıç - Gazeteci Edip Akbayram - Sanatçı Enis Sakızlı Erbil Tuşalp - Gazeteci Erdoğan Aydın - Yazar
Eren Aysan - Dramaturg, Şair Erol Katırcıoğlu - Prof. Eşber Yağmurdereli - Avukat Fahri Aral Fahri Özdemir - Yayıncı Fatoş Güney Fazıl Say - Sanatçı Fehmi Yaşar - Yönetmen Ferhat Tunç - Sanatçı Fikret Başkaya - Yazar Fikri Sağlar - Yazar Gizem Erkan - Yazar Gülten Kaya Güray Öz - Yazar Halil Ergün - Sanatçı Handan İpekçi - Yönetmen Hasan Ataol Hasan Kapıkıran Hasan Saltık - Yapımcı Haydar Ergülen - Şair Hüseyin Atabaş - Şair Hüseyin Kuzu - Senarist Işıl Özgentürk - Yazar İbrahim Kaboğlu - Prof. İdris Aydın Yazar İlknur Birol - Avukat İpek Çalışlar - Yazar İsmet Demirdöğen - Gazeteci Kemal Bingöllü - Avukat Leman Sam - Sanatçı Mahmut Temizyürek - Şair Masis Kürkçügil - Yazar Mazlum Çimen - Sanatçı Mehmet Ali Alabora - Sanatçı Mehmet Bekaroğlu - Prof.r Mehmet Özer - Sanatçı Mehmet Tüm Melih Pekdemir - Yazar Melike Demirağ - Sanatçı
İnancı, kökeni, dili, dini, ırkı ve cinsiyeti ne olursa olsun tüm yurttaşlarımızın ayrımcılığa uğramadan temel hak ve özgürlüklere sahip olmaları için “Eşit Yurttaşlık” ilkesinin yaşama geçirilmesini; Günümüzde geçerliliğini yitirmiş “Tek Dil”, “Tek Din” ve “Tek Irk” anlayışlarından vazgeçilerek çok kültürlülüğün ve çeşitliliğin, zenginliğimiz olduğunun kabul edilmesini; Farklılıklarımızla bir arada yaşamanın toplumsal barışı getireceğine inanarak, uluslararası belgeler ve yargı kararlarına, insan haklarına ve temel özgürlüklere dayalı eşitlikçi, özgürlükçü ve çoğulculuğu temel alan yeni sivil ve demokratik bir anayasanın oluşturulmasını; Bu anlamda Alevi Bektaşi Federasyonu’nun, “Ayrımcılığa Karşı Eşit Yurttaşlık Hakkı” sloganıyla 7-8-9 Kasım 2008 tarihlerinde ülke çapında başlatacağı “Büyük Alevi Yürüyüşü” ve 9 Kasım 2008’de Ankara’da yapacağı mitingi destekliyor, mitingde olacağımızı ifade ediyor ve tüm duyarlı yurttaşları mitinge bekliyoruz.
Menderes Samancılar Sanatçı Metin Güven - Şair Metin Özuğurlu - Doç. Metin Üstündağ - Karikatürist Metin Peker - Karikatürist Mihri Belli Mithat Sancar - Prof. Muammer Keskin Muammer Ketençoğlu Sanatçı Mustafa Alabora - Sanatçı Mustafa Şen - Doçent Müge Caner - Öğr. Görevlisi Müslim Çelik - Şair Nazım Alpman - Yazar Nebil Özgentürk - Gazeteci Necmettin Çobanoğlu Sanatçı Necmettin Salaz Necdet Saraç - Yazar Neşe Akkuş Neşe Yaşin - Şair Nevzat Karakış - Sanatçı Nihat Behram - Şair Nimet Tanrıkulu Oğuz Kaan Salıcı Oğuzhan Müftüoğlu - Yazar Onur Akın - Sanatçı Orhan Aklaya - Şair Osman Yılmaz Ömer Türkeş - Yazar Özcan Alper - Yönetmen Özgen Seçkin - Yazar Ragıp Duran - Gazeteci Ragıp Zarakolu - Yayıncı Reis Çelik - Yönetmen Rıdvan Akar - Gazeteci Ruhi Koç - Doktor
Rutkay Aziz - Sanatçı Sabahat Akkiraz - Sanatçı Salim Turgut - Gazeteci Salman Kaya Selçuk Polat -Yazar Selma Ağabeyoğlu - Şair Semir Aslanyürek - Yönetmen Sevim Belli Sezai Sarıoğlu - Şair Sırrı S. Önder - Yönetmen Sibel Özbudun - Yazar Suavi - Sanatçı Suzan Samancı - Yazar Süha Tuğtepe - Şair Süleyman Arslan - Mimar Şerdil Odabaşı - Avukat Şükrü Ceyhan - Doktor Şükrü Erbaş - Şair Tahsin Yeşildere - Prof. Tarık Caner Temel Demirer - Yazar Tevfik Taş - Yazar Turan Alıcı - Sanatçı Uğur Yağmurdereli - Mimar Vedat Sakman - Sanatçı Vedat Türkali - Yazar Vedat Ülger - Yazar Yalçın Yusufoğlu - Yazar Yasemin Göksu - Sanatçı Yaşar Kemal - Yazar Yavuz Bingöl - Sanatçı Yelda R. Kaymakçı - Sanatçı Yılmaz Demiral - Sanatçı Yüksel Işık - Yazar Zeki Coşkun - Gazeteci Zerrin Taşpınar - Yazar Zeynep Altıok
Sayı 47
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ BÜYÜK ALEVİ MİTİNGİ ÜZERİNE GELEN ÇOK SAYIDAKİ YAZIDAN BÖLÜMLER
Canlar Miting İçin Neler Dedi
SAMİ EVREN (KESK GENEL BAŞKANI)
Taleplerine Sahip Çıktılar
A
Evrensel, 10 Kasım
LEVİLERİN ilk defa yüksek sesle itiraz ettikleri bir gövde gösterisi oldu. Yıllardır yok sayılan Aleviler, kendi taleplerine sahip çıktılar, asimile edilmelerine itiraz ettiler. Zorunlu din derslerine karşı çıktılar; özgürlükçü, eşit, demokratik anayasa talep ettiler. ‘Demokrasi mücadelesinde biz de varız’ dediler. Din ve vicdan özgürlüğünü savundular. Bu, farklı kimlik ve kültürleri yok sayan iktidara ciddi bir uyarıdır. Demokrasiden nasibini alan iktidarın tek yapması gereken bu tepkiyi algılamaktır!
MUSTAFA ÖZCİVAN
Korku ve Coşku
A
11 Kasım, Ankara
LEVİ toplumunun Serçeşmesi, inanç merkezi, Hacı Bektaş Veli’nin, Kalender Çelebi’nin memleketi, Mustafa Kemal’in Cemalettin Çelebi’ye Cumhuriyet kelimesini ilk defa kullandığı kasaba, tüm Alevilerin Hacıbektaş’a ve Hacıbektaşlıyım diyene gıpta ile baktığı sevgi ve sempati duyduğu Hacıbektaşlıya ne oldu? Bu ne korku, bu ne pısırıklık, bu ne sinmişlik, bu ne vurdumduymazlık? 9 Kasım’daki büyük Alevi yürüyüşü için 8 Kasımda insanlar yüzlerce kilometre ötelerden her türlü maddi manevi sıkıntılar göze alarak Hacıbektaş’a geliyorlar, ne için? Alevi Bektaşi toplumunun eşit yurttaşlık hakkı için, Alevilerin asimile edilmemesi için Zorunlu din derslerine hayır demek için Cem evlerinin yasal statüye kavuşturulması için, Diyanete hayır demek için Ama Hacı Bektaş Veli’nin, Kalender Çelebi’nin (...) memleketinde Hacıbektaş halkı kimden, neden, ne için korkuyor; köşeden, camlardan, kahvehane kapılarından bakıyorlar? Bu mu aydın, demokrat, devrimci Hacıbektaş? Bu olmaması lazım, bu tür siyasetler üstü etkinliklerde Hacıbektaş halkının coşkuyla, hiçbir siyasi parti, siyasi görüş farkı gözetmeden sokağa çıkması gerekirdi. Acaba komşu il
Kasım 2008
veya ilçede cami ile ilgili bir yürüyüş yapılsa, onlarda Hacıbektaşlılar gibi kapı arkalarından mı bakarlar yoksa o eyleme katılırlar mı? Bu sorunun yanıtını Hacıbektaş halkı iyi bilir, işte birlik ve beraberliklerini sağladıkları için siyaseten ve ekonomik olarak güçlüler. 8 Kasım akşam Ankara’ya gittim ve 9 Kasım sabah saat 11’de Sıhhiye Meydanı’nda idim. Polis kontrol noktasını geçerek ilk alana girenlerdenim, konuşma platformuna çıktım ve alanda yaklaşık bin-iki bin kişi vardı. Önceleri tereddüt halinde idim, “Acaba alan dolar mı?” diye. Bu düşüncemi PSAKD Genel Başkanı Av. Fevzi Gümüş ve Hüseyin Gazi Derneği yöneticisi Av. Ali Yıldırım’la paylaştım. Fakat saat 12’de alanda yer kalmamıştı ve Ankara dışından gelenler henüz alana girmemişlerdi. Saat 13’de alanda yüz bin Alevi yurttaş vardı ve Ankara son yıllardaki en görkemli, en coşkulu ve en düzeyli mitingini yaşadı. (...) Aleviler ABF önderliğinde gücünü göstermiş ve ABF’de rüştünü ispatlamıştı. Alevi toplumu bu mitingle küçümseyenlere, engellemeye çalışanlara, mitingi bölücüler yapıyor diye dedikodu üretenlere en güzel yanıtı vermişti. Ve Alevi toplumunun içindeki gerçek bölücülerin bu mitingi engellemeye çalışanların olduğu görülmüştü. Onlar ki Aleviliği Sünni İslam’ın içinde eritmeye çalışanlardır. Onlar ki Aleviliği Alevi olmayanlardan öğrenmeye çalışan ve onların arkasına saklananlardır. Onlar ki Maraş’ta, Çorum’da Alevileri katledenlere silah arkadaşlarım diyecek kadar kimliksizlerdir. Onlar ki Aleviliği sadece kurban kesip pilav yemek zannedenlerdir. Ve Alevi toplumu onlara cevabını 9 Kasım’daki mitingle verdi.
TURAN ESER
Şeyhülislam Referanslı Uç Fikirler
B
ÜYÜK ALEVİ yürüyüşüne yüz bin can katıldı. Türkiye’de hayat durdu, toplumsal ve siyasal ilgi Ankara’daki mitinge kilitlendi. Miting öncesi tüm “provokasyon” mazeretli komplocu yaklaşımlar, Alevilerin eşit haklar talebi arkasında, “gizli hesap ve plan” arayanların hesapları bozuldu. Çünkü Aleviler kısa ve net görünen, demokratik ve hukuksal talepleriyle Türkiye’nin karşına çıkıp sözünü söyledi. (…) Camilerden, imamlardan ve Sünni-Hanefi inancından sorumlu Devlet Bakanı Mustafa Said Yazıcıoğlu, büyük Alevi yürüyüşü ve yüz bin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının demokratik talebi karşında, AKP hükümeti adına resmi ve statükocu ezberi olan “bu tür uç fikirlere biz itibar etmiyoruz”u tekrara başvuramaz. Alevi gerçeği ve sorunuyla yüzleşmelidir. (…) Bakanlık yüz bin insanın ortak akılla ürettiği ve başkentin göbeğinde gün boyunca sahiplendiği demokratik ve hukuksal taleplerini
“itibarsız uç fikir” olarak, çirkince tanımlayıp, olumsuzlayamaz. Buna hakkı yoktur. Bakanlık makamı sorun çözmek için vardır. Orası, sorun çözme yerine sorun yaratma makamı değildir. Devlet adına, hukukun ve demokrasinin evrensel ilkelerine bağlı kalarak sorun çözme becerisine sahip olmayan bir bakan, o makamı işgal etmemeli ve derhal istifa etmelidir. (…) Sayın Bakan (...) kamuoyunu yanıltmak için “Bu vatandaşlarımızın sıkıntıları konusunda onlarla görüşüyoruz ve diyalog halindeyiz” diye yalana başvurmaktadır. Bu açıklamanın gerçekle uzaktan, yakından bir ilişkisi yoktur. Gerçek şu; yedi yıllık AKP hükümeti bugüne kadar (...) randevu vermemiştir. Diyalog içinde olmamıştır. AKP hükümetin bakanı, kamuoyunu bu türde yanlış bilgi ve yalanlarla yanıltamaz. Aleviler ve onların temsilcileri 9 Kasım’da Ankara’daydı. Kimsenin Sayın Yazıcıoğlu’nun bu gizli ve sanal Alevi diyalogdan haberi yoktur. Öyle görünüyor ki, Sayın Bakan Türkiye Alevilerini “aşırı uç” bulmuş olmalı ki, dışarıdan “ılımlı uç” Alevi ithal etmiş de onlarla diyalog kuruyor. Acaba Sayın Bakanın Alevi toplumundan ve onun kurumlarından gizli bir ajandası mı var? Öyleyse bunu derhal kamuoyuna açıklamalıdır.
LÜTFİ KALELİ
Ve Aleviler Hak İçin İlk Kez Miting Yaptılar
H
AKLARINI almak için yasal yolları deneyen, ama olumlu bir sonuç alamayan Aleviler, Alevi Bektaşi Federasyonu’nun öncülüğünde “Ayrımcılığa Karşı Eşit Yurttaşlık Hakkı” sloganıyla ülke genelinde 7 Kasım 2008’de başlatılan “Büyük Alevi Yürüyüşü”, 9 Kasım 2008 Pazar günü Ankara Sıhhiye Meydanı’nda 100 bini aşkın katılımcıyla yapılan miting ile sona erdi. (…) Diyanet İşleri’nden Sorumlu Devlet Bakanı Mustafa Said Yazıcıoğlu; “Diyanet, devletin önemli kuruluşlarından birisidir ve önemli fonksiyonlar icra etmektedir. Bu nedenle biz, Diyanet’in kaldırılması gibi uç fikirlere itibar etmeyiz” diyerek tepki verdi. Zaten AKP iktidarından da bu beklenirdi. Ancak, Alevi isteklerine tavırlı olan AKP yalnız kalmadı, onu arkalayan sözde Aleviler de oldu: “Şeriat gelecek, ama kanlı mı gelecek, kansız mı?” diyen Necmettin Erbakan’ın Refah Partisi’nden, onun devamcısı olan Fazilet Partisi ile Saadet Partisi’nden destek almakla (Devamı 22. Sayfada)
21
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ (Baştarafı 21. Sayfada)
Canlar Ne Dedi kalmayıp Şii Şeriatını Türkiye’ye yaymaya çalışan İran’ın Kum kentinden de destek alan Dünya Ehlibeyt Vakfı Başkanı Fermani Altun ile “Türk İslâm Sentezcileri”nin güdümünde “Alevi İslâm” söylemiyle Alevi asimilasyonuna soyunmuş olan CEM Vakfı Başkanı İzzettin Doğan’ın emrinde kurulan kukla konumundaki Alevi-Bektaşi Vakıfları Federasyonu Başkanı Doğan Bermek, Atatürk düşmanı Fethullah Gülen cemaatinin yayın organı olan Samanyolu Televizyonu’na 7 Kasım 2008 günü çıkıp verdikleri demeçlerle mitinge karşı olduklarını açıkça ifade ettiler. İzzettin Doğan da bu mitingi düzenleyenleri Alevi değil, ateist olmakla, mitinge katılanları Alevileri temsil etmemekle, mitingi Alevi ve Kürtleri birleştirme planı olmakla suçlayıp mitingi küçümseyerek, kendisinin düzenleyeceği mitinge milyonları taşıyacağını söyledi… İzzettin Doğan’a anında yanıt veren Federasyon Başkanı Ali Balkız ile PSAKD Başkanı Fevzi Gümüş; Doğan’ın kendisinin de Kürt kökenli olduğunu, 12 Eylül 1980 askeri darbenin ardından emekli General Turgut Sunalp liderliğinde kurulan Milliyetçi Demokrasi Partisi’nden milletvekili adayı olduğunu, ancak kendi köyünden bile umduğu oyu alamadığını; Aleviler üzerine kurduğu ‘sırça köşkün’ şimdi çöktüğünü, mademki milyonların katılacağı bir miting düzenleyecekti de şimdiye dek neden beklediğini; Doğan’ın tarihsel misyonunun Alevileri yürütmek değil, uyutarak asimile etmek olduğunu belirttiler ve Doğan’ı “düşkün” ilan ettiler. İzzettin Doğan, bu kez hakaret içeren daha sert ifadeler kullanarak yanıtladı iki başkanı:
tillerin yanında yer alan Büyük Birlik Partisi (BBP) il yöneticilerinin lideri olan ve de 3 Kasım 1997 günü Susurluk kazasında ölen “Derin Devlet”in desteklediği ülkücü liderlerden Abdullah Çatlı’yı 11’inci ölüm yıldönümünde mezarı başında “bir sembol olarak” şükranla anan Muhsin Yazıcıoğlu’ndan ve de İzzettin Doğan’ın “İslâm din bilgini” olarak övdüğü Atatürk düşmanı Fethullah Gülen’in cemaatinden, hatta AKP’den rahatlıkla destek alabilir. Miting, TBMM’de de tartışıldı. AKP İstanbul Milletvekili Reha Çamuroğlu, kamuoyunda olumlu ses getiren bu mitingi eleştirip AKP Hükümeti’ni savununca CHP’li Ankara Milletvekili Zekeriya Akıncı, Gaziantep Milletvekili Yaşar Ağyüz, Malatya Milletvekili Ferit Mevlüt Aslanoğlu ve Sivas Milletvekili Malik Ejder Özmedir tarafından Pir Sultan Abdal’a ihanet edip astıran ‘Hı(n)zır Paşa’ olmakla suçladılar. 18 Kasım 2008 akşamı Can Dündar’ın NTV’de sunduğu “Neden?” programına katılan Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu, “uç fikir” sözünden çark etti. İzzettin Doğan ise yine Diyanet’i, zorunlu din derslerini savundu ve de 20–25 milyon olan Alevilerin yüzde 98’ini kendisinin temsil ettiğini söyledi... Ali Balkız, İzzettin’e soru yöneltti: “Mitingimize katılan yüz otuz beş bin Alevinin arasında Hacı Bektaş Dergâhı’nın Postnişini Veliyettin Ulusoy da vardı. Ondan özür diler misin?” Özür dilemeyen İzzettin, Veliyettin Efendi’den de üstün görüyor kendisini. Hiç dayanağı olmadan Alevilerin yüzde 98’ini temsil ettiğini çok pişkin bir halde söyleyebiliyor. “Atma be Recep, din kardeşiyiz!” deyimine ne de çok uyuyor. (...)
“Bunlar, kimsenin itibar etmediği tipler. Bana çatarak kamuoyunda gündeme gelmeye çalışıyorlar. Onların ciddiye alınacak bir tarafı yok. Düşkün ilan etmek öyle kolay mı? Soytarılık bu. Düşkünlük, dedelerin yanlışlıklar yapanlara verdikleri bir karardır. Öyle soytarılara bırakılmış bir iş değildir bu...” Gençliğinde ırkçı ülkücülerin Türk Ocakları’na kayıtlı üyesi olduğu bilinen İzzettin Doğan, eğer gerçekten milyonların katılacağı bir miting düzenleyecekse, hiç kuşkusuz bu katılımcılar ülkücü camiadan olacaktır. Örneğin; Kahramanmaraş, Çorum, Malatya, Sivas katliamlarında başrol oynayan MHP’li ırkçı faşistlerle, Türkeş’in tezgâhında yetişip 9 Ekim 1978 günü Bahçelievler katliamında Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi 7 genci acımasızca öldürenlerin ve 2 Temmuz 1993 Sivas katliamında ka-
Bu bağlamda Pazar günkü yürüyüş de sizin sözlerinizden farklı bir anlam taşımıyor. Hiç kimsenin Aleviler adına konuşma hakkı yok. Alevileri kendilerinin temsil ettiğini zannedenler kendi bulundukları kurumu temsil ederler. CEM Vakfı böyle bir sözle ortaya çıkıyorsa kendisine gönül verenleri temsil ediyordur. Dün diyelim 30–40 bin kişi yürüdü. Bunların kaçı gerçekten Alevi’ydi ya da Alevilere destek verdiği için yürüdü. Bunlar tartışmaya açık. Çünkü daha çok Kürt hareketinin Aleviliği bir paravan olarak kullanmak istemesi nedeniyle Ankara’da bir mitingi gösteriye dönüştürdüler. Oradakiler biz Aleviler’i temsil ediyoruz derken onlar orada kendi düşüncelerini kendi derneklerinin düşüncelerini söylerler Alevilerin değil. Orada bir genel başkan arkadaş diyor ki ‘Hoca bizim savunduklarımızı savunmuyor mu?’ diye soruyor.
FIRAT DEMİR
İzzettin Doğan’ın Miting Değerlendirmesi 11 Kasım, Habercem
9
KASIM miting sonrası Cem TV’de Gülgün Feyman’la ‘İşin Aslı’ adlı programa konuk olan Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan konu hakkında özetle şunları söyledi: Dün Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu Alevilerin talepleri için ‘uç noktadalar’ dedi. Bu sözleri nasıl değerlendiriyorsunuz? (...) Bu iktidar altı yıldır ülkeyi yönetiyor fakat bu altı yıl içinde hiç bir Alevi kuruluşuyla el sıkışmamışlardır. Ben geçtiğimiz günlerde bir
22
resepsiyonda Sayın Yazıcıoğlu’yla görüştüm ‘Hocam bir şeyler yapmaya çalışıyoruz’ dedi. Ama ben farkındaydım belli ki bir şey yok ortada.(…) Şimdi bakan, biz Alevilerle diyalog halindeyiz diyor. Hangi Alevilerle diyalog halindelermiş? Her kafasına esen, “Biz Alevileri temsil ediyoruz” diyor. Alevilerin %98’ini temsil yeteneğine sahip CEM Vakfı dahi biz Alevileri temsil ediyoruz dememiştir. Herkes ahlaki bir davranışı benimsemek zorundadır.
Hayır, ben onun önemli saydıklarını savunmuyorum. Diyor ki, Diyanet İşleri kaldırılsın. Ben bu düşünceyi çok romantik buluyorum. Eğer öyle bir sonuca varacağını düşünüyorsa ben de destek olurum. Fakat herkes bilir ki hiç bir siyasi parti Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını istemedi, isteyemez de. Neden isteyemez? Çünkü yüzbini aşan camide yüzbini aşan Diyanet personeli duruma hâkimdir. Bunlar 7–8 milyon oya sahiptirler. Kimse bu kitleyi karşısına alamaz. Ben Başbakan Erdoğan hariç bütün Başbakanlarla bu konuyu konuşma fırsatı buldum. Demişlerdir ki ‘Biz Diyaneti aşamıyoruz.’ Dünkü hareketin liderliğini yapan arkadaş ne diyor ‘Diyanet İşleri kaldırılsın’ bu tamamen platonik, romantik bir istek. Bu isteğin uygulanma alanı yok. Biz diyoruz ki Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmasın. Atatürk’ün kurmuş olduğu kurum o günün şartlarında bugün de çalışabilir. Kurumun demokratik bir yapıya sahip olması lazım! Bu ülkedeki tüm inanç grupları yoğunluk oranında temsil edilmeliler. Devletin bütçesinden din hizmetlerine ayrılacak pay buradaki inanç gruplarının yoğunluk oranına göre dağıtılmalıdır.
Sayı 47
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ Peki, Alevileri kim temsil ediyor? Alevileri biz temsil ediyoruz demek yanlıştır. Siz kendi kurumunuzu temsil edersiniz. Dünkü toplantıda Kürt kardeşlerimiz vardı. Ben bundan asla rahatsızlık duymam. Orada bir siyasi partinin öncülüğünü yapan, DTP’nin milletvekilleri konuşmak istediler. Oradaki büyük kalabalığın büyük bölümü Kürt kardeşlerimizden oluşmuştur. Bir siyasi partinin desteği olmuştur. Bizim Kürt kardeşlerimizle bir sorunumuz yoktur. Aleviliğin İslam anlayışında ırkın hiç mi hiç önemi yoktur. Aleviler köken olarak Türk’tür. İlle de bunlara da Kürt deyip Kürtlerin sayısını artırıp siyasi bir baskı aracı olarak kullandırmamak gerekiyor. Ama biz önümüzdeki ilkbaharda eğer hala Alevilerin yasal hakları açısından bir gelişme olmamışsa milyonlarca insanı Ankara’da yürütmeyi hedefleyecek bir programı yavaş yavaş oluşturmaya başlayacağız. Onun için bakan, “şu şu istekleriniz uç noktadadır” deyip söylemesi gerekirdi. Bu tür açıklamalar ortamı kızıştırır. Sabır ama nereye kadar! Milyonlarca insanı tutamazsınız.
temel hak olması gereken Alevi toplumunun taleplerini dile getirileceği bir mitingi yok saymasını, toplumun katılımını önlemeye çalışmasını ve dahası bu mitinge katılacakları Alevi saymadığını açıklamasını maalesef ki hayretle karşılamıyoruz! Çünkü “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” ilkesiyle kendini adı cumhuriyetçi ve kendi de Atatürkçü olarak tanıtan bir kurumun Cumhuriyet düşmanlarıyla kol kola resim çektirmekten, onlarla ortak eylemlilikler düzenlemekten çekinmeyecek kadar ilkeli(!) bir duruşları olduğunu görüyor, biliyoruz! Düne kadar bir Alevi mitingine bomba yüklü aracın girip patlaması için dua eden bu mantığın amacı çalışmalarına ve söylemlerine bakarak çok daha iyi anlaşılacaktır. (...) Bir, iri ve diri olmak için uyanık olmanın bilincine inanıyor ve bir, iri ve diri olmak için uyanık olduğumuzu belirterek bu benzeri açıklamalarından dolayı Sayın İzzettin Doğan’ı bir kez daha kınıyoruz.
Bu yürüyüş burada bitmeyecek, Alevi Bektaşilerin de varlığı kabul edilene, eşit yurttaşlık hakkı alınana, özgür, emekten yana, aydınlık bir ülkeye kavuşana dek sürecek. Bu böyle biline…
ERDAL YILDIRIM
Aleviler Bir Yürüyüş Eylediler!
B
VEYSEL KAYMAK
Bir Yürüyüş Eyledik ALEVİ BEKTAŞİ GENÇLİK PLATFORMU
İzzettin Doğan’ı Kınıyoruz
A
www.alevileriz.biz
LEVİLER yine ve bir kez daha bizce amacı ve miladı meçhul olmayan İzzettin Doğan söylemlerinin biriyle daha karşı karşıya kalmış bulunuyoruz. Hoşgörü söylemini dilinden düşürmeyen ama ne hikmetse tarih boyunca Alevileri katledenlere gösterdiği hoşgörüyü Alevi kurumlarına göstermeyen Sayın Doğan sonunda 9 Kasım’daki mitinge katılacakları Alevilikten dışlayacak kadar ileriye götürmüştür hoşgörüsünü! Sayın İzzettin Doğan’ın cemevlerinin yasal statüye kavuşması, zorunlu din derslerinin kaldırılması gibi son derece önemli, insani ve
Kasım 2008
14 Kasım
H
AKLARIMIZI almak için, siyasi partilerle, emek örgütleri ile demokratik kitle örgütleriyle, yöre dernekleriyle, özetle musahip yoldaş ile kol kola, omuz omuza yürüyüp toplandık Sıhhiye Meydanı’nda. Meydanlara sığmadık, dolup taştık dört bir yana. Sıhhiye Meydanında bulunan, “Hitit Güneşi” o meydanda oldu olalı, böyle bir ihtişam görmedi, böyle bir heyecan yaşamadı, böyle umutlanmadı. Umutlar oradan başlayıp yayıldı ülkenin dört bir yanına… (...) Diyanetten sorumlu Devlet Bakanı Said Yazıcıoğlu, mitingde dile getirilen isteklerimiz için; “uç fikirler” dedi. Anlaşılan düşüncelerinde, Şeyhülislam Ebussuud Efendi’den beri fazla bir değişme olmamış. (...) Reha Çamuroğlu’nun, efendisine yaranmak amaçlı, Meclisteki gündem dışı konuşmasında bizleri, miting düzenleyenleri suçlamasına gelince, ne demeli bilemiyorum. Bana göre fazla söze gerek yok, çamurlu yolda yürümeye devam, denebilir. Zaten partisinin sloganı da, “durmak yok, yola devam” değil miydi? Miting görsel ve yazılı medyada sıkça yer aldı, almaya da devam ediyor. Sağcı basın yine kendine yakışanı yaptı. Provoke etmeye çalıştı, karaladı, olmadı. Fermani Altun’a, İzzettin Doğan’a sığındı, bir anlamda onları kullandı. Işıklı yolumuzu karartmaya çalıştı, yapamadı. Selin önünde kimse duramadı. “Mitinge üç yüz kişi katılır, beş yüz kişi katılır” dediler. “Bunlar Alevi değil, Kürtlerle işbirliği içindeler” dediler tutmadı. Bütün hesapları boşa çıktı.(...)
12 Kasım
ÜYÜK Alevi Yürüyüşü ve Mitingi son yıllarda ülkemizdeki en büyük sivil itaatsizlik eylemlerindendir. (…) 9 Kasım Mitingi, Alevilerin Mezopotamya ve Anadolu topraklarında sayısız kere uğradıkları katliamlara karşı gerçekleştirilen bir tepki mitingi değildir. 9 Kasım Mitingi, Alevilerin eşit yurttaşlık ve ayrımcılık taleplerini son derece kararlı bir duruşla sergiledikleri ve yüzbin kişinin üzerinde insanın coşkuyla katıldığı görkemli bir mitingdir. Yüz binden fazla canın aynı alanda hem de Hace Bektaş Veli Dergâhı Postnişin Veliyettin Ulusoy’un huzurunda dara durduğu, cem olduğu bir mitingdir. Bu anlamıyla tarihsel olarak çok büyük bir önemi bulunmaktadır. 9 Kasım Mitingi, (...) binlerce, milyonlarca Aleviyi sevindirmiş, gururlandırmış ve hatta açıktan ve kimi yerde gizli gizli binlerce kişiyi sevinç gözyaşlarına boğmuştur. Alevilerle birlikte yıllardan bu yana güzel yarınlar ve demokrasi mücadelesini sürdüren tüm Alevi dostlarını, ülkemizdeki farklı renkleri, etnik ve inançsal kimlikleri ve demokrasi güçlerini de sevindirmiş ve gururlandırmıştır. (…) Bu mitingin yapılmasına üzülenler; bu mitingin engellenmesiyle ilgili olarak neredeyse tüm burjuva ve gerici basının gazetelerini, televizyonlarını dolaşıp her türlü çirkin karalama ve sözleri sarfedenler oldu. Bu büyük ceme katılmak isteyen Alevilere gelmemeleri için baskı yapmaya çalışanlar oldu. İsimlerinin ve kartvizitlerinin başında Profesör de yazsa, dede de yazsa Alevi toplumuna ihaneti onlarca yıldan beri sürdürenler, çağrılarına Alevilerin neredeyse tümünün itibar etmediğini gördükçe üzüldüler. Seviyesizce ve iftiraya varan sözler sarfetmeye devam ettiler. (...) Bu görkemli miting soyadına denk düşen bir anlayışın sahiplerini de çok üzmüştür. Alevi asimilasyonu projesinde kullanılmak üzere milletvekili olarak AKP vitrininde süs eşyası gibi duran, yıllarca siyasi olarak da daldan dala konmuş ve en sonunda hak ettiği düşkünlük sıfatını almış birisini de çok üzmüştür. (Devamı 24. Sayfada)
23
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ (Baştarafı 23. Sayfada)
Canlar Ne Dedi AKP’nin Ankara Çayı’na süpürülmesi cümlesine de çok üzülmüş olmalı ki, meclis kürsüsünde feryadı figan etmiştir (…) Ülkedeki demokrasi güçlerinin bir araya gelmesini istemeyen, farklı etnik ve inançsal kimliklerin yan yana yürümesinden hoşnut olmayanlar; toplumsal barıştan yana olan, emekten yana olan, özgürlüklerden yana olan dinamiklerin güçbirliğini kendi iktidarları için tehlikeli bulanlar da üzüldüler 9 Kasım Mitinginin yapılmış olmasına… Üzülenlerin yanında bir de 9 Kasım mitingini görmezden gelen medya kuruluşları var ki, bunlar genellikle hükümetin ve AKP’nin yalakalığını, militanlığını yapan çeşitli gazete ve televizyonlardı. Bu kesimlerin bir kısmı Alevilerin demokratik taleplerine görmezden gelerek, kulaklarını tıkayarak gazete ve televizyonlarından miting haberlerine yer dahi vermediler. Ya da Vakit, Zaman, Yeni Şafak, Haberstar gibi olan bir kısmı ise bu büyük Alevi buluşmasını “Sivas ve Gazi’yi planlayan eller yeni oyunlar peşinde”, “provakasyon olabilir”, vb. karalama, iftiraları kampanyalarıyla yayınlar yaptılar, hatta bunun için birbirleriyle yarıştılar. (...) Aleviler, bundan sonra daha güçlü bir birliktelikle, “ya sev, ya terk et, beğenmiyorsanız bu ülkeden gidin” diyen, “tek bayrak, tek devlet, tek dil” gibi milliyetçi şoven politikaları savunan AKP ve Başbakanına ve benzerlerine gereken cevapları meydanlarda verecektir. Ve 9 Kasım mitingi göstermiştir ki, demokratik Alevi hareketi bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da ülkede sürdürülen demokrasi mücadelesindeki diğer dinamiklerle birlikte yürümeye devam edecektir. Bu yürüyüş Maraş, Çorum, Sivas, Gazi katliamlarında katledilenlerin hesabının sorulması yürüyüşüdür. Bu yürüyüş Hallacı Mansur’un, Şeyh Bedreddin’in, Pir Sultan’ın özgürlük mücadelesinin devam etmesi yürüyüşüdür. Aleviler yukarıda sayılan insani ve demokratik taleplerinin karşılığını alabilmek için, inancına, kültürüne, tarihine ve özgürlüğüne sahip çıkmak amacıyla sivil itaatsizlik eylemlerini bundan sonra ülkenin birçok şehrinde miting ve gösterilerle taçlandırmalıdırlar. Aleviler, ülkede yaşanan sorunun demokrasi sorunu olduğunu; demokrasi sorununun çözümlenmesi ile kendi sorunlarının da çözüme kavuşacağını; bunun için demokrasi güçleriyle birlikte emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı demokratik haklar ve özgürlükler mücadelesini sürdürmeye kararlıdır. Ve zafer er geç kazanılacaktır. Bu yürüyüşte Hızır yoldaşımız olacaktır.
24
RUKİYE GÜVEN
benimsediğini yüksek sesle haykırdı. Bu çok önemlidir. Bu istemleri bu kadar açık ve net bir şekilde söylemek tüm siyasi ortamı şaşkına cevirdi. CHP bile bu istemlerin benimsenmesi karşısında ne yapacağını bilemez halde. Bu, CHP’nin iç yüzünü Alevilere gösterecektir. Eksikleri yok muydu mitingin? Tabii ki vardı, ama böylesine güzel bir eylemde bunları değinmeye değmez bile. Eksiklerimiz kendi aramızda değerlendireceğimiz, henüz yetemediğimiz, ama kısa sürede gidereceğimiz görevlerdir. Emeği geçenlerin emeklerine sağlık.
Uzun Soluklu Kavga Serçeşme Eskişehir Temsilcisi
A
LEVİ yürüyüşü ve mitingi, son yılların en nitelikli eylemi oldu. Ezilenlere, emekçi kesimlere de moral verdi. Bu kadar katılım olacağını tahmin etmiyordum, yanıldım. Doğudan, batıdan, kuzeyden, güneyden, en uç noktalardan katılım mükemmeldi. Üstelik Alevi toplumunun içindeki yobaz kurtların tüm çabalarına rağmen… Genciyle, yaşlısıyla, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla… Evet, Alevi toplumunun, emekçi kesimin birlikteliği tüm coşkusu ile alandaydı. Doğaldı, içtendi, coşkuluydu. Bu miting çok iyi değerlendirilmeli. Ezilenlerin mücadelesine önemli dersler vermektedir. Birincisi, tarihde ilk defa Alevi toplumunun Serçeşmesi, kendi tabanı ile iç içe alanlardaydı. Başsız toplum olunamayacağını gösterdi. Etkisi büyük oldu. Bunun olumlu sonuçları ileride daha belirgin ortaya çıkacaktır. Kendimizin içimize yönelik istemlerimizi de yükseltmeliyiz. Hedef dergâhın çevresinde “dede” üniversitesi… Bu toplum bunu da başaracaktır. İkincisi, Alevi toplumu kendi içinde dostu olanı, olmayanı gördü. Toplumu devletle bütünleştirip gericileştirmeye çalışan günümüz Hızır Paşalarına, ezilen, devrimci sınıfın yanında olan kesimin birliğiyle, iyi bir yanıt verdi. Aleviliğin, işçi sınıfının yanında olduğunu, tüm ezilen kesimlerin yanında olduğunu Anadolu’nun bağrından, dört bir yanından kopup gelerek meydanda gösterdi. Tabii bu bazı çevrelerin yüreğine korku saldı. Üçüncüsü, çok çeşitli değişik siyasi örgüt flamasının açılmaması, mitingin mesajının istenen yerlere daha net ve etkili olarak iletilmesini sağladı. Şunu bir kez daha gördük ki, gericilik dönemini halkımız, “sol”dan daha iyi değerlendiriyor ve nasıl dövüşerek geri çekilineceğini daha iyi biliyor. Önümüzdeki 1 Mayıs’ta da bu anlayışı korumalıyız. Alanlarda sadece işçi pankartları altında yürümeli, işçi sınıfının istemlerini hep birlikte haykırmalıyız. Bu kavga uzun soluklu bir kavga... Yarın, milyonla yürüyeceğimiz günler de gelecek. Bugün ise halkdan ders alıp, gericilik döneminde farklı mücadele alanlarının özgül, somut sorunlarına yönelmeliyiz, ama doğru bir bakışla yönelmeliyiz. Dördüncüsü, mitingde Diyanetin kaldırılması ile eşit yurttaşlık ve gerçek demokrasi-laiklik mücadelesi konularında ileri istemler ilk kez bu kadar ortaya kondu ve meydan bunları
RÜSTEM GÜMÜŞ
Bir Yürüyüş Eyledik! Kayseri Pir Sultan Derneği Başkanı
A
LEVİ BEKTAŞİ Federasyonu’nun çağrısına kulak veren, gönül koyan, el uzatan, yola düşen Aleviler ve Alevi dostları, bölük bölük toplanarak yollara düştüler türkülerini kendilerine yoldaş ederek. Kendi çağrılarıydı çünkü bu. Kendi taleplerini haykıracaklardı dosta ve düşmana. Bu ülkenin ‘aydınlık yüz’leri karanlıklar içindeki aydınlık tarihinin bilinçaltına yerleştirdiği korkuya rağmen düştüler düşlerinin peşine, artık düş olmasın diye kendi öz benlikleri kendilerine. Cesurca düştüler yollara, ama korkarak, ama inatla, ama kaygıyla, ama azimle, çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek hep beraber el ele kol kola. “Toprakta karınca, suda balık, havada kuş” gibi geldiler. Farklı kollardan akarak çağlayan oldular, aynı deryada buluştular. Tıpkı tarihleri gibi! Feleğin çemberinden geçtiler felekle buluşarak. Ayaklarının yere daha güçlü bastığını fark ederek. Aleviliğin tasavvufi bir akım olarak sadece dergâhlara, cemevlerine hapsetmek isteyenler ondaki dünyasal özü bir kez daha gördüler. (...) Önemli dersler çıkarılması gereken bir yol dönümüydü bu miting. At izinin it izine karışmadan izleri çok net gösteren bir miting oldu. Ve Aleviler hangi izin peşinden gideceklerini hangi çağrıya uyacaklarını gösterdiler. İçlerindeki Hızır Paşaların çarklarını kırma, Yıldız Dağı’nın başındaki dumanı dağıtma vaktidir dediler, dediler de düştüler yollara heybelerinde ekmekleri, türküleri ve umutlarıyla ve kavgalarıyla. “Oraya katılanların büyük bir kısmı Kürt vatandaşlarımızdı” diyerek tarihi yürüyüşe akıllarınca gölge düşürecekler. Ağızlarını açtıkları zaman ‘72 millete bir bakarız’ derler, derler de ‘oraya Kürtler katılacak sadece’ diyerek içindeki önyargıyla karışık kinini de kusuyorlar. Mitinge katılanlarımızın hepsi Kürt de olabilirdi. Ne değişirdi ki? (...)
Sayı 47
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ Korktular yürüyüşümüzden. Arzuladıkları kendi içine kapanmış bir Alevi hareketiydi. Demokrasi, emek, özgürlük, laiklik, Kürt mücadelesiyle yoldaş olması gereken Aleviler bu süreçte uzun erimli bir birlikteliğin adımlarını da atmaya başlamıştır. Demokrasi ve emek güçleriyle birleşik bir mücadeledir ki ancak özümüze uygun duruşumuzu gösterir. Tersi durum, Alevilere dönem dönem göz kırpan, bizlere belirli haklar veriyormuş gibi gözüken AKP gibi gerici, ırkçı, demokrasi ve emek düşmanı partilerin yedeğine düşme tehlikesi yaratabilir. Bu sebeple bizim geçici yol arkadaşlıklarına değil, gerçek musahiplere ihtiyacımız olduğu gerçeğini unutmamalıyız.
GAZİ ASLAN
Bir Yürüyüş Eyleyelim. Banaz Köyü Derneği Başkanı
A
RTIK 9 Kasım 2008 herhangi bir gün değil. Aleviler için asırların ağır yükünü kaldırıp attığı, Anadolu’nun dört bir yanından yeter artık deyip, harekete geçtiği, Ayaklarını sağlam basıp ilk adımı attıkları, hakları için ayağa kalkılan bir gündür. Bizi görmemekte tanımamakta ısrar edenlere biz varız dedikleri gündür. Pirimizin direncini hayata geçirdikleri, Ankara’da özü öze bağladıkları, sular gibi çağladıkları ve bir yürüyüş eyledikleri gündür. Kendi aklı ile kendi kararı ile tarihe kazındığı gündür. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Neden mi? Aleviler kendilerine güvenmeyi öğrenmişlerdir. “Biz birlik olamayız” gibi toplumu pasifize eden söylemler çürütülmüştür. Miting öncesi korkan, ürken, alanlara hiç çıkmamış canlarımız keşke bende gitseydim düşüncesindedirler ve önümüzdeki süreçte eylemliliklere hazır hale gelmişlerdir. Türkiye’de AKP gericiliğine karsı blok olacak en geniş kitle olduklarını göstermişlerdir. Sağ partilere ve AKP’ye oy veriliyor şeklindeki söylemlerin sıra dışı bazı canlar olduğu görülmüştür. Aleviler hiçbir zaman şeriatçı ve faşist düşüncelere pirim vermemişlerdir. Emekten yana tüm demokrasi güçleri ile musahip yoldaş olduklarını göstermişlerdir. Aleviler sınıfın yoldaşıdırlar ve alanda yoldaşlar omuz omuza olmuşlar yıllardan beri bilinen dostluk, alanda net bir şekilde kanıtlanmıştır. Alevi hareketinin içindeki yapıların yüzü daha net olarak anlaşılmıştır. Alevi hareketinin en dinamik kısmı olan ve Aleviliğin geleceğine aktif mücadelesi ile yön veren Pir Sultan örgütlülüğü pratiği ile çizgisinin tutarlı olduğunu dünya kamuoyuna göstermiştir. İzzettin Doğan gibi bozuk düzenin hizmetçilerini canlarımız çok iyi anlamışlar, söylediklerine itibar etmemişlerdir. Alevi hareketi içindeki Kemalist çizgide olan kurumlarımızın devlete karşı olmamak adına pasif kalmaları kendi kurumları içinde tartışılmakta ve bu çizgideki yöneticiler Alevi onurunu korumaları ve kendi haklarımızı kendimizin mücadelesi dışında kazanma şansı olmayacağını anlamalarına zemin hazırlamıştır. Devlet hiç beklemediği Alevi gerçeğiyle yüzleşmiştir. Devletin, hükümetinin ve diyanet için soğuk duş etkisi yaratmıştır Alevi Açı-
Kasım 2008
lımı hikâyeleriyle kimseyi kandıramayacağını tam tersine Alevileri temsil edenlerin kimler olduğunu anlamaları ve bu temsilcileri istemeyerek de olsa kabul etmek zorunda kalacaklarını göstermiştir. Aleviler son derece mütevazı, almış oldukları kültür gereği, doğal bir disiplin içinde ve tam bir “tek ses, tek yürek” olmuşlardır. Üst örgütlerinin çağrısını görev bilmiş, federasyonun söylediklerine -istisnalar hariç- uymuşlar, kışkırtmak isteyenlere fırsat vermemişlerdir. Demokratik haklarını sesli dile getirip duyurmuşlar ve sessizce dağılmışlardır. Bu son derece güzel bir olgunluk örneğidir. Dergâhın katılması ve postnişin Veliyettin Efendi’nin duası ile yapılan cemde, Sıhhıye Meydanında, dergâhla Alevi örgütlerinin bağı görülmüştür. Teşekkürler ABF. Teşekkürler bu mitingi düşünenler, cesaret edenler, organize edenler. Yapmakla Alevi hareketinin önünü açtınız. Geleceğimizi aydınlattınız. Teşekkürler emeği geçenler, teşekkürler katılan camlar. Teşekkürler yüz binler, iki yüz binler.
ERDAL ÇITRIK
Hızır Yoldaşımız Olsun! 10 Kasım, Adıyaman PSAKD Şube Yönetim Kurulu Üyesi
A
LEVİLER, kendi tarihlerindeki örgütlü mücadelelerini ilk kez 9 Kasım 2008 tarihinde alanlara taşımışlardır. Bunun için 9 Kasım tarihi Alevilerin demokratik hakları açısından çok önemli bir tarih, adeta bir milattır. Bizler cumhuriyetten günümüze, ilk kez böyle kapsamlı bir eylemle alanlarda oluyoruz. Şimdiye kadar ancak bir saldırı veya katliamdan sonra küçük çaplı protesto eylemleri yapılmıştır. Son olarak 1993’de Madımak’ta yakılan canları anmak üzere 2 Temmuz 2008 Tarihinde Sivas’ta geniş katılımlı bir anma töreni ve yürüyüşü yapılmıştır. Bu mitingin özelliği, her hangi bir güncel gelişme sonucu değil, Alevilerin yıllardan beri birikmiş hak taleplerini kapsayan ve ön hazırlık yapılarak belli bir program dâhilinde yapılmasıdır. Bu mitingin diğer bir özelliği ise ilk olmasına rağmen son derece başarılı bir organizasyon olmasıydı. (...) İçerik olarak incelendiğinde ilk göze çarpan, tamamen mistik ağırlıklı konuşmalar olmaması, yani Aleviliğin ülkenin diğer sorunlarından bağımsız çözülemeyeceği bilincinin hâkim olmasıydı. Bunun yanında aşırı uç ve siyasal söylemler yoktu. Yani tam anlamıyla Alevilerin kendi öz hak ve taleplerini kapsıyordu. (...) Mitinge desteklerini esirgemeyen siyasi parti veya kurumların temsilcilerine program-
da konuşma süresi verilmemesi bence yerinde bir karardı. Aksi durumda mitinge siyaset ve politika damgasını vuracak ve mikrofonu eline alan siyasetçiler Alevilerin taleplerinden çok kendi partilerin çizgisi doğrultusunda konuşacaklardı. Deyim yerindeyse Aleviler; “Şimdiye kadar hep siz konuştunuz, bu kez sıra bizde, biz konuşacağız” dediler. (...) Tüm engellemelere rağmen yüz-binden fazla can, Ankara’da Serçeşme’nin postnişini Veliyettin Ulusoy’un huzurunda tarihin en büyük Cem’ini yaptı. İsteklerini açık yüreklilikle sıraladı. Çünkü onlar demokrasi istiyorlardı, insan hakları istiyorlardı ve dahası da eşit vatandaşlık hakkı istiyorlardı. Çünkü biliyorlardı ki ancak bu taleplerin yerine getirildiği bir ülkede kendileri ve ötekileştirilen diğer halklar kardeşçe yaşayabilirdi. Bunları isterken birer kâmil-i insan gibi istediler. (...) Şu anda var olan uygulamaların her biri birer insan hakları ihlalidir. Ve sadece türban sorunu gündeme geldiğinde birilerinin hatırladığı o “inanç özgürlüğü”ne direk müdahaledir. Bu insani talepler etrafında oluşan birliktelik: Alevilere bir moral kaynağı ve haklı taleplerini adım adım takip etmede bir basamak olmalıdır. Bu mitinge çeşitli sebeplerle katılamayan canlar, bu süreci ve mesajı iyi değerlendirmeli çözümün kendi öz gücünde olduğuna inanmalıdır. Alevilerin bu ülkede yaşayan herkesten alacağı vardır kendi dostlarından bile… Çünkü tarih boyunca Aleviler hep mazlumun ve haklının yanında yer almış haksızlığa uğrayanlara yoldaş olmuştur. Kimi zaman işten atılan işçilere, kimi zaman hakları gasp edilen kamu emekçilerine, öğrencilere ve kimi zamanda farklı kültür inanç ve düşüncede olan insanlara destek vermiştir. Ankara mitinginde yer alan dev bir afiş Alevilerin bu konudaki duruşlarını net bir şekilde haykırıyordu: “Bizler Madımak’ta Alevi, Hrant’la Ermeni, Ape Musa’yla Kürdüz”. Bu mücadelede sadece Aleviler değil yukarda sıraladığımız ötekilerde Alevilerin bu haklı mücadelelerinde onları yalnız bırakmamalıdır. Unutulmamalıdır ki ezilenler aynı ortak kaderi paylaşmaktadır ve çözümde ortak mücadeleden geçmektedir. Tüm bunların yanında ilimizdeki katılımın beklenen düzeyin çok altında olması üzerinde durulması gereken bir başka noktaydı. İlimizde bulunan başta Alevi kurumları olmak üzere herkes bu sonuçtan kendine pay çıkarmalıdır. Mevcut kurumlar daha çok çalışmalı, halkla daha çok bütünleşmeli ve demokratik Alevi hareketini halka daha iyi anlatmalıdır. Yürünecek bu uzun yolda, Bozatlı Hızır yardımcımız olsun!
25
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ ABF YÖNETİCILERİNDEN HATİCE KÖSE VE ALİ KENANOĞLU İLE MİTİNG ÖNCESİ VE SONRASI ÜZERİNE SÖYLEŞTİK
Haftalardır Hâlâ Bu Miting Konuşuluyorsa, Miting Amacına Ulaşmıştır Ahmet Koçak Mitingin ön çalışmaları nasıl oldu? HK: Miting kararından sonra İstanbul’u ikiye ayırdık, Anadolu ve Avrupa yakası olmak üzere. Demokratik kitle örgütleri, Alevi köy ve yöre dernekleri ve Alevi kurumlarıyla toplantılar organize ettik. Avrupa yakasında iki, Anadolu yakasında da iki toplantı yaptık. Her toplantıya 35–40 civarında köy ve yöre derneği katıldı. Katılan derneklerin çoğu kendileri otobüs kaldırdılar ve etkinliğe katıldılar. Otobüs kaldıramayacak durumda olanlar da bizim kurumlarımız üzerinden, daha çok PSAKD’ler üzerinden Ankara’ya geldiler. Bunun yanı sıra demokratik kitle örgütleri, sivil toplum örgütleri ve siyasi partilerle de görüşmeler yaptık. Görüştüğünüz partilerin tepkileri neler oldu? HK: Görüştüğümüz partilerin hepsi sol ve sosyal demokrat partilerdi. (SHP, CHP, ÖDP, EMEP, DSP, DTP) Hepsi mitingi ve taleplerimizi olumlu bulduklarını söylediler. Ellerinden gelen desteği sağlayacaklarını söylediler. Bu destek, bizim beklediğimiz oranda bir destek olmadı. Bunu açıkça söylemek gerekiyor. Partiler haricinde DİSK genel başkanıyla da görüştük. 10 Aralık Hareketi ile de görüşmelerimiz oldu. Çeşitli radyo, televizyon kanalları ve gazetelerle görüşmelerimiz oldu. AK: Siyasi partilerden ulaşım konusunda destek talep ettik. CHP’li belediyeler; Kadıköy, Taşdelen, Bakırköy belediyeleri destek verdi. Doğrudan CHP kattı vermedi. Teşekkür ettik kendilerine. Sarıgül destek verdi mi? HK: Sarıgül her hangi bir destek vermedi. Görüşme talebimiz oldu. Randevu vermedi, görüşemedik bile kendisiyle. Tabii ki kırgınız. Alevilerin talepleri söz konusu olduğunda bizi dikkate almadığımızı gördük. 7 Kasım’da yola çıktınız. İstanbul’dan çıktıktan sonra neler yaptınız? Gittiğiniz yerlerde tepkiler nasıldı? HK: 7 Kasım’da saat 12.00’de Kadıköy, Söğütlüçeşme’de bir basın açıklaması yaptık. İstanbul örgütleri bizi uğurladı, yaklaşık yirmi kişiyle Kadıköy’den hareket ettik. Saat 15:00 civarı Kocaeli’ne yola çıktık. Kocaeli’nde Hacı Bektaş Dernekleri, Kocaeli Tunceliler Sosyal Yardımlaşma ve Kültür Derneği, Kocaeli Vartolular Derneği, Tavşantepe Cemevi ve diğer
26
kuruluşlardan yaklaşık 150 can bizi çiçeklerle karşıladı. Kitle coşkuluydu, güzeldi, ama miting öncesi orada her hangi bir çalışma yapılmamıştı. Hacı Bektaş Veli Dernekleri (AKD), Federasyon bünyesinde olmalarına rağmen kendi şubelerine herhangi bir bilgilendirme yapmamıştı. Broşür, afiş, vb. yoktu. Oradaki canlar bir-iki gün önce, şahsi ilişkilerle tanıdıkları vasıtasıyla duymuşlardı mitingi. El yordamıyla toparlamışlardı kitleyi, ama yine de güzeldi. Yaklaşık beş yüz metre yürüyüş yaptık, sloganlarımızı attık. Basın açıklamasını Federasyon adına Ali Kenanoğlu yaptı. Sonra İzmit Tunceli Dernekleri’nde toplandık. Karşılıklı görüş alış verişinde bulunduktan sonra Tavşantepe Cemevine gittik. Orada bizi Vartolu dostlarımız misafir ettiler. Sabah Eskişehir’e hareket ettik. İzmit’ten de bir ekip katıldı bize. Eskişehir’de bizi Körs Elmalı, Bozhöyük Hacı Bektaş Veli Dernekleri, Eskişehir Anadolu Kültür Derneği’nin (ESASDER) örgütlediği bir komite karşıladı bizi. KESK’in bütün bileşenleri vardı. Yaklaşık bin kişilik bir ekiple ve bir basın ordusuyla bizi karşıladılar. Eskişehir’deki kitle müthiş coşkuluydu. Çok güzeldi, çok anlamlıydı. Niye anlamlıydı? Çünkü bir gün önce Eskişehir HBAKV başkanı İrfan Çetinkaya’nın Zaman gazetesine provokatif bir demeç vermişti. Buna rağmen oradaki canlar mitinge destek için toplanmışlardı. İrfan Çetinkaya bizi Kürtçülükle ve provokasyonla suçluyordu, aynen İzzettin Doğan gibi… Otobüsten aşağı indik, otobüsün kapısı açılıp aşağı indiğimizde insanlar ağlayarak üzerimize geldiler. Böyle bir coşku vardı. Hemen bir kortej oluşturduk, yürüyüşe geçtik Porsuk Çayı’na doğru. “Burada basın açıklaması yaptık, taleplerimizi dile getiren sloganlarla yürüyüşler yaptık, Eskişehir’deki dostlarımız; ilk kez robokoplarla beraber yürüyoruz diye” bir söylemde bulundular. Devlet çok ciddiye almıştı –her halde İrfan Bey’in söylemiyle– robokop tedbiri almış. O gün orada kaldık. Akşam 150 kişilik bir yemek verdiler. Yemekte Eskişehir’in demokratik kitle örgütleri, Tabipler Odası, Sağlık-Sen, Eğitim-Sen’den dostlarımız, köy ve yöre dernekleri vardı.Çok güzel bir sohbet, güzel bir cem eyledik. Sabah peşimizden iki otobüs ile yola çıkarak mitinge katıldılar. Ve Ankara’ya geldik. Çeşitli suçlamalar yapıldı, “Oraya toplanan insanlar, teröristtir, PKK’lıdır” dendi. Bu açıklamalar hakkında ne diyorsunuz? Bu açıklamaların alana yansıması nasıl oldu? AK: Bu açıklamaları ikiye ayırmak lazım. Miting öncesi ve miting sonrası diye. Birincisi katılımı engellemek, azaltmak, mitingin zayıf olması, o alanın dolmaması için. İkincisi de kendilerince bizim Alevilerin temsilcisi olamayacağımızı, muhatap alınmayacağımızı göstermek için yapılmış açıklamalardı. Marjinal kalması, siyasilerin, basının ilgi göstermemesi, önemsememesi… Bu amaçla yapılmış açıklamalardır.
Meydanda binlerce canı gördükten sonra yaptıkları açıklamalar nasıldı? AK: Miting öncesindeki açıklamalar birkaç yerden geldi. Sadece İzzettin Doğan yaptı diye gelip geçersek kendi kendimizi de kandırmış oluruz. Avrupa Federasyonu da bunu yaptı. Turgut Öker çıktı televizyona dedi ki, “Bu sipariş mitingdir.” Güya bize CHP sipariş etmiş bu mitingi, biz onu yapmışız. Miting öncesi mi televizyonda söyledi? AK: Tabii, miting öncesi Yol TV’de söyledi. Açık, gizli saklı söylenmiş sözler değildir. Bunun bir sipariş mitingi olduğunu, PSAKD’nin ya da Federasyon yönetimin oluşturan kişilerin bir güç denemesi yapmaya çalıştığını söyledi. Geldik miting alanına. Öncelikle gözlemleriniz nelerdir? HK: Ben şunu paylaşmak istiyorum: Zaman gazetesinde İzzettin Doğan’ın, İrfan Çetinkaya’nın demeçlerini ve diğer yazarların yazılarını gördüğüm zaman devletin provokasyonundan korktum. O sabah bunu hissede hissede Ankara’ya gittik. Psikolojik baskıyı miting öncesinde başladı. HK: Evet, biz yönetici olarak hissettik, kitle de hissetmişti. Eskişehir’de yemekte yaşlı bir can, “12 yaşındaki Koray ölmüş, yakılarak öldürülmüş; biz yansak ne olur? Pir Sultan ölmüş, ondan daha mı değerliyiz?” dedi. Bu kaygılara rağmen oraya 135 bin kişi geldi. Düşünsenize bir de bu korkular ve kaygılar yaşatılmasaydı, her taraftan önleme yapılmaya çalışılmasaydı sanırım 350-400 bin kişi olurdu. Her toplantıda insanlar bunu söylediler, sordular bize: “Bir provokasyon olur mu?” AK: PKK bayrak açar mı? Apo posteri çıkartılır mı? Birileri gelip orada kargaşa yaratır mı? Hep bu sorularla karşılaştık. Anadolu’da dolaşan diğer arkadaşlarımıza da aynı sorular sorulmuş. HK: Bu duyguyla herkes o alana geldi. Bu anlamda miting daha da değerli. Bu insanlar taleplerinin peşine geldiler. Hiç kimse, keyif olsun diye Ankara’ya gitmedi. O 135 bin kişi, taleplerinin peşine bilinçli bir şekilde düştü, isteyerek Ankara’ya geldi. Kitle olağanüstüydü. Kitle alana piknik yapmaya, müzik dinlemeye gelmedi. HK: Provokasyon ihtimalini düşündüler, hissettiler, yaşadılar; ölüm ihtimalini omuzlarına atıp Ankara’ya geldiler. Aynen böyle. Bugüne değin Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta, Gazi’de katledilen canlarımızın acısını yüreğimizde hissederek ölülerimizin peşinden yürüdük. Aleviler ilk kez 9 Kasım’da, “Biz dirilerimizin peşinden gideceğiz, taleplerimizi isteyeceğiz ve bundan sonra katledilmeyeceğiz,” diyerek ölülerinin değil, dirilerinin peşinden gittiler. Bu mitingi daha anlamlı ve önemli kılıyor bence! Yıllardır demokrasi hareketinin, bu mücadelenin içerisindeyim. Hiçbir zaman sokağa çıkaramayacağınız insanlar vardır. Kolundan
Sayı 47
SERÇEÞME
9 KASIM 2008 / AYRIMCILIĞA KARŞI, EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ - MİTİNGİ tutsanız, para verseniz de alanlara gitmeyecek insanlar vardır. O insanlar, bu mitinge katılmışlardı işte. 65 yaşında pos bıyıklı, kasketli amcam megafonu almış, taleplerini seslendiriyordu. Yaşı 45’in üstünde, hatta 55 ile 70 arasında çok can vardı. Bu, normal bir miting kitlesi değildi. Bunlar Alevilerdi kardeşim. Yedisi de vardı, yetmişi de vardı. Talepleri için oraya gelmişlerdi, her şeyi göze alarak… Ölümü göze alarak İzzettin’e rağmen, devletin güçlerine rağmen, Ehli Beyt Vakfı’na rağmen geldiler. Provokatif söylemlere rağmen. AK: Kalabalıkla ilgili olarak polisler ve bazı gazeteciler bize şunu sordular: “9 Kasım Aleviler için kutsal bir gün mü ki bu kadar kişi geldi buraya? Tarih açısından, inanç açısından önemli bir gün mü ki bu kadar kişi toplandı?” İmkânı yok, olamaz gibi düşünerek bunu sordular. Ve coşku kalabalık son derece müthişti. Alanı önceden görmediğim için kitlenin tamamının yürüyüş kortejinde olduğunu zannediyordum. Ama bir baktım ki alan dolmuş. Kortejin çoğu dışarıda kaldı. Kürsü ile kitle birebir çok yakındı. Dedemizin orada dua etmesi, kitlenin bir bütün o duaya karşılık vermesi… Duayı veren dede, o sıfattan daha önemli bir sıfatı taşıyor. Mürşit sıfatını taşıyor. AK: Tabii, Alevilerin mürşidi şu anda. Mürşidimizin katılması da çok önemliydi. Her taraftan eleştiri gelirken, Hacı Bektaş postuna oturan Mürşit, eleştirilere rağmen mitinge geldi. Yürüdü ve alanda platforma çıktı, gülbankını verdi. HK: Bütün kurum başkanları kortejdeydi. Veliyettin Efendi yanımızdaydı, herkes kol kola girdi, bir bütünlük içerisinde. Oradaki duygu seli çok güzeldi. Veliyettin Ulusoy gibi gerçekten bu misyon taşıdığına, taşıyabildiğine inandığım bir insanın böyle bir yürüyüşte yer alması, sanırım katılmayanlara ve dışarıda durup eleştirenlere çok iyi bir cevap olmuştur. Katılanlara da çok büyük bir umut olmuştur diye düşünüyorum. AK: Veliyettin Ulusoy’un, Hacı Bektaş Dergâhı’nın mürşidinin, Serçeşme’nin mürşidinin, bu inancın bir numaralı adamının, ruhani liderinin burada iyi tespit yapıp doğru karar vermiş olması, katılması son derece önemli. Şu açıdan da önemliydi. İzzettin Doğan’ın açıklamalarında, “Oraya Aleviler gelmeyecek” dedi. Ama Alevilerin Serçeşme’si geldi, oradaydı. O anlamda da çok önemli bir cevap oldu bu söylemlere karşı. Yapılan eleştirilerde “Marksist Aleviler, radikal solcu Aleviler, dinsizler, ateistler toplanacak deniliyordu”. Kitleye baktığın zaman, dedenin duasına “Allah Allah!” deyip eşlik eden insan topluluğu vardı. Oraya Marksist Aleviler, inançlı Aleviler, demokrasiden yana Sünniler de geldi. Türkiye’deki demokrasi güçleri bir araya geldi. Yıllardır söylediğimiz: Alevilerle işçiler musahibdirler. mxngıgı göstergesi olmadı mı bu miting? AK: Çok doğru. Şöyle bir şey de var. Şu an ülkede ciddi bir gerginlik var, biliyorsunuz. Bir Kürt-Türk meselesi var. Ferhat Tunç sahneye çıktı, Kürtçe türkü söyledi, insanlar Türk bayrakları ve Atatürk posterleriyle beraber ha-
Kasım 2008
lay çektiler. Türkiye’nin özlediği bir tablo da oradaydı. Kimse orada bu Kürtçe de nereden çıktı falan demedi. Onlar elinde Türk bayrakları, Atatürk posterleri halay çektiler, o türküyle birlikte. Bu anlamda da çok doğru bir mitingdi. Bir değerlendirme var, değerli bir arkadaşımız diyor ki; “’80 öncesi mitingleri ben gördüm. ’80 öncesinde mitingler böyle yapılırdı. ’80’den bu tarafa ben hiç böyle miting görmedim.” Bu miting birçok ilke imza attı diyebilir miyiz? HK: Aleviler açısından baktığımız zaman olumlu taraflarını görüyoruz, ama Türkiye’de demokrasi açısından da önemli adımlar attıracağına inanıyorum. En azından sol siyasal partiler, demokratik kitle örgütleri kendilerine çeki düzen verme gereği hissedecekler. Aleviler bugün sokağa çıkıyoruz dediler ve 135 bini sokağa çıkardılar. Neyi talep ettiler? Demokrasi talep ettiler. İktidarın “uç” gördüğü talepleri talep etme cesaretinde bulundular. Bir de sosyal-demokrat partilerde, demokratik kitle örgütlerinde ve sendikalarda, “PSAKD’liler içerisinde belli gruplar var. Bunlar bizimle beraber. Bunun dışında kalan bütün Alevi dernekleri, kurumları, Cemevleri falan, bunlar şovenist. Bunların işi gücü inanç; başka bir şey yok bunlarda. Demokratik talep falan, yürüyüş, bunlar, ondan anlamaz.” gibi bir bakış açısı vardı. Miting bunu da kırdı. Birçok siyasi partiden yönetici dostlarımızla, arkadaşlarla konuştuğumuzda onlar da hayretle bu mitingi anlatıyorlar, “Biz böyle bir şey beklemiyorduk” diyorlar. Şunu anlatmış olduk: Bizim tabii ki inançsal taleplerimiz var. Ama bu inançsal taleplerimiz demokratik ve laik bir Türkiye ile ilgili taleplerdir. Biz demokrasiye uymayan, laikliğe uymayan bir talebin peşinde değiliz. İstemiyoruz da… Burada onu çok net gördüler. DTP’lilerin kürsüden indirilme meselesi nedir? AK: Milletvekilleri de, gelen parti temsilciler de arada bir platforma çıkıyor, halkı selamlıyor, bir süre kalıp iniyordu. Bir ara çok sayıda DTP milletvekili, bir anda 6–7 kişi birden platforma çıktı. CHP’den ve DSP’den de birkaç milletvekili vardı. Hepsi bir anda platforma çıkınca kürsünün etrafı aşırı kalabalıklaştı. Bizim vermek istemediğimiz bir tablo, siyasetçilerin sahnede olduğu bir göründü ortaya çıktı: DTP’li, CHP’li, SHP’li siyasilerle dolu bir sahne. Bunun üzerine o arkadaşlara, “Aşağıya inmemiz gerekiyor.” dedik. Görevli bir arkadaşımız nazik olmayan şekilde bu arkadaşları indirmeye kalktı. Ve orada biraz tantana çıktı. Ama biz kendilerine durumu anlatarak aşağıya davet ettik. Onlar da indiler. Sahnede hiçbir siyasi partinin görüntüsünün olmasını istemiyorduk, onun için arkadaşlarımızı platformun arkasına davet ettik. Misafirlerin yeri orasıydı. Veliyettin Ulusoy, bizim mürşidimiz, platformda beklemedi. Konuşması dışında hep arkadaydı bekledi. Başka partilerden milletvekilleri, siyasiler, sendikacılar, yazarlar, çizerler, siz de oradaydınız. Biz de o arkadaşları oraya davet ettik. Kendileri buna hayır demediler. Biz konuşacağız, kürsüde duracağız demediler. Sadece orada bir arkadaşımızın nezaketsiz bir davranışta bulunması, Sırrı Sakık’ında
sert karşılık vermesi ortaya böyle bir görüntü çıkarttı. Miting sonrası değerlendirmelere bakınca miting amacına ulaştı mı? HK: Miting genel anlamda ve taleplerin çözümü konusunda sonuç almada amacına ulaştı mı? Bunu zamanla göreceğiz tabii. Bizim açımızdan, miting amacına ulaştı. Miting sonrasında, takip ettiğim kadarıyla, sağ ve sol basında bütün köşe yazarlarının konuya bizi destekler gibi değindiğini hissettik başta. Ama hepsinin satır aralarında AKP’nin sunmak istediği, AKP’nin Alevi Açılımın kendisi vardı. Diyanet İşleri’nin kaldırılması istemi konusuna hiç bir yazar bu doğru bir taleptir demedi. HK: Bize göre doğru olan bu talep, basın, kamuoyu ve hükümet kanadında uçluğundan ziyade, tartışılabilir olarak görüldü. Diyanet farklılaştırılabilir, özerkleştirilebilir, vs. O başka bir şey. Ama genel anlamıyla takip ettiğim yazılardan ürktüm açıkçası. Erdoğan’ın yapamadığını, Çamuroğlu’nun yapamadığını basın, medya yaptırmaya çalışıyor gibi hissettim ve ürktüm. Buna karşı dikkat etmemiz gerekir. Bizim taleplerimiz gayet açık ve net aslında. Erdoğan’ın açılımını destekler pozisyonunda taleplerimizi onaylıyorlar: “Siz Cemevlerinin yasallaşmasını istiyorsunuz, gidin Diyanet’e bağlanın, oturun yerinize.” diyorlar. Fark edemedikleri, etmek istemedikleri şudur: Biz yıllardır söylüyoruz, bizim inanç sistemimiz buna uygun değil. Benim, dedem, pirim, mürşidim Diyanet’in memuru olamaz. Benim dedem kendi talibinden hakkullahını alabilir. Bugün şehirlerde cemevlerimize yapılan bağışlardan almaktadır. Benim dedem başkasının helal etmediği vergilerle ya da başkasının aç kalmasına neden olan vergilerle oluşturulmuş bir bütçeden para alamaz. Almamalı. CEM Vakfının başkanı Diyanet’ten masa ve maaş isteyerek Alevilerin itibarını yerlere seriyor. İzzettin Doğan dâhil herkes şunu bilmeli: Yüzyıllardır inancını kendi finanse eden Kızılbaşlar, Aleviler Diyanet’ten verilecek masaya ve üç beş kuruşa itibarlarını satmazlar. Satmayacak kadar da onurludurlar. Miting sonrası gazete köşe yazarlarının altını çizdiği birkaç nokta vardı. “Eğer siz Alevilerin taleplerine dikkat etmezseniz yarın bunlarda taşla sopayla saldırmaya başlayacaktır dikkat edin.” O anlamıyla medyadaki görüşlerin samimiyeti Alevi hareketinin bu mitinge destek vermemesi belki de sorgulanabilir. HK: Evet, tıpkı Kürt hareketi gibi… Sadece medyada değil, güncel yaşamımda da bunu (Devamı 28. Sayfada)
27
SERÇEÞME
KURBAN BAYRAMI MÜNASEBETİYLE ESKİCE, AMA ONEMLİ BİR YAZI
(Baştarafı 27. Sayfada)
Miting Amacına Ulaştı
Şölenler, Bayramlar, Kurban Bayramı ve Sosyalizm
yakinen yaşadım. İş arkadaşlarımız, eşimiz, dostumuz bile böyle bir kaygıyla hareket ediyorlar. “Talepleriniz doğru, ama işte şöyle yaparsanız böyle olur. Bu ülke bölünür, Bayrak gider, toprak gider, Yugoslavya gibi olur.” benzeri bir hava yaratmaya çalışarak yine taleplerimizi gömecekler diye hissediyorum. Ya da ölümü gösterip bizi sıtmaya razı edecekler. Bizi, Erdoğan’ın açılımına razı olun diye baskı altında tutacaklardır. Biz Aleviler bu oyunu görüyoruz ve kanmayacağız. Mücadeleye devam edeceğiz, eşit yurttaşlık hakkımızı alana kadar. AK: Miting öncesini ikiye ayırdığım gibi miting sonrasını da ikiye ayırmak istiyorum. Bunlardan birincisi kendi içimizdeki tepki gösterenlerin neler yaptığı. Sonra da devlet kanadının neler söylediği. Bizimkiler dediğim, birlikte yol yürüdüğümüz arkadaşlar. Avrupa Federasyonu’nun ve Federasyon içindeki bileşenler. Bu işin en büyük şokunu İzzettin Hoca yaşadı. İzzettin Hoca elinden oyuncağı alınmış hale düştü. Hoca, “Bu mitinge kimse gitmeyecek.” dedi; miting yüz bini geçti. Hem Hoca şok oldu, hem de çok insan Hoca’nın, sanılanın ya da sunulanın aksine, bu işlerden anlamadığını gördü. Bunun üzerine İzzettin Hoca üslubunu, tavrını sertleştirdi. Kitleyi, temsilciliği, sözcülüğü kaybetmiş olmanın endişesine kapıldı. Bu endişeyle da kendi yanındaki arkadaşların bile kabul edemeyeceği, onların bile onaylamayacağı sözler söyledi. İkincisi devletin tutumu: Genelkurmay bu konuda ilk defa açıklama yaptı. Bugüne kadar hangi mitingle ilgili Genelkurmay açıklama sunmuştur? Bilmiyorum, ama yazılanlar, çizilenler üzerine Genelkurmay açıklama yazdı. Mehmet Ali Birand köşesinde sordu: Hiç Genelkurmay Başkanı, üst düzey komutan Alevi var mı? Onun üzerinde Genelkurmay, biz kimsenin Alevi olup olmadığına bakmıyoruz demiş. M. A. Birand da “Peki, bana Alevi bir Genelkurmay Başkanı veya komutan adı söyleyebilir misiniz” diye tekrar sordu. Onlar da cevap olarak, söyleyemeyiz diyorlar. Bilmiyoruz, o şekilde liste tutmuyoruz diyorlar. Genelkurmay içerisindeki ayrımcılık da aslında bu mitingle birlikte ortaya konmuş oldu. Mehmet Ali Birand’ın dediği doğrudur: Orgeneral düzeyinde, komuta kademesinin en üst düzeylerinde Alevi general yoktur.
Demir Küçükaydın, 10 Ocak 2006
Kamuoyunda etki yaratmak açısından miting amacına ulaşmış mıdır? AK: Tabii. Haftalardır hâlâ bu miting konuşuluyorsa, miting amacına ulaşmıştır. Ülkenin gündemi bu kadar yoğunken, çatışmalar, bir tarafa Kürtlerle olan sıkıntılar, öbür taraftan yolsuzluklar, Başbakan bir tarafta taşlanırken, öbür tarafta pompalı tüfekten bahsederken, ekonomik kriz kapıya gelmiş dayanmışken, bankalar batıyor, işyerleri kapanıyorken… Bütün bunların içerisinde bu miting Alevi olayını haftalardır gündemde tuttu. Bu anlamıyla miting amacına ulaşmıştır.
Büyük Alevi Yürüyüşü Mitingi Nedeniyle Bir Çok Yazarımızın Yazısına Yer Veremedik. Özür Dileriz 28
Politik İslam, ne İslam’dır ne de demokratiktir. Politik İslam, ulusu, yani politik olanı dinle veya İslam’la tanımlayan gerici bir milliyetçiliktir. Bugün Müslüman olmak ancak tutarlı demokrat olmakla; toplumdaki hiçbir dilin, dinin, etninin özel bir imtiyazı olmaması için mücadele etmekle mümkündür.
B
İR TOPLUMUN refah ve zenginlik düzeyini emek üretkenliğinin yüksekliği belirler; emek üretkenliği ise son duruşmada, daha büyük ve başka enerji kaynaklarının üretim sürecine katılması demektir. İnsanlık tarihi ve insanlığın yaşadığı belli başlı toplum biçimleri, temel enerji kaynaklarına göre de sınıflanabilir ve bu tamı tamına farklı üretim biçimlerine de denk düşer. Kabaca insanın kol ve kas enerjisine dayanan üretim “Vahşet”; bitki ve hayvanların ehlileştirilmesiyle birlikte, adeta güneş enerjisine dayanan organik robotlarla yapılan üretim “Barbarlık”; rüzgâr ve su gücü klasik tarıma dayanan tefeci ve bezirgân sermaye uygarlığı; fosil yakıtların enerjisine dayanan üretim de modern kapitalist uygarlık demektir. Homo Sapiens, ateşin çocuğudur. Ateş sayesinde insan denen canlı türü, ilk giyinen, ilk mezarı olan canlı olmuştur. Ateş sayesinde, o maymun benzeri, alet kullanan yaratık Afrika savanlarının ılıman iklimini terk ederek tüm iklimlerde yaşayabilen ilk canlı, hâsılı insan olabilmiştir. Evet, bugünkü insan, yani Homo Sapiens, ateşin bir ürünüdür, ama ateş kendi başına, insanın avcılık ve toplayıcılıktan, yani esas olarak kol gücüne dayanarak üretim yapmaktan kurtulmasını sağlayamamıştır. Ateşin emek üretkenliğini arttırmada kullanılışı, çok sınırlı alanlar hariç, neredeyse sanayi devrimine kadar mümkün olmamıştır. Nasıl ateşi kontrol altına almak için canlının onunla doğrudan temasını ve yanmasını engelleyen bir alet, dolayısıyla aleti kavrayan bir el ön koşul idiyse ve alet denen cansız nesneyi aracı etmedikçe hiçbir canlı ateşi kullanamadıysa; ateşte ortaya çıkan ısı enerjisini de mekanik enerjiye dönüştürebilmek ve onu işte, yani emek üretkenliğini artırmakta kullanabilmek için de hem bu yönde bir ihtiyaç hem de belli bir teknik gelişme düzeyini gerekiyordu. İhtiyacı ve teknik düzeyi dünya ticareti ve kapitalist geniş yeniden üretim binlerce yıl sonra yaratabildi. Bu nedenle, neredeyse modern sanayi devrimine kadar ateş, üretim süreçlerinde, mekanik hareketlere dönüştürülerek emek üretkenliğini arttıran bir enerji kaynağı olarak kullanılamamıştır. Kullanımı doğrudan ısı ve ışık kaynağı olmakla ve madenlerin arıtılmasında veya kimi yiyeceklerin hazırlanmasında olduğu gibi kimyasal dönüşümlerin aracı olmakla veya onları hızlandırmakla sınırlı kalmıştır.
Modern sanayi devrimine kadar olan dönemde, emek üretkenliğini arttırmada enerji kaynağı olarak insanın kas gücüne sadece hayvan, su ve rüzgâr gücü eklenebilmiştir. Hayvan gücünün kullanımı, hayvanların ehlileştirilmesini, yani neolitik devrimi;(*) su ve rüzgâr gücünün kullanımı ise, büyük miktarda ürünleri ve yerleşikliği, yani tarıma dayanan üretimi ve belli bir ticaret düzeyini, şehirleri, hâsılı uygarlığı ön koşul olarak gerektirir. Homo Sapiens’in yuvarlak hesap yüz bin yıldır var olduğunu ve Neolitik devrimin de yuvarlak hesap on bin yıl önce gerçekleştiğini düşünürsek, modern insan türünün ortaya çıkışından, neolitik devrime kadar geçen zaman, yani doksan bin yıl; yani homo sapiens’in var oluşunun onda dokuzu; sadece kas gücüne dayanan son derece düşük bir emek üretkenliği düzeyinde; dolayısıyla sürekli bir kıtlık ve açlık tehdidi altında geçmiştir. İnsanın sadece kol gücüne, kaslarının gücüne dayanarak yaptığı üretim, esas olarak avcılık ve toplayıcılığa denk gelir. Ok, yay, mızrak, balta gibi bütün üretim araçları hep insanın kas gücüne dayanırlar ve bu gücü biriktirerek kullanmak ve belli bir noktada yoğunlaştırmak işlevine dönüktürler. Böylece insan bir yandan ateş sayesinde ilk mezarı olan, sanatı olan, bir toteme dayanan toplumsal üstyapısı ve örgütlenmesi olan bir canlı haline gelirken dolayısıyla mezarı olan ilk canlı olurken, yani ölüleri bile toplumun bir parçası olurken, aynı zamanda esas olarak kendi kaslarının gücüne dayanarak üretim yaptığından, yani emek üretkenliği son derece düşük olduğundan, sürekli bir kıtlık halinde yaşamıştır. Ama kıtlık demek, canlının yaşayabilmek için birbiriyle rekabeti demektir; insanın insana rekabeti demektir. Aç bir insanı, diğer hemcinslerini, çocuklarını, yaşlılarını yemekten alıkoyacak bir örgütlenme demektir. Hem kıtlıkta yaşamak, hem de birbirini, özellikle güçsüz çocukları ve yaşlıları yemeyip dayanışabilmek. Dişinin soyun devamı için gerekli analık içgüdüleri bunu bir ölçüde engellese bile, erkekler için nasıl engellenecektir bu? Totem, yani soy ve kardeşlik ve Kutsallık bu çelişkiyi çözen bir üstyapı sağlamıştır. Bunun temeli ise, neredeyse bütün dinlerin “nefsine hâkimiyet” diye sonradan da ululayacağı ve sınıflı toplumun eşitsizlikleri karşısında kişisel bir çıkış yolu olarak önereceği içgüdülere hâkimiyettir. İçgüdüler toplum, yani “totem” ya da “tanrı” için kurban edilebilmelidir ki toplum varlığını sürdürebilsin. Bugün bizlere bir mazoşizm veya işkence gibi gelebilecek bütün “ilkel” toplumlarda görülen acılı imtihanlar, hep parçanın bütüne; nefsin, içgüdülerin topluma tabi olması eğitimine yöneliktirler. Bugün bizlerin yamyamlık ya da kanibalizm dediğimiz şey, aydınlanmanın insan kavramına dayanır. Bu kıtlık döneminde insanlar aynı kabile ya da soydan olanlardan ibaretti; onlar başka kabileleri veya insanları öldürüp yediklerinde, başka insanları değil; başka canlıları yiyorlardı. Ama buna karşılık hiçbir kandaş toplum kendi kandaşına, yani insanlara dokunmazdı. Aksine, kandaşı ya da soyu
Sayı 47
SERÇEÞME ve kabilesi için kendini feda toplumsal örgütlenmenin temelini oluşturmuştur. Toplum için feda, içgüdülere egemenlik, parçanın bütüne (toteme, soya) tabi olması, eşit haklı bir kandaş olabilmek için acılı imtihanlar (ki sünnet vs. bunun bir kalıntısıdır) bütün bu toplumların hepsinde ortak özellikler olagelmişlerdir. Kıtlıkta çocukların özellikle aç erkeklerce yenmesi bu mekanizmayla engellenmiştir, ama kıtlık var olmaya ve çocuklar da birçok durumda ya açlığa mahkûm olmaya (ama totemin soyundan gelenler arasında dayanışma ve parçanın bütüne tâbi olması esas olduğundan ve hiç kimse aç bırakılamayacağından) doyurulduğu takdirde, kabilenin açlıktan ölmesine yol açabilecek bir tehlike olmuştur. Bu koşullarda insan, tek tek canlılar olarak çocuk ve yaşlıları yememiş, ama onları toplum adına “kurban” etmek ve böylece hep parçanın bütüne tabi olması ilkesini yaşatmak hem de kabile olarak varlığını sürdürmek olanağı bulabilmiştir. Bu nedenle, kıtlığın, yani neolitik devrim öncesinin bütün toplumları aynı zamanda çocuk kurban etmişlerdir. Denebilir ki, bugünkü insan soyu istisnasız “çocuk katilleri”nin ahvadıdır. Bu nedenle, insanlık var oluşunun onda dokuzu boyunca, doksan bin yıl boyunca, çocukları da kurban etmiştir. Bu kıtlık döneminin kalıntıları, uygarlığa ve daha yüksek bir emek üretkenliğine daha geç geçen haklarda çok yakın zamanlara kadar yaşamıştır. Fenikeliler, uygarlaştıktan sonra bile Molok’a çocuklarını kurban ediyorlardı. Çocuk kurban etme geleneği, ta Roma çağına, Kartacalılara kadar devam etmiştir. Bugün Amerika’dan tekrar dünyaya yayılan Hallowen, Keltlerden kaynaklanır ve Keltlerdeki çocuk kurban etme âdetinin, Orta Doğudaki Kurban Bayramı benzeri bir şekilde bırakılışını, ama aynı zamanda bunun yakın zamanlara kadar yaşadığının kanıtını temsil eder. Araplarda, daha İslamiyet’in doğuş döneminde bile, kız çocuklarının kurban edilmesi âdeti yaşıyordu. Ve nihayet bizzat Kurban Bayramı çocuk kurbanının bir kanıtıdır. İnsanlığın, sürekli kıtlıktan kurtulması, hayvanları ve bitkileri ehlileştirmesiyle mümkün olabilmiştir. Hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesi, yani özünde neolitik devrim, dünya tarihinde gelmiş geçmiş en büyük devrimdir ve bugünkü uygarlığın en büyük keşifleri bile bu devrimin yanında birer cüce gibi kalır. Bugünkü bütün yaşamımız hala bu devrimin kazanımlarına dayanmaktadır. Temel gıdamızı oluşturan bütün hayvanlar ve bitkiler; giydiklerimiz (dokumacılık); yemek yediğimiz tabaklar ve yiyecekleri içinde koruduğumuz kaplar (çömlekçilik) hemen her şey bu devrimin bulduklarıdır özünde. Neolitik devrim bir bakıma, güneş enerjisiyle çalışan organik robotların keşfi ve kullanımı gibi tanımlanırsa onun çapı ve emek üretkenliğinde yaptığı muazzam sıçrama anlaşılabilir. Böylece insanın çalışması esas olarak bu robotların bakımı, ürünlerinin toplanması gibi eylemlerde yoğunlaşmıştır. Kol emeği artık ehlileştirilmiş bitki ve hayvanlarda biriken güneş enerjisinin kontrol altına alınmasına yönelik olarak işlev görür. Dolayısıyla enerji kaynağındaki bu muazzam artış, aynı zamanda üretkenlikte muazzam bir artış bu da sürekli kıtlık ve açlık tehlikesinden kurtuluş demektir. Böylece avcılık ve toplayıcılığın kıtlık ekonomisinin yerini; hayvan yetiştirmenin ve gelgeç bahçeciliğin bolluk ekonomisi almıştır. Bu
Kasım 2008
durumda, kabilenin ya da toplumun yaşaması için çocukları kurban etmek gereği kalmamıştır. Kurban bayramının ortaya çıkışını anlatan söylence, asılında, gerçek tarihin doğru bir tasvirinden başka bir şey değildir. Avcılığa ve toplayıcılığa dayanan kıtlıkta çocuklar kurban edilirken, hayvanların ehlileştirilmesine geçişle birlikte, çocuk yerine hayvan kurban edilmesine geçişi; yani neolitik devrimi; emek üretkenliğindeki bu devasa artışı; bu artışa paralel olarak üstyapının da yeni alt yapıya uygun hale gelişini; insanların sürekli bir açlık ve kıtlık tehlikesinden kurtuluşunu sembolize eder. Bu muazzam devrim ne kadar kutlansa yeriydi ve yeridir. Daha sonra İslam bu Sami göçebeliğinin geleneğini almış, onu uygarlığın sınıflı toplumunda; zenginlik ve yoksulluk farklılıklarının bulunduğu toplumda, zenginlerin kurban kesmesi ve bunu fakirlere dağıtması dolayımıyla, bu farklılıkları nispeten ılımlandırmanın bir aracı yapmıştır. Klasik uygarlıklar çağında, bunun da belli bir işlevi vardı ve Kurban bayramları ne kadar kutlansa yeriydi. Kurban bayramında bir bakıma böylece iki bayram iç içe geçiyordu; neolitik devrimin bayramı ve İslam’ın uygarlığın sınıf çelişkilerini nispeten yumuşatan; Hindistan’daki Kastlaşma benzeri sınıf fosilleşmelerine karşı, tüm Müslümanları soyu ya da gelir düzeyi ne olursa olsun, aynı namaz safında eşitçe dizen, uygarlıktaki kastlaşmaya ve aşırı zenginlik farklılıklarına karşı İslam devrimi veya reformunun bayramı. Kurbanlık hayvan, çok öncenin unutulmuş çağlarında, toplum için ve toplum adına kurban edilen çocukları gibi, bir gelin gibi süslenir; el bebek gül bebek bakılır, bir bakıma o kısa hayatının herkesinkinden daha güzel geçmesi için elden gelen arda koyulmazdı. Bizzat kurban ediliş eylemi bile, o unutulmuş geçmişin izlerini taşır; kurbanın öleceğini bilmemesi; öldürme işleminin olabildiğince seri ve acısız olması; dualar, seremoniler vs. hepsi, kurbanın toplumun yaşaması için bir dayanışma olduğunu vurgulamaya ve kanıtlamaya yöneliktir. Ne var ki, bugün geniş yeniden üretim çağında, hayvanların bant usulüyle üretildiği, öldürüldüğü ve işlenip piyasaya sürüldüğü çağda, bu kurban âdeti ve bayramı, çoktan uygarlığa geçmiş Fenikelilerin çocuk kurban etmeye devam etmelerine veya Azteklerin uygarlık sembolü piramitler üzerinde artık kıtlık nedeniyle bir gereği kalmamışken insan kurban etmeye devam etmesine benzer. Gerçek anlamını, yitirmiş ve hatta tam zıt anlamda bir işlev kazanmıştır. Azteklerde insan kurban etmenin devam etmesi, bu âdetin diğer kabileleri ya da kastları baskı altına almanın; onları terörize etmenin bir aracı olarak kullanılmasıyla ilgiliydi. Fenikelilerin çocuk kurban edişleri de muhtemelen benzer bir işleve sahipti. Bugünkü toplumda da kurban, artık bir sosyal adalet ve toplumsal dayanışma aracı olmaktan çıkmış; bir zenginlik ve güç gösterisinin; toplum içinde ne kadar dini bütün olduğunun reklamını yapmanın; bir prestij ve itibar edinmenin arıcı haline gelmiştir. “Sağ elinin yaptığı iyiliği sol elin bilmeyecek” diyen bir dünyanın ve değerler sisteminin değil; “bakın ben ne kadar iyilik yapıyorum, ne kadar dindarım” diye bar bar bağıran; kapitalizm öncesinin her türlü değerini yitirmiş, modern burjuva toplumunun da demokratik (Devamı 30. Sayfada)
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.
TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk .................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............. +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ...................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu .............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican .................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................. +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman...................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk ..................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan ........................... +49.174.164 98 33 Köln İda Kitabevi .............................. +49.221.620 04 95 Müncen Metin Karataş ..................... +49.179.207 20 65 Mönchengladbach Vedat Bican ........ +49.177.426 56 68 Oberhausen Mehmet Kaz ................ +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır ..................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............. +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ......... +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ......... +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay .......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ............................ +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ...... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır .................. +41.788 89 15 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek ........0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ................+49.419 21 505
YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ...................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ...........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ....................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin ......................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça ......................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar .......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan ..................0248.234 37 17 Çorum: Merkez Aşık Cefaî...........................0536.632 63 28 Denizli: Merkez Hasan Erden ......................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ................0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ...............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli .....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ............................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu .............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ........................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ...............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ....................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar ......................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ...............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ...0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ...........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ................0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin ......................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır ..............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam ..............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak .....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız .......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel ..............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut .................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf ..................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.. .....0532.740 42 50
29
SERÇEÞME (Baştarafı 29. Sayfada)
Kurban Bayramı ve Sosyalizm değerlerinden bile zerrece nasibini almamış insan posalarının, lümpenlerin değerlerini ifade etmektedir artık kurban kesmek. On bin yıl öncesinin sürekli kıtlıkta yaşayan insanları çocuklarını kurban ederken, bugünün kurban kesenlerinden, milyon kez daha insani bir iş yapıyorlardı. O çocuk kurbanları bir cinayet değil, bir ibadetti; bugün ibadet diye hayvan kesenlerin yaptığı ise ibadet değil cinayettir. *** ODERN TOPLUMDA, bugünkü geniş yeniden üretim yordamında, tüm değerleri yaratan işçinin iş gücüdür. Sömürü oranını iş gücünün fiyatı belirler. İş gücünün örgütlenmesi ve fiyatının yükselmesi, modern toplumu bir parça yaşanır kılan biricik ilaçtır. Ama iş gücünün örgütlenmesi ve haklar edebilmesi için, işçilerin demokratik özgürlüklere; fikir, örgütlenme, bir araya gelebilip çıkarlarını korumak için birlikler oluşturma; partiler kurma özgürlüklerine ihtiyaçları vardır. Bu nedenle, demokrasi denen şeyin biricik garantisi ve sağlayıcısı, işçi sınıfı ve hareketidir. Ama işçi hareketi de ancak demokrasi mücadelesi içinde toplumdaki tüm ezilenleri ve gayrı memnunları birleştirip, sadece işçiler için ekonomist bir hareket olmaktan çıkıp, devrimci ve demokratik bir karakter kazanabilir. Sadece bütün Avrupa ve dünyanın modern tarihi değil, Türkiye’nin yakın tarihi de bunu kanıtlar. 1960’lar ve 70’ler işçi hareketinin hem yükseldiği hem de demokratik talepleri toplumun gündemine taşıdığı bir dönemdi. Son çeyrek yüz yıl ise, ortalıkta hem işçi hareketi yoktur hem de devrimci ve demokratik talepler. İşçi hareketi örgütlendiği ve demokratik haklar elde ettiği takdirde, toplumdaki zenginlik ve yoksulluk farkları azalır. Çünkü ezilenler bu haklara dayanarak kapitalistler karşısında pazarlık güçlerini yükseltirler; vergiler aracılığıyla ulusal gelirin yeniden dağıtımında ağırlıklarını koyarak, zenginlik ve yoksulluk farklarını nispeten daha ılımlandırıcı tavizler koparabilirler. Böylece toplumda, tümüyle çürümeye ve çözülmeye yol açan, korkunç yoksulluk ve zenginlik farkları azalır. Böyle bir toplumda, et yiyebilmek için kurban bayramını bekleyen yoksullar olmaz. Böyle zenginlik ve yoksulluk farkları ve bunun yarattığı çürümeler olmayınca, böylesine gösterişli hayvan katliamları da olmaz. Batı ile doğunun farkı buradadır. Doğu’da insanların hiçbir zaman hakları olmaz. Orada avane-kliyen(*) ilişkileri geçerli olur. Zengin olan, üstün olan, yetkisi olan, “adamlarını” korur, onlara “kıyak” yapar. Alttakiler de ona karşı sürekli gebe ve mahkûm kalırlar. Demokraside ise, insanların hakları olur. Kimse bu hakları için kimseye minnet etmek zorunda değildir. Böyle bir toplumda, birbirinin elini öpen, yağcı, garibanın karşısında Allah kesilip güçlünün karşısında köpekleşen insanlar yer bulamaz ya da daha da azalır. Türkiye’deki sistem, bunun tam tersini yaratmakta ve üretmektedir. Bürokratik oligarşi tüm toplumsal sistemi bu haklar değil, hoşgörü veya görmezden gelme ilişkisine göre kurmuş bulunmaktadır.
M
30
Burjuvazi de bunun karşısında, haklara değil, aynı şekilde, avane-kliyen (klik) ilişkilerine dayanan bir sistemi savunmaktadır. Kurban bayramlarının böylesine bir katliama, zenginlik ve hayırseverlik gösterilerine dönüşmesi, hep bu demokrasi yokluğunun; hak yoksunluğunun; avane-kliyen ilişkilerinin tüm topluma egemenliğinin bir yansıması ve sonucudur. Kemalist oligarşi ile burjuvazinin politik İslam’ı aslında aynı sistemi savunmaktadırlar. Demokratik haklara değil, hoşgörüye, gebe bırakmaya dayanan sistemdir bu. AK Partili belediyelerin yoksullara ekmek dağıtması da, kurban bayramlarının gösterişli hayvan katliamları da; “kapkaççılık” da, müthiş zenginlik ve israf da bütün bunlar hepsi aynı sistemin ayrılmaz parçaları; aynı madalyonun farklı yüzleridir. Politik İslam, ne İslam’dır ne de demokratiktir. Politik İslam, ulusu, yani politik olanı dinle veya İslam’la tanımlayan gerici bir milliyetçiliktir. Eğer sorun Müslüman olmak ise, bugün Müslüman olmak ancak tutarlı demokrat olmakla; toplumda tüm değerleri yaratanların, çalışanların her türlü örgütlenme, fikir, gösteri özgürlükleri için mücadele etmekle; toplumdaki hiçbir dilin, dinin, etninin özel bir imtiyazı olmaması için mücadele etmekle mümkündür. Bugünün dünyasında, bir zamanlar kurban kesmenin sağladığı sevabı; ancak demokratik haklar için hapiste yatmak; sürgünlerde yaşamak; ezilen ve yoksulların demokratik hakları için mücadeleye girmek sağlayabilir. Bu özgürlükler ve haklar için bir şey yapmamak, hatta karşı olmak; sonra da yoksullara yardım ve dindarlık adına gösterişli veya gösterişsiz kurbanlar kesmek! Bunun ne Müslümanlıkla, ne insanlıkla ilgisi yoktur. Bunlar cehennemde yanmaya layık günahkârlardır. Türk devletinin Türk devleti olmasına, Türkçenin resmi devlet dili olmasına; yurttaşlığın Türklükle tanımlanmasına karşı çıkmadan; tüm dillerin eşitliğine savunmadan; yurttaşlığın hiçbir din, dil, etni ile bağlantısının olmaması gerektiğini savunmadan “Müslüman” da olunamaz, demokrat da olunamaz. Gerçek Müslüman, Diyanet İşleri’nin lağvını, Sünnilerin de tıpkı Aleviler gibi, din görevlileri için kendi gönüllü bağışlarıyla onlara bakmasını savunur. Bir yandan bu konularda ağzını açmayacaksın, hatta bugünkü çürütücü ve gerici sistemi savunacaksın, diğer yandan da, haç, kurban ya da İslamiyet’in faziletleri üzerine geviş getireceksin ve kurban kesip sözde aç ve yoksul bıraktıklarına üç beş kırıntı dağıtıp onları kendine veya zenginlere minnet borçlu bırakacaksın. Bunun adı ikiyüzlülüktür; münafıklıktır. *** AYRAM her şeyden önce çalışılmayan gün demektir. Çalışılmayan bir gün ise, o çalışılmayan günde insanları aç kalmaktan kurtaracak bir artı ürünü var sayar. Bu artı ürün ise, belli bir emek üretkenliği düzeyini. İnsan bu düzeye ancak, neolitik devrimle ulaşmıştır. Dolayısıyla, Kurban bayramı, sadece çocuklar yerine hayvanların kurbanına geçişin değil, aynı zamanda bayram denen, çalışmadan yaşanabilecek günlerin ortaya çıkışını da sembolize eder.[1] Neolitik devrim öncesinde, insanların kıtlık içinde yaşadıkları çağlarda da elbette rastlantısal iyi bir av sonucu, ya da uygun bir mevsim dolayısıyla bol yiyecek bulunduğu zamanlar olabiliyordu.[2] Ama bunlar tamamen rastlan-
B
tısaldı ve düzenli değildi. Dolayısıyla, sürekli bir artı ürün olmadığından, bu rastlantısal artı ürünün korunması ve saklanması için gerekli ihtiyaç ve teknikler de bilinmiyordu. Dolayısıyla, rastlantısal artı ürünler derhal tüketilmeliydi. Bu nedenle neolitik devrim öncesinde bayram yoktur, rastlantısal artı ürünleri tüketmeye yarayan şölen vardır. Neolitik, aynı zamanda bayramın da keşfidir. Bir bakıma Kurban Bayramı, sürekli ve düzenli bir artı ürünün varlığının, yani bayramın keşfinin de bayramı sayılabilir. İnsanlık tarihinin bütünü göz önüne alındığında, gerçekten bayram olarak kutlanmayı hak eden muazzam devrimci değişikliklere; üretim güçleri, ilişkileri ve üstyapıdaki muazzam değişikliklere denk düşmektedirler bu ve benzeri bayramlar. Her sosyalist, bu bilinçle, bu bayramları kutlamalıdır, insanlık tarihindeki en büyük devrimlerin bir anısı olarak. Ama bu bayramları kutlamak, bugün yaşadığımız dünyaya uygun bir üstyapı mücadelesiyle olabilir. Semavi dinler de çok büyük toplumsal devrimlere karşılık düşerler elbet. Bu dinler sonra gelişen uygarlık ve sınıflı toplumlar içinde, nispeten eşitlikçi büyük reform ve devrimleri sembolize ederler. Örneğin İsa’nın doğumunun kutlanmasını ele alalım. Birbiri peşi sıra gelen uygarlıklar koca Akdeniz ve Ortadoğu’yu bir tek Pazar kılmış, bir tek uygarlık alanında birleştirmişti. Hepsi Roma’nın egemenliği altındaydılar ama her kavim, hatta her kabilenin ayrı tanrıları, dolayısıyla ayrı hukuku var olmaya devam ediyordu; insanlığı hayvanlıktan çıkarmış olan totemler artık üretici güçlerin o günkü gelişmişlik düzeyinde ciddi bir engel haline gelmişlerdi. Tüm bunları aşacak, tüm uygarlık alanında aynı hukuku, aynı toplumsal ilişkileri, aynı politikayı geçerli kılacak yepyeni bir üstyapı gerekiyordu. Hıristiyanlık Roma’nın sağladığı ekonomik birliğin gerektirdiği üst yapıyı sağlıyordu. Ama bunu yaparken aynı zamanda, yoksullara ve kölelere, Allah evreni altı günde yarattı, yedinci gün dinlendi diyerek, haftada bir, yani yılda elli iki gün tatil hakkı da veriyordu. Ondan sonra hiçbir hareket ve devrim bu çapta bir reformu ya da hakkı çalışanlara sağlayabilmiş değildir. İşçi hareketinin muazzam savaşlar sonucu elde ettiği sekiz saatlik iş günü bile bunun yanında küçük kalır Çürümüş Bizans ve Sasani, yani Çin ve Hint yolundaki uygarlığın ve Akdeniz Ortadoğu uygarlığının çıkmaza girmiş toprak ilişkilerini yeniden düzenleyen; nispeten daha eşitlikçi bir düzen kuran İslam da bir tür devrim idi, bu anlamda, insanlar bilincinde olmasa bile İsa’nın ya da Muhammet’in doğumunu kutlarken, gerçekten büyük devrimleri bir bayram olarak kutlamış oluyorlardı. Modern “ulusal bayramlar” ise, bu bayramların yanında bayram adıyla anılmaya layık hiçbir kazanım sağlamamışlardır insanlığa. İlk burjuva devrimleri, yani Amerikan ve Fransız devrimleri, daha ilk adımlarında gericileştiler. Modern toplumun dini başlangıçta, yurttaşlığı, insan haklarıyla tanımlıyor; insanı da dini, soyu, etnisi ne olursa olsun eşittir diye tanımlıyordu. Ne var ki, daha ilk adımda, bir yandan geçmişin kalıntılarıyla; yani insanın sadece erkek ve beyazları, kapsaması nedeniyle; hem de burjuvazinin yurttaşları (yani insanları), belli bir dil, etni veya dinden olan veya belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanlarla sınırlayan gerici milliyetçiliğe geçişi nedeniyle, tam anlamıyla birer gericilik, insanlara karşı bir
Sayı 47
SERÇEÞME tehdit ve terör gösterisidir bugünün “modern”, “ulusal” bayramları. Tanklar, toplar, uydurma tarihler, yalanlar üzerine dayanırlar ve bu anlamda birer karşı devrim bayramları, birer gericilik ayinidirler. Bu bayramların birer tatil günü olması, işçilerin ve emekçilerin bundan biricik kazancıdır ve burjuvazinin işçi ve emekçilere verdiği bir rüşvettir. Sosyalist devrimlerin “tamamlanmamış devrim”ler olduğundan çok söz edilmiştir. Ama esas tamamlanmayan ve “ihanete uğrayan” devrim, burjuva devrimidir. Burjuva devrimlerinin, “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen devrimci özü; vatanı ve milleti, belli bir din, dil, etni, soy ile sınırlayan gerici milliyetçilik tarafından olmamışa çevrilmiştir. Burjuva devriminin bu idealine, enternasyonalizm adı altında işçi hareketi sahiplenmiştir. Enternasyonalizmin bayramı olan 1 Mayıs, aslında, sosyalizmin değil; “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen, ihanete uğramış ve unutulmuş burjuva devriminin bayramıdır. Ne yazık ki, 1 Mayıs bile, burjuva devriminin bu idealini terk etti. O da, bürokrasinin egemenliği altında, burjuvazinin yoluna girdi. 1 Mayıslar, tıpkı gerici burjuvazinin tanklı toplu ulusal bayramları gibi, bürokrasinin sosyalist veya enternasyonal isimli ulusal bayramları; yani karşı devrimlerin bayramları oldular. Böylece Enternasyonalizm biçiminde varlığını sürdüren burjuva devrimlerinin idealleri bile unutuldu. Bugünün dünyasında, gerici milliyetçilikle çizilmiş sınırlara karşı bir hareket, yani bir yeryüzü çapında tüm insanların eşitliğine dayanan bir hareket ve onun başarısı ancak modern toplumun adına layık bir bayram oluşturabilir. Ama bu bayram bile sosyalist bir bayram değil, modern burjuva uygarlığının, sanayi uygarlığının bayramı olur. 1 Mayıs modern toplumun bayramı olmaya adaydır. Ama 1 Mayısın modern toplumun bayramı olabilmesi için, bugünkü gerici ulus ve ulusçulukların ve onların bayramlarının yeryüzünden silinmesi gerekmektedir. Burjuva toplumun ve uygarlığının bayramı işçiler eliyle oluşabilir. İşçiler bu bayramın, sınıfsız toplumun değil, işçilerin, yani
burjuva toplumunun, yani kapitalist toplumun has ürününün bayramı olduğunu bildikleri ölçüde, bu mücadele gününü bir bayram yapma şansına sahip olabilirler. Sosyalizm ise sınıfsız toplumdur. Sosyalizmin bayramı hiç olmayacaktır. Çünkü orada devlet olmayacaktır. Çünkü orada sınıf ayrımları ve sömürü olmayacaktır. Meta üretiminin ve devletin yarattığı yabancılaşmalar olmayacaktır. Bunların olmadığı yerde ise, hayat bir bayram olur. Hayat bir bayram olunca da bayramların var oluşunun bir anlamı kalmaz. Bu anlamda sosyalizm için mücadele, bayramları yok etme ve anlamsız kılma mücadelesidir.
NOTLAR: [1] Oruç ve şeker bayramı büyük ölçüde avcılık ve toplayıcılığın kıtlığı ve nefsi kontrol altına almaya yönelik kurallar ve rastlantısal artı ürünü tüketmeye yarayan şölenlerin, neolitikten sonra varlığını sürdüren bir kalıntısı olabilir. Neolitik öncesi dönemlerin bir hatırlatılması ve ondan kurtuluşun kutlanması gibidir. [2] Newroz bayramı orta doğuda doğanın uyanışıyla, baharla bağlantılı olduğundan, baharın sağladığı nispeten daha bol av ve bitki anlamına geldiğinden muhtemelen kökleri neolitik devrim öncesinin bahar şölenlerine dayanıyor olsa gerektir. (*) Neolitik Devrim: Günümüzden yaklaşık 12 bin yıl ya da daha önce Cilalı Taş (Neolitik) Devrinde insanlığın toplayıcı-avcı yaşamdan, yerleşik tarıma ve hayvanların evcilleştirilmesine geçişiyle yaşanan köklü toplumsal değişimi anlatır – Serçeşme. (**) Avane: Arapça a’van, “yardımcılar” sözcüğünden; “yardakçı” ya da “hempa” anlamına. Kliyen: Latince cliens, “çağrı bekleyen” kökünden; Antik Roma’da üst sınıftan (partici) bir patron (patronus) tarafından korunma ve destek görme karşılığında, sürekli onun çağrısına uygun oy veren alt sınıftan (pleb) kişi anlamına gelir. Günümüzün Latin kökenli dillerinde “müşteri” kelimesinin kökünü oluşturur – Serçeşme.
SACAYAK
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Aylık Dergi ÇIKIYOR Birinci Sayı 2009 Şubat Ayında Elinizde
Karakazan’dan Lokma Yemek İsteyen, Narda Erimesin Diye Altına Sacayak Koyar Günümüzde Aleviliğin-Bektaşiliğin Modern Toplumun Narında Erimemesi için Oturacağı Sacayak Hacı Bektaş Veli Dergâhı, Yığınsal Demokratik Örgütlenme ve Demokrasi Kavgasındaki Müsahipleridir Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans BDO Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı - 102, Eminönü, İstanbul Tel / Faks: 0212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr
Kasım 2008
SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez
YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303
31
SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR
9 KASIM AYRIMCILIĞA KARŞI EŞİT YURTTAŞLIK HAKLARI İÇİN YAPILAN BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜNÜN ARDINDAN
Gerçekçi Ol, Olanaksızı İste: Diyanet İşleri Kalkmadan Laiklik-Demokrasi Olmaz Esen Uslu
D
EMOKRATİK Alevi örgütlerinin öncülüğünde yapılan demokrasi için, ayrımcılığa karşı eşit yurttaşlık hakları için yapılan yürüyüş ve miting tüm engellemelere karşın başarıyla gerçekleşti. Bu eylem, Türkiye’nin yerel seçime göre akmaya başlayan siyasi ortamına çarpıcı bir etki yaptı. Alevi oylarına göz diken siyasi partiler eylemin başarısında şu ya da bu biçimde etkilenerek yeni girişimler başlattı. Alevi-Bektaşilerin temsilcileri ile görüşmeler, yeni siyasi konum almalar, yeni “Alevi açılımı” ortaya sürmeler gırla gidiyor. Aylardır Alevilik konusunda yapılan her öneri karşısında üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi tepkisiz duran kurumlar bile “Lebbeyk!” diyip orta oyununa daldı. Bu nedenle eylemin sonrasında başta Alevi Bektaşi Federasyonu ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yönetimleri olmak üzere tüm demokratik Alevi-Bektaşi hareketi, eylemin sonuçlarının siyasi partilerin yerel seçimde oy kapma heveslerine kurban edilmesine karşı ayaklarını yere sıkı basmalıdır. Eylemin temel sloganı olan eşit yurttaşlık hakları, ayrımcılığa karşı duruş gibi tüm Türkiye çapında önemi olan kapsamlı demokrasi istemlerini savunan kendi gündemimizi öne çıkarmayı bilmek, becermek zorundayız. Yoksa birbirinden farkı olmayan düzen siyasi partilerinin seçim ayak oyunları gündemi içinde yönümüzü, yolumuzu yitirme tehlikesi ciddi olarak önümüzde durmaktadır. Bu eylemin başarısını, daha önce nice kez gördüğümüz gibi, seçimlerde düzen partilerinin gündelik ayak oyunlarına yem etmek istemiyorsak; ağzımızdan çıkan sözlere gerçekten inanıyorsak; “Sokak konuşturur!” diyorsak; bu düzenin yanaşma sofrasında önümüze atacağı kırıntıyla yetinmeyeceksek, düzenin siyasi partilerinden bir “ikbal” beklemiyorsak; bu eylemi yeni ve daha güçlü eylemlerle beslemeliyiz. İstemlerimizi daha da netleştirecek ve bu istemleri daha güçlü biçimde sokakta, meydanda dile getirecek bir hareket yaratmaya çabalamalıyız. Demokrasi mücadelesinde, bu düzenin değişmesinden yana olan tüm güçlerle bir araya gelmenin yollarını döşemeliyiz.
M
Laiklik Demek Demokrasi Demektir
İTİNG sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın istemine “uç fikir” diyen AKP’li bakan, etkinliğe katılan zinhar terörist olur demeye getiren CEM Vakfı taifesi ve tekelci basın yayın organlarının etkili ve yetkili özgürlükçü (yani liberal) köşe yazarları hep bir ağızdan Alevi-Bektaşilere bir akıl veriyor: Diyanet kaldırılsın isteminiz gerçekçi değildir, bu ham ve tehlikeli bir hayaldir. Bu “devlet içinde devlet,” Anayasa’nın değişmez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez bir kurumudur; Atatürk’ten yadigârdır; laikliğin ayrılmaz bir parçasıdır; ayrıca çok güçlüdür; iktidardaki hükümetler bile ondan korkar; devlet yıkılmadan bu kurum ortadan kalkmaz… Gelin boş işle uğraşmayın, gerçekleşmesi olanaksız böyle aşırı istemlerden vazgeçin; devletin ve Diyanet’in kanadı altına girin. Böyle akıllı istemlerle içinizdeki aşırıları yola getirirseniz, dedelerinize devletten maaş, cemevlerinize su-elektrik-gaz beleş... Başta Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy olmak üzere demokrat Alevi-Bektaşi hareketinin önde gelen tüm yöneticileri bu akl-ı evvel öneriye karşı ilkeli bir duruş gösterdi, göstermeye de devam ediyor. O görüşme senin, bu toplantı benim, koşturup duruyorlar. Gittikleri her yerde, laik devlette Diyanet gibi bir kuruma yer yoktur; devlet inançlardan uzaklaşmalıdır; bütçeden inançlara pay ayrılmamalıdır gibi köklü ve doğru tezleri inançla savunuyorlar.
Laiklikten yana olmak demek, Anayasa’nın, devletin kökten değişmesinden yana olmak demektir. Laiklik demek, demokrasi demektir; demokrasi demek, laiklik demektir. Anayasa’nın orasını tamir, burasını yenileme yoluyla yamalı bohçaya çevirerek durumu idare etmek olanaklı değildir. Başka yol yoktur, laiklik ve demokrasi için bu devlet değişmelidir. Akl-ı evvellerin gösterdiği yol, “onlara demokrasi, bize zulüm” anlamına gelen günümüz devletine çıkar. Laiklik, Anayasa’nın her yönüyle değiştirilmesi, demokratik bir devletin yeniden kurulmasına bağlıdır. Bu olanaksız mı görünüyor? Kırkıncı yılını doldurmakta olduğumuz 1968 gençliğinin efsanevi sloganı işte tam da bu nedenle çok günceldir: Gerçekçi ol, olanaksızı iste!
D
Durmak Yok, Yola Devam
EMOKRATİK Alevi-Bektaşi hareketine düşen en önemli görev, en temel laiklik-demokrasi istemini ülkemizde demokrasi isteyen herkese en yaygın biçimde duyurulmasını ve tartışılmasını sağlamaktır. Laiklikten yana olduğunu öne süren tüm güçleri bu tez etrafında birleştirmeye çabalamaktır. Örneğin geniş bir Atatürkçü kesim, kendisini ilerici olarak görmekte ve laiklikten yana olduğuna inanmaktadır. Kaderini cuntalara bağlamış, demokrasi maskeli bu baskı rejiminin sürmesini isteyen bir avuç siyaset bezirgânının yanında, Atatürkçü kesimin içinde siyasi İslam’ın yükselişini endişe ile izleyen, iyi niyetli geniş bir kalabalık vardır. Onlar, sorunu AKP’yle sınırlamakta, devlete toz kondurmadan laiklik istemektedir. Mitinge kalpaklı Mustafa Kemal bayraklarıyla katılanlar olduğuna göre, demokratik Alevi-Bektaşi hareketini destekleyenler arasında da bu yanılgıya sahip kesimler vardır. Bu kesimi, doğru laiklik anlayışına ikna etmeye çabalamak önemlidir. Bu çerçevede, son mitingin belki de en büyük yanlışı olan, kürsüdeki DTP Milletvekilleri ile bir görevlinin Alevi-Bektaşi örgütlerine yakışmaz biçimde tekelci medya huzurunda tartışmasının üzerinde önemle durulmalıdır. 72 milleti bir bilen Alevi-Bektaşilerin ve onların demokratik örgütlerinin bile devlet eliyle pompalanan dar kafalı milliyetçilikten etkilendiği açıktır. Laiklik ve demokrasi sorununun kapsamlı biçimde ele alınması, Alevi-Bektaşilerin, Kürt sorununun demokrasi ile ilişkisini kavraması açısından da önemlidir. Alevi-Bektaşiler kendi demokrasi istemlerini yükseltirken, ezilen, horlanan diğer kesimlerin, bu çerçevede Kürt mazlumlarının demokratik istemlerine de sahip çıkmanın zorunlu olduğunu, ancak örgütlü laiklik-demokrasi tartışması içinde kavrar. Bu nedenle tüm örgütler çapında hızla yerel girişimler başlatılmalı, her yerde demokrasi ve laiklik ilişkisini konu alan seminerler, toplantılar düzenlenmeli, yayınlar çıkartılmalıdır. Eldeki televizyon olanakları seferber edilmelidir. Cemlerdeki muhabbetlerde mutlaka bu konu açılmalı, dedeler ve cem erenleri bu konuyu işlemelidir. Eylemin ardı ve hızı kesilmemelidir. Türkiye’nin en büyük Alevi kenti İstanbul’da laiklik ve demokrasi istemli bir sokak etkinliği konusunda hızla karar verilmeli ve hemen hazırlığına başlanmalıdır. Bu etkinlik için İstanbul ve çevresindeki Alevi-Bektaşi örgütlerinin güçlü bir eşgüdüm içinde çalışmasını engelleyen eksikler hızla giderilmelidir. Bu eşgüdüm organı, gençlerin ve diğer demokrasi güçlerinin bu istemler çevresinde harekete geçirilebilmesi için hızlı ve esnek, ama ilkeli hareket etmelidir. Demir tavında dövülür. Mitingin gösterdiği gibi gün, laiklik ve demokrasi isteminin toplumun geniş kesimleri tarafından tartışılmasına ve benimsenmesine uygundur. Bugün, bu yolda ayakları geri basan yönetici varsa, bir daha kendine demokrasiden-laiklikten yanayım demesin!