Sercesme-48

Page 1

SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

VEDA ETMENİN ZAMANI GELDİ

Bu Sayida Velyettn Ulusoy Yol’u Düşünenin Maaşlı Dede Konumuna Düşmemesi Lazım Postnişin’in İstanbul ve Mersin Dedeler Toplantısına Gönderdiği Tebliğ Postnişin’in Ankara Dedeler Toplantısında Yaptığı Konuşma ve Sonuç Bildirgesi İréne Mélkoff Hakk’a Yürüdü 1917 - 2009

Fkret Otyam Eyvallah Dostlar! Esat Korkmaz Şeyh Bedreddin’e Sahip Çıkalım - II İsmal Kaygusuz Şeyh Hasan Onar Ham Kutlu Kızılbaş Alevilikte Rızalık Şehri - V Rızalık Makamı Kapıkulu Makamı Değildir Hasan Harmanci Aleviliğin Yirmi Yılı İsmal Büyükakan Küba Devrimi Elli Yaşında! Namik Kemal Kaya Eşit Yurttaşlık Hakkına Dair Alevi Talepleri İçin Çözüm Önerisi Hüseyn Akin Serçeşme Dergisi 48. Sayı ile Birlikte Görevini Tamamladı Yilmaz Çelk le Söyletk Seda Coşkun Metn Akta İnançlarda Asimilasyon ve Entegrasyon Erdal Yildirim Alevilerden Sert Yanıt Yusuf Budak Bir Delinin Muharrem Sohbeti Hüsnye Çinar O Bir Ozandı - Feyzullah Çınar İlhan Cem Erseven Alevi Dünyasından Basin Açiklamalari ABF - PSAKD - HSAKD İsmal Özmen Mistisizmin İlişkileri - Bölüm II

Aylik Derg Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24, Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli

Fyati: Ytl  /   /   Aralık  Sayi:

48

Ortak çalışmaya duygularımız akmıyorsa fazla zorlamaya gerek yok: Yoksa “çatlarız.” Kendi haline bırakmak da çözüm değildir; çünkü en yüksek olasılıkla iyi bir “oyuncu” olabiliriz.

Kendimi Başka Yere Bırakıyorum Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

K

endimi kendime taşımak için kendimi “simge” yaptım; kendim ile buluşmaya başladığımda, kendi “öncem” hakkında bilgi sahibi olmaya başladım. Bu içimdeki “ben’in”, dışımdaki “ben’e” verdiği bir “güvence” oldu; içimdeki “ben’e” ilişkin kuşkularımı giderdi diyebilirim. Anlatabildim mi bilmiyorum? Kendimi “simgeleştirmekle”, kendimi “güncellemiş” oldum: Geçmişim bana “yansıdı”; üzerime geçmişin bilinci-inancı “düştü”. Bilincin-inancın düştüğü “deliğe” baktığımda, geçmişime bir “pencerenin” açılmış olduğunu gördüm. Bu yolla “ölmüş zamanın ağırlığı”ndan kurtardım kendimi ve “şifreli bir örtü”nün altına gizledim: “Bir kenara çekildim” ve “gizeminden” sıyrılabilen insanların yaşadığı “açık ve çıplak dünyayı” seyretmeye başladım. Derken simge ile yaşam, birbirine “kötü kötü bakmaya” başladı. Sanki simge, yaşamın çıplaklığını “örten” bir giysi imiş gibi. “Ayıbına” taşınmak için simge denilen örtüyü “kaldıranları”; yaşanılan yerden gizil dünyaya, gizil dünyadan yaşanılan yere girip girip-çıkanları izledikçe simgelerin şifrelerinin “çözüldüğünü” anladım. Anlar-anlamaz dünya artık şuradan-buradan rastlantısal olarak fırlatılmış nesnelerden oluşan bir “yığın” olmaktan çıktı; doğum, ölüm, cinsellik, verimlilik ya da yağmur, dolu, kar vb olaylar anlam kazanıp çözülüverdi. Demek ki kendimi kendime taşımak için kendimi “simge” yaptığımda “doğaya” ve “doğama” bir “olağanüstülük” kazandırıyorum: Şifresini çözdüğümde ise hem bu dünyayı “terk etmenin” hem de bu dünyayı “gizlemenin” sırrına eriyorum; yine hem doğayı, hem de kendimi “doğa olmayan yere”, yani “hiçliğe-ecel bardağına” taşımayı öğreniyorum. Her türlü kurumsallaşmış düşüncenin “nesnel sınırlarını” aşarak “görünmeyen doğam”a “merhaba!”, diyebilirim artık: Keyiflenmektense “delirmeyi” tercih ederim. Diogenes de benzer bir tutum takınmıştı; uygarlığın yapay yüklerini mahkûm etti ve bir “köpek” gibi yaşamaya karar verdi. Bu basit dilenci herkesi bütün geçerli âdet, kural ve yasalara karşı bir saldırıya çağırdı: Grekçe’de “para” sözcüğü “âdet” sözcüğünden türediği için simgesel anlamda, “Haydi paranın yüzeyini kazımaya”, diye bağırıyordu. Sevgili canlar, Serçeşme Dergisi ile beşinci yılımızı yaşıyoruz: Dergimiz bir “platform dergisi”; beş yıl önce bir araya geldik, geçmişimizden taşıdığımız “farklılıklarımızı” çıkaracağımız böylesi bir dergi için “kazanım” olarak algıladık. Her insanın ya da her kurumun “kendi tehlikeleri” vardır denir ya, bu “kazanım” da aynı zamanda bizim “kendi tehlikemizdi”. Çabamıza karşın son aylarda sözünü ettiğim “kazanımımız” Serçeşme Dergisi’nin yayımını “örseleyecek” biçimde öne çıktı. Ortak çalışmamızın koşulları ortadan kalktı. Ve dergiyi kapama kararı aldık. Beş yıl boyunca beni destekleyen, bana katkı veren canlara binlerce teşekkür ediyordum. Sıkıştığımda, kendimi sizlere “emanet” etmiştim “göz-kulak olasınız”, diye. Sizlerden “onay” almadan “olgunlaşamayacağımın” ayrımındayım. “Açığı kapatabilmek” için, yani, yeni olanaklara değin “kendimi oluşturduğumuz Alevi Gündem sitesine, Alevilerin Sesi Dergisi’ne ve Yol TV ekranlarına taşıdığım Hiçlik Meydanı’na bırakıyorum”: Arayanlar, bıraktığım yerde beni bulabilirler. Bir “yasaklı kültür”, bir “gizil bilinç-inanç” olan Alevilik-Bektaşilik, ona “ters” düştüğümüzde, bizi “incitir”: İncitince duygularımız yaralarımızdan fışkıran “kan” gibi önümüze akar. Seçeneksiz etimizi, duygularımızın peşine takarız; rüzgâr hızıyla yanımızdan-yöremizden geçen düşlerimiz bile “yetişelim yoksa yandık!”, diye bağırır. Umarım düşlerimiz duygularımıza yetişir, etimizi bekler “üçlükte birlik, birlikte üçlük” olur. Neden mi? Nedeni açık: Alevilik-Bektaşilik “yaşadığımız andan ayrılıyor”. Bâtıni tasavvuf kültüründe, kaderi yazan “kalem” üzerine çok çeşitli yorumlar üretilmiştir. Bir kere kalemin ucu “ters” yönde açıldığı için, kaderde kimi olumsuzluklar olabilmektedir. Ancak şu bilinmelidir ki: “Kalemin kendi iradesi yoktur”, yani kalem, ne yazdığının (Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME (Baştarafı 1. Sayfada)

“Ben bir araştırmacıyım… Benim rolüm inanmak değil, gözlemek ve anlamaya çalışmaktır!”

Kendimi Başka Yere Bırakıyorum ayrımında değildir. Yazar, nasıl isterse kalem öyle yazar. Sûfi gelenekte, kalemi el tutar, eli de akıl yönlendirir. Demek ki yazgıdan “akıl” sorumludur. Daha doğrusu yazı ya da yazıyı oluşturan harfler, kalem tarafından bir yeresayfaya yazılmadan “görünüşe taşınamazlar”. Görünüşe taşınabilmek için “kâğıttan bir gömlek giymeleri” zorunludur. Ama aynı zamanda, “giydikleri gömlek”, yani görünüşe taşınmış halleri, bu yazının, bu harflerin taşıdığı tasavvufi anlamlar için bir “örtüdür”. Yazıyı ya da harfleri yazan “kalem”de aranan niteliklerden biri de “dilinin” hatta “başının kesilmiş” olmasıdır. Tam da bu nedenle “kalem”, sırrını söylememesi gereken bir “sûfiyi” simgeler. “Kesik dil” ile konuşmaya, “başı kesilmiş kalem” ile yazmaya çalışan sûfi, egemenin içinde sırrını açıklayabileceği alanlar yaratabilmek için “simge” diline başvurur. Bu anlamda “simge dili”, kesik dille konuşma, başı kesilmiş kalemle yazma çabalarının bir ürünü olarak görülebilir. Şeyleri “hızla” ve “sınırsız” biçimde tüketerek ve sömürerek, o şeylerin doğasına yaklaşmak hemen hemen olanaksızdır. Bu hız, tüketilen şeyi “anlamamızı” da “sınırlar”; biz daha tükettiğimizi anlamadan, yeni bir şey ararız tüketmek için. Tükettiğimiz şey, “ne olduğuna” ilişkin tüm ipuçlarını “kendi hiçliğine gömer”. Biz ileriye atılırız, tükettiğimiz şey “küser” ve “geri çekilir”. Bu anaforda, “Aleviliğin-Bektaşiliğin yanında duramayız”; sürekli o bizden uzaklaşır; küskünlüğünü ciddiye almak durumundayız. Çağdaş insan, “ele geçirmeelde etme ustası” olduğu denli aynı zamanda “elden çıkarma ustasıdır” da. İnsanların ve nesnelerin “tutsaklığı” ölçü alındığında, “hiçlik dediğimiz şey”, sömürü düzeninde tüketilemeyen ya da tüketilmeye yatkın olmayan, ne olduğunu kendi sessizliğinde “saklayan” ya da yeri-zamanı geldiğinde dışa vurma özgürlüğünü elinde bulunduran şeydir. Hiçliğimizin “gebe” kalıp doğurmasını sağlamak için “yaşamımızı düşüncemizin hizmetine vermekten vazgeçip, düşüncemizi yaşamımızın hizmetlisi yapmak durumundayız.” Sanırım şu anda “gölgem” korku içinde: “Gölgelerin korkusu” şüphesiz bir gerçekliktir. Benim gölgem siz, sizin gölgeniz ben isem eğer kendimi bir başka yere bırakmam geçici de olsa bir “gölge iptalidir”. Gölgemi bulamayacağım “korkusu” benim temel endişem olacaktır. Tam da bu nedenle sizlerle buluşamama “korkusu”, bizleri birbirimizle “kucaklaşmak” üzere koşuya hazırlayan bir öğretmendir, algısıyla “teselli” olacağım. Aşkı muhabbetlerimle…

2

İréne Mélikoff 7 Kasım 1917 - 9 Ocak 2009

Son Âşığın Ölüm Sana Teşekkür Ediyor Anne, Duyuyor musun? Esat Korkmaz

M

ÉLİKOFF ANNE biz neler düşünüyorduk, sen ne yaptın? Daha bir ay önce seninle söyleşmiştik; bir Armağan Kitap hazırlığı içindeydik; adına oluşturduğumuz gönüllüler ile Fransa’da alan çalışmaları yapacaktık. Epik bir oyun oynadın bize; düşü kırdın Anne; Armağan Kitap artık Anı Kitap olacak. Yeryüzü gövdeni geri çağırdı Anne; acıktım, dedi; sen de son âşığın ölüm ile buluştun. Yaşarken sana bağırmış mıydı ölüm, azarlamış mıydı seni? Tam hatırlamıyorum. Yapmış da olabilir: Yaşama bağırma hakkını hep kendinde görmüştür de ondan. Son aşkın ölümle seviştiğinde Anne hiçleştin; kusursuzlaştırılarak doğuran hiçliğin bir parçası, yani ölüm oldun. Artık yaşama yaşam verebilirsin. Hiçliğin gölgesi yaşam olduğuna göre ölüm yaşama âşıktır. Söylencelerde kimi kez gölgelerin korktuğuna tanık oluruz: O zaman soralım; gölgeler korkar mı?, diye. Gölgelerin korkusu şüphesiz bir gerçekliktir. Canın gölgesi beden, bedenin gölgesi can ise eğer ölüm dediğimiz şey can gölgesinin iptalidir. Geriye bedenin gölgesi kalır. Canın gölgesi durumunda iken yani yaşarken nasıl korktuğumuzu ya da korkunun ne olduğunu hemen algılarız. Öyleyse ölümden sonra geride kalan can, yani bedenin gölgesi de korkar: Bir bedene sahip olamama korkusu gölgenin temel endişesidir. Böyle düşündüğümüzde Beden! Beden!, diye feryat ettirmeyeceğiz seni Anne: Haberiniz olsun. Irène Mélikoff, Aleviliğin geçmişini geleceğe uzatmak üzere büyüten bir anneydi. Biz O’nun bu yolda büyüyen çocuklarıyız; O ağaç ise biz, ağaç olma amacını içinde taşıyan tohumlarız. Düşüncelerini düşüncemizde özümseyebilirsek eğer yarın düşüncelerine don olabiliriz: Dondan dona taşınarak seni ölümsüzleştirebiliriz Anne; biz yaşarken diriliriz, seni de Hakk’a yürüdükten sonra diriltebiliriz. Daha biz ilk gençlik yıllarımızı sürerken Anne sen, yasaklı kültürümüzün kaynakları

üzerinde gezindin. Özverili bir çabayla sesimizi, görüşümüzü ve davranışımızı saptadın. Bunları bir bilim-insanı titizliğiyle inceledinirdeledin, güncelleyip bizlere sundun. Bâtıni zeminde aydın duruşunun ne demek olduğunu; “Ben bir araştırmacıyım… benim rolüm inanmak değil, gözlemek ve anlamaya çalışmaktır”, sözlerinle bizlere bellettin. İyi ki bellettin Anne, biz bu sözlerin izinde çoğaldık; halde canlandırılmaya çalışılan aydına gereksinme yoktur, yargısını kırdık. Aydının görevini tanımlarken tipini de betimledin Anne: Batı’nın akılcı, olgucu kısacası burjuvazinin ilerici dönemine ilişkin XVIII. yüzyıl aydınlanmacılığını benimsemiş, üstyapısal bir kültür ilericisi durumunda bulunan ve halkına yabancılaşan aydın kimliğini aşmamız gerektiğini belleklerimize kazıdın. Bu tür aydınların küçümsediği, Doğulu insanın nesnel kaynaklarına, bu nesnellikten soyutlanan ve bir ölçüde bağımsızlaşan inanç alanlarına yönelmeyi aydın olmanın olmazsa olmaz koşulu sayan aydın tipini bize örnek gösterdin. Örneğe uyduğumuzda aydınlar katında gerçek bir trajedi yaşayacağız Anne. Aydınlar aydınlıktan korkacak; aydın olanlarla olmayanlar ayrılacak. O zaman biz şöyle bağıracağız Anne: Özgürlük, özgürlük diye haykırıyordunuz; alın size özgürlük; ama unutmayın bu altüst oluşta siz de bedel ödeyeceksiniz. Aydınlarımız özgürleştiği gün aydın geçinenlerin çoğu tepetaklak olacaktır. Uyarması gereken aydınımız uyuyor ya da uyutulmuş, taban ise uykuda: Uykudaki uyuyanı biz şimdi nasıl uyandıracağız Anne? Biliyorum vicdanımızı yokladığımızda, Alevi felsefesini anımsatarak “Uyur İdik Uyardılar”, dediğini duyacağız. Vicdanımıza uyacağız, kötüye el çırpmayacağız ve zil sesini duyurmaya çalışacağız. Miracın Kutlu olsun, Anne! Ölümle evlendin; seneye bugün evlilik yıldönümünüzü kutlayacağız.

Sayı 48


SERÇEÞME

Eyvallah Dostlar! Fikret Otyam cana, önce bu katkısı kestirildi, aynı kişi sonradan o satmayan dergiyi çıkaranlara kul oldu! “Derdim çoktur hangisine yanayım”ın tam yeri ve sırası!

Çare, Tükenmeyen Bir Şey midir?

O

peratör Doktor bir güzel yörük dostum Yüksel Burgutoğlu’ndan dilime/elime yapıştı “Senin kaderin kel” sözcüğü.. Sırası gelende kullanırım yıllardır.. Acep bu canın da kaderi kel mi? 83 yıllık yaşamımda “Eyvallah Dostlar”ı bir kez kullandım, o da on sekiz yıl çalıştığım Cumhuriyet Gazetesi’nin 20 Ocak 1979 tarihli sayısında yer alan “Başkent Notları” ana başlıklı son yazımda.. İçinde Allah var, ama yine de bir acı bulaşmıştır gibime gelir eyvallah sözcüğü/seslenişi/ hüzün/gönül koma/boyun eğme/tevekkül başkaldırı karışımlı! Acep öyle mi? Türk Dil Kurumu’nun 1969 basımlı “Türkçe Sözlük” sayfa 256 da bu sözcük için şunlar var: “Eyvallah, ünl. Ar. “Teşekkür ederim”, “Allaha ısmarladık” ve “Evet, öyle olsun!” anlamında kullanılır: - Uğurlar olsun! - Eyvallah.; - Eyvallah, ben gidiyorum; - Bize yardım eder misiniz? - Eyvallah; – demek hoş görerek kabul etmek: Ona ne iş verilse, eyvallah der. – etmemek birinin minneti altına girmemek.; (Bir kimseye) –’ı olmamak tkz. minneti olmamak..”

Eyvallah Dostlar.. Diyemeden! Gelirini Almanya Mannheim Alevi Kültür Merkezi’ne bıraktığım Cancana adlı kitabımın 17. sayfasında “Fikret Otyam’la Maraş Soykırımından Gazi Cankırımına” başlıklı yedi sayfalık söyleşi, Nefes Dergisi’nin Mayıs 1995 tarihli 19. sayısında çıkmış.

Nefes Dergisi Işığı yararlı ve bol, can dostum Esat Korkmaz’ın isteğiyle, tüm kahrını çektiği, Alevi/Bektaşi inanç ve geniş kültürünün dergisi Nefes’in yazarı olmak mutluluğuna eriştim. Esat cana o güzelim ışıklı kitaplarının yanı sıra bana tanıdığı olanağa da hep teşekkür ettim.

Nefes Dergisi’nin… O güzelim ışık kaynağı, ne acıdır/ne hazindir çıkardıkları lüks kâgıtlı bol ilanlı, büyüklerini övmekle donanımlı ama okuru az aynı inançtan derginin kocamanı/başının uğraşısı sonunda, o güzelim ışık kaynağı Nefes’in nefesi kesildi/kestirildi! En ucuz matbaada en ucuz kâğıda basılan, bin bir zorlukla çıkarılan yine de okuru olan dergiye Almanya’dan az da olsa katkı sağlayan

Aralık 2008

Azm-i rah eyledik ellerinize Dostlar safa ile gönderin bizi Arif olanlara bu mâna yeter Dostlar safa ile gönderin bizi Gariboğlu bu bir ilm-i hikmettir Muhabbet hemi farz hemi sünnettir Ne kadar otursak sonu gitmektir Dostlar safa ile gönderin bizi

Evet demek dile hoş geliyor.. Hele beylik oğlu beylik bir deyim var: “Demokrasilerde çare tükenmez!..”

Kara Haber Cepten Gelir!

“Kara Habar Telegırafdan Tez Gelir” Di!

Esat can telefon etti 8 Ocak 2009’da yani ilk telefonunda olduğu gibi, yazı istedi bugün saat on beş sularında bu yazı dökülüyor ak cama, başlığını önce yazdım, yineliyorum:

Halkımız çok yandı böyle diyerek.. Telgraflar çekilirdi “Sıhhatinin iş’arı”.. “Acele para telle”, “Anamızı yitirdik cenazesi yarın” gibilerine! Haberin karası nasıl oluyordu da telgraftan tez geliyordu? Kara haber! Adı üstünde! Artık haberin karası da akı da cepteki iki parmaklık kutudan saniyesi saniyesine geliyor, tez gelme bile yaya kalır öylesine!

“Ağabey, Yeni Dergiye Hemen Bir Yazı” Bu istem haberi, aslında mutluluğun ta kendisidir, yani yazı bahane diyelim. Yazıverdim.. Bir Allı bir Telli Turna, kanatlarına takıp gittiler İstanbul denilen ol kentin Divanyolu Caddesi 54 numaralı yapının penceresine kondular, kapısında Serçeşme yazıyordu. Genel Yayın Yönetmeni Esat Korkmaz cana, Sahibi Şirket Adına Ahmet Koçak cana yürek selamlarımı da ilettiler yazıyı verip.

Serçeşme Bu Sayıda: Veliyettin Ulusoy İle Söyleştik Çağdaş Muaviye Ardılları Kerbelâ Ve Necef’i Bombalarken Esat Korkmaz Nasıl Örgütleneceğiz İsmail Kaygusuz Birlik Olmanın Yolu Hacı Bektaş Veli Dergâh’ından Geçer Mehmet Turhan Serçeşme’nin Abdalı Ömer Ulucan Serçeşme’den Akan Kevser İsmail Özmen Din Tanrı ve İnsan Vahap Erdoğdu Büyük Orta Doğu Projesi Ali Kaya Dersimlilerin Kökeni ve Daylem’de Alevilik Ahmet Koçak Battal Pehlivan’ı Anıyoruz Hasan Harmancı Kurban Vişne Korkmaz Toplumsal Nirvana Nasuh Barın Erdemli Olmak Mümkün mü? Ali Kenanoğlu On birinci Yılında 2 Temmuz ve Sivas Burhan Kocadağ Abdal Musa Sultan’ı Anarken Arif Sağ ile Söyleşi: Müzik Biçim Olarak Netleşmemiş Bizim Ülkemizde Aylık Dergi Ağustos 2004 Sayı: 1

***

“Eyvallah Dostlar” Neden mi? Nedenini bilmiyorum, bildiğimi sandığım akan çeşmenin asla kendisi değil, adını taşıyanı Hakk’a yürümüş, ışığı sönmüş!. Anısı/emeği/hizmetleri önünde saygı ile eğiliyorum..

“Ayrılık Çattı Geldi Davran Helallaşalım!” Hizmette kusur eyledimse o güzelim hoş görünüze sığınıyorum. Bakın ozanın dediğine: Kaf’tan Kaf’a hükmederdi bir zaman Davutoğlu Süleyman öldü Omuzuyla Kaf Dağı’nı kaldıran Hamza ile Kahraman Pehlivan öldü Haniya bu dünya benim diyenler Milyonunan altınları sayanlar Hiç görünmez adam eti yiyenler Koca devler öldü Şahmaran öldü Kalsa bu dünya Muhammed’e kalırdı Can satın alsaydı Nemrut alırdı Çıkmayan canlara derman bulurdu Hekimler hekimi Lokman da öldü *** Bin kere yazdım, bu can halk türküleri sevdalısı, otuz kırk yıldır derlediğim Alevi/Bektaşi deyişleri, semahları, türküleri ardı ardına çalınsa saatler günler haftalar sürer, işte bir dörtlüğün tam yeri ve sırası; Azm-i rah eyledik ellerinize Dostlar safa ile gönderin bizi Arif olanlara bu mâna yeter Dostlar safa ile gönderin bizi Gariboğlu bu bir ilm-i hikmettir Muhabbet hemi farz hemi sünnettir Ne kadar otursak sonu gitmektir Dostlar safa ile gönderin bizi.. Evet, ikincisi siz canlara:

“Eyvallah Dostlar” Not, bakarsınız lâzım ola: Fikret Otyam Konyaaltı Cad. 40/43 Antalya 0.242.244 30 35

3


SERÇEÞME

TARİH BİZİ YARGILAMADAN

Şeyh Bedreddin’e Sahip Çıkalım - Bölüm II Esat Korkmaz

Bedreddin’in adına bağlanan büyük isyan, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in yönetiminde başlamıştır. Osmanlı kayıtlarına bakacak olursak Bedreddin, bu iki isyan hareketini desteklemiştir. Torunu Hafız Halil ise “tersi” görüştedir: Dedesini çok tehlikeli bulduğu bu iki hareketten “sakınmak” ister. Ancak torununun kaleminden çıkan “Menakıbname” son derece önemli ayrıntılar verir

Anadolu’ya Dönüş Halep’te Bedreddin’i bin kadar Türkmen karşılar; O’na bir hanikâh yapmak isterler; yanlarında kalması için ısrarlı olurlar. Ancak Bedreddin Anadolu’ya gitmekte kararlıdır. Halep sûfi geleneğin çok canlı olduğu bir kentti: Simyacılık ve büyücülükle suçlanan Sühreverdi, zındık olduğu savıyla XII. yüzyılda bu kentte idam edilmişti. Hallac-ı Mansur geleneğini sürdüren Hurufi Nesimi’nin derisi burada yüzülmüştü. Halep’ten ayrılan Bedreddin, Konya’ya Karaman Beyliği topraklarına yönelir: Karaman Beyliği, on yıl kadar önce Yıldırım Bayezıd tarafından ilhak edilmiş, ancak Timur’un koruması sayesinde yeniden kurulmuştu. Karaman “yükselişi”nin başta gelen adı olacak olan Mehmet b. Alaeddin Ali, Timurca Bursa hapishanesinden yeni kurtarılmış, topraklarına yeniden sahiplenme çabası içine girmişti. Alaeddin Ali oğullarının taht kavgasıyla çalkalanan huzursuz Karaman topraklarında ilerleyen Bedreddin sonunda Konya’ya varır. Konya O’nun ilk eğitim aldığı kentlerden biridir ve olasılıkla birçok tanıdığı vardı. Müritlerinin kendisi için ayırdığı bir eve yerleşir ve kentteki bir medresede dersler vermeye başlar. Ünlü bir sûfi soyundan gelmesine karşın Karaman Beyi hiç de sûfilerden hoşlanmazdı: Hatta kimi kaynaklar Karaman Beyi’nin “münkir” olduğunu belirtir. 1420’lerin sonunda, Bourgogne’lu şövalye Bertrandon de La Brocquière, Karaman Beyi’nin tavrını şu tümcelerle açıklar: “O ne iyi bir Hıristiyan, ne de iyi bir Müslümandı ve ona iki peygamberden, yani Nasıralı İsa ve Muhammed’den söz edildiğinde, hayatta olan hangisiyse ona-yani hiçbirinebağlanmak istediğini söylerdi.” Menakıbname’nin tanıklığını ölçü alırsak Bedreddin, Bey’in gözüne girmeyi başarır: Bunun üzerine Bey, Bedreddin’in müridi olur. Konya’dan ayrılan Bedreddin, varlığını yine Timur’a borçlu olan Germiyan topraklarına girer: Sûfilere karşı daha olumlu olan Germiyan

4

Beyi II. Yakub ve annesi, Menakıbname’nin bildirdiğine göre şeyhi yaya olarak karşılarlar ve O’na iltifat ederler.

Börklüce ve Torlak’la Tanışma Daha sonra Bedreddin, Menderes Vadisi’ne ve Aydıneli’ne yönelir: Aydınoğulları, Timur tarafından eski yetkisine kavuşturulmuş durumdadır. Bedreddin hareketinin iki önemli ismi bu toprakların insanıdır: Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal. Bedreddin’in adına bağlanan büyük isyan, önce burada, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in yönetiminde başlamıştır. Osmanlı kayıtlarına bakacak olursak Bedreddin, bu iki isyan hareketini desteklemiştir. Torunu Hafız Halil ise “tersi” görüştedir: Dedesini çok tehlikeli bulduğu bu iki hareketten “sakınmak” ister. Ancak yine de torununun kaleminden çıkan “Menakıbname” son derece önemli kimi ayrıntılar verir: Buna göre Bedreddin’in görüşleri, Anadolu’yla sınırlı kalmaz, Müslüman iktidara bağlı olmayan bir Hıristiyan yöresine, Ceneviz egemenliği altında bulunan Sakız Adası’na kadar yayılır. Börklüce ve Torlak ilişkilerini “silen” Hafız Halil, isyanın bu önemli merkezine dedesinin Edirne’ye döndükten sonra “davet” üzerine bir kez daha gittiğini belirtir: Kim bilir belki de isyanın ayrıntıları bu ziyaret sırasında görüşüldü. Çünkü Menakıbname, bu bölgeyi Bedreddin düşüncesinin yayıldığı merkezlerden biri olarak öne çıkarır: Ötesinde, Bedreddin’in oğlu İsmail burada kalır, burada ölür ve Nizar ya da Nazar adında bir köyde gömülür. İsmail öldükten sonra Bedreddin’in torunları Börklüce Mustafa’ya emanet edilir. İzmiroğlu’nun daveti üzerine Bedreddin, Tire’den geçip İzmir’e gider. İzmiroğlu, Osmanlı egemenliğinin Ege topraklarına kadar genişlemesine şiddetle karşı çıkan bir kimliktir. Şeyh Bedreddin ile İzmiroğlu Cüneyd’in eylemleri kuşkusuz sadece siyasi ilişkileri kucaklamıyordu. Ötesinde büyük olasılıkla Bedreddin ile Cüneyd arasında bir “mürşitmürit” ilişkisi vardı: Bedreddin düşüncesinin Cüneyd’in yönetimindeki topraklarda büyük başarı kazanması bunun kanıtı durumundadır. Menakıbname bu duruma “tanıklık” eder: İzmir Kalesi’ndeki bütün askerler, komutanlarını örnek alarak onun müridi olmayı kabul ettiler. Gelişmeler Bedreddini bir söylence kimliği durumuna getirir: Ünü ve gösterdiği kerametler İslam sınırlarını aşar ve komşu Sakız Adası halkının kulağına kadar gider. Söylencesel zeminde Bedreddin, kâfirlerin ülkesine giderek ikna yoluyla ya da keramet gücüyle, dini kadrolardan yani keşiş ve rahiplerden başlayarak hak dininden olmayanları imana getiren bir “derviş” olup çıkar. Söylencesel anlatımları Türk olmayan kaynakların tanıklığında irdelediğimizde kimi ipuçlarını algılayabiliriz: Müslüman vaizlerin, Balkan ya da Ege topraklarının İslamlaştırılması çalışmalarının “uydurulmuş” olması düşünülemez. Bu durum Hıristiyan kaynaklar açısından sürekli “kaygı” verici bulunmuştur. Bu nedenle Menakıbname’de dile getirilen olaylarla, en azından büyük bir bölümüyle diğer kaynaklarda aktarılan tarihsel

gelişme arasında açık bir “çelişkinin” olmadığı görülür. Ötesinde bir gerçeği burada aktarmak yerinde olacaktır: Ceneviz egemenliğindeki Yunan adası Sakız ile Türk egemenliğindeki kara arasında ilişki kurmak o dönemde kolaydı. İzmir’den Sakız’a kolaylıkla gidilebildiği gibi Sakız elçileri güçlük çekmeden İzmir’e gelebilirlerdi. Yaşanmakta olan gerçeklik nedeniyle İzmiroğlu, Bedreddin gibi bir kimliğin “dönüş güvencesine başvurulmadan” Sakız’a gitmesine izin verir. Aslında bir önceki yüzyılın sonlarından bu yana süregelmekte olan Anadolu ile Ege adaları arasındaki “kötü ilişki”yle bağdaşmayan bu durum, Timur hareketiyle “tersine” dönmüştü. 1402’de Bayezıd’ın Ankara’da uğradığı yenilginin sonunda Osmanlı gücünün silinmesi ve Timur’un koruması altında Anadolu kıyısındaki beyliklerin yeniden kurulması, iki ayrı egemenlik alanında bulunan adalarla kara arasındaki ilişkileri baştan başa değiştirdi. Hıristiyanlarla ilişkileri açısından kısa bir süreyi kapsasa da belirleyici bir nitelik taşıyan bu yolculuktan sonra Bedreddin, doğduğu topraklara, Trakya’ya dönmeye karar verir: Anadolu beyleri arasındaki savaş nedeniyle denizyolu Saruhan Bey donanmasınca “kesilmiş” durumdadır. Bu nedenle Bedreddin, Edirne’ye gitmek için karayolunu tercih etmek zorunda kalır. Kütahya ve Domaniç üzerinden Bursa’ya geçer. Yolculuk sırasında, adına bağlanan isyanda belirleyici rol oynayan diğer müridini, yani Torlak Kemal’i tanımak olanağını bulur. Bedreddin Edirne’ye dönüş güzergâhını belirlerken, yaylalardaki Türkmenlerle ilişkiyi boyutlandırmak isteğindeydi. Çünkü Türkmenler, XIV. yüzyıldan başlayarak Domaniç Dağı’ndan Uludağ’a kadar uzanan engebeli bölgelerde sürülerini otlatıyorlardı. Gelişmeler bize, Bedreddin’in düşüncelerinin dağlık alanlarda kentlerden “soyutlanmış” biçimde yaşayan Türkmenler arasında “iyi kabul” gördüğünü kanıtlıyor. Bedreddin dönüş yolunda, Kurudağ’da Türkmenlerce heyecanla kucaklanır. Yine Şeyh, Keşişdağı (Uludağ) eteğinde bir Torlak topluluğunca karşılanır: Torlak topluluğunun köyünün adı “Sürme”dir. Sürme, Bedreddin düşüncesinin yayıldığı Menderes yakınındaki “Nizar” ve Bulgaristan’da Zağra bölgesindeki “Duğalar” ile birlikte üç merkezden biri olacaktır. Olasılıkla Aydıneli’nde patlak veren Börklüce İsyanı, Saruhan’da başlayan Torlak İsyanı ve Rumeli’nde baş veren Bedreddin İsyanı bu üç merkezde planlanmıştı. Torlaklar, Kalenderiye tarikatına bağlı “gezgin” dervişlerdi. Babai Hareketi’nin bastırılmasından sonra Moğollar ve Beylikler döneminde halk katında sürekli varlıklarını hissettirdiler. Örgütlü feodal devlete tepkilerini hep canlı tuttular. Merkezi otoritenin zayıfladığı her koşulda isyan ettiler ya da isyan eden “dinselsiyasal” hareketin içinde yer aldılar. Kentleri örgütlü devletin egemenlik alanı olarak algıladıklarından oralara bile girmeyi kendilerine yasakladılar. İşte Bereddin’i karşılayan “vahşi doğaları”na uygun taşkınlık içinde hareket eden bu derviş topluluğuydu. Kayıtlar bize Torlaklarla ilk “temasın” olumlu sonuç vermediğini söylüyor: Görünüşe bakılırsa tasavvufa gönül vermiş olmakla birlikte Mısır medreselerinden yeni çıkmış bu genç âlimle kaba saba, ateşli ve taşkın Torlak topluluğu arasında hiçbir ortak yan yoktu. “Menakıbname” yazarının anlatılarına bakacak olursak Torlaklar, O’nu beylere hizmet etmiş olmakla suçluyor, bey saraylarında geçirdiği zaman dışında neler yaptığını öğrenmek isterler. Görüşmeler olumlu sonuç verir; “görünüş” aşılır, ortak nokta bu-

Sayı 48


SERÇEÞME

İsyan Taht kavgası kapsamında Musa Çelebi’nin kardeşi Süleyman’ı mağlup etmesi bir bakıma Bedreddin ile köklü ilişkisinin de başlangıcı oldu: Bedreddin, çok önemli bir görev olan kazaskerliğe getirildi. Dünya işlerinden elinieteğini çekmiş bir sûfinin böylesi bir görevi kabul etmesi-ki daha önce Timur’un önerisini yadsımıştı- düşüncelerini siyasi eylemin “hizmetine” sunmanın zamanının gelmiş olduğunu gösterir. Çünkü Osmanlıların zayıf düşmesini izleyen dönemde Anadolu’da ve Balkanlar’da “anarşi” hüküm sürüyordu; bu topraklar “patlamaya” hazırdı bir bakıma. Dış koşullar bir “isyan” için olağanüstü elverişliydi. İsyanın “hazırlık” aşaması Musa ile temsil edilen Osmanlı “meşruiyetinin” gölgesinde “kotarıldı”: Kazaskerlik görevinin Bedreddin’e kazandırdığı güçlü konum O’na, düşüncelerini yayma, halkla sıkı bir bağ kurma fırsatını verdi. Selçuklu kurucu ailesinden gelmesi O’nu Varna, Silistre, Edirne ve Serez’de yerleşmiş bulunan İzzeddin taraftarlarına bağlıyordu. Osmanlı’nın merkezi bir güç durumuna gelmesini önleyecek her türden çabayı tüm olanaklarıyla destekleyen Eflak voyvodası Mircea ile bu dönemde ilişki kuruldu. Bedreddin’in Edirne’de “inzivaya çekildiği” dönemde (1407–1411) Cüneyd, İzmir’deki beyliğinden sürülmüş, Arda Nehri üzerindeki Ohri’ye sancakbeyi atanmıştı. Bedreddin’in eski müridi bu beyle isyanın “çatısını” kurduğunu da söyleyebiliriz. Taht kavgasında Süleyman bir süre de olsa “meşru iktidarı” temsil etti: Trakya’da temellenen bu iktidar ağırlıkla “Rumelili” idi; savaşa pek hevesli olmayan Çandarlı desteği O’nu edilgenleştiriyordu. Anadolulu niteliği daha baskın olan Mehmet Çelebi, babasının Asya ve Avrupa’da bulunan mülkünü yeniden birleştirme politikasını güttü: İmparatorluğun ilahi ideolojisi olmaya yatkın gördüğü “dinsel

Aralık 2008

ortodoksluğa”, yani Sünniliğe sıkı sıkı sarındı. Musa’ya gelince, Rumeli uç beyliklerinin bâtıni-heterodoksi savaşçı insanlarını potasında topladı. Doğal olarak taraftarları Tuna boylarının Türkleri idi. Olaylar örgüsü içinden geleceğe bakan Musa, halkın çok sevdiği, Selçuklu kurucu ailesinden Bedreddin’i “keşfetmekte” gecikmedi. Musa’nın Şeyh ile karşılaşması söylencesel bir anlatımla sunulur: Hükümdar rüyasında Şeyh’i görür ve ertesi gün O’nunla camide karşılaşır. Ve bu durumu bir “keramet” olarak algılar ve O’na mürit olur. Menakıbname yazarının belirttiğine göre İzmiroğlu Cüneyd, Ohri Sancakbeyliği’nden ayrılmakta “özgür” bırakılır; İzmir ve Tire’deki yandaşlarının desteğiyle Aydıneli’ni yeniden ele geçirir. Yine Osmanlı vakanüvislerinin kayıtları, 1411–1413 arasında kazaskerlik yapan Bedreddin’in, Börklüce Mustafa adında birini “kethüda” olarak görevlendirdiğini belirtir. Olasılıkla Aydıneli’ne egemen olan Cüneyd’in onayıyla Rumeli’ye geçen Börklüce Mustafa, Bedreddin tarafından etkili bir görevle görevlendirilmiştir. Ne var ki Musa’nın Osmanlı otoritesini temsil durumu uzun sürmez: Kardeşi Mehmet tarafından iktidardan düşürülür; Eflâklı müttefiğinin yanına kaçmaya çalışırken yakalanıp öldürülür. Gelişmeler Bedreddin için “yakıcı” sonuçlar üretir: Kendisi azledilir, müritlerinin çoğu hapsedilir. Şeyh ve ailesi ulufe bağlanarak İznik’e sürgüne gönderilir. İznik’te sürgünde iken yazdığı “et-Teshîl” adlı yapıtının sonuç bölümünde duygularını şöyle açıklarBedreddin: “Bu kitabı tamamladığım şu sırada doğduğum kentten uzaktayım; üzüntü ve felaket içindeyim. Yüreğimde yanan ateş günden güne büyüyor. Ey gizli iyiliklerin Efendisi bizi korktuklarımızdan koru.” Anadolu’da Börklüce ve Torlak isyanlarının başlaması üzerine Bedreddin İznik’ten ayrılır ve kendi doğal müttefiklerine yönelir: Bunlar İsfendiyaroğlu ve Balkan prensleridir. Menakıbname, Bedreddin’in geldiği gece İsfendiyar’ın bir oğlunun olduğunu belirtiyor. Şeyh, çiğnediği bir hurmayı çocuğun ağzına atar ve ona İsmail adını verir. Menakıbname, I. Mehmet’ten korkan İsfendiyaroğlu’nun Bedreddin’i başından savmak için “elçilik” göreviyle Kırım Tatarları’na gitmesini önerdiğini belirtir. Bedreddin her şeyin farkındadır. Pek istemeden de olsa gemiye biner. Gemi rotasını değiştirir ve Eflâk kıyılarına ulaşır: Bedreddin’i sahile çıkarıp bırakır ve çekip gider. Eflâk sahilinde terk edilen Şeyh’e, yörenin Hıristiyan halkı sahip çıkar. Eflâk’ta, Sultan Mehmet’in gazabından kaçan Musa yandaşları Bedreddin’in çevresinde toplanır. Eflâk-Boğdan Savaşı sürdüğünden Bedred-

Toplumsal bir bunalım halinde, “altına” sığınabileceğimiz bir toplumsal bilinç/kimlik “bulmak” yaşamsaldır. Amacımızı gerçekleştirebilmek için “yaşamı erteleyenlerden”; Şeyh Bedreddin’in ve Bedreddin bağlılarının ruhlarının “ziyaretçileri” olalım.

din Kırım’a gitmekten vazgeçer; sonucu ne olursa olsun Edirne’ye dönmeye karar verir. Menakıbname’nin bu yargısını paylaşmak pek olası değil: Örneğin Osmanlı vakanüvisleri Bedreddin’in Tahtı ele geçirmek için Deliorman bölgesinden başlayarak Balkanlar’da düzenli bir isyanı örgütlediğini belirtiyorlar. Hafız Halil ise isyandan “sakınarak”, dedesinin Edirne’ye yürüyüşünü, yeni yazmış olduğu “Nûrü’l-kulûb” adlı yapıtını Sultan’a sunma isteğine bağlıyor. Ötesinde sufi dedesinin bu girişimini eceli geldiğinde avcıya giden av gibi “kendini isteyerek kurban etme” eğiliminin içine yerleştiriyor: Doğal olarak Hafız Halil’in betimlemesi Hz. İsa’nın Kudüs’e yürüyüşünü anımsatıyor. İsa’nın geçtiği yollara yapraklı dallar serilmesini, halkın cadde kenarlarına toplanarak O’nu alkışlamasını çağrıştıracak biçimde Bedreddin’in geçtiği yerlerde insanlar toplanır ve onu alkışlar; armağanlar sunar, ondan öğütler istenir. Söylencesel anlatımla da olsa bu betimlemeler, Bedreddin’in bölgede çok iyi karşılandığını anlatır, ötesinde militan bir tabanının olduğunu kanıtlar. Hafız Halil’e göre Bedreddin’in Edirne’ye doğru yürüyüşü Sultan tarafından “yanlış” yorumlanmış ve bir “komplo” olarak algılanmıştır.

İdam Bedreddin hareketini daha tohum halindeyken ezmek isteyen Sultan, Selanik Kuşatması’nı kaldırarak Bedreddiniler üzerine yürümüştür (1416 sonbaharı): Kılık değiştirmiş 200 adamını Bedreddini yakalamak için Balkanlar’a gönderir. Hafız Halil, Menakıbname’sinde yine İsevi bir hava içindedir: Sultan’ın adamları Bedreddin’e yaklaştıklarında O namaz kılmaktadır. İyi bir “müneccim” olduğu için tanrısal yazgı defteri olarak algılanan Gökyüzü’nde kendi ölüm fermanını okur. Çevresindekilere ecelinin geldiğini ve kaderin tecelli etmesi gerektiğini söyler. Kendisini yakalamakla görevli birlik yaklaştığında onları nezaketle selamlar. Tutuklu olduğu söylenir. Serez’e götürülür, hapsedilir ve yargılanmayı bekler. Peygamberlik davası gütmekle, padişahlığa talip olmakla suçlanır. Dedesini “aklama” kaygısını sürekli önde tutan Hafız Halil’e göre Börklüce Mustafa’nın ve Torlak Kemal’in “entrikaları” O’na mâledilir. Daha sonra Sultan ile tutsağı arasında bir yüzleşme gerçekleşir; bunu, İran’dan yeni gelmiş Molla Haydar Herevi ile yüz yüze yapılan ve iki gün süren bir tartışma izler. Herevi’nin “Kanı helaldir, ama malı haramdır” fetvasının ardından 18 Aralık 1416 tarihinde Serez Çarşısı’nda asılır. Olaylar, tarihçileri olduğu denli vakanüvisleri de ilgilendirir. Ancak iş “keramete” gelince onu yalnızca Menakıbnâme yazarları işler; kurala da uyar, dünya sorunlarına “aldırış etmez”; bir bakıma, sistemi ve sistemin ilahi ideolojisini “iplemem” demek ister. Vakanüvis ise “bilmek ve susmamak zorunda” olduğu şeyleri “yazmaz” ya da “yazamaz”. Bu nedenle vakanüvislerin kayıtlarından çok Menakıbnâme yazarlarının verdiği bilgilere sarıldık. Hamamda düşünce ya da tuvalette kan görünce insanın, güvenebileceği birini bulması gerekir: Tıpkı bunun gibi, toplumsal bir bunalım halinde, “altına” sığınabileceğimiz bir toplumsal bilinç/kimlik “bulmak” yaşamsaldır. Amacımızı gerçekleştirebilmek için “yaşamı erteleyenlerden”; Şeyh Bedreddin’in ve Bedreddin bağlılarının ruhlarının “ziyaretçileri” olalım. Tarih bizi/bizleri yargılamadan Şeyh Bedreddin’e sahip çıkalım.

5

Esat Korkmaz’ın bu yazısının Kaynakça bölümü bir önceki sayımızda yayımlanmıştır.

lunur: Ve müridi olmayı kabul ederler, ancak yine de Bursa’ya girmeyi yadsırlar, kentin kıyısına kadar gelirler ve şeyhlerini uğurlarlar. Artık Bedreddin bâtıni medrese eğitimi almış bir bilim adamının saygınlığını, Selçuklu kurucu ailesinden gelen bir adamın nüfuzunu ve göçebe babaların kerametlerini kişiliğinde toplayan bir “isyancı” idi. Halep’ten Balkanlara kadar uzanan halk desteği bunun kanıtı durumdaydı. Bedreddin eğitimine ilk başladığı, İbn Arabi felsefesiyle ilk tanıştığı kent olan Bursa’da bir süre kaldı; geleceğe hazırlık anlamında kimi ilişkilerde bulundu. Ardından Gelibolu üzerinden Trakya’ya geçti; Bolayır-Kurudağ ve Malkara yolunu izleyerek Edirne’ye ulaştı. Edirne’de birkaç ay kaldıktan sonra “davet” üzerine Bursa ve Aydın’a döndü: Olasılıkla isyanın ayrıntıları bu yolculuk sırasında kararlaştırıldı. Sonra yine Edirne’ye dönen Bedreddin; tam yedi yıl dünya işlerinden elini eteğini çekti ya da “yeraltında” yaşadı. Bu sûfice davranışı günümüz diline çevirirsek “düşüncelerini gizlice yaydığı” anlamı çıkar. Gizlilik döneminden çarpıcı ipuçları ulaşıyor bize: Hıristiyanlarla yeni ilişkiler kurar Bedreddin. Edirne’ye çağırdığı Enezli iki rahipten biri ailesiyle birlikte yanına yerleşir; rahibin bir Ermeni ile evli olan kız kardeşi dışında tüm aile üyeleri İslamlaşır. Oysa ailenin İslamlaşmayan tek üyesi olan bu kadının kızı, Bedreddin’in oğlu İsmail’in eşi ve Menakıbname yazarı Hafız Halil’in annesi olacaktır.


SERÇEÞME

Şeyh Hasan Onar İsmail Kaygusuz

B

U YAZIDA Malatya’nın Arapkir ilçesine bağlı Onar Köyü’nin kurucusu; geleneksel Alevi Seyyid Ocakları’ndan birinin temsilcisi ve ocağına bağlı geniş bir talipler ağı bulunan Şeyh Hasan Onar, bilinen adıyla Onar Dede’nin tarihsel konumuna ilişkin bilgiler vereceğiz. Onar Dede ocağı hakkında, Şeyh Hasan Oner veya Onar’ın Ali ve Ehlibeyt soylu olduğunu gösteren Seyyidlik Şeceresi’ne ulaşamadığımız için, söylenceler dışında fazla bilgi yok. Buna karşın Oner Zaviyesi Vakıf arazisinin kullanılmasına ilişkin 16, 17 yüzyıllara ait bazı padişah fermanlarında “Oner kariyesinden Dersaadet’e” başvuran kişilerin “Seyyidan”dan oldukları belirtilmektedir. Sözlü bilgiler ise Şeyh Hasan Onar’ın, babası ya da dedesinin yedinci İmam Musa Kâzım soyundan bir kadınla evlenmiş olduğu ve böyle bir bağın kurulduğu yolundadır.

Onar Köyü Onar Köyü, Doğu Anadolu Bölgesiısı batısında, Fırat vadisinin, Malatya, Arapkir sınırları içindedir. Güneydoğuda Selamlı, kuzey ve batıda Aktaş ve Günyüzü, kuzey kuzeybatıda Yukarı Yabanlı ve Amberge (Kayakesen) köyleri ile komşudur. Çok eski bir yerleşim yeri olan köy bir süre Erzincan, Kemaliye’ye, bir süre de Elazığ ili’ne bağlı kalmıştır. Onar Köyü, Malatya–Arapkir karayolunun güneyinde kurulmuştur. Köyün güneyini dut bahçeleriyle kaplı derin vadiden ayıran kayalıkta, 18 adet Roma döneminden kalma kaya mezarı (mağara) vardır. Köyün “Yukarı” ve “Aşağı” denen iki mahallesi vardır. Son yıllarda “Karşıbağ” denilen planlı, düzenli ve insan yaşamını kolaylaştırıcı konutlar yapılan yeni bir mahalle oluşmuştur. Köyün ortak arazisi, kamulaştırılarak parsellenmiş, satışa sunulma aşamasına gelmiştir. Böylece gelecekte oluşacak modern köyün alt yapısı hazırlanmıştır. Bugün Onar Köyü boşalmış durumdadır. Kentleşme sonucu, Onarlılar İstanbul’un değişik semtlerinde savrulmuş durumdadır. Köyde kalan yaklaşık yüz kişiye karşı, iki bini aşkın nüfusartık birbirini tanımayacak duruma gelmişlerdir. Ekonomik gelişmeye ve varsıllaşmaya karşın bir kültürel yozlaşmaya girmişlerdir.

Onar Köyü’nün Kurucu Evliyası Şeyh Hasan Onar, Onar Dede Mezarlığı’nda yatmaktadır. Soyundan geldiğimiz atamıza saygımızı, onu evliyalaştırarak sürdürüp bugüne getirdik. Sığınağımızdı, ziyaretgâhımızdı Onar Dede türbesi; mutlu günlerimizde üzerinde kurban keser lokma dağıtır, acılı günlerimizde yardım diler ve onun kutsallığına sığınırdık. Şeyh Hasan’ın gerçek kişiliğini ne biliyor ne de merak ediyorduk. Sadece o bizim atamız, kerametleriyle tanıdığımız evliyamızdı; kuru bastonunu toprağa sokunca yeşerip “Sakız Baba” oluşmuş, bir tekme vurunca su çıkmış adı “Cennet Pınarı” olmuş; tekkesini kurarken ağaç aramaya çıkmış, bir koca kiraz ağacı köküyle göceğiyle sürüklenerek peşinden gelmiş. Bir (çerağ) tası çorba ve bir torba arpayla padişahın üç bin atlı ve üçbin yaya askerini atlarıyla birlikte doyurmuş...

6

Şeyh Hasan Onar’ın kimliği masalsı anlatımlar biçiminde ve halk ozanlarının şiir diliyle de günümüze ulaşmıştır. Üç yüzyıl sonra Pir Sultan Abdal onun için bir nefes yazıp, “Yetiş Onar Dede sen imdat eyle” diye yalvarıyorsa, bu önemlidir. Elbette ki söylenceler gözardı edilemez, ama keramet söylenceleri, içlerinde gerçeğe ışık tutan özü taşımakla birlikte, gerçekliğin, gerçek bilginin kendisi değildir, olamaz. Somut gerçeği yakalamak için maddi kanıtlara gereksinim vardır. Bu nedenle Onar Dede mezarlığındaki taşlarını inceledik. Tipik Selçuklu dönemi mezar taşlarıydı. Bu taşlardan biri üzerine, mezarlıkta yatanların mensup oldukları boyun damgası kazınmıştı. Şeyh Hasan Onar’e ait vakıf belgesinin 17. yüzyıl kopyası ortaya çıkınca, çalışma bilimsel boyut kazandı. Şeyh Hasan’ın yaşadığı tarihsel dönemi aydınlatan ve kişiliği üzerinde ipuçları veren bu maddi kanıtlarla, söylencelerdeki olağanüstülükler, yani keramet olarak verilmiş olayların yorumu nesnelleşip, gerçeğe ulaşılabilirdi. Böylece masalsı ve şiirsel anlatımlarla gelen söylenceleri, mezar taşları ve vakıf belgesindeki verileri karşılaştırıp, çözüme ulaştırarak sağladığım bilgiler bir sentez oluşturdu.

Şeyh Hasan Onar Kimdir? Şeyh Hasan Onar, Türkmen topluluklarından çok çeşitli kolları olan bir Bayat oymağının, ana tarafından Ali soylu inançsal başkanı (Şeyhi), ve yönetici önderi (Begi) konumundadır. Mezar taşı üzerindeki damga Bayat boyu damgalarının bir çeşitlemesiydi. 1224 yılında (Hicri 621) Sultan Alaaddin Keykubat adına, “Mir-i Azam beledisi”, yani bölgenin yüce Emiri tarafından Şeyh Hasan Oner’e, sınırları belirtilen ve içinde bugün Onar köyü bulunan arazi Zaviye vakfı olarak verilmiştir. Böylece sınırboyu yerleşim yeri olarak burası, kendisine bağlı Türkmen aşiretlerinin inançsal ve yönetim merkezi durumuna girmiştir. Zaten onun konar-göçer grupları, Anadolu’ya girdiğinden beri, Malatya’nın kuzeyinde Tohma Suyu’nun Fırat’a karıştığı yerden, Arapkir’e kadar uzanan topraklardan ekip-biçme, yaylak ve konaklama olarak yararlanmaktaydı. Şeyh Hasan Onar, Sultan Alaaddin’e, Massara kalesindeki tutuklu günlerinden beri yakındı. Selçuklu büyük Emirlerinden Bahaaddin Kutluğca’yı Irak topraklarında tanımış. Kendisine vakfı veren Eseduddin Ayaz ve Mubarezüddin Ertokuş ile 1223’te Kalanoros (Alaiye) kalesinin fethine katılmıştı. 1226’da Alaaddin’in doğu (Fıratboyu) seferlerinde, Şeyh Hasan Onar, zaviyesinin gelirini Sultanın askerlerinin beslenmesi ve donanımına harcamış, kendisi de savaşçı erleriyle birlikte bu fetihlere katılmıştır. Şeyh Hasan Onar kendisini, Sultan’ın hizmetinde bir emir görmeye başlamıştı ve belki de bir temlik (Osmanlı döneminde Timar adını alan beylik arazisi) bekliyordu. Nüfusu kalabalık, insan ve silah gücü yerindeydi. Malatya yazılarında Tohma ve Fırat boylarında konargöçer yaşarken zindandaki Sultan’a gönüllü korumalık yaparak çok yakınında bulunduğundan, büyük vaadler almış olmalı. Kuşkusuz bazı sırlarını da biliyordu. Ne zamanki, bizzat kendi eliyle onu zindandan çıkartıp götürerek tahta oturtan Seyfeddin ve Bahaaddin Kutluğca dâhil, tam yirmi dört emiri bir gecede boğdurttuğunu duyduğunda, herhalde Şeyh Hasan Beg büyük korkular yaşamıştı.

Şeyh Hasan Onar’ın Bayat Türkmenleri de emirlerin baskı ve zulümden nasibini almıştır. Yaşamının son yıllarında kendini büyük Babai Başkaldırısının (1239–40) içinde bulmuş ve onun hazırlayıcılarından biri olmuştun Şeyh Hasan Onar, çok geniş olan Bayat Boyu insanlarını yerleştirebileceği bir il veya büyük bir belde arazisi temliği ve Sultan sarayına yakın olmayı beklerken, kendisine sadece kendi kabile ve sülalesi için küçük bir zaviye vakfı ile arazi bağışlanmış. Olasıdır ki, Horasan, Irak ve El Cezire’den çekip Anadolu’ya getirdiği binlerce çadırlık koca Bayat Boyu bu nedenle dağılmıştır. Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat Alevi Türkmenleri sınır boylarına yerleştirerek, şeyhlerine-pirlerine Sünni şeriatı kurallarınca –istendiğiıyd gelirini devletin kullanması koşuluyla– bir zaviye vakıf arazisi vererek, merkezi hükümeti güvenceye alıyordu. Konya Selçuklu Sultanlarının devlet siyaseti buydu.Bu durum, Şeyh Hasan Onar için de geçerliydi. Bu, Selçuklu Sultanları tarafından Melikşah’tan beri uygulanan, Nizamülmülk’ün koyduğu siyasetti: Türkmenler-Oğuzlar yönetime yaklaştırılmamalı, bir başka deyişle yönetimden alabildiğine uzak tutulmalıdır

Şeyh Hasan Onar ve Fütuvvet Örgütlenmesi Şeyh Hasan Onar’ın, Anadolu’da ilk Fütüvvet (Ahi) örgütlenmesinin kurucuları arasında bulunduğu Prof. Dr. Mikail Bayram tarafından ortaya çıkarıldı. Prof. Bayram, kitabında şu bilgiyi vermektedir: “Anadolu’da Fütüvvet hareketi, Abbasi Halifesi en-Nasır li Dinillah ile siyasi ve kültürel temasa geçilmesiyle başlamıştır. I. Gıyaseddin Keyhusrev, ikinci defa tahta geçer geçmez, hocası Malatyalı Şeyh Mecdüddin İshak’ı cülusunu Abbasi Halifesine bildirmek üzere Bağdad’a göndermiştir. Şeyh Mecdüddin bu diplomatik vazife sırasında o yıl (601/1204) Bağdad üzerinden Hac’ca gitmiş, dönüşte gene beraberinde birçok ilim ve fikir adamı şeyhleri getirmiştir. Muhyiddin İbnül Arabî, Şeyh Evhadüddin el-Kirmani, Şeyh Nasuriddin Mahmud (Ahi Evren), Şeyh Ebu Cafer Muhammed el-Barzani, Mukaddis Ebu’l Hasan Ali el-İskenderani, Arapgir’de medfun (gömülü) Şeyh Hasan Onar bunlardan ilk akla gelen isimlerdir. Bu ilim ve fikir adamlarından birçoklarının adları, Şeyh Mecduddin İshak’ın oğlu Sadruddin Konevi’den (ö.1275) intikal eden ve bugün Konya Yusufağa Kütüphanesi’nde bulunan kitapların (4687, 5050, 7841, 7847, 7850 numaralı) ‘sema ve kıraat’ kayıtlarında geçmektedir.”1 Bu kaynaklarda, Şeyh Hasan Onar’ın kimliğine dair daha fazla bilgi bulunmamaktadır. Yazara göre: 1205’de Konya’ya gelmiş bulunan bu heyet “fütuvvet erbabıdır.” Başlarındaki Evhaduddin Kirmani, Anadolu şeyhlerinin önderi (Şeyhu’ş-şuyuhi’r Rum) olarak bizzat Halife Nasır atamıştır. Aynı kişi otuz yıl sonra geri çağrılarak, Şihabeddin Sühreverdi’nin ölümü

Sayı 48


SERÇEÞME üzerine, Bağdad’daki Fütuvvet makamına getiriliyor. Fütuvvet erbabı heyetle birlikte Halife Nasır (1187–1225) tarafından Konya’ya gönderilmiş olmasına rağmen, onlarla anlaşamamış olacak ki, Konya ve Kayseri Ahi kuruluşlarından kalan belgelerde Şeyh Hasan Onar’ın adı anılmıyor. Evhaduddin Kirmani ve onun damadı olduğu ileri sürülen Ahi Evren’in Fütuvvet etkinliklerinde ve diğerleriyle ilişkilerde Şeyh Hasan’ın konumunu bilemiyoruz. Ancak, Halife Nasır’ın Selçuklu Sultanına Fütuvvet şalvarı giydirmek ve fütuvvet kuşağı bağlamak için gönderdiği mutasavvıf şeyhlerin hemen hepsi Şafii mezhebinden ve İşari inançlıydı. Şeyh Hasan Onar ise Alevi ve Horasan Pirlerinden biri; ana tarafından Ali soylu, yedinci İmam Musa Kazım kolundan gelmektedir. Çok büyük olasılıkla Şeyh Hasan’a bağlı El-Cezire Türkmen boylarının askeri gücü, Bağdad Halifesinin nezdinde onu önemli kılıyordu. Ama topluluğunu toparlayıp Irak’ı terketmesi Halife’nin daha fazla işine gelirdi. Tam 46 yıl yönetimde kalan Halife Nasır Lidinillah zalim ve baskıcılığı kadar, geleceği gören, çok kurnaz bir siyasetçiydi. İlk yaptığı iş Fütuvvet örgütlenmesinin toplumsal ve siyasal içeriğini boşaltarak, sadece din ve zanaat-ticaret ilişkilerindeki yenilikleri devlet siyaseti yapıp, Halifeliğe bağlı Sünni vassal devletlere de kabul ettirmesi oldu. Bunu töreleştirdi. Bu siyaset hem Şii tebasını hem de Suriye ve İran-Irak Bâtınilerini memnun ediyordu. Ayrıca İran ve Suriye’de çok sayıda kaleleri bulunan Alamut Nizari devletinin İmamı II. Celaleddin Hasan (1210–1221) ile yaptığı anlaşmayla ona kabul ettirdiği gevşek şeriat ile kendisine bağlamış. Bu arada Alamut fedai’lerini bile kullanarak birçok düşmanını ortadan kaldırtmıştı. Gerçekte bir proto-Alevi kuruluşu olarak, 6. İmam Cafer Sadık’ın (ö.765) koyduğu ilkelere dayanan Fütuvvet (yiğitlik, gençlik) kardeşlik örgütlenmesi 10.-11.yüzyıl boyunca, özel mülkiyetin olmadığı erken-İsmaili (Karmati) darül hicra’larında inançsal, siyasal ve ekonomik yaşam biçimi olmuştur. “La feta illa Ali, la seyfe illa Zülfikar” (Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi kılıç yok) Hadis’inden hareket edilerek; yiğitlik, cesaret, cömertlik, bilgelik ve doğruluk gibi erdemlerin sahibi İmam Ali örnek alınmıştır. Bu dönem içinde yaratılan, İhvan-ı Safa (Saflık kardeşleri, duruluğun candostları) gibi doğal ve doğa ötesi bilimler, felsefe, sanat ve zanaat, matematik, cebir-geometri ve hekimlik bilgilerini içeren dev bir ansiklopedik yapıtla Fütuvvet’in kapsamı genişletilmiştir... Büyük olasılıkla bölgedeki İsmaili kaleleriyle ilişkisi bulunan Şeyh Hasan Onar, Bağdad’ın güneydoğusundaki Tib Çayı’nın kaynağına yakın yerde bulunan Türkmenlerin yaşadığı Bayat Kalesinin begi ya da onun temsilcisiydi. Bu elçilik heyetine katıldığı sırada otuz yaşından büyük değildir. Başında bulunduğu ve Kaleye sığmayan Türkmen topluluğunu, Rum (Anadolu) ülkesine çıkarma ve konargöçerlerinin otlak ve yaylaklardan yararlanması için Selçuklu sultanı ile görüşmek onun için önemli bir fırsattı. Halife Nasır’ın Selçuklu Sultanına, sözde Anadolu’da fütuvvet örgütünü kurmaları için gönderdiği bu törensel heyette bulunmasından bazı ayrıcalıklar sağlamış olmalıdır. Açıkçası bu siyasi ilişkilerden kazanımlarını kendi topluluğu için kullanmıştır. I. Gıyaseddin Keyhusrev (1204–1211) döneminde topluluğunu Anadolu’ya getirmiş olduğu anlaşılan Şeyh Hasan Onar, onun 1211 yılında ölmesi üzerine Sultanlığı ele geçiren

Aralık 2008

Kimimiz dardadır kimimiz yolda Kimi zulümatta kandadır kanda Tut elimiz’ koyma bizi dar günde Yetiş Onar Dede sen imdat eyle

I. İzzeddin Keykavus’a (1212–1220) karşı, Malatya çevresindeki tutuklu yıllarında dahi Alaaddin Keykubat’ın (1220–1237) yanında bulunmuştur. Kuşkusuz kullanılan ve Sultanları siyasetine boyun eğmek zorunda kalan Şeyh Hasan Onar olmuş ve kendisine bağlı Bayat Türkmen grupları Anadolu’nun hemen her tarafına dağılmıştır. Sonuçta, Şeyh Hasan Onar’ın Bayat Türkmenleri de öbür Türkmen grupları gibi yönetimin ve emirlerin baskı ve zulümden nasibini almıştır. Yaşamının son yıllarında kendini Baba İlyas-Baba İshak önderliğindeki büyük Babai başkaldırı hareketinin (1239–40) içinde bulmuş ve onun hazırlayıcılarından olmuştu. Bugün bile Onar köyünde hâlâ, Dede’lere kendi aralarında “Baba Resul” diye hitap ediliyor. Böylece o büyük toplumsal hareketin anısı -bilinçsizce de olsa- yaşatılmaktadır. Olasıdır ki Şeyh Hasan Onar, 1245–50 arasında Hakk’a yürümüştür.2

Dört duvar üstüne binasın’ kuran Mahrum kalmaz eşiğine yüz süren Horasan elinden azmedip gelen Yetiş Onar Dede sen imdat eyle Kalkıp Horasan’dan sökün edensin Urum diyarını mekân tutansın Çağıranın imdadına yetensin Yetiş Onar Dede sen imdat eyle Pir Sultan’ım düşmüş dürür cüdaya Halim’ arzedeyim Bari Hüda’ya Canım kurban olsun Onar Dede’ye Yetiş Onar Dede sen imdat eyle

Derviş Muhammed’den (1758/1828) Onar Dede Destanı Tevhit edip mağarada oturan İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı Kahreyleyip Gügeyik’i batıran İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı

Bilinen En Eski Cemevi Onar Köyü’ndedir 1224 yılında Selçuklu Sultanı Alaaddin’in Malatya Emiri’nden aldığı “Zaviye Vakıf Belgesi” ile Şeyh Hasan Onar tarafından kurulmuş ve “Şeyh Hasan Oner Zaviyesi”ne ait Büyük Ocak ve daha sonra oğlunun kurduğu Şeyh Bahşiş adlarıyla hala yaşayan iki Meydanevi/Cemevi vardır. 300–400 kişiyi içine alan ve kare planlı bu iki yapının da duvarları penceresizdir. Çok sayıda direklerle –ki bunlardan ortada bulunan kutsal Karadirek adı verilmiş olanın dibindeki postta Cemi yöneten Dede oturur– desteklenmiş kirişlerin üzerine küçülen kareler biçiminde oturtulmuş bu ilkel Selçuklu mimari ev tipinin, kırlangıç ya da bingi çatısı/damı ve ortasında pencere ve baca görevi yapan bir açıklık bulunmaktadır. Küçük çaplı bir yarım kubbenin altında yandan dışarı dönük 50–60 cm. çapında oyulmuş birer delik taş koyulmuştur bu açıklığa. İkisi de kutsal mekânlar olarak, biçimlerini bozmadan onarıla onarıla 784 yıl boyunca “Cemevi” olarak, bugüne kadar yaşatılmıştır.

Kiraza emretti kendisi geldi Yalnız o ağaçtan tekkesin’ kurdu Doksan bin evliya şadoldu güldü İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı Mucizâtı belli ey güzel atam Kırk kulaç kemendin’ karaya atan İreizin gemisini kurtaran İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı Asasını dikip söğüt yetiren Tekme vurup sularını getiren Padişahı ayağına getiren İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı Asasın’ dikince söğüt yerişdi Asker geldi cümle mahlûk karışdı Padişahınan da anda görüşdü İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı Bir petekdeydi Şeyh’in arpası Onu çağıranın nur olur sesi Onik’ imamların mektep torbası İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı

Pir Sultan Abdal Çaldıran Sonrası Gizlenme Yıllarında Onar’a Uğramış Olmalıdır

Bu petekden üç bin ata yem verdi Arpa akmayınca padişah sordu Arayıp Arap’ın boynunu vurdu İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı

Pir Sultan’ın Çaldıran öncesi ve sonrası yapılan kırımdan kurtulması, Divriği-Arapkir-Kemaliye ilçelerinin ortak arazisi olan Sarı Çiçek Yaylası’nda Koca Haydar adıyla bir zaman gizlenmiş olmasına bağlanabilir. Sarı Çiçek Yaylası’na çok yakın, Arapkir ilçesinin sınırları içerisinde bulunan Onar köyündeki Şeyh Hasan Oner türbesi ve zaviyesini ziyaret ettği ve orada konukladığını belirleyen bir nefesi günümüze gelmiştir. Bu nefeste Şeyh Hasan’a yalvarmakta, “zulümat (karanlık) içinde ve darda bulunduklarını” açıklayarak, bu evliyadan “imdat” istemektedir. Köyün yaşlıları ve Dede’lerinden derlediğimiz Pir Sultan nefesi şöyledir: Bir gececik mihman oldum Onar’a Aman Onar Dede sen imdat eyle Özümü bağladım ol nazlı Pir’e Aman Onar Dede sen imdat eyle Adın Şeyh Hasan’dır hem derik Oner Elbet er olanda bulunur hüner Adını işiden secdeye iner Aman Onar Dede sen imdat eyle

Arattı Arap’ın boynunu vurdu Arap vurduldukça “nemirem” derdi (nemirem: ölmedim) Ol Şeyh’e Arap’ı kul diye verdi İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı Padişahın ögün duman bürüdü Geri dönüp Şeyh’den helâllık aldı Dişterik Şeyh Çayırı o andan kaldı İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı Derviş Muhammet’im el aman aman Bir dolu içince biz coştuk heman İnsan Teccal oldu vakitler tamam İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı

Notlar: 1 2

Prof Dr. Mikâil Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatı’nın Kuruluşu, Konya,1991, s.27–28 Şeyh Hasan Onar hakkında daha geniş ve özellikle sözlü bilgi için bkz. İsmail Onarlı, Şeyh Hasan Onar ve Seyh Hasanlu AşiretiAnayuttan Anadolu’ya, İstanbul, 2001

7


SERÇEÞME

KIZILBAŞ ALEVİLİKTE RIZALIK ŞEHRİ – BÖLÜM V

Tarihsel Bir Gerçeklik mi Ütopya mı? Haşim Kutlu

D

ördüncü Bölümde, Tufan öncesi Semitik peygamberlerden Hanok (Enoch) ve Hanokyan bilgilerden hareket ederek bu Peygamberin bizzat Aden’e gittiğini ve Aden de gördüklerini tespit etmiş ve aktarmıştım. Bu bölümde, doğrudan Aden coğrafyasına gelmek ve acaba Anadolu-Mezopotamya Coğrafyasında yaşayan, Semitik olmayan dinler süreğinde, aynı şekilde bir “öte dünya cenneti”nden ya da “Göksel Bahçe”den söz ediliyor mu; söz ediliyorsa nasıl ediliyor; ve Semitik dinler süreğindeki Aden ile bir ilişkisi var mı, sorularının yanıtlarını bulmaya çalışacağım. Önce, beni bu coğrafyada iz aramaya yönlendiren bir ara bağlantıdan, bir köprüden söz etme gereği duyuyorum. Bu köprünün işaret ettikleri ayrıca, Semitik dinler süreğinde, örneğin Tevrat’ın konu edindiğimiz Exodüs (Çıkış) ve Genesis (Tekvin = Yaratılış) bölümlerinin yazılış tarihleri itibariyle etkilendikleri kaynakları bakımından da önemli olacaktır. Hanok’u, Mandaistlerin (Sabii) kendi peygamberleri olarak gördüklerinden, hem de İranîlerin, efsanevi kralları Kiyumars’ın da öğretmeni olan bir bilge olarak gördüğünden, söz etmiştim. Bu belirleme önemli bir bağlantıya işaret etmekteydi. Hanok, Tufan öncesi Semitik bir peygamber gibi görülse de, Bereketli Hilal’in kuzeyinde, Azerbaycan alanında mesken tuttuğu ve bilgeliğini ya da Peygamberliğinin bütün birikimini buradan aldığı anlışılmaktadır. Ayrıca, Aden’e ilişkin de bütün kadim bilgilere sahip olduğunu göstermektedir. Bu tespitimin doğruluğuna işaret eden başka kanıtlar da vardır. Özellikle Tevrat’ın Tekvin bülümüne ilişkin “Sır bilgiler”den kabul edilen Lüt Gölü metinlerinin bir bölümü, Hanok’un oğlu Metuşelah’ın, normal sayılmayan bir doğumla dünyaya gelen oğlu Nuh ile ilgili olarak öğüt almak için babası Hanok’u aramaya çıktığından sözetmektedir. Nuh, olağandışı bir doğum sonucunda dünyaya gelir. Hem fiziksel özelliği, hem de iriliği olağandışıdır ve bu Metuşelah’ı kaygılandırmaktadır. Bu nedenle babası Hanok’un öğüdüne gereksinim duyar. Metuşelah sonuçta babasını bulacağı yer olan ve “Parwain” diye anılan yere gelir. Metuşelah burada melekler arasında yaşamaktadır. Parwain, Mandaistlerin de kök atalarının geldiği kutsal yer olan Maday Dağı’nın bulunduğu yerdir. Maday (diğer adı, Beyaz Dağ’dır) Güney Batı Medya’da gösterilmektedir. Peki, adı geçen ve Mandaistlerin Kutsal Maday (Mada) Dağı dedikleri Parwain tam olarak neresiydi? Sözü edilen yer ile Aden arasında bir bağlantı var mıydı? Bu soruların karşılığını Antik Anadolu halklarından Hatti, Lüvi, Aden’e daha yakın yerleşim yerlerinin sakinleri olması bakımından Hürri, Mitanni, Urartulara ilişkin antik metinlerde bulunması zor değildi. Semitik dinlere damgasını vuran Âdem ve Havva çiftinin ön tiplemeleri sayılabilecek ilk ölümlü insan betimlemeleri, Antik Anadolu’ya ilişkin yapılan birçok kazıda, hiyeratik metinler olarak ortaya çıkartılmıştı. Âdem ve Havva karşılığı bir kadın ve bir erkekle beraber, ortalarında yaşam ağacı ve yılan motiflerinin yer aldığı silindir metinler birçok kazıda bulunmuştu. Bütün bu belirtiler, antik Anadolu ve İranî halkların,

8

Semitiklerden daha farklı bir zeminde Aden ve Aden bilgileriyle donanımlı olduklarını göstermeye yetiyor. İsa öncesi altı yüzlü yılların ikinci yarısında doğduğu ve beş yüzlü yılların ikinci yarısında öldüğü belirtilen İranî Peygamber Zerdüşt (Kimi uzmanlarca Zarathustra, kimi uzmanlarca Zerastar, kimilerince de Zoroaster), İranî Med topluluğu içinde doğar. “Çok Tanrılı Dinler” diye tanımlanan toplum yapılanmasından “Tek Tanrılı Dinler” olarak tanımlanan toplum yapılanmasına geçiş evresinin bir Peygamberi, bir toplum önderi olarak tanımlanabilir. Zerdüşt’ün kutsal kitabı Avesta, belirttiğim karakterini yansıtan ve kendisinin üretimi özgün metinlerin yanında, binlerce yıllık geçmiş Anadolu ve İranî halkların kutsal metinlerinin de reform edilerek derlendiği metinleri kapsamaktadır. Büyük İskender’in fethine kadar Zerdüşti din bilgelerince korunmuş, geliştirilmiş haliyle Avesta iki milyon dizeden oluşmaktadır. Günümüze gelebilmiş Avesta, birinci olarak İskender döneminde, ikinci olarak da İslamın ilk fetihçi yıllarında, Halife Ömer döneminde yakılmasının ardından, geride kalanlarca yeniden derlenmiş metinlerden oluşan 80 bin Gatalık (ayet) Avesta’dır. Elimizdeki Avesta’nın Vendidat (Videvdat) kitabındaki Gataların doğrudan Zerdüşt’e ait en eski ve orijinal metinler olduğu ifade edilmektedir. Vendidat’ın 1. Fargart’ı, Zerdüşt dinin tanrısı Ahura Mazda’nın yarattığı 16 kutsal ülkeden söz eder ve bunu bir doğrudan görüşmesinde Zerdüşt’e tanıtır. Bunlardan en önemlisi için şöyle der: “1. Ahura Mazda, Spitema Zarahuştra’ya konuştu ve (şöyle) dedi: 2. Ben her ülkeyi, o ülkede hayran kalınacak bir şey olmazsa bile, onun sakinleri için şirin kılacak şekilde yarattım. Eğer (ben) her ülkeyi onun sakinlerine şirin gelecek şekilde yaratmasaydım içinde hayran kalınacak bir şey olmazsa da bütün yaşayan dünya Aryana Veco’ya akın edecekti 3. Ben, (yani) Ahura Mazda’nın yaratmış olduğu iyi toprakların ve ülkelerin ilki; Daitya Nehri’nin kıyısındaki Airyana Vaeco (Airyana Veyah) idi.” Özgün Avestik literatürün dillendirdiği Airyana Vaeco ya da bir başka ifadeyle Airyana Veyah, doğal olarak bize Hanok’un oğlu Metüşelah’ın babasını bulduğu yer olarak ifade edilen Parwain’in hatırlatmaktadır. Gerçekte Parwain kimi literatüre Aramca karşılığı “Paradis” olarak geçmiştir. Paradis, Persçe kök “Pairi” (çevresinde) ve “deaza” (duvar) sözcüklerinden çevrilmiştir. Parwain, “Duvarla Çevrilmiş” yer olarak Aden’e işaret ediyor. Zerdüştün Tanrısı Ahura Mazda’nın, “Ben her ülkeyi, o ülkede hayran kalınacak bir şey olmazsa bile, onun sakinleri için şirin kılacak şekilde yarattım” dediğini yukarda gördük. “Şirin yarattım” diyor Ahura Mazda, çünkü, aksi takdirde, “bütün yaşayan dünya” yaratılan tüm ülkelerden daha göz alıcı ve hayran kalınacak olan Airyana Veyah’a hücüm edecektir. Sözün burasındaki vurgu bize yine Hanok’un Aden’i ziyaretinde dillendirdiği, “duvarla çev-

Haşim Kutlu can ağır ve tehlikeli bir hastalık geçirdi. Kendisine geçmiş olsun der, uzun ve sağlıklı bir ömür dileriz rili üçüncü bahçeyi” hatırlatmaktadır. Hanok “Üçüncü Bahçe” için şöyle diyordu: “Onun gibi güzelce görünüşlü böyle bir yer hiç olmamıştır. En güzel renklerden meyveleri olgun ve mis gibi kokan her çeşit ağacı gördüm. Onlarda yetişen her türden yiyecek de lezzetli tatlarla fışkırıp büyümüştü. O yerin ortasında yaşam ağacı (vardır) ki Cennet’e geldiğinde Tanrı dinlenir onda. Bu ağacın güzelliğini ve tatlı kokusunu anlatmaya sözler yetmez. Yaratılmış şeylerin en güzeli odur.” Bunca “Hayran kalınacak yer” olarak Aden ya da Airyana Veyah’ın, bu güzellikle zıtlık içinde olan bir konumu daha vardır. Bütün “varoluşu” zıddıyla birlikte ele alan Mazda dini literatürünün özgün metni Vendidat’ın, 1. Fargard’ın 3. ayetinde, yarattığı ülkelerin en hayırlısı Airyana Vaeco’yu yarattıktan sonra, negatif tanrı Angra Mainyu’nun da; nehirlerde “yılanı”, karada ise “kışları’ yarattığından söz eder: “Bunun üzerine tümüyle ölüm olan Angra Mainyu geldi ve büyücülük gücünü kullanarak karşı-yaratıklar olarak nehirde yılanı, (karada) kışları yarattı, Deavaların işleri olan kışları” Bölgede yaşanan kışlar için de 4. ayet şöyle diyor: “Orada kışlar on ay, yazlar iki ay oluyor, (Mevsimler) sular için soğuk, yer için soğuk, ağaçlar için soğuktur. Kış mevsimi (beraberinde getirdiği) en kötü dertleriyle oraya çöker” İster Semitik, isterse Hörrit olsun bölgedeki tekmil tek tanrılı dinlerce kutsanmış topraklardan söz ediyorum. Tevrat kökenli gelenekte, aynı geleneğin “sır” bilgilerini içeren Hanokyan gelenekte olduğu kadar, İsevi ve Mühammedî literatürde de “Eden (Aden, Cennet) bahçesi, Hazineler Mağarası” ve en önemlisi de insan nesli başta olmak üzere, tekmil canlı yaşamın yeniden tohuma durduğu ya da tohumlarının yeniden filizlendirildiği “Nuh’un Gemisi”nin karaya çıktığı Ararat ya da Cudi dağlarının bulunduğu kutsanmış topraklardan söz ediyorum. Kuzeyde yüksek Kafkas-Elbruz dağlarının, Güney uçta Basra körfezine dek ayaklarını dayamış ve Aşağı Mezopotamya’nın antik tapınaklarına, Zigguratlara ilham kaynağı olmuş yüksek Zagrosların, Anadolu’nun bütün Akdeniz yakasını boydan boya süren ve Kuzey Suriye sınırlarında, dörtnala gelip de aniden durmuş bir boğa gibi başkaldıran Torosların (Toro = Boğa) çevrimlediği, başları karlı-boranlı yüksek dağlardan ve yaylalardan oluşan “Bereketli Hilal”den söz ediyorum. Zerdüşt, Vendidat’ın ilgili bölümünde, coğrafi koşulların olduğu kadar iklim koşullarının da, yerin ve göğün doğal yasaları hükmünce çevrelenen yaşam koşullarını, allegorik ifadelerle, betimleme ve benzetmelerle, zıtlığı içinde anlatmaktadır. Son buzul çağının dondurucu soğuklarının hüküm sürdüğü dünya gerçeğinde, bölgenin payına düşenin belleklerde bıraktığı etkilerin, dahası bugün dahi yaz aylarının olduğunca kısa, ama uzun ve zorlu geçen kış

Sayı 48


SERÇEÞME günlerinin, bin bir anlatıya konu edildiği bu kutsal yerlerin kadim geçmişini bize bu sözlerle anlatmaktadır. “İki ay yaz, on ay kış!..” Kadın önceliği ve öndeliğiyle gerçekleştirilmiş köy devrimlerinin müthiş etkisi de böylesi çetin koşulların çevrimlemesi değil mi? Bulduğunda sevinen, şölenler düzenleyen, bulamadığında yokluk çeken, açlık çeken, yas tutan yaşam koşullarından, barınabildiği, korunabildiği ve beslenebildiği “Bolluk ülkesine = Cennet’e” kavuştuğu koşullar!.. Semitik olsun ya da Anadolu-Yukarı Mezopotamya bağlamında Hörrit olsun bölgemizde hüküm sürmüş belli başlı dinlerin, tarihsel varoluş olarak kutsallıklarını dayandırdıkları anlatımların tamamının Bereketli Hilal’de toparlandığını gördük. Antik Mezopotamya’nın Güney ucunda Sümerlerin kutsal köklerini dayandırdıkları, kutsal/göksel ülke Dilmun’un (Sümerce Dayleman) aslında Aden’den başka bir yer olmadığını sonraki bölümde göreceğiz. Tarihsel sansürün ilk kurbanını burada bir kez daha anarak geçmek istiyorum. Alevi süreğinde “Rızalık Şehri” adıyla, Alevi öğretisinin en temel belirlenimini oluşturan bu kadim kutsallıktan söz edildiği yerde açıktır ki, bugünkü uygarlığımızın temellerini atan Kadın Ataları anmadan edemeyiz. Kadın Ataların ince, uzun yollardan geçerek oluşturdukları üretken birikimin, adeta bir patlamayla sıçrayış gösterdiği köy devrimi, yüksek, korunaklı, ama bir o kadar da verimli Toros-Kafkas-Zagros üçgeninde gerçekleşti. Hanokyan literatürün anlatımı, belli ki birinci elden bir anlatım değil, ikinci, üçüncü ve kim bilir, belki de dördüncü elden bir anlatımı olmasına karşın, sürdürdüğümüz izler, allegorik ifadelerle, abartılı betimleme ve metaforlarla bezenerek kaleme alınmış Hanokyan Cennet/ Aden anlatımının bir kısım gerçekleri bünyesinde taşıdığını göstermektedir. Bu yönüyle diğerlerinden epeyce ayrıcalıklı özellik taşır. Öte Dünya’yı olduğu kadar, eşsiz ve benzersiz Rab Allah katını gereğinden fazla faş ederek dünyalılaştırır! Sanırım, biraz da bu yüzden “sır” alanında bir kitap olarak görülür ve yine sanırım bu nedenle Tevrat kapsamından kovulmuştur! Korunaklı yükseltilere konumlanmış göz alıcı köylerden en görkemlisinin –ki Kutsal Kadın Atanın Kutsal Ocağının da merkezinde ve en yükseğinde yer aldığı köyün– Hanokyan anlatımdan anlaşıldığı kadarıyla, astronomik gözlem evi vardır ve yıldızları incelemektedirler. Buranın bir bölümünde okullar, bir başka bölümde (Babil’in efsanevi Asma Bahçeleri’ne ilham kaynağı olan) bakımlı bahçeler, bir başka alanında bakımlı ve düzenli taraçalardan oluşturulmuş tahıl tarlaları vardır. Okulların olması, yazının da olmasına işaret eder ve artık, buluşlar, deney ve tecrübeler yazılı kayıtlara geçirilebilmektedir. Mimariden, tarıma; evcilleştirmelerden, hangi sebze ve meyvelerin yenebileceğine; besin kaynaklarının nasıl geliştirileceğinden, araç ve gereç yapımına kadar, bütün bir yaşam alanının artık kayıtlara geçirilip gelecek kuşaklara aktarma olanağının bulunduğuna işarettir bütün bunlar. Anadolu’nun Kapadokya’sında yer alan ve bir mimari şaheseri olan yeraltı şehirleri, Çatalhöyük, Çayönü, Nevala Çöli ve daha nice köy devrimi şaheserleri günün kutsal şahitleri olarak, günümüze iz düşürmüş kök kaynaklardır. (Haşim Kutlu’nun yazı dizisinin devamını okumak isteyen okurlarımız <www.koxuz.org> sitesini izlemelidir)

Aralık 2008

Rızalık Makamı Kapıkulu Makamı Değildir Haşim Kutlu

B

ELEDİYE seçimleri yaklaştıkça, AKP’nin çözüm isteyen temel konulara ilişkin sahte çözüm paketleri de devreye sokuluyor! Aslında, sahte de olsa meydanda olmayan çoğu paketler, varmış gibi en başta AKP yandaşı basınyayın olmak üzere genel olarak bütün holding basını tarafından propaganda edilmektedir. 22 Temmuz seçimlerinden bu tarafa, Alevilere yönelik, değişik söylem ve davranışlarla “AKP’nin Alevi Açılımı” hep gündemde tutuldu. Tıpkı AKP’nin “Kürt sorunun çözme” paketleri gibi, özellikle de Demokratik Alevi Hareketinde gelişme ve güçlenme, taleplerde netleşme, demokratik kitle hareketleriyle daha yanaşık duruma gelme eğilimlerinin arttığı dönemeç noktalarında, kapalı kapı arkalarında ve kimi hesaplarla düzenlendiği son derece açık olan bir kısım “açılım paketleri” ortalığa atılmaktadır. Kürt Halkının son bir yıldır yükselen, bilinçli, kararlı ve örgütlü yükselişi, AKP’nin inkârcı ve imhacı yüzünü, dahası bir “kirli savaş hükümeti” olma yüzünü, çok net olarak açığa çıkardığı gibi bu tür, inkâr ve imha politikalarının değişik araçlarla sürdürülmesinde başka hiç bir anlama gelmeyen sahte çözüm paketleri ya da çağrılarına da hiç bir şekilde pirim vermemektedir. Demokratik çözüm isteğinde, barışçı ve adil çözüm isteğinde ısrar etmekte, bunun dışındaki hiç bir çözüm yaklaşımına da boyun eğmeyeceğini her vesileyle belirtmektedir. Gelişmenin bu yönü doğal olarak demokrasi, eşitlik ve özgürlük isteyen toplumun birçok kesimini etkilediği gibi doğal olarak Alevi hareketini de etkilemektedir. Seksen beş yıllık Cumhuriyet tarihi boyunca Dersim alanından askerin çıktığı hiç görülmemiştir. Onun görünmüyor gibi göründüğü zaman ve yerlerde de ordunun aslî temsilcisi CHP’nin arka bahçesi durumundadır Dersim. Genel seçimlerde verdiği “Hayır” yanıtıyla birlikte giderek gelişen, güçlenen bir ivmeyle Dersim, nihayet Başbakan’ın “Tunceli Gezisi” sırasında seksen beş yıllık imha ve inkâra noktayı koydu ve “artık yeter” dedi. Kürt kimliğiyle “yeter” diyerek Diyarbakır’dan yükselen “Edi Besse” haykırışına sesini kattı. Tabii ki Kızılbaş Alevi yolağının en kadım merkezi olmak, daha Kilise barbarlığının bütün hoyratlığıyla ortaya çıktığı 4-5. yüzyıllarda başlayan, “Işığın = Ateşin ve Güneşin çocukları” Alevi Kızılbaş Palutiyan (= Balabaniyan) Ocaklarının bastırılması, yakılıp yıkılması, kıyımlar ve sürgünlerle günümüze dek devam edegelen zulüm hükümranlığına da, her sürekten Aleviler adına “Edi Besse” dedi. Alevilik adına kim nasıl gözardı etmeye çalışırsa çalışsın, “Dersim Alevi Sözü” son derece önemlidir ve ölçüdür. Ve kim nasıl bakarsa baksın, Demokratik Alevi hareketi içinde, her türden resmi ya da gayri resmi oynamalara, tuzu kuru bürokratik pazarlıklara karşın, Dersim’in görkemli çıkışı, yankı bulmuştur. Özgürlük, eşitlik, kardeşlik arayışındaki Demokratik Alevi hareketi tekmil dostlarıyla birlikte 9 Kasımda Dersim’den yükselen Kızılbaş çığlığına yanıt vermiştir. Sözü, son günlerde AKP hükümetinin, “Alevi Pirlerine, zakirlerine maaş bağlayacağı; Cemevlerine yardım edeceği, ışığının suyunun belediyelerce karşılanacağı; Okullarda Alevilik derslerinin de verileceği; Madımak

Oteli’nin müze yapılacağı” yönlü sözde “Alevi Açılımı”na getirmek istiyorum. Bu açılım propagandasının arka planındaki kimi önemli etkenlerden söz etmek istedim. Bir taraftan belediye seçimleri yaklaşıyor ve AKP kapatılmama gerekçesinin karşılığını, bir başka ifadeyle, kendisine bu krediyi açan odaklara karşılığını vermek zorunda. Ayrıca bu da bir başka etken olarak bu tür sözde açılımları körüklüyor! Diyarbakır’ı almak için olsa gerek, seçimler arifesinde, her yerde ve her biçimde Kürtçe yasağının devam etmesine karşın, TRT’de zaten varolan, sözde Kürtçe kanalının yayınını on iki saate çıkartıyor. Buna teşne olan, “köprübaşı” görevine soyunan “Beyaz Kürtler” de var!.. Tıpkı bu örnek gibi Aleviler için asimilasyonun, inkâr ve imhanın “köprübaşı” olmayı dileyen bir kısım “Beyaz Alevi” de olmalı ve var ki, onların aracılığıyla bir yandan sokuşturulmaya çalışılıyor sözde açılım propagandası. Tabii ki bütün bu hesaplar içinde olanlara, en başta AKP ve tekmil bağlaşıklarına söylenecek çok söz var ama bütün söyleneceklere, “Yol-Erkan-Meydan” zemininden bir tek karşılık vererek, bu tip çıkışların ne kadar halka yabancı, ne kadar boş, ne kadar beyhude bir hesap olduğunu belirtmekle yetineceğim. Tabii ki sözüm öncelikle Yol-Erkan-Meydan’dan bihaber, Alevilik adına meydan tutmaya çalışan angaje kişiliklere olmak üzere, tekmil hesap erbabına. Aleviliğin bütün süreklerinde Pirlik makamı, bir “Rıza Makamı”dır ve bir nemalanma makamı değildir. Pirlik makamında esas irade, Talip iradesidir. Çünkü talip kapısı Pirliğin doğum kapısıdır. Bu nedenle Pirlik makamını belirleyen, tayin eden irade, ne soy, ne boy, ne de nema makamıdır. Tabii ki bir kısım süreklerde “pirsoyluluk” olgusu vardır. Usulen soydan belirlenen Pirlik, iradenin soydan olduğunu ortaya koymaz. Pir kendinden sonrakini, soydan biri olarak belirleyebilir, ama talibe önermekle ve onun rızalığını almakla yükümlüdür. Çünkü talip, “Onay = Rıza Makamı”dır. Pirimiz Pir Hasani’nin belirttiği gibi, “Talip kapısı, Fadime kapısıdır. Pirlik, talip kapısından doğar. Talibine talip olmayan Pir, Pir olamaz. Talibe arkasını dönen Pir, yönünü zalime dönmüş demektir.” Bu sözü, yola bağlı hiç bir Alevi Piri de talibi de atlayamaz. Yok sayamaz. Yok sayarsa Alevi de olmaz, çünkü bu bir Yol erkânıdır ve Yol cümleden uludur. Zaten böyle olduğu için Demokratik Alevi Hareketinin “Pirler Kurulu” adına Hünkâr Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy, konuyla ilgili soruya verdiği yanıtta, aynı erkânı dillendirmiştir ve söz bitmiştir. Bu makamın, konuyla ilgili yanıtı, bütün Alevi camiasını bağlar. Pirlik makamını nema makamı zanneden cehalet öğretisinin “Pirleri” her zaman ve her devirde olmuştur. Pirimiz Pir Sultan, bu gibiler “gelmesin” diyor: Muhabbet eyleyip yokla pirini Yusun senin namus ile arını Var bir gerçek ile kıl pazarını Kıldığın pazardan ziyan gelmesin Aşk ile!.. 25 Kasım 2008

9


SERÇEÞME

Aleviliğin Yirmi Yılı Hasan Harmancı

Ç

AĞDAŞ toplumlarda değer yargıları (ortak olanlar) yeniden inşa olmayı bekler çoğunlukla. Hukukta, hukuka bağlı devlet miti de bunun üzerinde inşa edilir. Toplumsal kader dediğimiz de bu anlamda geriye doğru değil, ileriye doğru beklentidir. Yeni fikirler ve ruhsal birikim toplumsal eşitliğin yöneliminin güçlenmesine göre farklı kültür, inanç sistemi ve değerlerinde evrensel birikimi kullanır. Eğilimlerin (siyasal) öne çıkmasını gücün belirmesini egemen değer olarak ölçü alınmaz. Eşitlikçi davranışlar ve demokrasiler varsayımdan öte siyasal eğilimlerin iktidar olanağını egemene teslim etmez. Egemen demek soru sormamaktır burada. Çıkarlar ilişkisi içinde sömürü ve yok sayma koşullarını arttırmaktır.

Kürtler, Aleviler, Göç Türkiye gibi topraklarda eşitlik ve hak sorunları ne yazık ki kanla yazılsa dahi, süreç çok kolay geriye gidebiliyor. Lozan Anlaşması gibi bir anlaşmanın bile maddeleri ne geriye doğru ne de ileriye doğru istenildiği gibi tartışılamıyor. Toplumun bütününü bağlayan bir yanı olmamasına karşın üniter devlet formülünün yarattığı kaos toplumsal örgütlenme ve beklentileri sürekli olarak çelişkili hale getiriyor. Toplumsal sorunların son yirmi yılda daha belirli biçimde öne çıkması Kürtlük ve Alevilik bilinçlerinin göç olgusu ile daha belirgin ve baskın hale gelmesi, siyasal ve sosyal temsiliyette acil ilişkiler oluşturması bile sorunun ne azınlıklar, ne de hak talep eden “öteki” kesimler olmasını sağlayamıyor. Devlet sistematiğinin AB uyum sürecinde olmasına karşın bu sorunların yan sorunlar olarak kalmasına neden oluyor. AB koşullarında kolayca çözüm aranabilir olan sorunların böylesine bir bekleyiş içinde olması Türkiye’nin sıkıştırılmasına neden olmasına karşın, asla taviz verilmez bir görüntüye sahipmiş görüntüsünü ortaya çıkarıyor. Gerçeğin bu olmadığını ve toplumsal eşitsizliklerin kaldırılamayacak boyutlara geldiği, bunun birçok sosyal soruna yol açması yanında ekonomik bunalımı da arttırdığı gün gibi ortada. Cumhuriyet ve üzerine kurulan demokrasi ekonomik, etnik, inançsal, sosyal farklılıkların vs. tanınması, geliştirilmesi, özgürce ifade edilmesinin sağlanması süreçlerinin güçlendirilmesidir. Ancak bu eşit kılma süreci kural ve kanunlarla değişmez olarak öne sürülmemelidir. Demokrasi yeni beklentiler durumunda bu uyumun yenilenebilmesidir. Zor temelli kurumlaştırmaların dayatılması var olanı inkârdan başka bir şey değildir. Cumhuriyet ve demokrasi doğal farklılıkları hak eşitliği, hukuk ve özgürlükler boyutuyla ele almalıdır. Toplumun biçimlenmesi bu anlamda beklenir bir atmosferde değil. Kürt sorunu uluslararası bir gündem ve çağrı içinde olmasına karşın Aleviliğin yaşadığı sorunlar o kadar da gündeme taşınmaya açık kapı bırakmıyor. Kürt sorununda taraflar arasında sıkışılmış nokta artık silahların da gölge etmekte epey yol almasıdır. Her atılan kurşun karşısında yaşanan kaos ve etnik görüntü toplumsal bunalımı karşılıklı olarak daha da germektedir. Bu kaoslu yapılanma artık bir kesimin çıkar ilişkisine dönüşmüş durumda.

10

Aleviliğin yaşadığı sorunlar daha yumuşak zeminlerde görülmekte. Ancak son on beş yıldır iktidarı sürdüren hükümetlerin politikalarına asla uymamaktadır. Bu uyumsuzluk Türkiye’ye uluslararası olarak biçilen role de zıttır.

Alevilerin talep ve beklentileri eşit haklar çerçevesinde yaşamak. Avrupa’da uyum, konuşma ve pozitif ayrımcılık öne çıkarken, Türkiye’de baskı, yok sayma, karalama ve asimilasyon... Alevilerin yaşam yolculukları Avrupa’da başka, Türkiye’de başka!

AABF, FUAF ve AB Ülkeleri Bütün bu zıtlığa karşın Aleviliğin özellikle Batı Avrupa’da yaşayan kolu toplumsal sorumluluklar çerçevesinin ötesinde yasal bir yenilenmenin içindedir. Avrupa Aleviliğinin, Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu’nun (AABF) kültürel ve inançsal sorunlarının çözümü ve kurumsallaşmalarının başta Almanya olmak üzere, Avrupa ülkelerinde, hak ve yaşam biçimi temelinde kabul görmesi önemlidir. Bu önemlilik Almanya Çalışma Bakanı Olaf Scholz’un, “Alevi örgütlerinin çalışmalarını takdir ediyoruz” biçiminde övgü ve teveccühünü bile kazanabiliyor. Aleviler yeni Avrupa politikasında batılı siyasi partilerle, sendikalarla, eyalet ve yerel yönetimlerle “entegrasyon” ve göçmenlik sorunları konusunda uyumlu bir hale gelmeye başlamışlardır. Aleviler bu yanlarıyla Almanya’da özel bir yere de sahiptirler. Aleviler, Almanya’da bakanlık düzeyinde projeler ve ortak çalışmalar yürütebilecek konumdadırlar. Toplumsal ayrımcılıkların azaltılması noktasında ülkelerinde bulamadıkları hukuksal ve eşitlikçi zemini Avrupa’da yakalamışlardır. Toplumsal sorunlarının çözümü açısından sürekli yasal ve ulusal resmi politik kaygılarla karşılaşmıyorlar yani. Benzer durum Fransa Alevi Birlikleri Federasyonu (FUAF) aracılığıyla da Fransa’da sürdürülmektedir. FUAF yöneticileri, Strasbourg bölge kamu temsilcileri ve kurum görevlileri ile buluştu örneğin çok yakında. Strasbourg Belediye Başkan yardımcıları “Alevi öğretisinin evrensel değerlerini” paylaştıklarını 2009/2010 yılında yapılacak, Avrupa Türkiye yılı etkinlikleri çerçevesinde Aleviliğe yönelik projeler üretilmesini ve çevre üniversitelerle çalışmalar yapılmasını istiyorlar. Alevi kurumsallaşması, Batılı kurumlar karşılıklı tanınma ve Alevilerin sorunlarının çözülmesi ve Aleviliğin yaşam alanlarının geliştirilmesi üzerinde duruyorlar. Üstelik bu çalışmalar Avrupa’da neredeyse tüm Alevi Kültür Merkezleri (AKM) aracılığıyla yoğun ölçüde programlanmaktadır. AABF Genel Başkanı Turgut Öker bu durumu herkesi heyecanlandıracak bir dille aktarıyor: “Gelecek nesiller kendi kimliklerini garanti altına aldı.” Bu garantiyi Alevilik derslerinin okullarda öğretilmesi ve sorunlarının çözülmesi olarak görüyor. Ancak tüm açılımlar birbirini olumlu biçimde tetikliyor. Gerçekten de Aleviliğin asimilasyon sorunu göz önüne alındığında Türkiye’de çok olumsuz bir konumda bulunan Alevilik yaşam alanı ve resmi yok sayılmaları karşılığında, Almanya’nın en büyük eyaleti olan Kuzey Ren Vestfalya (KRV) eyaletindeki okullarda “Alevilik Dersleri” verilmeye başlanması garanti olmasının ötesinde aynı zamanda Aleviliğin önünü görebilmesidir. Bu durum elbette gelecek nesillerin kendi kimliklerini garanti altına almasıdır. Üstüne üstlük Türkiye’de tanınma sorunu yaşayan Alevi kurumlarının aksine, Alevilik dersleri, AABF belirlediği ilkeler çerçevesinde

Almanca ve Alevi öğretmenler tarafından verilmeye başlandı. Ders programı okullarda verilen Protestan, Katolik ve Yahudi dersleri için geçerli prensiplere göre hazırlandı. Bu gelişme, üniversitelerde Alevilik kürsülerinin açılmasını sağlayacak ve Alevilik ile ilgili bilimsel çalışmalar daha da artacak. Bu durum Aleviler açısından beraber yaşadıkları toplumlarla ortak “kanlı” tarihlerine bakıldığında önemli bir ivme ve kabuldür. Aleviler ilk kez tarih karşısında daha eşitler. O da eski topraklarında değil, yenisinde, hala kabul edemediklerinde. Bu Aleviliğin Avrupa’daki yirmi yıllık sürecidir.

Türkiye ve Alevi Beklentileri Türkiye Alevilerinin talep ve beklentilerine gelindiğinde, sistemin ne kadar dışında oldukları ve öteki konumlarının değişmediği ortada! Türkiye Alevilerinin de son yirmi yıllık başka bir sıçrayışları var; o da cemevlerinin tanınması, zorunlu din derslerinin kaldırılması, asimilasyonun pasifleştirilmesi. Sonuç olarak eşit haklar çerçevesinde yaşamak. Bu değişik toprakları yönetenlerin yarattığı durum karşısında Alevilerin de kültürlenme ve siyasallaşması değişken. Avrupa’da uyum, konuşma ve pozitif ayrımcılık öne çıkarken, Türkiye’de baskı, yok sayma, karalama ve asimilasyon politikacılar tarafından oy aldıkları kesimlere övünç propagandasına çevrilmeye çalışılıyor. Alevilerin yaşam yolculukları Avrupa’da başka, Türkiye’de bambaşka! Şimdi kimliksel yaşam ve kendilerini ifade noktasında Aleviler açısından da bir dengesizlik bulunmakta. Alevilerin çoğunlukta bulunduğu Avrupa ülkelerinde bu olumlu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’de Alevi çocukları hala Sünni din eğitimine tabi tutuluyor. Devlet Alevi çocuklarını Sünni İslam kimliği dairesinde görüyor ve dayatmalar devam ediyor. Avrupa’da ise İslam da, Alevilik de özgür. Türkiye AB çerçevesinde hukuksal ve siyasal olarak gelişti: Sözde. Bu noktada Türkiye açısından ortaya çıkan tablo, Türkiye’nin gerçek anlamda laik ve demokratik bir ülke olmaya hiç de yönelme gönüllülüğünde, niyetinde olmadığıdır. Üstüne üstlük Avrupalı hükümetler bu ortak çalışmaları “uyumu güçlendireceği” şeklinde yorumlarken, Türk Hükümetleri uyumun bozulacağı endişesindeler. Yani Türkiye’de Alevilik püskürtülürken, Avrupa’da devletler ötesi bir algılama ile sahipleniliyor. Türkiye bu değişim dinamikleri konusunda nasıl bir yol izleneceğini yitirmek üzere. Alevilerin milyonları bulan imzalarla hukuk çerçevesindeki olumlu ve haklı adımları Hükümetler tarafından kamu dışı ilanıyla karşılanmakta, devlet kimlikler üzerinden siyaset yapmaya devam ettiriliyor. Aleviler anayasaya bağlı mı kalsın isteniyor, yoksa meşruiyetleri mi devşirilmeye çalışılıyor?

Sayı 48


SERÇEÞME

Küba’nın Emekçi, Cefakâr ve Direngen Halkına Devrimin Ellinci Yılında Bin Selam İsmail Büyükakan Devrimin 50. yılında Küba devrimcilerine ve mücadelenin eskitemediği efsanevi lider Fidel Kastro’ya bin selam! Kolay değil emperyalist ABD’nin burnunun dibinde devrim yapmak. Hiç kolay değil, istila denemelerine, suikastlere, yankiye ite köpeğe mafyaya yozluğa ambargoya açlığa ihanete direnmek… Kolay değil 10 yıl, 20 yıl, 30 yıl, 40 yıl, dile kolay 50 koca yıl DİRENMEK! Kolay değil, güvendiğin dağlar şerefsizce çözülürken düşmanın yanıbaşında yalnız beşparasız kalmak, dört bir yanın puşt zulası iken… İcat yaparak, eski defterleri kapatıp yeni teknolojilere yelken açarak, devrimin yetiştirdiği değerleri ataların diyarı Afrika’ya, Güney Amerika’ya hizmete göndererek, devrimci dayanışmanın ne olduğunu eylemde göstererek yaşamak. Boyun eğmeden, ele güne el açmadan, ağladığını göstermeden, düşmana inat bir gün daha fazla YAŞAMAK kolay değil. Bu başarıda payı olan herkese bin selam. *** Küba Devrimi, çağın görevlerinin emekçi halkın devrimci iktidarı altında, halk için halkla birlikte üreteni yöneten yaparak, başka devrimlerden bildiğimiz sınırtanımaz şiddet dönemlerini çoğunluğu ayağa kaldıran yöntemlerle, olumlusundan aşarak, dünya emekçilerine büyük bir deneyim hazinesi yaratmıştır. Tarım toplumundan gelişmiş bir endüstri toplumuna ve onun gerektirdiği üst yapıya geçiş, bilindiği gibi burjuva çağın ana görevidir. Böyle bir zor ortamda komünist göreve en yakın görev olan demokratikleşmenin gerçekleştirilmesi, üretenlerin yönetenler konumuna yükseltilmesi, her halk devriminin kilit bir görevi olmaktadır. Bu açıdan, Küba Devrimi’nin, küresel kapitalizmin dayatmalarına ve dünya pazarının dayanılmaz basıncına, tüm eksiklik ve zayıflıklarına rağmen 50 yılda ulaştığı başarı, dünya işçilerinin mücadelede her zaman başvuracağı bir kaynak olacaktır. Yarım yüzyıla varan bir ekonomik ambargoyla yiyecekten bilgisayara, ya da en basitinden bir cep telefonuna kadar onbinlerce ürün kendisinden esirgenmiş ve hâlâ esirgenmekte olan Küba toplumu, savaşsız sömürüsüz bir dünyaya duyulan inançla, proleter enternasyonalizmini fiilen yaşayıp uygulayarak, devrimin lideri Fidel Kastro’da billurlaşan DİRENİŞ ruhunu canlı tutarak, dünya işçi sınıfına büyük bir kazanım armağan etmiştir. İşçi sınıfına ve komünistlere düşen, Fidel’e ve Küba devrimcilerine şükran borcunu Küba’nın devrimci ruhunu yeni devrimlere taşıyıp kızıl bayrağı yine yükseklerde dalgalandırarak ödemektir. Devrimin 50.yılında Küba emekçilerine, komünistlerine, Fidel’e sevgi ve selam!

Aralık 2008

50.YIL

Ülkemize yerleştirildiği ve söküldüğü hiç açıklanmayan füzelerin bu resimlerini üssün inşaatında çalışan bir ABD’li teknisyen ilk kez geçen yıl internete koydu. Bkz.: <http://www.hlswilliwaw.com>

KÜBA DEVRİMİ 50 YAŞINDA!

1959-2009 Küba Devrimi

1 Ocak 1959 günü Küba’nın Amerikancı hükümeti, dağlarda sürmekte olan gerilla hareketi ve kentlerde yükselen halk muhalefeti karşısında pes edip ülkeden kaçtı ve iktidar el değiştirdi. ABD’nin tepkisi, devrimci hükümeti devirmek için karşı-devrimcileri eğitip, silahlandırıp 1961 yılında ülkeye gizlice çıkartmak oldu. Domuzlar Körfezi Çıkartması, devrimci halkın tepkisiyle daha sahilde ezildi. Ancak ABD’nin bu saldırganlığını önlemek üzere Küba’nın devrimci yönetimi Sovyetler Birliği ile daha yakın askeri işbirliğine gitti. 1962 yılında Küba Füze Krizi’nde, dünya bir nükleer savaşın eşiğine geldi, Sovyetler Birliği’nin Küba’ya gizlice nükleer füzeler yerleştirdiği ortaya çıktı. ABD, Küba’ya ambargo uygulamaya başladı. İki nükleer gücü savaşın eşiğine getiren kriz, ABD ile Sovyetler Birliği’nin Küba’ya sormadan uzlaşmasıyla bitti. Sovyetler Birliği, Küba’ya füze yerleştirmesininin nedeninin, ABD’nin İngiltere’ye Thor füzelerini, İtalya ve Türkiye’ye de Jüpiter 2 orta menzilli nükleer füzelerini yerleştirerek stratejik dengeyi bozması olduğunu açıkladı. Olası bir nükleer savaşta Türkiye bir numaralı hedeflerden biri olmuştu, ama bizim halkımızın bundan haberi bile yoktu!

İbrahim 2 Füzeleri Bu tarihe kadar Türkiye’de bir avuç devletlû dışında kimse, ABD’nin Jüpiter 2 füzelerinin İbrahim 2 diye isimlendirilip ülkemize yerleştirildiğini bilmiyordu. ABD, füzelerin yerleştirilmesi kararını 1959 yılında Menderes Hükümetine dayatmış ve uygulatmıştı. Bu kararı alan ve ABD ile bir dizi gizli ikili anlaşma imzalayan Menderes hükümeti kısa bir süre sonra sözde “ilerici” bir askeri cunta tarafından devrildi. Devrin Genelkurmay Başkanı’nın rütbeleri söküldü ve Cumhurbaşkanı, Başbakan, Dışişleri ve İçişleri Bakanları ile birlikte idama mahkum edildi, üçü asıldı. Eski düzene böyle “karşı” olan cuntacılar ABD ile yapılan nükleer silah yerleştirme anlaşmasını ise canla başla uyguladılar. Büyük bir gizlilikle sürdürülen çalışmayla 15 füzeden oluşan filo İzmir, Çiğli’ye yerleştirildi, ABD komutasında savaşa hazır duruma geldi.

Küba Füze Krizi’nde Türkiye’yi bir numaralı hedeflerden biri haline getiren orta menzilli Jüpiter 2 nükleer füzelerinden biri. Amerikalı ve yerli teknisyenler İzmir, Çiğli’de montajı tamamlanmış ve atışa hazır hale gelmiş bir füzenin önünde hatıra resim çektiriyor. Tarih: 1961. “Jüpiter” adı askeriyemiz ile DP hükümetine pek “yaban” kaçmış ki Türkiye bu füzelere “İbrahim 2” adını vermiş. Füzelerin üzerine konan armaya marifetmiş gibi nükleer bir patlamada oluşan “mantar bulutu” ile zeytin dalı uygun görülmüş.

Habersiz Gelen, İzinsiz Gider Küba Füze Krizi’nde ABD Başkanı Kennedy ile Sovyetler Birliği Başbakanı Hruşçov bir uzlaşmaya vardı: Küba’dan ve Türkiye’den füzeler karşılıklı geri çekilecekti. Türkiye, füzelerin daha yeni yerleştirildi diye itiraz etti. Ancak ABD’nin dayatması ağır bastı. Halka haber verilmeden gizlice üslenen füzeler, yine halka haber verilmeden gizlice sökülüp götürüldü. Bugüne kadar hiç bir resmi görevli da bunu kabul bile etmedi. Demokrasinin olmadığı ülkemizde halkın yaşamı ile oynamak bu kadar kolaydır. Unutmayalım: Bugün ülkemizdeki ABD üslerinde elliden fazla nükleer silah bulunmaktadır. Esen Uslu

11


SERÇEÞME

Eşit Yurttaşlık Hakkına Dair Alevi Talepleri İçin Çözüm Önerisi Namık Kemal Kaya, 24 Kasım 2008

Zorunlu Din Derslerinin Kaldırılması 12 Eylül 1980 darbesinin ürünü olan 1982 Anayasası, Din derslerini zorunlu hale getirmiştir. Zorunlu hale getirilen din dersleri Diyanet İşleri Başkanlığının denetiminde hazırlanan ve İlköğretim okullarında, sadece Sünni İslam anlayışını dayatan eğitim verilmektedir. Anayasanın 24. maddesinde zorunlu hale getirilen din dersi ve ahlak bilgisi, aynı maddenin diğer paragrafları ile çeliştiği gibi, anayasanın 2. maddesindeki laiklik ilkesi ile de çelişmektedir. Bu çelişkilerin haricinde Türkiye’nin de altında imzasının olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9. maddesi ile çelişkili duruma gelmekle kalınmamış, aynı zamanda bu madde yirmi altı yıldır ihlal edilerek suç işlenmektedir. Bu Konuda Çözüm Şu Olmalıdır: İlköğretim dördüncü sınıftan itibaren başlayan “Din dersi ve ahlak bilgisi” dersi, zorunlu olmaktan çıkarılmalıdır. Bunun yerine lise 1–2 düzeyinde, “İnanç Kültürü ve Ahlak Bilgisi” başlığı altında tüm inançlara ait genel bilgiler seçmeli ders olarak verilmelidir. Anlatımların ana kaynakları, ilgili inançların yetkili kurullarından alınmalıdır. Anlatımlar tamamen tarafsız olmalı ve buna bağlı olarak, hiçbir şekilde incitici ve küçümseyici içerik taşımamalıdır. İsteyen öğrenciye bir üst sınıfta, yine seçmeli ders olarak istediği inanç kültürü ve ahlak bilgisi biraz daha derinleştirmek koşuluyla verilebilir. Türkiye’deki inançların her biri, ayrı birer başlık açılarak anlatılabilir. Bu başlığın temel amacı, aynı coğrafyayı paylaşan inançların bir arada yaşama kültürünün geliştirilmesine yönelik olmalıdır.

Cemevlerinin İbadet Yeri Olarak Yasal Statüye Kavuşturulması Aleviler, Cumhuriyetin kendileri için bir kur tuluş olduğunu bilir ve kurulması için en büyük destekçisi olur. Ancak Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Sünni İslam anlayışı bu aşamada da devreye girmiş ve hâkimiyeti elinde tutmuştur. Bu amaçla 3 Mart 1924 tarihinde 429 numaralı kanunla “Diyanet İşleri Başkanlığı” kurulmuştur. Kuruluş amacı, devlet adına tüm inançlara eşit mesafede durarak onları denetlemek olsa da, Sünni İslam anlayışının hâkimiyetinde gelişen Diyanet İşleri Başkanlığı bu gün, yüz bin camisiyle, 117 bin imamıyla altı bakanlığın bütçesine denk bir bütçe ile en büyük gidere sahiptir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’de yaşayan Alevilerden alınan vergiler, imar kanununda ibadet yeri adına belli oranda kesilen arsalar, Sünni İslam anlayışının hizmetine verilmiştir. Sünni İslam anlayışı, seksen beş yıldır Alevilerden toplanan bu vergilerle güçlenmiş ve bu gücünü Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile Alevileri asimile etmek için kullanmıştır. Anayasanın 10. Maddesi olan “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım göze-

12

tilmeksizin kanun önünde eşittir” ilkesi olduğu halde, Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, Aleviler bu haklardan hiçbir şekilde faydalanamamıştır. Bununla da kalınmamış Alevilik inancı yasaklanmış ve konusu olduğunda her zaman küçümsenerek ve aşağılanarak bahsedilmiştir. Bu Konuda Çözüm Şu Olmalıdır: Alevilerin ibadet yeri olan cemevleri, hiçbir inanç merkezine alternatif olmadığı gibi, camilere de alternatif değildir. Alevilerin ibadet yeri olarak kabul ettikleri cemevleri yasal olarak kabul edilmelidir. Bu kabul anayasada ve bağlı kanunlarda, diğer inançlara tanınan hakların seviyesinde olmalıdır. Buna bağlı olarak İmar Kanununda ve ilgili yönetmeliklerde, yerel talepler değerlendirilerek arsa tahsis edilmeli ve bu arsaların amacı tanımlanmalıdır. a) Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılması durumunda, kendini finanse edebilecek mekanizmaları kurabilmesi için kanunen cemevlerine imkân tanınmalıdır. b) Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmaması yani yeniden yapılandırılması durumunda ise, diğer inançlara tanınan hakların cemevlerine de tanınması gerekmektedir. İkinci şık Aleviler için tercih edilmemesi gereken bir durumdur. Sebebine gelince eğer bugün, Alevilik özünü koruyarak bu günlere kendini taşımışsa, hiç bir dönem devlet hegemonyasına girmediği için sivil kalmıştır. Alevilik inancının korunması için sivil kalmak en doğru tercihtir. Başka bir deyimle, Dede (Rehber) devletten hiçbir şekilde maaş almamalıdır. Bunun yerine geçmişte olduğu gibi, taliplerinden ya da kendi kurumlarından hakkullahını almalıdır.

Hacı Bektaş Veli Dergâhı Gerçek Sahiplerine Teslim Edilmelidir II. Mahmut, 1826 yılında Alevilerin Serçeşmesi olan Hacı Bektaş Dergâhına minareli cami inşa ederek, inançsal anlamda en büyük işgali gerçekleştirmiştir. Bu işgal, hâlâ bir utanç abidesi gibi olduğu yerde durmaktadır. Alevi Dergâhları Cumhuriyetin ilanından sonra 30 Kasım 1925 tarihinde 677 sayılı kanun ile “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması” kapsamında kapatılır. Ve Alevi–Bektaşi inancı yasaklanır. Kimi dergâhlar Vakıflara devredilir kimisi de kaderine terk edilir. Hacı Bektaş Dergâhı Kültür Bakanlığına devredilmiş ve hâlâ aynı statü devam etmektedir. Bu Konuda Çözüm Şu Olmalıdır: Hacı Bektaş Dergâhı gerçek sahiplerine, Alevi-Bektaşi kurumlarına teslim edilmelidir. Postnişin Veliyettin Ulusoy’dur. Bu güne kadar yeterli derecede hizmet almayan Hacıbektaş İlçesi, gerek yurt içinden ve gerekse yurt dışından gelecek ziyaretçileri karşılamak üzere, makro düzeyde yeniden planlanmalı ve bu konuya istinaden gerekli ekonomik destek sağlanmalıdır. Buna bağlı olarak ilçede Hacı Bektaş Veli ismi ile Alevi-Bektaşi Felsefesini anlatan bir Üniversite kurulmalı ve desteklenmelidir.

Alevi Köylerine Yapılan Camilerden Vazgeçilmesi Serçeşme’de uygulanan cami yapılarak asimile etme politikası aynı şekilde, Alevi köylerine zorla ve baskıyla yapılan camilere dönüşmüştür. Bu baskıcı politika Cumhuriyet tarihinde de aynı amaçla baskı, sindirme ve hizmet götürme taahhüdü karşılığında, Alevi Köylerine hâlâ cami yapılmaktadır. Bu camileri yönetmek üzere Sünni İslam anlayışını yaymak için devletin maaşlı görevlileri gönderilmektedir. Anayasanın 5. Maddesi devletin temel amaç ve görevlerini şöyle tanımlamaktadır: “Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.” Yine Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez üç maddesinden biri olan, 2. Maddesi: “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir:” Ve yine Anayasanın 10. Maddesi: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” Bu Konuda Çözüm Şu Olmalıdır: Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anayasanın 5. Maddesindeki temel amaç ve görevleri doğrultusunda davranarak yine anayasanın 2. ve 10. maddelerindeki ilkeleri temel alarak, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile sürdürdüğü bu politikalarından derhal vazgeçmelidir.

Devletin, Alevilere Karşı Uyguladığı Asimilasyoncu Politikalarından Vazgeçmesi XVI. yüzyıldan itibaren Alevilere karşı sürdürülen asimilasyon politikaları cumhuriyet döneminde de devam etmektedir. Bu amaçla Alevilere yönelik, Devlet denetiminde gerek yazılı yayın organları yolu ile ve gerekse sözlü söylemler ile aleyhte kampanyalar devam etmektedir. Devlet, Aleviler adına Alevilik inancını tanımlamaktadır. Onu tanımlarken küçümseyici ve aşağılayıcı tutumunu sürdürmektedir. Buna paralel olarak Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile Aleviler ve Alevilik adına fetvalar vermektedir. Bazı üniversitelerde güdümlü kürsüler kurarak ve bu kürsüleri finanse ederek Aleviliğe

Sayı 48


SERÇEÞME yönelik, bilinçli bir asimilasyon çabası içindedir. Bu asimilasyonun tek hedefi Alevilik inancını Sünni İslam anlayışının içinde eriterek yok etmektir. Bu Konuda Çözüm Şu Olmalıdır: Devlet, Aleviler adına Aleviliği tanımlamaktan vazgeçmeli, anayasanın 10. maddesinde yazılı olan “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” ilkelerini benimseyen bir anlayışı toplumun diğer kesimlerine de yayarak eşit yurttaşlık insan hakkına saygılı davranmalıdır. Aleviliği asimile etmeye yönelik bazı Üniversitelerde kendi güdümünde açtığı ve finanse ettiği kürsüleri derhal kapatmalıdır. Bu imkân Hacı Bektaş ilçesinde, Hacı Bektaş Veli ismi ile kurulacak olan ve Alevi Bektaşi Felsefesini anlatan Üniversiteye verilmelidir.

Diyanet İşleri Başkanlığının Kaldırılması 3 Mart 1924 tarihinde 429 numaralı kanunla kurulan “Diyanet İşleri Başkanlığı” kuruluş amacı doğrultusunda, temel ilkeleri ve hedefleri: 1) Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek (Anayasa md. 136), İslam Dini’nin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek. (633 S.K. md.1). 2) Toplumu din konusunda aydınlatırken dinin iki temel kaynağı olan Kuran ve Sünnete dayalı sağlam bilgiyi esas almak, Müslümanların on dört asırlık dinî tecrübesini göz önünde bulundurmak, modern hayatı ve insanlığın ortak birikimini de göz ardı etmemek. 3) Din konusunda mezhep, anlayış ve uygulama ayrımı yapmadan vatandaşlık esasına göre hizmet sunmak. 4) Sürekli bilgi üretmek, bilgiyi toplumla paylaşmak ve güncel sorunlar hakkında yerinde ve zamanında açıklama yapmak. 5) Engelli, kimsesiz, yaşlı, yoksul, hükümlü ve tutuklu gibi ilgi ve desteğe muhtaç vatandaşlarımızın yanında olmayı din hizmetinin ayrılmaz bir parçası kabul etmek. 6) İslâm’ın itikadî ve amelî ilkelerini özümsemiş, eğitim ve kültür seviyeleri yüksek, kendisiyle ve toplumla barışık, beşerî ilişkilerde topluma öncü, muhatabını anlayan ve dinî sorunlarına pratik çözümler üretebilen, dinî ve ilmî verileri birlikte kullanabilen, söz ve davranışlarıyla örnek bir hayat sergileyebilen din görevlilerine sahip olmak. 7) Yurt dışındaki vatandaşlarımızın asimile olmadan, kendi öz kimliklerine bağlı kalmalarına ve yaşadıkları toplumla uyum içinde olmalarına katkı sağlamak. 8) Yurt dışında Türkiye’nin dinî alandaki tecrübe ve birikiminin tanıtılmasını, İslâm Dini’nin doğru anlaşılmasını sağlamak. 9) Gerek AB ülkelerinde gerekse Türkiye’de var olan din anlayışları ve uygulamalarıyla ilgili tartışmaları yakından izlemek ve bu konuda Batı kamuoyuna sağlıklı bilgiler sunmak, olsa da, Sünni İslam anlayışının hâkimiyetinde gelişme göstermiş ve kuruluş amacının dışında işlevler üstlenmiştir.

Aralık 2008

Bu işlevler sırasıyla; a) Sünni İslam anlayışını gerek toplumda ve gerekse Devlet kademelerinde etkili kılmak için çalışmalarda bulunmak, b) Cumhuriyeti kuranları ve savunucularını İslamiyet’e karşı düşman olan, dinsizler olarak gösteren dini eğitimlere öncülük etmek, ya da bu yöndeki eğitimlere göz yummak, c) Resmi olmasa da zaman zaman Devlet işlerine karışarak, siyaseti yönlendirmeye çalışarak doğrudan laikliği ihlal etmek, d) Kendisinin dışındaki inançları yok saymak, küçümsemek, aşağılamak ya da onlarla ilgili tanımlamalarda bulunmak, e) Devlet adına özellikle Alevilere ve Aleviliğe karşı asimilasyon politikalarının hazırlayıcısı ve uygulayıcısı olmak, f) Devletten ayrılan bütçeyi sadece ve sadece Sünni İslam anlayışı için kullanarak, mescit, camii ve külliye yapmak, g) Sünni İslam anlayışını yaymak ve geliştirmek için kuran kursları açmak, imam hatip liselerinin açılması için Milli Eğitim Bakanlığından talepte bulunarak açılmasını sağlamak, h) Zorunlu din derslerinin ilköğretim okullarında okutulması için görüş belirterek, anayasada yer almasını sağlamak, i) Devlet kademelerinde kurduğu hâkimiyetle, Kendisi dışındaki inançlara yaşama şansı tanımamak, j) Mescit, cami ve külliyelerdeki ısıtma, su ve elektrik ihtiyacını devletin bütçesinden karşılamak, k) Devletin televizyon kanallarında inançlara tanınan yayın hakkını tamamen kendi amacı doğrultusunda kullanmak, l) Sünni İslam anlayışını yaymak isterken hazırlayıp verdiği çağdışı eğitim biçimiyle, inançlar arası kin ve nefret duygularını geliştiren ümmetçi ve biat eden toplum tipini yaratmak, m) Sünni İslam’ı geliştirmek ve yaymak için personel yetiştirmek ve onları devlet memuru statüsünde maaş vererek barındırmak,(…) Dolayısıyla misyonu ve vizyonu itibarıyla seksen dört yıldır kurumlaşan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kaldırmak adeta ateşten gömlek haline gelmiştir. Hiçbir siyasetçi Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kaldırmak şurada dursun, bunu teklif edecek cesareti bile gösteremez. Bunu ancak Alevi Örgütleri teklif edebilir. Konunun önemi açısından bir karşılaştırma yapmak gerekirse; “Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez kapsamındaki ilk üç maddenin değiştirilmesi söz konusu olabilir, ama Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması söz konusu olamaz.” konumuna getirilmiştir. Bu yaklaşım bile cumhuriyet ve laiklik için, başlı başına büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması konusundaki talebi, ilgili kurum ve kesimde sarsıcı ve şok edici bir travmaya sebebiyet vermektedir. Seksen dört yıllık dokunulmazlık zırhı ile yapılanan bir kurumun bu travmatik durumu, Aleviler için de şaşırtıcı olmamalıdır. Bu vesileyle, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması konusunda bir yanlış anlamayı düzeltmek gerekmektedir. Aleviler, bu taleple-

Türkiye, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın

devam etmesi durumunda laiklik ilkesini tam anlamıyla uygulayamaz. Diyanet İşleri Başkanlığı bu haliyle anayasal düzeni hem ihlal eden, hem de tehdit eden konumundan çıkarılmalıdır.

ri ile Sünni İslam’a ya da herhangi bir inanca karşı olumsuz bir düşüncede olmadıklarını herkesin anlaması gerekmektedir. Bu talep, tüm inançların serbest ve denetimsiz bırakılması anlamına gelmemelidir. Bu Konuda Çözüm Şu Olmalıdır: Çağdaş dünya devletlerinin yönetim anlayışları ve temel ilkeleri demokratik, laik ve insan haklarına saygılı olmaktır. Bu vesile ile dünyanın birçok ülkesinde din işleri devlet işlerinden ayrılmıştır. Din işleri vakıflara devredilmiştir. Ancak devlet denetimi yine mevcuttur. İslamiyet’in çıkış noktası olarak bilinen Suudi Arabistan’da da aynı şekilde din işleri vakıflara devredilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut hali ile devam etmesi durumunda asla ve asla laiklik ilkesini tam anlamıyla uygulayamaz. Diyanet İşleri Başkanlığı bu haliyle anayasal düzeni hem ihlal eden, hem de tehdit eden konumundan çıkarılmalıdır. Devletin dolayısıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın teklifi ara çözüm olabilir. Bu ara çözüm diğer inançların Diyanet’in bünyesinde temsil etme yetkisi olarak önerilebilir. Bu çözüm asimilasyona yönelik bir çözümdür. Ve en büyük tehlikedir. Çünkü Sünni İslam yapılanmanın hâkim olduğu bir kurumda eş temsil olamaz; olsa olsa, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağımlı çalışan yetkisiz, sözde inanç önderleri olur. Bu çözüm Alevilik için sonun hazırlanışı, şeriatın ise başlangıcı olur.

Nüfus Cüzdanlarının Üzerindeki Din Hanesinin Kaldırılması Nüfus cüzdanlarının üzerindeki din hanesi ibaresi, gerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve gerekse Anayasanın kişi din ve vicdan özgürlüğüne aykırılık teşkil etmektedir. Dolayısıyla bu uygulamadan derhal vazgeçilmelidir.

Madımak Oteli’nin Müzeye Dönüştürülmesi 2 Temmuz 1993 yılında Sivas’ta Madımak Oteli’nde cumhuriyete ve onun savunucularına karşı gerici ve şeriatçı güçlerce gerçekleştirilen çağdışı katliamın bir kez daha yaşanmaması için, insanlık tarihinin hafızalarında kalması gerekmektedir. Bu çağdışı katliamın yaşandığı sırada devlet güçlerinin müdahale etmemesi ve asıl katillerin bugüne kadar yakalanmaması devleti zan altında bırakmıştır. Bu Konuda Çözüm Şu Olmalıdır: Devlet Madımak Oteli’ni tamamen satın almalı ve oteli uluslararası düzeyde düzenleyeceği proje yarışması ile müzeye dönüştürmelidir. Ve bir kez daha yaşanmaması için, insanlık tarihinin hafızalarında kalması gereken bu müze devletin denetimi ve koruması altında tutulmalıdır.

13


SERÇEÞME

7 ARALIK’TA İSTANBUL VE MERSİN’DE YAPILAN DEDELER TOPLANTILARINA POSTNİŞİN’İN GÖNDERDİĞİ TEBLİĞ

POSTNİŞİN’İN 29 KASIM’DA ANKARA’DA DEDELER TOPLANTISINDA YAPTIĞI KONUŞMA

Şimdiye Kadar Aleviler Öldürülüyordu, Şimdi ise Alevilik Öldürülmek İsteniyor

Veliyettin Ulusoy

Maaşlı Dede, Benim Dedem Olamaz, Memur Olur! Bu yol tam teslimiyet ister; Teslim olanın da, teslim alanın da tertemiz, kaynak suyu gibi berrak olması gerekir

Veliyettin Ulusoy

M

ERHABA dostlar. Özel nedenlerden dolayı aranızda bulunamıyorum. Ancak, bütün benliğimle sizlerle birlikteyim ve beraberim. Bu yol ve toplumumuz için büyük bir özveriyle çalışan dostlar vasıtasıyla sizlerle düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Alevi-Bektaşi tarihinde ilk defa gerçekleşen 9 Kasım yürüyüşümüz basına, “Sonunda Alevileri de sokağa döktünüz.” şeklinde yansıdı. İsteklerimiz gerçekten çok masumane, sadece Anayasa uygulansın ve haklarımız verilsin, fazla bir talebimiz yok. Bu yürüyüşün bizim için önemi ise sadece şu: “Bir ve beraber olur isek, sonuca ulaşabiliriz.” Türkiye’nin inanç bakımından bu kadar homojen olmasının, demokrasiye büyük zararları var. Şu gerçek önümüzde duruyor; Bugünkü iktidarın içine düştüğü hoşgörüsüz zihniyetin de bu homojen inanç ikliminin yarattığı biat anlayışından kaynaklandığına inanıyorum. İşte bu sebepten ilerde kendini bunların dışında hisseden her insanın, hayat tarzının kültürel farklılığını dikkate alarak zarif bir yaklaşımının herkesin menfaatine olacağına eminim. Üzerinde önemle ve dikkatle duracağımız en önemli konulardan birisi de dedelere zâkirlere maaş verilmesidir. Bu teklif ancak Alevi-Bektaşi inancını içinde özümsemeyen veya bilmeyenler tarafından yapılabilir. Alevi-Bektaşi yolu, bir rızalık yoludur. Buyruk’ta “Rıza Şehri”ni okuyun. Orada maaş olmaz. İnanç hizmetleri yapanlar (dedeler, zâkirler, vb.) hizmetlerinin karşılığı bir beklentileri asla olamaz. Hakullah, sadece karşılıklı rızalıktır, kesinlikle amaç değildir. Eğer Dedelere maaş gerçekleşir ve toplumuzdan buna heves edenler olur ise, bunlar yolumuza ihanet edenlerdir. Alevi-Bektaşi inancı ve toplumu tarafından asla kabul görmeyeceklerdir. Bunlar ancak kendi Alevi’sini yaratmak isteyen zihniyetin ürünü olur. Şimdiye kadar Aleviler öldürülüyordu, şimdi ise Alevilik öldürülmek isteniyor. Alevi-Bektaşi tarihinin belki de en tehlikeli döneminden geçiyoruz. Diğer yandan, mevcut durumda sorunumuz, İslam içi meşruiyetimizin tescili ve Başbakanlığa veya bir bakanlığa bağlı bir genel müdürlük veya Diyanette temsil değil, kültürel ve bireysel düzeyde eşitlik ve özgürlük elde etmektir. Diyanet ise laiklik ve demokrasi açısından lağvedilip, inanç tercihlerinin inananlara bırakılması gerekmektedir. Sizleri bütün kalbimle ve sevgimle selamlıyor, Şah-ı Merdan ve Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin bu günlerde bize yol göstermesini ve kılavuz olmasını niyaz ediyorum. Aşk ile…

14

9

KASIMDA Ankara’da yapılan yürüyüş üzerine gündem hızla değişti. Masumane ve haklı isteklerimiz tartışılmaya başlandı. Hükümet tarafından, elle tutulur somut bir takım girişimler olmamasına rağmen, medyada tartışılan önemli konular var. Alevi-Bektaşilerin daha geniş ve kapsamlı istemlerinin görmezden gelindiğini biliyoruz. Gönül isterdi ki bu değişiklik ve açılımların hükümet ya da devletimizin kendi rızasıyla yaptığı bir değişiklik olsun. Türkiye AB’ye girmek için sınırlı demokrasinin sınırlarını genişletmek zorundadır. Ayrıca “dini özgürlük” adı altında, başta laiklik olmak üzere devlet örgütlenmesinde dinin önüne dikili engelleri temizlemek istemektedir. Ancak, Alevi-Bektaşilere belirli haklar verilmeden, diğer Sünni ve Vahabi tarikat ve cemaatlerin önünü daha da açmak olanaksızdır. Alevi-Bektaşiler bu açıdan son yıllarda istemlerini dile getirmiş en önemli muhalif Müslüman kesimdir. Yürürlükte olan Anayasamızın ilgili maddelerinin ilgili bölümleri incelendiğinde, Anayasa, Alevi-Bektaşilerin istekleri ile çelişmediği gibi, tam tersine Alevi-Bektaşilerin taleplerinin karşılanması gerekliliğini vurgulamaktadır. Bizler Alevi-Bektaşi toplumu olarak, laikliği benimseyen ve savunan bir toplumuz. Buna göre ülkemizde “Diyanet İşleri Başkanlığı” diye bir devlet kuruluşu bulunduğu müddetçe, tüm Milletvekilleri laikliği savunacaklarına şerefleri ve namusları üzerine yemin etseler bile ve Anayasa’mızın tüm maddelerine laiklik kavramı yazılmış olsa bile, laik bir ülke olduğumuza kimseyi inandıramayız. Bize sadece gülüp geçerler. Ne zaman ki devlet dinden elini çeker ve Diyanet’i kaldırırsa, laik bir ülke olma yolunda çok önemli bir adım atmış olur. Devletin dini olur mu? Ülkemizde Sünni-Hanefi mezhebi dışında farklı mezhepten ve farklı inançtan olan vatandaşlarımıza ne diyeceğiz? Onlara mevcut Diyanet’imizle nasıl bir hizmet götürebiliriz? Biz Alevi-Bektaşilere nasıl bir hizmet veriliyor? Bırakın hizmeti, daha önce Bektaşi Dergâhı olan Karacaahmet ve Şahkulu gibi kurumlarımız büyük kiralar ödeyerek orada oturabiliyorlar. İstanbul Sütlüce’de bulunan Karaağaç Tekkesi tamamen yıkılıp kaybolmuşken Alevi-Bektaşi Eğitim Kültür Vakfı Başkanı Hüsniye Takmaz’ın gayretleri ve özverili çalışmaları sonucu su yüzüne çıktı. Ancak, maddi olanaksızlıklar ve diğer nedenlerden dolayı sonuçlanamadı. Bu ve benzeri yerlerin gerçek sahiplerine verilmesinde bile büyük problemler yaşanıyor. Devlet, devlet olsun hiçbir inanca karışmasın ve maddi manevi destek olmasın. Her cemaat kendi inancının gerek duyduğu gereksinmeleri kendileri finanse etsin. Devletin işi din olmasın. Devlet tüm inançlara aynı uzaklıkta

olsun. Çağdaş, laik, demokratik bir devlette, nasıl Başbakanlığa bağlı bir “Diyanet İşleri Başkanlığı” yanlışsa, Alevi-Bektaşilerin devlette temsili için bir genel müdürlük veya benzeri kurum da aynı derecede yanlıştır. Diğer yandan, mevcut durumda sorunumuz, İslam içi meşruiyetimizin tescili ve Başbakanlığa bağlı bir Genel Müdürlük veya Diyanet’te temsil değil, kültürel ve bireysel düzeyde eşitlik ve özgürlük elde etmektir. Diyanet ise laiklik ve demokrasi açısından lağvedilip, inanç tercihlerinin inananlara bırakılması gerekmektedir. Üzerinde önemle ve dikkatle duracağımız en önemli konulardan birisi de dedelere- zakirlere maaş verilmesi konusudur. Şüphesiz Alevi-Bektaşilerden bir kesim devlet eliyle hazırlanan bu imkânlardan yararlanmak isteyecek, çocuğunu dede veya zâkir yetiştirmek ve devletten maaş almak üzere buralara gönderecek veya bizzat kendisi gidecektir. Bunlar görevlerini kendi inancının değil, farklı inançların etkisinde hizmet yapmaya çalışacak ve onlar için önemli olan maaşlarını alacaklardır. Ancak, bunlar Alevi-Bektaşi toplumu tarafından asla kabul görmeyeceklerdir. Maaşlı dede, benim dedem olamaz, ona maaş verenin görevlisi olur, bu da Aleviliğe ihanettir. Devlet patron, dede memur olur. Önceleri Aleviler öldürülüyordu, şimdi de bu gerçekleşirse, Aleviliği öldürme düşüncesinden başka bir şey değildir. Böyle bir düşünce varsa, aklımıza ancak şu gelir: Hükümet kendi Alevisini yaratmak istiyor. Gerçek dedelerimiz Aleviliği-Bektaşiliği her türlü kötü şartlarda bu güne taşıyan, yol aşkı olan büyüklerimizdir. Yol aşkı olan insan, maddi olandan zevk alamaz, ruhunu ancak manevi dünya için yaşayarak doldurur. Talibinin bir anlık mutluluğu, onun için tüm maddiyatların üstündedir. Dedeler görevlerini maaş karşılığı yaparlarsa, yaptıkları dedelik değildir. Dedelerin görevi gönülleri tamir etmek ve insanları mutlu etmektir. Ne diyor aşık: “Gönülleri tamir et ehl-i dil isen” Devletten maaş alan dede, taliplerini yola alırken; “Bu yol demirden leblebidir. Kılıçtan keskindir. Kıldan incedir. Bu yol ateşten gömlektir. Bu yol bir rızalık lokmasıdır ki, bu lokmayı yiyebilecek isen gel! Demirden leblebiyi yiyebileceksen gel ki kılıçla vurulmayasın, bu köprüden geçebilesin..” deme hakkına sahip olacak mıdır? Burada yola aldığı talip kendisine, “Dedem, ‘Bu yol bir rızalık lokmasıdır ki bu lokmayı yiyebilecek isen gel’ diyorsun, ama senin aldığın maaş içinde rızalık göstermeyen insanların vergileri var mı?” derse, Dede buna ne cevap verecek? Dostlar, Bu yol tam teslimiyet ister, teslim olan da, teslim alan da tertemiz, kaynak suyu gibi berrak olması gerekir. Sözlerimi Güzide Ana’nın bir dörtlüğü ile bitirmek istiyorum. Sırrı Men Aref’den nefsimiz bildik Mürşit karşısında tevbeye geldik Gönül ayinesin pak edip sildik Taşradan görünür içimiz bizim

Sayı 48


SERÇEÞME

Aleviliğin, Aleviler dışında yeniden inşası, tanımlanması, partileştirilmesi, hükümetleştirilmesi ya da devletleştirilmesine karşı duracağımızı; Hükümetin ve devletin şu ya da bu dini kayırıcı, kollayıcı, yayıcı ve inşacı uygulamalardan ve buna dönük kurumsallaşmalardan derhal vazgeçmesi gerektiğini; Bu gerekliliğin ülkemizdeki bütün inançların kardeşçe ve eşitlik zemininde bir arada yaşabilmesi için temel koşul olduğunu kabul ettiğimizi saygın kamuoyuna duyururuz. 29 KASIM’DA ANKARA’DA HACI BEKTAŞ VELİ ANADOLU KÜLTÜR VAKFI’NDA YAPILAN ALEVİ DEDELER TOPLANTISI

Sonuç Bildirgesi

A

LEVİ DEDELER TOPLANTISI 29 Kasım 2008 Cumartesi günü Ankara’da Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı (HBVAKV) Genel Merkezi Ali Doğan Konferans Salonu’nda gerçekleştirildi. Hacı Bektaş Veli Dergâhı Postnişini Sayın Veliyettin Ulusoy ve Abdal Musa Dergâhı Postnişini Hüseyin Halife Baba’nın himayelerinde, üç yüzü aşkın yol önderinin katılımıyla yapılan toplantıda aşağıdaki sonuçlara ulaşılmıştır: 1. Alevi yol önderlerine maaş ya da benzeri biçimlerde düzenli ödeme yapma planı, aynı zamanda devletin Alevi yol önderlerine ilişkin bakış açısının, onları bir tür imam gibi değerlendirdiğinin açık göstergesidir. 2. Nasıl laik bir devletin imamı olmazsa ve nasıl ki bugün binlerce imama maaş ödeyen bir devletle karşı karşıyaysak, bu gösterge devletin laik olmadığının, Sünni karakterinin de açık itirafıdır. 3. Laik olduğu kabul ve iddia edilen bir devlette, yalnızca belirli bir biçimde inananlara hizmet götüren din görevlilerinin ücretleri, o dine mensup olmayanlara karşı da borçlu ve sorumlu durumda olan devlet tarafından ödenemez. 4. Belirli din hizmetlerinden yararlananların aldıkları hizmetin karşılığını kendilerinin ödemesi esastır. Burada devletin rolü yalnızca eşgüdüm ve denetimle sınırlıdır. 5. Alevilikte yol önderliği, belli kurallar çerçevesinde, hizmeti alanla hizmeti veren arasındaki rıza ilişkisine dayanır. Bu rıza ilişkisine, ilgili taraflar dışında hiç kimse müdahale edemez. 6. Yol önderlerinin kimlerden oluştuğu, kimlerin yol önderliğine layık olduğu, kimlerin kimi “görüp soracağı” yalnızca ve yalnızca Alevilik ekseninde Alevilerin sorunudur. Alevilerin, Alevilik içinden koyacakları, koydukları ve geliştirdikleri ölçütler dışında, hiç kimse herhangi birinin yol önderliğini sorgulayamaz, dedelik ve babalık hizmetini herhangi bir ön şarta ya da yeterliliğe bağlayamaz. 7. Bugün ülkemizde Alevilik sorunu yoktur; Alevilerin sorunları vardır. Alevilerin Alevilik gibi bir sorunu yokken, hiç kimse Alevilerin sorunu Alevilikmiş gibi Aleviliğe müdahale edemez. Yol önder-

Aralık 2008

liğini soy şartı gibi, icazet gibi ve en temelde rıza gibi temellerinden kopararak başka ölçüler üzerinden tanımlama ve bu tanımlar üzerinden devlet kontrolüne sokma girişimleri apaçık Alevilerin sorunlarını çözme girişimi değil, siyasal iradenin kendi gereksinimleri doğrultusunda yeni bir Alevilik inşa etme girişimidir. 8. Günümüzde giderek kendisini devletle özdeşleştirmeye koyulan AKP hükümeti sorunu çözmek istiyorsa öncelikle sorunu Alevilik sorunu olarak görmekten vazgeçtiğini göstermeli ve bunun bir işareti olarak cem evlerinin ibadethane olarak kamusal tanınırlık ve onayının önündeki engelleri kaldırmalıdır. Hükümet tanısa da tanımasa da Alevilerin kendi inançları gereği cem evlerinde yaptıkları şey ibadettir ve cem evleri de ibadethaneleridir! Bu ibadetin ve ibadethane olarak cem evlerinin ve bu mekânlarda hizmet verenlerin niteliğini sorgulamak kimsenin üstüne vazife olmadığı gibi; Aleviler nasıl kimsenin ibadetini ve ibadet mekânını sorgulamıyorsa, kimsenin haddine değildir. 9. Alevilerin sorunlarının merkezinde Alevilik durmadığı gibi, Aleviler de durmamaktadır. Bu sorunlar yumağının merkezinde bir devlet dini olarak örgütlenmiş haliyle, inananı inanmayanı, Alevisi Sünnisi, Müslimi Gayri-Müslimiyle bütün yurttaşlarımızı demirden bir cendereye sokan, bütün çocuklarımız için baştan beri bir zulüm makinası gibi işleyerek insanlarımıza ikiyüzlülüğü ve gizlenmeyi dayatan zorunlu din dersleri gibi uygulamalarla Türk-İslam Sentezci zihniyet durmaktadır.

S

ONUÇ OLARAK, biz Alevi yol önderleri, her ne şekilde ve hangi uygulamalarla olursa olsun Aleviliğin Aleviler dışında yeniden inşası, tanımlanması, partileştirilmesi, hükümetleştirilmesi ya da devletleştirilmesine karşı duracağımızı; Hükümetin ve devletin şu ya da bu dini kayırıcı, kollayıcı, yayıcı ve inşacı uygulamalardan ve buna dönük kurumsallaşmalardan derhal vazgeçmesi gerektiğini; Bu gerekliliğin ülkemizdeki bütün inançların kardeşçe ve eşitlik zemininde bir arada yaşabilmesi için temel koşul olduğunu kabul ettiğimizi saygın kamuoyuna duyururuz.

Elinin körü! Mine G. Kırıkkanat’ın 5 Aralık tarihli Vatan’daki köşe yazısından bir bölüm

A

LEVİ milletvekili Reha Çamuroğlu [...] ‘Bir postnişin var, hem postnişin hem Marksist. Bu postnişin bir dede ilan etti Dertli Divani, Londra’ya her gidişinde Marx’ın mezarını ziyaret ediyor,’ diye ihbarla vatandaşlık görevini ifa ettikten sonra, fetva verdi: ‘İnsan ikisi birden olmaz ki, ya Marksistsindir, ya Alevi ya da Bektaşi...’ Reha Çamuroğlu, benim de zevkle okuduğum (Şah) İsmail romanının ve iyi kötü bilgi/ birikim gerektiren başka kitapların yazarı olmasa, ‘Elinin körü!’ der, geçerdim. Ama bir yazarın bu kadar cahil olabilmesi, ancak eğitimle olası. Çamuroğlu’na göre hem Alevi hem Marksist [...] olunamaz. Hazret bu mantığı, ‘Marksizmde dinin yeri yoktur’ yorumuna dayandırıyor ki, yarı doğrudur: Marksizm, dinden bağımsız bir uygarlık sistemi önerir. Ama bir olguyu reddetmek başka, yok saymak başka şeylerdir. Ne Marx salaktır, ne de kurduğu Marksizm okulu, insanlık tarihine yön vermiş dinlerin varlığını yadsıyacak ve iyi ya da kötü sonuçlarıyla temel kültürü oluşturduğunu görmezden gelecek kadar saçmadır. Tam tersine. Dinsizliğinin temelinde din öğesinin önemi vardır. [...] Reha Çamuroğlu, demek ki Marksist iken Alevi değildi... Peki, şimdi liberal olduğu için mi Alevi, yoksa AKP’li olduğu için mi?[...] Yahu toplumsal bir kimliğe aidiyet etiketi, şirket kartviziti mi ki istifayı basıp yırt at, işine gelip dönünce yeniden bastır? Oportünizm (Türkçesiyle fırsatçılık!) entellektüel dürüstlüğü eğip bükerken zekâyı da dürüyor, anlaşılan. Reha Çamuroğlu’na kalırsa, Marksizmin kurucusu, dolayısıyla ‘otomatikman’ bir numaralı Marksist, Karl Marx’ın ansiklopedilerdeki özgeçmişini değiştirmek ve ‘Yahudi’ ibaresini silmek gerek. Çünkü Karl Marx, Yahudiydi. Tıpkı Sovyet Devrimi’nin iki kaptanı Lenin (annesi Yahudiydi) ve Troçki gibi Yahudi kültüründen geliyorlardı. Bu tanrıtanımaz adamların tutarlı bir yanı vardı: Yahudilikleriyle birlikte bütün dinleri reddettiler, bir Marksist, bir Anarşist olup, arada sırada da Yahudiliğe sahip çıkan kitaplar yazmadılar! Hele Karl Marx, mücadele ettiği tüm dinler arasında en iyi tanıdığı, çünkü içinden çıktığı Yahudiliği, ötekilerden daha ağır biçimde eleştirdiği bir kitap bile yazdı: ‘Zur Judenfrage’ [Yahudi Sorun Üzerine-Serçeşme] (1843). Karl Marx’ın kurduğu ideolojiye evrensellik kazandırmak ve daha önemlisi, tüm insanlığı kucaklayan bir evrenselliğe inandırabilmek için zorunluğu olduğu ‘aslını inkâr’ın ifadesi bu kitap, en çok entelektüel Yahudi gençleri arasında tuttu, onları etkiledi. [...] Din sadece iman değil, ortak genetik bellekle aktarılan bir kültürdür. Bu kültürü geçmişten geleceğe aktaran ve İslamiyet’i hem Türkçeleştirip hem Türkleştiren Alevilik, Marksizmi de aşar, liberalizmi de. Yeter ki fırsatçılara kanmasın, oportünizme yem olmasın.

15


SERÇEÞME

HACI BEKTAŞ VELİ DERGÂHI POSTNİŞİNİ İLE BÜYÜK ALEVİ YÜRÜYÜŞÜ VE ARDINDAN YAŞANAN GELİŞMELER ÜZERİNE SÖYLEŞTİK

Veliyettin Ulusoy: Yol’u Düşünenin Maaşlı Dede Konumuna Düşmemesi Lazım Ahmet Koçak 9 Kasım da Ankara’da “Büyük Alevi Mitingi” gerçekleşti. Bu mitinge siz de destek verdiniz. Öncelikle miting hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek isteriz. 9 Kasım hepimizin de bildiği gibi AleviBektaşi toplumunda bir ilk oldu. Bu derecede bir katılım, bu derecede bir el ele tutma ilk defa böyle bir şey gerçekleşti. Ve bunu hiç kimse ummuyordu aslında. Belki de bunu düzenleyenler bile ummuyorlardı. Ama gerçekleşti ve gayet de güzel oldu. İstenilen hedefe ulaşıldı. Ancak sonuç ne olacak? Henüz başlangıçta, hükümetten, basından, televizyondan bir takım şeyler geldi ama halen aynı yerimizde sayıyoruz. Devletin somut bir teklifi yok. Benim bildiğim bir tek Meclis Başkanı ile konuşuldu. Biz de beraberdik. O toplantıda da daha çok Çamuroğlu’nun toplantıya alınıp alınmaması gündeme taşındı. Aslında o daha önce konuşulmuş. Ama bizim haberimiz yoktu. Yirmi altı kişiydik biz. Tabii itiraz edenler çok oldu. Ben de orada şöyle dedim: “Madem biz mihmandar değiliz, meclis başkanımız bizi davet ediyor, yanına da istediği adamı alabilir. Ama bizim masamızda değil de yanında bir yere oturtur. Ayrı bir masada, ayrı bir sandalyede otursun, ama bizim masamızda olmasın”. Toplumdan da, oradakilerden de öyle bir ses çıktı. Yarım saat kadar sürdü bu kriz. Hatta biraz daha fazla... Sonra benimle ve Ali Balkız’la görüşmek istedi Meclis Başkanı. Biz de “Ya hep beraber gidelim yanına yahut da hiç görüşmeyelim. Öyle ikimiz ayrılmayalım toplumdan.” dedik. Sonunda geldi, görüştük. Gayet iyi bir atmosfer içerisinde...

16

Konuşulan konuların içerisinde en önemlisi Diyanet’te temsil edilme ve daha da önemlisi dedelere maaş verilmesi konusudur. Bunları ancak Alevilik-Bektaşiliği tanımayanlar kabul edebilirler

Çok da anlayışlı davrandı. Ama sonradan beyanatlarında bize gücendiğini söyledi. Gayet iyi bir atmosferde konuşma geçti. Özellikle Madımak’ın müze yapılma konusunu desteklediğini, sonra bu isteklerimizle ilgili gerekli yasaların çıkartılmasında yardımcı olacağını belirtti. Orada olumlu havalar çıktı. Tabii resmi görüşmeler içerisinde İzzettin Doğan-Başbakan görüşmesinde ne konuşuldu, ne oldu, basındakiler dışında bilgim yok. Basındakilere bakarsan konuşulanın hepsi sözde kalacak, yani yine elle tutulur bir şey yok bence. Fakat bu konuların içerisinde en önemlisi Diyanet’te temsil edilme ve daha da önemlisi dedelere maaş verilmesi konusudur. Bunları ancak Alevilik-Bektaşiliği tanımayanlar kabul edebilirler. Alevi-Bektaşi toplumunda Rıza Şehri diye bir şey vardır. Buyruk’ta da geçer. Bilmeyenler okusun onu. Rıza Şehri’nde Alevi-Bektaşi toplumunun lideri konumunda olan dedeler, Rıza Şehri’nin insanlarıdır. Eğer onlar maaş alırlarsa, o şehre yolu düşmüş “sofu”dan başka değillerdir. Sadece o sofunun rolünü üstlenmiş olurlar.

Tabii bunun üzerine atlayacak pek çok dede var, biliyorum bunu. Sonuç ne olacak? Sonuç belki biraz zayıflayacağız, ama kopmayacağız. Ta evvelden de dendiği gibi “Bazılarının pilavı yağlı oluyor.” Yağlı olunca da direkt gidiyorlar. Ne yazık ki insanız, zayıf taraflarımız var. Ama “Yol” söz konusu olduğu zaman, devlet konumunda olmaya niyetlenen birisinin zayıf taraflarını unutmaması gerek. Onun bile kendinden önce yolu düşünmesi lazım. Eğer yolu düşünmüyorsa zaten dede değildir. Ama yolu düşünüyorsa o zaman maaşlı bir dede konumuna düşmemesi lazım diye düşünüyorum. Geçen sene hükümetin “Alevi Açılımı”ndan sonra Diyanet konusunda çok net bir tavır almıştınız. Hala devam eden bu tavrınızdan hareketle Alevilerin demokratik taleplerini irdeler misiniz? Laik toplumuz diye ifade ediyoruz, ama hani nerede laiklik? Neresindeyiz, başında mı, ortasında mı, sonunda mı? Diyanet gibi bir kuruluş olursa, laik bir toplumdan nasıl bahsederiz? Yeni dönem bütçe açıklamaları oldu, Diyanetin zannediyorum Kültür Bakanlığı’nın dört yüz küsur katı fazla bütçesi var. Bu bütçe yalnız Sünni-Hanefi inançtan olan yurttaşlarımıza yönelik, onların ihtiyaçlarını karşılıyor. Bunu devlet karşılıyor. Peki, öbürleri ne olacak? Alevi-Bektaşiler, inançsızlar yahut da farklı inançtan olan vatandaşlarımız ne olacak? Bu yönde bir sakatlık var. Devlet dine karışmasın istiyoruz. Haa gücümüz yetmez bugün diyaneti kaldırmaya, ama bizim için hedef o. Bir gün gelecek Diyanet kalkacak. Onlar da görecekler bunu zaten. Demokrat görüşlü insanlarımız, öbür inançlardan olan insanlarımız da bunu sık sık dile getiriyorlar. Bazıları da diyor ki “Diyanet’in yapısı değişsin.” Yapı değişmesi nasıl olacak? Yapısı de-

Sayı 48


SERÇEÞME

Diyanet’in kaldırılması konusundaki kesin tavrı Alevi-Bektaşi toplumu olarak benimsememiz, ortaya açıkça koymamız lazım. Gücümüz yeter mi? Yetmez, demin de söylediğim gibi. Ama hedef bu olmalı bence: Kaldırılmalı. Bu, eninde sonunda da kalkacak. Çünkü bu Türkiye Cumhuriyeti’nin bir topal ayağı bence!

ğişse sonuç değişir mi? Şimdiki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın altında bir genel müdürlük yahut Kültür Bakanlığına bağlı bir genel müdürlük… Yine devletin eli var. Yine devlet istediği gibi yapacak, iktidar ne isterse dede o şekilde hareket edecek. Çünkü oradan maaş alıyor. O şekilde devam edip gidecek bu. İşin gerçeği, bugün ‘AB’ye gireceğiz, girdik’ şeklinde bir takım şeyler var. AB’ye böyle bir kamburla nasıl alacaklar bizi? Daha hiç kimse bu konuda bir şey söylemiyor, söylemedi de şimdiye kadar. AB’ye giren devletler ve ya AB’deki devletlerin Diyanet gibi bir kurumu yok. Hiçbir yerde yok. Bugün Almanya’yı, Fransa’yı, öbür Avrupa ülkelerini ele alın devlet hiçbir dini kuruluşa maddi yardımda bulunmaz. O inançtan olan insanlar kendi inancının görevlilerini finanse ederler, onlar ne ihtiyaçları varsa cemaatteki insanlar onu karşılarlar. Karşılaştığımız ikinci nokta da şu: “Diyanet olmazsa aşırı dinciler gemi azıya alırlar ve istedikleri gibi at oynatırlar” diyorlar. Şimdi oynatmıyorlar mı? Şimdi yok mu böyle bir şey? Yine istediklerini yapıyorlar. Devlet, devlet olsun, işte bunlara mani olsun. Ve her vatandaşına, her inancına aynı uzaklıkta olsun. Benim söylemek istediğim bu. Her inanç kendi kendini finanse etsin. Dedenin maaşını ya da geçimini Hakkullah olarak öderim, cemevime bağışta bulunurum yahut da öğrencilerime burs veririm, vs. ne ihtiyacımız varsa kendi cemaatim bunu karşılar. Sünni cemaat de aynı şekilde kendi karşılasın. Öbür cemaatler de kendileri karşılasın. Devlet burada hakem olsun. Öbür cemaatlerin özgürlüğüne dokunacak bir tavrımız olursa, orada tavrını koysun devletimiz. Bizim devletten istediğimiz, arzuladığımız bu. Ama Diyanet gibi bir kuruluşla bunu yapamayacağını da biliyoruz. Onun için de aynı fikirdeyim, aynı düşüncedeyim. Diyanetin bir an önce kaldırılması ve devletin inançlara aynı uzaklıkta olması lazım. 9 Kasım yürüyüşünü bazı Alevi kuruluşları küçümsedi “Oraya sadece Kürtler gidecek; Marksistler solcular gidecek” gibi açıklamalar yaptılar. Siz de eleştirildiniz. Mitinge gitmeyin gibi telkinler de mutlaka gelmiştir. Buna rağmen siz mitingde oldunuz, konuştunuz. Bu konuda ne söyleyeceksiniz? Oradaki dile getirilen talepler Alevilerin talepleri değil de kimin talepleriydi? Miting, Alevi mitingi değil miydi?

Aralık 2008

Ne yazık ki beni tenkit edenler bu gerçekleri görmüyorlar. Hatta beni tenkit edenler de aynı konuları dillendiriyorlar: Örgütlerimizin başındakiler, Alevilik-Bektaşilik İslam’ın içindedışında tartışması yapıyor, onlar Alevi değiller, vs gibi bir takım iddialar var. Oraya yüz binler katıldı. Bu yüz binlerin Alevi olup olmadığı, Alevi-Bektaşi olup olmadığına kim karar verir? Kendileri karar verir, değil mi? Kendileri Alevi-Bektaşi’yim diye ya kabul eder ya kabul etmezler. Ama dışarıdan birisinin “Oraya katılanlar Alevi-Bektaşi değil” şeklinde bir iddiada bulunması, bu sözleri sarf edene hiç yakıştıramıyorum ben. Hem de çok büyük bir iddia bu. İkincisi, oradaki istekler hepimizin isteğiydi. Diyanetin kaldırılması dışında! Onlar da Diyanet kaldırılsın demiyor da farklılaşsın, özerkleşsin, vs., şeklinde yani direk söyleyemiyorlar bunu. Geçen sene ‘Alevi Açılımı’ndan dolayı İzzettin Doğan ‘Diyanet İşleri’nin kaldırılması ile ilgili çok açık bir görüş beyan etti. Ve şimdi unutturuldu bu görüş. Evet, o çok güzel bir görüştü. Çok mutlu olmuştum onu duymaktan. Bir sene önce “Bugüne kadar Diyanetin kaldırılmasını istemiyorduk. Bugün Diyanet, şeriatçı partilerin arka bahçesi haline gelmiştir ve tehlikeli olmuştur. Bu nedenle kaldırılmalıdır” diye düşüncesini belirtmişti. Evet, çok iyi hatırlıyorum. Çok sevinmiştim İzzettin Doğan’ın ağzından bunu duyduğuma... Fakat şimdi yine farklı bir takım görüşler ortaya çıktı. Diyanet’in kaldırılması konusundaki kesin tavrı Alevi-Bektaşi toplumu olarak benimsememiz, ortaya açıkça koymamız lazım. Gücümüz yeter mi? Yetmez, demin de söylediğim gibi. Ama hedef bu olmalı bence: Kaldırılmalı. Bu eninde sonunda da kalkacak. Çünkü bu Türkiye Cumhuriyeti’nin bir topal ayağı bence! Düzenin birçok sorunu var. İşsizlik, sendikasızlaştırma, iş kazalarından ölümler almış başını gidiyor. İşçi sendikaları bu durumu dile getirmek için 29 Kasım’da bir miting yaptılar. Bu istemlerin Alevilerin demokratik istemleriyle beraber dillendirilmesi hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Vallahi o tür konularda çok uzman değilim, bilemiyorum. Ancak haksızlıklar olmuşsa, bir takım eşitsizlikler olmuşsa tabii bunların el ele tutuşması lazım. Haklı oldukları konuları, el ele tutuşarak, güç oluşturarak daha çabuk çözülebilir yahut daha doğru çözümler üretebilirler. Daha güçlü ses duyulur. Sonuç itibariyle ikisi de aynı. Bir takım hakların istenmesi... Bir takım hakların elde edilmesi, amaç buydu. Sonuçta hak elde etme. Bizim haklarımız kağıt üstünde zaten var da uygulamada yok. Konuşmamda da söyledim. Bir takım haklar için belki anayasada bazı değişiklikler yapmak gerekebilir, ama öbür haklar zaten orada var gözüküyor. Ama alamıyoruz bir türlü. Aynı şey 29 Kasım’dakinde de geçerli. Onlar da bir türlü bu haklarını alamıyorlar. Orada da paralellik var. Geriye dönüp baktığınızda mitingin olumlu ya da olumsuz sonuçları hakkında neler söylemek istersiniz?

Bizim inancımızda din hizmetlerine karşılık beklenilmez, umulmaz. Din hizmetleri karşılıksız yapılır. Böyle bir inanç vardır. Asırlar boyu bu geçerlidir. Hakkullah da bir gerçektir, ama Hakkullah bir ücret gibi düşünülmeyecek. Hakkullah bir rızalıktır. Talip bunu vermiyorsa dedenin de böyle bir şey istemeye hakkı olmaz

Olumsuz yönü pek yoktu. Olumlu yönlerinde de sonuç olarak biz de biraz toparlanıp kendimize geldik diyebiliriz. Ankara’daki Dedeler toplantısına ben de katıldım. Orada tüm dedelerimiz gerçekten çok olumlu konuşmalar yaptılar. Umduğumun çok daha kaliteli konuşmalar yaptılar. Ve bundan çok mutlu oldum. Özellikle dedeler “maaş” konusunu çok iyi irdelediler. Hiç unutamıyorum, Adıgüzel Dede, “Manukyan’ın vergisiyle biz dede maaşı alamayız” dedi. Manukyan’ın vergisi falan değil sorun aslında, esası demin söylediğim Rıza Şehri anlayışımıza uymaz... Bizde Hakkullah var. Ancak Hakkullah karşılıklı rızanın sonucu olur. Yoksa dedenin bir hak istemeye hakkı yoktur. Bizim inancımızda din hizmetlerine karşılık bir şey beklenilmez, umulmaz. Din hizmetleri karşılıksız yapılır. Böyle bir inanç vardır. Asırlar boyu bu geçerlidir. Ancak Hakkullah da, bu da bir gerçektir, ama Hakkullah bir ücret gibi düşünülmeyecek. Hakkullah adı üstünde olduğu gibi bir rızalıktır. Talip bunu vermiyorsa dedenin de böyle bir şey istemeye hakkı olmaz. Bunun dışında basında da olumlu, güzel şeyler yazıldı. Bu da büyük yürüyüşün bir sonucudur. Önemli yazarlar Alevi-Bektaşilerin haklı isteklerinin yanında durdu ve aynı düşünceleri onlar da savundu. Bu da olumlu bir adım oldu. Yine görsel basında da kısa da olsa günün konusu oldu Alevilik-Bektaşilik. Olumlu bir takım adımlar atıldı, ama henüz somut bir sonuç yok. Ve halen bekliyoruz. Bundan sonra somut adım devletten gelecek bir adım olacaktır. Aleviler sorunlarını dile getirdiler. Tabii ki devlet atacak adımı. Bir de şu konuya değineyim: Basında çıkan Marksist, Leninist yahut Komünist ya da bunlara benzer bir sıfatım yok. Ben doğrunun yanındayım. Kişilerin siyasi düşünceleri kendine aittir. Bir milletvekili,” Veliyettin Efendi ve Marksist dedeleri” dedi. Dertli Divani’nin ismini zikretti. Siz Londra’ya gittiğinizde Marks’ın mezarını ziyaret ettiniz mi? Gerçekten benim cahilliğime kabul edin; bilmiyordum orada olduğunu. Bilseydim kesin giderdim ve ziyaret ederdim. Bugün en çok okunan Kapital’in yazarı olan çok büyük bir düşünür bu. Ve saygı duyuyorum ona. Gider (Devamı 18. Sayfada)

17


SERÇEÞME (Baştarafı 17. Sayfada)

Veliyettin Ulusoy’la Söyleştik ziyaret ederdim. Hacı Bektaş’ı, Alevi-Bektaşi olmayanlar pek çok kişi ziyaret eder. Her halde çok araştırdı sayın milletvekilimiz bunun dışında bir kusur bulamadı bizde. Bu kusuru biz zevkle kabul ediyoruz. Benim dedelerim bu Yol’un yolcusudur, siyasi düşünceleri de kendine aittir. Ben de saygı duyarım. Hiç fark etmez. Benim dedelerime ben yüzde yüz güveniyorum. Düşüncelerinin ve söylevlerinin de arkasındayım. Bir süre önce Radikal Gazetesi’nde sizinle yapılan söyleşinin fotokopisi çekilip üzeri çizilerek Hacıbektaş’ta sokakta dağıtıldığı haberini aldık. Bu olayın ardından aynı gazeteye bir açıklama gönderdiniz. Bu mesele nasıl oldu, anlatır mısınız? Şöyle oldu. Hacıbektaş’ta fotokopi yapılmış ve üzerinde el yazısıyla “Veliyettin Ulusoy’la Söyleşi, ibretle okunmalı” şeklinde... Beni bir Cumhuriyet düşmanı, bir Atatürk düşmanı gibi gösteriyor. Sonra ben de ikinci gün, yazıyı belgelerle birlikte, bizim öyle tatlı su Atatürkçüsü, Cumhuriyetçisi olmadığımızı belirten, Veliyettin Dedemin Atatürk’le ilgili bir bildirisini, resim, vb., ne var ise onları da gönderdim. Sağ olsun Radikal’de Oral Bey tekrar yayınladı. Onun yayınladığı gün Hacıbektaş’ta Radikal gazetesini kimse bulamadı. Birileri Hacıbektaş’a gelen tüm Radikal gazetelerini almışlar. Ama doğru düşünen Hacıbektaşlılar da, Mucur’dan, Kırşehir’den, Nevşehir’den getirtip kahvelere dağıtmışlar. Böyle bir durum olmuş. Ben Ankara’daydım duydum bunu. Ankara yürüyüşü bir anlamda sevenleriniz ve sevmeyenlerinizi ortaya çıkarttı. Müspet görüş çok daha fazla. Karşı olanlar çok çok az. Zaten karşı olanları biliyoruz da, yanımızda gibi görünüp de karşı olanları şimdi fark ettik tabii. Bu bir Alevi yürüyüşüydü. Alevi-Bektaşi yürüyüşüydü. Ona yakışan bir yürüyüştü. En ufak bir olay olmadan, onurluca, efendice, terbiyelice yüründü ve çok da başarılı oldu bence. Ve bu başarıdan bazıları da faydalanmak istiyor. Ama inşallah tüm faydalar Alevi-Bektaşi toplumuna gelir, bir şeyler elde edilir. Peki, bundan sonra Alevi-Bektaşi hareketi nasıl bir rota çizmeli sizce? Bir defa derlenip, toparlanmamız lazım. Tüm kuruluşlarımızın birbirlerini destekleyip el ele vermesi lazım. Ve liderlerimiz de, inanç önderlerimiz diyelim, dedelerimiz, artık o pozisyonda olan hizmet edenler kimse, hepsi el ele verip yeniden bir yapılaşmaya girmemiz lazım. Bu yapılaşmayı da tarihe dayanarak yapmamız lazım. Tarihte nasılsa ona benzer bir yapılaşmamız olması lazım. Her kafadan bir ses çıkmamalı. Belli bir disiplin içerisinde bu yapılaşmayı bir an evvel gerçekleştirmemiz lazım. Bu dağınıklıkla çok bir şey elde edemeyiz diye düşünüyorum. Demokratik hareketimizin inanç meselesinde bugüne kadar belli zaafları vardı. Demokratik Alevi örgütleri bu

18

zaafları giderip, inanç kurumlarıyla bundan sonra daha tertipli, daha içli dışlı olabilecekler mi? Bu konuda neler düşünüyorsunuz? Bu işaretleri görüyoruz örgüt yöneticilerimizden, ama henüz umduğumuz durumda değil. Önümüzdeki günlerde bu daha da netleşecek. Bunsuz, yani birliksiz olmaz. Biri olmazsa biri olmaz... Onun için el ele tutmak zorundayız. Örgütlerimiz de keşke mümkün olsa da hepsi bir çatı altında toplansa... Bir çatı altında deminki söylediğim piramidi oluşturabilsek. Bu Alevi-Bektaşi toplumu yönünden çok daha hayırlı ve sonuca ulaşma şansı çok daha fazla olan bir kuruluş olur. Tabii inanç ve dernek, vb. bunları çok iyi ayırmak lazım! İnancı yine dedelerimize bırakmamız lazım. Gerektiğinde orada belki maddi yönden bir destekleme ve seminer, vb gibi dede yetiştirme, okul, vb., benzeri girişimlerle sivil toplum örgütlerimiz devreye girerler. Ancak inancı yine inanç önderlerine bırakmak zorundayız. Çünkü hiç kimse taliple dede arasındaki ilişkiye, o araya giremez. Zaten girse bile başarılı olamaz. Dedesiyle talip, o özel bir ilişkidedir. Bunu tarif etmek mümkün değildir. Sevgi ve saygıya dayalı bir ilişkidir. Her hangi birisi, kendini dedenin yerine koyup da bunu yürütürüz derse bunda başarılı olamaz. Bu mümkün değil. Devletin dine karışması gibi. Demokratik örgütlerin dağınıklığı Alevi inanç kurumları içinde geçerli. Dedeler ve ocaklarımızın da kendi aralarında belli bir uyum yok. Buna yönelik çözüm önerileriniz nelerdir? Şüphesiz aynı karışıklık tarihsel nedenlerden dolayı bugüne kadar intikal etmiştir. Merkezde kopmalar olmuş, Hacı Bektaş Dergâhı’ndan kopmalar olmuştur. Bunun gerekçeleri daha önce de söylenmişti. Bunu tekrar yenilemek lazım! Tabii tam eskisi gibi olsun iddiasında değilim. Ancak bir yönetim kurulu şeklinde, yani demin anlattığım piramidin yapı taşlarından en önemlisi, bir üst kurul olabilir. Veya buna benzer bir şeyler olabilir. Ve her dede ben Seyid-i Saadetim diye talibinin üstüne gidemez. Ne olur peki? Bu kurum veya deminki söylediğim bu üst kurum yetki verir dedelere. Ve böylece birlik, inanç önderi temin edilmiş olur. Ve bu karışıklık da kaldırılmış olur. Ayrıca dedelik müessesesi de pek çok lekeden kurtulmuş olur. Daha saygınlaşır. Yol erkânın yürütülmesi konusunda sıkıntılar olduğunu biliyoruz. Dedelerin yetiştirilmesi, eğitilmesi konusunda neler düşünüyorsunuz? Tekrar küçük bir parantez açıp tarihe dönersek, tarihte dedeler ne yapmışlar? Dedeler devletin halka veremediğini vermeye çalışmış. Nasıl vermeye çalışmış? Dede olarak vermeye çalışmış, öğretmen olarak vermeye çalışmış, hâkim olarak vermeye çalışmış, psikolog olarak vermeye çalışmış, doktor olarak, yani devletin halka vermek zorunda olduğu hizmetleri dedeler vermeye çalışmış. Bu ne kadar yeterli olmuş, bugün nereye gelmişsiz? Tam yeterli olması şüphesiz mümkün değil bunun. Ancak şöyle bir bağ oluşmuş dede ile talibin arasında: Dede sırf gidip orada cemi yürütmekle kalmamış. Yani inançsal boyutuyla o görevini yapmış, ama onun dışında talibinin her türlü ihtiyacını dinlemiş. Bu-

İnancı dedelere bırakmak lazım. Gerektiğinde maddi destekleme ve dede yetiştirme için okul, seminer vb, girişimlerle örgütler devreye girer. Ancak inancı, inanç önderlerine bırakmak zorundayız. Hiç kimse taliple dede arasına giremez. Girse bile başarılı olamaz. Dedeyle talip özel bir ilişkidedir. Bunu tarif etmek mümkün değildir. Sevgi ve saygıya dayalı bir ilişkidir..

nalımda olan bir talip derdini gelip dedesine anlatmış. Kocasından şikâyet eden bir hanım yahut oğlundan, kızından, akrabasından şikayet eden gidip derdini, kocasını dedesine anlatmış... Ve dedeyle konuşmasından bir rahatlık duymuş. Dede ona akıl vermiş, şöyle yap, böyle et şeklinde... Gerçekten dedeliğin esas görevi buradadır bence! Birileri çıkıp cem nasıl yürütülür, bunu ezberleyip yürütebilir. Ama gerçekten dede-talip ilişkisi çok farklı bir şey! Onun kimse farkında da değil. Herkes cemini yapıyor bugün. Yap, dede misin? Dedeyim! Böyle değil dedelik. Sırf cem yürütmez dedeler, farklı şeyler de yaparlar. Nedir o? İşte deminki söylediğim şeyler. Bu hale nasıl getirilebilir? Bunun için en başta dedelerin yola âşık olması lazım. Bu yol aşkı olmadan dede, dedelik yapamaz. Yol’a inanması lazım. Bu bir. İkincisi çok iyi bir eğitim görmesi lazım. Hem din-tarih yönünden, inanç boyutu yönünden ve psikoloji yönünden. Yani psikoloji çok önemli burada! Çünkü onları ancak dedeler rahatlatır. Hıristiyanlıkta da görüyoruz bunu. Günah çıkartma gibi bir şey. Ama bizdeki kesinlikle o değil. Terse çekilmesin bu. O değil. Ama önemli olan nedir? Toplumu rahatlatmaktır. İnançların amacı nedir? İnsanları mutlu etmektir. Eğer bir dede talibini mutlu edebiliyorsa doğru yolda, bence o dede, ideal dededir ve o yönde yetiştirilmesi lazım. İlerde kurulacak okullarda da bu dediğim konuların özellikle işlenmesi lazım. O gence, dedeye verilmesi lazım. Yakında kurulacak olan Alevi Enstitüsü hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu enstitüde neler yapılabilir? En azından bilimsel bir takım araştırmalar yapılabilir. Henüz mahiyetini çok iyi bilmiyorum. Bana bir takım isimler falan bildirdiler, ama amaç ne? Ne olacak göreceğiz, bakacağız. Göreceğiz... Bilimsel araştırma, iyiye doğru giden bir şey gibi gözüküyor şimdilik. İnşallah başarılı olurlar. Tabii dede yetiştirme konusu çok önemli burada. Demin söylediğim gibi en önemli etken inanç boyutu, yani Yol sevgisinin olması. Buna bir defa inanmayan bir dede ağzıyla kuş tutsa bile dedelik yapamaz. Yapsa bile onun yaptığına dedelik denmez, başka bir şey denir. Yol aşkı olacak. Yol aşkı olan bir kişi, yolu bilmiyor, hizmeti bilmiyor, hiçbir şeyi bilmiyor, geldi size başvurdu. Bunu nasıl

Sayı 48


SERÇEÞME yetiştireceksiniz? Elinizde bunu yetiştirecek herhangi olanaklar var mı? Maalesef yok. İlkokulda bile yok. İşte bunu yetiştirmek için bu kuruluşlarımız, sivil toplum örgütlerimizin devreye girmesi lazım. Yoksa dedelerin müthiş bir gücü yok. Maddi yönden zengin bir dede yok ki öyle bir okul açsın. Ama sivil toplum örgütlerimiz bunu açar ve koordineli bir şekilde dedelerle çalışılır. Kim hak etmişse bakılır, sınav yapılır, o sınavda başarılı olanlar yahut bir deneme yapılır, artık bilemiyorum zaman içerisinde nasıl bir şey olur. O denemenin sonucunda da bakarsınız… Dernekler bu işi yaptığı için yarın dedelere icazet vermeye kalkabilirler... Öyle bir şey yaparlarsa çok büyük yanlış yaparlar. Bu yürümez de zaten. Toplumdan da kabul görmez. Çünkü toplumun alıştığı belli gelenekler vardır. Bu gelenekler de sivil toplum örgütlerinin görevi değildir. Sivil toplum örgütleri deminki söylediğim 9 Kasım yürüyüşünü örgütlerler, ne bileyim okullar yaparlar, araştırma yaparlar, vb. Fakat inanç boyutunu dedelere bırakalım dediğim şeyden birisi de bu işte. Kim dedelik yapmalı? Buna karar verecek olan Hacı Bektaş Dergâhı ve o üst kurulu, bir yönetim kurulu şeklinde eğer bir yapılaşma olursa onların yetkisinde olması en doğru olur. Çünkü sivil toplum örgütlerinin işi bu değil. İnanç boyutuna karışmamaları lazım... Yani okulu açacaklar, orada dedeyi yetiştirecekler.. Tabii, maddi katkıda bulunacaklar. Organizasyon yapacaklar. Ama tayinde yine Hacı Bektaş Dergâhı, inancı temsil eden bir üst kurul tarafından görev verilecek. Bu şekilde olması lazım... Tabii bu tartışılır. Nasıl bir şey kurulacağı, yönetim kurulu şeklinde mi olacak, yoksa bir dedeler kurulu şeklinde mi olacak, bu oturup tartışılır. Bir formül, bir çözüm bulunur buna.

ben devamlı çağrıda da bulunuyorum. El ele tutmak zorundayız. Bunu sevgiyle yapmamız lazım. İçimize atarak. Kalbimizle onaylayarak... Çelebiler oturdukları postu paylaşmak istemiyorlar, diye düşünülüyor, Yok. Kesinlikle öyle değil. Demin söylediğim yönetim kurulunda mesela, böyle bir kuruluş olduğunda onlar da düşünceleriyle yönetim kurulunda yer alır. Farklılıklarıyla orada olur, ama el ele tuttuğumuzda çok başka bir görünüm arz ederiz. Ve tüm isteklerimizi, bizim düşüncelerimizin tam tersinde olan hükümetlerden bile olsa yine alırız istediklerimizi. “Serçeşme” 48 sayıdır Pir Hacı Bektaş Veli yolu ve süreğine hizmet etmeye çalışmış bir dergi. Sizin de izninizle, yola çıktık ve 48. sayıyla bu süreci tamamladık. Bu vesileyle okuyucularımıza son olarak vermek istediğiniz mesaj nedir? Serçeşme, yeri doldurulması güç bir dergi olacak. Yeri biraz zor doldurulacak. Gerçekten görevini tam yaptı. Zamanında yaptı. Böyle sayısını bekleyerek, merakla okuduğumuz bir dergimizdi. Bizim yayın organımızdı. Bizim diyebileceğimiz her şey vardı dergide. Tabii üzülüyorum yani çok yakın birisini kaybetmişim gibi bir his var içimde. Hayırlısı olsun diyorum sonuç olarak. Ama görevini tam manasıyla yaptı. Bu dört yıl içerisinde dilimiz oldu, rehberimiz oldu, kulağımız oldu, gözümüz oldu. Tabii bu yönden de özellikle size Ahmet çok teşekkür ediyorum. Gerçekten çok özveriyle çalıştınız. Yazı yazanlara, emek verenlere minnettarlığımı burada belirtmek istiyorum. İzninizle şimdi “Marksist Dedeye”, Marks’ın mezarını ziyaret etmiş dedemiz Dertli Divani’ye dönelim. Milletvekili Reha Çamuroğlu’nun açıklamasını biliyorsun, tekrar onu hatırlatmayayım. Marksist dede nasıl olunur? Hem Alevi hem Marksist olunur mu?

Sanki Çelebiler böyle bir şey istemiyormuş gibi bir görüntü...

Dertli Divani: Bizde bir söz var: “Herkes kemalini söyler.” Rahatsız değiliz. Mürşidimizin, pirimizin huzurundayız. Yalnız başımıza olduğumuz zaman da mürşidimizi, pirimizi her zaman yanımızda hazır biliriz. İnancımız bu. Bu yola hizmet bunu gerektiriyor. Yol’un kuralı da bu. Hiçbir zaman kendi dünya görüşümüzü inancımızın içerisine karıştırmadık. İnancımızı, ibadet anlayışımızla, her hangi bir dünya görüşü ya da her hangi bir siyasi ideolojinin şemsiyesi altına çekmek gibi bir eğilimimiz hiçbir zaman için olmadı ve olamaz zaten. Aldığımız Yol terbiyesi de bunu gerektiriyor. Kaldı ki Karl Marks kendini tüm dünyaya kanıtlayan büyük bir düşünür. Dünyada kitabı en çok okunan bir yazar. Ekonomiyi, tarihi, felsefeyi derinden incelemiş ve önümzdeki çağın yönetim biçiminin nasıl olması gerektiği, hakkın, hukukun, adaletin, paylaşımın nasıl olması gerektiği üzerine görüşler ortaya koymuş büyük bir adam. Öyle bir kişinin mezarını ziyaret etmek kötü bir şey değil ki. Yıllar önce 1993 ya da 1994 yılında Londra’ya konsere gittiğimizde birkaç sanatçı arkadaşımla beraber gidip ziyaret etmiştik mezarını. Ondan sonra da yolum düşmedi o mezarlığa. Düşseydi bir daha gider ziyaret ederdim. Bu atılacak bir çamur değil ki.

Kesinlikle böyle bir şey olamaz. Tam tersine el ele tutmak istiyoruz biz. Çok açık bir şekilde

Veliyettin Ulusoy: Kusurumuz buysa ne güzel…

Dedegân ve Çelebi kolu yol ve sürek açısından birbirine yakın. Babagan kolu sürek farklılığı da arz ediyor. Geçmişten bugüne bu halde geldi. Bugünkü nesnelliğimiz bu, bilinen bir gerçeklik. Bu durum bir zenginlik olarak kalacak mı? Ne olacak? Buna yönelik çözüm önerileri ne olabilir? Tarihe baktığımızda bu suni parçalanma, Osmanlı politikasının sonucunda olmuş. Yoksa kökte bir farkımız yok. Öyle ki Dedegân kolu içerisinde de Çelebi kolu içerisinde de farklılıklar mesela bu köyde böyledir, öbür köyde öyledir, ama temelde bir fark yoktur. Bu üç kolda da temelde bir fark yok. Düşünce olarak da aynılar. “Yol bir, Sürek bin bir” deriz ya, öyle işte. Yolumuz bir. Hepsi, babagan, dedegan, çelebi... Yolda bir farklılık yok, uygulamada ufak tefek farklılıklar var. Bu, zenginliğimiz diye düşünüyorum. El ele tutmanın da zamanı. Babagan kolundan herhangi birisiyle en ufak bir problemimiz yok. Anlaşamadığımız bir nokta da yok. Yani birbirimize gayet saygılı ve sevgi dolu insanlarız. Dedegân koluyla da aynı. Yani bu parçalanmışlık bence artık bitmeli ve el ele vermeliyiz diye düşünüyorum.

Aralık 2008

VELİYETTİN ULUSOY

Serçeşme Yazıları, Konuşmalar, Söyleşiler 13 cm x 19 cm boyutunda 220 sayfa İsteme Adresi:

Alev Yayınları Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı - 102 34110 Eminönü - İstanbul Tel: 0212.519 56 35 E-posta: yayinlar@alevyayinlari.com Dertli Divani: Efendimin dediği gibi eğer kusurumuz buysa, bu kusur bizim için bir şereftir. Mine Kırıkkanat köşesinde çok güzel bir cevap yazmıştı: Bir Alevi-Bektaşi AKP’li olabilir, liberal olabilir, hatta ülkücü, ırkçı, faşist olabilir, ama Marksist olamaz! Var mı böyle bir şey? Herkesin dünya görüşü kendine... Önemli olan, inancına leke getiriyor mu? İnancını doğru bir şekilde yaşıyor, icra ediyor mu? Topluma inançsal anlamda görevli bir kişi görevini hakkıyla yapıyorsa onun duruşu, bakışı, nasıl düşündüğü, nerede olduğu seni ne ilgilendirir ki? Ne kadar ayıp bir şey! Ne kadar sinsice, art niyetlice, kötü niyetle bir yaklaşım bu. Veliyettin Ulusoy: Kendisi kemale ermiş... Alevilikle ilgilenmeye başlamış, örgütlerde görev almış, sonra siyasete atılmış, zannediyorum DYP’de Başkan Yardımcısı oldu, Mehmet Ağar’la birlikte çalıştı ve en sonunda kemale ermiş ve AKP’den milletvekili seçilmişti. Gerçek doğruyu bulmuş, tabii kendince... Çok teşekkür ediyorum. Ben teşekkür ediyorum.

19


SERÇEÞME

Serçeşme Dergisi 48. Sayı ile Birlikte Görevini Tamamladı Hüseyin Akın, Yurtdışı Temsilcisi, 2 Aralık 2008 SERÇEŞME Dergisi 48. sayısıyla birlikte görevini tamamlarken, yurtdışı temsilcisi olarak Anadolu Alevi-Bektaşi Yol öğretisinden, ulu pir Hünkâr Bektaş Veli’nin Dört Kapı Kırk Makam öğretisinden ve insanlık tarihinden aldığım bilimle aklımı besleyerek düşündüğüm gibi yaşamaya yöneldiğim için bir can olarak kendi özümüze karşı sorumluyum. Özü tenle bütünleştiren cana, canana kavuşmak için yola karşı sorumluyum. Bunun için bir Mürşide bend olarak ikrarlıyık. Ve canlar canan içerisinde bütünleşerek insanın özgürce yaşamını elde etmek için bu Yol’da kurbanım. Okuyucularımızla paylaşmak istediğim düşüncelerimi üç nokta olarak ifade etmeye çalışacağım. Burada ifade edeceklerimi kendi özüme sorduğumda bu canı incitmedi; incinen olursa incindiği noktaya kendi özünde çözüm aramalı. Serçeşme dergimizin tüm yazarlarını, okuyucularını, dağıtım yapanları, “düşünceye karşı çıkıp kültür merkezlerinde dağıtımını yasaklayanları”, emek hizmeti veren herkesi emeklerinden dolayı kutluyorum. Bu emek, Anadolu Alevi-Bektaşi Yolunun merkezi Serçeşme’nin rızalığıyla çıkan tasavvuf ve felsefe ağırlıklı bir dergiydi. İşte bu nedenden, verilen emekler bir gün karşılığını bulur. Gelelim yük taşıyan emekçilere: Yasal anlamdaki sahibi Ahmet Koçak ile başlayalım. 6,5 şiddetinde bir depremde bizim gibi ülkelerin yerle bir olduğuna herkes şahittir. Ahmet canla kol kola yürüyenler, onun her adım atışında 6,5 şiddetinde deprem sarsıntısı yaşadığına şahittir. Fakat ondaki yol aşkı, yaşama olan inancı onun ayakta durmasını sağlamaktadır. Genel Yayın Yönetmeni Esat Korkmaz’a gelelim; paneller, seminerler, Kültür Merkezlerinde öğrenci yetiştirmenin dışında, her gün Anadolu yakasından Avrupa yakasındaki ofise gelmekte, bunun karşılığında aldığı para, yol masrafını ve bir öğle yemeğini bile karşılamamakta. Ofiste çalışanlardan Esen Usta’ya gelince, o canımızın da büyük oranda sağlık sorununun olmasına rağmen derginin dizayn görevini yürütmekte, insanın özgürce yaşam mücadelesine ışık tutmak için Serçeşme’nin arka sayfasında demokratik haklarımız ve özgür bir toplum yaratmanın önemini vurgulayan yazılarıyla okuyucularımıza hizmet vermektedir. Dergimiz Serçeşme’nin yayın hayatının maddi sıkıntılardan dolayı dönem dönem kesintiye uğradığında, evinden çok dışarıda koşturan, iki yönlü hizmetli olan Dertli Divani, ozanlıktan kazandığının bir miktarını bu zor günde dergimiz Serçeşme’nin yayın hayatının devamlılığı için verdiğini bilmenin okuyucularımızın da hakkı olduğunu belirtmeyi görev bildim. Duygularımı sizlerle paylaşmak istedim.

Hünkâr Hacı Bektaş Veli Anadolu Alevi-Bektaşi Yolunun özü ilim ve bilime tekabül etmekte. Piri Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin belirttiği gibi “Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır”. Serçeşme dergimiz de Hacı Bektaş’ın “Emeğiyle geçinmeyip başkasının emeğini gasp eden bizden değildir”, “72 millet birdir bizim nazarımızda” gibi nice özlü sözlerini açılımlarıyla okuyucularımıza sunmuştur.

20

Serçeşme Dergimizin böyle bir sürecin içerisinde üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getirdiğine inanıyorum. Dergâhın izniyle cıktı ve Dergâhın istemiyle de görevini tamamlamış oldu. Okuyucularımız 48 sayılık tarihi belgeyi iyi bir arşivi olarak gelecek kuşağa aktarmalıdır.

Amacım bunları tekrar etmekten “72 millet birdir bizim nazarımızda” özlü düşüncesinin açılımını yaparak beni inciten konuya dönmek istiyorum. Ulu Pir ne demek istemiştir? 72 milletin, milliyetine, inancına, diline ve rengine bakmadan bizim gibi düşünen, bizim gibi yaşamak isteyen, dinini, dilini bilmediğimiz toplulukların olduğunu ve bunlardan insanın insanca yaşamasını isteyen emekten yana, barıştan yana olan, savaşların olmadığı, kardeşliğin hâkim olduğu, sömürünün bulunmadığı bir dünya yaratmak isteyenlerin kardeş olduğunu ifade ettiğini anlamak gerek. Egemen Ortodoks Sünni inancının etkisinde kalan Alevi canlar, kendilerini yol öğretisiyle besleyerek bu tür fikir hastalıklarından kurtulamazlarsa kendilerini zehirlemekle kalmaz, topluluklarımızı da zehirler. Bu da can bedeli Alevi inancını yaşatanlara ihanet olur. Bu gerçeğimizi yaşamın her alanında uygulayan, dinli dinsiz herkesle bütünleşmek, biz inananlara, insanın özgürce yaşamasına gönülden bağlı olanlara düşmekte.

İncinsen de İncitme İncindiğim konuya gelince. Genel Yayın Yönetmeni Esat Korkmaz, derginin 41. sayısının eki olarak dağıtılan “Alevilikte Cenaze Erkânı” yayınlandıktan sonra eleştirilere tabi oldu. Eleştirilen bu kitapçığın eksiklerinin olmasına rağmen ilk defa yayınlandığı için çok iyi olduğu, fakat Esat’ın Sünni olmasından dolayı böyle bir şey yazma hakkının olmadığı yönünde eleştirilmesi beni incitti. Anası Alevi, Babası Alevi olup da, AKP’nin Alevi acılımı içerisinde Diyanete bağlanmak isteyen ve Diyanetin memuru olarak aylık almak isteyen sözüm ona Dedelere ne demeli? Ulu Pir’in, Dört Kapı Kırk Makam öğretisi içerisinde Kâmil İnsan, Kâmil Toplum yaratma tasarımına nasıl insan ayrımı yaparak ulaşabiliriz? Esat’ı savunma diye bir derdim yok; o dostla her konuda olmasa da anlaştığımız konularda çok hoşnut olduğumu söyleyebilirim. Benim derdim, benimle aynı davayı paylaşan, bütün enerjisini insanın özgürce yaşaması için çalışan, bu yolun, Anadolu Alevi-Bektaşi Yolunun Aydın kimliğine “Sünni” diye isimlendiren kim olursa olsun Hünkâr’ın öğretisi olan Dört Kapı Kırk Makam aynasının karşısına oturup kendi özüyle hesaplaşmalı diyorum. O zaman gerçeğimizi görmeye doğru adım atar. Pir der ki, “Kişi kendi kendini eleştirerek eksiğini görüp kavrayabiliyorsa, onu düzeltmek için caba sarf ediyorsa ondan hiç korkmayınız.”

Kişi aradığını kendinde bulamıyorsa başka yerde bulma şansına sahip değildir. Aranılanın bulunması için insanoğlunun bilime gereksinimi vardır. Yemek, içmek ve uyumak teni besler; bilim, aklı besler, cana can katar. Her yeni bir şey öğrenmek, “ölmeden önce ölmek olarak” bilinir Alevi-Bektaşi yolunda. Bilim akla hükmettiği zaman, insan düşündüğü gibi yaşamaya başlar ve kendi içerisindeki sırları, gizleri çözerek Yol’la bütünleşir. Benliğinden kurtularak toplum için varolur; toplumun sorunlarının çözülmesini kendi sorunlarının çözülmesi olarak algılar ve yaşamını hep yeniler. İnsan, insanca yaşayabilmek için doğanın sırlarını ve gizlerini çözmeye çalışır. Böyle yaşam, aynı duyguyu, aynı düşünceyi taşıyan insanlar arasında eşitçe paylaşmayı getirir; bunun diğer bir anlamı “kardeşlik sofrası”dır. Bu duyguyu yaşadığımız ve yaşattığımız yer cem ayinlerimizdir. Cem ayinlerimizde uygulamadan kaldırdığımız; toplumsal, sosyal ve hukuksal sorunlarının çözümü bu nedenle yeniden Cem ayinlerimiz içerisinde uygulanmaya konulmalıdır. Cem ayini bitiminde dışarı çıkıldığında yaşam bir başkadır. Bizler bu gerçeğimizle de hesaplaşmalıyız.

Kendisiyle Bütünleşen, Örgütleriyle Bütünleşmeye Yönelmeli Toplumun bütün ezilenlerini bu yolun bir parçası olarak görmek zorundayız. Bu nedenle toplumu bölen, parçalayan düşüncelere karşı durmalıyız. İnsanlarımızın etle, ekmekle beslenmesi gerekirken, insanlarımız yalanla besleniyor. Bu durumu aydınlığa kavuşturmak; işsizliği ve yoksulluğu yaratan sömürü sistemine karşı olmak temel görevlerimizden biridir. Bunun için, ayrılıkları öne çıkarmadan, birlik noktalarında bütünleşerek, “yola birlikte yürünür” ilkesinden hareket ederek sokaklara taşınmalıyız. Sokaktaki insanların sorunlarına parmak basarak onlarla da bütünleşme çabası içerisine girdiğimizde, toplumsal bilinçlenmeye yöneliriz ve insanın özgürce yaşaması yolunda güçlü bir adım atmış oluruz. Bizi esirliğe mahkûm eden, toplumsal değerlerimizi özünden koparıp denetimi altına alarak ümmetçi bir topluluk yaratmaya çalışan sisteme ve onun siyasi iktidarına karşı doğru taleplerle, güçlü bir muhalefet yarattığımız zaman kalıcı başarılar elde ederiz. AKP hükümeti, her seçim döneminde, farklı bir Alevi açılımı ve sözde demokratik açılımlarla karşımıza çıkmakta. Yeni Alevi acılımı, demokratik hak ve özgürlükler için yeni demokratik paketler diğer yanda dünya kapitalizmine daha çok bağlanma ve doğmamış çocukları borçlandırma paketleri ile birlikte geliyor. Amacım, bunları genel taleplerimiz doğrultusunda sorgulamamız gerektiğini hatırlatmak. Biz, cumhuriyet çocuklarıyız, ama sokaklarda bayrak elde laik, demokratik Türkiye aranmaktayız. Aslında gerçekten bulunan bu sömürü sistemine hizmet eden siyasi partilerin aldatmacasından başkası değil. Devletin dini olmaz; bu olduğu sürece bu ülkede laiklik olmaz. Biz cumhuriyet çocukları 3 Mart 1924’ten beri böyle büyütüldük, ama o tarihten

Sayı 48


SERÇEÞME Kendi köklerinin izini süren birisiniz…

Kişi kendisiyle hesaplaşamıyorsa, kendi dışındakiyle hesaplaşma şansına sahip değildir. İnsanın özgürce yaşamasını isteyenler, bütünleşip kenetlenerek kapımızı çalacak olan gelecek günleri yaratma gücüne sahiptir. beri Diyanet İşleri var ve onun var olmasıyla birlikte laiklik yok oldu! İşin ilginç yanı, Diyanet’in çocukları, okullarda resmi olarak verilen din dersleri doğrultusunda ve İmam Hatip okullarında, özel okullarda yetiştirilerek devletin bütün kurumlarını ve hükümeti ele geçirmedi mi? Sadece laiklik değil, kazanılmış demokratik hak ve özgürlükler birer birer yok olmakta. Bu haklar için mücadele edenler ya zindanlara doldurulmakta ya da göz önünde el altından kayıplar listesine yazılmakta. Topluca yakılmakta ve yakan zihniyetin sahipleri de milletvekilliği ile ödüllendirilmekte. Madımak et lokantası olarak hizmetine devam ettikçe, Madımak yanmaya devam ediyor.

Laik Demokratik Cumhuriyet Tabii ki bu durum AKP’nin iktidar olmasıyla başlamadı. Asıl gerçeğimiz laik, demokratik bir Türkiye Cumhuriyeti yaratamadığımızdır. Bu nedenle 1924 sürecinden başlayarak bir kere olsa bile gerçeklerimizi doğru bir şekilde yüzleşmeliyiz. Hesaplaşma bununla başlar. Seçimler yaklaşmaya başladığında, mevcut siyasi partiler, “demokratik hak ve özgürlükler…” diye başlar ve “Alevi-Bektaşi toplumunun sorunlarını çözeceklerini” ilan ederler. Laiklik, laiklik diye meydanda coşkulu nutuklar atan siyasi parti çok, ama laik Türkiye için Diyanet’in kaldırılmasını hedef alan bir tane siyasi parti var mı? Bu tutarsızlığın hesabı sorulmayacak mı? Elbette ki sorulacak. Açlığa, sefalete, yoksulluğa, işsizliğe karşı çıkanlarla birlikte inancı, dili, milliyeti nedeniyle horlananlarla bir bütün olduğumuz zaman hesap sormak mümkündür. Aleviler, hiç bir inanışın nasıl ibadet edeceğine karışmadığı gibi nerede ibadet etmeleri gerekir diye bir düşünce taşımaz. Kendi ibadetine ve ibadetini yapacağı yere kimsenin karışmasını da istemez. Bu anlayışı taşıyan farklı inançtan insanlar birbirlerini incitmeden bir arada kardeşçe yaşama şansına sahiptir. Anadolu tarihimize bakacak olursak farklı toplulukların yaşamıyla bütünleşen, Baba İlyaslarla başlayıp, Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin uygulamaya koyduğu bir yaşam gerçeğimiz var. Ortak bir yaşam, paylaşımcılık söz konusudur. Tarihimize ve geleceğimize karşı kendimizi sorumlu hissediyorsak düşüncede ve yaşamda enerjilerimizi birleştirmeli, eksikliklerimiz ve noksan yönlerimizle hesaplaşmalıyız. Kişi kendisiyle hesaplaşamıyorsa, kendi dışındakiyle hesaplaşma şansına sahip değildir. Evrende her şeyin yaratıcısı insan, yaratılan şeyleri yok etmeye yönelen de insanın kendisidir. Bunun için insanın özgürce yaşamasını isteyenler, yaşamın ve düşüncenin her alanında bütünleşip kenetlenerek güneşli elleriyle kapımızı çalacak olan gelecek günleri yaratma gücüne sahiptir. Aşk ile.

Aralık 2008

Teşekkür ederim. Benim en önem verdiğim şey bu kutsal toprakların bana verdiği pozitif enerjidir. Ben her yıl iki ay Dersim’e gidip derlemeler yapıyorum ve o kutsal toprağın enerjisini almaya çalışıyorum. Aileniz hangi aşirete dayanıyor? Aile kökeni Şıxhasan’a dayanıyor ve bizim aşirete Aslanuşağı deniyor. Fazla bir araştırmaya girmedim bu konuda. Kürt müziğini geliştirmek için ne yapmalı?

Yılmaz Çelik ile Söyleştik Seda Coşkun

Ö

ZÜNÜ kaybetmeyen bir dilin temsilciğini üstlenmiş, korumuş ve saza söze dökmüş bir anlatıcının dilinden dökülenler Yılmaz Çelik’in söyledikleri. Kökünden kopmayan bir ağaç; kendi dilinden uzak suskun bülbül hüznüyle, tükenişin başladığı bir dilde, kültürde seslerini duyurmakla yok edilişi önleyebilme çabasındaydı. Dedelerin uzattığı eli kavrayarak yolunu çizmiş ve yolun yolcusu olmuş. “Kendini bulmanın, özünü bilmekten geçer” şiarıyla ilerleyen ösu kültür taşıyıcısı Yılmaz Çelik. Kendinizden biraz bahseder misiniz? Bağlamayı seçmenizdeki sebep neydi? 1969 Ovacık-Kedek (şimdiki adı Koyungölü) doğumluyum. İlkokulu burada okudum ve 1981’de İsviçre’ye gittim. Orta ve lise öğrenimini orada tamamladım ve hala orada yaşamaktayım. Orta ve lise öğrenimimi orada bitirdim ve kimyager olarak çalıştım. Bağlamayı seçmemin nedeni, bağlamanın Alevi ve Kırmanc müziğindeki önemli yeridir. 1984 yılında bir grubunuz varmış, o arkadaşlarınızı hala görüyor musunuz? Evet hala görüşüyorum. O arkadaşlar artık farklı yerlerde çalışıyorlar, müzikle ilgilenmiyorlar. Hayatınızda ve müziğinizde size yol gösteren kişiler kimler oldu? İlk başta tabii ki dedelerim oldu. Daha sonra Emekçi’den etkilendim ve sonraları Hüseyin Doğanay ve Dengbejler oldu. Ve en son da Arif Hocadan tabii ki. Zaten müzik yapıyorum dedim, bunu albüm olarak denemek lazım diye düşündüm ve albüm yaptım. Biya Düri kaçıncı albümünüz? Sekizinci solo albümüm. Zazaca bir kelime ve anlamı “Uzaklaştın”. Ayrıca karışık albümler var: Çeke Çeke (1988); Daye Daye/Gelin Canlar Bir Olalım (1991); Weyve Weyve (1994); Mezela Seyide mi (1997); Güle Yel Değdi/Hal Yamano (1998); Kılara/Yaprak Ağlar, Dal Ağlar (1999); Türküler Sevdamız 2 (1999); Pirbab (2002); Türküler Sevdamız 3 (2005); Biya Düri (2008). Türküler Sevdamız’dan sonra Biya Düri’de yine kendimden deneyimler sunmaya çalıştım. Farklı bir çalışma ve sound diyebilirim. Özellikle beni ve yaptığım müziği anlayanlarla çalışıyorum. Repertuarı da kendi düşünceme göre hazırlıyorum. Kıstasa gelince, anadilim benim için çok önemli ve o dili yaptığım müzikle zenginleştirmeye çalışıyorum.

Henüz yeni emeklemeye başlamış gibi geliyor bana. Tabii bu sistemle alakalı diye düşünüyorum. Bence geliştirmek için öze dönmek gerekir ve otantik yapıyı güçlendirmek lazım. O yapıyı bozduğunuzda farklı yerlere gidersiniz ve bunun adı da Kürt müziği olmaz. Kültürü taşıyan dengbejler ne durumda? Dengbejler bu kültürün temel taşları, ama ne yazık ki yavaş yavaş dengbejler kayboluyor ve bu kültürde onlarla birlikte yitip gidiyor. Yöre âşıklarından etkilendiniz mi? Tabii ki, âşıklar olmasaydı bu müzik kültürü olmazdı. Beni besleyen bir sürü Dede ve Dengbej var. Mesela Hozat’ta Seyid Ahmet Dede var, bizim köyde rahmetli Yusuf Dede vardı. Şimdi Zeynel Dede var ve daha sayamadığım, bağışlasınlar beni, daha niceleri. Beste ve derleme çalışmalarınız? Beste yapıyorum ve derlemelerim var. Biya Düri benim bestem. Davut Sulari’nin Kırmanç tarafını kimse şimdiye kadar bilmiyordu ve ben Davut Sulari’nin bu tarafını da ortaya çıkardım. Türkçe nasıl güzel deyişler okumuşsa bir o kadar da Zazaca’ya hakim. Âşık Daimi’nin de kimse Kırmanç yönünü bilmiyordu; o da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Halk müziğinde yenilik olduğunu düşünüyor musunuz? Evet, dediğim gibi özünü bozmadan olursa güzel olur. Neden yurtdışında yaşamayı tercih ettiniz? Bütün aile fertlerim orada, ben de orayı seviyorum. Belki Alp Dağları, Munzur’a benzediğindendir. Orada yaşamanın dezavantajları var tabii, ama iyi tarafı da var: Dışarıdan baktığınızda daha objektif bir bakış açınız oluyor. Orada müziğinizi, kültürünüzü tanıtacak etkinliklerde bulunuyor musunuz? `Konserler oluyor ve Kırmanc dili üzerinde güzel çalışmalar var. Her insanım diyenin kendi kültürüne sahip çıkması gerekir diye düşünüyorum. Dünya müzikleriyle ilgileniyor musunuz? Evet, mesela Djivan Gasparyan’ı dinlerim, Flâmenko ve İran müziği dinlerim. Türkiye festivallerini nasıl görüyorsunuz? Türkiye’deki festivaller güzel geçiyor, ama izin alma sürecinde sorunlar yaşıyoruz. Çoğu yerde Kürtçe ya da Zazaca okumamıza izin verilmiyor. Türkiye’deki siyasal ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sol menşeiliyim. Türkiye’de insanların sola küstüklerini görüyor ve üzülüyorum.

21


SERÇEÞME

İKTİSADİ, TOPLUMSAL GELİŞMELERİN YARATTIĞI BÜTÜNLEŞMEYİ, DEĞİŞMEYİ ANLAMAK

İnançlarda Entegrasyon ve Asimilasyon Metin Aktaş

D

ERSİM’İN küçük bir dağ köyünde doğdum. Köyümüz aynı kültürden aynı inançtan, aynı dili konuşan küçük bir aile gibiydi. Bizde farklılık denilince bireysel karakter farklılığı anlaşılırdı. Bireysel farklılıklar dışında başkaca farklılık yoktu köyümüzde. Hatırladığım kadarıyla ilk farklılıkla sekiz yaşlarımda karşılaştım. Bunlar köyümüze gelmiş olan iki kalaycıydı. Giyimleri, dilleri, inançları farklı bu iki insan gökyüzünden köyümüze düşmüş olağanüstü varlıklarmış gibi benim dikkatimi çekmiş saatlerce durup bu insanlara bakmıştım. Bu iki insan bizim konuştuğumuz Kürtçe dilinden farklı bir dil konuşuyorlar, günde beş kere yere çöküp garip hareketler yapıyorlardı. (Bu kalaycıların yaptığı hareketin ibadet olduğunu yıllar sonra öğrendim.) Kalaycıların yaptığı bu hareket bize o kadar ilginç gelmişti ki biz çocuklar oturup onlar gibi yapmaya kalkınca Hasan Amca bizim kalaycılarla dalga geçtiğimizi düşünerek kızıp bizi sopayla kovalamıştı. İlk camiyi, minareyi gördüğümde ortaokula gidiyordum. Durmuş garip bir şekilde minareye çıkıp sala okuyan müezzine bakmış, bu adamın ne yaptığını anlamaya çalışmıştım. Sonra Hakkâri Lisesi’ne sürgün edilince pansiyonun odasını Sünni arkadaşlarımla paylaşmaya başlamıştım. Burada bir zamanlar hakkında hiçbir şey bilmediğim Sünni mezhebinden arkadaşlarım olunca Sünni mezhebini tanımaya başladım. Ben onları, Sünni Mezhebini tanıdıkça, arkadaşlarım da benim şahsımda Aleviliği tanıdılar. Hakkâri’de pansiyonda birlikte kaldığım yıllarda bu arkadaşlarım benden bir şeyler aldı, ben onlardan bir şeyler aldım. Bazı ortak noktalarımız oluşmaya başladı.

Entegrasyon Dersim’de köyde yaşarken doğrusunu sorarsanız Ramazan Orucu hakkında pek iyi şeyler düşünmezdi benim köylülerim. 1994 yılında köyümüz, evlerimiz devlet tarafından yakılıp, yıkılarak zorla sürüldükten sonra köy halkımızın büyük çoğunluğu bize en yakın kent olan Elazığ’a yerleşti. Burada Sünni kökenli yurttaşlarımızla tanıştı, onlarla bir arada yaşamaya başladı. Bir zamanlar birbirine yabancı olan iki mezhepten insanlar birbirinden etkilenmeye birbirlerinden bir şeyler almaya, vermeye başladılar. Bugün Alevi mahallelerinde hemen hemen çoğu evde Ramazan Bayramı kutlanır. Birçok insana göre bu kötü bir gelişme, Alevilerin özünü yetirmesidir. Bana göreyse iyi bir gelişmedir. Aleviler birlikte yaşadıkları Sünni yurttaşlarımızın bayramını kutlamaları ortak yaşamın yarattığı bir entegrasyondur. Bu Ramazan Bayramında Sünni bir dostumla kahvede oturmuş çay içiyorduk. Sünni dostumun babası çıkıp gelerek oğlunun Alevileştiğini söyledi kızarak. Bugün yaşadığım Elazığ kentinde çok olmasa da Sünni kökenli yurttaşlarımızın önemli bir kesimi Muharrem Orucunda Aşure pişirerek Alevilerin orucunu kutlamakta. Aynı şekilde Sünnilerin içerisinde de birçok insan bu gelişmelerden rahatsız olmakta; bir zamanları silahla birbirini öldürmeye zorlanmış halkın entegrasyonunu durdurmaya çalışmaktadır. Bu ne mümkündür, ne de doğrudur!

22

İnanç yaradılışta var olan, biyolojik bir olgu değildir. Sonradan insanların toplumsal yaşam ve üretim içinde edindiği bir kültürdür, bir edinimdir. Dolayısıyla inançları belirleyen yaratan toplumsal yaşam, üretim ilişkileri ve üretim tarzıdır. Toplumların üretim ilişkileri ve üretim tarzları değiştikçe toplumların kültürleri yaşam tarzları da değişir. Bu değişme bazen uzun, bazen kısa zamanda olabilir. Batı toplumlarında değişimlerin Doğu toplumlarına göre daha kısa sürde olmasının nedeni, Doğu toplumlarında inançları bir kültür değil, biyolojik bir olgu olarak görmekten kaynaklanmaktadır. Bu önemli bir noktadır. Bu konuyu biraz açmak istiyorum.

İnanç Biyolojik Bir Olgu Değildir Örneğin, yemek yeme ihtiyacı yaradılışta insana verilmiş biyolojik bir niteliktir. İnsan soyu var oldukça bu ihtiyacı var olacaktır. Ama yemek pişirme ve yemek yeme ritüelleri ise bir kültürdür. İnsan yemek yeme ihtiyacını değiştiremeyiz, ama yemek pişirme ve yeme ritüellerini değiştirebiliriz. Doğu toplumları inançları bir kültür değil, biyolojik bir nitelik olarak gördükleri için değişim ağır ve sancılı olmaktadır. Bizim toplumumuzda sağcısı da solcusu da bu konuda hemfikirdir. Düşünsel anlamda farklı şeyler söylesek, farklı amaçlarımız olsa da hayat tarzlarımız aynıdır. İnsanın hayat tarzıyla kaynaşmamış, kendine has bir hayat tarzı yaratamamış bir düşünce ütopik bir amaç olmaktan öteye gidemez. Şimdi doğup büyüdüğüm Dersim kentinde yaşananlara baktıkça ülkemizde sağcıyla solcunun aslında aynı hayat tarzlarına sahip olduğunu görüyorum. Benim çocukluk yıllarımda Dersim kentinin feodal hayat tarzına, kapitalist üretim ilişkileri ile yeni bir hayat tarzı girmeye başladı. Yeni üretim ilişkileri, bizim biyolojik bir olgu olarak gördüğümüz hayat tarzımızı,

İnanç yaradılıştan var olan, biyolojik bir olgu değildir. Sonradan insanların toplumsal yaşam ve üretim içinde edindiği bir kültürdür, bir edinimdir. Dolayısıyla inançları belirleyen toplumsal yaşam, üretim ilişkileri ve üretim tarzıdır. Toplumların üretim ilişkileri ve üretim tarzları değiştikçe kültürleri ve yaşam tarzları da değişir. Doğu toplumlarında inanç, biyolojik bir olgu olarak görülür. Bu nedenle Doğu toplumlarında değişim ağır ve sancılı olmaktadır.

düşüncelerimizi, inançlarımızı, gelenek göreneklerimizi sarsmaya, yıkmaya başladı. Bu gelişme herkesi korkuttu ve sağcısından solcusuna yeni gelişmeden korkan herkes sımsıkı eskiye sarılmaya başladı. Yeni hayat tarzının yarattığı problemlerden, tehlikelerden korkarak eskiye sarılmak bir çözüm değil, olamaz. Sadece yeni hayat tarzının topluma egemen olma sürecini uzatır o kadar. Bunu niye mi anlattım? İktisadi, toplumsal gelişmelerin yarattığı bütünleşmeyi, değişmeyi anlamak için. Yeni hayat tarzının, toplumsal gelişmelerin yaratığı bütünleşmeden, kaynaşmadan korkan büyük bir insan yığını var ülkemizde. Bunlar (sağda da, solda da olsa) iktisadi ve toplumsal gelişmenin yaratığı değişime, birleşmeye ateş püskürtmektedir. Toplumların ayrışmasında, ayrışma çelişkilerinin çatışmasında çıkarı olan egemen güçler bu ayrışmayı destekledikleri için bu bakış tarzı tehlikeli bir hal almaktadır. Bu söylediklerimden değişimin her tarzına taraf olduğum anlamı çıkarılmasın. İktisadi ve toplumsal gelişmelerin yarattığı her türlü değişme ve kaynaşmadan yanayım. İktidar sahiplerin ya da çoğunluğun zorla asimilasyoncu politikalarla yarattığı her türlü değişim ve birleşmenin karşısındayım. Bu iki noktayı birbirinden ayırmak zorundayız. Entegrasyonu desteklemek, asimilasyona karşı mücadele etmek lazım.

Entegrasyona Taraf, Asimilasyona Karşı Peki, neden entegrasyona taraf, asimilasyona karşı olmamız lazım? Entegrasyon, üretim ilişkileri ve üretim tarzının değişiminin, yeni hayat tarzının yarattığı doğal bir değişim seyridir. Aynı toplumsal hayat içerisinde yaşayan farklı parçaların kendine has niteliklerini yitirmeden yeni bir bütün oluşturmasıdır entegrasyon. Azınlıkla çoğunluğun oluşturduğu uyum ahengidir. Azınlıkla çoğunluğun eşit haklara sahip olduğu bir toplum yaratmaktır. Asimilasyon ise zorla, baskıyla, şiddetle bir parçayı ya da parçaları eritip, yokederek çoğunluktan biri olmaya zorlamaktır. Kısacası entegrasyon azınlığın kendi değerlerini yitirmeden çoğunluğa uyum sağlamasıdır. Entegre etmek, kazanmaktır; asimile etmek değil. Entegre etmek, toplumu oluşturan farklı inanç ve etnik kimliklerin kültürlerini yok etmez; ortak noktada bir arada yaşama şartlarını oluşturur. Asimilasyon ise çoğunluk dışındaki diğer bütün etnik ve inançsal, kültürel farklılıkları yok eder. Entegrasyon sosyal barış ve bir arada yaşama kültürünü yaratır; asimilasyon ise çürümeyi, farklılıklar arasında düşmanlığı ve şiddeti yaratarak sosyal kargaşaya yol açar. Bugün ülkemizde siyasal iktidar azınlık inançları, kültürleri ve etnik kimlikleri asimilasyonla yok etmeye çalışmaktadır. Yüz yıldır süren bu asimilasyoncu politika gösterdi ki farklılıkları zorla, asimilasyonla eritmeye kalkmak toplumsal huzuru ve mutluluğu sağlamadığı gibi toplumu sonu bilinmez kargaşalara, savaşlara sürüklemektedir.

Sayı 48


SERÇEÞME

Siyasal iktidarların asimilasyon politikaları altında acı çeken azınlık inançları, kültürleri, etnisiteleri bekleyen önemli bir tehlike var. Asimilasyona karşı çıkarken ölçüyü kaçırıp entegrasyona karşı çıkmak asimilasyon politikası gibi halklar için tehlikeli ve zararlı bir politikadır İktisadi ve sosyal yaşamın doğal seyri içerisinde oluşan entegrasyona karşı çıkmamak, hem Alevilerin, hem Sünnilerin çıkarınadır.

Burada dikkatinizi çekmek istediğim önemli bir nokta var: Yüzyıldır siyasal iktidarların dayanılmaz ağır asimilasyoncu politikaları altında acı çeken azınlık inançları, kültürleri, etnisiteleri bekleyen çok önemli bir tehlike var. Asimilasyona karşı çıkarken ölçüyü kaçırıp entegrasyona karşı çıkmak asimilasyon politikası gibi halklar için tehlikeli ve zararlı bir politikadır. Bugün siyasal iktidarın Alevileri zorla asimile ettirerek Sünnileştirme politikasına karşı çıkarken, iktisadi ve sosyal yaşamın doğal seyri içerisinde Alevilerle, Sünniler arasında oluşan entegrasyona karşı çıkmamak, bunu desteklemek hem Alevilerin, hem Sünnilerin çıkarınadır. Farklı inançlardan, kültürlerden, etnik kimliklerden halkımızın farklılıklarıyla barış içerisinde bir arada yaşama kültürünün oluşmasından rahatsız olan varlıkları iktidarlarını halkların düşmanlığı üzerinde inşa etmiş egemen çevreler entegrasyona karşı çıkarak iktidarlarını korumaya çalışmaktadırlar. Bu boş beyhude bir çabadır. Donkişot’un yel değirmenlerine saldırması gibi bir şeydir. Çünkü yeni hayat tarzı, yeni ekonomik sosyal gelişmeler farklı inançlardan, kültürlerden, etnik kimliklerden halkları biri birinden ayrışmadığı gibi önüne geçilmez bir şekilde kaynaştırarak iç içe serpiştirerek entegrasyona uğratmadadır. Bu gelişmenin önünde hiç kimse duramaz. Burjuvazi yeni ekonomik hayatın yarattığı farklı inançlardan, etnik kimliklerden, kültürlerden insanları bu içiçe harmanlamada asimilasyon politikası uygulamakta, halktan, emekçilerden yana olan kesimlerse bu süreçte burjuvazinin asimilasyoncu politikalarına karşı çıkarak farklı kültürlerden, inançlardan, etnik kimliklerden halkların entegrasyonla bir arada yaşamasının koşullarını yaratmaya çalışmalıdırlar. Son olarak şunu söylemek istiyorum. Ülkemizde siyasal iktidarın farklı kültürlere, inançlara, etnik kimliklere karşı asimilasyoncu politikalarına karşı çıkarken onların entegrasyonunu desteklemek hatta entegrasyonun önünü tıkayan engelleri ortadan kaldırmak zorundayız. Politikalarımız farklı inançların, kültürlerin husumetleri üzerinde inşa etmek hiç kimseye bir şey kazandırmaz. Bunu anlamak kendimize ve kurumlarımıza çeki düzen vermek zorundayız. Aksi halde çözüm aradığımız sorunun çözümü önünde engel haline geliriz.

Aralık 2008

“ÖLÜM LİSTESİNDE ALEVİ YÖNETİCİLERİN İSİMLERİ VAR” İDDİASINA

Alevilerden Sert Yanıt Erdal Yıldırım PIR SULTAN Abdal Kültür Derneği (PSAKD) Genel Başkanı ve Alevi Bektaşi Federasyonu ABF Yönetim Kurulu Üyesi Av. Fevzi Gümüş, “Suikast defterlerine örgütlerimizin liderlerini yazanlar bilmelidirler ki, böyle bir durum karşısında dünyayı başlarına yıkarız” dedi. Gümüş, çeşitli sivil toplum kurulu temsilcileri ile Mülkiyeliler Birliği’nde düzenlediği basın toplantısında, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan eski Özel Hareket Daire Başkan Vekili İbrahim Şahin’in evinde ele geçirildiği belirtilen “suikast listesi”ne ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Toplantıya, söz konusu listede adları geçen Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız ile Federasyonun Genel Sekreteri Kazım Genç de katıldı. “Bugün iktidarı ele geçirmek isteyen güçlerle, iktidarı kimseyle paylaşmak istemeyen güçler arasında süren mücadelenin Ergenekon Operasyonu denilen aşamasında, suikast düzenlenecek olanlar arasında örgütlerimizin önderlerinin adının geçmiş olması bir tesadüf değildir” görüşünü dile getiren Gümüş, çizgilerinin “karanlık güçleri” rahatsız ettiğini savundu. Kendilerinin özgürlük, demokrasi ve kardeşlikten yana olduklarını belirten Gümüş, şöyle konuştu: “Bugün Susurluk’ta patlayan cerahatin Ergenekon üzerinden sağa sola bulaştırılmak istendiği bir evreden geçiyoruz. Bu evrenin de her aşamasında; hak ve taleplerimizi doğru yer ve zamanda dile getirmeye devam edeceğiz. Öncelikle söylemek isteriz ki devletin görevi, her yurttaşının ve bu arada Alevilerin de rahat uyumasını sağlamak olmalıdır. Bu nedenle öncelikle suikasta uğrayacak isimler arasında sayılan iki saygın genel başkanımızın isimleri deşifre edilmeden gerekli tedbirlerin alınması gerektiğini ifade etmek isteriz. Suikastı planlayanların ve tetikçilerin listesinin açıklanması gerekirken, suikast yapılacakların listesinde olan diğer isimlerin saklı tutularak örgüt yöneticilerimizin isimlerinin deşifre edilmesi; kirli bir oyunun oynandığını da ortaya koymaktadır. Fevzi Gümüş

Öte yandan, suikast defterlerine örgütlerimizin liderlerini yazanlar bilmelidir ki, böyle bir durum karşısında, dünyayı başlarına yıkarız. Hiç kimse demokratik Alevi hareketini sahipsiz sanmasın. Bugün, hemen herkes bilmeli ki her bir Alevi, Ali Balkız’dır, Kazım Genç’tir. Dün Maraş’ta, Madımak’ta elini kolunu sallayıp cinayet işleyen çeteler, bugün artık, o kadar da rahat olamayacaklardır.”

“Sürpriz Oldu” Gazetecilerin sorularını yanıtlayan Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız, “Listede adınızı gördüğünüzde ne hissettiniz” sorusuna, “Sürpriz oldu” yanıtını verdi. Balkız, Türkiye’de barış ve kardeşliğe, insanların birbirine sahip çıkmasına destek verdiklerini, kimseyi incitecek bir söz ya da eylem içerisinde olmadıklarını ancak kendileri üzerinden gözdağı verilmek istendiğini ifade etti. “Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın ‘özür’ dilemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusu üzerine, şunları söyledi: “Biz devletin özür dilemesinin ancak Madımak üzerinden hareket ettiğimizde, oranın ‘ayıp, utanç, insanlık müzesi’ haline getirilmesi ile olabileceği bilincindeyiz. Ama Sayın Bakan, o sözünün ardından devam eden günlerde, orayı çiçekçi dükkânı, böcekçi dükkânı, nakışçı dükkânı haline getirebileceğini, bir köşesine kitapçı dükkânı, bir köşesine otelde kaybettiğimiz değerli canlarımızın fotoğraflarının asılacağını, kaça kaç boyutlarında olduğunu pek bilmiyoruz ama çünkü onun o boyutunu bile önemsiyorlar onlar, anı defterinin konulacağını beyan ettikler ki bu, işi tam da sulandırma, geçiştirme tam da üstünü örtme, tam da oyalama, tam da göz boyama halidir. Bu özür dileme hali değildir. Bu orada yaşanan vahşeti gelecek olan nesillere anlatma ve aktarma yolu değildir. Biz AKP’den böyle bir şey beklemedik. Ne istediğimizi biliyoruz onlarda ne istediğimizi biliyorlar. Ama onlar bunun gereklerini yerine getirmek yerine kendilerine seçtikleri sahte ‘partnerler’ ile yemekler yiyorlar, nutuklar atıyorlar.” Ali Balkız

23


SERÇEÞME

Bir Delinin Muharrem Sohbeti

“O Bir Ozandı, Midesi İçin Değil Milleti İçindi. O Bir Ozandı, Hakk’ı İçin Değil Halkı İçindi”

Yusuf Budak Seyhan Belediye Meclisi Üyesi Adana PSAKD Şube Yöneticisi

Hüsniye Çınar

Bin dört yüz yıldır bize hep ağlamayı öğrettiler. O günden bu güne ağlaya geldik. Kimin cennetteki yerini pürü pak eyledik, ya da kimi geri getirebildik. Birileri çıkıp söylesin. Alevi televizyon kanallarında yayınlanan muharrem sohbetlerinde ve cemlerde İmam Hüseyin’in övülecek başka bir yanı yokmuş gibi televizyon kanallarında hep ağlama işlenir durur. Malumunuzdur, İmam Hüseyin çağrı üzerine Küfe’ye geldiğinde onu Küfe’ye çağıranlar, sözlerinde durmayıp İmam Hüseyin ile ailesini yalnız baraktılar. Onun safında savaşmadılar. Küfe halkı İmam Hüseyin, Yezid’in ordusu tarafından katledildikten sonra ağlayarak günah çıkarmaya ve pişmanlıktan dolayı zincirle kendini dövmeye başladı. Kendini zincirleme hariç, bu geleneği hala devam ettirmeye çalışan biz Alevilerin bazı dedeleri cemlerde ve televizyon sohbetlerinde gözlerinizden İmam Hüseyin için bir damla yaş akıtın diyorlar. Hatta daha da ileri giderek şunları diyorlar: Dedesi Hz. Muhammet, İmam Hüseyin’i boğazından öpüp dedi ki; “Ya Hüseyin’im, sen Nin Ovası’nda (Kerbelâ’da) boğazından kesileceksin.” Babası Hz. Ali’nin de bu olayı bildiğini söylüyorlar ve ekliyorlar, İmam Hüseyin isteseydi tekmeyi vurur, topraktan su çıkarır, içerdi. Yani bu dedelere göre İmam Hüseyin ve beraberindekilerin ölümü Allah’ın emriydi. O zaman, “Bu olayda Yezid’in ne suçu var?” diye sormak lazım... Allah bana git falan kişiyi öldür dese ben gider öldürürüm. Zira Allah’ın emri bu ya... TV programlarına ya da cemlere katılan bazı insanlar İmam Hüseyin’in dik duruşundan bahsetmezler. Bakınız canlar, İmam Hüseyin vasiyetinde şöyle der: “Ben Yezidin ordusuna karşı gidiyorum. Onlar yetmiş bin kişi, biz ise yetmiş iki kişiyiz. Biliyorum ki beni öldürecekler; kafamı, kollarımı bedenimden ayıracaklar. Kafamı bulursanız dik gömün; biliniz ki ben Yezid’e biat etmedim.” Buradan şu sonuç çıkıyor. İmam Hüseyin diyor ki arkamdan ağlamayın çizgimden gelin diyor. Ben bu ağlama geleneğini bize dayatanları ölüme giden İmama Hüseyin’in yanında olmayan Küfelilere benzetiyorum. Kısacası canlar, O gün Kerbelâ’da ağlamaya alıştırıldık. Dün Dersim’de, bugün Maraş, Sivas, Gazi’de ağlamaktan kafamızı kaldırıp, haksızlığa karşı gelemedik. Gelin canlar, İmam Hüseyin’in, Hallac-ı Mansur’un, Seyit Nesimi’nin ve Pir Sultan Abdal’ın dik duran damarını kendimize şiar edelim: Ağlamayı bırakalım selam İmam Hüseyin gibi dik duralım vesselam.

24

İ

MAM HÜSEYIN derdi; derdi de bulgur gibi dökerdi. Hele de iki yudum aldıysa, hele de yürek yarası sancıdıysa asılırdı suratı iki karış. Elini alnına koyar başını iki yana sallayarak gözünde yaş kuruyana kadar ağlar dururdu… Aslı, Karakesici Şemsi Sultan; ceddi, Hüseyin Abdal. Aklı yetti yeteli aldığı gördüğü felsefe Alevilikti yolu buydu… Ve yoluna ölene kadar sahip çıkacaktı Babası Ali Haydar Çınar (Aslan Ağa), sözü sohbeti sevilen dinlenen biriydi. Sabahlara kadar sözün sohbetin olduğu bir evdi Aslan Ağanın evi. Çamşığı denince saz çalmayan, türkü söylemeyen yok denecek kadar azdı. (Belki de dünyanın hiç bir yerinde bu kadar yoğun rastlanmayacak bir olguydu bu.) Aslan Ağanın sesi de çok güzeldi. Elini kulağına attı mı dağ taş inlerdi. Herkes işi gücü bırakır Aslan Ağa’yı dinlerdi. Aslan Ağanın büyük oğlu Hacı İbrahim (Pala) çok yakışıklıydı. Adam kıymıyordu bakmaya. Anası Altun’a (Altey) çekmişti. Ceylan gibi gözleri doğuştan sürmeliydi Aslan Ağa iki oğlunun da müzikle uğraşmasını istiyordu. Hacı İbrahime keman, Feyzullah’a da saz almıştı. Feyzullah saza çok meraklıydı. Babası saz almadan önce cemlerde çalınan sazlara gıptayla bakardı. Eline sobanın maşasını alır, süpürgeyi alır saz gibi çalar; deyişler, Duaz-ı İmlar söylerdi. Hele de Babasının aldığı sazdan sonra değmeyin Feyzullah’ın keyfine. Elinden sazı bir dakika bırakmıyordu. Mala davara giderken sazı elinden hiç düşürmezdi. Artık sazı dinlenir olmuştu. Hele sesi artık çok güzeldi çevre köylerden Feyzullah’ı dinlemeye geliyorlardı. Hangi köyde bir düğün varsa Feyzullah baş konuktu. Vurdu mu sazın teline Pir Sultan’dan Virani’ye kadar bütün ulu ozanları tek tek yâd eder, deyişlerini o davudi, o eşi benzeri bulunmayan nefesi ile zikrederdi. Aslan Ağanın artık Çamşığı’nda karnı doymaz olmuştu. Nüfus kalabalık mal az. Çamanköyde, ne var ne yok satıp gurbete çıkmıştı. “İstanbul bu, taşı toprağı altın” dediler göçü yüklediler. İstanbul’da Çamşıklı çoktu, nasılsa bir iş tutarlardı, çoluk çocuk çalıştı mı karınları doyardı. Feyzullah’ın İstanbul da yapmadığı iş kalmadı, bakkal çıraklığından hamallığa kadar… Ama olmadı doğru dürüst bir iş olanağı bulamadılar. Bu sefer ver elini Ankara Tuzluçayıra. Aslan Ağa burada T.E.K de işe başladı. İki göz de gecekondu yaptılar. Artık kendi yağları ile kavruluyorlardı. Bu arada Feyzullah askerliğini de yapmıştı. Abisi Hacı İbrahim ve kendinden küçük bacıları da tek tek evlenmişti. Artık sıra Feyzullah’taydı. Evlenme yaşı gelmiş de geçiyordu. Mursallı bir arkadaşı “gel sana Emir (Gönderenli) Abi’nin kızını alalım” demiş. Gidip kızı görmüşler. Kız çok güzel, ayın ondördü. Hastaneden yeni çıkmış, (Tüberküloz) zayıf, çelimsiz kızın anası Naciye kızı vermek taraftarı değil. Ama babası Emir Özat kızı vermekten yana. Ana diretiyor “olmaz” diye, baba “olur” diye. Bir de kıza soralım diyorlar. Nimet, “Babam bilir, babam olur derse olur!” diyor. Ve kızı veriyorlar. Artık Feyzullah’ı tanımayan yoktu. O konser senin bu konser benim sürekli dolaşıyordu. Adını o güzel sesini sazını her tarafa duyur-

muştu.Bir gün Mahsuni Şerif’in evinde çalıp söylerken dönemin Tunç Plağın sahibi de orada. Çok beğeniyor Feyzullah’ın sesini ve “plak yapalım” diyor. “Olur” diyor, Çınar. Plağın bir yüzü Ağahi Babanın bir mersiyesi, bir yüzü Malatyalı Esirinin bir deyişi. Plak piyasaya çıkınca yer yerinden oynuyor, Aleviliğin adı ağza alınmaya korkulurken biri çıkmış “Gel ey Yezit, yeni geçtin elime; İmam Hüseyin’in kanı nic’oldu” diye hesap soruyor. Plak çok satıyor. İki yüz binleri buluyor. Bu arada birde kızı olmuştur, adını Hüsniye koyarlar. Anadolu’yu bir uçtan bir uca dört kez dolaşıyor. O zaman Özel TV’ler, radyolar yoktur. Gazeteler zaten yazmıyor. Çok güzel dostluklar geliştiriyor. Feyzullah’ın erdemli, faziletli kişiliği ona çok dost kazandırıyor. Bu arada bir de oğlu oluyor, adını Ali Haydar koyuyorlar. Babası Aslan Ağa, sağlığında kendi koyuyor kendi adını torununa. Ama Feyzullah çocuklarından çok halkı ile birlikte. Halkın dertleri çilesi Feyzullah’ı daha çok düşündürür hale getiriyor. Hüsniye üç yaşını geçmiş, Ali Haydar da altı aylık. Gel gör ki kader burada da bırakmıyor peşini: Karısı, can yoldaşı Nimet hastadır. Doktorlar menenjit diyor. Hastalığı ilerlemiş gözleri görmez olmuş Nimet’in. Görenler şaşırıyor, o babayiğit kadın bir parça kalmış yatakta. Doktorlar “alın evine götürün yatağında rahatça ölsün” diyor. Ve arası çok sürmüyor, o gözünden çok sevdiği Feyzosunu (Feyzom dermiş) ve iki yavrusunu bırakıp göçüp gidiyor. Feyzullah’ın işi iyicene zorlaşıyor. İki yetimine Altey Hatun bakıyor. Bakıyor, ama Altey Hatunun başında kızından kalma iki yetim daha var. Ama ne yapsın bakıyor dört yetimine birden. Aradan bir iki yıl geçiyor geçmiyor Feyzullah’ın ders verdiği öğrencilerinden Fiknat o gün hocasının konserine giderken kuzeni Filiz’i de yanına alıyor. Konser sonrası Filiz’i hocası ile tanıştırıyor. Filiz çok güzel, adam kıymıyor bakmaya. Her ne kadar büyük gibi dursa da yaşı da çok küçük! Ama gel gör ki gönül ferman dinlemiyor. Aslan Ağa kızı istemeye gidiyor kızın babası çok güzel bir insan (Ali Rıza Çetinkaya) “kızımın yaşı küçük çocuklara bakamaz” diyor. Bakıyor ki olacak gibi değil Feyzullah, kızın elinden tuttuğu gibi kaçırıyor ve evleniyorlar. Günler böyle geçerken Feyzullah İstanbul’da Spor Sergi Sarayında bir konsere davet ediliyor: Hacı Bektaş Veli’yi anma gecesi. Sanatçı kadrosu çok geniş, Daimi’den Mahsuni’ye, Davut Sulari’den Mahmut Erdal’a kadar. Davetliler arasında İrena Melikof adında Fransız bir Profesör var. En çok Feyzullah dikkatini çekiyor. O ana kadar Aleviliği merak eden, ama derinlemesine incelemeyen Türkolog Feyzullah’ın okuduğu “Ben Ali’den gayrı Tanrı görmedim” adlı eseri duyunca aklı başından gidiyor ve tanışmak istiyor, Ozanla. Belki de Feyzullah’ın hayatında bir dönüm noktası oluyor bu tanışma. Melikof, Feyzullah’la birlikte Avrupa’nın birçok kentinde konferanslara katılıyor, konserler veriyor, bir de uzunçalar yapıyor. Strasburg Üniversitesinde adına bir de kürsü açılıyor. Artık Feyzullah’ın bir ayağı da Avrupa’dadır.

Sayı 48


SERÇEÞME

Aralık 2008

yüreğine bir ateş düştü sanki içine doğmuştu son kez herkesi bir daha görmek istercesine telefona sarılıyor sabaha kadar telefonu olan tüm dostlarını arıyor. Musa Eroğlu’na telefon ediyor, “Gel!” diyor. Musa Eroğlu “Baba, şimdi ayrıldık, ev de uzak biliyorsun, sabah görüşelim” diyor”. (Diyor ama “Hala içime dert, keşke kalkıp gitseydim” diyor. “O benim tek ekolumdü ve ben onun E… oğluydum” diye de ekliyor) Sabah o çok sevdiği Kurtuluş Parkı’na gidiyor. Yanında dostları! Bir ara sigara almak için arkadaşını bakkala yolluyor. Arkadaşı döndüğünde o koca Çınar, o yüzyılların gür sesi, o halkın aşığı, o halkın adamı, o halkın ozanı, o herkesin yoldaşı, o herkesin dedesi Feyzullah Çınar, çoktan Hakk’a yürümüştür.

DERVİŞ BABA (İSMAİL KAYGUSUZ)

Ağladılar Şah Hüseyin’e Ali Fatima’nın nazlı çiçeği Yolundu gülzardan güller ağladı Dedesi Muhammed’in gözbebeği Şah Hüseyin’im diyen diller ağladı Ölüm döşeğinde çağ’rıp yanına Muaviye dedi Yezid oğluna: “Hasan’ı ben yedim Hüseyin sana” Duyan işiten kullar ağladı O Yezid ki Şam’a halife oldu Medine valisine buyruk saldı Şah Hüseyin’i biata zorladı Bu zulmü gören gözler ağladı

11937 - 1983

FEYZULLAH ÇINAR

Paraya hiç mi hiç değer vermemektedir. Onun için en önemli servet dürüst, düzgün bir addır. Servetlerin en övünülecek olanına sahiptir. Tuzluçayır’daki iki göz gecekondu da neyine yetmez ki! Bahçede tavukları da çoktur. Eve gelen her dosta (sanırım eve gelmeyen sanatçı, yazar, çizer, politikacı yok denecek kadar azdır) bir tavuk kesip rakı sofrası açmaktan hali vakti de kötüleşir. Bunu gören sevgili dostu Fikret Otyam hiç durur mu? Eline kalemi alıp döşenmiş zamanın Belediye Başkanı Vedat Dalokay’a. Ve artık Feyzullah sanatının dışında belediyede de çalışmaktadır. Bu arada bir oğlu daha olur, Hüseyin Cem. Nüfus arttıkça fakirlik de iyice bastırıyor. Hele bir seferinde evine icra geliyor. Babası Aslan Ağanın çok zoruna gidiyor. “Benim oğlumun evinden kimse bir çöp götüremez, ben daha ölmedim” diyor. Ve bankanın yolunu tutuyor parayı getirip veriyor. Oğlunun borcunu kapatıyor. Bu arada bir oğlu daha oluyor çok sevdiği ozan dostlarından olan Derviş Kemal’in adını koyuyor. Artık iki göz gecekonduya sığmaz oluyorlar. Hoş her yıl evin damını aktarmaktan da bir hal oluyor, Ankara’ya kış bastırdı mı, hele birde kar yağdı mı? Ne kadar yağmur, kar suyu varsa eve doluyor. Evin her yerine leğen tas tabak ne varsa dolduruyorlar. Ne fayda! Olacak gibi değil göçü yüklüyorlar Kurtuluş’a, Nebi Dadaloğlu’nun evine. Artık apartman katında oturur olmuşlardır. İş yeri de yakındır. Kurtuluş Parkı’nda oturmak ayrı bir keyif verir. Çınar çok sever orayı her fırsatta oraya gider. Bir süre sonra oradan Bağcılara taşınır. Bağcıları çok sevmiştir. Çok da dostu vardır. Çevrede hele Tuncelili dostları “dede dede” diye yere göğe koymazlar. Ülke sorunları Feyzullah’ı da derinden yaralıyordu. Ülkedeki açlık, sefalet almış başını gitmiş, öğrenci olayları hat safaya tırmanmıştı. Gencecik fidanların asıldığı, bir ülke içinde yaşamakta zorlaşmıştı. Ve Ozanı da artık rahat bırakmayacaklardı. Her konser sonrası polisin elinden zorla kaçırılan Feyzullah içeriye girip, çıkmaya alışmaya başlamıştı. Tabii karısı ve çocukları da fakirliğe, yoksulluğa… 12 Eylül faşist zihniyeti Ruhi Su’ya yaptığını Feyzullah Çınar’a da yapmış pasaportunu, elinden almış, yurt dışına çıkmasını yasaklamıştı! Ama Feyzullah’ın yılmaz yüreği mücadeleden hiç kaçmadı, hiç yılmadı. Kendinden yaşlılarla sohbet etmeye bayılırdı. Belki de ehl-i kâmil olmanın yolunu burada bulmuştu. Çok okur, çok araştırırdı. Okuyacak hiçbir şey bulamazsa sözlük okurdu. Cumhuriyet Gazetesi olmazsa olmazıydı. Çocuklarına sürekli köşe yazılarını okumasını söylerdi. Anlamıyoruz dediklerinde “Anlayacaksınız yavrum, yaşadıkça göreceksin” derdi. Başlardı anlatmaya hiç usanmazdı. Ne sorsalar anlatır hayatın gerçeklerini yaşamın zorluklarını tek tek anlatırdı. Genç yaşına rağmen hayatın bütün kederi sıkıntısı yüzüne yansımıştı. Yüzündeki o zırhı kazıdığınızda yumuşak sevecen bir yüreğin atışlarını duyardınız. Kolay kolay sinirlenmez, kızmazdı. Kızınca da kahve köpüğü gibiydi. Hırsı tez inerdi. Çok engin bir kişiliğe sahipti. Hal böyle olunca yüreği de çok dayanmadı, olumsuzluklara. Her derdi, sıkıntıyı içine attı. 1983 yılı karalı geçecektir, Çınar dostlarına. Muharremin son günü! 12 gün orucunu tutmuş. Sabah kalkıp tıraşını olmuş, banyosunu yapıp tertemiz giyinmiştir. Aşuresini kendi eliyle yapıp dostlarına dağıtmıştır Akşama da bir cem töreni… Evde dost çoktu, cem dağılıp tüm dostları gittikten sonra Feyzullah’ın da

FEYZULLAH ÇINAR 1937 yılında Çamanköy’de doğdu. Babası Ali Haydar Çınar, annesi Altun Çınar’dır. Altı kardeşten ikincisi olan Çınar’ın ilk evliliğinden bir kız bir oğlan, ikinci evliliğinden iki oğlu vardır. 23 Ekim 1983 tarihinde aramızdan ayrılan ozan, geride iki yüzden fazla plak, altmışın üzerinde kaset, iki fotoroman ve en önemlisi onurlu bir yaşam bırakmıştır. Ölümünden sonra Ankara Tuzluçayır’da adına bir park ve bir heykeli dikilmiştir. Yaşar Kemal’ın dediği gibi;

Göçedip bir süre Mekke’de kaldı Ali ailesi kedere daldı Küfeliler gel diye haber saldı Ona mektup yazan eller ağladı Duydu ki Amr ibn ül-As geliyor Bilenmiş bir kılıç, ölüm geliyor Şah Hüseyin orayı terkediyor Arkasından Mekkeliler ağladı Akrabalar çocuklar ve kadınlar Yanlarında elli dört savaşçı var Küfe’ye doğru çekmişler katar Eğlendiği konaklar yollar ağladı Küfe yolunun tam ortasındaydı Müslim’in katlinin haberin aldı Üzüldü sızlandı, yoldan kalmadı Ayağı altında çöller ağladı Hür bin askerle peşinde idi Dört bin Kerbela’da onu bekledi Fırat’a ulaşması engellendi Bağrı yanan kız gelinler ağladı

“Feyzullah Çınar bin yıldır saz çalan bir ozandır”.

Dönek Küfeliler utanmadılar Yezid’in ordusunda yer aldılar Sözde Ali Şiası müslümandılar Ali’yi candan sevenler ağladı

Bozuk düzen devam etsin Diyen bensem bana lanet Gayrı meşru milyonları Yiyen bensem bana lanet Yiyen sensen sana lanet

Celal Abbas o ne yiğit er idi Aldı kırbaları suya yürüdü Kestiler kolların’ yine durmadı Kırbadan dökülen sular ağladı

Vatanda kalmadı dirlik Olmaz olsun böyle birlik İpek kumaş rugan terlik Giyen bensem bana lanet Giyen sensen sana lanet Vatan çiftliğim diyerek Fakir halkı çiğneyerek Viski içip et yiyerek Doyan bensem bana lanet Doyan sensen sana lanet Ne söylesem azdır sana Çünkü değilsin halktan yana Burjuvalar kervanına Uyan bensem bana lanet Uyan sensen sana lanet Feyzullah’ın dolmaz kabı Çıktı hazinenin dibi Memleketi soğan gibi Soyan bensem bana lanet Soyan sensen sana lanet

Savaşan güçler genelde eşittir İnsanlık tarihi hiç görmemiştir Beş bin zalim yetmiş mazlum ne iştir Tarihteki tüm dengeler ağladı İmam Al’ Asgar’ı havada tuttu Ona İbn-i Sad’dan su talep etti Zalim su yerine bir ok göndertti Masumun boğaz’na, yaylar ağladı Eli silah tutanlar şehit oldu Hüseyin tek, asker içine daldı Mübarek bedeni çok yara aldı Düştü toprağa yerler ağladı Şimr lain geldi oturdu göğsüne Kesti kafasını aldı eline Onlar nasıl İslamız der kendine Peygamberini sevenler ağladı Derviş Baba lanet ehl-i Yezit’e Bizim tevellamız ol Ehl-i Beyt’e Tam yetmiş üç şehit, o susuz çölde Aşura gününde tarih ağladı.

25


SERÇEÞME

Devletin sistemli biçimde sürdürdüğü asimilasyon çalışmalarının yanı sıra, Aleviler de asimilasyona karşı dirençsiz halde. Kur’an da bizim, Peygamber de bizim”, “Has Müslüman biziz. Aynı Allaha, aynı kitaba, aynı peygambere biz de inanıyoruz” diyerek Ramazan’da oruç tutanlarımıza, beş vakit olmasa da Cuma namazına gidenlerimize, iftar yemeği verenlerimize rastlamak olası. Hal böyle olunca devlete ne hacet?

Alternatif Tören Aşkı

S

AYIN Selmanpakoğlu’nun Hacıbektaş ilçesi Belediye Başkanı olmasıyla birlikte Belediye ile ABF arasında kürsüden Aleviler adına her yıl okunan geleneksel bildirinin okunmasına izin verilmemesiyle başlayan sürtüşme bu yıl da devam etti. ABF ve diğer Alevi-Bektaşi örgütleri “alternatif ” diye nitelendirilen törenler yaptı. Önceki yıllarda ABF bileşenlerinden Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı ve Derneği (HBVAKV/D) ile Pir Sultan Abdal Kültür Derneği (PSAKD) ortaklaşa Belediye’ye karşı alternatif bir tören düzenlerken, bu yıl Belediye’nin yanı sarı birbirlerine karşı da alternatif törenler düzenledi. HBVAKV ile HBVKD (yeni adıyla Alevi Kültür Derneği) bir “Birlik Cemi” düzenledi. ABF ise PSAKD ile birkaç etkinlik düzenledi. Önceki yıllarda, ABF çatısı altında Belediye’ye karşı ortaklaşa etkinlik düzenlerken bu yıl ne oldu da farklı etkinlikler düzenlediler? Sanırım bunun nedeni HBVKD’nin ABF genel kurulundaki kaçak tavrıdır. Kendi adayının seçilemeyeceğini anlayınca genel kuruldan çekilip, başkanlık seçiminde oy kullanmayıp, ABF’yi PSAKD delegelerinin oylarına hapis etmek sanırım demokratik bir yöntem olarak görüldü. Bu ilk ayrışmayı yarattı ve ayrışma Hacıbektaş’a taşındı. Sormak gerekir: Kim kazandı, kim kaybetti? Türkiye’de yaşayan 20 milyona yakın Alevinin temsilini kim üstlenecek? Kendi bileşenlerinden PSAKD ile HBVKD ayrı ayrı alternatif etkinlikler yaptığı ABF mi? Peki, bu alternatif törenler kime karşı? Dört yıldır devam eden bir protestoyu inatla sürdürerek Belediye Başkanına karşı mı? Başkana karşı ise ortak akıl bir arada alternatif etkinlik yapmayı gerektirmekte. Birinin halı sahada “Birlik cemi” yapması, diğerinizin sinema salonunda “Alevi Gençler Tartışıyor” forumu düzenlemesi, ABF çatısı altında birlik ve örgütlülüğün resmini gösteriyor mu? Tek tek sorsak, hepsi de “Biz haklıyız, bizim tavrımız doğru” derler. ABF niçin kuruldu? Birlik ve beraberliği sağlamak, Alevi sorunlarını bir üst çatı olarak daha güçlü bir özgür yapısıyla çözmek için. Neden HBVAKV/D yöneticileri ayrı bir etkinlik düzenleme yolunu seçti? Neden, Cumhurbaşkanı Gül’ün protesto edilmesi sırasında ABF’nin yanında olmadılar? Devletin gözünde “muhalefetçi” görüntüden kaçınmak için mi? Devlet, Alevi sorunlarını çözmek isterse (ola ki) zayıf, parçalanmış bir ABF’yi mi muhatap alır, yoksa CEM Vakfı’nı mı?

26

Alevi Dünyasından İlhan Cem Erseven Burada PSAKD’ni de haklı bulmuş değilim. ABF kongresinden sonra “Meydan bize kaldı” rahatlığı içinde “Biz işimize bakalım” mantığı yanlış. ABF Genel Başkanının sadece PSAKD delegelerinin oylarıyla seçilmesi alkışlanılacak, böbürlenilecek bir olay değil. Tersine Sayın Balkız’ın, tüzüğe göre seçilmiş olmasına karşın ABF’yi temsil etme gücünü de düşünmek gerek. Şu anki yapısıyla ABF ne kadar temsil yetkisine ve gücüne sahip? Bu düşünülmezse CEM Vakfı Genel Başkanı Sayın İzzettin Doğan’dan “O, Alevileri temsil edemez!” diye şikayet etmenin anlamı olur mu? Alevi örgüt yöneticileri, kanaat önderleri bir araya gelmekten çabuk usanan, sıkılan bir karaktere sahibiz, bir arada bulunmak, bir çatı altında örgütlü olmak bize uymuyor. Sanırım sorunun çözümü, doğru önder, güçlü örgüt, gerçekçi bir politikada. Şunu da unutmamak gerek: ABF, Ankara’da 9 Kasım’da Alevi örgütlülüğüne yakışır, alkışlanacak kitlesel bir miting düzenledi. Düzenlemede emeği geçenleri kutlamak gerek. Kimileri bulanık suda balı avlamak istediler, provokasyona davetiye çıkardılar, ama umduklarını bulamadılar. Alevi hoşgörüsü ve sağduyusu galip çıktı. ABF yöneticilerine düşen görev, bu mitingin yarattığı rüzgârı iyi okumaktır. ABF’nin eli güçlenmiştir, ama kartlarını iyi oynamalıdır.

Alevi Sanatçılarımız 1990’larda Alevi örgütlenmesinin ivme kazanmasında, kanaat önderleri dediğimiz aydınlar, araştırmacı yazarlar, halk ozanları, dede-babalar, yerel dernek yöneticileri önemli bir rol oynadılar. Hız kazanan örgütlenme çalışmalarımız 15–20 yıl öncesi Türkiye’sine göre çok ileri bir aşamaya geldi. Örgütlerimiz nice etkinlikler, paneller, mitingler düzenledi, basın açıklamaları yaptı. Bu etkinliklerin hemen hepsinde başta dernek/vakıf yöneticileri olmak üzere tek tük araştırmacı yazar ve halk ozanı yer aldı. Ne yazık ki “star” olarak tanıdığımız sanatçılarımızı, bilim adamlarımızı bu etkinliklerde göremedik. Örneğin, 2 Temmuz Madımak yangını yargıya taşındı. Otelden sağ kurtulanlar, şehit aileleri ve yakınları ile dava avukatları mahkeme salonuna sürekli gelirken, “star” isimler, bilim adamları, Alevilik-Bektaşilik konusunda kitap yazmış çoğu yazarlarımız, Alevi dünyasının önde gelen isimleri, kanaat önderleri ne yazık ki hiç katılmadı. Özellikle sanatçılarımız bu tür durumlarda dayanışma ruhu yaratmaları gerekirken, “cebi nasıl doldururuz” düşüncesini taşıdılar. Dernek gecelerine, etkinliklerine çıkmak için yüksek rakamlar, yurtdışı olunca uçak ve otel hariç üç bin avrodan aşağı olmayan para istediler. “Star”lara sorsak, “Dernekler bizim sayemizde para kazanıyor!” derler. Bu sanatçıların, sanatlarına, bağlama virtüözü olmalarına, halk müziğinin divası olmalarına bir şey demiyorum, tam tersine yeteneklerine saygı duyuyorum. Eleştirim, sanatçı olmanın ötesindeki kişiliklerine. Çoğu sanatçımız, toplumun gelenek ve göreneklerinden, acı ve sevinçlerinden, uğradığı baskı ve zulümlerden, topluöldürümlerden habersiz gibi yaşamlarını sürdürüyorlar. Kimisi bir derneğin gecesi

için çatır çatır pazarlık yapmakta. Kimisi de Keçiören’deki Estergon Kalesi’nde türkü söyleyebilmekte, ondan sonra hiçbir şey olmamış gibi Alevilikten dem vurmakta. Böylesi kişilerden mücadele etmelerini, halkın önünde yürümelerini beklemek anlamsız. Nazım Hikmet’in “Sen yanmasan, ben yanmasam, nasıl karanlıklar çıkar aydınlığa” dizesi, belli ki onlar için bir şey ifade etmiyor. Eleştiri dışı tuttuğum, ülkemizde toplumsal mücadelede hem bireysel, hem düşünsel olarak inandığı davasına, düşüncesine destek veren, önder olan, davranışlarıyla örnek olan isimler var. Ama ben ne Sivas davası sürecinde mahkeme salonlarında, ne de Alevi sorunlarını dile getirmek için yapılan protesto yürüyüşlerinde, basın açıklamalarında, mitinglerde Alevi kökenli ünlü sanatçılarımızdan çoğunu görmedim. Umarız bundan sonra görürüz.

Asıl Sorun Asimilasyonla Mücadele Nisan’ın ilk haftalarında Antalya’da, Serçeşme dergisinin ile Abdal Musa Derneği’nin birlikte yürüttüğü bir alan çalışmasına katıldım. Sağolsun, Antalya’da kaldığım 3 gün boyunca, Abdal Musa Tanıtma ve Yaşatma Derneği Başkanı değerli dost, Eczacı kardeşimiz Gülçin Akça bizlere ev sahipliği yaptı. Kendisine ve ailesine bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu alan çalışması sonucunda şu yargıya vardım: 1990’lardan itibaren bugüne gelinen süreçte Alevi örgütlerimiz tarafından Alevilerin en büyük sorunları olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması, Zorunlu Din Dersinin kaldırılması, Alevi köylerine cami yapılması, Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesi konuları dile getirildi. Gerçekten bunlar Alevilerin devlet nezdindeki temel sorunlarıdır. Tam demokratik ve laik bir ülke istiyorsak Alevilerin haklı istemlerine yanıt verilmesi gerekir. Yalnız bunları raporlar halinde sunmak ya da devlet yetkililerinin önünde açıklamak yeterli değil. İsteklerimizi slogan halinde dile getiriyoruz. İstemde bulunduğumuz konular için alternatif bir dosyamız yok. Örneğin toplumun %90’ının Müslüman (% 60’ının da Sünni) olduğu Türkiye’mizde “Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılsın!” demek bence tutarlı bir tavır değil. Hem sosyolojik hem de siyasal açıdan olanaksızdır. Bunu isterken yerine bir şey koymak gerekir. Diyelim kaldırıldı, Sünniler buna izin verecek mi? Demokrat, ilerici, laik olarak bildiğimiz Sünni insanları bu konuda yanımıza çekemedikten sonra “Diyanet kaldırılsın” demek, boş slogandan öteye gitmez. Öyleyse Türkiye’de “Laik bir ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı olmaz” diyen Sünnilerin, ateistlerin ve diğer din, inanç sahiplerinin “müttefikliği”ni elde edip öyle sahneye çıkmak daha akılcı olmaz mı? Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasını istemekten öte, Başkanlığın, 80 bin imama maaş veren, atama yapan bir devlet dairesi ko-

Sayı 48


SERÇEÞME

BİR ALBÜM: CAVİT MURTEZAOĞLU

Virtüözler & Cavit Murtezaoğlu P&C: Artvizyon - info@artvizyon.com Dağıtım: Esen - 0212.512 99 00 Organizasyon: POEM - 0212.245 96 06 Antalya alan çalışması sırasında Gülçin Akça ile birlikte ziyaret ettiğimiz Fikret-Filiz Otyam’ın evinde

numundan çıkarıp özerk bir yapıya kavuşturulmasını istemek daha doğru olmaz mı? Böylece Diyanet İşleri Başkanlığı, toplumun salt din konusundaki sorunlarına yanıt veren, aydınlatan, İslam dini ve diğer dinler hakkında doğru bilgi veren, insanları din konusunda aydınlatırken, bilinçlendirirken aynı zamanda çağdaş bir birey olmasına da katkı sunan bir kurum işlevi görmelidir. Hangi caminin personel sorunu var, nereye atama yapılmalı gibi konularla uğraşmamalıdır. Özerk yapıdaki bir Din İşleri Yüksek Kurulu (benim önerim), salt Sünnilerin değil, Sünnilerin dışındaki tüm inanç sahiplerinin de dinsel/inançsal anlamda sorularının yanıtını alabileceği bir Kurul olmalıdır. Yoksa DİB, bu haliyle devam edecek ve Alevilere asimilasyoncu tavrını sürdürecektir. Devletin sistemli biçimde sürdürdüğü planlı programlı asimilasyon çabalarının yanında, Aleviler de asimilasyona karşı dirençsiz halde. “Kur’an da bizim, Peygamber de bizim”, “Has Müslüman biziz. Aynı Allaha, aynı kitaba, aynı peygambere inanıyoruz” diyerek adeta, “Gelin bizi Aleviliğimizden çıkarın, iyice Sünnileştirin” dercesine Ramazan’da oruç tutanlarımıza, beş vakit olmasa da Cuma namazına gidenlerimize, iftar yemeği verenlerimize rastlamak olası. Hal böyle olunca devlete ne hacet?

Alan Çalışmasının Gösterdikleri Antalya’daki alan çalışmasında böyle bir duruma tanık olduk ve nerede hata yaptığımızı araştırmaya başladım. Anladım ki Alevi örgütleri ve biz kanaat önderleri ta başından beri hata yapmaktayız. Nice Alevi yerleşim merkezlerinin varlığından, Alevilerin inançlarını nasıl yaşadığından, cem tutup tutmadığından haberimiz olmamış. 20–25 milyon Alevi nüfusundan söz ediyoruz, ama bunların hangi bölgede, hangi ilçede, köyde yaşadıklarını bilmiyoruz. Bildiğimiz yerler ise başta Tunceli olmak üzere Malatya, Erzincan, Tokat, Amasya, Sivas, Çorum, Hatay ve birkaç ildir. Acaba kaç kişi ya da örgüt, Aksaray’ın Samatlı köyünü, Afyon, Emirdağ’ın Karacalar köyünü bilir? Hiç kimse! Yıllar önce bir festival nedeniyle Aksaray’a gittiğimde o köyden bir gencin bizi davet etmesiyle öğrendim. Köye gittiğimizde köylüler, köylerine artık ne bir Dede’nin, ne de Alevi-Bektaşi derneklerinden bir kimsenin uğradığını söylediler. Bizden ilgilenmemizi, yayın göndermemizi istediler. Antalya’da da durum böyle, kimi bölgelerdeki Tahtacı köyleri asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıya. Çoğu Alevi gelenek ve öğretisini yitirmiş durumda. Bunlardan biri de Serik ilçesi. Alan çalışması çerçevesinde Serik ilçesine gittik. Serik ilçesi Türkmenler Kültür ve

Aralık 2008

Tanıtma Derneği ile Antalya Abdal Musa Kültür ve Yaşatma Derneği’nin düzenlediği ceme katıldık. Cem öncesi ve sonrasında Serikli canlarla konuştuğumuzda, 25–30 yıldır cem yapmadıklarını, görgü ve geleneklerini unuttuklarını, Belediye seçimlerinde MHP’ye oy verdiklerini, hatta MHP’li Belediye Başkanının derneğe cem ve kültür evi için bir arsa vereceğini belirttiler. Yetmişli yaşlarda bir Alevi teyzemiz bize, “Bize Aleviliğimizi hatırlattınız, artık ölsem de gam yemem!” deyip sevincini belirtirken, hatırlatılana kadar geçen cemsiz, görgüsüz 25–30 yıla üzülmeden geçemedik. Ertesi gün, benzer konumdaki Adana, Pozantı’nın Demirci köyünden 25 yıl önce gelip Antalya’ya yerleşmiş, bir mahalle kurmuş olan Adanalı canlarla da bir muhabbet toplantısı yaptık. Gençlerin Derneğin semah kurslarına katılımını sağladık. Artık Serik’te çerağlar yeniden uyandırılmaya devam edecek. Bu iki örnek, nasıl bir asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıya kaldığımızın açık bir resmidir. “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” artık doğru değil. O insanlarla, dernekler olarak, yerel yöneticiler olarak ilgilenmezsek, Dede sorununu çözemezsek, “çerağların uyandırılmasına” olanak sağlayamazsak, Serik’te olduğu gibi oylar MHP’ye gidecek; gençler ülkücü ideolojiye kayacak; cem yapılması unutulacak ve devlete gerek kalmadan kendi kendimizi asimile ederek tüketeceğiz. Ankara-Çubuk ilçesinin çoğu köyleri Sünnileşmiş durumda. Bu, yöredeki dernek yönetiminin, bazı köylerdeki, türbelerdeki Alevi inanç ve kültürünün “geri” viteste ve “yanlış” çizgide gitmesinden kaynaklanmakta. Ne yapmalıyız? Alevi kuruluşları bölgelerdeki köylerin tespitini yaparak buralarda alan çalışmalarını hızlandırmalı ve sürekli kılmalıdır. Lisansüstü eğitim yapan üniversite öğrencilerine burslar vererek, maddi destek sağlayarak alan çalışmalarına katmalılar. Sorunları ve çözümleri yerinde öğrenerek yol haritası çizilmelidir. Her köyün yerel önderleriyle, yöneticileriyle işbirliği yaparak cemlerin yeniden yaşama geçirilmesi sağlanmalıdır. Asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıya olan, hatta asimile olmuş canları yeniden kazanamazsak, devletten yukarıdaki isteklerin istenmesinin hiçbir anlamı olmayacaktır. Arkanda yeterli destek olmadıktan sonra bir şey elde edilmez. Dört beş derneğin üyelerinin katılımıyla gövde gösterisi(!) havasıyla güçlü örgüt yaratılamaz. Aksaray’ın Samatlı, Pozantı’ın Demirci, Emirdağ’ın Karacalar ve Ankara-Çubuk’un köylerinden ve Antalya’nın diğer Tahtacı köylerinden habersiz olursak hiçbir şey yapmış sayılmayız. Bu nedenle “Diyanet kaldırılsın”, “Din dersi kaldırılsın” demenin hiçbir anlamı yoktur.

C

AVİT MURTEZAOĞLU, on iki saz virtüözün katılımıyla öncü bir albüme imza attı. Kendinden bahsettirecek bu önemli çalışmasını albüm olarak sunan İranlı sanatçı uzun yıllardır ülkemizde yaşıyor. Albümde Gülebatın (Bu Dağda Maral Gezer), Kime Ne, Hardasan Yar, Gel Gör Beni Aşk Neyledi, Sarı Gelin, Yalgızam gibi bilinen eserlerle birlikte Cavit Murtezaoğlu’nun bestelerinden oluşan on iki eser yer alıyor. Albüme başta Erdal Erzincan, Alihan Samedov, Mircan Kaya, Mahmut Turan, İzzet Kızıl gibi on iki saz ustası, frenkçesiyle “virtüöz” de katkı yapmış. Albümdeki parçaların her biri Cavit Murtezaoğlu’nun söyleyişinin, yorumunun, bir virtüöz ile onun sazının birliğinden oluşuyor. Cavit Murtezaoğlu 1962 yılında İran’ın Kuzeybatısındaki Tebriz şehrinde doğdu. İran devrim sürecinde kendi kültürüyle daha yakından ilgilenmeye ve içsel dünyanın yolculuğuna başladı. Bu yolculukta daha fazla bilgi elde etmek için Azarebaycan’da, Bakü Konservatuarında okudu ve İslam Rızayev’in öğrencisi oldu. Cavit Murtazaoğlu, yeni bir ses sistemi oluşturdu. Azerbaycan makamlarına, Neva makamını Trio olarak ekledi. Bakü’deyken ‘Tebrizim’ adlı bir albümü yayınlandı. İran’a döndükten sonra ‘Senli Günler’ ve ‘Susmam’ adlarında iki albüm çalışması yaptı. Film ve belgesel müzikleri hazırladı. “O 3 (LeylaMecnun)” adlı bir müzikale imza attı. “101 Nefes” adlı bir şiir kitabı yayınlandı. Yirmi yıla varan eğitim deneyimini, İstanbul’da kendi metoduyla ses eğitimi dersleri verdiği “Ses Atölyesi”nde yoğunlaştırdı. Bu birikimini bir kitap halinde toparladı. Türkiye’nin dört bir yanından gelen öğrencileriyle eğitmenliğe devam eden Murtezaoğlu ayrıca Beykent Üniversitesi’nde Şan, Solfej ve Sahne Organizasyonu dersleri veriyor.

27


SERÇEÞME

KUL İRFANİ (ORHAN AYKAÇ ŞAHADOĞRU)

ALEVİ BEKTAŞİ FEDERASYONU

Basın Açıklaması

Emekçi Kadınlarımız Gel kardeşim boş laflara inanma Cahil şeytan diyor sözüne kanma Zerre gözlerinden kaçıyor sanma Görüyor emekçi kadınlarımız. Kimi halen şu asırda dayakta Geçim için her dertlere uyakta Bu kadar çileye karşı ayakta Duruyor emekçi kadınlarımız Cahilin gözünde kadın bir köle Yolu bir soysuza düşerse hele Özveri içinde hep mücadele Veriyor emekçi kadınlarımız Dürüsttür işinde düşünmez hile Çalışır karşılık az olsa bile Çoluk çocuk derdi, günleri çile Çürüyor emekçi kadınlarımız Besledi büyüttü bizi kucakta Köyde kentte nahiyede bucakta Bir eli hamurda biri ocakta Eriyor emekçi kadınlarımız Kader ile açamamış arayı Kıyıp süse harcayamaz parayı Aile içinde türlü yarayı Sarıyor emekçi kadınlarımız Bütçesine uygun değilse çarşı Her gün yiyeceği bulgurla turşu Göksünü zulüme yokluğa karşı Geriyor emekçi kadınlarımız Kadın göz nurudur kadın bir emek Kadınsız kurulmaz bir yuva dernek Cennette hurinin sırından örnek Seriyor emekçi kadınlarımız Kul İrfani’m çabam gerçeğe çağrı Yavrum diye yanar ananın bağrı Zor şartlar altında ümide doğru Yürüyor emekçi kadınlarımız

Aşk Olsun Sevgi hak kapısı inkâr edeni Anlamıyom anlayana aşk olsun İnsanlık yolundan ayrı gideni Anlamıyom anlayana aşk olsun Dürüstlere destek vermeyenleri Varıp düşünceye ermeyenleri Gerçek göz önünde görmeyenleri Anlamıyom anlayana aşk olsun Sömürüye yalakalık yapanı Çıkar için maddiyete tapanı Küçülerek ellerini öpeni Anlamıyom anlayana aşk olsun Okuyup kendini bulamayanı İyiyi kötüyü bilemeyeni Dünkü günden bir ders alamayanı Anlamıyom anlayana aşk olsun Kul İrfani’m kul hakkını çalanı Kimileri destekliyor alanı Eli şak şak vurup alkışlayanı Anlamıyom anlayana aşk olsun

28

A

NIMSANACAĞI üzere; 9 Kasım 2008 tarihinde, Ankara-Sıhhiye Meydanında “Ayırımcılığa Karşı Eşit Yurttaşlık Hakkı” talebiyle, barışın dilini konuşmuş, yurdun dört bir yanından 135 bin Alevi yurttaşın katılımıyla, tarihimizde ilk kez güçlü bir miting yapmıştık. Bu mitingimizde; Diyanet İşleri Başkanlığı lağvedilsin, Zorunlu Din Dersleri kaldırılsın, Cemevlerimiz yasal statüye kavuşturulsun, Alevi köylerine cami yapılması ve imam atanması politikalarından vazgeçilsin, Madımak Müze olsun Başta Hacıbektaş Dergâhı olmak üzere, değerlerimiz biz sahiplerine iade edilsin, başlıklarından oluşan taleplerimizi dile getirmiştik. Biz, miting hazırlıklarımızı yaparken; başta CEM Vakfı Yöneticileri olmak üzere, adları “Alevi” kendileri gerici olan kimi çevrelerin engelleme çabaları; iktidar yanlısı, Fethullah güdümlü, adları malum gazetelerin manşetlerine; “Sivas ve Gazi’yi planlayan eller, yeni oyun peşinde”, “Önce Aleviliği öğrensinler, sonra Alevi haklarını arasınlar” benzeri sözlerle yansımıştı. Bu provakatif söylemlerin boşa çıkarılması üzerine; CEM Vakfı taktik değiştirmiş; “Mitingi düzenleyenlerin Alevi olmadığı”nı iddia etmiştir. Bu iddialarının inandırıcı olmadığını anlayınca da, bir kez daha taktik değiştirerek, mitingimizi sahiplenmeye, taleplerimizi en iyi kendilerinin savunabileceklerini, çözebileceklerini söylemeye başlamışlardır. Bu aşamada Diyanet’ten sorumlu Devlet Bakanı Sayın Yazıcıoğlu’nun; “Biz Aleviliği tanımlamak istemiyoruz, onlar kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa kabulümüzdür, muhataplarımızla konuyu görüşeceğiz.” dediği de, daha dünün gerçeğidir. Federasyonumuz, sorunun çözümü için AKP iktidarı ile basın yoluyla görüş alış verişinde bulunmak yerine; yazılı randevu talebinde bulunarak, doğrudan bir temas beklerken, “bağcıyı dövmek değil üzüm yemeyi” murat etmişken; bütün bu süreçlerde, özenli bir dil seçmişken; gelecek günleri ve olacakları merakla bekliyor iken; bir sürpriz gerçekleşti: Sayın Başbakan içeriğini ve ayrıntılarını, kamuoyuna açıklananların dışında bilmediğimiz bir gündemle CEM Vakfı ile Dolmabahçe’de buluştu. Ama iş burada bitmedi. Dolmabahçe’de evsahibi Sayın Başbakan iken, 28 Aralık 2008’de bu kez İzzettin Doğan’ın ev sahipliğinde Bostancı Gösteri Merkezi’nde canlı yayında AKP-CEM Vakfı buluşması gerçekleşti. Bu toplantıda AKP-CEM Vakfı sözcülerinin üzerinde anlaştıkları, her bir konuşma bir öncekinin devamıymışçasına sundukları şey: Aleviliğin İslam içi olup olmadığı konusuydu. Çünkü hem AKP, hem CEM Vakfı bu noktadan hareketle, Alevileri kendi içlerinde kolayca bölebileceklerini, mitingimizi etkisizleştirebileceklerini, taleplerimizi sulandırarak geçiştirebileceklerini hesaplamışlardı. Oysa Federasyonumuz; Aleviliğin “İslam içi mi, dışı

mı” tartışmasından bu süreçte, uzak durmuştur. Çünkü Federasyonumuz, bu tartışmanın; taleplerimizin savuşturulması, ertelenmesi adına, Sayın Ecevit’te dâhil, tüm siyasiler tarafından kullanıldığının ayırdındadır. 72 Millete bir nazar ile bakan Alevilerin, Aleviler arasındaki farklı yorumlara da bir nazarla bakmaması düşünülemez. Konu çok basittir: “Madımak Müze olsun” demekle; İslam’ın içi/dışı olmanın ne ilişkisi vardır? Bizler Alevi Bektaşi Federasyonu olarak; laiklik ve demokrasi istedik. Bu ilkenin biz Alevileri ve toplumun ötekileştirilmiş bütün gruplarını, olması gereken hak temelli vatandaşlık bağlamında eşitleyeceğini biliyoruz. Oysa CEM Vakfı, Dolmabahçe görüşmesinin bir devamı niteliğinde olan Bostancı Toplantısının, Sonuç Bildirgesi’nde ne istedi? Genel Bütçeden Alevilere de pay, istedi. Din Dersleri zorunlu olsa da olmasa da fark etmez dedi. Cemevlerinin inşası için maddi destek, istedi. İnanç uygulamalarını ve Cemevlerimizi yönetecek bilgili kişilerin yetiştirilmesi amacıyla, okullar açılmalı dedi. “Diyanet İşleri Başkanlığı”, “Madımak Oteli”, “Alevi Köylerine Cami Yapılması ve İmam Atanması”, “Hacı Bektaş Dergâhı” konularında ise hiçbir şey söylemediler. Görülüyor ki İzzettin Doğan ile aramızda epeyce fark var. Bu farkın temel kaynağı, Alevilik anlayışımız değil, laiklik anlayışımız nedeniyledir. Biz; devlet dinden elini çeksin dedikçe, devlet dini örgütleyemez, dine yatırım yapamaz dedikçe; CEM Vakfı “Bize de para, bize de para” demektedir. AKP ile CEM Vakfı doğrusu bu konuda anlaşmış gözüküyorlar. Birbirlerine misafirliğe gidip geliyorlar. Yarın da “Muharrem İftarı”nda bir daha buluşacaklar. Alevi geleneğinde, 12 İmam Matem Orucunda, böylesi şölen, şov yoktur diye, bir yıl süreyle seslenmiştik. Nitekim CEM Vakfı da ikna olmuş ve geçen yılki “Muharrem İftarı”na gitmemişti. Demek ki bu sene bu konuda da anlaşmaya vardılar. Kim bilir gelecek sene daha hangi konularda yeni yeni anlaşmalar yapacaklar? Belki sırada; Fettullah’ın yanına bir İzzettullah yaratma projesi vardır. “Laikliğe Karşı Mücadele’nin odağı haline gelmiş olan AKP”, CEM Vakfı’nı da yanında sürüklüyor. İzzettin Doğan kendine gelmelidir. İzzettin Hoca bunun farkına varmalıdır. “Alevi İslam” denilen şey; “Ilımlı İslam”dır. Bu proje ABD’ye aittir. Her ABD projesi gibi tehlikelidir. Şeriata doğru sürüklenmek istenen Türkiye’de, Aleviler de bu proje kapsamına alınmak istenmektedir. Hani Aleviler Laikliğin sigortasıydı? Yarınki “İftar Sofrası” Hızır Paşa sofrasıdır. Aleviler Pir Sultan duruşu sergileyerek, Hızır Paşa sofrasına oturmayacaklardır. AKP Cem Vakfı’nı para pul ile etkisizleştirebilir, ama Alevileri asla… 9 Kasım’ da söylediğimiz her söz hala Sıhhiye Meydanı’nda yankılanıyor, önümüzü aydınlatıyor ve bizler her sözümüzün arkasındayız. Saygılarımızla. 6 Ocak 2009

Ali Balkız, Genel Başkan Sayı 48


SERÇEÞME PİR SULTAN ABDAL KÜLTÜR DERNEĞİ

Basın Açıklaması AKP’nin Asimilasyon Sofrasına Oturmayacağız Ülkeyi giderek tek parti diktatörlüğüne sürükleyen, devletin bütün kademelerinde cemaatçi kadrolaşma gerçekleştiren, küresel güçlerin oyuncağı haline gelen AKP iktidarının Alevilere yönelik sinsi asimilasyon politikaları devam ediyor. Geçen yıl şova ve aynı zamanda fiyaskoya dönüştürdüğü iftar yemeğinden gerekli dersleri çıkarmayan AKP iktidarının 7 Ocak 2008’de İstanbul Feshane’de vereceği iftar yemeği AKP ve Hızır Paşa’nın sofrasına oturan ve kendilerini Alevi olarak tanımlayan bizce sadece rant ilişkilerinin peşinde koşan kimi Alevi çevrelerine yeni bir tokat olacağını şimdiden söylemek mümkündür. Öncelikle bilinmelidir ki, Alevilikte lüks mekânlarda, şatafat ve gösteriş içinde oruç açma geleneği yoktur. Kerbelâ kıyımını kendi içinde yaşayan ve bu katliamın yasını tutan Aleviler, zengin sofralardan uzak bir şekilde oruçlarını açarlar. Son iki yıldır, ısrarla Alevi iftarı denilerek, olmayan bir tanımlamanın ve oruç açma şeklinin gündemde tutulması iktidarın ve AKP zihniyetine teslim olmuş kimi Alevi çevrelerin art niyetini göstermektedir. “Alevi iftarı” tanımlaması Aleviliğin içinin boşaltılması ve Sünnileştirilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü bir inanç ya da kültürün yok edilmesi, ona ait dilin yozlaştırılması ve başkalaştırılmasıyla başlar. Bu politika Milli Görüş geleneği ve bugünkü varislerinin sıkça uyguladıkları bir yöntemdir ve bizce malumdur. Lüks mekânlarda düzenlenen iftar yemeği, geleneksel Aleviliğin neresinde vardır? Söz konusu yemeğin harcamalarının Abdal Musa Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı tarafın-

HUBYAR SULTAN ALEVİ KÜLTÜR DERNEĞI

Basın Açıklaması

Beklenen Buluşma Gerçekleşmiştir 7 Ocak 2008 Tarihinde AKP tarafından organize edilen Alevi İftarı(!)na Cem Vakfı, Ehlibeyt Vakfı ve benzeri birkaç kurum katılacaklarını beyan etmişlerdir. Bu bizler açısından yadırganmamış ve hatta geçen sene yapılan AKP’nin Alevi İftarında (?) bu buluşmanın nasıl gerçekleşmediği üzerinde bizde şüpheler uyandırmıştı. Geçen yılki Alevi İftarına Sayın İzzettin Doğan’ın söylenenlerin aksine AKP’nin Alevilikle ilgili adım atmaması değil, iftar yemeğinde İzzetin Doğan’a söz hakkı verilip verilmemesi tartışmasından ve yemeği finanse eden Tükek ailesi ile İzzettin Doğan arasındaki husumetten kaynaklandığı da yemek sonrasında ortaya çıkmıştır. CEM Vakfı ve onun başkanı olan İzzettin Doğan geçen yıl yapılan AKP’nin iftar yemeğine kendilerine mikrofon verilmeyeceği için katılmamışlardır. Bu yıl AKP ve yöneticilerinin devreye girmesiyle sorun aşılmış ve beklenen buluşma gerçekleşmiştir. Derdi hak almak değil para almak olan (Bostancı toplantısındaki ağırlıklı talepleri bu yöndedir.) CEM Vakfı ile para ile oy avcılığı

Aralık 2008

“Bu iş hallolursa Süleymaniye’de şükür namazı kılacağım” diyen Çamuroğlu’nun misyonu Alevilerin asimilasyonuna ortaklıktır. dan karşılandığı ve yemeği bu vakfın organize ettiği belirtilmektedir. Söz konusu vakfın, bu kadar büyük bütçeli bir yemeğin masraflarını nasıl karşıladığı kamuoyuna açıklanmalıdır. Yolsuzluklardan beslenen bir iktidarın rant ilişkilerine çöreklenmek suretiyle kurulan bu sofra, haramdır. Biz biliyoruz ki, iftar yemeğinin masraflarının nereden, nasıl karşılandığı, yemekle arzu edilen amaç kadar karanlıktır. Ve bir yıl önceki yemeğe katılmayan CEM Vakfı Başkanı İzzettin Doğan, ne değişmiştir ki, bu yıl iftarda bulunacağını söylemiştir. Bu buluşma Dolmabahçe Sarayı’ndaki hangi gizli pazarlıkların meyvesidir? 12 Eylül öncesinin ‘namlı’ katillerini ceme alan, 2 Temmuz, Maraş Katliamı gibi anmalarının hiçbirinde yer almayan, Alevilerin ödediği bedelin hiçbir yerinde bulunmayan İzzettin Doğan’ın, kendisine politik bir gelecek kurmak isteyen ve geçen yıl “Bu iş hallolursa Süleymaniye’de şükür namazı kılacağım” diyerek aslında niteliğini ortaya koyan Reha Çamuroğlu’nun üstlendiği misyonun Alevilerin sorunlarını çözmek değil Alevilerin asimilasyonuna ortaklık olduğu görülecektir. Yıllardır bedel ödeyerek Alevilerin kimlik mücadelesini veren biz Aleviler, AKP’nin asimilasyon sofrasına oturmayacağız. Kendisine Alevi diyen, Kerbela’nın acısını yüreğinde hisseden tüm Alevi canlarımızı da bu utanç sofrasında bulunmamaya çağırıyoruz. 6 Ocak 2009 Av. Fevzi Gümüş, Genel Başkanı

CEM Vakfının Bostancı toplantısındaki istemleri devletin Aleviliğe el atması ve çeki düzen vermesine yönelik taleplerdir. yapan (Kömür ve diğer yardımlarla ) AKP’nin buluşması bizler tarafından beklenen bir durumdu. Bu birliktelik Büyük Ortadoğu projesi kapsamındaki Ilımlı İslam projesinin bir ürünüdür. İzzettin Doğan Alevi İslam söylemiyle bu projenin bir ayağını oluşturmaktadır. Bu projenin önemli iki aktöründen birisi Fetullah Gülen diğeri İzzettin Doğan’dır. İzzettin Doğan’ın Gülen’i övücü sözleri Alevi Kamuoyu tarafından iyi bilinmektedir. CEM Vakfının Bostancı toplantısındaki istemleri Devletin Aleviliğe el atması ve çeki düzen vermesine yönelik taleplerdir. Bu iftar bu talepler çerçevesinde gerçekleşmektedir. Biz Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği olarak bu iftarı Aleviliğinin asimilasyonun bir parçası, Alevilerin 9 Kasım’da Ankara’da haykırdığı talepler konusunda hiçbir adım atmayan AKP’nin seçimler öncesindeki bir siyasi şovu olarak görüyor ve bu iftara (!) katılmayacağımızı kamuoyuna bildiriyoruz. Saygılarımızla. 6 Ocak 2009 Ali Kenanoğlu, Başkan

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

OKUYUCULARININ KATKISIYLA ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den niyaz alan okuyucularıdır. Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır. Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır. Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor. Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLAR YURTDIŞI Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44 Almanya: Berlin Zeki Konuk .................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............. +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ...................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu .............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican .................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................. +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman...................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk ..................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan ........................... +49.174.164 98 33 Köln İda Kitabevi .............................. +49.221.620 04 95 Müncen Metin Karataş ..................... +49.179.207 20 65 Mönchengladbach Vedat Bican ........ +49.177.426 56 68 Oberhausen Mehmet Kaz ................ +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır ..................... +49.162.909 70 70 Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............. +43.650 841 55 99 Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........... +32.473 49 37 12 Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ......... +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ......... +33.612 65 20 50 Hollanda: Schieadan Halil Cimtay .......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ............................ +31.651 25 63 19 İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ...... +44.776 822 07 62 İsviçre: Bienne İbrahim Bakır .................. +41.788 89 15 54 K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek ........0533 845 21 02 Norveç: Drammen İsmail Doğan ................+49.419 21 505

YURTİÇİ Adıyaman: Merkez Aşık Özeni ...................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ...........................0535.949 43 13 Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ....................0536.886 48 56 Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...................0535.644 27 25 Ankara: Merkez İsmail Metin ......................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..................0532.313 87 78 Antalya: Merkez Gülçin Akça ......................0532.283 72 80 Aydın: Bozdoğan Metin Acar .......................0505.583 71 90 Burdur: Merkez Mehmet Turan ..................0248.234 37 17 Çorum: Merkez Aşık Cefaî...........................0536.632 63 28 Denizli: Merkez Hasan Erden ......................0532.577 58 73 Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ................0535.872 63 03 Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..................0222.233 06 90 Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ...............0533.525 42 52 Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..............0326.614 26 50 İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli .....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ............................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu .............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ........................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ...............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ....................0535.491 07 58 İzmir: Bornova Hüsniye Çınar ......................0532.512 59 62 Kars: Kağızman Miskini ...............................0535.601 02 19 Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ...0533.648 81 22 Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ...........................0532.252 12 06 Malatya: Merkez Hasan Karahan ................0539.348 64 87 Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .........0538.218 90 52 Maraş: Elbistan Derviş Şahin ......................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır ..............................0535.511 12 99 Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam ..............0535.829 39 84 Samsun: Terme Emrah Çolak .....................0542.341 33 03 Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..................0282.263 05 79 Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız .......................0536.212 49 54 Urfa: Akpınar Cafer Özel ..............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut .................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf ..................................0535.472 05 45 Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.. .....0532.740 42 50

29


SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF

Mistisizmin İlişkileri - Bölüm II İsmail Özmen Yargıtay Onursal Üyesi

Mistisizm ve Tasavvuf İlişkisi Biliyoruz ki, tasavvuf tarihçileri tasavvuf kurumunun doğuşunu iki şekilde şöyle açıklarlar:

a) Birincileri tasavvufun etimolojisinden yola

çıkarlar. Onlara göre ‘tasavvuf’ sözcüğü yaygın kanıya göre, yün ve yünlü giysi anlamına gelen ‘sûf’ kökünden türemiştir. (İbni Haldun, Tasavvufun Mahiyeti, s. 98) Bu sözcükten de yünlü giysi giymek anlamına gelen ‘ta-sav-vafe’ türetilmiştir. Buna göre ‘mutasavvuf’ kaba ve yünlü giysi giyen kimse demektir. Sûfîler dünya yaşamının lüks ve eğlencesinden uzak durmak amacıyla bu giysi türünü benimseyip seçmişlerdir. (Hucvirî, akt. S. Uludağ, s. 111) Son olarak, yünlü elbise giymek dünya yaşamına dönük olmayan bu olumsuz görüş ve davranışın simgesi olacaktır. Böylece bu etimolojik yaklaşım, tasavvufu (zühd) temeli düzleminde açıklanmaktadır.

b) İkinci tür açıklama ise tasavvufu, müminin

rabbi ile olan özel ve içten ilişkisine dayandırır. Bu ilişki hadis literatüründe ‘Cibril hadisi’ olarak bilinen bir söylenceye dayandırılır. (Buharî, s. 37). Bu söylenceye göre Cebrail Hz. Peygambere insan suretinde gelerek ona birtakım sorular sormuş ve Hz. Peygamber’in onu ‘Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek’ olarak tanımlamasıdır. Buna göre tasavvuf, Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etme idealini gerçekleştirme yolu olarak ortaya çıkmıştır. (Osman Türer, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, s. 24) Erken dönem Sûfîleri sayılan zâhidler, Allah’ın rızasını ve yakınlığını kazanmak amacıyla dinsel buyruklar ve yasaklar konusunda çok titiz ve özenli davranmışlar, ‘takvâ’ olarak bilinen bu hassasiyeti nafile ibadetler ve zikirle dünya nimetlerinden uzak kalarak desteklemişlerdir. Bunlar, Hicrî ilk iki yüzyılın İslâm toplumunda baş gösteren siyasal ve toplumsal sorunlar olup, bu sofilerin inziva yaşamını seçmelerinde önemli bir etken olmuştur. (İbni Haldun Şifâu’s- Sâil, s. 89-90) İlk sûfîlerde zühd’le birlikte dikkati çeken bir başka özellik de, Tanrı ile derinden özel ve içten bir ilişki kurma isteğidir. Bu durumda Zühd, Hakk’ın yakınlığını elde etmek için sadece bir araç olmaktadır. Bunun için Ebû’l-Hüseyn en-Nûri (ö. 295–907) tasavvufu, “nefsin bütün isteklerini ve zevklerini terk etmek olarak tanımlamıştır.” Bu tanım o dönem sûfîlerinin en güzel ve gerçek anlatımıdır. (O. Türev s. 24). Scholem’in mistisizm-din ilişkisi algılamasına baktığımızda ona göre din, bireyle Tanrı arasında gerçekte var olan doğal ilişkiyi koparan temel bir faktördür. Oysa sûfîler, Allah’la kendi aralarındaki ilişkiyi Kur’an âyetleri ve Hz. Muhammed’in Allah ile olan ilişkisi temelinde kurmuşlardır. Bu da sûfîlerin dini, bireyle Tanrı arasında var olan doğal bağı tamamen koparan değil, aksine bu bağı ilkin düzenleyen, sonrasında da hep güçlendiren bir kurum olarak gördükleri anlamına gelir. (Hasan Kamil Yılmaz, s. 83 vd.). Bu açıkla-

30

maya karşı Scholem’in mistisizme dönüşümü sırasında yaptığı en büyük iş, bir tür mantıksal sıçramadır. Yani, derin ve içten dini duygular niçin başka bir şeye değil de, mistisizme dönüşmüştür? Dahası mistikler niçin mevcut dinsel geleneğin tam olarak dışına çıkmayıp bunun yerine aynı dinsel geleneğin içinde yeni bir yapı oluşturmayı seçmişlerdir. Scholem’in görmezden geldiği bu soruların yanıtı, adı geçen üç dinin yapısında, daha başından beri, özlerinde mistik öğeler barındırmaları olgusunda saklıdır. Kendini ‘mistik’ olarak adlandıran bu kimselerin rolleri, sadece nüve halindeki bu öğeleri geliştirmekten ibarettir. (T. Uluç s. 28) Tanrı ile insan arasında dinlerin aşılmaz bir uçurum yarattığı savına gelince, en azından bu İslâm yönünden doğru değildir. Zira Kur’an-ı Kerim, Allah’ın bize “şah damarımızdan daha yakın” olduğunu bildirir. (Kaf Suresi 52: 16). Bu âyetin literal anlamı ile sûfîlerin ona ilişkin yorumu arasındaki farklılığı bir tarafa koyarsak, âyetin kul ile Allah arasında bir çeşit yakınlık müjdelediği açıktır; dolayısıyla mistiklerdeki yoğun deneyim dinin sonradan yorumlanmak ve dönüştür mekle elde edilmiş bir yan ürünü değil, dinin en sahi ve inananları üzerinde en güçlü otoriteye sahip metinlerde bulunan ve bu deneyimi teşvik eden nüvelerin gelişmiş ve serpilmiş hali olduğu açıktır. (Mü’min Süresi 23: 1–2; Tâhâ Suresi 20.14). Farklı geleneklere mensup mistiklerin deneyimlerinin aynı ya da benzer olup olmadığına ilişkin ikinci görüş, bütün mistik deneyimlerde birtakım ortak özelliklerin var olduğunu savunur; ama mistikler yaşadıkları benzer deneyimleri kendi dinsel inançlarına göre yorumlar ve kendi dinsel terminolojileriyle bunları anlatırlar. (Walter T. Stace, Mistisizm ve Felsefe, s. 43) Mistik deneyimlerin özdeşliğini savunan araştırmacılar; ilk iş olarak, bu dinlerdeki ‘ortak’ birtakım öğeler saptayıp belirledik ten sonra, bu dinlerden birisini diğerinden ayıran ve o din mensuplarınca vazgeçilmez olarak görülen dinsel ve öğretisel olguları bulup tavsiye etmektedirler. Bu süreç sonrası onda ‘ortak öğeler’ dinsel ve toplumsal bağlamlarından koparılmış olarak, bu kez de soyut bir kavram gibi analiz edilmektedir. (Stace, Mistisizm ve Felsefe ) . Scholem bu akımın hareket noktasını ve nedenlerini şöyle açıklar: ‘ “‘Mistisizm’ teriminin sırf spekülatif tanımlarına çok fazla ağırlık vermenin bir tehlikesi vardır. Soyutlanmış biçimiyle mistisizm yani diğer bir dinsel olgularla belli bir ilişkisi olmayan bir olgu yada deneyimin varlığı söz konusu değildir. Hıristiyanlık, İslâm ve Musevilik gibi özel bir dinsel sistemlerin kendisine özgü mistisizmleri vardır. Ortak bir nitemin varlığını yadsımak anlamsız olur ve belli bir mistik deneyimin karşılaştırmalı incelemesinde ortaya çıkarılan da aslında bu öğedir. Ancak günümüzde soyut bir mistik dinin varlığına ilişkin inanç hayli destek bulmuştur. Bu yaygın inancın bir nedeni son yüzyıl

boyunca dini düşünce üzerinde önceki zamanlardan çok daha fazla etkide bulunan panteistik akım olabilir. Bu akımın etkisinin izi bir tür evrensel din lehine doğmatik ve kuramsal din forumlarını terk etme girişiminde sürdülebilir. Yine aynı nedenden dolayı, din, herhangi bir dine bağlı olmadığı düşünülen saf mistisizmin değiştiril miş bozuk biçimi olarak görülmüştür.” (Scholem Major Trends s. 5–6) Scholem’in işaret ettiği bu akımın bir yansımasını Mevlânâ Celalettin Rumi’ye (ö. 672/1273) olan batılı yönelişte görmekteyiz yalnızlık ve yaşamın anlamsızlığı duygusu başta olmak üzere modern hayatın getirdiği sıkıntı ve buhranlardan kurtulup bir nefes almak için Mevlânâ’nın yapıtlarına yönelen kitlelerin bu tavrı ve bu değeri yetiştiren kültürel coğrafyanın bireylerini ancak sevindirebilir. Ama bu bağlamda düşündürücü olan nokta bu büyük sûfi düşünürün başta Türklük ve İslâm olmak üzere temel karakteristiklerinden koparılarak batılı insana sunulmasıdır. Fransız âlimi Rene Guenon (1951) İslâm tasavvufu ile mistisizm arasında on bir ayrıcalık saptamıştır. (Türer, Tasavvuf Tarihi, s. 46–47). Mistisizm sözcüğünün İslâm manevi yaşamına tüm derinliğiyle yansıtmadığı söylenebilir. Tasavvuf, İslâm’ın temel akidesi olan tevhidi en derin anlamıyla içselleştirmeye çalışmıştır. Ancak bu terimin genel anlamda bütün dinlerin mensuplarının yaşadıkları derûnîbâtınî yaşamı adlandırmada önemli bir işlev yerine getirdiği açıktır. Dahası bütün geleneklerde bazı bireylerin Tanrı ile olan özel ve doğrudan bir diyalog deneyimi yaşadıkları kabul edildikten sonra bu deneyimin mistisizmle ya da başka bir terimle adlandırılması bu ortak özü değiştirmeyecektir; dahası Mehmet Ali Aynî (ö. 1945) ve Cavit Sunar gibi ilki Osmanlı ilmiyesinin son mümessili ve ikincisi Cumhuriyet Akademiyasının ilk temsilcilerinden olan iki önemli tasavvuf araştırmacısı ve hocası yapıtlarında ‘tasavvuf’ ve ‘mistisizm’ terimlerini eş anlamlı olarak kullandıkları gibi, her iki bilim adamı da, İslâm öncesi dönemdeki Hint, Mısır, Yunan, Yahudi ve Hıristiyan geleneklerindeki tüm mistik hareketleri de ‘tasavvuf’ olarak nitelendirmekten hiç çekinmemişlerdir.

Felsefe-Tasavvuf İlişkisi Parviz Morewedge ve daha başka İslâm felsefesi tarihçileri, İslâm düşünce literatürünü kelâm, felsefe ve tasavvuf olarak üçlü bir sınıflandırmaya tabi tutarlar ve bu tasnifin pedagojik yararının yanı sıra bu disiplinlerin ve literatürlerinin içerikleri ile örtüştüğünü belirtirler. Dahası, bu üçlü ayrımın Batı geleneğinde mevcut olduğunu söylerler, ancak Morewedge, bu üç disiplinin formülasyonunda, klasik kelâmın tanrıyı sübûtî sıfatlarla tanımladığını; Müslüman filozofların negatif bir dille ‘Vâcibü’l–Vücûd’ nosyonunu geliştirdiklerini; sufi söylemin ise Tanrı-insan karşılaşması olgusunu açıklamak için simgeler kullandıklarını ifade eder. Dolayısıyla yazar tasavvufun meşgalesini tanrıyla olacak mistik birleşmeyle sınırlandırır. Oysa sûfiler, yakınlığını arzuladıkları Gerçek Vücûd olan Tanrı’nın özü ve içeriği değilse de tecellisi ve tezahürü hakkında, teolog ve

Sayı 48


SERÇEÞME TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF - TASAV VUF flozoflar gibi birtakım spekülasyonlarda bulunmuşlardır diğer taraftan Morewedge’nin tasavvuf, kelâm ve felsefenin de içinde yer aldığı İslâm düşüncesi bağlamına konuşlandırırken kendisinden ayrılan ve yabancılaşan varoluşsal birliğe geri dönüş yolculuğu olarak tanımlamasında sufilerin ve İbni Arabî’nin felsefeyle ilişkisi böylece ortaya çıkar. Zira İbni Arabî’ye göre, Tanrı evrenin ve içindekilerin sadece varlığa getiricisi değil, varlığın ya da vücûdun gerçek sahibi ya da ta kendisidir. Yani sûfice bir söylemle, bu olgu sadece, başlangıç noktası ‘yabancılaşma’ (alinetion) ve varış noktası ‘Tanrısal birlik’ olan, zâhidâne bir yaşantı ve nefis teskiyesi ile gerçekleştirilen bir ahlâksal yolculuktan ibaret değildir; tersine, kendisinden ayrılan ve yabancılaşan Hakikat’in doğasının ve bu doğaya nazaran insansal doğanın açıklanmasına yönelik bir girişimdir; diğer yandan, nasıl ki filozof bu hakikati, ‘İlk Sebep’ olarak fenomenal bir gerçeklikten hareketle, felsefi spekülasyona konu ediniyorsa; yine teolog onu emreden ve yasaklayan bir dinin tanrısı olarak teolojinin de konusu ediniyorsa, mistiğin de kendi çapında mistik deneyiminin objesi olarak bu “Yüce Hakikat”e ilişkin iddialarda bulunması garip olmasa gerektir. Ancak, bu açıklamada filozofun kalkış noktası çoğu kez akıl, teologun ki ise sadece dinsel metinlerin literal yorumudur. Oysa mistiğin ki mistik deneyimlerle elde ettiği bilgi yani marifettir. Sürecin bu noktasından itibaren her üç söylem de farklı biçim ve ölçüde de olsa hep aklı kullanmaktadır. Akıl ise, düşünce, görüş ve felsefe üreten bir organdır.

Sonuç Şimdiye değin yer verdiğimiz tartışmalardan sonuç olarak şu çıkmaktadır: Mistikler diğer insanların yaşamadığı birtakım deneyimler yaşamışlar ve hem bu deneyimin kendisine hem de bu deneyim temelinde oluşturup gerçekleştirdikleri felsefelerini söz kalıplarına dökerek anlatmışlardır. Yaşanılan deneyim alışılmışın

dışında olduğundan, bu deneyimin anlatımında kullanılacak dil de uylaşımsal dilden farklı olmak zorundadır. Mistiklerin deneyimlerinin anlatımında uylaşımsal dilden başka bir seçenekleri de yoktur. Bu dile yönelmek zorundadırlar. Ancak onlar mevcut dili, kendi amaçlarına hizmet edecek biçime dönüştürdükten sonra kullanmışlardır ki bu dilin simgeleştirilmesi anlamına gelir. Genel anlamda mistikler için çizilen bu süreç sûfiler için de geçerlidir. Onlar da kendi hal ve olaylarının anlatımlarında içinde yaşadıkları toplumun geleneksel diline dönüştürerek kullanmışlardır İbni Arabî ise bu süreçte belirleyici bir rol oynamıştır. Onu diğer sûfilerden ayıran özellik onun sadece bu deneyimleri yaşamakla kalmayıp yine bu deneyimlerin temelinde oluşturduğu bir felsefe geliştirmesidir. Daha doğrusu ve önemlisi Şeh bu tasavvuf felsefesini ya da batı dillerindeki karşılığı ile teosofisini anlatabilecek dili bizzat icat etmiştir. (Hüsamettin Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vucût mukayesesi s. 35) Bunda, yani İslâm felsefesinin oluşmasında İbni Arabî’nin teosofi dilinin pek çok öğesi vardır. Ayrıca temelde imgeler bu dilin en önemli birleşenidir. Özellikle ayna, harf ve ışık simgeleri İbn-Arabî’de temel öğelerdir. İbni Arabî’nin Fütûhât’ta felsefesini açıklarken en sık bu üç simgeyi kullandığını görürüz. İbni Arabî varlık, bilgi ve değer gibi felsefenin temel konularına derinlemesine girdiğinde mutlaka bu üç simgeden birini ya da hepsini zikretmeden geçemez. . Dolayısıyla İbni Arabî’nin düşünce ve dili hakkında genel bir bilgi sahibi olan okur mutlaka kullandığı bu üç sembolle karşılaşır, İbn Arabî bu üç sembol içinde hem İslâm felsefesini, hem de, tasavvufu iç içe geçirerek açıklar. Bu yazının baştarafını Ekim 2008 tarihli 46. sayımızda bulabilirsiniz. Yazının devamı 9 Kasım yürüyüşü nedeniyle 47. sayıya koyamadığımız için yazar ve okuyucularımızdan özür dileriz.

SACAYAK

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Aylık Dergi ÇIKIYOR Birinci Sayı 2009 Şubat Ayında Elinizde

Karakazan’dan Lokma Yemek İsteyen, Narda Erimesin Diye Altına Sacayak Koyar Günümüzde Aleviliğin-Bektaşiliğin Modern Toplumun Narında Erimemesi için Oturacağı Sacayak Hacı Bektaş Veli Dergâhı, Yığınsal Demokratik Örgütlenme ve Demokrasi Kavgasındaki Müsahipleridir Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Genel Ajans BDO Ltd. Şti. adına Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Sultanahmet, Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı - 102, Eminönü, İstanbul Tel / Faks: 0212.519 56 35 E-posta: sacayak@yahoo.com.tr

Aralık 2008

SERÇEŞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Açıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fikirlere açıktır. Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır. Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır. Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez. Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fikirler yalnız yazarlarını bağlar. Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler nedeniyle sansür etmez. Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir. Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz. Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır. Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar. Ancak fikirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir. Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40 Türkiye’den abone olmak isteyen canlar lütfen abone bedelini bir postaneden Genel Ajans Basım Dağıtım Organizasyon Ltd Şti Posta Çeki Hesabına (No 1629127) yollayın. Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu, varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın: +90.(0)212.519 56 35 Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki adrese yollayabilir: Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın Tel: +49.177.871 58 44 E-posta: parlayansu@hotmail.de Postbank Kontonummer: 826 857 303 Bankleitzahl: 25 01 00 30 BIC: PBNKDEFF IBAN: DE48250100300826857303

31


SERÇEÞME BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

ALEVİ-BEKTAŞİLERİN BİRİKEN SORUNLARI VE DEMOKRATİK ÖRGÜTLERİN ADIM ATMASINI BEKLEYEN ÇÖZÜMLER

Sorunların Çözümü Kapsamlı Demokrasidedir Esen Uslu

E

RGENEKON soruşturması kapsamında ortaya dökülen bilgilere bakılırsa demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerini yöneticileri, ülkemizde devlet adına terör uygulamaya adanmış gizli örgütlerin ilk hedefleri arasındaymış. Türkiye’de her demokratik örgüt yöneticisi, gizli devlet terörünün başlıca hedeflerinden biri olduğunu bilir. Tüm çalışması boyunca da yapılması gereken görevleri bu gerçeği unutmadan cesaret ve metanetle yapar. Alevi örgütlerinin yöneticileri, kırımlar içinden geçmiş ve bu direniş ruhuyla pişmiş insanlardır. “Tevekkeltü taalallah” der, işine bakar. Onların, her biri bizim için kıymetlidir ve bir kıllarına bile zarar gelmemesi için her Alevi-Bektaşi elinden geleni yapar. Aslında bu haber Alevi-Bektaşi halkımız için hiç şaşırtıcı değildir. Türkiye’de milliyetçi-ırkçı-faşist cuntacılar ne zaman bir darbe planı yapsa, kamuoyunu bu girişimi haklı görmeye hazırlamanın, devlet eliyle zorbalığı halka kerhen de olsa kabul ettirmenin yollarından biri “mezhep çatışması” kisvesi altında gizlenecek bir Alevi kırımı örgütlemektir. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda uygulamaya konan ve Alevi belleğinde silinmez izler bırakan Kırıkhan, Sivas, Malatya, Kahramanmaraş, Çorum, yeniden Sivas, Gazi gibi her Alevi kırımında bu gizli devlet terör örgütlerinin eli vardır. Bu gizli terör örgütlerinin seferber ettiği eli kanlı kara kalabalıklar resmi devlet kurumlarının koruma ve kollaması altında bu kırımları gerçekleştirmiştir. Kırımın ardından yapılan sözde soruşturma-kovuşturma-ceza davalarından bu koruma ve kollama ile sıyrılmışlardır.

D

Rum Kaçırtma – Ermeni Kırımı

EVLETİN yüce çıkarları için “kurşun atan, kurşun yiyen” olarak siyasetçilerimizin övgülerine mazhar olan bu gizli terör örgütlerinin kırım uygulamaları sadece Alevilere yönelik değildir elbette. İttihat ve Terakki’den başlayan ve Cumhuriyet’ten sonra süren, “sermayenin Türkleştirilmesi” girişiminin ayrılmaz parçası Rum Kaçırtma, Ermeni Kırımı ve Yahudi Düşmanlığı oldu. Bu işler için önceleri “Teşkilat-ı Mahsusa” artığı örgütlenmeler ve kaba devlet gücü kullanılıyordu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan Varlık Vergisi ve vergi borcunu ödemeyenlerin zorunlu çalışma kamplarına tıkılması o eski tip uygulamaların sonuncusu oldu. Savaşın ardından girdiğimiz NATO, her ülkede kötü ünü dünyayı tutmuş İtalyan “Gladyo” örgütünün benzerlerini kurdu. Bizde bu yeni yapılanma 6–7 Eylül 1955 Kırımını, eski bir özel harp dairesi paşasının sözleri ile “muhteşem örgütlenmiş bir harekât” olarak uygulamaya koydu. Bu yeni örgütlenme Soğuk Savaş yıllarının ortamına uygun olarak kırımların suçunu “komünistlerin” sırtına yıkmaya çabalıyordu. 1960 askeri cuntası sonrasında bu anti-komünist-milliyetçi-ırkçı-faşist yapılanmalar hiç kesilmedi. Bu gizli terör örgütleri, “Komünizmle Mücadele Dernekleri” gibi “sivil” görünümlü maşaları eliyle Türkiye İşçi Partisi’ne karşı nice saldırı örgütledi. Bu olaylarda gizli terör örgütlerinin eylemlerinin ve eylemcilerinin resmi devlet kurumları tarafından korunduğu ve kollandığı görüldü. Aleviler de bu çabalardan nasibini aldı. Demokrasi talebiyle Alevilerin ve Kürtlerin desteğini alan Türkiye İşçi Partisi’nin yükselişinin önünü kesmek için yine bir özel harp dairesi paşasının başına geçtiği Birlik Partisi kuruldu. Kürt demokrasi hareketi de bin bir komplo ve terörle bastırılmaya çalışıldı. 12 Mart öncesi ve sonrası cuntalarının darbe hazırlığı döneminde sözde ilerici, Kemalist aydınların milliyetçi-ırkçıcuntacılarla nasıl işbirliği yaptığı apaçık ortaya serildi.

Siyasi İslamcı çevrelerin bu terör örgütleriyle işbirliği yaptığı, onların kanlı tertiplerine gönüllü yazıldığı da görüldü. Kahramanmaraş ve Sivas kırımı davalarında ne sivil, ne askeri idareden kimse en basit bir görevi ihmal suçlaması ile bile yargılanmadı. Fatura, eli kanlı kara kalabalıklara kesildi. Davada sözde yargılanan, özde korunan ve kollananlar onlardı. Siyasi İslamcı liderler ise sanık avukatı olarak siyasi şov yaptılar.

B

Krizde Demokrasi İstemini Yükselt

ÖYLE ciddi bir terör tehdidi altında bulunan demokratik AleviBektaşi hareketi geçtiğimiz yılın sonunda önemli atılımlar gerçekleştirdi. 9 Kasım yürüyüşü ile Alevilerin demokratik istemleri siyasi gündemin göbeğine oturdu. Muharrem ayı boyunca “sağır sultan” TRT bile Aleviler için program yaptı. Geçen yıl gösterilen tepkiler karşısında çöpe atılmış olan “Alevi açılımı” bir kez daha ele alındı, tozlarıçöpleri üflenip, yeni bir “Alevi iftarı” ile süslenip piyasaya sürüldü. Geçen yıl Çamuroğlu’nun girişimine duyulan tepkilerden korktuğu için geri çekilmiş olan CEM Vakfı yöneticileri bu kez “Lebbeyk!” diyerek orta oyununa daldı. Demokratik Alevi hareketinin yarattığı ortamda, devletin ve hükümetin oynatmak istediği orta oyunu için meydana atılacak bir parsa olursa toplamaya “ciddi ve ağırbaşlı” aday oldu. Ama unutulmaması gereken bir nokta var: Dünya tarihte görülen en derin ekonomik krizlerden birine girmiş durumda. Giderek artan işsizlik ve yoksulluk emekçi halkımızı her gün biraz daha derinden vuruyor. Önümüzdeki yıl boyunca bu ekonomik krizin ezici etkileri daha da ağırlaşacak. Devlet fonları ve IMF aracılığı ile alınacak krediler, ekonomik krizin, toplumsal bir krize dönüşmesini engellemek üzere banka ve sanayi sermayesinin emrine verilecektir. Hâlâ bu ortamdan parsa bekleyenlere varsa, onlara duyurulur: Krizde size kolay ekmek çıkmaz! Önümüzdeki dönemde demokratik Alevi hareketinin önünde duran görev ise ağırlaşan ekonomik kriz, kötüleşen yaşam koşulları karşısında yükseleceği görülen toplumsal muhalefetin etkin bir parçası olmaktır. Ne var ki Alevi solunun önde gelenleri, Kürt demokrasi hareketi ile solun ortak bir toparlanma girişimi olan Çatı Partisi’ne destek vermeyeceklerini açıkça ortaya koydular. Örnegin Turan Eser, Çatı Partisi yerine “Türkiye’nin toplumsal, siyasal, sosyal, demokratik ve ekonomik sorunları karşısında solun çözüm programı üretmek” gerektiğini söylüyor. Birlik çabası ile program oluşturma çabasının neden birbirinin karşısına konduğunu anlamak olanaklı değil, ancak belli ki Alevi solunun önemli bir kanadı bu girişimden umudunu kesmiş halde. “Solun çözüm programı” konusunda sözlerine sadık kalmalarını umarız, çünkü önümüzdeki dönemde bu sorun da gündemde önemli bir yer tutacaktır. Ne yazık ki demokratik Alevi hareketinin ünlenmiş bazı başka isimleri ise sol toplumsal muhalefete katılmak yerine yaklaşan yerel seçimlerde yine gözlerini CHP’den seçilmeye dikmiş durumda. “Milletvekili olamadık, hiç olmazsa belediyeden bir yer kapalım” diye seçilebileceklerini sandıkları yerlere aday olmak için çabalıyorlar. Bu, önümüzde duran sorunlar karşısında nafile bir çabadan ileri gitmeyecektir. Serçeşme dergisi yayınını tamamlarken, başarılarımız varsa, gönül defterlerine yazıla; kusurumuz olduysa, affola. Dört yılı aşkın süredir bize güvenenlere, bizi destekleyenlere aşk olsun. Önümüzdeki dönemin artan siyasi sorunlarını, Alevilerin demokratik istemlerinin Türkiye’de kapsamlı demokrasi programı ile ilişkisini tartışmayı gündeminin merkezine koyacak bir yayın olmayı hedefleyen Sacayak’da yeniden görüşmek üzere, aşk-ı niyaz ederim.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.