“Seyyah anlatıldığından çok daha iyi bir kitap. Beni derinden sarstı ve nefesimi kesti. Kitabı beni öyle ele geçirdi ki bir ayın sonunda kitap için ne yorum yapsam yeterli olmayacağına karar verdim.” The Pretty Good Gatsby
“Bu kitap satış rekorları kıracak.” Denver Post “Seyyah bu yılın en iyi kitabı.” The Huffington Post “Heyecan ve coşku dolu... Homeland, The Wire ve Son Ultimatom’un dört dörtlük bir karması.” Mail on Sunday (UK) “Seyyah tam bir 21. yüzyıl polisiyesi: Akla hayale gelmeyecek bir komployu, iyi betimlenmiş karakterlerle işliyor. Derken komplo öyle bir dönüş yaşıyor ki, sizi beklenmedik bir sona doğru sürüklüyor. Cesur ve sinematik tarzıyla, yetenek ve hevesle yazılmış, tatmin edici ve iddialı bir kitap.” The Times (UK)
3
“Hayes, mükemmel bir hikâye anlatıcısı, Seyyah ise herkes tarafından okunması gereken, zekâ yüklü bir eser.” Bookalicious Mama “Bu yıl okuduğum en iyi gerilim romanı. Bu kategoride ilk 10’da yer almayı hak eden muhteşem bir kitap.” Goodreads “Okurların seve seve içine dalacağı bir kasırga gibi. Sürükleyici, sarsıcı, uzun süre akıllarda yer eden bir roman.” Weekly Gravy “Sezonun, ıssız adaya düşseniz yanınıza almanız gereken en heyecan verici yayını… Dur durak bilmez belirsizliklerle dolu, nefes kesici bir öykü.” Janet Maslin, The New York Times “Büyük emek harcanan araştırmalarla hazırlanmış, enerji dolu ve dünyanın dört bir yanını karış karış gezen bir polisiye. “ Publisher’s Weekly
4
Seyyah Terry Hayes 1. Baskı: Nisan 2015 ISBN: 978-605-348-599-5 Yayınevi Sertifika No: 12330
Copyright©Terry Hayes Bu kitabın Türkçe yayın hakları William Morris Endeavor ajans aracılığıyla Martı Yayın Dağ. San. Tic. Ltd. Şti.’ne aittir. Yayınevinden izin alınmadan kısmen ya da tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. Baskı Ezgi Mat. Teks. Pors. İnş. San. Tic. Ltd. Şti. Matbaa Sertifika No: 12142 Sanyi Cad. Altay Sok. No: 14 Çobançeşme-Yenibosna/İstanbul Tel: 0 212 452 23 02
MARTI YAYINCILIK Martı Yayın Dağıtım San. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Davutpaşa Cd. Yılanlı Ayazma Sk. No: 8 Zeytinburnu/İstanbul Tel: 0 212 483 27 37 - 483 43 13 Faks: 0 212 483 27 38 www.martiyayinlari.com info@martiyayinlari.com
Orijinal adı : I am Pilgrim Yayın Yönetmeni : Şahin Güç Çeviren : İlke Afacan Editör : Elçin Kazancı Sayfa Tasarım : Elif Yavuz Redaksiyon : Zerrin Özalp Öztarhan Kapak : Sevil Şener
1. BÖLÜM
1
Yaşadığım sürece hatırlayacağım yerler var: boylu boyuna sıcak bir meltemin uğuldadığı Kızıl Meydan, annemin 8 Mil Yolu’nun arka sokaklarındaki yatak odası, gösterişli bir yetimler yurdunun uçsuz bucaksız bahçeleri, bir adamın beni öldürmek için beklediği ve Ölüm Tiyatrosu olarak bilinen harabeler... Ama hiçbir şey –eski püskü perdeleri, ucuz mobilyaları, tina ve diğer parti uyuşturucularıyla dolu masasıyla– New York’taki, asansörü olmayan o bina kadar zihnimde yer etmemiştir. Yerde, yatağın yanında duran bir el çantası, diş ipi gibi incecik, siyah iç çamaşırları ve yüksek topuklu bir çift Jimmy Choo duruyor. Tıpkı sahipleri gibi, bu eşyalar da buraya ait değil. Genç kadın banyoda çırılçıplak. Boğazı kesilmiş ve her süpermarkette bulunabilecek bir lavabo açıcının etkin maddesi olan sülfürik asitle dolu bir küvette yüzüstü yatıyor. Onlarca lavabo açıcı şişesi yere saçılmış. Fark ettirmeden, onların arasından geçiyorum. Fiyat etiketleri şişelerin hâlâ üzerinde duruyor, genç kadını öldüren kişinin şüphe 13
Terry Hayes çekmemek için bunları yirmi farklı marketten satın aldığını görüyorum. Her zaman söylerim, iyi planlamaya hayran olmamak elde değil. Ortalık mahşer yeri gibi, kulakları sağır eden bir gürültü var. Polis telsizleri bangır bangır, adli tabip asistanı bağıra çağıra yardım istiyor, bir İspanyol kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Kurbanın yeryüzünde tek bir tanıdığı bile olmasa, böyle bir manzara karşısında gözyaşlarına boğulan birileri mutlaka ortaya çıkıyor sanki. Banyodaki genç kadın tanınmaz halde; asidin içinde geçirdiği üç gün, yüz hatlarının tamamını yok etmiş. Plan da buymuş zaten, diye tahmin ediyorum. Onu öldüren kişi, ağırlık olarak ellerine birer telefon rehberi bağlamış. Asit, yalnızca parmak izlerini değil, deri altındaki el tarağı yapısını da baştan sona eritmiş. NYPD’nin* adli tıp uzmanları eşleşen bir diş kaydı bulacak kadar şanslı olmadıkları sürece, bu cesedin ismini koymak çok ama çok zaman alacak. Duvarlarda hâlâ kötülüğün hissedilebildiği bu tür yerlerde, insanın zihni tuhaf bölgelere sapabilir. Yüzü olmayan, genç bir kadın düşüncesi aklıma eskilerden kalma bir Lennon-McCartney ezgisini getiriyor. Kapı kenarında duran bir kavanozda sakladığı suratı takınan, Eleanor Rigby isimli kadına dair bir şarkı. Böylece zihnimde, kurbana “Eleanor” demeye başlıyorum. Olay yeri inceleme ekibinin daha yapması gereken çok iş olsa da, etrafta Eleanor’un seks sırasında öldürüldüğünü düşünmeyen bir kişi bile yok: Şiltenin yarısı yataktan kaymıştı, çarşaflar karmakarışıktı ve atardamardan komodine fışkırmış kan çürümeye yüz tutmuş, rengi * NYPD: New York Polis Departmanı. (ç.n.)
14
Seyyah kahverengiye dönmüştü. Ancak hasta ruhlu olanlar, katilin kadının boğazını, hâlâ içindeyken kestiğini düşünür. Kötü olan şu ki, haklı da olabilirler. Nasıl ölmüş olursa olsun, şükredecek bir şey arayanlar, aradıklarını burada bulabilir: Kadın, neler olup bittiğini anlamamış, elbette son ana dek. Tina –kristal meth– iş görmüş. Bu uyuşturucu sizi öyle bir azdırır, öyle bir mutluluk sarhoşuna çevirir ki, beyninize ulaşır ulaşmaz sizi sezgiden yoksun bırakır. Etkisi altındaki çoğu insanın aklındaki tek tutarlı fikir, bir partner bulup yürüyemeyecek hale gelinceye dek düzüşmek olur. Boşalmış iki tina poşetinin yanında, şu otel banyolarındaki minik şampuan şişelerine benzeyen etiketsiz bir şey duruyor, içinde de berrak bir sıvı var; sanırım bir GHB*. Bu aralar internet âleminin karanlık köşelerinde epey bir ilgi görüyor. Hızla, tecavüz hapı olarak da bilinen rohypnol’ün yerini alıyor. Çoğu müzikli mekân bunlarla dolup taşmış durumda: Clubber’lar, tina’nın paranoya etkisini azaltmak için bundan küçük bir tek atıyorlar. Ama GHB’nin de yan etkileri var: Utangaçlığın kaybolması ve çok daha yoğun bir cinsel deneyim. Sokaktaki lakaplarından biri de “Kolay Seks.” Eleanor, Jimmy’lerini ayağından fırlatıp minicik siyah eteğini çıkarırken, Dört Temmuz’daki** havai fişekler gibi olmuş olmalı. Kimsenin beni tanımadığı, herkes için sadece omzunda pahalı bir ceket ve geçmişin yüklerini taşıyan bir yabancıdan ibaret olduğum bu kalabalığın içinden geçerek yatağın yanında duruyorum. Kalabalığın gürültüsüne kulaklarımı kapıyorum ve zihnimde onu canlandırıyorum: adamın üs* GHB: Açılımı Gamma-hydroxy-butyric acid. Uyuşturucu madde. (ç.n.) ** Dört Temmuz, ABD Bağımsızlık Günü. (ç.n.)
15
Terry Hayes tünde, çıplak, atını süren bir kovboy gibi. Henüz yirmili yaşlarının başında, güzel bir vücudu var ve tam da iş üstünde; uyuşturucu kokteyli onu hızla, sarsıcı bir orgazma sürüklüyor. Vücut ısısı, meth yüzünden yükseliyor, kabaran göğsü iniyor, arzunun ve kimyasalların hücumuyla kalp atışları ve nefes alış verişleri hızlanıyor, yutkunmaların sonunda soluk alıyor, ıslak diliyse kafasına göre hareket ederek aşağıdaki ağzı bulmak için didinip duruyor. Zamane seksi, kesinlikle muhallebi çocuklarına göre değil. Pencerenin dışında sıralanan barlardan gelen neon ışıkları, sezon modasına uygun kesilmiş sarı saçlarındaki röflelere vurmuş ve Panerai marka dalgıç saatini gölgede bırakmış olmalı. Evet, saat çakma ama iyi bir taklit. Bu kadını, yani bu tip kadınları tanıyorum. Hepimiz tanıyoruz. Onları Milan’daki yeni büyük Prada mağazasında dolanırken, Soho’daki kulüplerin kapısında kuyrukta beklerken, Montaigne Bulvarı’ndaki yeni kafelerde skinny latte’lerini* yudumlarken görürsünüz. Onlar, People dergisinde haber okumanın ve sırtlarına yaptırdıkları Japon harfli dövmelerin bir başkaldırı simgesi olduğunu zannederler. Katilin, kadının göğsünü ellediğini canlandırıyorum gözümde; göğüs ucundaki mücevherlerle süslenmiş halkaya dokunuyor. Adam, halkayı parmaklarının arasına alıp aniden çekerek kadını kendine yaklaştırıyor. Kız çığlığı basıyor. Hızlanıyor, artık her yeri aşırı duyarlı, özellikle de göğüs uçları. Ama kızın umurunda değil; kıza göre, eğer biri sert takılmak isterse, bu ondan gerçekten çok hoşlandığı anlamına gelir. Herifin üzerine tünemiş, karyola başı sertçe duvara çarpıp dururken, genç kadın ön kapıya bakıyor olmalı; kapı * Yağsız süt ve şekersiz şurupla hazırlanan bir tür espresso. (ç.n.)
16
Seyyah kilitli ve zincirlenmiş, tabii ki. Bu muhitte en azından bu kadarını yapabilirsiniz. Arkada duran bir şema, tahliye güzergâhını gösteriyor; kadın bir otelde ama buranın Ritz-Carlton’la tek ortak noktası bu çizimden ibaret. Burası Eastside Inn; gezginlerin, sırt çantalı seyyahların, aklını yitirmişlerin ve bir gece için yirmi dolar verebilecek herkesin yuvası. Burada ne kadar isterseniz o kadar kalabilirsiniz; bir gün, bir ay, ömrünüzün kalanı boyunca. İhtiyacınız olan tek şey, biri fotoğraflı iki kimlik. Seksen dokuz numaralı odaya yerleşen adam burada epey zaman geçirmiş; çalışma masasının üstündeki altılı kutu içeceklerin yanında yarısı boşalmış dört sert içki şişesi ve birkaç kutu kahvaltılık gevrek duruyor. Komodinde bir müzik seti ve birkaç da CD var, hepsine göz gezdiriyorum. Müzik zevki iyiymiş, en azından bu kadarını söyleyebilirsiniz. Ancak, gardırop boş; görünüşe göre, kadının bedenini banyoda erimeye terk edip giderken yanına aldığı tek şey kıyafetleri olmuş. Gardırobun arkasından bir çöp yığını çıkıyor: atılmış gazeteler, boş bir haşere ilacı kutusu, kahve lekeli bir duvar takvimi. Takvimi elime alıyorum, her sayfada antik kalıntılardan birinin siyah-beyaz fotoğrafı var: Kolezyum, bir Yunan tapınağı, gece vakti Celsus Kütüphanesi. Çok sanatsal. Ama sayfalar bomboş, hiçbirinde tek bir not dahi yok. Kahve için bardak altlığı olmaktan öteye geçememiş görünüyor ve ben de takvimi fırlatıp atıyorum. Arkamı dönüp –hiç düşünmeden, sırf alışkanlıktan– ellerimi komodinin üzerinde gezdiriyorum. Ne tuhaf, hiç toz yok. Aynısını çalışma masasına, yatak başına ve müzik setine de yapıyorum ve aynı sonucu alıyorum: Katil, izlerini 17
Terry Hayes yok etmek için her şeyi silip temizlemiş. Sırf bu yüzden onu kutlayacak değiliz. Ama, aldığım bir kokuyla, parmağımı burnuma götürüyorum ve durum değişiveriyor. Kokusunu aldığım şey, yoğun bakım koğuşlarında enfeksiyona karşı kullanılan antiseptik bir sprey. Bu sprey yalnızca bakterileri öldürmekle kalmıyor, aynı zamanda DNA örneklerini –teri, deri döküntülerini, saçı– yok eden bir yan etkisi var. Odadaki her şeyi spreyleyip halıyı ve duvarları yıkayan katil, NYPD’nin adli elektrikli süpürgelerine hiç iş bırakmadığına emin olmuş. Her şey aniden netleşiyor. Bu olayın para, uyuşturucu ya da cinsel doyum için kuralına uygun işlenmiş bir cinayetten çok daha fazlası, epey kayda değer bir cinayet olduğunu fark ediyorum.
18
2 Herkes bilmez ya da muhtemelen önemsemez ama adli tıp biliminin ilk kuralı, “Locard* Prensibi”dir ve bu prensibe göre, “Suçlu ile suç mahalli arasındaki her temas bir iz bırakır.” Bu odada, etrafım onlarca farklı sesle çevrilmiş dururken Profesör Locard’ın seksen dokuz numaralı oda gibi bir şeyle karşılaşıp karşılaşmadığını merak ediyorum. Çünkü bu odada katilin dokunduğu her şey, ya asit dolu bir küvetin içinde, ya tamamen temizlenmiş ya da endüstriyel antiseptikle yıkanmış. Katilden geriye tek bir hücre ya da folikül kalmadığına eminim. Bir yıl önce, modern araştırma tekniklerini üstü kapalı anlatan bir kitap yazmıştım. Kitabın “Yeni Sınırlar” isimli bölümünde, hayatım boyunca antiseptik spreyin kullanıldığına yalnızca bir kez şahit olduğumu söylemiştim. Üstelik bu, Çek Cumhuriyeti’nden üst düzey bir ajanın işiydi. O davanın dosyası hiç de hayra alamet değil; bugün bile çözülemeyen davalardan biri. Seksen dokuz numaralı odada her kim yaşadıysa, belli ki işini biliyormuş. Hak ettiği saygıyı * Dünyanın ilk kriminal laboratuvarını Fransa’da kuran Edmond Locard. (ç.n.)
19
Terry Hayes göstererek odayı incelemeye başlıyorum. Adam pek derli toplu biri değilmiş. Yatağın yanında, diğer çöplerin arasında, yerde duran boş bir pizza kutusu görüyorum. Tam geçip gitmek üzereyken, bıçağı tuttuğu yerin burası olabileceğini fark ediyorum: Pizza kutusunun üzerinde, kolayca ulaşabileceği bir noktada. Eleanor’un bıçağın farkına dahi varamaması çok doğal. Genç kadının yatakta olduğunu canlandırıyorum gözümde; karmakarışık olmuş çarşafın altından ellerini adamın kasıklarına uzatıyor. Onun omuzlarını, göğsünü öperek aşağılara iniyor. Adam, az sonra olacaklardan belki haberdar, belki de değil: GHB’nin yan etkilerinden biri de öğürme refleksini bastırmasıdır. Kullananların on sekiz, yirmi, yirmi beş santimlik bir silahı ağızlarına alamamaları için hiçbir sebep yok. Bundandır ki, en rahat kullanım alanları eşcinsel saunaları ya da porno çekimleridir. Adamın kadını yakaladığını hayal ediyorum; onu sırtüstü yatırıyor ve kendi dizlerini kadının göğsünün iki yanına dayıyor. Kadın, adamın onun ağzını hedefleyerek yerleştiğini zannediyor olsa da, adamın sağ eli gelişigüzel bir şekilde yatağın yanından sarkmış olmalı. Adamın parmakları, kadın görmeden pizza kutusunu buluyor ve aradığı şeye dokunuyor: Soğuk ve ucuz, ama yepyeni ve keskinliği de fazlasıyla iş görür. O sırada bu manzarayı uzaktan izleyen birileri olsa, kadının kamburlaştığını görebilirlerdi. Genç kadının ağzından bir inilti yükselir ve izleyenler, adamın kadının ağzına girdiğini zannederlerdi. Ama öyle olmamıştı. Kadının uyuşturucunun etkisiyle parıl parıl parlayan gözleri yaşlarla dolu 20
Seyyah olmalı. Adamın sol eli kadının ağzına sımsıkı kenetleniyor, başını geriye doğru zorla eğerek boğazını ortaya seriyor. Kadın karşı gelerek debeleniyor, kollarını kullanmaya çalışsa da adam ondan önce davranıyor. Dizleriyle üzerine çullanıp göğsüne çöküyor, kollarıyla onu tutarak kıpırdayamaz hale getiriyor. Peki, ben bunu nasıl biliyorum? Küvetteki cesette sadece iki berelenme izi seçilebiliyor da ondan. Genç kız çaresiz. Adamın sağ eli meydana çıkıyor. Eleanor, adamın elini görüyor ve çığlık atmaya yelteniyor, şiddetle sarsılıp kıvranarak adamın elinden kurtulmak için mücadele ediyor. Pizza bıçağının tırtıklı çeliği, hızla göğsünden geçerek solgun boğazına yöneliyor. Bıçak derinden kesiyor… Komodinin üzeri, sıçrayan kan damlacıklarıyla dolu. Beyni besleyen atardamarlardan biri tamamen kesildiğinde onca kan buraya sıçramış olmalı. Eleanor devriliyor, ağzından hırıltılar çıkararak kan kaybediyor. Son bilinç kalıntıları, az önce kendi cinayetine şahit olduğunu söylüyor ona ve tek dileği yok olmak. Adam cinayeti işte böyle işliyor, cinsel birleşme anında olmadığı kesin. Bir kez daha, Tanrı’ya böyle küçük şeyler için şükrediyorum. Yani... sanırım. Katil, asit banyosunu hazırlamak için kalkıyor. Bu sırada da, muhtemelen üzerinde olan ve kanlar içinde kalmış beyaz tişörtü çıkarıyor. Tişörtün kalıntılarını az önce küvetin içinde Eleanor’un bedeninin altında, bıçakla birlikte buldular. Bıçak yaklaşık on santim uzunluğunda, kabzası siyah plastik, Çin’deki milyonlarca sömürü atölyesinden birinde üretilmiş. Olanları gözümde böyle açıkça canlandırmanın sersemliğini hâlâ yaşarken omzuma uzanan kaba saba bir eli 21
Terry Hayes zar zor fark ediyorum ve aynı anda eli yakaladığım gibi omzumdan indirip büküyorum. Neredeyse kolu kırmak üzereyim, bu eski yaşantımdan yadigâr bir alışkanlık, maalesef. Elin sahibi, kısa bir özür mırıldanan ve bana garip bir şekilde bakan bir adam, kenara çekilmemi sağlamaya çalışıyor. Üç erkek ve bir kadından oluşan adli tıp ekibinin lideri, şiltede sperm kalıntısı olup olmadığını görmek için kullanacağı UV lambalarını ve Fast Blue B testinin boya kaplarını yerleştiriyor. Henüz antiseptiği keşfedemediler ve ben de onlara bundan hiç bahsetmedim çünkü tek bildiğim, katilin yatağın bir bölümünü atladığı. Eğer tahminim doğruysa ve Eastside Inn’in mahiyeti de göz önünde bulundurulursa, fahişelerin uzun çorap giydiği zamanlardan kalma birkaç bin pozitif sonuç bulurlar sanırım. Yollarından çekiliyorum, ama kafam feci karışmış durumda. Her şeyi aklımdan çıkarmaya çalışıyorum çünkü odayla ve tüm bu durumla ilgili beni rahatsız eden –ama henüz ne olduğundan emin olamadığım– bir şey var. Senaryonun bir bölümünde hata mevcut ve onun ne olduğunu bulamıyorum. Etrafa bakıyorum, gördüklerimin listesini çıkarıyorum ama yine de bulamıyorum. Cevabın gecenin erken saatlerinde gizli olduğunu hissediyorum. Geriye dönüyorum, zihnimdekileri, odaya ilk adım attığım ana kadar geri sarıyorum. Sorun neydi? İlk izlenimimi geri kazanmaya çalışarak bilinçaltımın derinliklerine uzanıyorum. Aradığım, şiddetten bağımsız, küçük ama her şeyden daha önemli bir şey. Ona bir dokunabilsem… o duyguya… sanki… o şey, sanki hafızamın ters köşesinde duran bir kelime gibi. Varsayımla22
Seyyah rın, sorgulanmamış varsayımların insana nasıl her seferinde hata yaptırdığını kitabıma yazışımı düşünmeye başlıyorum… ve cevap ortaya çıkıyor. Odaya girdiğimde, çalışma masasının üstünde altılı bira kutusu, buzdolabında bir kutu süt görmüş, televizyonun yanında duran birkaç DVD’nin adını okumuş, çöp kutusundaki poşeti fark etmiştim. Ve bilinçli düşüncelerime ulaşmadan zihnimde beliren ilk izlenim –o kelime– “dişi” olmuştu. Seksen dokuz numaralı odada olan her şeyi doğru anlamıştım, en önemli şey hariç. Burada yaşayan kişi genç bir erkek değildi, Eleanor’la sevişip onun boğazını kesen çıplak bir adam yaşamamıştı burada. Genç kadının vücut hatlarını asitle yok eden ve odayı antiseptik spreyle yıkayan kişi zeki puştun teki değildi. O bir kadındı.
23
3 Kariyerim boyunca birçok güçlü insanla tanıştım, ama gerçekten doğal bir otoritesi olan tek kişi tanıdım. Bu adam, tek bir fısıltısıyla sesinizi kesebilir. Kendisi şu an koridorda, bana doğru gelirken adli tıp uzmanlarına da beklemeleri gerektiğini söylüyor: İtfaiye Departmanı, birileri yanmadan önce asidi emniyete almak istiyor çünkü. “Plastik eldivenleriniz elinizde kalsın,” diye tembihliyor. “Lobide birbirinize beleş prostat muayenesi yaparsınız.” Adli tıp uzmanları dışında herkes kahkahalara boğuluyor. Sesin sahibi Ben Bradley, cinayet masası müfettişi ve suç mahallinin baş yetkilisi. Şu ana dek otel müdürünün ofisinde, bu batakhaneyi işleten pisliğin yerini bulmaya çalışıyordu. Uzun boylu –pislik olan herif değil, Bradley–, kocaman elleri olan, paçaları kıvrılmış kot giyen, ellili yaşların başında bir siyahi. Karısı, boş bir çabayla bu kıyafetleri alıp imajını yenilemesi için yakın zamanda onu ikna etmiş. Ama adam, kendi dediğine göre daha ziyade, Steinbeck romanlarından fırlamış bir karaktere, Dust Bowl* döneminden bir * 1930-1936 yılları arasında, ABD ve Kanada topraklarının bazı bölümlerinin oldukça
24
Seyyah modern mülteciye benzemiş. Cinayet alanlarının tüm diğer müdavimleri gibi onun da adli tıp uzmanlarına pek düşkün olduğu söylenemez. Bunun ilk nedeni, birkaç yıl önce, bu iş dışarıya yaptırılırken, bol keseden maaş alan bu tiplerin, sırtlarında “Adli Biyolojik Hizmetler AŞ” yazan gıcır gıcır beyaz tulumlarla ortalarda dolaşmaya başlamasıydı. İkinci ve onu çileden çıkaran asıl neden ise, adli çalışmaları işleyen iki televizyon programının büyük başarı yakalaması ve bu durumun, adli tıp uzmanlarında tahammül edilemez bir şöhret salgını başlatmasıydı. Yakın zamanda, “Tanrım,” diye söylenmişti, “ülkede reality show’a çıkma hayali kurmayan tek kişi yok mu yahu?” Şöhret meraklılarının taşınabilir laboratuvarlarını toplamasını izlerken gözü bana takılıyor. O esnada ben duvara dayanmış ve sessiz sessiz etrafı izliyorum, ömrümün yarısını böyle geçirmişimdir herhalde. Onun ilgisini çekmeye çalışan insanları umursamadan bana yöneliyor. Tokalaşmıyoruz, neden bilmem ama tokalaşmak hiç bize göre olmadı. Arkadaş olup olmadığımızdan bile emin değilim. Bugüne dek hiçbir tarafa bağlı olmadan, her takımın dışında kaldığım için, bu konuyu yargılamak bana düşmez. Gerçi, işe yarar mı bilmiyorum ama birbirimize saygı duyarız. “Geldiğin için sağ ol,” diyor. Başımı sallıyor, paçaları kıvrılmış kotu ile suç mahallinin kan ve pisliğinin içinde bata çıka dolaşmaya uygun siyah iş botlarına bakıyorum. “Buraya neyle geldin? Traktörle mi?” diye soruyorum. zarar veren toz fırtınalarıyla geçen döneme verilen ad. John Steinbeck’in Gazap Üzümleri ve Fareler ile İnsanlar kitapları bu dönemde geçer. (ç.n.)
25
Terry Hayes Gülmüyor. Zaten Ben pek gülmez, görüp görebileceğiniz en ifadesiz heriftir. Ama bu, komik olmadığı anlamına gelmiyor. “Etrafa göz atma şansın oldu mu, Ramón?” diyor sakince. Adım Ramón değil ve o da bunu gayet iyi biliyor. Ayrıca yakın zamana kadar ülkemizin en gizli istihbarat birimlerinden birine mensup olduğumu da biliyor. Bu nedenle, Ramón García’ya gönderme yaptığını anlıyorum. Ramón, Ruslara ulusal sırlarımızı satarken kimliğini gizlemek için sayısız zahmete girmişti. Ama çaldığı belgeleri taşırken kullandığı poşetlerin her yerinde parmak izlerini de bırakmıştı. Ramón, tarihin muhtemelen en beceriksiz gizli operasyon ajanıydı. Dediğim gibi, Ben çok komik bir adamdır. “Evet, biraz baktım,” diyorum. “Bu çöplükte yaşayan kişiyle ilgili ne biliyorsun? Baş şüpheli bir kadın, değil mi?” Ben, çok şeyi saklayabilir ama, “Bir kadın mı?!” diye sorarcasına bakan gözlerindeki şaşkınlığı gizleyemez. Harika, diye düşünüyorum; işte, Ramón intikam alıyor. Yine de, Bradley sakin bir polis. “Bu ilginç işte, Ramón,” diyor. Bunu gerçekten bir iz üstünde olduğum için mi, yoksa sırf onun ilgisini çekmek için mi söylediğimi anlamaya çalışıyor. “Bunu nasıl anladın?” Çalışma masasındaki altılı bira paketi ve buzdolabındaki sütü gösteriyorum. “Bu nasıl bir adam olabilir ki? Bir erkek birayı soğuk tutup sütü bozulmaya bırakırdı. DVD’lere bir bak, bir sürü romantik komedi ve aralarında tek bir aksiyon filmi yok. Gel biraz dolaşalım, ha?” diye devam ediyorum. “Kaç erkeğin çöp kutusuna torba geçirdiğini öğrenmek ister misin? Bu bir kadının, ne tür bir rol yapıyor olursa olsun, buraya ait olmayan bir kadının yapacağı bir şey.” Dediklerimi ölçüp biçiyor, gözüm üzerinde ama fikirle26
Seyyah rimi ona satıp satamadığımı söyleyebilmek imkânsız. Daha ben bunu soramadan, iki genç dedektif –bir kadın ve ortağı– İtfaiye Departmanı’nın tehlikeli madde logolu varillerinin arkasından beliriyor. “Bir şey bulduk, Ben!” diyor kadın polis. “Odayı tutan kişiyle ilgili…” Bradley sakince başını sallıyor. “Evet, bir kadın. Bana bilmediğim bir şey söyleyin. Ne olmuş ona?” Anlaşılan, fikirlerimi ona satmayı başarmışım. İki polis bakakalıyor, Ben’in bunu nasıl bildiğini merak ediyorlar. Bu sabah itibariyle, patronlarının efsanesi biraz daha büyüdü bile. Ben mi? Ben bu herifin resmen utanmaz olduğunu, gözünü bile kırpmadan bu işin kaymağını yiyeceğini düşünüp gülmeye başlıyorum. Bradley, bana bir göz atıyor ve bir an için, onun da bana gülümseyeceğini zannediyorum. Ama bu boş bir ümit. Gerçi, mahmur gözlerini kırpar gibi oluyor, ilgisi tekrar iki polise dönerken, “Onun bir kadın olduğunu nasıl anladınız?” diye soruyor onlara. “Otel kayıtlarını ve tüm oda bilgilerini aldık,” diye cevap veriyor Connor Norris isimli erkek dedektif. Bradley aniden canlanıveriyor. “Müdürden mi? O pisliği bulup ofisini açtırdınız mı?” Norris başını hayır dercesine sallıyor. “Uyuşturucu suçundan, hakkında dört tane yakalama emri var, muhtemelen Meksika yolunu yarılamıştır. Ama, Alvarez,” diyerek kadın ortağını gösteriyor, “üst katta yaşayan ve hırsızlıktan aranan bir adamı tanıdı.” Norris, daha fazla ne kadar bilgi vermesi gerektiğini bilemez bir ifadeyle ortağına bakıyor. 27
Terry Hayes Alvarez omuzlarını silkip en iyisini umarak gerçeği ortaya seriyor. “Hırsıza, müdürün odasının kapısını ve kasasını bizim için açtığı takdirde, ‘kodesten ücretsiz çıkış kartı’ vermeyi teklif ettim.” Gözü Bradley’yde olan kadın, geriliyor, bu işin başına ne kadar bela açacağını merak ediyor. Patronunun yüzünden hiçbir şey okunmuyor, sesinin şiddeti biraz azalmış, hatta yumuşamış. “Ya sonra?” “Toplamda sekiz kilit vardı ve hepsini bir dakikadan kısa sürede açmayı başardı,” diyor kadın. “Bu şehrin böyle tekinsiz olmasına şaşmamalı.” “Kadının dosyasında ne vardı?” diye soruyor Bradley. “Makbuzlar. Bir yılı aşkın bir süredir burada kalıyormuş,” diyor Norris. “Nakit ödeme yapmış, ne telefonu kullanmış ne televizyonu ne de kabloluyu, hiçbir şeye dokunmamış. Belli ki takip edilmek istemiyormuş.” Bradley başıyla onaylıyor, onun da aklından aynı şey geçiyor. “Komşuları onu en son ne zaman görmüş?” “Üç ya da dört gün önce. Kimse emin değil,” diyerek detayları aktarıyor Norris. Bradley mırıldayarak, “Flörtünü öldürür öldürmez ortadan kaybolmuş anlaşılan. Kimlikten n’aber? Dosyasında bir şeyler olmalı,” diyor. Alvarez notlarını kontrol ediyor. “Florida bölgesine ait bir ehliyetin ve öğrenci kartı benzeri, fotoğrafsız bir kartın fotokopileri var,” diyor. “Her iddiasına varım ki, sahtedirler.” “Yine de kontrol edin,” diyor Bradley. “Onları Petersen’a verdik,” diyor Norris, bir başka genç dedektifi kastederek. “İlgileniyor.” 28
Seyyah Bradley de bunu uygun buluyor. “Hırsız ya da diğerlerinden biri şüpheliyi tanıyor muymuş? Onun hakkında herhangi bir şey biliyorlar mı?” İkisi de kafalarını iki yana sallıyor. “Hiç kimse tanımıyor. Yalnızca gelip gittiğini görüyorlarmış,” diyor Norris. “Hırsıza göre yirmilerinin başında, 1,70 boylarında, harika bir vücudu olan…” Bradley gözlerini deviriyor. “Bu, onun standartlarına göre, kadının iki bacağı olduğu anlamına geliyordur herhalde.” Norris gülümsüyor, ama Alvarez hırsızla yaptığı anlaşmayla ilgili Bradley’nin bir şeyler söylemesini umuyor yalnızca. Eğer canını çıkaracaksa hemen yapıp bitirmesini istiyor. Ama bunun yerine, görevine devam edip profesyonelliğini koruması gerekiyor: “114’teki aktris bozuntusuna göre, hatun görünümünü sürekli değiştiriyormuş. Bir gün Marilyn Monroe gibiyken diğer gün Marilyn Manson’a dönüşüyor, bazı günler de her iki Marilyn kılığına birden giriyormuş. Sonra Drew ve Britney, Dame Edna, K. D. Lang kılıkları da var…” “Siz ciddi misiniz?” diye soruyor Bradley. Genç polisler, daha fazla isim sayıp göstererek, evet dercesine başlarını sallıyorlar. “Robot resmi görmek için sabırsızlanıyorum,” diyor Bradley, cinayet soruşturmasını çözüme götüren yolların bir bir kapandığını fark ederken. “Başka?” Polisler, başlarını iki yana sallayıp noktayı koyuyorlar. “En iyisi şu kaçıklardan, en azından tutuklama emri olmayanlardan, onların da sayısı üçü geçmez herhalde, ifadelerini almakla başlayın işe.” 29
Terry Hayes Bradley, onları gönderip düşünceli bir halde bana dönerek onu epey endişelendiren bir konuyu açıyor. “Daha önce bunlardan görmüş müydün?” diye soruyor, lastik eldivenlerini takıp gardırobun rafından metal bir kutu alarak. Haki renkli ve öyle ince ki, onu daha önce fark etmemiştim. Tam kutuyu açmak üzereyken dönüp Alvarez ile Norris’e bakıyor. İki polis, zehirli atık pompalarını toplayan itfaiyecilerin arasından geçerek mekândan ayrılıyor. “Hey, çocuklar!” diye sesleniyor, Bradley. Dönüp ona bakıyorlar. “Şu hırsız konusunda iyi iş çıkardınız.” Alvarez’in rahatladığı yüzünden anlaşılabiliyor. Genç dedektifler, sessiz bir teşekkürle ellerini sallıyor ve gülümsüyorlar. Ekibinin ona böylesine tapmasına şaşmamak gerek. Metal kutuya bakıyorum, daha yakından inceleyince kenarına beyaz harflerle seri numarası basılmış bir evrak çantasını andırdığını fark ediyorum. Askeri bir eşya olduğu belli, böyle bir şey gördüğüme dair belli belirsiz bir şeyler hatırlıyorum. “Taşınabilir?” diyorum, pek emin olmadan. “Sayılır,” diyor Bradley. “Diş hekimi seti.” Kutuyu açıyor ve içinden köpüğe yerleştirilmiş tam takım bir askeri diş hekimi araç gereci çıkıyor: davyeler, sondalar, diş çekim penseleri. Bradley’ye bakıp, “Kurbanının dişlerini mi sökmüş?” diye soruyorum. “Hepsini. Tek bir diş bile bulamadık, bence hepsini attı. Belki klozete atıp sifonu çekmiştir de şansımız yaver gider. Tesisatı da bu yüzden açıyoruz zaten.” “Peki dişler, kurbanın ölümünden önce mi, sonra mı çekilmiş?” 30
Seyyah Ben, nereye varmak istediğimi anlıyor. “Hayır, işkence yok. Adli tıpçılar ağzını incelediler. Kimlik tespitini engellemek için, öldükten sonra yapıldığından oldukça eminler. Senden de bu yüzden uğramanı istedim. Ev dişçiliği ve bir cinayetle ilgili kitabında geçen bir şeyler olduğunu hatırladım. Eğer olay ABD’de geçtiyse, belki de bir…” “Bağlantı kurulamaz. İsveç’teydi,” diyorum. “Herifin teki, kurbanının diş köprüsünde ve çenesinde cerrahi bir çekiç kullanmıştı, sanırım aynı amaçla. Ama, şu diş penseleri... Daha önce böyle bir şey görmemiştim.” “Eh, artık gördük,” diye cevap veriyor Ben. “İlham verici,” diyorum. “Yani, medeniyet anlamında epey ileride.” İnsanlığa dair ümitsizliğimi bir kenara bırakıp katilin beni ne kadar etkilediğini söylemem gerek. Ölü bir bedenden otuz iki dişi sökmek hiç de kolay iş değil. Belli ki katil, onun işini yapan diğer insanların çoğunun atladığı bir konuyu iyi kavramış: Kimse cinayet işlediği için tutuklanmaz, planlarını iyi yapamadıkları için tutuklanır yalnızca. Metal kutuyu işaret ederek, “Bir sivil böyle bir şeyi nereden alabilir?” diye soruyorum. Ben omuzlarını silkiyor. “Nereden isterse. Pentagon’ dan bir dostumu aradım, o da arşivlere göz attı: Geçen birkaç yıl içinde dört bin üretim fazlası olmuş ve ordu, bu partiyi vahşi doğa ve yaşam mağazalarında elden çıkarmış. Takibini yapacağız, ama bu şekilde onu enseleyebileceğimizi zannetmiyorum. Sanmıyorum ki, hiç kimse…” Sesi canlılığını yitiriyor. Bir labirentte kayboldu, bulmacanın içinde koşturup duruyor ve bir çıkış yolu arıyor. 31
Terry Hayes “Elimde ne kurbanın yüzü var,” diyor usulca. “Ne diş kaydı, ne bir görgü tanığı… En kötüsü de, elimde bir sebep olmaması. Bu işi herkesten iyi bilirsin. Bu işin çözümünü sorsam sana, hangi olasılıklardan bahsederdin?” “Hemen şimdi mi? Olasılıklar, sayısal loto ya da o piyangonun adı her neyse işte, onun kadar çok,” diyorum. “İçeri girince insan önce, bunun bir amatör işi olduğunu düşünüyor, yine bir uyuşturucu ya da seks oyunu gibi. Ama sonra daha yakından inceleyince… Daha önce böylesine başarılı bir işi ancak bir iki kez görmüşümdür.” Sonra ona antiseptik spreyden bahsediyorum ve elbette bu, onun duymak isteyeceği son şey. “Moral verdiğin için sağ ol be!” diyor. Üzerinde hiç düşünmeden, işaretparmağı ile başparmağını birbirine sürtüyor. Uzun zamandır yaptığım detaylı gözlemlerden, bu hareketi bir sigaraya ihtiyaç duyduğunda yaptığını biliyorum. Bir keresinde bana doksanlarda sigarayı bıraktığını söylemişti ve eminim o zamandan beri bir sigaranın ona iyi geleceğini milyonlarca kez düşünmüştür. Arzusunun üstesinden gelebilmek için konuşmaya başlıyor. “Sorunum ne, biliyor musun? Marcie bana bir keresinde demişti ki,” –Marcie karısının adı– “kurbanlarla çok yakınlaşıyormuşum, bu yüzden de kendimi onların kalan son dostu zannediyormuşum.” “Onların kahramanı gibi mi?” diyerek araya giriyorum. “Marcie’nin de kullandığı kelime tam olarak buydu. Ve benim yapmayı asla beceremediğim tek bir şey var, Marcie bunun belki de benimle ilgili gerçekten sevdiği tek şey olduğunu söyler: Ben, bir dostumu asla yüzüstü bırakamam.” Ölülerin savunucusu, kelimeleri geçiyor aklımdan. Bundan daha kötü şeyler de var hayatta. Keşke ona yardım 32
Seyyah edebileceğim bir şeyler olsaydı. Ama yok. Bu benim soruşturmam değil ve henüz otuzlarımda olmama rağmen ben emekliye ayrıldım. Asyalı aksanıyla bağıran bir teknisyen odaya hızla giriyor. “Ben?” Bradley, ona dönüyor. “Bodrumda!”
33
34