Kasım 2016
Yeniden
SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD SAFER 1438
ALTI LİRA
KASIM 2016
SAYI: 1011
CİLT: XLI
Çağrımız: İttihad-ı İslâm
“Va’tesimu bi hablillâhi cemîa” “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” ÂLİ İMRÂN-103 MÜNDERECAT: Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, FATİH BAYHAN - Umar mıydın?, SELMA ERSOY - İslâm dünya dinidir, MEHMET ŞEVKET EYGİ - Birliğin kapısı mümin gönüllerdir - Faithful hearts as the door to unity, SADIK GÜNEŞ - Şia, Ehl-i Sünnet çatışması bağlamında mezhep (çilik) olgusu, SERKAN YORGANCILAR - Haacer’in adı yok!, ABDURRAHMAN DİLİPAK - Mehmet Akif Ersoy, AHMET BELADA - Ömer Lütfü Mete ile bir hatıra, AHMET TURGUT - Tuhfetü’l Ahyâr, ABDÜLHAY EL-LEKNEVÎ- Bağrıyanık bir candan geçti, MEHMET CEMAL ÇİFTÇİGÜZELİ - İslamcılığı yeniden tartışmak, AYŞE Y. UMUTLU - Hal-i pür meâlimiz, MEHMET AYSOY - İzzetbegoviç’in derdi, M. HAKKI AKIN - Vatan sevgisi imandandır, MUSTAFA YAZGAN - Mehmet Akif, İHSAN ŞENOCAK - 40 Yılda bir gelen, AHMET TURGUT - FATIMA ZEHRA - Düzen, SERVET AYDEMİR - Kendi hikayesinin peşindedir insan, TALİP IŞIK - Eşref Edip’in kaleminden Akif’in Kur’an tercemesi - Bolivya Müslümanları, EMRE YILDIRIM - Tolstoy İslamiyeti seçti mi?, MEHMET POYRAZ - Modern adam, FİKRİ AKYÜZ - Hat sanatında ketebe, MESUT DİKEL - Tuvalet kültürünün tarihi, M. AKİF IŞIK - Fıkıhta Sünni Şii ihtilafı, HAYREDDİN KARAMAN - Bir garip Orhan Veli, RECEP GARİP - Safahat’ın bölümleri, MUSTAFA ÖZÇELİK - Tefrikanın ilacı; Tevhid, RAMAZAN ALTINTAŞ - Alimin ölümü, âlemin ölümü gibidir, HÜSEYİN TÜRKMEN - Sebîlürreşad TBMM gizli celse tutanaklarında Lozan’ı araştırdı, AHMET AKGÜL - Batının vahşi sanayileşmesinin bedeli iklim değişikliği, AYDIN YILDIRIM - Sebîlürreşad okuyucusuyla hasbihal - Sultan’ın Emlak-ı Şâhânesi ortaya çıktı,Z.ABİDİN TÜRKOĞLU
iki
Başyazı
Allah’ın İpine “sımsıkı” sarılın, ayrılmayın! Tefhim-ul Kur’an, ÂLİ İMRÂN-103. Ayeti şöyle tefsir eder: “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.” Bir karmaşa yaşadığımız doğru. İçimizde korku var. Zira “Toptan Allah’ın ipine sarılın” ayetine uymadık. İçimize düşen ürperti bu yüzden. Yemen’den başlayarak bir bir domino taşı gibi düşürülüyoruz. Her bir taş bir diğerinin zeminini sallıyor ve düşürüyor. Yemen, Tunus, Mısır, Suriye… Şimdi Ümmetin kalbi Türkiye’yi düşürme gayretindeler. Siyasetimiz bu dirence ne kadar dayanacak? Dayanmalı elbet… Herşey siyasette de açık, dürüst ve şeffaf yürüse mesele değil. Batı, maşalarla bel altı vuruyor. Şimdi en tehlikeli yerden edepsizce, hayasızca vuruyor. Aylan bebek, Ümran bebek onların yüzsüz insanlığında bir katre yara açmış değil. İntikam hırsıyla büyüyorlar, ilerliyorlar. DEAŞ, İŞİD kanlı eylemleriyle ekranlara verilirken, asıl DEAŞ’ı ve İŞİD’i kurgulayan ve siyasi DEAŞ rolünü oynayan Batı acımasızca Şii ve Sünni savaşı çıkartmaya çalışıyor. İran gibi Yavuz Sultan Selim’den beridir sınırımızda en ufak bir anlaşmazlık yaşanmayan komşumuzla şimdilerde “acem ateşi” oyunu oynar olduk. Suriye’de şii milisler, Kuzey Irak’ta Şii Milisler, Haşdi Şabi denilen yeni bir illet. PYD, YPG, PKK illetleri… Sünnilere dağıtılan şii katliamı görüntüleri, facebook ve twitterde servis edilen sünni videoları karşılıklı bir çatışmayı besliyor. Tam bu ortamda İran devletinin finanse ettiği İranlı yönetmen Mecidi’ye ait “Hz. Muhammed’in Hayatı” adlı sinema filmi gösterime giriyor. Diyanet İşleri Başkanlığı açıklama yaptı ve sakınca görmediklerini beyan etti. Diyanetin bu açık ifadesine rağmen birçok Sünni Alim’in farklı eleştirileri de var. Meselenin filmografisinde değiliz, zamanlamasındayız. Neden bugünlerde oluyor tüm bu olanlar… Çağrı’nın ilk yayına girdiği ay Ramazan ayıydı. Mecidi’nin filmi sezon sonu denilen bir zamanda yayına veriliyor.
Batı, kendi tarihinde yaşanan otuz yıl savaşlarıyla ciddi bir tahribat yaşamıştı. Bu deneyimi şimdilerde islam coğrafyasına yaşatmaya çalışıyor. Etnik olarak küçük devletler haline gelen islam coğrafyası, şimdi mezhep devletleriyle yeni bir ayrım aşamasında. Bu gidiş şüphesiz islam coğrafyasında onarımı zor yaralar açacaktır. Temel akaidimiz ortak, fıkıh anlayışımız farklı olabilir. Zaman fıkhi ayrılıklar üzerinden bir kavga zamanı değil, zaman kur’an ve sünnet ipine sarılma zamanıdır. Asıl olanın İslam olduğunu unutup, mezheplerimizi din haline getirirsek hem islam’ın temel akaidine, hem kur’an ve sünnet fıkhına riayet etmemiş oluruz. Bir Şii’yi bir Sünni’den ayıran nedir? Bir Selefi’yi bir Caferi’den ayıran nedir? Nedir bu anlayış farkları ki bir diğerinin ölümüne neden olsun? İslam tarihinde feci vak’alar yaşadık. Cemel ve Sıffın vak’ası, Rasulullah’ın torununa, onun ailesine din adına, güç ve iktidar adına neler yaşatıldı. Bunların acısını hepimiz derin bir şekilde yaşadık. Onun ciğer parelerinin canına kıyanlar hangi din, hangi fıkıh, hangi tefsire dayanabilir? Kişisel hırslarımızı, güç ve saltanat merakımızı bir kenarda eritelim ve Allah rızası için, Rasulullah (s) sevgisi için kardeşliğimizi güçlendirelim. Ehli salibin oynadığı oyunu görelim, bu karanlık devri birbirimizi öldürerek, yok ederek aydınlatamayız. İkimizin yokluğu ehli salibin varlığını güçlendirecektir, unutma. Halep, Şam, Bağdat tarumar oldu. Medeniyetimizin hem mimarisi, hem tarihi yok edildi. 3 milyondan fazla kardeşimiz öldürüldü. Halen kan revan içinde milyonlarca kardeşimiz mülteci durumda. Ey kalbi olduğuna inandığımız Müslümanlar, Aylan Bebek Batı’nın kahkahasını kesmedi de, size ne oluyor? Sizin hırslarınızı, güç ve saltanat aşkınızı nasıl kesmez! Allah’ın ayetlerini bayrak etmek güzel de, o ayetler ışığında kardeşlik yolunda ilerlemek daha güzeldir. Mü’minler ancak müminleri dost edinebilir. Allah’ın va’di budur. Mehmet Akif üstadımız “Acem Şahı” adlı şiirine Şeyh Sa’di’nin şu beytiyle giriş yapar, bizde yazıyı onun bu sözüyle bitirelim: “Be-merdî ki mülk-i serâser zemîn Niyerzed ki hûnî çeked ber zemîn.” Sa’dî (Baştan başa bütün dünya bir damla
Hesap no :
Kapak çizim: Hattat Mesut Dikel Musahhih: Esengül Şehitoğlu Dizgi - Tasarım İmay Yapım A.Ş.
Sosyal Medya: ZİRAAT KATILIM BANKASI ULUS ŞB. facebook.com/sebilurresaddergisi twitter.com/sebilurresad_d (Nezihe Bayhan adına) instagram.com/sebilurresad_d
TR0500 2090 0000 0975 1700 0001
Umar mıydın? torunu
SELMA ERSOY ARGON Dedem Mehmet Akif’in islam coğrafyasının haline ağladığı, Gölgeler bölümünde yayınlanan “Umar mıydın” adlı şiirini bu sayıda onun köşesinde sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu yazı aslında Sebîlürreşad’ın Ekim 1918’de basılan 372. sayısında yayınlandı. Ancak içinde bulunduğumuz atmosfer aradan geçen yüzyıla rağmen değişmedi. Coğrafyamızda ağıtlar devam ediyor. Ve şimdi mezhepler savaşı çıkartma gayretine şahitlik ediyoruz. Bu tehlikeli oyun, yeni ateşler yakacaktır. Dedem bu şiirini Kuzey Müslümanlarının (Rusya) alim liderlerinden Ataullah Bahaddin’e ithaf etmiş, onun serencamına şiirle ayna tutmak istemiştir.
kanın yere dökülmesine değmez)
KURUCUSU: EŞREF EDİP - MEHMET AKİF ERSOY Kuruluş: 1908 - İSTANBUL CİLT: 41 YIL: 1 SAYI: 4 14 KASIM 2016 ABONE BEDELİ: 6 Aylık 70 Türk Lirası 12 Aylık 120 Türk Lirası sebilurresadabone@gmail.com
Mehmet Âkif’in Kürsüsü...
“Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım; O gün akşama kadar İslâm’ın garibliğine, müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım...” Şimal müslümanlarından Atâullah Behâeddin Sebîlürreşâd
Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzârında; Ne gurbettir çöken İslâm’a İslâm’ın diyârında? Umar mıydın ki: Ma’bedler, ibâdetler yetîm olsun? Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun? Umar mıydın: Cemâ’at bekleyip durdukça minberler, Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer? Umar mıydın: Tavanlar yerde yatsın, rahneden bîtâb? Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrâb? Umar mıydın: O, taş taş devrilen, bünyân-ı mersûsun, Şu vîran kubbelerden böyle son feryâdı dem tutsun? İşit: On dört asırlık bir cihânın inhidâmından , Kopan ra’dın, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından! Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin mâtem; Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin kalbinde bin âlem! Ne hüsrandır ki: Doldursun bugün tevhîdin enkâzı, O, hâkinden nebîler fışkıran, iklîm-i feyyâzı! Gezerken tavr-ı istilâ alıp meydanda bin münker, Şu milyonlarca îman “Nehye kalkışsam” demez, ürker! Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından, Silinmiş emr-i bi’l-ma’rûfun artık ismi yâdından. Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde... Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde! Vefâ yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl ; Yalan râic , hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl. Yürekler merhametsiz, duygular süflî , emeller hâr ; Nazarlardan taşan ma’nâ ibâdullâhı istihkâr. Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş: Ne din kalmış, ne îman; din harâb, îman türâb olmuş! Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl... Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl! *** Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin; Nihâyet, ye’se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin. Samîmî yaşlarından coştu rûhum, hercümerc oldu; Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu. Cemâ’at intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla! Çalışmak!.. Başka yol yok, hem nasıl? Canlarla, başlarla. Alınlar terlesin, derhal iner mev’ûd olan rahmet, Nasıl hâsir kalır “Tevfîki hak ettim” diyen millet? İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da, Çıkarsın Şark’ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda? İstanbul, 24 Teşrînievvel 1334 (24 Ekim 1918)
Yeniden
SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD Siyasi, Dini, İlmi, Edebi ve Ahlaki Aylık Mecmua Neşre Bilfiil Hazırlayan İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü
FATİH BAYHAN
Sebîlürreşad Ceride-i İslâmiyesi ayda bir nüsha yayınlanır ve sadece abonesine gönderilir
www.sebilurresad.com.tr sebilurresad.editor@gmail.com
BAŞMUHARRİRİ: MEHMET AKİF ERSOY SAFER 1438 ISSN: 1307-3796
FATİH BAYHAN
Safer 1438
CİLT: XLI SAYI: 1011
İDARE YERİ:
SEBÎLÜRREŞAD YAZIHANESİ
Anafartalar Caddesi Sakarya Apt. No: 50/12 Altındağ/ANKARA GSM: 0 541 673 85 80
DAĞITIM-ABONE-İLAN: İmay Yapım A.Ş. Mecideyeköy Mah. Cemal Sahir Sok. No.29/31 Şişli/İSTANBUL
BASILDIĞI YER: AFŞAR MEDYA MATBAACILIK A.Ş. Ostim Mah. 21.Cad. 1424 Sk.No:8/2 O.S.B Yenimahalle/ANKARA TEL: 0 312 394 39 22
TEMSİLCİLER: KAYSERİ: Hüseyin Türkmen ÇANKIRI: Şükrü Altın KASTAMONU: Levent Kenan
üç
Kasım 2016
Mehmet Şevket Eygi Üstadımızın kaleminden...
İslam dünya dinidir Dünya işlerini tanzim ve bağlılarına ebedî saadeti kazandırmak için gönderilmiştir.
*Sadece âhirete, ölümden sonraki dünyaya dönük eksik bir din, gerçek kâmil din olamaz. *İslam emanetler, güvenlikler dinidir. *Birinci güvenlik: Can güvenliğidir. *İslam, öldürmeyeceksin diyor. *İslam, bir kişiyi haksız yere öldüren, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur buyuruyor. *İdam kısas cezası bunun bir istisnasıdır. Gayr-i meşru olarak cana kıyanın canına âdil yargılamadan sonra kıyılır, böylece adalet yerini bulmuş olur. *İkincisi: Mal güvenliğidir. Kimsenin meşru malına haksız şekilde el konulamaz. *Zaruret varsa, bedeli verilerek (istimlak parası ödenerek) âdilâne şekilde alınabilir. *Üçüncüsü: Din, iman, ibadet, inandığı gibi yaşamak hürriyetidir. Laiklik ve resmî ideoloji bahane edilerek kimsenin din ve iman hürriyeti kısıtlanamaz. *Dördüncüsü: Irz, namus, nesep güvenliğidir. Bu güvenlik, İslamın iffet anlayışı ile sağlanır. Zinayı suç saymayan ve cezalandırmayan bir sistem, ırz ve namus güvenliğini ayaklar altına almış olur. *Genel güvenlik: Gerçek İslamın hâkim olduğu bir yerde ve ortamda, yâni Darülislam’da,
genel güvenlik olur. Orada Müslümanlar ve gayr-i müslimler tam bir güvenlik içinde adaletin gölgesinde korkusuz yaşar. *Adalet: İslam’ın doğru olarak anlaşıldığı ve yorumlandığı, doğru olarak hayata uygulandığı bir yerde gerçek adalet hakimdir. Orada adaletsizlik ve zulüm yapılmaz. *İslam düzeni cahillikle savaşan bir ilim, irfan, hikmet, aydınlık düzenidir. *İslam hem din, hem de bir kültür ve medeniyettir. İslam medeniyeti insan boyutlarına, fıtratına uygun kâmil bir medeniyettir. *Dünyaya İslam hakim olsaydı, nükleer enerji, atom bombası, insanlığı bir kere değil, binlerce kere mahv ve yok edebilecek şeytanî çalışmalara ve icatlara izin verilmezdi. *İslam yalanı kesinlikle reddeder. İslam düzeninde yalana ve yalancılara yer yoktur. Yalan söylemek hem günahtır, hem suçtur. Halkı aldatan yalancılar halk düşmanıdır. *İslam dini insanları homo economicus yapmaz, homo religiosis olarak yetiştirir. *Gerçek Darülislam bir Medine-i Fazıla’dır, erdemler sitesidir.
*Bu sistemin değişmez mânevî başkanı, Hâtemülenbiya Resulullah Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellemdir. *Resulullah, gelmiş ve geçmiş insanların rütbe ve derece itibarıyla en yükseği, Âdem Oğullarının seyyididir. Ona, onun getirdiği Kitabullaha, hak Dine, hak Şeriata inanan kimse, Allahın fazl ve keremiyle ebedî mutluluğu elde eder. *Resulullah bilgelikler hazinesidir. *Dünya ve insanlık onun rehberliğinde, onun dinini hayata uygulamak suretiyle kurtulur, iflah olur, rahat ve huzur bulur. *Peygamberden sonra İslam dünyasında sapık ve bozuk fırkalar oluşmuştur. Bunlar Cehennemliktir. İslamı doğru anlayan fırka, Fırka-i Nâciye olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir. *Dünyanın en alçak, er rezil, en şaqi, en ahlaksız, en faziletsiz, en denî, en sefil, en mübtezel insanları; din sömürüsü yapanlar, dini şahsî menfaatlerine ve nüfuzlarına alet edenlerdir. *Vasıflı samimi ihlaslı namuslu gerçek Müslüman böyle bir alçaklığı asla irtikab etmez (yapmaz). *Hizmetlerin en şereflisi ve yükseği; Din İman Kur’an hizmetleridir.
*Bu hizmetler Allah rızası için, Kur’anın, Sünnetin, Hikmetin ışığında ihlasla yapılır. *Yaratanın rızası için ihlasla hizmet edenler, yaratıklardan ücret istemezler, teklif edilirse almazlar. *Mütekaddimîn (ilk ulema ve fukaha) bu hizmetleri yapanların ücret alması konusunda fetva ve ruhsat vermemiştir. *Daha sonrakiler (Müteahhirîn), cami imamlarının vaizlerin müftülerin kadıların din öğretmenlerinin, hademe-i hayratın; geçimlerini sağlayabilmek için ücret almalarına fetva ve ruhsat vermiştir. *Ne eskiler ne yeniler, bazı din hizmetlilerinin, bu hizmetleri alet ederek vurgun vurmalarına, köşeyi dönmelerine, zengin olmalarına, halkı soymalarına fetva ve ruhsat vermemiştir. *Bozuk siyasî düzen ve sistemlere uşaklık edenler gerçek hizmetkar değildir. *İdarede yönetimde esas, halkın egemenliği ve iradesi değil; Hakkın iradesine uymaktır. *Halkın, Haliq’ın iradesine ve emrine aykırı iradesi ve isteği geçersizdir, bâtıldır. *Yukarıda anlattıklarımın gerçekleşebilmesi için İslam’ın, Kur’anın, Sünnetin iyi ve doğru anlaşılması; iyi ve doğru şekilde hayata uygulanması gerekir.
dört
Safer 1438
Birliğin kapısı mü’min gönüllerdir - Faithful hearts as the door to unity Sadık Güneş Bir tevhid dini olan İslam, yeryüzünde vücud bulduğu her toprak parçasında insan ve hayat ilişkisini bütünlük içinde tesis ederek birliğin, beraberliğin, kardeşliğin ve dayanışmanın sayısız örnekleriyle beşeriyetin yükselmesine imkan vermiştir. Müslüman toplumların kendi içinde sağladığı uyum ve ahenk, tartışmasız üstün varlık olan insanın aklı ve gönlüyle çıkabileceği en yüksek noktaları görmemizi sağlamıştır. Tümüyle İslam’a has bir şuur ve anlayışla ortaya çıkan bu başarı; bilimsel ilerlemelerde, mimaride, sanatlarda olduğu gibi cemiyetin tüm fertleri ile birlikte yakaladığı huzur ve mutlulukta da bir hedef olarak önem kazanmıştır. Sebîlürreşad, İslam aleminin ortak derdi olan birlik ruhunun işaret fişeğidir. Dünyanın dört bir yanında yaşayan Müslümanları ortak bir tarih, ortak bir medeniyet ve ortak bir gelecek fikri etrafında birleşmeye çağıran bu davet aynı zamanda çekilen çilelerden kurtulmanın tek çaresi olarak kabul edilmiştir. ‘İslam Birliği’ çağrısının çıkış noktası ‘müminlerin ancak kardeş olduğu’ gerçeği kadar ‘küfrün tek millet’ olduğu gerçeğine dayanır. Birlik çağrısının kaynağı Allah’ın kelamı ve Resulullah’ın sünnetidir. Aşağıda kritik edeceğimiz sorunların sisinde kaybolmaması açısından hemen belirtmek gerekir ki, bu davetin kaynağı ve gösterdiği yol bütün Müslümanlar için yeterince açık ve anlaşılırdır. Kuran ve sünnette hayatın gayesini tarif eden pek çok ilke, birliğin istikametini de net olarak tarif etmektedir. Yani Müslümanların niçin birleşeceği, nerede ve nasıl birleşeceği gün gibi ortadadır. Bu denli açık ve anlaşılır olan bir çağrının tam ve net olarak karşılık bulamamasının sebepleri bizi bu konuda daha fazla düşünmeye ve tartışmaya mecbur etmektedir. Sosyal zeminini kaybeden Müslüman toplumun fikir hayatı İslam toplumunun nasıl teşekkül edeceği ve hangi ilkeler etrafında bütünleşeceği ile ilgili hiçbir tartışma, bu konuda Resulullah’ın (sav) model olarak inşa ettiği; düşünce ufukları kadar ince detaylarını da bizzat temellendirdiği medeniyeti gözardı edemez. Nebevi sistemin öz olarak vahye dayalı olduğu ve vahiyden beslendiği keza inkar edilemez. Bütün bir alem için umut ve hayat kaynağı olan bu medeniyet inşasını rasyonalizmin ve modernizmin soğuk
kavramları ile açıklamaya çalışmak, yaşadığımız çelişkiyi derinleştiren bir düşünce bunalımından başka bir şey değildir. Tersine, bu medeniyet inşasının akıl ve bilgiyle inkişafını gözardı ederek de bir yol almak mümkün değildir. Allah’ın insana bahşettiği her türlü hassa, vahiyle çizilen yolda ilerlemeye destektir. İslam’ın sunduğu temel ve çerçeve terkedilerek, İslam’ın içermediği ve önermediği kavramlara yönelmek Müslüman aklını karıştıran başlıca tuzaklardan biridir. Bu bağlamda çağlar boyunca kendi ekseninden uzaklaşarak çözümleyici gücünü kaybeden İslami düşüncenin küfrün bataklığına saplandığını da belirtmek gerekiyor. Batı düşünce sistemine yaslanan modern yerli aklın İslam’a bir katkısı olmamıştır. Aksine hedef ile yöntem arasındaki çelişkiyi derinleştirerek Müslüman aklını dumura uğratmıştır. Bugün dahi gücünü sürdüren bu yapının İslam alemine yönelttiği eleştiri, azgelişmişlik ve geri kalmışlıktır. Başka türlü söylemek gerekirse, batıcı modern akıl, maddi zenginlikle ilgilendiği kadar insani boyutla ilgilenmemiştir. Modernizmin gelişme çizgisi içinde elde ettiği başarının yeryüzünde zulmü, sömürüyü, haksızlığı, adaletsizliği, ahlaksızlığı ve çürümeyi körüklediği gerçeği, ilerleme peşinde koştuğunu düşünen modernist zihniyetin umurunda bile olmamıştır. Onun içindir ki bu jakoben anlayış, batının bilim ve teknolojisi yanında kültür ve adetlerini ithal etmek için seferber olmuştur. Bu anlayışın İslam toplumuna yaptığı en büyük ihanetin toplum hayatını dinden arındırma ve dini bireylerin vicdanına hapsetme gayretkeşliği olduğunu da burada belirtmiş olalım.
Translation: İlkay Türkozan
Islam as a religion of oneness, enabled the rise of the humankind by building a complete human and life connection with countless examples of unity and solidarity over every piece of land on Earth where it came into existence. The consistency and stability of the Islamic societies helped us see the highest points that mankind -the superior being without arguingmight reach using his mind and heart. This success that was accomplished using Islam’s own conciousness and insight which were totally unique, is important as a purpose to achieve in order to bring peace and happiness to all individiuals in the society as well as making progress in science, architecture and art. “Sebilürreşad” (Path of Righteousness) is a signal rocket for the spirit of unity , and lack of this spirit has been a common problem of the Islamic World for a long time . This invitation calling Muslims all over the world to unite around a common history and civilization and around an idea of a common future is also accepted as the only remedy for all the sufferings. The starting point of this call is the reality that the believers are brothers and sisters and all the non-believers are considered one nation. The source of the unity call is the word of Allah (C.C) and tradition of Hz. Muhammed (SAV). We must emphasize at this point that the source of this invitation and its direction is quite clear and comprehensible enough to all Muslims, because it might
seem to be losing its visibility in the fog of the problems which we will discuss below. In the Koran and tradition, many principles that describes the goal of life, also describes the direction of the unity clearly. Why Muslims have to unite or where and how they will unite is clear as day. The reasons why such an easily perceivable call doesn’t receive the required response is a problem which we must think about more carefully. When there is a discussion about how the Islamic society will develop and what principles it will use in this process, there cannot exist an argument which would dare to ignore the civilization which was built by Hz.Muhammed (SAV) as a model. He personally established this civilization’s finest details and presented even its horizon of thoughts. We also cannot deny that Hadith system is based on revelation. Islamic civilization has been the source of life and hope for the whole world. The effort to explain its building process using the cold concepts of rationalism and modernism would cause a crisis of thought deepening the contradiction which we are living in. In fact, the brain and knowledge was definitely used in this building process and it should not be overlooked. All the qualities of humankind granted by Allah is a support needed to go further on the road that was drawn by revelation. Leaving the basic frame that was presented by Islam and changing direction towards the concepts which Islam does not suggest is one of the basic traps which confuse the Muslim mind. It should also be mentioned that Islamic thinking drifted away from its original course through the ages losing its power to analyze and got stuck in the swamps of disrespect to Allah. The modern native mind fed by the Western way of thinking contributed nothing to Islam. On the contrary, it deepened the contradiction between the target and the method and caused disorder in the Muslim mind. This structure which is still powerful even
beş
Kasım 2016 Müslüman toplumların bütün emeğini ve gayretini boşa çıkaran, bütün didinmelerini anlamsız kılan, bütün ızdıraplarını devasız kılan dinle toplum(sal) arasına kalın bir duvar örmeye çalışan bu sorunlu zihniyettir. Siyasal sistemden, devlet aygıtından, hukuk düzeninden, iktisadi zihniyetten soyutlanan dinin, bireyin aklı ve vicdanı içinde binbir türlü görünüm kazanması kaçınılmazdır. Müslüman toplumun uzlaşma zeminini tahrip eden bu anlayış, kamusal alandan uzaklaştırmaya çalıştığı dini; din adamı görünümlü şarlatanlara, din üstünden pirim yapmaya çalışan hokkabazlara, dini kullanarak başkalarını sömüren sahtekarlara bırakmıştır. Batıcı modernist zihniyet, Müslüman toplumu geleneğinden soyutlayarak çelişkilere ve çatışmalara sürüklemiştir.
Eğitim ve bilgi kaynaklarının kuruması
Toplumsal/kamusal zeminini büyük ölçüde kaybeden Müslümanlar tam da buna yol açanların beklediği gibi sorunlarını rasyonalizmin ve modernizmin başlıca mecralarına çekerek çözmeye yönelmiştir. Böylece Müslümanlıklarının başarısızlığını bilimde ve ekonomide yeterince yol alamamakta aramaya koyulmuşlardır. Müslüman entelektüel bunu yaparken, geniş halk yığınları elde kalanı koruma telaşıyla daha da içine kapanmış, sahip olduğu her türlü geleneği kutsayarak muhafaza etmeye çalışmıştır. Değişim ve yenilenme alışkanlığını kaybeden dini hayat, tarihin ve geleneğin hatırı sayılır sayfaları arasında varlığını sürdürme derdine düşmüştür. Vahyin ışığından uzak kalan bilim nasıl dünyevileşerek asıl gayesinden uzaklaştıysa, ahkamı hatırlamayan gelenek ve folklor da insanlığa bir çözüm reçetesi olmaktan uzaklaşmıştır. Modern insanın ağır imtihanlarından biri de bilgi ve enformasyon ağları içinde aklını ve hafızasını kaybetmesidir. İslam aleminin birliği önündeki başlıca engellerden biri de, batı aklıyla İslam toplumlarına yön vermeye çalışan entelektüelin, modern akıl ile maneviyat arasında anlamlı bir ilişki kuramamış olmasıdır. İktidar seçkinlerini sevindiren bu kafa karışıklığı Müslümanlara hiçbir mutluluk kapısı aralamış değildir. Senin dinin sana benim dinim bana. Kabul etmek gerekir ki günümüz Müslümanları için pek çok ayrılık sebebi mevcuttur. Düşünce
ve kanaatlerdeki ayrılık, hal ve davranışlarda da rahatlıkla göze çarpar. Güncel tartışma mevzularında müşterek hareket edecek bir Müslüman aklı mevcut değildir. Hayatın her alanını kuşatan ve bütün Müslümanlarda takdir uyandıran bir İslami hareketin olduğu da söylenemez. Tamamı kusurlu ve eksik olduğu için değil, tamamına ilişkin kusur ve eksik bulmada gösterilen gayretten bu böyledir. Özetle tefrika aramıza girmiştir. Hem de bütün şiddetiyle kasıp kavurmaktadır. İslam’ın vazettiği toplum düzenine dikkat kesilen biri için huşu içinde tamamlanan ritüeller nasıl bir şey ifade etmiyorsa, manevi açıdan olgunlaşma çabasındaki biri için de yalnız ‘söylem’ içine sıkışmış İslam bir şey ifade etmiyor. Bu bağlamda ırk ve mezhep farklılıkları bir yana Müslümanlar arasında vahye, sünnete, geleneğe, akılcılığa, bilime, siyasete ilişkin pek çok duruş ve bakış mevcuttur.
today criticises the Islamic World as underdeveloped and backward. In other words, Modern Western mind is more concerned with material wealth than the human welfare. The Modernist mind considers itself progressive but has never even cared about how the success of Modernism boosted atrocity, exploitation, unfairness, injustice, depravation and corruption during its development process. This is the reason why this Jacobin stance underwent mobilization in order to import the culture and tradition of the West along with its science and technology. This approach attempted to remove the religion from the social life and tried to confine religion in the conscience of the individiual. This has been the greatest betrayal of The Islamic Society. This troubled mentality rendered all the labor and efforts of the Muslim societies useless and meaningless. It tried to build a thick wall between religion and society
Bun u n gibi gelişme, ilerleme, bilim, zenginlik, hukuk, adalet, iktisat, güvenlik, ibadet, ahlak gibi temel kavramlar etrafında ortak bir bakışa sahip olduğumuz söylenemez. Bir bakıma yaşanan pratiğin ‘teorik gerçeğin’ yerini aldığı söylenebilir. Uzun bir tarihi süreç içinde kendine özgü dini pratiklerle yaşayagelen halkın bu pratikleri rasyonalize etmesi de şaşılacak bir durum değildir. Hızla tarihin derin hafızasına terkedilen ‘ortak manevi miras’ artık yol gösterici olmaktan uzaktır! Bu durum müminlerin küfre karşı tutunmaları gereken bir tavrı giderek kendi içlerine yöneltmeleri sonucunu doğurmuştur. Bu kafa karışıklığını kendi dünyasında çözmeye yönelen bireyin kişisel yorumu her geçen gün keskinleşirken korunması gereken ortak çerçeve giderek silik bir çizgiye dönüşmektedir.
a n d people were not able to find remedies for their sufferings. When removed from political system, state apparatus, law order and economic mentality religion would inevitably change into many kinds of new forms in the mind and conscience of the individual. This mentality which destroyed the peace tradition of the Muslim society surrendered religion to charlatans who presented themselves as religious authority and they exploited other people by using the religion. Islamic society became alienated from its own tradition and was dragged into conflicts and contradictions because of the western modernist way of thinking. DEPLETION OF EDUCATION AND KNOWLEDGE RESOURCES After losing most of its social and public background ,Muslims tried to solve their problems by rational-
ism and modernism just like those who were responsible for this loss had expected. Muslims thought the reason for their failure in Islam was that they hadn’t been able to progress sufficiently in science and economics. While the Muslim intellectuals were in this state of mind , the masses isolated themselves and in a rush to keep what was left in their hands, they blessed and tried to protect every kind of tradition they had. The religious life which lost its habit of change and renewal became deeply occupied with a struggle to survive through the respectable pages of history and tradition. As the science become distanced from the light of revelation and deviated from its main course, the tradition and folklore lost their position where they were the prescription of solutions to humankind’s problems. Modern human had one of his worst experiences in history and lost its mind and memory in the midst of the information network. One of the biggest obstacles preventing the unity of the Islamic world has been that the intellectual who is trying to give directions to Islamic societies using the Western way of thinking has never been able to establish a meaningful connection between the modern mind and spirituality. This confusion of the mind which pleases the “powers that be” has never opened any door leading to happiness for Muslims. YOU LIVE YOUR RELIGION, I LIVE MINE It has to be accepted that there are a lot of reasons why present day Muslims are divided. The differences in thoughts and opinions can also be observed in characteristics and behaviour so easily. There does not exist a Muslim mind that would behave in a common manner against the current matters of discussion. It also cannot be said that there exists an Islamic movement surrounding every field of life which is being appreciated by all Muslims, not because these movements are all defective and inadequate but because of the efforts to detect fault and inadequacy in all of them. In brief, there has come “disunity” between us and it has been wreaking havoc. For a person who focuses on the order of the society suggested by Islam, the rituals that are practised with awe do not make any sense. Similarly, Islam which is stuck at a level of only written words makes no sense for the person who is in a spiritual maturation process.
altı
Toplumsal ve siyasal zeminini kaybeden dini bakış; bilimin, ideolojinin, geleneğin, ekonominin ve piyasanın yeni kabulleri ile çeşitlenmeye ve çoğalmaya devam ediyor. Böylece uzlaşma ve bütünleşme ihtiyacı giderek yok oluyor. Ve hatta böylece Müslümanlar için ‘biz duygusu’ içi boş, muhayyel ve yer yer ölümcül hatalara yol veren bir sanrıya dönüşüyor.
Birleşelim ama nerede?
İslam dünyasında fikir ayrılıklarına sebep olan hususlar yukarıda özetlendiği gibi şu başlıklar altında toplanabilir: 1.İslam coğrafyasının sömürgeci batı aklıyla birbirinden koparılmış ve tanzim edilmiş olması 2.Müslümanların kendi meselelerini ithal kavramlar ve anlayışlarla tartışıyor olması 3.Toplumsal ve siyasal zeminini kaybeden dinin teori ve düşünce olarak ele alınması 4.Toplumsal pratiğini kaybeden dinin şahsi yorumlara terkedilmesi 5.İslam dünyasında ortak şuuru besleyecek bilgi/ fikir kaynaklarının cılız kalması. Bu tespitler ışığında çözüm için Müslümanların birlik ruhunu İslam’ın temel ilke ve esasları üzerinde yükseltmek zorunda olduklarını, ithal kavram ve kurumların yerine yerli bir anlayış geliştirmek zorunda olduklarını, dini alanda şahsi yorumları terkederek uzlaşmaya yönelmeleri, İslam dünyasında ortak şuuru besleyecek yapıları geliştirmek zorunda olduklarını söyleyebiliriz. Dünyanın dört bin yanında kuşatma altındaki Müslümanların birlik olma ihtiyacı konusunda bir tereddüdü sözkonusu dahi olamaz. Bu dini bir gerekçe olduğu kadar siyasi ve
Safer 1438
hayati bir meseledir. Her bir Müslüman toplum için dini düşüncenin hareket noktası, içinde bulunduğu siyasal sistem değil Allah’ın koyduğu sistemdir. Müslüman toplumları kuşatan siyasal ve ekonomik yapılar temelini İslam’dan değil batı aklından ve sisteminden almaktadır. İslam dünyasının sorunlarına yönelik her türlü çaba ancak küresel sömürge çarkının anlaşılması halinde yol gösterici ve çözümleyici olabilir. Müslüman aklının dikkat kesilmesi gereken birinci husus temel dini ilkeler ise ikincisi de budur. Sömürgeci aklın kalın duvarlarla ayırdığı mümin topluluklar arasında gücünü kaybeden vahdet fikrinin, her bir toplumun kendi içinde yaşadığı farklılaşmaya da kaynaklık ettiği gerçeğini gözardı edemeyiz. O halde ister aynı çatı altında yaşasın ister coğrafi olarak en uzak noktada bulunsun iki mümini birbirine karşı sorumlu olmaya mecbur kılan sebepler vardır. Tarihi tecrübenin ışığında bakıldığında da açıkça görülecektir ki inananlar arasındaki gönül birliği bilimde, ticarette, sanatta, ahlakta varılan aşkın değerlerdir. Adaletin, ahlakın, merhametin ve vicdanın ilkelerini çiğneyerek yüksek medeniyete ulaşılamaz. Bizi yüksek medeniyet idealine taşıyacak güç, ‘gönüller yapma’ kudretimizdir; yüksek binalar, konforlu evler, lüks araçlar ve pahalı giyecekler değil. Birlik için bir adres aranacaksa bu bireysel-ulusal çıkarlar ve diplomatik gereklilikler değil mümin gönüllerdir. Çünkü mümin kalplerde nifak tohumları tutunacak yer bulamaz. Terk ettiğimiz ortak şuurun elimizdeki en büyük sermayesi budur.
Racial and denominational differences aside, There are many stances and points of view related to revelation, tradition, rationalism, science, and politics. In the same way, it is not possible to say that we have got a common perspective on the basic concepts like development, progression, science, wealth, law, justice, economy, prayers and rituals, and morality. In a way, it can be argued that the habitual action in life replaced the “theoretical reality”. It is not so surprising that these various practices have been rationalized by the people who have been using them in their lives during a long historical period. The common spiritual heritage which was abandoned in the depths of history’s memory is no longer a guiding light. As a result, instead of adopting an attitude towards disbelief and disrespect, the believers turned against themselves. As the personal interpretation of the individual who has been trying to find a solution to this confusion of mind in his inner world is sharpening day by day, the common frame that needs protection is turning into an indistinct line gradually. After losing its social and political ground, the religious view keeps reproducing itself by the new approvals of science, ideology, tradition, economy and market thereby decreasing the need for negotiation and integration. Moreover, “we-feeling” for Muslims is turning into a hallucination which sometimes causes deadly mistakes. LET’S UNITE BUT WHERE? Factors which cause differences of opinion in the Islamic world , as summarized above, could be collected under these headings : 1. Islamic geography is fragmented and is controlled by the colonialist Western mind. 2. Muslims discuss their own problems using imported concepts. 3. Approaching religion which lost its social and political basis as a theory or a thought. 4. Allowing personal interpretations of the religion which lost its social practise. 5. Inadequate resources of information and opinion which are the necessary elements to provide a collective consciousness in Islamic world. Given these facts, we can argue that Muslims have to elevate the
level of their spirit of unity based on fundamental principles and rules of Islam. They must replace the imported concepts and institutions with a new approach originating from the Islamic geography, and build consensus in the field of religion by leaving personal remarks behind. They have to create and improve new structures to strengthen their collective consciousness. Muslims all over the world are under siege and they need unity. This vital fact should be acknowledged with no hesitation. This is as much an important political issue as it is a religious necessity. The starting point of religious thought for each Muslim society is the system of Allah, not the political system of the country they live in. The political and economic systems surrounding the Islamic societies are of Western origin. Any kind of effort to bring solutions to the problems of the Islamic world can only be useful when the global exploitation system is clearly comprehended. This is as important for the Muslim mind as focusing on the religious principles. Idea of unity lost its strength in Muslim communities living divided behind thick walls which were built by colonialist mind. And this led to a differentiatiown that each society lived through in itself. Therefore, there are reasons why two believers have to be responsible for eachother. It doesn’t make any difference that they live under the same roof or in locations geographically very distant from one another. It would be clearly seen in light of the historical experience that a society can’t reach an advanced state of social development by violating the principles of conscience and compassion. Harmony in the society is crutial to attain higher degrees at science, commerce, art, and morality. Our power to win other people’s hearts is what will be carrying us to the ideal of advanced civilization. Not skyscrapers, luxury homes,expensive cars, and fancy clothes. If an address is needed for unity it would be the hearts of the believers, not some personal or national interests and diplomatic necessities. Because hatred cannot reside in faithful hearts. That is the greatest wealth left in our hands which belongs to the collective conciousness that we abandoned long time ago.
yedi
Kasım 2016
Hadis-i Şeriflerde din kardeşliği * Hiçbiriniz kendisi için istediğini mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olamaz * [Buhârî – Müslim]
* Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmanına teslim etmez. Kim, mümin kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir müslümanın kusurunu örterse, Allah da Kıyamet günü onun kusurunu örter * [Buhârî – Müslim ]
* İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız * [Müslim – Tirmizî ]
* Birbirinize buğuz etmeyin, birbirinize haset etmeyin, birbirinize arka çevirmeyin ey Allahın kulları, kardeş olun. Bir müslümana, üç günden fazla din kardeşi ile dargın durması helal olmaz. * [Buhârî]
* Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir. * [Tirmizî – Nesâî ]
“Müslümanın, din kardeşine üç günden fazla dargın durması helal değildir.” (Müslim)
“Müminler birbirini sevmede, birbirlerine karşı sevgi ve merhamet göstermede tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı acı çektiği zaman, bedenin diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateş çekerler.” (İbn Hanbel)
“Her iyilik bir sadakadır. Kardeşini güler yüzle karşılaman, kovandan ihtiyacı olan bir şeyi kardeşinin kovasna boşaltman da bu tür iyiliklerdendir.” (Tirmizi)
Reddiye Şia, Ehl-i Sünnet çatışması bağlamında mezhep (çilik) olgusu
إنكار
Serkan Yorgancılar Gidilecek yol manasında kullanılan “mezhep” kelimesi, dinî hükümleri delilleri ile bilen müçtehitler tarafından, müslümanların dünyevî/uhrevî hayatlarını düzenlemek için belirli bir usul çerçevesinde oluşturulmuş inanç ve hukuk sistematiğidir. Konuya genel olarak yaklaşılacak olursa ulemanın, mezhepleri sınıflandırırken zaman içerisinde “itikadî” ve “amelî” şeklinde bir ayrıma gittiği görülmektedir. Bu bağlamda itikadî mezhepler, Maturidilik ve Eş’arilik olmak üzere iki başlık altında tasnif edilirken, amelî mezheplerin sayıları zaman içerisinde farklılıklar göstermiştir. Bu noktadan hareketle ifade edelim ki Anadolu coğrafyasında, “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” duruşu çerçevesinde ana akım amelî mezheplerin diğerlerinden daha fazla tebarüz ettiğini söylemek mümkündür. Mezhep, dini algılama ve yaşama açısından kendisine hitap eden insan için bir usul mesabesindedir. Fakat dinin bizzat kendisi değildir. Bu itibarla mezhep, din değildir ve bu sebeple dinleştirilmemelidir. Öte yandan mezhepsizlik, tasvip edilen bir durum ve tutum olmamakla birlikte, dinleştirilen mezhepçilik de meselenin kabul edilmesi mümkün olmayan başka bir boyutunu ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) döneminde teşrîî açıdan ihtiyaç duyulmayan mezhep realitesinin ortaya çıkış zamanı, hicri ikinci asrın yarısına tekabül etmektedir. Mezhebin kurucusu olarak kabul edilen mutlak müçtehitlerin görüşleri, zaman içerisinde genellikle takipçileri ve öğrencileri tarafından sistemleştirilerek bir bütün haline getirilmiştir. Kur’an ve sünnet başta olmak üzere, edille-i şer’iyye olarak ifade edilen mümbit yapıya hâkim olan dönemin uleması, kendilerine sorulan soruları cevaplıyor, müslümanların gündelik yaşamda karşılaştıkları sorunlara cevaplar üretip içtihat ediyorlardı. Dolayısıyla, doğuş tarihlerinde son derece dinamik ve pratik bir görünüm arz eden mezhepler, insanların gündelik yaşamda karşılaştıkları sorunlara cevap üretiyor, onları yaşadıkları zaman dilimi ile içsel ve dışsal bir çatışmaya sokmuyordu.
Çatışmanın ana kaynağı olarak İmamet sorunu
Farklı mezheplerin ve/ya fırkaların ortaya çıkmasındaki en büyük
tartışma konusu kuşkusuz “imamet” meselesidir. Bu meyanda, ilk halifenin tespiti için Benî Sâide gölgeliğinde toplanan Ensar ve Muhacir, ilk halife olarak Hz. Ebu Bekir’i seçtiler. Hz. Ebu Bekir tarafından halifeliğe getirilen Hz. Ömer ise vefatından önce halife seçimini şûraya havale etmiştir. Bu şûradan da halife olarak Hz. Osman çıkmıştır. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra Medine halkı Hz. Ali’ye bey’at ederken, Şam’da Muaviye başta olmak üzere bu duruma karşı çıkanlar olmuştur. Bu arada Hz. Ali döneminde yaşanan Cemel vakası ve Tahkîm olayı da müslümanlar arasındaki ayrışmayı şiddetlendirmiştir. Özetle, Emevî-Hâşimî çekişmesine ilaveten, Haricilerin faaliyetleri sebebiyle Hz. Peygamber döneminde idealize edilen birlik bozulmuştur. Klasik kelam literatüründe, “imam” sıfatı taşıyan önder kişinin uhdesinde barındıracağı yöneticilik göreviyle ilgili sonu gelmez tartışmalar mevcuttur. Bu bağlamda, Sünnî yorumlama biçimlerinde “imamet” ve “hilafet” kavramlarının birbirleri ile eş anlamlı kullanıldığı görülür. Buna mukabil, Şiî okuma çevrelerinde imamet, meşrutiyetini nasstan alan nazarî önderlik ve liderliği, hilafet ise dünyevî iktidarın temsil makamını ifade etmektedir. Bu sebeple, imamet ile ilgili ilk tartışmaların Şiîler tarafından başlatıldığını belirtmek mümkündür. Hicri ikinci yüzyılda Ca’fer es-Sâdık’ın (ö. 148/765) öğrencileri, imameti dinî bir mesele olarak ele alan müstakil eserler neşretmeye başlamışlardır. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî’den (ö. 160/936) itibaren de Sünnî kelam kitaplarının sem’iyyât/me’âd (ahiret) ile ilgili bölümlerinde imamet meselesi tartışılmaya başlamıştır. Şia’nın imamet konusunu imanî bir mesele olarak ele alması, bahse konu tartışma ve çatışmaların nirengi noktasını oluşturmuştur. Şia, imamet görüşünü masumiyet teorisine dayandırarak dinî bir zemine çekerken Ehl-i Sünnet, sahabe dönemi tecrübesinden de faydalanarak imam tayin etme yönteminin ihtiyara dayanarak yani içtihatla olabileceğini iddia eder. Halife tayininde seçim ve ahd/istihlâf (veliaht tayin etme) yöntemlerini benimseyerek ilim, adalet, kifayet ve nesep olmak üzere dört şartı yerine getirenin
imam olabileceğine inanır. Şia’nın aksine imama ismet yani masumiyet ve dinî seçkincilik yüklemez. Buna karşılık Şia’da ise önceki halife tarafından tayin edilme (nass) şeklinde tek bir yöntem göze çarpar. Şia, imam olacak kişiye masumiyete ek olarak, insanların en bilgilisi, en faziletlisi ve en cesaretlisi olmak gibi vasıflar yükler. Dolayısıyla Şia’da, dinin temel ilkesi olarak imanî bir mesele olan imamet, nâsûtî (beşerî) değil, lâhûtî (ilâhî)dir. Bu itibarla, Şia’da imamın tayini kulun değil, Allah’ın uhdesindedir. Şia’nın ana yapıdan ayrışmasındaki en büyük iddia, Hz. Peygamber’den sonra hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğu yönündeki inançtır. Bu görüşü pekiştiren referanslar ise Mâide Sûresi 67. ayetin nüzulüyle ilişkilendirilen Gadîr-i Hum rivayeti ve yine Mâide Sûresi 55. ayette işaret edildiği ileri sürülen Hz. Ali tasavvurudur. Bu konuyla ilgili hem Sünnî hem de Şiî kaynaklar devasa bir literatür oluşturmuştur. Dolayısıyla birbirinden tamamen farklı bir İslam tarihi yazma, okuma ve anlama biçimi bu şekilde gelişmeye ve genişlemeye başlamıştır.
Gücün kaynağı olarak ittihat ve uhuvvet unsuru
Mezhepler arasındaki ayrım ve çatışmadan İslam tarihi boyunca hiçbir zaman müslümanlar kazançlı çıkmamıştır. Sünnîlik ve Şiîlik arasında bin yıllara dayanan kadim ayrılıklar mevcuttur. Bu ayrılıklar zaman içerisinde bir kartopu gibi öylesine büyük bir hale gelmiştir ki, bu halden geriye dönüşün ne zaman ve ne şekilde mümkün olacağı sorusunun cevabı, hiç de sanıldığı gibi hazır reçetelerle çözülecek cinsten değildir. Bahsi geçen ayrışma, ne İslam dünyasının gelişip ilerlemesine ne de müslümanların bireysel yaşamlarında daha İslamî bir yaşam sürmelerine vesile olmuştur. Görünen o ki barış, adalet ve özgürlüğü, mezhepçiliğe sıkı sıkıya bağlı kalmakla çözme imkânı bulunmamaktadır. Diğer taraftan toplumsal eşitsizliği ve fakirliği çözecek yöntemler de mezhepçilikte saklı değildir. Dolayısıyla bilimde, sanayide, sanatta, felsefede, silah sanayisinde ve bilişim sektöründe geri kalmışlığın sebebini, mezheplere sıkı sıkıya bağlı olmamakla ilişkilendirmek, vakıaya mutabık bir önerme değildir. Devamı arka sahifede
sekiz Günümüzde özellikle emperyalistler için kullanılmaya hazır en ideal çatışma ve ayrışma malzemesi, mezhepler arası ayrılıkla oluşan toplumsal ve siyasal çatışmadır. Picktall, “İslam Medeniyetinin Dinamikleri” eserinde; “Müslümanların kardeşliği konusu, herhangi bir diğer inanca, millete ya da ümmete mazeret beyan edemeyecekleri kadar muazzam bir başarı hikâyesidir. Burada müslümanlar olağanüstü bir başarı elde etmişlerdir. Müslümanların kardeşliği, Hz. Peygamber zamanında olduğu kadar günümüzde de bütün çıplaklığıyla görülebilen, gözlemlenebilen ve bütün diğer milletlere, din müntesiplerine örnek olan muazzam bir fenomendir” demektedir. Bu alıntının büyük kısmına katılmakla birlikte, son zamanlarda Ortadoğu coğrafyasında yaşanan gelişmeler, bu muazzam fenomenin varlığına gölge düşürmüştür. Irak ve Suriye’de mezhepler arasındaki kanlı çatışmalar sonucunda, Şia’nın kutsal saydığı cami ve türbeler bombalarla yerle bir edilmekte, bu tahribat da hd özellikli kameralarla kaydedilip dünyaya izletilmektedir. Aynı şekilde, intikam duygularıyla Sünnîlere ait cami, türbe ve kutsal mekânlar da sözü edilen trajik akıbete uğramaktadır. Farklı mezhep grupları ise Allah’ın evi mesabesindeki camilerde canlı bombaları patlatarak insanlık tarihi boyunca İslam topraklarında barbarların bile yapmadığı her türlü vahşeti sergilemektedir. Buna karşılık inanan insanlar, bu vahşeti son derece kısık seslerle kınamakta ve reddetmektedir. İşin kolayına kaçan büyük kitleler ise yaşanan olaylardan İsrail ve ABD’yi sorumlu tutarak sorumluluktan kaçıp, her gün biraz daha masum kanı akıtılmasına göz yummaktadır. Binlerce yıllık bir teze göre Müslümanlar, Batı’nın işgallerle dolu kirli tarihinde kanlı mezhep savaşları yapmasına rağmen, kendi topraklarında tarihleri boyunca bu türden bir hadiseye karışmamışlardır. Maalesef söz konusu coğrafyalarda yaşanan kirli iç savaş, mezhepler arası çatışmaları da içerisinde barındırdığından dolayı, gelecek nesiller bu tarihsel döngüyü İslam dünyasında yaşanan
Safer 1438 kanlı mezhep savaşları olarak da okuyacaklardır. Tüm bunlardan sonra meselenin en kötü yanı ise bu yazılanları, mezhep savaşlarının taraftarlarının oku(ya) mayacak olmasıdır. Sebilürreşad okuyucuları zaten bu çatışmaları tasvip etmeyen, benimsemeyen ve doğru bulmayan bir kitledir.
Çatışmayı dirmeyin!
şiddetlen-
Hz. Peygamberin; “Kim iyi bir sünnet ihdas ederse (güzel bir çığır açarsa), onun sevabı ve onunla amel edenlerin sevabının misli -kendilerininkinden bir şey eksilmeksizinona verilir. Kim de kötü bir sünnet ihdas ederse (kötü bir çığır açarsa), onun günahı ve onunla amel edenlerin günahının misli -onlarınkinde bir azalma olmaksızın- kendisine yüklenir.” (Müslim, Zekât, 69; İlm, 15; Tirmizî, İlm, 16; İbn Mâce, İmân, 14; Ahmed b. Hanbel, II, 504) hadisi bağlamında, insanlık yaşamına ışık tutacak evrensel ahlaki kaideleri birçok farklı açıdan okuyabilir ve yaşantımıza adapte edebiliriz. Konumuz mezhepler arasındaki çatışma olduğuna göre, her kim mezhepçilik davası adı altında müslüman kardeşinin malına, canına, ırzına, evine, özgürlüğüne ve hürriyetine kast ederse, kötü bir yol açmış olacak ve bu kötü yolun günah semerelerinden payına düşeni alacaktır. Buna mukabil, her kim de kendi mezhebini meşru bir dairede yorumlayıp yaşar ve müslüman kardeşinin dünya hayatını zorluklardan arındırırsa, o da bu işin karşılığında mükâfatını alacaktır. Mezhepler arasındaki savaşı tetikleyip mezhepler arasındaki farklılıklar üzerinden müslümanların bir bölümünü sapık-dinsiz-fâsık gibi terimlerle yaftalayanlar, hatta bunu dinin bir gerekliliğiymiş gibi ön şart olarak öne sürenler, süre giden bir kötülüğe katkı sunmakmaktadır. Söz konusu kitle, müslümanların hayrına bir iş yapıyormuş gibi görünse de tabiri caizse, gâvurun ekmeğine yağ sürmektedir. Mezhepçilik, taassuba dönüştüğü zaman şiddeti doğurmakta ve kendi mezhebini “hak”, diğerlerini “batıl” görme hastalığı müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin ikame edilmesinin aksine,
farklı mezheplere sahip müslümanların birbirlerinden biraz daha uzaklaşmalarına ve aralarındaki muhabbetin yok olmasına sebep olmaktadır. Zira hiçbir mezhep imamı, görüşlerini ortaya koyarken bahse konu menfi hususları hedeflememiş; tam tersine, dinin ana konuları çerçevesinde uhuvveti, ittihadı, ihlası, amelde ve itikatta takvayı merkeze almıştır. Dünya ve ahiret saadetinin biricik kaynağı olan Kur’an’da, yukarıda zikredilen hususlar bağlamındaki; “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah, size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmrân, 3/103) ve “Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 8/46) ayetleri, tevhidi vurgulayan ve bu doğrultuda bizlere yön veren önemli referans noktalarıdır. Zira kalplerimiz birleşirse, yollarımız da birleşir. Yollarımız birleşirse, hedeflerimiz de birleşir. O zaman kol kola girer ve ateş çukurunun tam kenarından Allah’ın yardımı ve inayetiyle kurtuluruz. Sonuç olarak ifade edelim ki, İslam medeniyetinin yeniden ihyası ve ayağa kaldırılması, taassupçu düşünce kalıplarıyla mümkün değildir. Özgür düşüncenin sınırlandırılması, ifade hürriyetinin kısıtlanması, ulemanın ve entelektüelin iktidarın kapıkulları haline getirilmesi, eleştirel düşünce yerine taklitçiliğin kök salmasının teşvik ve telkin edilmesi, ne bugün ne de yarın geçerli akçe olmayacaktır. Dolayısıyla, değişen ve gelişen dünyada kimsenin kontrol ve tekelinde olmayan bilgi ve bilinç sayesinde insanlar, hür iradeleri ile tercihlerini yapıp bunun sonuçlarına katlanacaklardır.
İslam tarihinde ilk fitne nasıl çıkmıştı? İslam tarihi Abdullah İbn Se’be, yalancı Ebu Mıhnef Lut İbn-i Yahya gibi isimlerin açtığı fitne yolundan büyük yara aldı. Cemel Vak’ası, ardından Sıffın vak’ası islam toplumunda bugün halen meşrep ve mezheplerin yaklaşım farklılıklarıyla da ele alınan ve bu nedenle de yeni bir ayrışmaya neden olan iki hadisedir, bunları özetlemeye çalışalım: Cemel vak’ası Cemel vakası, şöyle cereyan etmiştir: Hz. Osman (r.a.) teşrik günlerinde şehit edildiği sırada müminlerin annesi Hz. Aişe (r.a.) o yıl fitnelerden uzak kalmak için hac yolculuğuna çıkmıştı. İnsanlar tarafından Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberi ona ulaştırılınca derhal geri dönmek için Mekke’den çıktı. Bu sırada insanların ne yaptığına bakıyor ve gelen haberleri araştırıyordu. Daha sonra Hz. Talha ve Hz. Zübeyr (r.a.) umre yapmak maksadıyla Hz. Aişe’den izin istediler, o da ikisine izin verdi. Onlar da Mekke’ye doğru yola çıktılar. Onlara çok sayıda kalabalıklar ve topluluklar tabi oldu. Hz. Aişe (r.a.) ile mülaki olup Basra’ya doğru yollarına devam ederek yanlarında Müslümanlardan kalabalık bir topluluk olduğu halde ittifak ettiler. Bundan sonra onlar Hz. Osman’ın kanını talep ettiler ve onu haksız yere öldürenlerin cezalandırılmasını istediler. Hz. Ali’ye, Hz. Aişe, Hz. Talha ve Hz. Zübeyr’in Basra’ya doğru yola çıkıp oraya vardıkları haberi ulaşınca o da onlarla ittifak kurup onları sulha davet etmek maksadıyla yola çıktı. İki taraf arasında elçiler gelip gitti. Bunlardan biri de Sahabe-i güzînden Ka’ka İbn-i Amr et-Temimi idi. Ona icabet ettiler, Hz. Osman’ın katillerinin kısas edilmesi hususunda ittifaka vardılar. Ancak onlarla beraber geceleyenler arasında Abdullah İbn-i Sebe’de vardı. O tüm gece boyunca şer ve fitne hususunda istişarede bulundu. Öyle ki, gizlice harp çıkması ve anlaşmazlık meydana gelmesi için kötülükten geri durmadılar. İşte bu fitnede olduğu gibi ilk fitnelerin neşet etmesine sebep Hz. Osman’ın katli ve onun akabinde meydana gelen olaylardır. Sıffîn vak’ası Bu olay şöyle cereyan etmiştir. Cemel savaşından Hz. Ali (r.a.) ayrılınca Basra’dan Kufe’ye doğru yürüdü. Cerir İbn Abdillah el Becili’yi Dımeşk’e Hz.Muâviye’nin yanına yolladı. Onu itaate davet etti. Hz.Muâviye, sahabenin ileri gelenlerini, ordu komutanlarını ve Şam ehlinin ileri gelenlerini topladı ve Hz. Ali’nin istedikleri hususunda onlarla istişarede bulundu. Dediler ki: “Hz. Osman’ın katilleri öldürülmedikçe yahut bize teslim edilmedikçe itaatte bulunmayız.” Cerir (r.a.) Hz. Ali’ye bu haberle geri döndü. Hz. Ali Kufe’de yerine Ebu Mesud Ukbe İbn Amir’i bıraktı. Sonra askerleri ile beraber Irak’tan Şam yolu tarafına doğru yola çıktı. Ona bazıları Kufe’de kalmasını teklif ettiler, Şam’a başka birini göndermesi ricasında bulundular ama Hz. Ali bunu kabul etmedi. Bu sırada Hz. Muâviye’ye ulaştı ki Hz. Ali ordu teçhiz etmiş ve savaş için yola çıkmış. Hz. Muâviye’ye de yanında bulunan bazı adamlar onun da aynı şekilde çıkmasını tembih ettiler. Şamlılar Fırat civarında Sıffîn denilen yere varınca, karşı taraftan gelen Hz. Ali’nin ordusu ile karşılaştılar. Savaş Zilhicce ayında hicri 36 yılında şiddetli bir şekilde başladı. Çeşitli tarih kitaplarında belirtildiğine göre elçilerin görüşmeleri de dâhil edilirse üç ay sürdü. Bu savaşta Hz. Ali’nin safında Hz. Ammar (r.a.) öldürüldü. Hz. Ammar’ın öldürülmesi ile Hz. Muâviye’nin hatalı olduğu ortaya çıktı. Çünkü Rasûl-i Ekrem (sav) Hz. Ammar’a şöyle demişti: “seni baği yani isyankâr bir topluluk öldürecek.” (Buhari rivayet etmiştir.) Daha sonra her iki tarafta Hz. Ammar’ın cenaze namazını kıldılar.
dokuz
Kasım 2016
ABDURRAHMAN DİLİPAK
Haacer’in adı yok... Hac’daki Zemzem, Safa ile Merve arasındaki Say, Şeytan taşlama, bir ibadet olmasının yanında onunla ilgili olayları anlatır. Günümüzün Müslüman kadını ne kadar Haacer’e benziyor.. Haacer’in adı yok. Aslında Haacer “Hicret eden” anlamına bir sıfat. Sadece “Hacer” dediğimiz de “Taş” anlamına geliyor. “Hacer-el esved” de “Siyah taş” anlamına geliyor. Burada kasdedilen “Hacer” değil “Haacer”dir. Haacer’i “Acer” şeklinde telaffuz edenler de var. İbranicesi ise “Hagar”. İslam kaynaklarına göre Haacer Mısır firavunlarından Senan bin Ulvan’ın Hz. İbrahim’in karısı Sare’ya hediye ettiği Habeşistanlı bir köledir. Haacer tevekkül, sabır, feragatın simgesidir. Akıllı, güzel ve dirayetli bir kadındır.. Hac’daki Zemzem, Safa ile Merve arasındaki Say, Şeytan taşlama, bir ibadet olmasının yanında onunla ilgili olayları anlatır. Kurban İsmail AS ile birlikte bir babanın imanı ve bir ananın evladını Allah yolunda feda konusunda tereddüt etmemesini anlatır. İslam inanışına göre daha sonra Mekke-i Mükerreme’ye dönen Hz. İbrahim burada İsmail ile birlikte Kabe’yi inşa eder. Evlilik çağına giren Hz. İsmail, komşuları Cürhum kabilesinden önce Mudad’ın kızı Seyyide, sonra da Amr’ın kızı Ra’le ile evlenir. Bu evliliklerden doğan 12 oğlunun, Mekke-i Mükerreme’nin çevresini dolduran Arapların ataları olduğu kabul edilir. Haacer bu sebeble batı Arapları / Arab-ı müstaribe adı verilen bu Arapların ninesi sayılır. Haacer annemizin kabri Kabe içinde “Hicr-i İsmail” de denen “Hatim” ya da “Hazire” denilen bölümdedir. Hz. İbrahim’in 2 eşi olduğunu biliyoruz. Sara ve Haacer. Tevrat’ta 3. bir hanımından daha söz edilir.. Hz. Nuh oğullarından Ham soyundan Hz. Hacer, Sam soyundan Hz. Sara ve Yafes soyundan Kantura. Kantura / Kanturaoğulları’ndan hadislerde söz edilse de Hz. İbrahim ile ilişkisine atıf yapılmaz. Tevrat’ta “Keturah”dan söz edilir. Hanımı ya da cariyesi olduğun konusunda bir katiyet yoktur. Bir başka rivayete göre ise Hz. İbrahim Kantura’dan olan birkaç oğlunu, kendine verilen bir ilahi emre
uyarak Asya’da çok uzak, kurak bir bölgeye göndermiştir. Bu halkın daha sonra Hind ve Çin bölgesine yayıldığı rivayet edilir. Bazı hadislerde Kanturaoğulları’nın Doğu’da olduğu, bir gün gelip İslam toplumunda iktidarın Araplar’dan bu halka geçeceği anlatılır. Bunlar Orta Asya’da Hunlar’ın arasında çoğalmışlardır. Bu halkın Han soyunun asil ve kutlu sayılmasının sebebi ve onlara yöneticiliğin Tanrı tarafından verildiği inancı yaygındır. Hatta özellikle Hind bölgesindeki Brahmanizm’in “İbrahimilik/ Brahmanilik” inin kadim köklerinden doğduğu ve “Gök tanrı” inancının da bu kökten beslendiği ileri sürülür. Süryani tarihçi Malatyalı Ebu’l Ferec Hz. İbrahim’in Turan Hanı’nın kızı Kantura ile evlendiği yazar. Bazı kaynaklara göre de Kazanlı Mehmet Murad Remzi’nin Telfik’ül-ahbar isimli eserinde “Kan-
tura” adının “Khan-Turan / Turan hanı / Han-ı Turan”ın farklı bir söyleyiş biçimidir!? Bizim açımızdan asıl önemli olan Hicret’in bizim hayatımızdaki karşılığıdır.. Hz. Haacer bu açıdan bize örnek şahsiyetlerden biridir. Hicret’le ilgili 17 Ayet var. Hicretin ne anlama geldiğini, ne zaman hicret etmemiz gerektiğini ve hicret edenlere karşı bizim sorumluluğumuzu anlatır. Hicret Arapça “hecr, hicrân” kökünden türemiş bir isimdir. Hicret Cihad’la birlikte anılır Kur’an-ı kerimde, bir meşekkat yanında ferahlıktan söz edilir. Zorda olanlar Hicret’e teşvik edilir. “Rabbe Hicret”den söz edilir mesela. 74/5’deki “Kötü şeyleri terk et”mek de aslında Hicrettir bir başka açıdan. Bu bakış açısı ile Buhari’deki bir hadiste de ifade edildiği
gibi “Muhâcir, Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahlardan uzaklaşan ve onları terk eden kimsedir.”, “Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların selâmette kaldığı kimsedir. Muhâcir de, Allah’ın yasakladığı şeyleri terk edendir.” Hicret bu anlamda ikidir, biri kötülüklerden iyiliklere, diğeri de iyiden daha iyiye, Allah ve Rasûlü’ne hicrettir. Evet “Tevbe sona ermedikçe hicret de sona ermez. Güneş batıdan doğuncaya kadar da tevbe son bulmaz”. “Kâfirlerle savaş devam ettikçe hicret sona ermez, devam eder.” Habeşistan’a hicret’e Dârü’l-Havf’tan Dârü’l-Emn’e hicret, Medine’ye hicrete ise Dârü’lHarb’den Dârü’l-İslâm’a hicret adı verilir. Allah’a ve Rasûlü’ne Hicret ise heva ve heveslerden İlahi rıza’ya yönelişi, geçici olandan ebedi olana göç’ü ifade eder. Bu “Ölmeden önce ölünüz” uyarısı ile ilişkilendirilir. Medineyi münevvere’ye göç edenler için Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruldu: “Onlar sırf ‘Rabbimiz Allah’tır.” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, gâliptir.” (Hacc 22/40) Hicret Yesrib’i Medine’ye dönüştüren, Medine’yi Medeniyetin beşiği yapan eylemin adıdır. Hicret yeni bir başlangıçtır. Bu vesile ile çoğu insan adı olan Kameri / Hicri takvimin aylarını bir kez daha hatırlayalım ve aklımızda tutalım inşallah: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce.. Selam ve dua ile.
on
Safer 1438
Sebîlürreşad’a emek verenler - 4 Mehmet Âkif Ersoy Ahmet Belada
Ömer Lütfü Mete ile bir hatıra Uçurumun kenarındayız, Ömer ağabey... 18 Kasım merhum Ömer Lütfi Mete’nin yedinci vefat yıldönümü. Kamuoyu onu gazeteci, yazar, şair ve senarist olarak tanımıştı. Merhumu tek kelimeyle anlatabilecek pek çok kelime var. Akil, Arif, Âşık, Âlim, Aksiyoner ille de Ağabey… “Uçurumun kenarındayım Hızır…” diyerek başladığı yakarışını “Allah var, gam yok!..” cümlesiyle izzete ve vakara taşımış bir abideydi. Aynı manayı daha çok kelime eşliğinde açarken “En mükemmel dinle şereflenip en hayırlı ümmet olarak seçildiklerine inananlar kendilerini aciz ve çaresiz hissedemezler” derdi. En büyük muradı hesaplar görülürken “Gel adamım!..” hitabına muhatap kılınabilmekti. Rabbin indinde, O’nun huzurunda Allah Adamı olabilmek… Onu 94 sonbaharında tanımıştım. Çağrışım Dergisi’nin ofisinde dostlarıyla güncel bir memleket meselesi konuşurken bir anda Nas Sûresine atıf yaptı. “Günün birinde bir meal hazırlayacak olursam (vesveseciler manasındaki) “Yüvesvisu” kelimesinin yanına parantez açıp “Ana Haber Bülteni” yazacağım” demişti. Evet!.. Bu cümle Kurân’a bakışımı bir anda değiştiren milattı benim için. Nitekim hemen o an sormuştum. “Ömer Ağabey, Nas Sûresi 3 harflilere (cinlere) karşı korunmak için inmemiş miydi?” Tebessüm etti. “Beş harflilerden (insanlardan) korunmak ve onları adam etmek için indirildi.” Küçük bir parantez dokunuşla manayı 14 asırlık bir uzaklıktan ânın ve durumun merkezine taşıyan aynı bakış bugün olsa “Vesveseciler” yerine “Algı Operasyonu” derdi muhtemelen. Keza o vakit anlamıştım. Kurân akleden kalplere her an yeni bir yüzünü gösteriyordu. Yeter ki; Kitaba muhatap kişi hikmete talip olsun… Her zamankinden çok daha fazla umuda ve çözüme muhtaç olduğumuz şu günlerimizde her kesimden vesvesecilerin şerrinden insanlığın Rabbi, Meliki ve İlâhı olan Allah’a sığınıyor; Rabb-i Rahim’den Ömer Ağabeye rahmet niyaz ediyoruz. Ahmet Turgut
Kimdir? 7 Temmuz 1950’de Rizenin İyidere ilçesi eski ismi Aspet diye bilinen Fıçıtaşı mahallesinde doğan Ömer Lütfi Mete, ilk ve orta öğrenimden sonra bir dönem Kur’an Kursları’nda okudu. Aynı kurumlarda okutucu olarak görev yaparken Rize Lisesi’ni bitirdi ve 1970 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne girdi. 1971 yılında önce matbaa çıraklığıyla başlayarak gazeteciliğe geçti. 1972’de İktisat Fakültesi’nden ayrılıp Atatürk Eğitim Enstitüsü’nü bitirdi. Kısa bir süre mezun olduğu lisede ve Rize Meslek Yüksek Okulu’nda Edebiyat öğretmenliği dışında gazeteci ve senaryo yazarı olarak çalıştı. 18 Kasım 2009 tarihinde geçirdiği kalp krizi sebebiyle 59 yaşında vefat etmiş ve Çengelköy Mezarlığı’na defnedilmiştir.
“Vitam İmpendere Vero” Rüştiye Mektebinde Fransızca mualliminin öğrettiği bu şarkı sözünün manası “hakikat uğruna hayatını vermek” tir. Kelime olan “hakikat”e varlığımın her zerresinde bir başka lezzet olan “hayat” nasıl verilirdi? O zaman bu bana çok mantıklı gelmiyordu. Bu anlayışta olan tek ben miyim diye düşünmeye başladım. Gördüm ki böyle düşünen yalnız ben değilmişim. Demek ki bu cümle yalandı. Derken bir gün bu ibare mücessem bir insan olarak karşıma çıktı. Bu sefer de bu insana inanmadım; fakat karşımdaki o kadar sahici adam ki… Az zamanda yeniden çocuk oldum.Tekrar okul yıllarıma gittim. Çocukluğumun o eski şarkısını yeniden bu sefer anlayarak sevdim. Aziz okuyucularım bu adam Akif’ti. “Hakikat uğruna hayatını vermek” diyen Latin şairi gibi, bu Türk şairi de: “Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam!” diyordu. Akif ki, Boğaziçi’nde yüzme yarışını kazanan; Çatalca’da güreşen; Veli Efendi çayırında adım atlayan; “Mütenebbi”yi, “İbnülfarz”ı, Kuran’ı ezbere bilen; Hersek Müftüsü Fehmi Hoca ile “Kitabü’l-Kamil”i hasbıhal eden; Musa Kazım Hoca ile Şeyh Bedrettin’in “Varidat”ını okuyan; sonra Halkalı mektebinin bahçesinde, “istiskai batn” a uğrayan ineklerin karnından “trocart”la su alan; sonra “Aruz”un orkestrasyonunu yapan, bir taraftan da Nısfiye üfleyen Akif’ti. Bunları kendisiyle çok özel ve güzel dostluğu bulunan Mithat Cemal Kuntay, “MEHMET AKİF; Hayatı-Seciyesi-Sanatı” adlı kitabında yazıyor. Eleştiri de acımasız ve son derece sert olan Dücane Cündüoğlu’yla Nevşehir Avanos Belediyesi’nin Kültür Etkinliğine geldiğinde muhtelif konularda konuşmalarımız oldu. Bir ara mevzu Mehmet Akif’e geldiğinde Dücane; “Mehmet Akif Ersoy’u eleştiren bir yazı kaleme almak istedim. O, hayatı öylesine güzel yaşamış ki, ciddi anlamda eleştirilecek bir yönünü bulamadım. Bir insan bu kadar mı kusursuz yaşamaya çalışır…” dediğini unutamıyorum. İşte bu meziyetlere, hatta bundan fazlasına sahip olan Mehmet Akif Ersoy’dan bahsetmek ve hakkında yazmak! Hiç de kolay değil. Ama en çok yazmayı istediğim in-
sanlardan biri hiç şüphesiz Akif. Mehmet Akif Ersoy, Aralık 1873 yılında İstanbul’da doğdu. 27 Aralık 1936 yılında gene İstanbul’da hakkın rahmetine kavuştu. Edirnekapı şehitliğine defnedildi. Doğumundan ölümüne altmış üç yıllık hayat mücadelesi ülkemizin en badireli döneminde geçmiştir. Şehir şehir dolaşıp, seyyar matbaacılık yapan, camilerde vaazlar verip, insanları uyandırmaya çalışan, insanları mücadele etmeye teşvik eden bir önder; yanmakta olan ülkeyi sündürmeye çalışan bir itfaiyeci gibi çalıştı durdu. AKİF VE MEAL ÇALIŞMASI Altmış üç yıllık ömre o kadar hayırlı çalışmalar sığdırdı ki, onlardan biri de meal çalışmasıdır. Bu husus müstakil bir yazıyı gerektirse de kısa da olsa üzerinde durmak istiyorum. Eşref edip anlatıyor; çıkartmakta olduğumuz Sırat-ı Müstakim’in ismini Sebilürreşad (1921) olarak değiştirdik. Bu değişiklikle beraber dergide yayınlanmasını istediğimiz tefsir kısmına gelince Halim Sabit Bey, ‘ben bu kısmın Üstat tarafından yazılmasını çok münasip görürüm.’ Üstat hemen itiraz etti; “Bu benim işim değil. Bu ağır yükü bana yüklemeyin. Onun kavaid (kaideleri) ve usulü var ki benim onlarla tevaggulüm (meşguliyetim/ihtisasım yok) yok.’ Halim Sabit; ‘daha iyi ya! Biz de öyle istiyoruz. Kavaid ve nakliyattan ziyade doğrudan doğruya Kuran’dan anladığınızı yazınız...” Bunun üzerine Akif; “Bilmem ki, becerebilecek miyim? Yapmaya çalışayım?” Üstadın bunu kabulü hepimizi sevindirdi. Çünkü var olan mevcut Kuran mealleri tatmin edici değildi. Dergiyi ilk çıkartmaya başladığımız (1908) günden beri kendisinden yeni bir meal yapmasını istedik. Maalesef mesuliyetinden kaçındığı için imtina etti. Sebilürreşad’da dahi meal yazmaktan kaçınan Akif, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı meal kararına zorlamalı da olsa evet demek zorunda kalmıştır. Mecliste, Kamil Miras ve bir grup arkadaşının verdiği önerge neticesinde, “Meal-Tefsir” ve “Hadis” Kitabının tercüme edilmesine karar verildi. Devam edecek
onbir
Kasım 2016
Âdâb-ı Muâşeret Temiz giyinmek Temizlik İslam’ın üzerinde önemli durduğu hususlardan biridir. “Oku” emrinden sora ikinci sırada gelen emir elbiselerin temizlenmesidir. “Elbiselerini temiz tut” (Müddessir 74/4) Yüce Allah Kur’an’da temizlenenleri sevdiğini bildirmektedir:
ان هللا حيب املطهرين “Şüphesiz Allah temizlenenleri sever” (Tevbe,9/108) Peygamberimiz beyanı ile الطهور نصف “ الاميانTemizlik imanın yarısıdır.”
Sıla-i rahim”e riayet etmek
Müslümanlar uygun zamanlarda mümin kardeşlerini, büyüklerini ve yakınlarını ziyaret etmeli, onların gönüllerini hoş etmeye çalışmalıdır. Ancak ziyâretin, çok uzun ve usandırıcı olmamasına özen gösterilmelidir. Ziyârete gelenlere imkân nispetinde ikram etmelidir. Allah’a ve âhirete inanan, misâfirine izzet ve ikramda bulunmalıdır. Kur’an’da birçok âyette sıla-i rahim emredilmektedir. Peygamberimiz (a.s.)
صل من قطعك واعط من حرمك واعف معن ظلمك “Senin ile ilişkiyi kesen kimse ile ilişkini sürdür, seni mahrum edene ver, sana zulmedeni bağışla” buyurmuştur.
Evlere girerken kurallara uymak
Evlere girmeden önce zil çalarak veya kapı tıklatılarak izin istenir, buyurun edilince girilir ve selam verilir. Bu hususu yüce Allah şöyle ifade etmektedir:
َي أ�يُّ َا َّ ِال َين � آ َمنُوا َل تَدْ ُخلُوا بُ ُيوتً غَ ْ َي بُ ُيو ِت ُ ْك َح َّت تَ� ْس َت�أ ِن ُسوا َوت ُ َس ِل ّ ُموا عَ َل أ� ْه ِلهَا َذ ِل ُ ْك خ ْ ٌَي لَ ُ ْك ل َ َعل َّ ُ ْك ون َ ت ََذكَّ ُر “Ey inananlar! Evlerinizden başka evlere, izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha iyidir” (Nur 24/27). İzin verilmez ise girilmemeli ve eve kabul etmedi diye de alınmamalıdır. Çünkü gitmek istediğimiz kimse müsait olmayabilir, bir mazereti bulunabilir.
Sünneti ihyâ etmek -1 Tuhfetü’l - Ahyâr Abdülhay el-Leknevî Her ne kadar bu kitap tarif ve hüküm olarak sünnet konusunu ele alıyor olsa da, sünnet lafzını anlama konusunda meydana gelen bazı hatalara burada dikkat çekmenin güzel olacağını düşündüm. Bilinen bir şeydir ki, sünnet lafzı, Peygamber (sallalıahü aleyhi ve sellem)’in, sahabe ve tabiinin (radıyallahü anhüm) sözlerinde çokça kullanılan lafızlardandır. Sünnet, hakiki anlamıyla, dinde tabi olunan meşru yol, hanif nebevi yöntem/ hayat tarzı demektir. İstihsan, sena, talep, iktiza siyakında ondan gelenler bu manadadır ve buna şahitlik eden pek çok rivayet vardır. Toplu olarak bunları zikredeceğim. Yine bilinen bir şeydir ki, sünnet lafzı, fukahanın sözlerinde ve fıkıh kitaplarında sürekli kullanılan fıkhi ıstılahlardan biridir. Fukaha indinde sünnet lafzı, farz veya vacibin mukabili olarak kullanılan bir lafızdır. Bu fıkhi ıstılah, tabiin asrından sonra ikinci asır ve sonrasında ortaya çıkmış ve yaygınlık kazanmıştır. Bazı mezhep fakihlerinin ifadelerinde bu iki mana karıştırılmıştır. Onlar, Peygamber (sallahü aleyhi ve sellem) veya sahabe ve tabiinin sözlerinde geçen sünnet lafzını, daha sonraları ıstılahlaşan anlamıla teşvik edilen amellerin sünnet oluşuna delil olarak kullanılmışlardır. Bu, kendisine dikkat çekilmesi gereken bir hatadır. Çünkü nebevi hadislerde veya sahabe tabiinin sözlerinde geçen sünnet lafzı, itikad, ibadet, muamelet, ahlak, adab ve diğer konuları içine alacak şekilde umumi şer’i manasıyla kullanılmıştır. Bu anlamın içinde, farz, vacip, teşvik edilen ve meşru kılınıp güzel görülen her türlü söz ve amel dahildir. Müellifin sözlerinde sayfa 51’de, allema Abdulgani en-Nablusi’nin (1143/1731) (rahimemullah), el-Hadikatü’n-nediyye şerhu’t-Tarikati’l-Muhammediyye’sinde geçen şu sözü gelecektir: “Rasulullah (sallahü aleyhi ve sellem)’in sünneti, onun sözleri, fiilleri, itikadı, ahlakı ve başkalarının sözü veya fiili karşısında susması/takriri/onayı için kullanılan bir isimdir” Fukahanın sözlerinde ve fıkıh kitaplarında geçen sünnet lafzı ise, farz veya vacibin mukabili diye tanımladıkları özel ıstılahi anlamında kullanılmaktadır. Bu iki mana ve kullanım arasındaki fark ise açıktır. Bir amelin sünnet oluşuna, nebevi lisanda veya sahabe ve tabiinin sözlerinde geçen sünnet lafzıyla istidlalde bulunmak açık bir hatadır. Takdim etmiş olduğumuz bu mananın daha geniş izahı için sünnet lafzının geçtiği nebevi hadisleri toplu olarak
burada sunuyoruz: 1-Hz. Aişe hadisi: Aişe (radiyallahü anha), Rasulullah(sallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu söylemiştir: “Nikah benim sünnetimle amel etmezse benden değildir. Evlenin, ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla övüneceğim.”İbn Mace, Sünen’in Kitabü’n-nikah’ın başında 1/592 rivayet etmiştir. İsnadı zayıftır. Fakat bu rivayetin sahih şahidi vardır. 2- Ebu Eyyub el-Ensari Hadisi: Rasulullah (sallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Dört şey peygamberlerin sünnetindendir: Haya, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve nikah.” Tirmizi, el-Camii’nde, Kitabü’n-nikah’ın başında 4/37 rivayet etmiştir. İsnadı zayıftır. 3- Enes b. Malik Hadisi: Rasulullah (sallahü alryhi ve sellem) bana şöyle dedi: “Ey oğulcuğum! Eğer hiç kimseye karşı bir kinin olmaksızın sabahlaman ve akşamlaman mümkünse bunu yap.” Sonra bana şöyle dedi: “ Ey oğulcuğum! Bu benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi ihya ederse beni seviyor demektir. Kim beni severse cennette benimle beraber olacaktır.” Tirmizi, el-Cami’inde 7/322, ilim babında rivayet etmiş ve bunun hakkında, bu vecihle hasen garib bir hadistir demiştir. 4- Cerir b. Abdullah el-Beceli Hadisi: bir kıssanın anlatıldığı uzun bir hadistir. Sonunda şöyle geçmektedir. Rasulüllah (sallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kim islam’da güzel bir sünnet/yol ortaya koyarsa, onun için bunun ecri ve bundan sonra da onunla amel edenlerin ecrii vardır. Onunla amel edenlerin ecirlerinden de hiçbir şey eksilmez. Kim de İslam’da kötü bir sünnet/yol ortaya koyarsa, onun için bunun günahı ve bundan sonra da onunla amel edenlerin günahı vardır. Onunla amel edenlerin günahlarından da hiçbir şey eksiltilmez. Müslim, Nevevi’nin şerhiyle birlikte basılan Sahih’inde 7/104, Kitabü’z-zekat’ta, sadaka ve çeşitlerine teşvik babında rivayet etmiştir. Ayrıca Tirmizi, Nesai ve İbn Mace rivayet etmişlerdir. 5- Amr b.Yezid b. Milha Hadisi: Rasulullah (sallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Yılanın deliğine çekildiği gibi bu din de Hicaz’a çekilecektir. Din garib olarak başlamıştır ve garibliğine dönecektir. Benden sonra insanların ifsat ettiği sünnetimi ıslah eden o gariblere ne mutlu!” Tirmizi, Kitabü’l-iman’da 7/288, islam garib olarak başlamıştır ve garibliğine dönecektir babında rivayet etmiş ve hasen sahih bir hadistir demiştir.
oniki
Safer 1438
Bağrıyanık bir candangeçti Mehmet Cemal Çiftçigüzeli
Vefatının 33. yılında yeniden Serdengeçti gündemi... Cesareti, esprilerle örülü hayatı, mütevazi yaşamıyla bir Garip Allah dostunu, Sebilürreşad’ın yıllarca abonesi olan Osman Yüksel Serdengeçti’yi rahmetle anıyoruz. Ankara’da yaşıyordu Osman Yüksel Serdengeçti (1917-1983). Altmışlı yaşların içindeydi kendisini en son ziyaret ettiğimde. Herkes gibi ben de “Osman ağabey” derdim. Dikimevi’nde oturuyordu. Evine ziyaretine gidiyordum. Zaman zaman arkadaş gruplarıyla, zaman zaman da yalnız.Vefatından sanırım bir üç beş ay kadar önceydi. Yine Dikimevi’nde Site Öğrenci Yurdu’nun hemen arkasındaki zemin katta ikamet ediyordu. Kiracıydı. Bir yazarın, bir gazetecinin, bir yayıncının, bir fikir adamının, bir politikacının, bir muzdaribin evini tahayyül edenler için burası bir sürpriz yerdi. Mütevazilikten de öte, en fakirlerin bile oturamayacağı kadar perişan bir evde yaşıyordu eşi İsmet Hanımla birlikte. Evin zili yere düştü düşecek mi ne? Dolayısıyla zili dikkatli çalmaktan vazgeçtik, kapıyı tıkladık. TİTREYEREK KENDİNE DÖNMEK Yüzünde yılların yorgunluğu olan başörtülü bir hanım açtı. Buyur etti içeriye. Sanırım eşi İsmet Hanım’dı. Osman Yüksel basit bir yatağın üzerine oturmuş bizi bekliyordu. Önünde de üç beş çürük sandalye. Telefonu olmadığı için hep emrivaki yapıyorduk. O da mutlu oluyordu benim gibi kırkına merdiven dayamış okuyucularını ve onun mesleğini devam ettirenleri görünce. Selam verdim. Elindeki bastonuna dayanarak konuştu; -Türkeş, “Ey Türk titre ve kendine dön” dedi ya, ben de titriyorum işte. Alzaymıra yakalanmıştı. En hastalıklı halinde bile espri yapıyordu. Bu esprilerine de en fazla Necip Fazıl Kısakürek kızardı. Rahmetli, “Espri budalası” derdi Osman Yüksel için. Osman Yüksel Serdengeçti Adalet Partisi’nden Antalya milletvekili (1965-1969) seçildi. Ancak gerek Başbakan Süleyman Demirel ile ve gerek de kafasına uymayan AP politikalarını
eleştirdiği için, partisinden ihraç edilmiş, o da Milliyetçi Hareket Partisi’ne girmişti. Gelişmeleri bildiğimizden dolayı espriyi öyle yapmıştı. “Türkeş, Ey Türk Titre ve Kendine Dön” dedi, ben de titriyorum işte” hatırlatmasındaki mesaj böyleydi. BİR NESİL SERDENGEÇTİ’DEN BESLENDİ Osman Yüksel benim gözümde Serdengeçtiden de öte bir masal kahramanı devdi. Bütün ejderhaları öldürüyordu. Ortaokul yıllarımızda Kilis’te; Hafız Kamil Kıdeyş sınıf arkadaşımız İsmail İlmi’nin babasıydı. Ama olmasına, gözleri görmemesine rağmen Serdengeçti ve Sebilürreşad gibi dergilere aboneydi. Çocuklarına okuturdu. Bir de bizlere. Serdengeçti’nin daha o yaşta tiryakisi olmuştum. Gözümün önüne o’nun gençlik, mahkeme ve zindan fotoğrafları geliyordu Osman Yüksel konuşurken. Albroz tıraşlı, bağrıaçık, gömlekli resmi. Sonra yandan gür saçlı, sivri burunlu profili. Orta yaşta mahkemeye giderken Necip Fazıl ile yan yana cezaevi arabasına bindirilirken. Nihayet yine elinde bastonu ile, sakalları uzamış, suratı kirli sarı, pejmürde kıyafetli, Ahmet Kabaklı’nın yanında Osman Yüksel. Ve şimdi karşımda oturuyordu. -Hayatımda iki ismet beni perişan etti.. biri hürriyetimi, ötekisi de zürriyetimi elimden aldı! Gülmek vakti mi, düşünmek zamanı mı? Sadece dinliyorum Osman ağabeyi. CHP Lideri İsmet İnönü zamanı her yazısından
mahkemeye verilmiş, tutuklanmıştı. İki İsmetten birisi Cumhurbaşkanı İsmet Paşa idi. Diğeri ise eşi İsmet Hanımdı. Akseki’den hemşehrisi olan İsmet Hanım’dan bir erkek çocuğu olmuştu, ama iki yaşına basmadan vefat etmişti. Zürriyetinin devamını istiyordu, ancak daha sonra hiç çocukları olmadı. İsmet Hanım’a sataşması bu yüzdendi. Kadıncağaz da hiç sesini çıkarmazdı. 32 SAYIDA HER SEFERİNDE TUTUKLAMA MI? İsmet Hanım çaylarımızı getirdi. İçtik. Osman Yüksel içmedi. Sanırım elleri titrediği için olsa gerekti. Serdengeçti’deki şiirler, anektodlar, kara mizahlar gözümün önüne geliyordu sık sık. Osman Yüksel’i dinlerken kafamdan çok şey geçiyordu ayrıca. CHP’ye her şeyi ile karşıydı. Milli Eğitim Vekili Hasan Ali Yücel’e “Yüksek Makamın Alçak Vekiline” diye açık mektup yayınlamıştı. Tutuklandı. “Onlar kendilerini ilah sanıyorlardı. Yapanlar onlardı, yaratanlar onlardı. Tanrılar gibi konuşuyorlardı. Firavunlar gibi saltanat sürdüler.” Böyle deyince de cezaevinin yolunu tuttu. Yolsuzluklara karşıydı. “Kambur Rıza Nasıl Milyoner oldu?” diye İsmet Paşa’ya kardeşini hatırlattı. Yine mahpusa düştü. Serdengeçti Dergisi’nin her sayısında tutuklandı. Zaten 32 sayı falan yayınlanmıştı. Sadece bu mu? Türk Tarihini son yıllarıyla sınırlamaya, mukaddesata yapılan saldırılara, yolsuzluklara, ayrıca materyalizme, siyonizme, komünizme karşı bayrak açmıştı.
Nevzat Yalçıntaş 17 yaşında ve Ankara Ticaret Lisesinde okuyor. Sık sık da Denizciler Caddesi Küçükçarşı Han’daki Serdengeçti (Dava, Mücadele, Hareket, Allah, Millet, Vatan Yolunda) Dergisine uğruyor. Osman Yüksel, dergiye yazı yazmasını istiyor. O da yazıyor. Hemen mahkemeye veriliyor. Lise öğrencisinin suçu “halkı yönetim hakkında kışkırtmak ve irtica propagandası yapmak”. İddianameye hakim de şaşırıyor. Çünkü karşılarında bıyıkları henüz bitmek üzere olan bir genç. Derginin sorumlu müdürü Osman Yüksel, Nevzat Yalçıntaş’a diyor ki “Nevzat beni mahkum etmek için seni çağırdılar. Yine de bana gün verip mahkum edecekler” Gerçekten de öyle oluyor, Nevzat Yalçıntaş için kavuşturmaya yer olmadığı kararı verilirken, Serdengeçti cezaevine. O günü Nevzat Yalçıntaş bana şöyle anlattı; “Artık inanan yazar ve kanaat önderleri Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl Kısakürek, Bediüzzaman Said Nursi sürekli cezaevine girip çıkıyorlardı.” KALEMİ KESKİN GÖZÜ PEK Osman Ağabey’in bütün kitaplarını okumuştum. Zaten önemli bir kısmı yazılarından oluşuyordu. Yeni İstanbul’da da bir ara epeyi bir süre fıkra yazmıştı. O kitapları ve yazıları gözümün önüne geldi. Bekir Sıtkı Erdoğan’ın şiirlerini Bir Yağmur Başladı diye yayınlamıştı. Sonra Necip Fazıl’ın bazı eserlerini. Mesela Sonsuzluk Kervanı ve Bir Adam Yaratmak’ı. Bu eserleri Kilis’te Müezzin Nihat Ferah getirtmişti. Okumakla kalmayıp, kütüphanem için satın da almıştım. Hele bir de Serdengeçti’deki müjde beni daha da bir kitap dostu yaptı. “Mukaddesatçı, Milliyetçi Cephenin Kütüphanesi Ku-
onüç
Kasım 2016 ruldu” derken onlarca kitap ismi veriyordu. Bununla da kalmadı Osman Yüksel, “Bütün Partilerin ve Patırtıların Üstünde” diyerek Hak Yolunda Bağrıyanık Yolcular için Bağrıyanık’ı yayınladı. Okuyuculara tek tek cevap veriyor, ayrıca bir de Bayiler Resmi Geçidi yapıyordu Serdengeçti’de. O yıllarda dağıtım şirketleri yoktu. Siz kitap ve gazete bayilerine yayınladıklarınızı gönderiyordunuz. Onlar da parasını. Vicdan ile alakalıydı. Vakıf Akbaba adındaki bir bayi için şöyle diyordu; “Bizim bildiğimiz Akbabalar leş yer, ama bu bizim Akbaba Serdengeçti’nin paralarını yiyor.” Her konuda kalemi keskin, gözü pekti. İHTİYARLIK ŞİİRİ Yatağında bir ara daldı. Sonra mırıldandı; “Artık iş kalmadı yarenler bizde/Tökezler olduk yazıda düzde/Şairdik, hatiptik, yazardık sözde/ Ekmeği yemeğe ağızda diş yok/Dedik ya efendim bizlerde iş yok” Kendisine ihtiyarlığı yakıştıramıyoruz olsa gerek; “Esteğfurallah Ağabey” falan demeye bile fırsat vermeden devam etti; “Sağ yanım titriyor, sol yanım tutmaz/Nabzım tekler durur, muntazam atmaz/ Ayağım bir türlü ileri gitmez/ Ağzım her an kuru, gözümde yaş yok/ Artık bundan böyle bizlerde iş yok.” Üzülüyor bu hatırlatmalara. Yine espri yapacak sanıyorum. Meğer İhtiyarlık şiiri yazmış; Bir secdeye varsam başım dolanır/Ne yesem, ne içsem midem bulanır/ Bütün dertler birbirine ulanır/ Tatlılarda bir lezzet yok/Benim bu halime takacak ad yok. Ağlayacağım ağlayamıyorum. Duygularım yüklendi yüreğime. Dokunsalar gözyaşlarım boşalacak. Osman ağabey devam ediyor; “İki adım atsam durmaz düşerim/ Allah’ım ben böyle nasıl yaşarım?/ Kendimi kollayacak gövdede baş yok/ Bağrıma basacak evlat yok, eş yok” Bu son görüşmemizmiş meğer. İçini boşalttı sanırım; “Yaşıtlarım birer birer ölüyor/Yeşil yaprak kara toprak oluyor/ Azrail başucumda soluyor/Üstüme dikmeye ağaç yok, taş yok/Arkamdan vermeye yemek yok aş yok” OSMAN YÜKSEL’İN AKSEKİ’DEKİ BABA EVİ Vedalaşırken dayanamayıp ağlayacağımı hissettim. Biraz daha oturdum. Oysa her kahra meydan okurdu Osman Ağabey. Son günleri öyle olmadı. Yazın ortasında bir bağ evinde düşüp kendini sakatlamıştı. O yaşta iyileşme rizikonusunu da yanında getiriyordu. Konya Selçuk Üniversitesi ve Ankara Çankaya Hastanesi’nde tedaviler de yeterli olmadı. Son günlerinde sadece yüzü ve gözleri vardı. Kimseyi tanıyıp tanımadığını belli bile etmiyordu. İstanbul Aksaray’daki evini ve kitaplarının yayın hakkını Türk Edebiyat Vakfı’na verdi, bağışladı. Ölürken de müthiş bir espri yaptı; o gün 10 Kasım’dı çünkü. Antalya Büyükşehir Belediyesi Adalet Partisi’nde iken hemşehrilerinin adını Barınaklarda bir bulvara verdiler. CHP geldi kaldırdı. Antalya AK Parti’de bugün, ancak değişen bir şey yok. Eşim ve çocuklarımı alıp Akseki’ye gittim Osman Yüksel Serdengeçti’nin doğup büyüdüğü evini arayıp buldum. Tarihi dokusu içinde döneminin özelliklerini taşıyordu. İçerde kimse yoktu. Kapısında da herhangi bir tabela falan da. Sordum ki Osman Yüksel’in evi hala müze falan yapılmamış. Üstelik AK Parti’de Akseki Belediyesi. Akseki’nin bu kahraman evladının bu baba evi hala öksüz. O size bakıyor, siz de ona. Ancak komşuları oraya giderseniz size Akseki’nin meşhur ince kabuklu, siyah üzümünü ikram ediyor.
Şifa Niyetine Hal-i pür meâlimiz Mehmet Aysoy
İslam tarihinde Gazali’nin misyonunda karşımıza çıkan usulü yine ve yeniden kullanmak durumundayız. Kadim sorunlar kendisini modernlik üzerinden güncelliyor. Ümmet olarak halimiz bu. Bu durum karşısında ne yapıyoruz? Yapılan ya da yapılmaya çalışılan da iki tür tavırda kendisini ifade ediyor; birincisi sorunu kadim üzerinden, tarihselliği içinde değerlendiren tavırlar, ikincisi ise, sorunu modernlik üzerinden tarihsiz bir yaklaşımla geliştirilen tavırlar. Bu türden tavırları Suriye savaşı üzerinden okumak mümkün olduğu gibi İslam adına çekilmiş bir film üzerinden de okumak mümkün. Tarihsel sorunlarıyla birlikte İslam bizim mirasımız, bu miras karşısında ortaya konulan tavırları kendi içinde iyi anlamak, iyi tahlil etmek de sorumluluğumuz. (Bir kısım ‘redd-i mirascılar’ bahsi diğerdir çünkü redd-i miras bizatihi modernliğe dairdir.) Hal böyleyken aynı soruna dair iki ayrı tavrı nasıl ele aldığımız, sorun kadar önemlidir. İslam’ın tarihsel sorunları tarih içinde geliştirilen yaklaşımlarla günümüze intikal etmiştir. Başka bir ifadeyle sorunlar kadar sorunlara yönelik geliştirilmiş yaklaşımlar da sorunun bir parçası olarak günümüze intikal etmiştir. Sorun ve soruna dair yaklaşımlar bütünü karşısında en kolay yol, soruna modernlik üzerinden, tarihsizleştirerek yaklaşmaktır. Bu yaklaşıma ister yeniden okuma diyelim ister kadimin yok sayılması, bugüne kadar üstesinden geldiği bir sorun da görülmemektedir, hatta bu türden çözme gayretleri belli sorunları içinden çıkılamaz hale de döndürmüştür. Soruna tarihi içinde ve tarihte ortaya konulan yaklaşımlar eşliğinde yaklaşıldığında ise, durum diğerine göre daha iç açıcı değildir. Batılıların ortodoksi dedikleri bizim ise ‘gelenek’ dediğimiz yaklaşım; öncelikle kendini sorun alanlarına göre konumlandırmıştır. Daha doğrusu sorunlara yönelik tavırlar geleneğin kendisini inşa ettiği araçlardır. Gelenek kendisini ‘hakikat’ bağlamında ifade eder. Geleneğe dair en basit bir soru sizi; itikadi, mezhebi itirazlarla yüz yüze bırakır. Bu bağlamda Müslüman’ın aşılması zor bir dikotomiyle karşı karşıya olduğu ortadadır. Kolaycılığa kaçmadan ya da selefi bir tavra düşmeden ne yapılabilir? Cevap yine kadimin içindedir, İslam tarihinde ortaya çıkmış sorunlar karşısında ortaya konulmuş olan ‘vasat’ arayı-
şı, bizlere kadar intikal etmiş ‘usul’dur. Modernlik kadim sorunları güncellerken farklılaştırır da, değişen, tarihsel bağlamı aşınan belli sorunlar karşısında bir orta yol bulma gayreti günümüzün en temel ihtiyacıdır. Zor bir sorumluluktur bu. İslam tarihinde Gazali’nin misyonunda karşımıza çıkan usulü yine ve yeniden kullanmak durumundayız. Bunun imkanı nedir? Sorusu bahsi geçen zorluğun boyutlarını bizlere sunar. Bırakın tarihsel sorunların bağlamını, bizler halen kuşatıcı bir İslam düşünce tarihi yazabilmiş değiliz. Ansiklopedik, parçalı, isimlere dayalı düşünce tarihlerine karşı bütüncü (külli) kendi içinde süreklilikleri belirgin bir düşünce tarihimiz yok. Bu manada Gazali’ye dahi ya oryantalistlerin güzergahından felsefe merkezinde yada tasavvuf düşüncesi üzerinden yaklaşabiliyoruz. Halbuki kadim düşünce içinde Gazali öncelikle bir ‘usul’dür. İkinci olarak, modernlikle birlikte kadimin yüz yüze geldiği sorunlar karşısındaki tavrı henüz netleştirilebilmiş değildir. İslam ilim tarihi bu manada bizlere yön verecek en önemli alandır. Belli ki, o dönemde belirginleşen sorunlar halen geçerlidir. İslam dünyası içinde İslam ilim tarihi konusunda en kayda değer çalışmaların ülkemizde gerçekleştirildiğini görüyoruz. Söz konusu çalışmalar sadece bizlere ilmin tarihini değil, kadimin konuya yaklaşımını, usulünü de sunuyor. Son olarak yine Gazali’nin usulüyle modernliğin paranteze alınıp İslam adına belli yaklaşımların geliştirilmesi gerekmektedir ki, kelam bu alandaki en doğrudan ilimdir. Bu konuda her ne hikmetse güncellenme meselesi hep fıkıh ve fıkıh usulü üzerinden tartışılıyor. Konunun bu minvalde ele alınması dahi bizatihi problematik olarak karşımızdadır. Günümüzde İslam ilimleri, akademik alanda sadece tarihleriyle okutulan bilgiye dönüşmüştür. Akademik manada kelamın tarihsel olarak konularını bilen ilim adamları var ancak günümüz sorunlarına kelam içinden bakan ilim adamlarımız yok. Sürekliliklerin kurulması, usul çerçevesinde güncelliğin sağlanması gerekiyor. Sonuç olarak günümüz İslam dünyasının hali hem kadim hem de modernliğin ürünü olan sorunlarıyla birlikte tahlil edilmek durumundadır.
ondört
Safer 1438
İslamcılığı yeniden tartışmak-2
Ayşe Yaşar Umutlu
Fransa’dan İslâm’a
MİSİLLEME
1850’lerden sonra İslam’a dönüş çağrısını yapan Afgani, Abduh ve onları takip eden aydınlar, o günkü dünya için bilim, sanayi, ekonomi ve toplumsal gelişmelerin tesiriyle yeni bir hareket başlatmışlar. Özellikle Kemalist, milliyetçi ve sol siyasi anlayışların gözünde, İslamcıların kendi dışındaki dini kabullere karşı özgürlükçü olması beklenemez. Bu nedenle İslamcı hareketi, kendi ideolojik kabullerinin en büyük tehlikesi olarak gören Kemalistler bu oluşumu durdur- Abduh mak için birçok kez çeşitli hukuk ve siyasal araçları objektiflikten uzak biçimlerde kullanmışlardır. İslamcılık Hareketinin Ana Konuları ve Temaları Yukarıda ifade olunduğu gibi hem muhalefet yani bir başkaldırı hareketi hem de uyum hareketi olarak düşünülebilir. Cemalettin Afgani’nin Dârülfünûn’da işlediği tarih toplum strateji derslerindeki İttihat-ı İslam maddeleri, kuvveti ruska hareketinin ıslahı tezleri olarak yer alır. 1- Mutlaka istibdata ( baskı veya despotluk ) karşı gelinecek. 2- Kuran’a ve sünnete dönülecek. 3- İçtihat kapısı yeniden açılacak. 4- Lâdini ve muharref değerler ayıklanmalı. 5- Sömürgeciliğe direnilmelidir. İslamcılık üzerine geliştirilen temel kavramlar özellikle şu alanlarda etkili olmuş çoklu bir yapıdır: - Kaynaklara ve Asr-ı Saadet’e dönüş fikri olarak ilk zamanlarda bıraktığı duygu ve düşünce üzerinden değerlendirilir. Yani Kur’an-ı Kerim ve hadise yani Hz. Peygamber’in dönemine dönüştür. Kaynaklara dönüş aslında kaynaklara nasıl bir şekilde dönüştür, sorusunu sürekli kılar çünkü hem bir imkân hem bir problem alanıdır. - Tüm İslam tarihinin istibdat olarak adlandırılması çok yaygındır. Zamanla Hz. Peygamber ve Ashab’ı dönemini bir çeşit demokrasi olarak kabul eden, Emevilerle demokrasinin bozuluşa geçtiği istikametinde yeni düşünce ve teamüller anlayışı ortaya çıkar. Hilafet ve meşrutiyet, cumhuriyet ve demokrasi arasındaki ilişkiler de tartışmalara dâhil olur. - İslamcılık, İslam ahlak düşüncesinin yani sosyal hayatın, yaşama üslubu ve tarzının değiştirilmesi istikametindeki bir alandır. İslamcılar arasında kendi çizgilerinin Kant’ın ödev ahlakı çizgisine doğru bir ahlak anlayışı iddiası yer alır. İslam dünyasındaki yaşama üslubunun sosyal hayatı kuruluş düzenlerinin kuralcılığı
bu etiğe benzetilir. Ahlak alanı ile ilgili İslamcıların en şiddetli eleştirileri tasavvuf ve tarikatlar üzerinde görülür, büyük ölçüde tenkit ve tavsiye alanı olarak kabul edilir. Sonuç olarak, 19. yüzyıl İslam düşünürleri özellikle 1850’lerden sonra Afgani İslam’a dönüş çağrısını yapan Afgani, Abduh ve onları takip eden aydınlar, o günkü dünya için bilim, sanayi, ekonomi ve toplumsal gelişmelerin tesiriyle yeni bir hareket başlatmışlar. İslam dünyasında eskiye dönmekten başka yol olmadığını savunmuşlar ve bu alanda ortaya konacak yeni fikirlerin ve oluşacak yeni hareketlerin başarısızlığa mahkûm olacağını öne sürmüşlerdir. Fakat problem bu kadarla çözüme kavuşturulacak bir problem olmaktan çıkmış; bütün diğer düşünce akımları ile de iç içe geçen mücadeleler, girift bir hal almıştır. Çünkü içinde bulunulan problemin temeli; tarih, kültür ve coğrafya ile de bağlı İslam anlayışlarının getirdiği düşüncenin ve bu düşüncenin oluşturduğu dünya görüşlerinin kendi konjonktürümüz açısından değerlendirilmesi ve siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel alana intikal ettirilmede uzlaşmanın sağlanmaması idi. Bunun bir başka neticesi olarak da geleneksel İslam anlayışı ile diğer İslamcılık anlayışlarının kavgalı hale gelmesidir. Çünkü geleneksel veya muhafazakâr İslam anlayışına göre, İslamcılık sadece siyasi bir ideoloji olarak takdim edilmesi ve dinin ideolojiye indirgenmesi olarak eleştirildi. Sadece İslamcıları Müslüman kabul etme gafleti olarak yargılandı. İslamcılığın asli hedefinin dünyanın vicdanı olmak olarak görülmesi gerektiği vurgulandı. İslam’ın dünyevî güç, çıkar, kariyer, mülk, benlik inşası kaygısı güden beşerî bir ideolojiye indirgenmesiyle İslam’ın sekülerleştirilmesi ve ruhsuzlaştırılmasına yol açacağını iddia ederek karşı koyuldu. Reaksiyoner düşünme olarak adlandırdıkları bu durumu reddettiler. Reaksiyondan aksiyona geçip özneleşerek, direnişi dirilişe dönüştürerek ve nihayet dirilişten varoluşa geçerek var olmak varken İslamcılık algısının reaksiyonerliği kabul edilemez bulundu. Mevcut İslamcılığın özne değil nesne olduğunu ve kendisinin bir varoluş olduğunu ortaya koydular. Aynı ekoller tarafından siyasal İslamcılık bir çıkmaz olarak görülmüştür. Devamı yan sahifede
Fransa İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve, terörle mücadeleye yönelik devam eden soruşturmalar kapsamında, daha fazla cami ve mescidin kapatılabileceğini söyledi. Paris’te düzenlenen valiler ve savcılar toplantısında konuşan Cazeneuve, Fransa’da 2015 yılından bu yana terörle mücadele kapsamında alınan tedbirlere ilişkin verileri paylaştı. Olağanüstü Hal (OHAL) kapsamında ülkede 20’den fazla caminin radikalleşme nedeniyle kapatıldığını belirten Cazeneuve, konuya ilişkin başka ibadet yerleri hakkında da soruşturmalar yürütüldüğünü duyurdu. Fransa’nın terörle mücadelede tarihinde yeni bir döneme girdiğine dikkati çeken Cazeneuve, “2015 yılının başından bugüne terör hareketleriyle ilişkili 80 yabancı kökenli kişi hakkında sınır dışı kararı verildi. Bunların çoğunluğunu nefret söylemi kullanan din görevlileri oluşturuyor.” dedi. Bakan Cazeneuve, radikal eğilimleri tespit edilen ve güvenlik riski oluşturan 201 yabancı hakkında da Fransa’ya giriş yasağı getirildiğini dile getirerek, Ortadoğu’da bulunan terör gruplarına katılmak istediğinden şüphelenilen 430 kişi hakkında yurtdışına çıkış yasağı uygulandığını söyledi. Terör propagandası yapan internet siteleri hakkında da tedbirler alındığını ifade eden Cazeneuve, Fransa’da radikal gruplarla ilgili 54 internet sitesine ve 319 e-posta adresine erişimin engellendiğini duyurdu. Bakan Cazeneuve, Paris’te geçen yıl kasım ayında gerçekleştirilen terör saldırıları sonrası 426 kişinin gözaltına alındığını, 95 kişinin ev hapsinde tutulduğunu ve 4 bin adreste idari arama yapıldığını belirterek, yapılan aramalarda 77’si ağır 600 silahın ele geçirildiğini bildirdi. Fransa’da yürürlükte olan OHAL yasasının şiddet, nefret ve terörü körükleyen ibadet yerlerinin kapatılması ve terör propagandası yapan internet sitelerinin kapanması konusunda İçişleri Bakanlığı’na yetki tanıyor. Paris’te 13 Kasım 2015’te 6 farklı noktaya düzenlenen terör saldırılarında 130 kişi hayatını kaybetmişti. Saldırıların ardından, ülkede olağanüstü hal ilan edilmişti. OHAL çerçevesinde geçen hafta 4 cami kapatılmıştı.
onbeş
Kasım 2016
Çünkü siyasal İslamcılığın Türkiye’ye girmesinde istifade edilen çeviriler ve bunlardan alınan argümanların Arap ve İran üzerinden gelmesi, aynı zamanda buraların yerel kültür ve milliyetçiliklerinin de alınmasını kolaylaştıracağı düşünüldü. Bunun sonucunda oluşacak kültürel değişimlerin bugün fark edilmese dahi ileride neden olabileceği zararların hesap edilemeyeceği bir gerçektir. Bugün FETÖ/PDY terör örgütü sonrası yapılan tüm tartışmalar, İslamcılık tari hindekilerden çok farklı görünmüyor. Günümüz otoritelerinden beklenen, durum tahlili ve anlamaya çalışmanın artık aşılıp değişim ve dönüşüme yönelik faaliyetlerin desteklenmesi, aynı tartışmalara boğulmak yerine, yeni fikir ve sözler döneminin açılmasıdır. Yapılacak tüm tartışmaların eski hatalara düşülmeden yerine getirilebilmesi, cesur kararların, kadim değerleri yıkmadan da dönüştürebilecek böylece yeni fikirler inşa edebileceklerle arz edilmesi beklenir. Nihayetinde toplumsal ve evrensel bir barışın ise geleneğin dili ile söylemek gerekir ise ancak farklılıklara saygı ile mümkün olacağının, bir tekerrür ile tekrar anlaşılacağı kaçınılmaz bir hakikattir. İslam, var olan temel ilkelerini koruyarak tarih, kültür, coğrafya ve modernizm arasında etkili bir iletişim kurar. Bu çaba yakın tarihimizde kavramlar üzerinden yürütülen İslamcılık tartışmalarına ışık tutmaktadır. Abdülhamit’in bir dönem İslamcı yapılara karşı takındığı sert tutum ile dini kisve altında devleti ve toplumu ifsat eden FETÖ terör örgütüne karşı günümüz siyasi otoritenin yaklaşımı benzer kaygılardan neşet etmektedir. Kaynakça: Akdoğan, Yalçın, (2000) , Siyasal İslam, İstanbul, Şehir Yayınları, Temmuz Aktay, Yasin (2000), Siyasal İslâm Anlatısının Sonu, Tezkire, No: 17, Ekim-Kasım Kara, İsmail, (2001) “ İslamcı Söylemin Kaynakları ve Gerçeklik Değeri Üzerine Birkaç Not”, İslamiyat, Ekim – Aralık Hocaoğlu, Durmuş (2004), “İslâmcılık’ın Hazîn Trajedisi”., Yeni Çağ’da Yayınlanan On Yazı., İstanbul, Temmuz 2004 Aktaş, Cihan (2012), “İslâmcılık, bir sınır aşma hareketi..”, Taraf, 30 Ağustos. Özkan, Behlül (2016), “Yarım yüzyıllık örgütlenme: Rabıta’nın çocukları”, Birgün net, 21 Ağustos Kızlak, Kamuran (2016), “Arkaik İslamcılığın (helal) gıdası”, Birgün net, 21 Ağustos Yıldırım, Ergün (2016),”Fetö, darbe ve İslamcılar, Yenişafak, 20 Ağustos Emre, Akif (2016) , “İslamcılık tartışmaları’nın hedefi neydi?” Yenişafak, 20 Ağustos Yıldırım, Ercan (2016), “İslamcılığın 2016 Ufku”, Star, 20 Ağustos Çolakoğlu, Yunus (2016), “ 15 Temmuz, Ilımlı İslam Projesinin Çöküş Müladıdır”, Milat, 11 Ağustos Çolakoğlu, Yunus (2016), “Hani İslamcılık Ölmüştü? (1) “Milat, 10 Ağustos Bergen, Lütfi (2016), “ İslamcılık ve Kudüs” , Yenisöz, 13 Temmuz Karademir, Nihat (2016) “ AK Parti için İslamcılıktan başka seçenek var mı?”, 13 Temmuz Bergen, Lütfi (2016), “2023’e doğru İslamcılık”, Yenisöz, 11 Temmuz
Aliya İzzetbegoviç’in derdi: İslam ile Müslümanlar Arasındaki Mesafe ve Müslümanların İslamlaşması - 2 Doç. Dr. Mahmut Hakkı Akın
Hayatı boyunca ahlaklı bir insan olarak inandığı değerleri yaşama noktasındaki titizliği ve gayreti Aliya İzzetbegoviç’i değerli kılan önemli özelliklerdir O, İslam dünyasının bu tür bir insan tipini yetiştirmekten uzak olduğunu da sebepleriyle göstermeye çalışmıştır. Ona göre bu ideal ilkelerin hepsi İslam’da bulunmaktadır ve Müslümanlar, İslam dışında ya da İslam adına üretilen ve İslami görünen fakat hakikatte öyle olmayan yorumlarda çıkış yolu aramakla hata etmektedirler. Durum böyle devam ettiği müddetçe içeride ve dışarıda gayrı İslami güçler kazanmaya devam edeceklerdir. İslam dünyasının meselelerini ele aldığı çalışmalarında İzzetbegoviç’in özellikle ahlak meselesine odaklandığını ve İslam dünyasının temel krizini ahlak odaklı yorumladığını görmek mümkündür. Ona göre İslam, ilk ortaya çıktığı dönemdeki devrimci ve hayat üreten karakterini zamanla belli sebeplere bağlı olarak kaybetmiştir. İslam’ın ilk dönemlerinde İslam’ın yayılmasını sağlayan Müslümanlar, gittikleri yerlerde hayat üreten, adaletli olan, zulme karşı duran, hoşgörülü, temiz insanlar olarak dikkat çekmişlerdir. Bu özellikler, özgür, Allah’a karşı sorumluluğunun sürekli şuurunda hareket etmeye çalışan cesur bir insan tipine ait özelliklerdir. Zamanla Müslümanlar, İslam’ın ahlaki temelde var olduğu yerde hayat üretme özelliğini kaybetmesine sebep olmuşlardır. Ona göre, İslam dünyası insan ve ahlak odaklı pek çok meseleyle karşı karşıyadır ve pek çok yerde dinin sadece şekilci bir yorumla anlaşıldığı bir coğrafyaya dönüşmüştür. Hayatı boyunca ahlaklı bir insan olarak inandığı değerleri yaşama noktasındaki titizliği ve gayreti Aliya İzzetbegoviç’i değerli kılan önemli özelliklerdir. Bütün hayatı boyunca ve özellikle Bosna Savaşı sırasında inandığı değerleri pratikte gerçekleştirme noktasında ciddi bir imtihan vermiştir. İnançlarının ve düşüncelerinin bedelini yıllarca hapishanelerde kalarak ödeyen İzzetbegoviç, özellikle Bosna’da vahşice bir soykırım yaşanırken bile düşmanlarına benzememeye ve adaletli olmaya azami dikkat etmiştir. Savaş sırasında askerlerine aşırı gitmemeleri, karşılaştıkları kötü durumlarda anlık reaksiyonlarda bulunmamaları konusunda uyarılarda bulunmuş, Srebrenitsa katliamının yıldönümlerinde bu büyük acıyı yaşayan-
lara soykırımın unutulmaması ancak kendileri için kin ve nefret kaynağına dönüştürülmemesi gerektiğini ısrarla söylemiştir. Böyle büyük bir zulme uğrayan insanlara hâlâ itidal çağrısında bulunmanın ne kadar zor olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Onun düşmanlarının bile saygısını kazanmasının sebebi, ilkelerinden taviz vermemeye çalışmasından kaynaklanmaktadır. Ne var ki savaş sırasında ve sonrasında bazı Batılılar, “fundamentalist İslamcı” diyerek kendisi hakkında olumsuz propaganda yapmaktan da çekinmemişlerdir. “İslam Deklarasyonu kitabım dolayısıyla Batı beni asla affetmedi” diyerek bu durumu açıklamıştır. Nitekim “yeni dünya düzeni” söyleminin insanlık için bir safsatadan ibaret olduğunu Bosna Savaşı ve Aliya İzzetbegoviç’in duruşu bütün dünyaya göstermiştir. O, Saraybosna İslamcılık davasından dolayı hapishanede kalırken kendisine pişmanlığının yanında rejim lehine bazı ifadeler içeren bir af dilekçesi vermesi halinde affedilebileceği haberini getiren devlet yetkilisine net bir şekilde hayır demiş ve özgür iradesiyle hapishanede kalmayı tercih etmiş birisidir. 2000 yılında cumhurbaşkanı olarak ölmek istemediği için cumhurbaşkanlığından istifa etmiş ve kalan ömrünü mütevazı bir apartman dairesinde geçirmiştir. Kendisine anıt mezar yapılmasını istememiş, savaş sırasında şehit olan evlatlarının yanına gömülmesini vasiyet etmiştir. Mezar taşının üzerine yazılan “Abdullah”, yani “Allah’ın kulu” sözü bile ne kadar büyük ve değerli bir mesajdır. Türkiye’de Aliya İzzetbegoviç üzerine büyük bir ilgi artarak devam etmektedir. Muhakkak farklı kesimlerden insanların onun düşüncelerinden ve mücadelesinden alacağı çok şey vardır. Ezberlerin, sloganların, anlık durumların adamı olmayan İzzetbegoviç, yakın dönem İslam düşüncesine önemli eserler vermesinin yanında özgürlük peşinde ahlaklı, samimi ve Allah’a kul olmanın şuuruyla bir hayatı yaşamasıyla da bütün Müslümanlara büyük bir miras bırakmıştır. Bu yazı vesilesiyle Aliya İzzetbegoviç’e ve Bosna trajedisine kaybettiğimiz şehitlerimize bir kez daha Allah’tan rahmet diliyoruz.
onaltı
Safer 1438
Vatanı sevmek imandandır Mustafa Yazgan
Musul notları... Güngör Yavuz Aslan - Abdullah Ağar
Toprak, sâdece insanın ilk beden maddesi olduğundan daha öte, rûh’un, nefsin ve kalbi derinliklerden akan “ulvi değerlerle VATAN’a dönüşür. Yeryüzü, insana mekân oldu. İnsan, (hiç şüphesiz) ilahî bir hikmet gereği, dünyaya ışınlandı. Hz. Âdem (a.s.), Hindistan’ın güneydoğusundaki Seylân (Serendip) adasına, (bkz: Âdem tepesi-2200m), Hz. Havva (a.s.)’ı Cidde’ye ışınlayan (cennet boyutundan, dünya coğrafyasına gönderen) Allah (c.c.), İnsan’ın dünya mekânındaki imtihan kaderini yazdı. Bedenleşen insandaki rûhî, nefsî, kalbî cevherleri, dünyada zaman ve mekân sınırları (boyutları) içinde, rasyonel bir biçimde kullanabilmek yeteneğini verdi. İlahî eserine (insana) sınırsız merhameti ile, bu yeteneklerini iyiye, doğruya ve güzele yönlendiren “nebiler’’ (enbiya) ve “Resûller’’ (mürselîn) gönderdi. İnsanlar, yeryüzünde üreyip, çoğaldılar. Sosyolojik varlıklar olarak, dünyanın kıt’alarına yayıldılar. Yaşanabilir alanlarda yurt tuttular, yerleştiler. Topraklarını işlediler. Ektiler biçtiler. Doğal bitkiler yediler. Pırıl pırıl pınarlardan su içtiler. “Nebi’’lerin ve “Resûl’’lerin öğütlerini uyguladılar. Ehlî hayvanlar beslediler. Yerin altını merak ettiler. Mâdenler buldular. Bunları işlediler. Kullandılar. Yaşadıkları topraklarda öylesine bütünleştiler ki, başka coğrafyalardan gelenler yahut gelip-geçenlerden, bütünleştikleri toprakları kıskandılar. Yaşadıkları topraklarda çok müreffeh (refah) içinde yaşıyorlarsa, bu mutluklarını sona ereceği korku ve endişesiyle, gelen yabancılara karşı bir ve bütün oldular. Var güçleri ile gelenlere karşı savaş alanlarında çarpıştılar. Dünyada düşmanlık duygusunu hissettiler. Bu duygu bir “oluşum’’ idi. Gerçekti. Çünkü; Allah(c.c.) yarattığı kullarını rûhî, nefsî ve kalbî özelliklerini biliyordu. İnsan’ın bu yeteneklerini âdetâ (test ederek) ona gösterip, bildiriyordu: - Haydi; (şeytana uymakla) birbirinizin düşmanı olarak (hepiniz yeryüzüne) inin. (El-Bakara 36) - Yine buyurdu ki: “orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan(dirilip) çıkarılacaksınız.’’(El Araf 25) - Size savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın.(fakat savaşmayan ihtiyar, kadın ve çocukları öldürecek) aşırı gitmeyin.(El-Bakara 190)
İnsan yeryüzüne sâdece ve yalnız yemek, içmek,yatmak, çalıp-oynamak, gülüp-eğlenmek için gönderilmedi. “Nebiler’’ ve “Resûller’’ den, İlahî, semavî kitaplardan insan bunu öğrendi ve iman etti. Gâfillerden olmadı. Allah’ın buyruğuna iman etti.Sonsuz yüce olan Rabbimiz diyordu ki: -Dünya hayatı, küfre sapanlara süslü gösterildi. (dünyaperest- maddeperest oldular. Perst: Tapan-tapınan) (El-Bakara 212) Gafillerden olma!(El- Arâf 205) İnsan, yeryüzünde göz ettiği, yerleştiği, yurt edindiği topraklarda yaşarken, rûhu, nefsi ve kalbi sanki bir sis gibi, toprağa sindi. Toprak, sâdece insanın ilk beden maddesi olduğundan daha öte, rûh’un, nefsin ve kalbi derinliklerden akan “ulvi değerler; zeka, akıl, hafıza, hayal, idrak, aşk, estetik, sadâkat, sevgi, birlik ruhu, tarih, hatıra, acılar, sevinçler, zaferler, yenilgiler, medeniyet, san’at, kültür, edebiyat, anıtlar, mezarlar, camîler, ezanlar,selâlar, semboller, sloganlarla toprak olmaktan çıkıp, bir sevdâ, bir hasret, bir aşk cevheri hâline dönüşür ki; biz buna “VATAN’’ diyoruz. Bu anlamda, yeryüzünde, herhangi bir toprak, aşk, sevda ve hasretle yanıp, kavrulan bedenlerin, sevgilisini koruyan bir aşık gibi, kan-revan içinde, yere düşüp, zahirde toprağa (sevgilisine), bâtın’da Allah’a kavuşması ile “VATAN’’ olur. Ve şair der ki; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.’’ Mithat Cemal Kuntay (onbeş yılı karşılarken)
Bir başka şairimiz, sorar; “Bu vatan kimin?’’ Sonra cevabı şiirle verir; Bu vatan, toprağın kara bağrında Sıradağlar gibi duranlarındır; Bir tarih boyunca, onun uğrunda Kendini tarihe verenlerindir... Tarihin dilinden düşmez bu destan: Nehirler gazidir, dağlar kahraman, Her taşı bir yakut olan bu vatan, Can verme sırrına erenlerindir... Gökyay’ım ne yazsan ziyade değil, Bu sevgi bir kuru ifade değil, Sencileyin hasmı rüyada değil, Topun namlısında görenlerindir... Orhan Şâik Gökyay
Musul operasyonunda 3 gündür net bir duraklama var. Sahadan haber veren kaynaklar Musul Kerreme’de Irak Ordusunun verdiği ağır zaiyattan bahsediyor. IŞİD’in yaptığı karşı hamlede (Pusu) 70 asker hayatını kaybetmiş. Musul’da gece çatışmaları, pusular, tünel kullanımları öne çıkıyor. Kesin sonuçlu çatışmalara girmeyen IŞİD, gündüz tünellerde ve halkın içinde saklanıyor. Gece ortaya çıkıp baskın ve pusular düzenliyor. IŞİD’in tünel sistemlerini etkin bir şekilde kullandığından bahsediliyor. Bu 70 kişilik zaiyatı da o şekilde verdirmiş. Tüneller sayesinde Irak güçlerinin arkasına sarkarak “yemli kapan pusu” etkisi üretmiş. Telafer yolundaki Haşdi Şabiler Musul’un 35-40 km batısındaki Türkmen beldesi Muhallebiye’deler. Burası Telafer’e 20-25 kilometre uzaklığında... Türkiye’nin Haşdi Şabi tepkisinden sonra, Haşdi Şabi üst aklının Telafer operasyonu için Türkmen Haşdi Şabi İmam Hüseyin Livasını (diğer adıyla 92nci Tugay) öne sürmeye çalıştığı değerlendiriliyor. “Sünni Türkmenlerin kaldığı IŞİD elindeki Telafer’e Şii Türkmenler üzerinden Haşdi Şabi Mezhebi etkisi.” Haşdi Şabilerin Telafer için öne sürdükleri Türkmen 92nci Liva’nın başında Muhtar Baba var. Öncelikli hedeflerinin Telafer Havaalanı olduğu ifade ediliyor. Şu an durağanlar. Haşdi Şabiler Telafer’e yürümeye devam ederse ABD’nin bunları havadan vuracağını söylediğini iddia ediliyor. İddia’da şöyle bir detay daha var: ABD, bu yürüyüş devam ederse Musul operasyonuna verdiği hava desteğini keseceğini de söylemiş. Abadi yaptığı açıklamada, Musul operasyonunun ne zaman biteceğinin öngörülemeyeceğini söylüyor.Irak ordusundan yapılan bazı açıklamalarda da Musul operasyonun tam bir kabusa dönüştüğüne dair detaylar var. Kırılganlık ve belirsizlikle başlayan Musul operasyonu kırılganlık ve belirsizliklerle devam ediyor. Operasyona katılan güçlerin birbirlerine güvenmedikleri görülüyor. Öncelikle IBY ve merkezi hükümet güçleri arasındaki kırılganlık kendini hissettiriyor. Musul savaşı sonrası, Peşmerge ve Irak güçleri arasında yaşayacak olası çatışma, en çok konuşulan konular arasında. Ve Musul savaşının ne zaman ve nasıl biteceği kestirilemiyor. IŞİD direniyor Canlı kalkan açmazı, en önemli konuların başında geliyor. IŞİD’ın pek çok sivili zorla topladığı ve adı bilinmez yerlerde kullandığı ifade ediliyor. Telafer’e götürdüğü pek çok sivilden ve aşiret ileri gelenlerinden (şeyhlerinden) bahsediliyor. IŞİD’in Reşidiye ve Hammam Ali’ye de sivil canlı kalkan transferi var. Ayrıca IŞİD Musul içinde kendisine karşı çıkan, duvarlara yazı yazan, silahlı saldırılılarda bulunan pek çok sivili şehrin meydanlarında dehşet görüntüleri içinde infaz etmiş. Sayı net değil, 300 civarında infazdan bahsediliyor.
onyedi
Kasım 2016 Mehmet Emin Yurdakul: “Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel Toprak!’’ dedikten sonra, cihada koşarak haykırır: - Yaradan’ın kitabını kaldırtmam, Osmanlı’ının bayrağını aldırtmam, Tanrı evi viran olmaz, giderim! Bu toprağın adı ‘vatan’dır. Uğrunda dökülen, kan, mübarek bir kandır. Mehmet Âkif Bey, kanı ve canı ile kutsallaşan “şüheda (şehitler)’’e diyor ki; Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd (cedlerin, ataların ruhu) inerek öpse o pâk alnı değer. Rıza Tevfik, bu manayı mısralarla perçinliyor: Anadolu, sultan Osman’ın yurdu, Tuğrul Bey’in konağıdır o eller! Milletimiz orada doğdu, büyüdü, Bize ana kucağıdır o eller!’ Şair Faruk Nafiz Çamlıbel, “vatan sevgisi’’ ile coşmuş; Yücelik bizlere alın yazısı, Gökteyiz toprağa serilsek bile, Barışta adımız “vatan kuzusu’’ Savaşta koçyiğit görülsek bile *** Nasıl ayrılmazsa güller fidandan, Biz yurda öylece bağlıyız candan, Gözümüz ayrılıp gitmez vatandan Cennet-i âlâya verilsek bile Rahmetli Ârif Nihat Asya’lı hocamız’ın şu dörtlüğünü her zaman coşku ile hatırlar ve okurum; Gök mavi, başak sarışın, Adı ne güzel ‘’barış’’ın.. Fakat on savaşa değer, Ey yurt! Senin bir karışın.. Şu şiirdeki heyecan ve kutsiyeti, hangi kalem lâyıkı ile tasvir edebilir; Nağramızdır bugün gök görültüsü, Kanımızdır bugün yerin örtüsü.. Gazi atlarının nal parıltısı.. Kılıçlarımızdır çakan şimşekler.. Ya Allah! Bismillah! Allah-u Ekber’ Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
“Vatan sevgisi’’ bir aşktır. Bir sevdadır. Karpuz çağlayan serinliğinde kaynayan bir pınardır. Vâdileri yararak gelen bir çağlayandır. “Sabah rüzgarı’’ gibi ürperterek okşayan, dağ doruklarında uğuldayan fırtına, bora, yel gibi, ayaklarımızı toprağa mıhlayan bir cezbedir. “Vatan sevgisi’’ deredir, ırmaktır, nehirdir, dağdır. Sağılan süt, yayıkta ayran, yaylada tereyağdır. Mezar taşlarında unutulmaz hâtıradır, hasrettir. Ezanlar, “Vatan aşkı’’ nın dile, gönüle düşmüş “vuslat çağrısı’’dır. “Vatan sevdası’’ secdelerde tesellidir. Duâ’ya açılan ellerdir. Yaz, yaz bitmez destanların ilhamıdır. “Vatan’’ devlettir, millettir, bayraktır, şandır, şereftir. Şairlerimiz, birer volkan gibi ‘’vatan aşkı’’nın ateşiyle coşup, taşıyorlar. Ne diyorlar? Birliğe, dirliğe, mutluluğa ça Devam edecek
İman ve fikir atlasımızın büyük muzdaribi: İhsan Şenocak
MEHMET AKİF
Kuran’ı Kerim ‘in gölgesinde
Anma toplantılarında Akif için, “büyük şairdir’’, “Aruzun zirve isimlerindendir’’ gibi ifadeler sarf edilerek, şiirin fonetiğine takılıp, mesajı perdelenir. Akif, bütün bunlara sahiptir fakat onun bunların ötesinde bir yeri vardır. Sanatla birliktedir fakat onun bunların ötesinde bir yeri vardır. Sanatla birliktedir fakat o bir ruh adamıdır. Rodin gibi, Mikelanj gibi sanatından ruh almaz, bizzat ruhunu sanatında konuşturur. Sonsuzu terennüm eder Kur’an’ın gölgesinde safha safha hayatı tefsir eder. Tarihin en büyük devletinin yaşadığı ıstırabı Kur’an’la gidermeye çalışır. Bazen şair, bazen komutan, bazen halk olur. Bazen tek kalır, bazen ihanete uğrar ama hep ayakta durur. Doğruluğundan emin olduğu yolda yürümeye devam eder. “Virane yurduna’’ bakar, üzülür, hayıflanır; Eşin var, âşinayın var, baharın var ki beklerdin; Kıyametler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin? Hayır matem senin hakkın değil… Matem benim hakkım: Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez afakım! Teselliden nasibim yok hazan ağlar baharımda; Bugün bir hânümânsız serseriyim öz diyarımda! Ne hüsrandır ki; Şark’ın ben vefasız kansız evladı, Serâpâ Garp’a çiğnettim de çıktım hâk-ı ecdadı! Ulu hocaların ve Akif’in sa’y-u gayretine rağmen mustağripler kendi medeniyet hazalarını terketmeye devam etti. Zira onlara göre İslâm; klasikti ve bu yüzden günümüze dair söyleyecek sçzü olamazdı. Eski haldi İslâm, hayat ve umut ise eskiye bağlanamayacak kadar önemliydi: Hani insan sesi çağlardı şu vadilerde… Sor ki afâka, o alemler, o demler nerede?
Esas fark
Akif’in, kuyucu Mustafa gibi kafa koparmayı ya da Deli Petro gibi, sakal kesmeyi inkılap zanneden aydınlarla arasında esasta fark vardı. Çünkü her şey yıkıldığında dayakta kalabilen kaya gibi bir imana sahipti. İmanı, karanlık gecelerde istikâmetini tayin eden bir yıldız gibiydi. Akif, her şeye rağmen mustağriplerle konuşmayı, asgari müştereklerde birlikte hareket etmeyi arzuladı. Ziya Gökalp’e; gazete köşelerinde birbirlerini eleştirmenin, millet vicdanını yaralayacağını, bu yüzden meseleleri özel mekanlarda tartışmaları gerektiğini, bu durumun birbirlerini anlamaya daha uygun olacağını söyledi fakat olumlu ya-
4.Bölüm
nıt alamadı. Çünkü onlar milletin derdini çözmeden ziyade ikbal peşindeydi. Kimi masonların, kimi dönmelerin, kimi de kapitalistlerin sözcüsüydü. Sadece kendilerine söylenilenleri tekrar ediyorlardı. Hali islah edecekleri diyerek kaç senedir, Bekleyip durduğumuz züppelerin tavrı nedir? Geldi bir tanesi akşam, hezeyanlar kustu! Dövüyordum, bereket versin, edepsiz sustu. Bir selamet yolu varmış… O da neymiş? Mutlak, Dini kökten kazımak sonra evet Rus’laşmak! Akif, zalimi alkışlamadı, zulmü desteklemedi. İslâm düşmanlarıyla dost olmadı. Birgün Babıâli’de yürürken kendine selam veren bir mustagribe şöyle dedi; ‘’Artık sizinle konuşacak bir şeyimiz kalmadı.’’
İman cepheleri
Akif, ruhlarıyla göklerde, bedenleriyle kabirlerde yaşayan ‘’gerçek müslümanları’’ aradı. Toprağı dinledi, gördü ki, Anadolu bütünüyle onların yurdu: Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! “Tek dişi kalmış canavara’’ İslâm yurdunu çiğnetmeyecek yeni nesli, o Müslümanların ruhlarıyla cesaretlendirdi. Bütün umudunu, ‘’Asrın idarkini İslâm’ın emrine verecek’’ bu nesle bağladı. Şiirlerini, makalelerini adeta onu uyandırmak için yazdı. Ümmetin ittihâdı davasına İstanbul dışından da ortaklar aradı. Anadolu’yu dolaştı. Batıya-Doğuya seferler yaptı. Gördü ki, kendisi gibi sabahı bekleyen yüzbinlerce yürek var. Onlarla bir oldu, mücahitlerin muharebe cephelerinin arkasında iman ve dua cepheleri kurdu.
Batıcılar ve Müslümanlar
Müslümanlarla batıcılar arasında esasta fark vardı. Zira Batıcıların bir elinde millete gösterdikleri muasırlaşma sopası, diğer ellerinde ise muharebede kazanan tarafa uzatcakları ‘’zeytin dalı’’ vardı. Eğer Devlet-i Aliyye muzaffer olursa bütün millet gibi onlar da kazanacaktı. Fakat kaybederse, onlar yine kazanacaktı. Çünkü onların milleti nev’i beşer, vatanı ruy’i zemin, Kitab’ı sahn-ı tabiat, hak dini ise din-i hayat’tı. Müslümanları temsilen Akif’in Asım’ı Çanakkale’de savaşırken, Batıcıların mümessili Fikret’in Haluk’u ise İsviçre’de ‘’Akvam-ı beşer ’in’’ papazlarıyla dostluk üzerine konuşmalar yaptı. Ne var ki savaştan önce konuşan, muharebe esnasında susan Batıcılar, savaş sonrası dönemde ‘’müsteşar’’ oldu, itibar gördü. Muharebe ve dua cephelerinin en etkin isimleri ise ya dışlandı ya sürgüne ya da darağacına gönderildi. Devam edecek
onsekiz
Safer 1438
40 yılda bir gelen Ahmet Turgut
Diyanet filmle ilgili iki yaklaşım sergiledi:
İkaz ve açıklama
Mecid Mecidi’nin 5 yıllık bir emekle ve 30 Milyon dolar bütçeyle çektiği “Allah’ın Elçisi: Hz.Muhammed” filmi etrafında bir sürü yorum-tenkit izliyor ve okuyoruz. Peki meseleyi yeni tartışma konusu haline getirmeden nasıl değerlendirelim? Teo-politik kaygılarla sadece olumsuzlayan ve hatta hakaretler sıralayan yorumlarla birlikte sinematografik, irfanî ve tarihi referanslar üzerinden dengeli kritikler yapan kalemlere-dillere de rastlıyoruz. Böylesi iki yorum kuşağının ulaşmak istedikleri hükümleri yazının son kısmına bırakarak filme dair kendi gözlemlerime ve kritiklerime geçiyorum. ÖNCE SİNEMATOGRAFİ... Mekân, kostüm, dekor, görsel efektler ve bilumum prodüksiyon unsurları itibariyle gayet görkemli bir yapım. 30 milyon dolarlık bütçenin hakkını fazlasıyla vermiş. Özellikle Fil Vakasının canlandırıldığı sahneler muhteşem. Anlıyoruz ki; imkân verildiği takdirde Ortadoğu’lu yönetmenler, Holywood’daki meslektaşları kadar başarılı sekanslar üretebilecek seviyeye ulaşmışlar. Evet!.. “Görkemlilik” vurgusu üzerinden bakınca rahatlıkla diyebiliriz ki; bu film, Çağrı’yı aşmış durumda... Resimler ve planlar da gayet başarılı. Zaman zaman aksayan tek yön, kamera hareketleri... Senaryonun vazettiği duygusal ortam pek çok sahnede seyirciye başarıyla verilmiş. Haliyle filmi izlerken yanınızda mendil bulundurmanızı hassaten tavsiye ederim. Lakin üç-dört sahne var ki; Mecid Mecidi eline geçen fırsatı hoyratça harcamış bence. Görseldeki genel başarıyı müzik için ifade etmek zor. Sahne bazlı düşünüldüğünde hareket ritmi ve duygu durumuyla uyumlu müzikler yer alsa dahi lokalde yakalanan bu uyum, filmin geneline atılabilecek bir imza hüviyetinde değil maalesef. Üstelik Batılı enstrümanlar ve müzik kalıplarıyla seslendirilen kısımlar, belki Avrupalı-Amerikalı seyirciler için bir aşinalık oluşturabilir. Lakin Müslüman izleyiciler açısından gereksiz bir yabancılaşma efekti uyandırıyor. Hele de bu film ile Çağrı arasında müzik konusunda kıyas dahi yapılamaz. İkinci-üçüncü derece roller dâhil oyunculuklar genel anlamda iyi. Özellikle de Abdulmuttalip, Ebu Talip ve Halime karakterlerini oynayan oyuncular harika. Başroller içerisinde “Keşke daha iyi olsaydı” diyebileceğimiz tek performans, Âmine karakterini canlandıran aktrise ait... Çağrı filminde olduğu gibi burada da senaryoda keskin geçişler var. İslam Tarihine vakıf olmayan izleyiciler bu geçişler esnasında konu
bütünlüğünü yakalayamayabilirler. Böylesi bir sorunu aşabilmenin -bilinen sinema tarihindeki- tek yolu kurguyu (hayal gücünü) artırmak. Lakin filmin konusu Peygamber Efendimiz (sav) olduğu için -Çağrı’da olduğu gibi bu filmde de- senaristler kurgu konusunda rahat davranamamışlar. Haliyle hikâye akışı sert geçişlerle verilmek zorunda kalınmış. Yönetmenin fırsat teptiğini belirttiğimiz sahnelerde de daha çok senaryo tercihlerinin payı olduğunu ifade edebiliriz. Ez-cümle: Reji, prodüksiyon, senaryo ve oyunculuklar açısından –tüm kısıtla(n)malara rağmen- başarılı bir yapım. Teknik manada aksayan tek saha müzikler... İRFÂNÎ ve SOSYAL MESAJLAR AÇIDAN... Çağrı filmi Peygamber Efendimizi (sav) daha çok katılmış olduğu savaşlar üzerinden anlatmış ve bu anlatıma uygun şekilde hikâyenin merkezine yiğitler yiğidi Hamza karakterini almıştı. 1976 yapımı olduğu için dönemin ruhundan da etkilenerek ‘inananlar-inanmayanlar’ ayrımını daha çok ‘zengin-fakir’ farklılığı üzerine inşa etmişti. Bu filmde Efendimiz (sav) savaşlardan ziyade sevgi ve rahmet boyutuyla öne çıkarılıyor. ‘İnananlar-inanmayanlar’ ayrımı ‘Ümeyyeoğulları-Haşimiler’ ekseninde beliriyor. Haliyle hikâyenin merkezinde yiğitlik timsali Hamza karakteri yerine Efendimize (sav) iki nesil hamilik yapan Abdulmuttalip ve Ebu Talip karakterleri yer alıyor. Âlemlere Rahmet Efendimizin (sav) annesiyle olan bebeklik dönemine dair sahnelerde Meryem Anne ve Hz.İsa’ya (as) çağrışımlar yapılmış. Böylelikle –belki de ilk kez İslamiyete dair bir sunumla karşılaşacak- Hristiyan izleyicilerin bilinçaltına “Tüm Nebiler kardeştir” mesajı verilmiş. Benzer şekilde filmin sonlarına doğru yer alan deniz sahnelerinde Hz.Musa’ya (as) dair göndermeler yer alırken bu kez Yahudi bilinçaltına müşterek değerler mesajı sunulmuş. Kendi Kitabına ve geleneğine sadık Rahiplerin ve Hahamların ‘Müjdelenen Son Nebiden’ haberdar oldukları, buna rağmen bazı din adamlarının ırkçı-kimlikçi bakışlar ve dünyevi menfaatler uğruna bunu inkâra yöneldikleri de hassaten vurgulanmış. Filmin son kısmında okunan ayetler, Ehl-i Kitap ile hangi zeminde uzlaşabileceğimizi hatırlatmış. Nitekim film, Devamı yan sahifede
Diyanet İşleri Başkanlığından, İranlı yönetmen Mecid Mecidi’nin 28 Ekim’de vizyona giren “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filminin kimi bölüm ve sahnelerinde tarihsel gerçeklikten ciddi biçimde uzaklaşıldığı ve hayali unsurlara yer verildiği eleştirisi yapıldı. Bu konudaki tartışmaların yadırganamayacağına işaret edilen açıklamada, şu değerlendirme yapıldı: “İslam’ın ana yolunu oluşturan anlayış, başlangıçtan itibaren Hz. Peygamber’in (SAS) resim ve portresinin yapılmasını uygun görmemiştir. Hatta bu yaklaşımı ilk Müslüman neslin önde gelen simaları için de sergilemiştir. İslam pagan kültürünü ve putperestliği reddetmiş, Allah’ın tevhid ve tenzihini en temel inanç ilkesi olarak kabul etmiştir. Allah’ın tecsim ve teşbihini şiddetle reddetmiş bir dinin mensupları olarak Müslümanların büyük çoğunluğu inanç konusunda önceki milletlerin düştüğü hataya düşmemek için Hz. Peygamber’in (SAS) müşahhaslaştırılmasını diyaneten ve edeben uygun görmemiştir.” Açıklamada, Müslümanların aynı yanlışa düşmemek için hassas davrandıkları, bunun yerine Hz. Peygamber’in fiziksel özelliklerini tasvir eden şemail türü kitapları kaleme aldıkları vurgulandı.
“Hayali unsurlara yer verilmiş”
Hz. Peygamber’in hayatının tiyatro ve sinema gibi sanat dallarına da konu edildiği, hassasiyetler nedeniyle Peygamber’in fizik ve sureti hakkında zihinlerde bir resim ve imge oluşmamasına büyük özen gösterildiği hatırlatılan açıklamada, şu görüşler aktarıldı: “Batı’da hastalıklı bir durum olarak ortaya çıkan İslamofobik bazı sözde sanat ürünleri, Müslüman kitlelerde bu konudaki hassasiyet ve duyarlılığı derin bir kaygı ve tedirginliğe dönüştürmüştür. Bahse konu film, her ne kadar Hz. Peygamber’in (SAS) hayatının ilk Devamı sonraki sahifede
ondokuz
Kasım 2016
Mecid Mecidi, Mustafa Akkad’ın Çağrı’sının üzerine bir şeyler çıkabildi. Bu iki filmin-tecrübenin üzerine şimdi neler ekleyebiliriz? Türkiye olarak Çağrı ve Allah’ın Elçisi filmlerinde içimize sinmeyen yerleri dahi aşacak bir çalışmaya imza atacak mıyız? Misal: Efendimizin (sav) çocukluktan beri arkadaşı olan Hz.Ebubekir’i (ra) merkeze alan bir film yapmayı düşünüyor muyuz? yukarıda da belirtildiği üzere İslamiyetin sevgi ve rahmet eksenini öne çekerek İslamofobik propagandalara cevap mahiyetinde başkaca mesajlar da iletiyor. Filmde yer almayan ama Kütüb-i Sitte’den bildiğimiz bir hadis filmin bu açıdan özeti mahiyetinde... “Yetime ikram edilen ev, evlerin en kerimidir.” TARİHİ AÇIDAN... Film senaryosunda yer alan Samuel-Eşmayel kurgusal bir karakter. Bu karaktere yüklenen amacın tarihsel izdüşümünde Yahudilerin henüz daha çocuk yaşlarda iken Efendimize (sav) karşı düşmanlık etme hevesleri var. Keza bu kurgu bir tehdit unsuru olarak filmin ilk yarısı için heyecan-dinamizm sağlıyor. Öylesi bir kurgu hikâyeye dâhil edilmeyince dramaturji açısından senaryo tamamen çökme tehlikesiyle karşı karşıya. Nitekim içerisinde aşk ve aşıklar veya baş karakterin amacı ve ona engel olan diğer karakterler bulunmazsa ekrana sinema filmi değil belgesel yansıyacağı erbabının malumudur zaten. Ebu Leheb karakteriyle ilgili kurgular daha çok aleyhte işletilmiş. Zira bildiğimiz tarihe göre (en azından Sünni meşhur versiyonda) Ebu Leheb, Efendimize (sav) Nübüvvet sonrasında düşman olmuştu. Doğumu ve çocukluk yıllarında Efendimiz (sav) ile amcası Ebu Leheb arasında karşılıklı sevgi-saygı hukuku hâkimdi. Öyle ki; iki kızını amcası Ebu Leheb’in oğulları Utbe ve Uteybe ile nişanlamıştı. Filmde gösterildiği ve dialogla altının çizildiği üzere Ebu Leheb çirkin bir kimse değildi. Hatta parlak, aydın, güzel bir simaya sahip olduğu için ona Ebu Leheb unvanı verilmişti. Oysa bu filmde Nübüvvet sonra-
sı için ‘kötü adam’ sayılabilecek karakter, Nübüvvet evvelinde de ‘kötü adam’ kontenjanında yer almakta… Gelelim, film üzerinde en çok fırtına koparılan hususlara... Çoğu yorumcu Hulefai Raşidin’in filmde karakterize edilmemiş olmasından ve Efendimizin (sav) amcası Ebu Talib’in filmde Müslüman görülmesinden rahatsız. Üstelik Âlemlere Rahmet Efendimizin (sav) filmde gösterildiği iddiası da var. Burayla ilgili söylenebilecek çok söz var. Lakin özetle şunları fikredebiliriz: 1) Peygamber Efendimizin (sav) yüzü hiçbir sahnede görünmüyor. Bebekken en fazla kolları ve bacakları görülüyor. Çocukluk döneminde topuğa kadar ayakları, elleri ve saçları görünüyor. Fıkhî açıdan bunu dahi zararlı-yanlış-haram ve hatta tekfir sebebi gören yorumcuların Efendimizi (sav) simaen resmeden Osmanlı Nakkaşları ve onları tekfir etmeyen Şeyhülislamlar hakkındaki yorumlarını da merak ediyoruz. 2) Efendimizin (sav) çocukluk dönemine dair bir sahnede gözü resmediliyor. Açıkçası filme hiçbir değer katmayan bu kısmı ben de yadırgamış bulunuyorum. Efendimizin (sav) gözü gösterilmemiş olsaydı daha nezih olurdu. 3) Filmi yazan-çeken ve oynayan kadrolar Şia mezhebinden. Erbabına malum olduğu üzere Şia tarih okuması ilk üç halifeden hazzetmez. Haliyle Şia kalemlerce yazılan bir senaryoda Hz.Ebubekir, Hz.Ömer ve Hz.Osman’ın görünmesini ve iyilik rol modelleri olarak sunulmalarını beklemek safdilliktir. Keza senaristler mezhepçi bir tutum takınacak olsalardı Ehl-i Sünnet’in değer verdiği sembol isimleri -henüz iman etmedikleri- müşrik zamanlarına
dair -kız çocuğunu diri diri gömme misali- sahneler üzerinden hikâyeye dâhil edip onları ‘kötü adamlar’ kadrosundan gösterebilirlerdi. Bu sahneleri de yine Sünni tarihçilerin kitaplarına refere edebillerdi. Şükür ki; senaristler menfi yahut müspet hiçbir surette öylesi alanlara girmemişler. 4) Unutulmamalı ki; Sünni kalemlerin senaryosunu yazdığı ve Sünni bir yönetmenin çektiği Çağrı filminde de Hulefa-i Raşidin karakterize edilmemişti. Dialoglarda dahi isimleri geçmiyordu. 5) Şia resmi tarih Efendimizin (sav) amcası Ebu Talib’in imanına kefildir. Sünni meşhur tarih binlerce sahabinin imanına kefilken Ebu Talib konusunda “Bizce imanı meçhuldur” diyerek kararsızlık ifade eder. Bazı Sünni tarihçiler “Müslüman olmadı” derken, yine bazı Sünni tarihçiler ve günümüz kanaat önderleri buna itiraz eder ve onun Müslüman olduğunu söyler. Keza bugüne kadar hiçbir Sünni otorite “Ebu Talib’in imanını reddetmek Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olmanın şartıdır” veya “Bu konu bir iman esasıdır” şeklinde bir kaide zikretmedi. Oysa pek çok film eleştirmeni Ebu Talip’in Müslüman görünmesini dinden çıkmakla eş anlamlı sunmaktalar. Bu hadsiz tepkinin Ehl-i Sünnet ilkelerinde bir karşılığı bulunmamakta... *** İzleyerek veya izlemeyerek sadece söven yorumcuların ortaya koydukları eleştiri-hakaret donelerine ve bunları ifade ediş üsluplarına bakınca bu yorumların şu mesajları içerdiğini anlıyoruz. 1) “Ey Müslümanlar!.. Peygamberiniz (sav) ile ilgili film çekmeyin!.. Onu (sav) ve mesajını es-
kimiş bir masal olarak bırakın!.. Geniş kitlelere, gençlerinize ve çocuklarınıza Onu (sav) modern imkanlarla anlatmayın!..” 2) “Ey Müslüman Sanatçılar!.. 40 yıl arayla olsa dahi Hz.Muhammed’e (sav) dair filmler çekecek olursanız ananızdan emdiğinizi burnunuzdan getiririz. Sonra da oturur, niye bizde de Hz.İsa (as) veya Hz.Musa (as) hakkında çekilenler gibi filmler yok, diye yine size küfrederiz...” 3) “Ey Sünniler!.. İranlıların çektikleri filmleri izlemeyin!.. Holywood’un on binlerce filmle başaramadığı çözülmeyi İranlı yönetmenler mazallah iki filmle başarır, vs...” İzleyip olumlu-olumsuz eleştiriler ve zaman zaman öneriler getiren yorumcuların genel mesajları ise şu başlıklar altında toplanabilir olsa gerek... 1) 1976’da Kaddafi Libya’sı Çağrı filmini çekmişti. Yenisi için 40 yıl bekledik. Bu kez 2056’ya kadar bekleyecek sabrımız yok... 2) Mecid Mecidi, Mustafa Akkad’ın Çağrı’sının üzerine bir şeyler çıkabildi. Bu iki filmin-tecrübenin üzerine şimdi neler ekleyebiliriz? 3) Türkiye olarak Çağrı ve Allah’ın Elçisi filmlerinde içimize sinmeyen yerleri dahi aşacak bir çalışmaya imza atacak mıyız? Misal: Efendimizin (sav) çocukluktan beri arkadaşı olan Hz.Ebubekir’i (ra) merkeze alan bir film yapmayı düşünüyor muyuz? Yoksa kenarda bekleyip emek sahiplerini tenkit etmekle mi yetineceğiz?.. SON SÖZ… Mukaddesatı anlatmanın ne denli zor ve karın ağrısı bir iş olduğunu yakinen bilen-hissetmiş biri olarak; Mecid Mecidi’nin şahsında bu filme emeği geçen herkese şahsım adına teşekkür ediyorum. Niyetlerinin ve emeklerinin karşılığını ‘anlatmaya çalıştıkları’ Nebinin (sav) elinden alsınlar inşallah... Tüm dostlara bu filmi maaile izlemelerini tavsiye ederim. Herkes kendi fikrini-kanaatini izledikten sonra daha sağlıklı edinecektir zaten... Musavvir olan Allah, bu filmden daha iyisini-güzelini ortaya çıkarmak isteyenlerin yar ve yardımcısı olsun, bizleri de inşallah öylesi çalışmaların bir ucundan tutabilmekle lütuflandırsın!.. -İyi seyirler-
yirmi
Safer 1438
ISTILLAH Hicret Fatıma Zehra
evrelerine ilişkin tarihsel gerçekliği yansıtma iddiası taşısa da filmin kimi bölüm ve sahnelerinde tarihsel gerçeklikten ciddi biçimde uzaklaşıldığı ve hayali unsurlara yer verildiği müşahede edilmektedir. Filmde geniş Müslüman camianın hassasiyetleri konusunda özenli olmaya gayret edilmişse de muteber İslam tarihi kaynaklarında bulunmayan hususlara önemli oranda yer verilmiştir. Ayrıca bu film örneğinde de görüldüğü gibi hiçbir senaryonun tam anlamıyla Hz. Peygamber’in hayatını ihata edemeyeceği ve bu konudaki sanatsal, edebi ürünlerin ancak kişilerin tasavvuru ile sınırlı kalacağı bir kez daha görülmüştür.” Filmde, önceki peygamberlerin hayatlarında var olduğu kabul edilen bazı anlatı ve olağan dışı tasvirlerin, senaryoyu güçlendirmek amacıyla Hz. Peygamber’in (SAS) hayatına da yansıtıldığı belirtilen açıklamada, Batı’da yaygınlaşan İslamofobik nefreti izale etme çabasının ise takdir edildiği ancak İslam’ın erken dönemine ait kimi genel kabul gören bilgilerle uyuşmayan ve tarihi gerçekliği zorlayan kurgusal unsurların da bulunduğu ifade edildi.
Yönetmen senaryo aşamasında temasa geçti
Açıklamada, filmin yönetmeni Mecidi’nin senaryo aşamasında Diyanet İşleri Başkanlığı temsilcileri ile bazı temaslarının olduğu ifade edilerek şunlar kaydedildi: “Başkanlığımızca senaryonun sorunlu kısımlarına dair düşünceler, bu meyanda paylaşılmış ve görüldüğü kadarıyla bu tespit ve değerlendirmelerin bir kısmı dikkate alınmıştır. Filmin senaryosunda yönetmeninin ve çekildiği coğrafyanın dini-kültürel ufkunun dışına çıkma çabası görülmekle beraber, bu ufku aşmada ve bütün Müslümanların ortak hissiyatına tercüman olmada zorlandığı değerlendirilmiştir. İslam dünyasının belki de tarihinin en zorlu süreçlerinden geçtiği bir dönemde bahse konu filmi gerekçe göstererek ayrıştırıcı ve ötekileştirici yaklaşımlardan, mezhepçi söylemlerden şiddetle kaçınılmalıdır. Başkanlığımızın söz konusu filme onay verdiği ve filmin bütçesine destek sağladığı yönündeki haberlerin asılsız olduğu ve hiçbir şekilde gerçeği yansıtmadığı bilinmelidir.”
Hicret diyince ilk akla gelen, ahiretten, ölümsüzlük dünyasından bu dünyaya yapılan hicrettir ve sonra gün gelecek önce tek tek, sonra insanoğlu topyekun hicret edecek.. Hz. Adem Hz. Havva ile buluştuktan sonra ilk büyük hicretini Mekke’den, Kudüs üzerinden Urfa’ya yaptı. Hz. İbrahim (SAV) Hz. Adem’in geldiği yoldan Mekke’ye gitti, yanına adı Hicret’le özdeşleşen Hacer annemizle birlikte Kabe’ye gittiler.. Hz. Hacer’in oğlu İsmail’in neslinden olan Hz. Muhammed (SAV)’da Mekke’den Medine’ye hicret etti.. Hicret olayı İslam tarihi için başlangıç olarak kabul edildi.. Hz. Hacer annemizin mezarı kabe’dedir. Hac ve umre yapanlar, Safa ile Merve arasında onun ayak izlerinden koşarlar. Mekke-i mükerreme’de MEKKİ ayetler, Medine-i Münevvere’de MEDENİ ayetler nazil oldu. Hz. Muhammed aleyhisselam, Mekke’de “hılful Fudul”u kurmuştu.. Mekke’de peygamberlik öncesi şehrin erdemli insanları ile bir İTTİFAK kurmuştu.. Risaletle birlikte aynı imana sahip insanlar Kardeş/ İhvan oldular. Dolayısı ile aynı imana sahip insanlar İTTİHAD etmiş oldular. Yeni Müslüman olanlar kendi aralarında BİAT’laşıyorlardı. Yani karşılığında cenneti satın aldıkları bir Allaha ve resulüne sadakat konusunda ahitleşiyorlardı. Zaten Biat etmek de, etimolojik anlamda “satınalmak” anlamına geliyordu. Mekke’den Medine’ye yolculuk ederken kendine kılavuzluk eden kişi, bu işi bilen ve söz verdiğinde de sözünde duran bir müşrikti.. Medine’ye geldiğinde Resulullah’ın yaptığı ilk işlerden biri, Medine’de yaşayan farklı inanç ve kabilelere mensup topluluklarla bir itilaf gerçekleştirmek oldu.. MEDİNE SÖZLEŞMESİ imzalandı. Bu farklılıklara rağmen barış içinde bir arada yaşama anlamına gelen bir toplumsal sözleşme / Social Contrat anlamına geliyordu. Bu nimet ve külfet dengesi gözeten, adil bir İTİLAF anlamına geliyordu. Artık YESRİB NUR’lanıyor, ŞEHİR’e dönüşüyor ve MEDİNE oluyordu. Toplum bir
düzen ve hukuka bağlı olarak BEDEVİ’likten MEDENİYET’e hicret etti. Mekke’den hicret, Mekke’nin fethi ile zorla çıkartıldığımız topraklar bize ebedi bir yurt oldu.. İSRA dediğimiz Hz. Muhammed’in (SAV) Mekke’den Mescid-i Aksa’ya, Kudüs’e bir gece yolculuğu var.. Bizim artık KAMERİ temelli bir HİCRİ takvimimiz var. Biz günlük ibadetlerimizi GÜNEŞ’e (ŞEMS), yıllık ibadetlerimizi AY’a (KAMER) e göre yaparız. Biz CİHAD gibi, HİCRET’i de aklımızda tutarız. Suriye’den gelen kardeşlerimiz bizim MUHACİR kardeşlerimizdir. Tebliğ için, dünyanın başka yerlerindeki yardıma muhtaç kardeşlerimize yardım için sefere çıkacağız. Gerekirse Hicret edeceğiz. Tebdil-i mekanda ferahlık vardır, Allah’ın (cc) arzı geniştir. KUR’AN-I KERİM’DE HİCRET Kuran-ı kerimimizde geçen hicret ile ilgili ayetler. Kuranda geçen hicret ile ilgili 17 ayet bulunuyor. Kur’an-ı Kerim, Hicret eden, Onları karşılayan ve insanları göç etmeye zorlayanlar hakkında ayrı ayrı uyarılarda bulunur.. “Allaha ve Resulüne hicret”den söz eder, “Allah yolunda hicret”ten söz eder. Hicret teşvik edilir, sabır ve kendilerine zulmedenlere karşı Cihad’a teşvik sözkonusudur. Onlara bağışlanma ve cennet vadedilir. Bu dünyada da kendilerine güzel bir gelecekten haber verilir. Hicret edenler açısından, yurdunu, malını ve mülkünü, akraba ve arkadaşlarını terketmek ve ne ile karşılaşacağını bilmediği başka bir yere gitmek anlamına gelmektedir. Bu ağır bir bedeldir. Ama bu asla bir teslimiyet anlamına gelmez. Bir gün geri dönecek ve eğer hala zulmetmeye devam edecek olurlarsa hesap soracak, değilse “bizi öldürmeye gelenler bizde dirilsinler” anlamında aralarında yeni bir dönem ve yeni bir hukuk sözkonusu olacaktır.. 2:218 - Şüphesiz ki iman edenlere, Allah yolunda hicret edip, cihad edenlere gelince, işte onlar, Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. 3:195 - Rableri onlara şu kar-
şılığı verdi: “Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden, hiçbir çalışanın amelini zayi etmeyeceğim. Sizler birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet edilenler, savaşanlar ve öldürülenler... Onların günahlarını elbette örteceğim ve Allah katından bir mükafat olmak üzere, onları altından ırmaklar akan cennetlere de koyacağım. En güzel mükafat Allah katındadır”. 4:89 - Onlar, küfür işledikleri gibi, sizin de küfür işleyip kendileriyle bir olmanızı arzu ettiler. Onun için, onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dost edinmeyin. Eğer bundan yüz çevirirlerse onları yakalayın ve bulduğunuz yerde öldürün; Onlardan ne bir veli, ne de bir yardımcı edinmeyin. 4:97 - Melekler, kendilerine zulmeden kişilerin canlarını aldıklarında, onlara, “Ne işte idiniz?” derler. Onlar da: “Biz yer yüzünde zayıf kimselerdik.” derler. Melekler: “Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi, siz de orada hicret etseydiniz ya?” derler. İşte bunların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü gidiş yeridir. 4:100 - Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Her kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükafatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. 8:72 - Gerçekten de iman edip hicret eden, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad veren, onları barındırıp yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İman ettiği halde henüz hicret etmemiş olanlar, hicret edinceye kadar onlar üzerinde herhangi bir velayet hakkınız yoktur. Bununla beraber dinde sizden yardım isterlerse, sizinle arasında antlaşma bulunanlar aleyhine bir durum olmadıkça, onlara yardım etmeniz de üzerinize borçtur. Allah bütün yaptıklarınızı görüp duruyor. 8:74 - O kimseler ki, iman ettiler, hicret ettiler ve Allah yolunda cihada katıldılar, bir kısımları da onları barındırıp yer, yurt sahibi yaptılar ve yardıma koştular, işte bunlar hak-
yirmibir
Kasım 2016 kıyla mümin olanlardır. Bunlara bir mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır. 8:75 - Daha sonradan hicret edip sizinle beraber savaşa katılanlar da sizdendirler. Bir de akraba olanlar, Allah’ın kitabına göre, birbirlerine daha yakındırlar. Şüphe yok ki, Allah her şeyi bilir. 9:20 - İman edip de hicret edip, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler, Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu kullardır. 16:41 - Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, biz dünyada mutlaka onları güzel bir yere yerleştiririz. Halbuki bilirlerse ahiretin mükafatı elbette daha büyüktür. 16:110 - Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, sonra cihad eden ve sabreden kimselerin yardımcısıdır. Bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. 22:58 - Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara gelince, elbette Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Çünkü Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. 24:22 - İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar, feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir. 29:26 - Bunun üzerine ona sadece Lut iman etti. (İbrahim) de dedi ki: “Ben Rabbime hicret edeceğim. Şüphe yok ki O çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” 33:50 - Ey peygamber! Biz bilhassa sana şunları helâl kıldık: Mehirlerini vermiş olduğun eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak ihsan buyurduklarından sahip olduğun cariyeleri, amcalarının kızlarından, halalarının kızlarından, dayılarının kızlarından, teyzelerinin kızlarından seninle beraber hicret etmiş olanları, bir de mümin bir kadın kendini peygambere hibe ederse, peygamber nikâh etmek istediği takdirde, onu başka müminlere değil de sadece sana mahsus olmak üzere helâl kıldık. Onlara eşleri ve cariyeleri hakkında neyi farz kıldığımızı biliyoruz. Bunlar sana hiçbir darlık olmaması içindir. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. 59:9 - Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir. 60:10 -Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduğunu öğrenirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helal değildir. Onlar da bunlara helal olmazlar. Onların (kocalarının) sarfettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarfettiğinizi isteyin. Onlar da sarfettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O, hükmeder, Allah bilendir, hikmet sahibidir.
Hikaye Düzen
2.Bölüm
Servet Aydemir Çocuk içinde bin bir sıkıntıyla kıvrılan girdaptan çıkış arar gibi tekrar pencere önündeki sedire kuruldu ve gözleri bir umut tankı aradı. Fakat çamurlu sokaklar bomboştu. Koskoca gecekondu mahallesinde yaprak kıpırdamıyordu. Oturdukları evin çevresindekilere göre nispeten yüksekte olması, komşu evlerin çoğunu üstten görme ve büyük ana yolun ayırdığı karşı mahalleyi geniş bir görüş açısıyla izleme imkânı veriyordu. “Karşı Mahalle”… Çocuk o yaşta bile bu iki kelimelik ifadenin basit anlamının ötesinde başka türlü ve tedirgin edici derin anlamlar taşıdığını biliyor, tam izah edemese ve adını koyamasa da bunu huzursuzca hissediyordu. Büyüklüğü, kıvrımsızlığı ve nispeten daha az çamur tutmasıyla mahalle sokaklarından farklılaşan geniş ve düz bir toprak anayol, aslında bir olan mahalleyi ikiye bölmüştü ve böylelikle her iki alt mahalle birbiri için “karşı mahalle” oluvermişti. Neredeyse hiç kullanılmamasına rağmen öyle çok şey vazife ifa ediyor ve öyle çok şey anlatıyordu ki bu yol: İki mahalle arasında kesin bir ayrımdı; sanki “insan geçirmez” özellikte görünmez bir duvardı. Yolun ayırdığı iki simetrik tepecikte birbirine karşı duran iki karşı mahalle vardı: Bir taraftan bakınca karşı mahalle “Alevi”, diğer taraftan bakınca karşı mahalle “Sünni” idi. Yolun soğuk varlığıyla fısıldadığı ürkütücü bariz sır işte bu kelimelerdeydi. Çocuk henüz bu kelimelerle tanışmamıştı ve bunun için ilkokula başlayıp orada karşı mahallenin çocukları ile tanışmayı beklemesi gerekecekti. Çünkü her iki mahalle çocukları için de karşı mahalleye gitmek, oranın çocuklarıyla tanışıp oynamak yasaktı ve bunun tek istisnası okula gitmekti. Keza, düzen ile hakikatli tanışması ve onun ne olduğunu iyi bellemesi de o “eğitim-öğretim yuvası” okul sayesinde olacaktı… Pencereden karşı mahalleyi seyrederken Çocuğun aklına içindeki sıkıntıyı savacak bir fikir geldi: Karşı mahallenin resmini yapacak, daha da iyisi, çizeceği resme o tankı da konduracaktı. Bereket ki ağabeyinin geçen seneki resim defterinden birkaç boş sayfa ve eksilmiş ve hepsi küçülmüş olsa da birkaç kuru boya kalemi kalmıştı. Ve çocuk dalıp gittiği bu renkli dünyada, çoğu kez dilinin ucunun minik ağzından çıkıp çıkıp elindeki kalemle birlikte bir o yana bir bu yana kıvrıldığından habersizce, gönlünce gezip durmuş ve o anlarda içindeki korkuyu da unutmuştu. Her güzel şeyde olduğu gibi bu renkli dünyada da zaman su gibi akıp gitmiş ve Çocuk ne kadar da uzun zamandır resim yapıp durduğunu hava kararmaya başladığında ancak anlayabilmişti. Nihayet boyamayı bitirdi ve yaptığı resme şöyle bir baktı.
Gözleri sevinçle parlayan bir hayretle büyüdü: Sanki başkası yapmış gibi, resminin güzelliği karşısında hayranlıkla şaşırıp kaldı. Gecekonduları temellerindeki taşlardan çatılarındaki kiremitlere kadar, bahçelerinde yaprakları dökülmeye başlamış ağaçlardan o yaprakların toprakta öylece yatışına varıncaya dek hemen her ayrıntıyı neredeyse kusursuz denebilecek biçimde resmetmişti. Ogün ilk kez gerçeğini gördüğü o tankı tastamam kondurmuştu sokağa. Kendi haline bir kez daha sevinerek hayret etti: Bir yandan böyle güzel resim yapabilmesini keşfetmesine sevinirken, bir yandan da resimdekileri çizdiğini hiç hatırlamıyor olmasına hayret etmişti. Girdiği bu rengârenk dünyada adeta kendini kaybetmiş ve biter bitmez geçtiği yerleri unuttuğu büyülü bir yolculuk yapmıştı. Çocuk resme yeteneğini böyle keşfetmişti. Çok geçmeden sokağa çıkma yasağı kaldırılıp da Çocuk okula gittiğinde korkusu sevince dönüştüğü gibi, okula gidip de o tankı okulun bahçesinde dururken gördüğünde sevinci göğsüne sığmaz olmuştu. Her teneffüste asker abilerin izin verdiği kadarıyla tankı yakından seyredip durdu. Tanka çıkmaya hatta dokunmaya bile izin yoktu ama ne gamdı! Aynen o tank gibi, hayatında ilk kez gördüğü o gerçek asker abileri izlemekten kendini alamıyordu Çocuk. Onlardan birinin İstiklal Marşı öncesi okulun bayrak direğine çevik hareketlerle zorlanmadan tırmanışını hayranlık ve gururla imrenerek izledi. Düğüm gibi yaptığı bacaklarıyla direği sarıp kollarıyla adım atar gibi yükselerek, o upuzun direğin ta tepesine kadar nasıl da kolayca çıkıvermişti! Direğin tepesinde dolanan ipi açtıktan sonra bir itfaiyeci gibi tek hamlede aşağı kayıp bayrağı çektiğinde, Çocuk neredeyse kendini tutamayıp askeri alkışlayacaktı. Okula gitmek ne güzeldi; o görkemli tank ve ellerinde uzun uzun tüfeklerle bizi koruyan o askerler ne güzeldi! Bu değişen düzen öyle pek de kötü ya da korkulacak bir şey gibi değildi sanki… Ne ki her güzel şey gibi bu da kısa sürmüştü işte! Birkaç gün sonra Çocuk tankı ve askerleri okul bahçesinde göremediğinde üzüldü. Onlarla geçirdiği günleri kâr sayarak teselli buldu… Çocuk okulu ve okumayı çok seviyor, öğretmenini şaşırtan bir hızla okuma yazmayı söktüğünden beri ne bulsa okuyordu. Gelgelelim, bulabildiklerinin pek fazla olduğu da söylenemezdi. Okuldaki kütüphane birkaç raflı küçük bir dolaptan ibaretti ve kütüphanenin hali kitap açlığını oradan gidermek isteyecek biri için esaslı bir diyet önerir gibiydi! Çocuğun o raflarda cılızca duran ve hepi topu birkaç ince masal ve hikâyeden ibaret olan kitapları yalayıp yutması, açlığını gidermek bir yana iştahını daha da kabartmıştı. Devam edecek
yirmiiki
Safer 1438
Kendi hikâyesinin peşindedir insan Talip Işık Kimi zaman acılara gülümser, kimi zaman sevinçler düğümlenir boğazımıza. Bir anda onlarca insanın ölümü sıradanlaşır. Sabah buz kesilir. Çocukluğumuz kayıp gider avuçlarımızdan. Yaşamak prangalardan ibarettir. Birbirine girer rüyalarla film, çocukla adam, kadınla şiir. Irmak ve deniz birbirine girer, yağmurla bulut, rüzgârla kuşlar. Her şey biraz gerçek, biraz yalan biraz da ütopya. Yüzümüze çarpan hâkikati gizleyen, ayaklarımızı yerden kesen, zehirle karışık altın kâsede sunulan iksir. Mazide kalan altın kumlara gömdüğümüz hüzünlerimiz savrulur. Gençlik yıllarımız yağmur senfonisiyle girer, uykularımızı bölen sonbaharın pencerelerinden. İpeksi bir dokunuşla ürperir ruhumuz. Her yaşanmışlığın ardından kuruyan toprak, kanayan bulutlar umutlarımızın hırsızıdır. Bir ömre bin asrı sığdıran tükenmişlik halleri, yorgun düşler, umutsuz bekleyişler. Yine de beklentiler içinde izleriz filmleri. Bizden alıp götürdüklerine bakmaksızın, sorgulamadan ve umarsızca yaparız bunu. Kayıp giden yalnızlıkların, yitik hikâyelerin peşinden koşarız. Hayal denizinden rüyalar ülkesine kanat çırpan yorgun kuşlar gibidir insan. Kâh soylu bir direnişin, kâh kayıtsız teslimiyetin gölgesinde iri gözlerle tutunur hayata. Hayat ki iç içe geçmiş kelimelerin, zihnin bulanık çukurlarında ayaklarını çemreleyen çocuk. Kimi aşk denizinden esen rüzgârın nefesiyle sarhoştur, kimi kılıç kalkan yeni ülkeler fethetme sevdasındadır. Ya da ayrılık şiirleriyle tütsülenmiş buğulu bir yalnızlık içinde esriyen kırık kalpler sokağıdır yalnızlığımız. Oysa ne rüzgâr eser, ne ülkeler fethedilir ne de bir şiir ayrılığı selamlar. Her gece akla kurşun sıkılır, şarapnel parçasıyla dağılır zihnimiz. Işıklar yanar. Aynalar kırılır. Gerçekleri bir sinema perdesinin ardından izlemeye koyuluruz. Kurgular mı gerçek yoksa gerçekler mi kurgu? Her şey birbirine girer. Acı ve sevinç, ölüm ve hayat, kan ve su birbirine girer. Film kopar. Londra ne kadar gerçekse Şam da o kadar gerçektir. Paris ne kadar gerçekse Kahire de o kadar gerçek. New York’ta caz, Roma’da opera ne kadar gerçekse Nil’in kıyılarında yankılanan ezan sesleri ve Kahire’de yükselen Kur’an sedası o kadar gerçektir. İstanbul Şam’dır, Kahire’dir, Konya Halep’tir Humus’tur. Kadınların, çocukların zihni işgal altındadır ve insan zapt edilmiştir. Her filmde farklı yolculukların büyüsüyle yollara düşer, bin yıllık umudu bir çırpıda tüketiriz. Kurgular, hayal denizleri, portreler, yaşanmamış öyküler, harabe şehirler, kutsanmış heykeller, yıkık ülkeler arasından akıtır gözyaşlarını. İdeolojiler, mezhep propagandaları, emperyalist baronlar insanı dönüştüren sonra da yok eden kurgular. Kan çekilir damarlarından yeryüzünün. Kuşatma altında yalnızlığını yaşayan, bozkırda ölümü kovalayan çılgın atlar gibi susuzluğuna merhem vahalara sığınan insan. Kaç kuşak doladı saçlarına, kaç nesil heba oldu çöllerde. Nice umutlar bir tek melodiye feda edildi. Şiir yazmadı insan, gökyüzü kitabını okumadı. Ebu Cehil ölmedi, Nemrud’un ateşi sönmedi Ortadoğu’da. İnsan düştü, umuttu, toprağa can veren hayattı. Yüz yıl geçti, diriliş muştusuyla uyandı yeryüzü. Toprak damıtılır, kelime hayat verir insana, insan kendine döner. Yaşadığın kadardır hayat. Yaşadığın, dokunduğun, hissettiğin kadar gerçek. Kendi hikâyesinin peşindedir insan.
Muzaffer devlet Ali Mazrui 21. yüzyıla yaklaşırken bir başka ilginç eğilim daha gözlemleyebiliyoruz. Birbirinden tamamen farklı Semitik figürlere ait iki miras, Batı hegemonyasını ve onun Anglosakson öncülüğünü zora sokmaktadır. Bu miraslardan biri bir kez daha İslam ve onun ne zaman Batı tehdidi altında olsa ortaya çıkan huzursuzluğudur. Diğeri de bazen Semitik peygamberlerin sonuncusu olarak görülen Kral Marks’ın mirasıdır. Semitik ve Anglosakson halkların ihraç edilmiş kültürleri arasında yeni bir savaşa girişilmektedir. Anglosakson hegemonyasını zorlayan bütün unsurlar arasından Marksizm ve İslam’ın en evrenselci olanlar olduğuna şüphe yoktur. Özellikle Marksizm Batı kültürünün zaferiyle ilgilenmektedir ve onu durdurmaya çalışmaktadır. 20.yüzyılda ne Marksizm’in ne de İslam’ın kaygılandığı mesele ise egemen devlet sisteminin zaferidir. Bu kaygılardan iki tür devrim türemiştir: geçmişe duyulan özlemden hareketle yola çıkan canlandırmacı devrimler ve idealize edilmiş bir gelecek hedefleyen yenilikçi devrimler. İslam yeniden canlandırıcı devrim hareketleri teşvik etmiş; Marksizm yenilikçi devrim eğilimlerine ilham vermiştir. Yeniden canlandırma hareketleri kültürel olarak savunma pozisyonundadır; yenilikçi hareketler yapısal olarak dönüşümcüdür. Yeniden canlandırma hareketleri genellikle ulusalcıdır; yenilikçiler ise genellikle sosyalist. Yeniden canlandırma hareketleri bir kimlik krizinden doğar; yenilikçiler eşitsizlik krizinden. Canlandırmacılar ulus ve onun mukaddesliği üzerinde durur; yenilikçiler devlet ve onun sahip olduğu güçlerin. Ne var ki, gerçekte ne canlandırmacı İslam ne de yenilikçi Marksizm egemen devletin muzaffer konumu için bir zorluk teşkil edebilmiştir. Üçüncü Dünya devrimleri bu iki eğilim arasındaki zıtlıkların en çarpıcı örneklerini sunar. Şah Pehlevi yönetimindeki İran, en zengin Üçüncü Dünya ülkelerindendi; İmparator Haile Selassie yönetimindeki Etiyopya ise en fakirlerinden. İran Devrimi Şah’ın modernleşme otokrasisini tersine döndürmeyi amaçlıyordu; Etiyopya Devrimi ise İmparator’un modernleşme otokrasisine hız kazandırmayı. İran’daki devrim yeni bir İslami
teokrasi arayışındaydı; Etiyopya’daki devrim kadim bir Hristiyan teokrasisine bağlıydı. 1979 İran Devrimi silahsız sivillerin aniden yaptıkları bir devrimdi; 1974 Etiyopya Devrimi silahlı askerler tarafından yavaş yavaş gelişen bir hükümet devirmeydi. İran Devrimi Anglosakson kültürel emperyalizmine karşıydı. Etiyopya Devrimi Anglosakson ekonomik emperyalizmine karşıydı. Ne İran’daki İslam’ın ne de Etiyopya’daki Marksizm’in kendini adadığı şey ise bir kez daha devlet sistemiydi. Egemen devletin meşruiyeti, Batı’nın ve Anglosaksonların modern dünyayı fethetme araçları arasında en az tehdit altına girmiş kavram gibi gözükmektedir. Semitik peygamberlerce kurulan üç evrenselci hareket Hıristiyanlık, İslam ve Marksizm’dir. Bunların hepsi tabandan gelen hareketler olarak başlamıştır. Bu üçü arasından yalnızca İslam Peygamber’in hayatta olduğu dönemde devlet ele geçirebilmiştir. Hıristiyanlık Roma İmparatorluğu’nu ele geçirebilmek için İsa’nın ölümünden sonra üç yüz yıl beklemek zorunda kalmıştı. Marksizm, Rus devletini ele geçirmeden önce Marks’ın 1883 yılındaki ölümünden 1917 Rus Devrimi’ne kadar beklemek zorundaydı. Fakat ne zaman tabandan gelen bir hareket bir devlet ele geçirse açık olan şey, değişenin devlet değil; tabandan gelen hareketin kendisi olduğudur. Devleti kim ele geçirirse, onun devlet tarafından ele geçirilme tehlikesi altında olduğunun kanıtları açıktır. Özgürleştirme hareketleri devlet ele geçirmede başarılı olduğunda, liderler neredeyse fanatik şekilde devlet sistemine dönüş yapar. İşçiler sosyalizm adına devlet ele geçirdiklerinde kısa süre içinde sınıf bilinci yerine devlet bilinci geliştirirler. Uğurlarında devleti ele geçirdikleri işçilerin çıkarlarını iyileştirmek yerine, artık kontrollerinde olan devletin çıkarlarını korumaya çalışırlar. İşçilere karşı değişen Polonya’daki sosyalist devletin tuhaf örneği(1989 Ağustos’undan önce) ilerlemiş sosyalist ülkelerden oluşan İkinci Dünya’daki örnekler arasında en açık olanıdır. * DÜNYA SİYASETİNDE KÜLTÜREL ETKENLER - Ali Mazrui, Çeviren: ÇAĞLA TAŞKIN
yirmiüç
Kasım 2016
Eşref Edib’in kaleminden Âkif’in Kur’an tercemesi Nasıl başladı, sonra nasıl yakıldı? (3) 91 yıldır bitmeyen Kur’an meali tartışması hâlâ güncelliğini koruyor. Eşref Edib üstadımız bu konuda Âkif üstadımızın tamama erdirdiği Kur’an mealini Mısır’a gittiğinde okuduğunu ve fikirlerini Mehmet Âkif Bey’e ilettiğini ifade etmişti. Peki sonra neler oldu, neler yaşandı? Eşref Edib üstadımız Nisan 1959 senesinde Sebîlürreşad’ın 291’inci sayısından başlayarak bir yazı dizisi kaleme aldı ve her şeyi yazdı... Şimdi o yazılanları Eşref Edib’in kaleminden yeni dönem okuyucularına arz ediyoruz... 1932 de Mısır’a gittiğim zaman Hilvan’da üstada misafir oldum. O sırada bu tercemeyi baştan başa okudum. Üstad bunu kendi eli ile tebyiz ediyordu. Çok yerlerinde çıkıntılar, tashihler vardı. Birkaç çüzü okuyunca tercemenin ehemmiyet ve azametini gördüm. O ne sadelik, o ne ahenk! Ayetler arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük kudret göstermiş ki bir sureyi okursunuz da hiçbir ayetin başında veya sonunda ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz. Müfessirler ayetler arasındaki irtibat ve münasebetleri anlatmal için sayfalar dolusu izahatta bulunurlar. Üstad ise irtibatı fi’len o suretle yapmış ki bir ayetin bitip diğer ayetin başladığının farkında bile olmazsınız. Bir şiir gibi senelerce üzerinde işlenmiş, hiçbir tarafında, hiçbir noktasında hiçbir pürüz kalmamış, bir sehli mümteni haline gelmiş. Su gibi akıyor. Bir çağlayan gibi gönülleri heyecana veriyor. Beyanın ulviyetine, kudsiyetine o kadar itina göstermiş ki okuduğunuzun kelamullah olduğunu hemen hissedersiniz. Kur’an-ı celinin hususiyeti ifadesi tercemesinde de – kudreti beşer dahilinde – münceli. O vakit tamamile kanaatim teeyyüd etti ki; <<yer yüzünde Akif’ten başka o selaset ve kuvvete Kur’anı Türkçeye terceme edebilecek hiç kimse yoktur.>> diyen Süleyman Nazif tamamile haklıdır. Hakikaten Cenabı Hak bu meziyeti yalnız Akif kuluna ihsan etmiş, yine Süleyman Nazif diyor ki: “Eğer Allah, Kur’anı Türkçe inzal etseydi Akif’in lisanı ile inzal buyururdu.” Akif’in tercemesi yanında diğer tercemeler o kadar ibtidai ve ahenksiz kalır ki hayret edersiniz. Akif’in tercemede kikudret ve azametini o zaman anlarsınız. *** Birkaç misal vereyim: “Kulillahümme malikel mülki……… Ya Muhammed, de ki; Ey mülkün sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin, sen mülkü dilediğinin elinden alırsın. Sen dilediğini aziz edersin sen dilediğinin zelil edersin. Hayır yalnız senin elindedir, sen hiç şüphe yok ki, her şeye kadirsin.” “Fetilke büyutuhum…… = Siz iyiliği emre-
der, kötülükten nehy eder, Allah’a inanır olduğunuzdan, insanların hayrı için meydana çıkarılmış en hayırlı bir milletsiniz” “Etühliküna bima faales süfehaü minna = içimizdeki beyinsizlerin yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım?” “Allahü lailahe illahüvel hayyul kayyum……= Allah o Allahtır ki ondan başka bir ilah yoktur, bakidir. Her an bütün hilkatın üzerinde hakim ve kaimdir. Ne uyuklar, ne uyur. Göklerde, yerde ne varsa hepsi onundur. Kim tesavvur olunabilir ki kalksında onun izni olmaksızın nezdi ilahisinde şefaat edebilsin? Mahlukatı ise ilmi ilahisinden yalnız onun dilediğini kavrayabilir. Başka bir şey bilemez. İlmi bütün gökleri, yeri kucaklar ve bunların niğahbanlığı kendisine ağır gelmez. Yüksek, büyük ancak zatı kbriyasıdır.” “Fekeeyyin min karyetin ehleknaha….. = Zulme daldıkları için helak ettiğimiz ne yurdlar var ki üstü altına gelmiş yatıyor. Ne kuyular var ki başında, ne yüksek kale-
ler var ki içinde kimseler yok! Aceba bunlar yer yüzünde hiç dolaşmıyorlar mı ki düşünecek kalbleri, yahut görecek gözleri olsun, şu hakikat eyi bilinmelidir ki gözler kör olmaz, lakin asıl göğüslerdeki kalbler kör olur.” *** Mısır’da tercemeyi bitmiş gördükten sonra o zaman üstada dedim: -Artık elhamdülillah, tamam olmuş, avdette ben bunu İstanbul’a götüreyim. Güldü: - Onu tamam oldu mu zannediyorsun? Daha ne kadar noksanı var! Üzerinde bir hayli işlemek lazım. -Noksan tarafını görmüyorum. Hayli tebyiz etmişsiniz. Sana göre tamam olmuş ama bana göre daha çok noksanı var. -Ne gibi? -Çıkıntıları, tahsisleri görüyorsun. Onlar hep tebyizden sonra olmuştur. Bir kelimenin en güzel zan ettiğim karşılığını bir zaman sonra beğenmem, daha güzel bir terceme hatırıma gelir. O kelimenin bütün tercemelerini değiştirmek icab eder. Sonra bazı ayetler de var ki muhtelif suretlerle tercemeye müsaittir. Müfessirler bu ayetlerin manalarını göstermiştir. Bunlardan birini tercih etmek lazım. Ben de onu yaptım fakat diğer manalarını da göstermek, aslındaki şümulü mahafaza etmek icab eder. İşte bunları da not olarak yazmak zaruri, inşallah bunları da ikmal ettikten sonra bir heyeti ilmiyenin nazarı tetkikinden geçmesini de arzu ederim. Belki bazı noktalarda hatalarım var. Bunlar neşr olunmadan tashih olunmak lazım. -Siz işi çok uzatıyorsunuz. -Ya ne zannettin? Ben bunu neye vaktile kabul etmemiştim. Öyle kolay iş olsaydı çoktan yapmış olurdum. Evet, bu bir ihtiyaçtır. Ama buna bir ömür lazım. Üç beş senede olacak iş değildir bu. Şimdi artık benim üzerimde hiç kimsenin bir hakkın yok. Ben de hiç kimseye bunu vermekle mükayyed değilim. Tamamile bu, benim keyfime tabi bir iştir. Ne vakit tamam olduğuna kannat hasıl edersem o vakit neşr ederim. Devam edecek
yirmidört
Safer 1438
Sebîlürreşad Hat Kapakları Sergisi 1908’den 2016’ya Sebilürreşad’ın kapak sayfalarında kullanılan hat eserlerinden oluşan sergisi 16 Aralık’ta saat: 14:00’de İstanbul’da Harbiye CRR’de sergilenecek
Aralık ayı Sebîlürreşad okurları için önemlidir. Çünkü bu ay, bir yandan mecmuamızın Ebedi Başmuharriri Mehmet Akif Ersoy’un hem doğum hem vefat ayıdır. Hemde Eşref Edip Merhumun vefat ayıdır. Bu yılın bir diğer özelliğiyse Milli Şairimizin vefatının 80. Yılı olmasıdır. İslam coğrafyasının aydın ve mütefekkir dünyasını şekillendiren Sebilürreşad’ın öncü isimleri bu ay’da hem doğumu hem vefatı yaşadılar. Bizde vefatlarının 80. Yılında Mehmet Akif’e, 45. Yılında da Eşref Edip’e hürmet için Sebilürreşad etkinliklerini bu ay’da yapma kararı aldık. HAT KAPAKLARINA NEDEN İHTİYAÇ VARDI Sebilürreşad için sanat mühimdir.
Mehmet Akif’in şiirlerinin tümü burada neşredilmiştir. Ancak Yahya Kemal, Peyami Safa gibi Türk edebiyatının önemli simaları da aynı mecrada yer almıştır. Bu nedenle sanat, hak için ve halk için felsefesiyle hareket edilmiş ve bu gayeden hiç uzak kalınmamıştır. Sebilürreşad’ın islam yazı sanatına verdiği desteği ise 1948’li yılların ülkemizde estirdiği rüzgarla değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ezan’ın 18 yıl Türkçe okutulmasının oluşturduğu travma, harf inkılabıyla başlayan Arapça ve Osmanlıca eser düşmanlığı Anadolu’da öyle katı uygulanmıştırki, neredeyse eserler bir meydanda toplatılmış ve yakılarak imha edilmiştir. İşte böyle bir atmosferde
Eşref Edip üstadımızın Sebilürreşad’ı yeniden neşretme gayreti, birde bu gayrete dergi kapağına yerleştirdiği ayet ve hadis hatları bir “karşı koyuş” gibiydi. HAT KAPAKLARI SERGİYE HAZIRLANIYOR 1948’den 1966’ya kadar bir çok sayıda hat çizgisiyle yazılar neşredilmiş. Bunları Hattat Mesut Dikel’le bir araya gelerek toparladık ve yeniden yazılarak tablolaştırılmasını sağladık. 55 ayrı hat eseri ortaya çıktı. Bunların neredeyse tamamı kıymetli hat eseri değerinde. Hattat Mesut Dikel o eserleri yeniden büyük bir titizlikle yazdı ve güzel bir süslemeyle sergiye hazır hale getirdi.
16 ARALIK SAAT: 14:00’DE HARBİYE’DE Sebilürreşad’ın o eşsiz kapakları, kapakta kullanılan hat eserleri yeniden yazılarak sergiye hazır geldi. İnşallah 16 Aralık 2016 Cuma günü saat: 14:00’de Harbiye CRR’de sergilenecek. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne, Kültür ve Sosyal işler daire Başkanı, Sebilürreşad okuru ve Mehmet Akif Dostu Abdurrahman Şen beyefendiye gösterdiği ilgi ve alakadan dolayı müteşekkiriz. Sebilürreşad dostlarını o gün açılışımıza ve dört gün sürecek bu sergimize bekliyoruz. Sergilenen hat eserleri Sebilürreşad’a destek maksadıyla satışa da sunulacaktır.
yirmibeş
Kasım 2016
Bolivya Müslümanları Bolivya, 19.yy. boyunca Suriye, Filistin ve Lübnan’dan gelen tüccarlar sayesinde İslam ile tanışma fırsatı bulmuş. Bolivya halkı bu insanları bugün bile, Türk İmparatorluğu (Osmanlı İmparatorluğu) vatandaşı manasında “Turkos” diye tanımlıyor. Emre Yıldırım Güney Amerika’nın ortasında, Amazon ormanları ve yüksek dağlarla çevrili bir ülke Bolivya. 1538-1825 yılları arasında İspanyol sömürgesi olmuş. Halkı, İnka ve Aymara Kızılderilileri ile İspanyol kökenli insanlardan oluşuyor. Bu dönemde ülkeye gelen Endülüslü Müslümanların, bazı şehirlerde güzel mimari eserler bıraktığı kaydediliyor. Bolivya, 19.yy. boyunca Suriye, Filistin ve Lübnan’dan gelen tüccarlar sayesinde İslam ile tanışma fırsatı bulmuş. Bolivya halkı bu insanları bugün bile, Türk İmparatorluğu (Osmanlı İmparatorluğu) vatandaşı manasında “Turkos” diye tanımlıyor. O dönemde Bolivya’nın, çok kapalı bir Katolik toplum olması nedeniyle tebliğ çalışmaları yapılamamış. Bu durum, 20. yüzyılda İsrail zulmünden kaçan Filistinli Müslümanların bu ülkeye gelmesine kadar sürmüş. Bir Filistinli olan İmam Mahmut Amer, bazı Arapların ve Pakistanlı göçmenlerin yardımıyla 1986 yılında Bolivya İslam Merkezi’ni (Centro İslamico Boliviano-CIB) kurmuş. 1989 yılında Bolivya hükümeti tarafından resmen tanınan CIB, Bolivya Müslümanlarının resmi temsilcisi durumunda. 1994 yılında CIB, ülkenin büyük şehirlerinden Santa Cruz’da ilk cami ve İslam Kültür Merkezi açmış. O günden bu yana, CİB okullarda, üniversitelerde ve çeşitli vakıflarda düzenlenen panel ve konferanslarla Bolivya insanına İslam anlatılıyor. Kurum medya yolları ile de Bolivyalılara ulaşmaya çalışıyor. Şu anda, Bolivya’da 800 kadar Müslüman bulunuyor. Bunların 200 kadarı Bolivyalı Müslümanlar, geri kalan kısmını ise Filistin, Lübnan, Suriye, Pakistan ve Bangladeş gibi çeşitli İslam ülkelerinden gelen Müslüman göçmenler oluşturuyor. Santa Cruz şehri, İslami faaliyetler için merkez durumunda. CIB’in merkezi de burada bulunuyor. Bununla beraber Bolivya’nın başkenti La Paz’da, Sucre ve Cochabamba kentlerinde de küçük
cemaatler bulunuyor. Bolivya’da Müslümanlar son aylarda, bütün dünyada olduğu gibi, medya ve Protestan kiliseleri tarafından, İslam ve Müslümanların kamuoyundaki itibarını zedelemeye yönelik yoğun saldırılara maruz kalmış durumda. Fakat bu saldırılar, Müslümanlar arasında yardımlaşmaya, namazlara ilginin artmasına neden olmuş. Yeni insanlar İslam’ı kabul etmeye başlarken, Müslümanlar da camiye artık daha sık gelmeye başlamışlar. CIB, Müslüman olmayanlara İslam’ı anlatmak ve Müslümanlara Kur’an-ı Kerim, hadis, tefsir, İslam tarihi gibi konularda eğitim amacıyla sınıflar açmış. Bunların dışında CIB, Santa Cruz şehri dışında bulunan “Mapasio” adlı cemiyette yeni Müslüman olanlara ücretsiz sağlık hizmeti, yiyecek ve çeşitli okul materyalleri yardımı yapıyor. CIB’de Hacca gidecek olanlara her türlü yardım ve destek veriliyor,
bugüne kadar 10’dan fazla Müslüman Hacc ve Umre vazifelerini yerine getirmiş. Bolivya’da insanlara İslam’ı hayatın her alanında yaşayabilmeleri için her türlü eğitim ve bilgi desteği veriliyor. Müslümanların kendi aralarında İslami bir şekilde evlenmeleri teşvik ediliyor. Ayrıca, İmam Mahmut Amer tarafından bağışlanan ve Bolivya devletince tanınmış bir Müslüman mezarlığı da mevcut. CIB yöneticisi İsa Amer Quevedo, çalışmalarının devamı için Allah’tan güç; Türkiyeli Müslümanlardan da dua istiyor. CIB kurucusu İmam Mahmut Amer, sözlerine Türkiyeli Müslümanlara dua ederek başlıyor. Bolivya’ya ayak bastığı 1974’ten bu yana en büyük isteğinin Bolivya’da Müslümanları bir bayram namazında, imamın arkasında saf tutmuş olarak görmek olduğunu söylüyor ve ”elhamdulillah, şimdi az da olsa Müslümanları organize edebildik,
bir camii, bir İslam Merkezi ve bir kabristanımız var” diyor. 1974’ten bu yana ülkede Müslümanların sayısının 10 kat arttığını belirten Amer, “daha yapacak çok işimiz var” diyor; Müslümanların kalitesini yükseltmek. Çünkü Bolivyalı Latin Müslümanlar ayrı bir ilgi, göçmen olarak gelen muhacir Müslümanlar ise daha ayrı bir ilgi istiyor. İmam Mahmut Amer, “Allah’ın ihsanı Türkiyeli Müslümanların ve tüm Müslümanların üzerine olsun” diyor. Henüz 2 yıl önce Müslüman olan ve Sümeyye adını alan Cinthya Troche de geçen yıl Türkiye’ye geldiğini ve bir Türk ile nişanlandığını söylüyor. Bolivya gibi halkı Müslüman olmayan bir ülkede yaşamanın zor olduğunu belirtiyor. Sümeyye, Bolivyalı Müslümanlar olarak, genelde Müslüman olmayan ailelerden geldiklerini, bunun da gerek aile içerisinde gerekse toplum içerisinde İslam’ı yaşamak anlamında çeşitli dezavantajları beraberinde getirdiğini söylüyor. “Ramazanda ailelerimiz dahil kimse oruç tutmuyor, çevrenize baktığınızda Ramazan ayında olduğunuzu hissedemiyorsunuz” diyor. Burada bir parantez açıyor ve “Allah’a şükür benim ailem Müslüman olmam nedeniyle bana zorluk çıkarmıyor, hatta İslam’ı gerektiği gibi yaşamam konusunda yardımcı oluyor” diyor.
yirmialtı
Safer 1438
Tolstoy İslamiyeti seçti mi? Mehmet Poyraz Zengin bir ailenin çocuğu olarak, Rusya’nın Tula şehrinde 9 eylül 1828 tarihinde doğan dünyaca ünlü edebiyatçı Tolstoy’un 82 yıllık ömrü trajik biçimde bir tren istasyonunda 20 kasım 1910’da son buldu. Günümüzde de hâlâ ayakta durmaya devam eden Yasnaya Polyana isimli bir konakta doğan, ailesinden habersiz düştüğü bunalım sonrası ve nereye gideceğini tam olarak bilemeden çıktığı tren yolculuğu esnasında yaşamını yitiren Lev Nikolayeviç Tolstoy geride destansı eserlerinin yanı sıra, dini inancı yönünde soru işaretleri de bıraktı. Hayatı boyunca gelir eşitliğini, insanoğlunun yaşam standardını sorgulayan Tolstoy, doğuştan doğal olarak mensubu olduğu Hristiyan dinine karşı eleştirileri ile de bilinmekte. Fakir köylülerin yaşantısına çok üzülen Tolstoy tüm servetini bu insanlara bağışlarken, Hristiyanlığın adaletli bir din olmadığını savunmuş hatta bu yüzden kilise tarafından aforoz edilmiştir. 2016 yılında Rusya’da yapılan en sevilen yazar anketinde Dostoyevski ile beraber birinciliği de paylaşan, İslam dinine sıcak ve gayet olumlu bakan Tolstoy’un; “Muhammed her zaman Evangelizmin (Hristiyanların) üstüne çıkıyor. O insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilahı yoktur ve Muhammed O’nun peygamberidir. Burada hiçbir muamma ve sır yoktur”, şeklindeki yorumu da hayli önem arz etmektedir. Bu söyleminden İslamiyeti tercih edip etmediğini; 1909 yılında yayımladığı risaleden, Allah’a olan inancından, Hristiyan dinine karşı aldığı tavırdan ve Rus aydınlarının kaleme aldıkları kendisi hakkındaki yorumlardan tahmin etmek mümkün. Önemli bir kesim Tolstoy’un İslamiyeti seçtiği yönünde hemfikir. Hatta, evini terk edip çıktığı yolculukta tren istasyonunda zatürreden yaşamını yitiren Tolstoy’un İslam dinine uygun şekilde defin edildiği de rivayet edilmekte. Rusça “Hz. Muhammed’in Kuran’a girmemiş hadisleri”, Türkçesi ise yakın ta-
rihlerde “Hz.Muhammed” adıyla yayınlanan kitabını, 1908 yılında Hindistanlı Alim Abdullah El Sühreverdi’nin “Hz. Muhammed’in Hadisleri” adlı risalesini okumasından sonra yazmaya karar veren Tolstoy’un bu eseri, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), günümüzde ise Rusya Federasyonu’nun başkenti Moskova’da ölümünden yıllar sonra tekrar basılmak istensede, sansür kurulunun engeline takılıyor. Bir süre sonra, kitabın kendisi de yok oluyor. 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ardından tekrar gündeme gelen bu kitap; önce Azerice, sonra Türkçe olarak yayınlandı. Lev Nikolayeviç Tolstoy, günümüzde olduğu gibi o yıllarda da hayli ünlü ve ilgi gören bir yazardı, aydındı. İlk olarak 1909 yılında Çarlık Rusya’sında yayınlanan bu kitap fazla gündeme getirilmedi. O yıllar, sosyalist düşüncenin ülkede tohumlarını attığı yıllardı. Kiliseden umudu kesen halk yeni bir arayışta idi, sosyalist düşünce ile tanıştırıldı. Şayet Tolstoy, bu eserini biraz daha erken kaleme almış olsaydı ülkede İslam adına önemli gelişmeler yaşanacaktı ve büyük bir nüfusun İslamiyeti seçmesi olasılıktı. Kaos ortamında yazıldığından ilk önce fazla dikkat çekmedi.Sovyetler Birliği’nde halk en çok ülkenin liderlerinden Stalin’den çok çekmiştir. Stalin’in döneminde halk dinden soğutulmak istenmiştir. Yine bu dönemde Tolstoy’un risalesi tekrar gündeme gelsede, başarılı olunamıyor. Ölümünün 116.yıl dönümüne denk gelen bugünlerde hâlâ Tolstoy’un Müslüman olup olmadığı tartışılırken, ünlü edebiyatçının şu yorumunu da sizlerle paylaşıyorum;“Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan mukayese edilmeyecek kadar üstündür. Eğer insan seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her Hristiyan ve her bir insan şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği, tek Allah’ı ve O’nun peygamberini kabul ederdi.”
‘Modern’ adam! Fikri Akyüz Türkiye’de genel bir klişe hakim olmaya başladı. O klişe şu: “Türkiye, dindarlaşıyor, muhafazakarlaşıyor”. Bunu diyenlerin genellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “koruma” ve kollama vazifesi üstlenmesi gerektiğini dillendiren kişilerden oluşması işin en ironik tarafı.. İronik, çünkü “korumak”, eski dilde hıfzetmek yani “muhafaza etmek” anlamına geliyor. Muhafazakar olmak, bir başka deyişle muhafız olmak “pis” bir şeyse, o zaman Ordu’dan niçin “muhafaza etme ve kollama” görevini üstlenmesi talep ediliyor? Denilecektir ki: “Kardeşim, Silahlı Kuvvetler laik rejimi koruma, muhafaza etme amacını güdüyor; yani rejimi yıkmayı düşünen muhafazakarlardan rejimi koruma görevi üstleniyor” İşte işin nirengi noktası bu.. Acaba muhafazakarların, rejimi yıkmak gibi bir amacı var mı? Muhafazakar, “doğru”yu korur; mutaassıp ise eğrisini doğrusunu sorgulamaksızın elinde “tutmaya” çalışır. O yüzden mutaassıp, adı üstünde, tutucudur, yobazdır, softadır. Mutaassıp, sorgulama nosyonundan ziyade ezbercilik kültürü ile donanmıştır. Kendisine piyangodan hayırlısıyla bir “şey” çıkması için Telli Baba türbesine gidip türbenin etrafındaki çitlere çaput bağlayan kişi muhafazakar değil mutaassıptır, daha da ötesi ileri derecede geri zekalıdır. Bunun gibi, sandıkta yenile yenile “bi’hal” olmuş olanların Anıtkabir’e gidip “Atam sen kalk ben yatam.. Kalk ki bizi bu yobazlardan kurtar” diye bağırıp çağırması da “devrim muhafızlığı” değil kelimenin tam anlamıyla “devrim yobazlığı”dır. Çünkü Telli Baba’nın türbesi de, Atatürk ve İnönü’nün Anıtkabiri de, Menderes ve Özal’ın Anıtmezarı da, dedem Yusuf Akyüz’ün mezarı da neticede bir mezardır. Mevtadan medet umulmaz, mevtanın ruhuna dua okunur. Kaldı ki Anıtkabir, Meclis Dilekçe Komisyonu değildir. Atatürk gibi, bilimi işaret eden bir insanın kabrine gidip Tayyip
Erdoğan’ı şikayet etmek, Atatürk’ün işaret ettiği bilim dallarından biri olan psikiyatri sahasına giren bir husustur. Bununla beraber, modern ve çağdaş sözcükleri arasındaki farkı anlamaktan aciz olan kişilerin kalkıp modernliği başı açıklığa, içki içmeye indirgemesi ise cehalettir. Cehalet değilse, sakalettir, o da değilse rezalettir. Mimar Sinan benim çağdaşım değil zira kendisiyle aynı çağda yaşamadım ama aynı Mimar Sinan, çağına göre (hatta bugüne göre bile) modern bir mimardır. Buna karşılık, tenekeden minare yapıp tuvaletleri pislikten girilmeyecek derecede virane olan bir caminin yaptırma ve yaşatma derneği başkanı benim çağdaşımdır ama modern ve medeni biri değildir. Şimdi bir de şu moda oldu: “Efendim benim kocam çok modern bir erkektir; içkisini de içer orucunu da tutar; ama Cuma akşamları ve Ramazan ayında asla içmez.” Şimdi bu cümleden içki içmenin “moderen” bir şey olduğunu anlıyorsunuz, değil mi? Peki bunun ters anlamından ne çıkıyor? Şu çıkıyor: “Bir kişi dini ibadetlerini yerine getiriyor ama içki içmiyorsa o kişi modern değildir.” Dolayısıyla, içki içip ya da başı açık olup da boyasız ayakkabı, ütüsüz elbise giyen, arabasının penceresinden kül tablasını boşaltan biri mi moderndir? Yoksa dini ibadetini yerine getiren; bırakınız kül tablasını caddeye boşaltmayı, sigarasının külünü denize dahi savurmayan ama içki de içmeyen biri mi daha moderndir? O yüzden, bazılarının yorumları beni “dinden imandan çıkartıyor”. “Dinden imandan çıkarıyor”, zira bunu bana dinim, imanım emrediyor! Misal, yeni anayasayla laikliğin tanımı yeniden yapılacak diyelim. Hemen devreye birileri giriyor ve “Amaç laikliği ortadan kaldırmaktır” demeyi marifet addediyor. Oysa arzu edilen, sadece, dini esaslara “saygılı” bir devlet fikriyatının temininden ibarettir. Dikkat buyurunuz “saygılı” deDevamı yan sahifede
yirmiyedi
Kasım 2016
dim, “dayalı” demedim. Zira “dayalı” derseniz, bu sözcük laikliğe aykırı bir düşünceyi yansıtır. Yansıtır, zira bu memlekette sadece belli bir dinin mensupları yaşamamaktadır. Ancak “saygılı” ibaresi bambaşka bir ifadedir. Devletin dini esaslara “dayalı” olması nasıl ki laikliğe aykırıdır, devletin dini esaslara “saygılı” olmaması da laikliğe aykırıdır. Bu kafa karışıklığı hem Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’te hem de Atatürk’ün bu yanlış tespitine destek verenlerde mevcuttur. O kadar ki 1925 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılma gerekçesi, tıpkı Abdurrahman Yalçınkaya’nın açtığı davanın gerekçesi gibidir. 91 yılda basit bir cümlenin yorumunda bile “ittihat” (birlik) sağlanamamış, dolayısıyla “terakki” (ilerleme) kaydedilememiştir. TpCF’nin kapatılma gerekçesi malum.. Partinin tüzüğünde yer alan “İtikad-ı diniyeye hürmetkarız” (Dini inançlara saygılıyız) cümlesi kapatma için yeterli görülmüştür. Abdurrahman Yalçınkaya da Ak Parti’yi kapatma davasında Başbakan’ın “Hamdolsun” sözcüğünü kullanmasını kapatma gerekçelerinden biri saymıştı. Ama hamdolsun ki kapatılmadı! Bir şeyi temenni etmek ile o şeyi temin etmek arasında meşe kütüğü ile kürdan arasındaki fark kadar bir fark vardır. Neticede dindarlığın karşıtı dinsizlik değildir; dindarlığın karşıtı, dindar olmamaktır. Tıpkı küfür ile günah; kafir ile günahkar arasındaki fark gibi.. (Ya da küfürbaz ile kafir arasındaki ciddi fark gibi..) Örneğin bir iktidar dindar gençliğin artması için Milli Eğitim’de karar alıp “bütün öğrenciler öğle paydosunda namaz kılacaktır” derse, işte bu, laikliğe aykırı olur. Bu tür zecri tedbirlere şiddetle karşı çıkanlardan biri de ben olurum. Mevcut hükümetin böyle bir uygulamayı gerçekleştirmesini bırakınız, bunu düşünmek bile istemeyeceğine olan inancım tamdır. Keza, dindar gençliğin artmasını istemek dindar olmayanlara bu devletin zehir kusturacağını söylemek demek değildir. Her ne kadar Atatürk’e ait olmasa da Atatürk’e atfedilen Ata’nın bir sözü vardır hani.. (“Atasözü” demiyorum. “Ata’nın sözü” diyorum. Bu da yukarıda bahsettiğim farklardaki gibi, “elmas’ını kaybetti” cümlesi ile “elmasını kaybetti” cümlesi arasındaki fark gibidir.) Evet Atatürk’e atfedilen sözlerden biri ne idi? Örneğin “İstikbal göklerdedir”di. Şimdi Atatürk bu cümleyi söylediği zaman “Söz konusu olan gök ise, deniz, kara ve hava hava civadır” mı demiş oldu?! Gerçi Atatürk’ün “İstikbal göklerdedir” cümlesi ile 1937’de TBMM’nin açılışında söylediği “Bizim prensiplerimiz gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla eş tutulamaz” cümlesi arasında da muhakkak ki bir anlam ve içerik farkı vardır!
Hüsn-i Hat Sanatı - 3 Hat sanatında Ketebe (İmza) ve Târih Koyma Şekilleri: Hattat-Ressam/Mesut Dikel Hattatlar, yazıları altına koydukları imzalarını ekseriya Arabça “Bunu yazdı” demek olan kelimesiyle birlikte yazarlar ki, buna Ketebe koymak, Ketebe yazmak, Ketebe atmak, kısaca = ketebe derler. Her yazı nev’ine göre ketebe koymanın husûsî bir şekli vardır. Sülüs, Muhakkak, Reyhânî, Celî ve Müsennâ yazılarda ekseriya Rıkaa’ kalemiyle yâni (icazet) yazısiyle yazarlar ve nokta koymazlar Ta’lîk’de yine Ta’lîk yazı ile ve asıl kalemin üçte biri kalınlıkta olmasını tercih ederler. — Ketebehû yerinde, nemekahu, yazan ken disinden bir söz katıyorsa — Harrerehu*, harekeli yazmış ise = Rakamehu*, tevazu’ için, yâhud karalama yazmış olduğunu ifâde için = Sevvedehu*, bir meşke baka baka yazdığını, yâhud meşk olmak üzere îtinâ ile yazıldığını ifâde için = Meşşakahu, istinsah (kopya) sûretiyle yazmışsa = Nesehahu, yâhud = Satarehu, aynen taklîd ederek yazıldığını ifâde, için = Kalledehu gibi tâbirler kullanılmıştır. Bir de, murakkaâf, kıt’a, kifâb vâzu’dan, yâhud yazının fevkalâdeliğinden dolayı kendini gurur ve şöhret âfetine tutulmaktan korumak, yâhud bütün bir san’at âlemine meydan okumak, yâni: “Şöyle bir yazı yazılmıştır. Yazan kim olursa olsun, onun ehemmiyeti yoktur. Bir şâh veya bir gedâ olabilir. Mes’ele bunda değildir. Bunun bir benzerini yazacak varsa, işte er meydanı, bu yursun! Bununla beraber, böyle bir eseri meydana koyanın unutulması, şöhret âfetine tutulmasından hayırlıdır. Maksad şöhret değil, güzel bir iş görmek, güzel bir eser bırak maktır. Bunu yazan, notunu halkdan değil, Hâlık’ından almak ümîdiyle yazmış, bu husus ise henüz tahakkuk etmemiş bulunduğu için o eseri kendine izafe etmekten Hakk’a karşı hicâb duymasından dolayı, imza koymağa eli varmamıştır” demek istemiştir. Tuğralar, fermanlar, paralar, beratlar. gibi resmî yazılarda hattatın imza koymaması istenildiği, yâhud imza koymağa henüz izin ve icazet verilmediği için, koymamış olabilir. Târih koymaya gelince, bunda asıl olan koymak ise de, yukarıki sebeblerden başka, yazıda târih koyacak münâsib bir yer bulunmamasından veya yazının estetiği üzerin de menfî durum ihdas edeceği dü şüncesinden, yâhud târih koyması istenmemesinden, târih atmaya değmeyen muhtevayı taşımasından ve ya konduğu takdirde bir karışıklık ve fesadı mûcib olacağından konulmamış olabilir. Bir de, bâzı meşhur hattatlar, yazılarının ekol (mekteb) hâlini almış fevkalâde bir üslûbu ve levhalarda yâhud = Elmüznib, = Elfakîr, = Elhakîr, = Errâcî gibi’ makama ve yazı muhtevasına uygun ve tevâzua delâlet eden bir kelime’ veya cümleden sonra, isim yazmayı âdet edenler de ol-
muştur. İsimden sonra bâzan — Gufire lehu, = Gufire zünûbuhu Ve emsali düâyı taşıyan bîr cümle ilâve edilir. Bâzıları, yalnız kendi ismini yazmazlar, bâzıları isimden önce veya sonra babasının, hocasının, her ikisinin adlarını yazmışlar ve hattâ memleketini ve mesleğini bile tebarüz ettirenler olmuştur. Hâsılı, imza ve ketebe işinde her san’atkâr ken dince münâsib gördüğü şekli kullanmıştır. Bilindiği üzere, imzalı yazılara imzasızlardan ziyâde kıymet verilir. Çünkü imza yazının senedi mahi yetindedir. Bu îtibarla bir hattat, bi le bile güzel bir yazısına imza atmak istemiyeceği gibi, beğenmediği bir yazısına da imza atmaktan çekinir. Dolayısıyle, bir yazının imzalı veya imzasız olmasının mutlaka bir mâ nâsı olmak îcâbederse de, bunu her zaman sezmek mümkün olmaz, im za koymamak hususunda sebeb olarak başlıca şunlar hatıra gelir: Tevâzu’dan, yâhud yazının fevkalâde liğinden dolayı kendini gurur ve şöhret âfetine tutulmaktan korumak, yâhud bütün bir san’at âlemine mey dan okumak, yâni: “Şöyle bir yazı yazılmıştır. Yazan kim olursa olsun, onun ehemmiyeti yoktur. Bir şâh veya bir gedâ olabilir. Mes’ele bun da değildir. Bunun bir benzerini yazacak varsa, işte er meydanı, buyursun! Bununla beraber, böyle bir eseri meydana koyanın unutulması, şöhret âfetine tutulmasından hayır lıdır. Maksad şöhret değil, güzel bir iş görmek, güzel bir eser bırakmaktır. Bunu yazan, notunu halkdan değil, Hâlık’ından almak ümîdiyle yazmış, bu husus ise henüz tahak kuk etmemiş bulunduğu için o eseri kendine izafe etmekten Hakk’a karşı hicâb duymasından dolayı, im za koymağa eli varmamıştır” demek istemiştir. Tuğralar, fermanlar, paralar, beratlar... gibi resmî yazılarda hat tatın imza koymaması istenildiği, yâhud imza koymağa henüz izin ve icazet verilmediği için, koymamış olabilir. Târih koymaya gelince, bunda asıl olan koymak ise de, yukarıki sebeblerden başka, yazıda târih koyacak münâsib bir yer bulunmamasından veya yazının estetiği üzerinde menfî durum ihdas edeceği dü şüncesinden, yâhud târih koyması istenmemesinden, târih atmaya değ meyen muhtevayı taşımasından ve ya konduğu takdirde bir karışıklık ve fesadı mûcib olacağından konul mamış olabilir. Bir de, bâzı meşhur hattatlar, yazılarının ekol (mekteb) hâlini almış fevkalâde bir üslûbu hâiz olması ve şahsiyetine delâlet de vazıh bulunması hasebiyle imza koymaya lüzum görmemişlerdir. yf. 1. Cild 154-155/ Mahmud Bedreddin Yazır
yirmisekiz
Safer 1438
Tuvalet kültürü’nün tarihi - 2 Mehmet Akif Işık/Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü (e) - TBMM Bilim ve Sanat Kurulu Üyesi
Osmanlı ordularının sefere gideceği yerlerde bile seyyar banyo ve tuvaletler yapılıyordu. Osmanlı ordusunda bunun için görevliler bulunurdu. Bu görevliler ordunun sefer sırasında konaklayacağı yere önceden giderek, mutfak ve banyo çadırlarını kurmanın yanı sıra tuvalet çukurlarını açar, açılan bu çukurların üzerine ortası delik tuvalet tahtalarını yerleştirir ve özel olarak yapılmış bölmeli tuvalet çadırlarını da bu çukurların üzerine kurardı. İslam’ın doğuşu ile birlikte İslam dinini kabul eden topluluklarda tuvalet kültüründe önemli gelişmeler oldu. İslam toplumunda “Temizlik İmandandır” hükmüne uyulmuş ve buna uygun olarak banyo ve tuvaletler inşa edilmiştir. Bu dönemde herhangi bir yerde külliyeler inşa edileceği zaman önce hamam ve tuvaletler yapılıyor, sonra diğer mekânların inşasına geçiliyordu. Avrupa’da 19. yüzyılın ortalarına kadar tuvalet geleneği yoktu. O dönemlerde Anadolu’ya gelen birçok seyyah bizim Temizlik ve tuvalet geleneğimizden hayretle bahseder. 1553–1555 tarihleri arasında Anadolu’ya gelen Alman seyyah Hans Dernschwam yazmış olduğu günlüğünde “Türkler her gün birçok defa ibadet maksadıyla abdest alıp yıkandıkları için kendilerinin en temiz kimseler olduklarını sanırlar. Camiye gitmeden önce evlerinde yıkanırlar. İlk önce dirseklerine kadar ellerini, sonra boyunlarını, kulaklarını, yüzlerini ve ağızlarını yıkarlar. Abdest alırken sıra ayak yıkamaya gelince pabuç çıkarılır, sonra pabuç tekrar terlik gibi giyilir ve bunlarla camiye namaza gidilir. Abdest alma işine başlamadan önce su döker ve büyük abdestini yapar. Söylemesi çok ayıp, kendini kirletmiş çocuk gibi önünü arkasını iyice yıkar. Bunun için abdest bozmaya gitmeden önce herkes beraberinde bir küçük ibrik içinde su götürür.” Demekte ve başka notlarıyla da kendince Türkleri küçük görmeye çalışırken farkında olmadan temizlik konusundaki titizliklerini ortaya koymaktadır. Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde temizlik o kadar ön plandaydı ki, köprülerde bile tuvaletler yapılıyordu. Artuklu Beyi Necmeddin İlgazi oğlu Timurtaş tarafından 1147 yılında, Diyarbakır- Batman il sınırında Batman Çayı üzerinde yaptırılan Malabadi Köprüsünde yolcuların gerektiğinde barınmaları için köprü kemerinin içine bir oda ve bu odaya açılan bir de tuvalet yapılmıştır. Temizlik ve sağlığa verilen önem her yerde kendini göstermektedir. Topkapı Sarayı Harem bölümünde, Cariyeler Hastanesine inen ve “Kırk Merdivenler” olarak adlandırılan yerde hastaların merdivenlerden inip çıkarken acil ihtiyaç duyabilecekleri düşünülerek merdivenlerin ortasına bile tuvalet yapılmış olduğunu görmekteyiz. Bu dönemlerde Avrupa’da ve hatta binin üzerinde odası olan Avrupa saraylarında bile banyo ve tuvalet yoktu. Tuvalet ihtiyacı genelde kaplar-kavanozlar içinde görülür, daha sonra bu kaplar hizmetliler ta-
Yeni Adlandırmalar Son yıllarda kadınların da çalışma hayatında yerlerini almaları nedeniyle tuvaletler; “Kadın Tuvaleti” ve “Erkek Tuvaleti” olarak ayrılmaya başlamış ve tuvaletler üzerine “Erkek”, “Bay” veya “Kadın”, “Bayan”, “Hanım” yazılmıştır. Tuvalet ihtiyacı bazı yörelerde ve değişik zamanlarda farklı kelimelerle ifade edilmektedir: “Def-i Hacet” ,Kazâ-i Hacet”, “Def-i Tabii”, “Dışarı Çıkma” , “Hacet Gidermek” , “Abdest Bozmak” , “Su Dökmek” “Teşarşür etmek”, “Taharetlenmek” , “Bevletmek”, “İşeyeceği gelmek”, “ Çöğdürmek”, “İşemek”, “İşamak”, “Küçük Abdest Yapmak” , “Büyük Abdest Yapmak”, “Subaşına gitmek” gibi söylenmekte, çocuklarda da ; “Çiş etmek”, “Ih Yapmak” veya “Kaka Yapmak” şeklinde belirtilmektedir. Ayrıca, tuvaletlere de değişik yer ve zamanlarda farklı isimler verilmiştir. “Abdesthane” , “Memşa”, “Memşahane” , “Memişhane” , “Helâ” , “Hacet hane” , “Hacet Yeri”, “Ayakyolu” , “Ayak orusu”, “Ayak yeri”, “Kademhane “, “Su Yolu”, ”Teşarşür hane”, “Kenef” , “Kinef”, “Kenif”, “Edephane”, “Taharethane”, “Yüznumara”, “ 00”, “Abriz” (Farsça kökenli) , Ankara yöresinde; (Avlum, Daşıra, Gubur) , “Tuvalet” , “W.C.” gibi. Uygur metinlerinde de “Batığlık” olarak geçmektedir. rafından alınıp sokağa dökülürdü. Saray hanımları ise sıkıştıkları yer sarayın neresi olursa olsun çömelip ihtiyacını görür ve üzerine giymiş olduğu kat kat eteklerinden birini çıkarıp dışkının üzerine bırakırdı. Hizmetliler bu eteği gördükleri yerde, eteğin altında dışkı olduğunu bilir ve toparlayıp dışarı atardı. Krallar da altlarına lazımlık monte edilmiş tahtlarında oturur ve ihtiyacını da tahtında otururken giderirdi. Kral tahtından kalktığında da hizmetliler lazımlığı alıp dışarıya dökerdi. Bazı üst düzey kişilerin de bu şekilde lazımlıklı koltukları bulunmaktaydı. Halk ise tuvalet ihtiyacını genelde dışarıda boş arsa ve arazilerde gideriyordu. Evde tuvalet ihtiyacının giderilmesinin zorunlu olması durumunda ise, ihtiyaç yine kaplar içerisinde görülür, sonradan bu kaplar da pencereden sokaklara boşaltılırdı. Bundan korunmak için tedbir olarak geniş kenarlıklı şapkalar giyiliyor veya sokak aralarında şemsiye ile dolaşılıyordu. Bu dönemde at arabaları ile şehir içerisinde dolaşmak da büyük bir cesaret gerektirmekteydi. Zira her an için tepeden tırnağa dışkı içerisinde kalma riski vardı. Buna da; bizdeki paytona benzer, ancak her tarafı kapalı at arabaları yapılmak suretiyle çözüm bulunmuştu. Avrupa Sarayları ve evlerinde tuvalet ihtiyacının bina içerisinde görülmesinden dolayı pis kokular zaman zaman had safhaya ulaşıyor ve bu mekânları yaşanılmaz hale getiriyordu. Bu pis kokulardan
kurtulmanın çarelerini araştırmak üzere bilim adamları görevlendirilir. Değişik bitki ve çiçek kokularıyla bu pis kokuların önüne geçilmeye çalışılır. Böylece Avrupa’da parfüm sektörünün ilk temelleri de bu şekilde atılmış olur. Ortaçağ Avrupa’sında geçtiği anlatılan bir olay oldukça ilgi çekicidir: O dönemde kralın biri hastalanır. Ülkede ne kadar doktor varsa tek tek gelip kralı muayene eder. İlaçlar yapılır, herkes kendine göre bir şeyler tavsiye eder; ancak kralın sağlığında hiçbir düzelme olmaz. Artık ülkede kralı muayene edecek doktor kalmamıştır. Kral çaresizdir. Bu arada Müslüman bir doktorun ülkeye geldiği söylenir. Kral hemen bu doktorun bulunup getirilmesini ister. Doktor gelir, sarayın içinde ve kralın odasında çok ağır bir hava ve pis bir koku vardır. Önce kapı ve pencereleri açtırarak odayı havalandırır, sonra; yanına kokudan zor yaklaşılan kralı muayene eder, belirli bir hastalığı veya yarası olmadığını tespit eder. Çabucak bir kazan su ısıtılmasını ister. Su iyice ısındıktan sonra kralın elbiselerinin tamamen çıkarılmasını söyler. Etraftakiler şaşkınlık içerisinde yapılanları izlemektedir. Doktor çantasından bir kalıp sabun çıkarır ve kazandaki su tükeninceye kadar sıcak sularla kralı defalarca yıkar. Yıkanma işi tamamlandıktan kısa bir süre sonra, kral kendisinde büyük bir canlılık hisseder, uzunca bir ohhh… çektikten sonra: “Bunu çok beğendim, bana gayet iyi geldi, emrediyorum, bundan böyle her
yıl bu işlemi tekrarlayalım” der. Avrupa saraylarında durum böyle iken, Osmanlı ordularının sefere gideceği yerlerde bile seyyar banyo ve tuvaletler yapılıyordu. Osmanlı ordusunda bunun için görevliler bulunurdu. Bu görevliler ordunun sefer sırasında konaklayacağı yere önceden giderek, mutfak ve banyo çadırlarını kurmanın yanı sıra tuvalet çukurlarını açar, açılan bu çukurların üzerine ortası delik tuvalet tahtalarını yerleştirir ve özel olarak yapılmış bölmeli tuvalet çadırlarını da bu çukurların üzerine kurardı. Ordu konaklama yerinden ayrıldığında da tuvalet çukurları açılırken çıkan toprakla, tuvalet çukurları doldurulur ve çevrenin kirletilmemesine gereken özen gösterilirdi. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyılın başlarında, öncelikle sarayda, “klozet” olarak adlandırdığımız, “alafranga tuvalet”lerin kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Alafranga tuvaletlerin (klozet) kullanılmasının nedenlerinin başında; hastalık veya yaşlılık nedeniyle, tuvalete çömelmekte zorlanma olarak görülmektedir. Günümüzde de kullanılan klozet öncesinde ise yine hasta veya yaşlılar için özel olarak yaptırılmış ve ortasına oturak monte edilmiş sandalyeler kullanılmıştır. Bu sandalyelerin bir örneğini Dolmabahçe Sarayı harem bölümünde görmek mümkündür. Saray ve köşklerde durum böyle iken, halkın kullandığı şehir içerisindeki evlerde tuvaletler konut içinde, köylerde ve bazı büyük yerleşim yerlerinin kenar semtlerinde ise tuvalet konut dışında, avluda veya varsa bahçe içerisinde, ahşaptan, kerpiçten, moloz taşlardan veya daha değişik malzemelerden yapılmıştır. Nüfusun artması ve büyük kentlerin oluşması nedeniyle gerek kent içerisinde ve gerekse yol güzergâhlarında toplu ihtiyaç yerleri yapılma gereği doğmuş ve bir veya birkaç kabinden oluşan genel tuvaletler yapılmıştır. Önceki yıllarda seyahat edenlerin ve çalışanların büyük çoğunluğunu erkekler oluşturduğu için tuvaletler de sadece erkeklere hitap edecek tarzda veya tek kabinli olarak yapılmaktaydı. Bayanlar için tuvalet yeri ayrılmadan önceki bu dönemlerde, acil bir nedenle evinden dışarı çıkan veya seyahate giden bir bayan, tuvalet ihtiyacı duyduğunda, mecburen tek kabinli tuvalete girer; ancak bu durumda içeri başkasının girmemesi için eşi veya bir yakını tuvaletin kapısı önünde nöbet tutardı.
yirmidokuz
Kasım 2016
Fıkıhta Sünnî-Şîî İhtilâfı Prof. Dr. Hayreddin Karaman/Kişisel blogundan alınmıştır
İçinde bulunduğumuz yıl içinde sınır komşumuz İran’da vukua gelen olaylar ve değişiklikler sebebiyle Şiîlik meselesi ve Şiîlerle Sünnîler arasındaki farklı ve ihtilâflı noktalar yeniden konuşulup tartışılmaya, incelenme ve yazılmaya başladı. Ükemizde bazı müslümanlar İran devriminin yalnızca övülmesi, iyi taraflarının ele alınması, tenkit ve açıklamaların -en azından- sonraya bırakılması gerektiği kanaatini taşıyor, bunu hararetle savunuyorlar. Biz -Nesil kadrosu olarak- bu kanaati tartışılabilir bulmaktayız. Çünkü Allah Teâlâ: “Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur.”90 “(Ey Muhammed), Dinleyip de, en güzel söze uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola eriştirdiği onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.”91 buyuruyor. Müslüman gerçeği görmek ve bilmek, bastığı yeri tanımak, peşine düşeceği kimselerin istikametini öğrenmek mecburiyetindedir? İyiden örnek almak “hikmet yitik malı” olan müminin kârıdır. Müşrik, ehl-i Kitap, ehl-i Bidat, Sünnî müslüman kim olursa olsun -İslâm’a göre iyi olan- işlerinden örnek almak, kötülerinden sakınmak müslümanın vazifeleri cümlesindendir. Ancak dışa ve yaldıza bakıp kamaşan, eşyanın içyüzünü görmeye çalışmayan gözler, firaset şiarı olan müslümanın gözleri değildir. Hakkı hak olarak görüp ona ittiba, bâtılı da bâtıl olarak görüp ondan ictinab dualarımız arasındadır. İşte bu esaslardan hareketle Şîayı, Sünnîlerden ayrıldıkları noktaları tanımak, karşılıklı ilişkileri buna göre düzenlemek, onlara karşı irşad faaliyetimizi buna göre yönlendirmek, neyi alıp neyi atacağımızı bu mi’yara vurmak bizim tutacağımız yol olacaktır. Nesil’de bugüne kadar çıkan yazılar Şiîliğin tarihi ile akâid sahasındaki Sünnî-Şiî ihtilâfını yeterince açıklığa kavuşturmuş oldu. Biz bu yazımızda fıkıh sahasındaki farlı görüşlere, ihtilâflı noktalara ışık tutmaya çalışacağız. Şu anda vaktimiz yeni ve köklü bir araştırma yapmaya müsait olmadığı için daha önce yapılmış bir çalışmayı özetleyerek bu boşluğu doldurmaya çalışacağız. Önce kaynağımızı tanıyalım: Hindistanlı meşhur büyük âlim ve müceddid Şah Veliyullah Dıhlevî’nin (1114-1176 h.) oğlu Allâme Abdülaziz Dıhlevî (1159-1239 h.), doğrudan doğruya Şiî kaynaklara dayanarak bu mezhebin ve özellikle İmamiyye-İsnâ-aşeriyye92
I. USÛL: Şîa’ya göre şer’î deliller dörttür: Kitap, haber, icmâ’ ve akıl. 1. Kitap: Eldeki mushaf Hz. Osman tarafından yazdırılmış olup (hâşâ) tahrifler bulunduğu için ma’sum imam vasıtasıyla alınan kısmından başkası muteber değildir. kolunun ilim, inanç, amel ve ahlâk sahalarındaki esalarını, Ehl-i Sünnet’ten farklı noktalarını tesbit etmiş, bunları Sünnî esaslara göre cevaplandırmış, red ve cerhetmiştir. Tuhfetü’l-isnâ-aşeriyye ismini verdiği eseri müellif Farsça olarak yazmış, Gulâm Muhammed el-Eslemî de bunu hicrî 1127 tarihinde Arapça’ya terceme etmiştir. Meşhur müfessir Âlûsî’nin torunu mufaassal bulduğu için hicrî 1301 yılında kısaltmış ve özet (muhtasar) Muhibbuddin el-Hatîb tarafından gerekli notlar eklenerek neşre hazırlanmış, Kahire’de 1373’te tabedilmiştir.93 Bu kitabın 47-52 sayfaları Fıkıh Usulü, 208-237 sayfaları ise fıkhın fürû’ kısmına ait farkları açıklamaya tahsis edilmiştir. İşte biz de bu yazımızda o sayfaları özetleyerek vermeye çalışacağız. II. FÜRÛ: Fıkıh taharet (dinî temizlik) bahsinden feraize kadar binlerce mesele ve hükmü ihtiva etmektedir. Bu meseleler içinde Şî’a ile farklı olduğmuz kısım da büyük bir yekün tutmaktadır. Belli başlılarını maddeler halinde sıralıyoruz: 3. İcmâ’: İcmâ’ mutlak olarak muteber bir hüküm kaynağı değildir. Bizzat icmaın bir değeri yoktur. Çünkü ilk nesil (sahâbe), Ebu Bekir ve Ömer’in hilâfeti, mut’a nikâhının haramlığı, Kitabın tahrifi, Hz. Peygamber’in (sav) mirasını varislerine vermemek ve Fedek arazisini Hz. Fatıma’dan gasp konularında ittifak etmişlerdir. Bu ittifaklar bâtıl olduğuna göre icmâ’ da batıldır. İcmâ’ ancak zımnında (içinde) ma’sum imamın görüşü de bulunduğu zaman kıymet ifade eder.
2. Haber: Sahih, hasen, muvassak ve zayıf olmak üzere dört nevidir. Sahih: Adalet sahibi olan imâmî (imamiyye mezhebine bağlı) vasıtasıyla ma’sum imama ulaşan haberdir. 1. Tahâret: a. Abdest bozduktan sonra taharet alırken kullanılan ve içine pislik karışan su temizdir. Ehl-i Sünnete göre bu su pistir. b. Şarap ve alkollü içkiler temizdir. Sünnet ehline göre bunlar pis sayılır. c. Abdest alırken yüzün tamamını yıkamak farz değildir. Yüzün baş ve orta parmaklar arasında kalan kısım enindeki yerini yukarıdan aşağıya yıkamak kâfidir. Sünnet ehline göre yüzün tamamı yıkanır. d. Cenabetlikten çıkmak için yapılan gusülde önce abdest almak haramdır. Sünnîlere göre bu abdest sünnettir. e. Teyemmümde elleri bir kere yere dokundurmak kâfidir. Ayrıca alın da meshedilir. Sünnet ehline göre eller iki defa yere sürülecektir. f. Takke, çorap, kemer, sarık gibi giysilere bulaşan her nevi pislik ile namaz kılınabilir. Sünnet:96 Bunlar da elbise gibi olduğundan şer’an pis olan şeylerle kirlenince namaza mâni olurlar. g. Kuru pislik bulunan yerde na4. Akıl: Akıl ve ona dayanan kıyas mûteber değildir. Ancak ma’sum imamın irşadı içinde akıla dayanılır. Yani imanın kavli rehberdir, akıl ona tâbîdir. İşte Şî’a fıkhının Ehl-i Sünnet fıkhına uymayan hükümlerinin kaynağı yukarıda özetlediğimiz usûl ihtilâfıdır. Şiâ’da her delil dönüp dolaşıp masum imama varmakta, ancak onun tasdiki ile muteberlik kazanmaktadır. Masum (günah ve hatadan korunmuş) imam ise başta Hz. Ali olmak üzere 12 imamdır 12. imamın kaybolması üzerine büyük Şî’a âlimleri (fakih, müctehid, merci’, âyetullah) onu temsil etmişlerdir.*
Hasen: Âdil olmamakla beraber iyi hal sahibi bir imâmî vasıtasıyla ma’sum imama ulaşan (yani ondan gelen) haberdir. Muvassak: Râvisinin akidesi bozuk olmakla beraber haberi tevsîk edilmiş olandır. Zayıf: Râvisi mecruh (bozuk) olan haberdir. Sahih haber ile amel gereklidir. Ancak râvinin Şiî olması şarttır. maz kılınır. Eline koluna pislik bulaşan kimse bunlar kuruyunca üflemek, silkelemek suretiyle temiz olur, namazını kılar. Sünnet: Pislik olan yerde namaz kılınmaz. Yıkamadan bedendeki pislik temizlenmez. 2. Namaz: a. Kişi namaz kılarken meselâ: Hamuru hayvanın ulaşamayacağı bir yere kaldırmak üzere on zirâ (arşın) kadar yürüyebilir. Sünnet: Bu bir çok ameldir, namazı bozar. b. Namazın başında “Sübhaneke” okurken “ve teâlâ ceddüke” diyenin namazı bozulur. Keza bazı sûreler namazda okunmaz. Sünnet: Bu kısmı okumak namazı bozmaz. Namazda her sûre okunabilir. c. Bazıları namazda yeme ve içmeyi caiz görmüşlerdir. Sünnet: Yemek içmek caiz değildir. d. Bir kimse kadını çıplak olarak kucaklasa veya eliyle zekerini oynasa ve ucundan su gelse (mezi), namazına mani değildir. Sünnet: Bu durumda abdest bozulur. e. Öğle-ikindi, akşam-yatsı, namazlarını -mazeretsiz olarak- birleştirip kılmak caizdir. Mehdî’yi beklemek için dört namaz da birleştirilebilir. Sünnet: Yolculuk vb. mazeretler olmadan namazları birleştirerek kılmak (cem’u’s-salât) caiz değildir.97 f. Ticaret maksadıyla yapılan yolculukta kasr-ı salât (dört rek’atlı farzları iki rek’a kılmak) caiz değildir. Ancak Kâ’beye, Ravza’ya, Kûfe’ye ve Kerbelâ’ya (bazılarına göre imamların kabirlerine) varmak için yapılan yolculuklarda kısaltma yapılabilir. Devam edecek
otuz
Safer 1438
“Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul” diyeli 66 yıl olmuş Recep Garip
Vefatının 66. Yılında Türk şiirine verdiği eserlerle hatırladığımız Orhan Veli, Sebilürreşad tarihi içinde ayrı bir anlam taşıyor. Ezan’ın aslına uygun okunmasını “irtica’ya zemin hazırladığını” iddia ettiği için çok eleştirdik. Ezan fikrine hiç katılmadık, Necip Fazıl’dan etikelenen şiirleriyle tanıyoruz, biz onu şair yanıyla hatırlamak istiyoruz. Orhan Veli Kanık,13 Nisan 1914 – 14 Kasım 1950 tarihlerinde 36 yıl yaşamış ve garip bir ömür sürerek “Bir Garip Orhan Veli” oluşturmuştur. Bu uğraşı ne kadarı bilinçlidir, ne kadarı değildir “Garip” akımıyla onu belirlemeye çalışmış bir şairdir. Bu yolculuğa yalnız çıkmamış yol arkadaşları Oktay Rıfat ile Melih Cevdet Anday’dır. Her üçü de şiirle uğraşmaktadır. Doğal olarak birlikteki yolculuk “Garip”in de kurucularını da belirlemiş olmaktadır. Asıl itibariyle “Garip”in kurucusu, bildiriyi hazırlayan Orhan Veli’dir. En belirgin özellikleri ölçüsüzlüktü. Şiirde ölçüsüzlük, hayata da ölçüsüz bakmayı getirir miydi? Doğal olarak ölçüsüzlükte bir ölçü algısını haber vermektedir. Uyaklı söyleyişler, sanatsal benzeşimlere karşıydılar. Yalın ve doğal olanı arıyorlardı. Halkın diliyle, çarşı pazarın diliyle, hiçbir sanat kaygısı olmadan doğal seyirle mısralar arayıp herkesin anladığı bir dili tercih ediyorlardı. Şiir onlar için bu kadar kolaydı. Geleneksel algı, anlayış, tavır ve üslup yerini doğallığa, yapmacıksız bir konuşma üslubuna taşıyordu. Bu nedenle her halin, tavrın, tarzın şiir olabileceğini ve konu seçmenin de anlamsızlığını söylüyorlardı. Sokağın dili, çarşı pazarın dili şiire giriyordu “Garip” akımıyla. Çocukluğu İstanbul’un Cihangir ve Beykoz semtlerinde geçiyor. Galatasaray Lisesinde yatılı, babasının Cumhurbaşkanlığı bandosunda ki şefliğiyle Ankara Erkek Lisesindeyken henüz 16 yaşında Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le tanışıyor. Bu üçlü “Sesimiz” dergisini lisede hazırlıyor ve yazı hayatları, şiirle temasları başlamış oluyor. 1933 yılı sonrası İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümünde başlasa da 1935 yılında okulu üçüncü sınıfta bırakarak 1936 da yeniden Ankara’ya dönüyor ve askere gidene kadar PTT Genel Müdürlüğünde memurluk yapıyor. İlk şiiri 1936 Aralık sayısında Varlık Dergisi’nde Mehmet Ali Sel imzasıyla yayınlanıyor. 1941 yılına gelindiğinde lise arkadaşları olan Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’le “Garip” adlı şiir kitabını çıkararak “Garip Şiir Akımı”nın öncüleri olmuş oluyorlar. Halk dilindeki yergilerden, gülmece ve gırgırlardan faydalanarak sıradan hayatların şiirini yazmayı denediler ve iddialarını buraya oturttular. Aslında üçünün şiiri de birbirine benziyordu ve edebiyat çevresi şiirlerini garip buldukları için onlar da “Garip” ismiyle bildirilerini pekiştirecek bildiriyle şiirlerini yayınladılar. Hem iddialarına bir metin oluşturdular, hem de şiirlerinden örneklerle şiir böyle yazılır demek istediler. Yazımda hayatı üzerine uzun uzadıya anlatımda bulunacak değilim. Gerektiği kadarını değerlendirmek istiyorum. Edebiyat çevirilerine de aslında Ankara’dayken Milli Eğitim Bakanlığı tercüme bürosunda çalışmasının katkısını unutmamakta yarar vardır.
O dönemde Azra Erhat, Oktay Rıfat ve Erol Güney ile çeviriler de yaptı. 1947 yılında bu görevinden de ayrıldı. Hayatının bir bölümü haline gelen çevirilere La Fontaine’nin masallarını Türkçeye çevirirken bir taraftan da Nasrettin Hoca’nın anlatılan öykülerini şiire dönüştürdü. Moliere’den Rimbaud’ya ve Musset’ye uzanan çevirilerini de önemsemekte fayda vardır. Aslında şiirle teması Orhan Velinin ilkokul sıralarında başlamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar gibi öğretmenlerinin ilgisi ve varlığı onu daha da gayretlendirmiştir. İlk öyküsü, eski yazıyla yayımlanan “Çocuk Dünyası”nda yayınlanmıştır. Hayat insanların alanlarını belirlemede farklı yollar izlemektedir. Her birimiz için de geçerlidir bu durum. Dolaylı ve dolaysız biri birimizle irtibatlı olduğumuz gerçeği alanlarımızın seçimin de de yönlendirilmelerimizle de bunu yaşarken görmekteyiz. Birileri her birimize yol göstermektedir. İşte Orhan Veli’nin düzyazıdan şiire dönmesinde, kendisinden iki sınıf önde olan Hıfzı Oğuz Bekata’nın Etkili olduğunu kardeşi Adnan veli’den öğreniyoruz. Hatta ilk şiirinin “Varlık” ta yayınlanmasında bile Nahit Sırrı Örik’in teşviki önemsenmelidir. Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte Cumhuriyet dönemi edebiyatı başlamıştır. Her dönem kendini bulunduğu şartlarla şekillendirmiştir. Tanzimat edebiyatında ki divan, aruz ve tekke edebiyatı yerini yeni bir anlayışa doğru bırakmaya zorlanmıştır. Şartlar yeni tarzların denenmesini gerektirmiştir. Bu durum, aslında daha sonraları görülecektir ki zorlayarak hiçbir akım, hiçbir şiir devrini, dönemini kapatarak yeni bir döneme geçiş yapmıyor. Doğuşlar, kendi zamanlarını kendi tavırlarını zaman içerisinde belirliyor ve gerçekleştiriyor. “Hece şiiri”, Cumhuriyetin ön gördüğü şiir olmasına rağmen “Garipçiler akımıyla” tekâmülleşemediği söylenebilir. Bunu böyle söylesek bile “hece şiiri” kendisini asla unutturmuş da değildir. Demek oluyor ki insanların algıları, kabulleri zamana bağlıdır. Anların, mekânların, ortamların, beraberliklerin etkilerinin büyüklüğü önemlidir. 1 Ocak 1949 yılı itibariyle on beş günde bir çıkan “Yaprak” dergisi, 28 sayı yayınlanabil-
miştir. Türk yazınının önemlilerinden olan, Ankara’da yayınlanan “Yaprak”, bütün dergilerin aynı kaderi paylaşması gibi parasızlık yüzünden kapanmış ve İstanbul yolu gözükmüştür Orhan Veli’ye. Ankara, İstanbul arası gidiş gelişleri eksik olmamıştır. 1950 yılında, Nazım Hikmet’in serbest bırakılması için aynı üçlü, üç günlük açlık grevi yapmış, geniş bir yankıya sebep olmuşlardır. 10 Kasım, gece Ankara’da sokakta Belediye’nin açtırdığı bir çukura düşmüş, başından yaralanmıştır. İki gün sonra da İstanbul’a gitmiş, bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçirmiş, hastaneye kaldırılmıştır. Gün 14 Kasım, alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi edilmiş, ancak sonradan beyin kanaması geçirdiği anlaşılmıştır. Aynı gün akşama doğru komaya giren Orhan Veli, geceleyin saat 23.20’de hayata gözlerini yummuştur. 36 yaşında, en verimli çağında ölen Orhan Veli, özgeçmişini, şiiriyle şöyle özetler: “1914’te doğdum. 1 yaşında kurbağadan korktum. 9 yaşında okumaya, 10 yaşında yazmaya merak sardım. 13’te Oktay Rıfat’ı 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. 17 yaşında bara gittim. 18’de rakıya başladım. 19’dan sonra avarelik devrim başlar. 20 yaşından sonra da para kazanmasını ve sefalet çekmesini öğrendim. 25’te başımdan bir otomobil kazası geçti. Çok âşık oldum. Hiç evlenmedim, şimdi askerim” Kalabalık bir cenaze töreninin ardından “Garip Şiir Akımı”nın (Birinci Yeninin) kurucusu Orhan Veli Kanık, Rumelihisarı kabristanında toprağa verilmiştir. “İstanbul’u Dinliyorum Gözlerim Kapalı” şiiri en meşhur olanlarındandır.
otuzbir
Kasım 2016
Bir şairle şiiri bu kadar yan yana durabilir. İlk kitabı olan “Garip” 1941 yılında yayınlandı. 1945 yılında “Vazgeçemediğim”, “Yenisi” 1947, “Karşı” 1949 yılında yayınlandı. 1951 yılındaysa ölümünden sonra “Bütün Şiirleri” tek kitap halinde yayınlanmıştır. Orhan Veli kanık’ın ilk şiirlerinde Necip Fazıl Kısakürek’in etkilerinin olduğu bilinir. Varlık dergisinin 154. Sayısında, 1 Aralık 1939 yılında “Garip şiir akımı bildirisi” yayınlanmıştır. Orhan Veli, aslında oldukça yalın ve yapmacıksız birisidir. Kullandığı dil, kolay ama edebidir. Düşünülmüş, birikimli ve yerli yerinde olduğu kadar ustaca ve bilgecedir. Diline (yazıları ve şiirlerine) yerleştirdiği muziplik, aslında zekâsının güçlülüğünü ortaya koyarken bir bakıma şöyle söyler; “Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; kimimiz nutuk söyledik. Öyle bir zamanda gel ki vazgeçmek mümkün olmasın. Şimdi seninle yaşanan günleri ateşe veriyorum, Beni güzel hatırla gidiyorum. Boş konuşan insan, çana benzer, içi boş olduğu için çok ses çıkartır. Eski bir sevdadan kurtulmuşum artık bütün kadınlar güzel.. Gün olur, alır başımı giderim, denizden yeni çıkmış ağların kokusunda şu ada senin, bu ada benim, yelkovan kuşlarının peşi sıra. Dünyalar vardır, düşünemezsiniz; çiçekler gürültüyle açar; gürültüyle çıkar duman topraktan. Hele martılar, hele martılar, her bir tüylerinde ayrı telaş! Gün olur, başıma kadar mavi; gün olur, başıma kadar güneş; gün olur, deli gibi…” İşim gücüm budur benim, gökyüzünü boyarım her sabah, Hepiniz uykudayken. Uyanır bakarsınız ki mavi. Deniz yırtılır kimi zaman. Bilmezsiniz kim diker. Ben dikerim.” Kurduğu düşün temeli, “geçmiş edebiyatların öğrettiği her şeyi, bütün geleneği atmak” oldu. Hece ve aruz vezinlerini kullanmayı reddetti. Kafiyeyi ilkel; mecaz, teşbih, mübalağa gibi edebi sanatları gereksiz gördü. Garip şiir akımı, Türk şiirine bir rüzgâr gibi girmiş ve öylece çıkıp gitmiştir. İlk başlarda bu söylemler biraz etkili olsa da bir süre sonra etkisini giderek kaybetmiştir. Orhan Veli’nin sağlığında Birinci Yeni şiiri giderek terk edilmeye başlanmıştır. Garip şiirinin (Birinci Yeni), en büyük kazancı Türk şiirine İkinci Yeninin kapılarını açtığı söylenebilir. Bu etki küçümsenmeyecek düzeydedir. İkinci Yeninin Birinci Yeniden (garip)ten farkı; Değişik imge (hayal), çağrışım
ve soyutlamalarla yeni bir şiir söyleyen akımdır. Garipçilerle (Birinci Yeniyle) tek ortak ölçü, kafiyeyi önemsiz görmeleridir. Bilinçaltındaki gizli dünyayı öne çıkarma peşine düştüler. Soyutta daha da belirginleştiler. Şiirin üslubunda şiirselliği önemsediler. Yazıdan ve konuşma dilinden şiiri ayırdılar. Daha özgün bir hava oluşturdular. Tesadüfün kelimeleri şiirde yar aldı. Şiir şiirdir ve asla öykü anlatımı şiire uygun değildir görüşü öne çıktı. Duygu, his ve hayal şiirin vazgeçilmezi ve şiiri doğuran ana kaynaktır. Salt şiir yazılmalı şiirin sırtından başka şeyler düşünülmemelidir. Ahlak gibi, din gibi, toplumsal değerler gibi. Şiirin ölçüsü üzerinde durmak yerine musiki ve resmi önemsediler. Şiirin vazgeçilmezi olarak düşündüler. Sürrealizmden faydalanmayı ihmal etmediler. İkinci Yeni daha çok toplumun bütününe şiir yazarken daha edebi, daha elit bir şiir oluşturdular. İkinci Yeni ismini ilk kez Muzaffer Erdost 1950 yılında “Pazar Postası”nda kullandı. Edip Cansever, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Sezai Karakoç, Ülkü Tamer, Turgut Uyar, İlhan Berk İkinci Yenici olarak anıldılar. Bu güne Türk şiirini onlar şekillendirdiler. Burada Sezai Karakoç ilk başta ekibin içinde anılsa da yazdıklarıyla daha çok İslamcı Şiir Akımı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Türk Şiirinin önemli isimlerinden birisi olan Sezai Karakoç Garip şiir akımının” üçlüsü hakkında şöyle söyler; “Orhan Veli, Oktay Rıfat ve Melih Cevdet’in şiiri, dar ve özel anlamda gerçekçi bir şiir. Yaşamak için gerekli, ekmeği kazanacak cinsinden bir yaşamayı, toplumdaki yanından ve düz olarak anlatıyorlardı. Şiir, fevkaladenin değil aleladenin anlatışıydı. Şairanelik alay konusu olmuştu. Kelime şiirde ve düz yazıda farklı kullanışta değildi. Savaş gibi bir şoktu bu şiir… Türk şiirinin üstüne bir Roma kartalı gibi hegemonya kanatlarını germişti.” Turgut Uyar ise; “Bizim kuşak Orhan Veli’nin Garip’iyle şiirin farkına vardı.” Cemal Süreya ise; “ Orhan Veli’nin kavgası edebiyatımızın en büyük kavgasıdır, buna inanıyorum. Bu kavganın yurdumuzdaki bütün şiir köklerini büyük büyük ırgalayan bir işlevi oldu. Irmağın yatağını daha doğal bir vadiye indirdi.” Garip’in ikinci baskısından Oktay Rıfat’ın ve Melih Cevdet’in bölümleri çıkarıldı. Oktay Rıfat’la, Melih Cevdet’in İkinci Yeni çizgisine meyilleri ve o alanda şiirler yazmaya başladıkları da görülmüştür. Bölümlerin çıkarılma nedeni aslında budur.
Safahat Dersleri - 3 Safahat’ın muhtevası (1.kitap) Mustafa Özçelik Akif’in yedi ayrı kitaptan oluşan şiir külliyatının ilki, sonradan tek cilde dönüşecek olan kitabın adını yani Safahat adını taşır. Buna göre Safahat, 1. Kitabın adı iken sonradan külliyatın adına dönüşmüştür. İlk kitaplar önemlidir. Bir şairin şiir anlayışı zamanla değişse bile ilk kitap onun şiir yolculuğunun manası, muhtevası ve diğer özellikleri konusunda önemli ipuçları taşır. 1.Kitap Safahat da böyle bir özellik taşır. Şair Akif, daha yolun başında nasıl bir şiir anlayışına sahip olacağını bu kitabın önsözü niteliğindeki ilk şiirinde ortaya koyar. Dikkati çeken ilk özellik bu şiirlerin en temel özelliğinin “samimi söyleyişler” olduğunun belirtilmesidir. Şair, bunu söylerken kendisinin sanatkâr olmadığını ve sanat yapmayı da bilmediğini söyler ki bu sözler elbette bir tevazu ifadesi olarak görülmelidir. Değilse şairlik yeteneği ve gücü ortadadır. Onun böyle söylemesi ahlaki tutumuyla ilgilidir. Dikkat çekilen bir diğer husus ise “samimiyet” vasfına bağlı olarak bu kitaptaki şiirlerin “aczinin giryesi” olmasıdır. Bu acizlik aslında devrin meseleleri karşısında bir şeyler yapmak isteyip de henüz bunları yapamayan sorumlu bir şairin kendisini çaresiz hissetmesiyle ilgilidir. Çünkü yaşanılan dönem Osmanlı toplumunun en zor yıllarıdır. Bu yüzden Akif, bunlara kayıtsız kalamayarak şiir yoluyla bu olayların hikâyesini yazmıştır. “samimiyet”, “acizlik”, “gözyaşı” kavramları bize “merhametli” ve her türlü insan ve toplum meselelerine karşı duyarlı bir şair portresi çıkarır. Nitekim kitabın içeriğine bakıldığında öne çıkan şiirler, sokaktaki sosyal olaylardan daha doğrusu problemleri dile getirirler. Okulda olması gereken bir yaşta iken hamallık yapmak zorunda kalan bir çocuğun hikâye edildiği “Küfe”, çocuk yaşta vereme yakalanarak öğrenim hayatı
biten çocuğun dramının anlatıldığı “Hasta” şiiri bu tarz şiirlerin en tipik örnekleridir. Şair, bunlarla da yetinmez, kimsesiz ve yaşlı dahası hasta olan Seyfi Baba’nın hikâyesi, toplumsal tembelliğin mekânı olan “Meyhane” ve “Mahalle Kahvesi” de sosyal problemlerin anlatıldığı diğer şiirlerdir. Akif, bu kitabında sokaktaki sosyal olayları şiirleştirdiği gibi bazı şiirlerin hikâyesini de kendi hayatından almıştır. Kitabın önsözden sonraki ilk şiiri “Fatih Cami” bu gözle o k u n a b i l e - cek bir şiirdir. Bu şiir diğer yandan sonradan “camideki şair” olarak vasıflandırılacak olan Akif’in sonradan yazacağı ”Süleymaniye Kürsüsünde”, Fatih Kürsüsünde” şiirlerine de bir girizgâh gibidir. Akif, şiirlerinde sadece duygularına değil fikirlerine de yer veren bir şairdir. Zira problemleri tespit edip göstermek önemliyse de daha önemli olan onlara çözüm yolları önermektir. Dolayısıyla karşımızda sadece “Şair Akif” yoktur. “Mütefekkir Akif” vardır. İşte bu ilk kitapta onun bu yönünü de görürüz. Mesela “Köse İmam” şiiri bu tarz bir okumaya en elverişli şiirdir. Bu ilk kitapta metafizik, felsefi ve tasavvufi bir bakış açısının oluşturduğu şiirler de yer alır. Mesela “Tevhid yahud Feryad” şirine baktığımızda “dini vecd” halinde metafizik meselelere kafa yoran bir şair portresi de görürüz. Sözü toparlayacak olursak bu ilk kitap hisli bir yüreğin feryadları, ıstırap çeken bir ruhun acılarını cemiyet hayatındaki problemlerden hareketle anlatan bir eser özelliği taşır. Şairi ise ferdi duygularını bir yana bırakarak “cemiyetçi-toplumcu” bir şair olarak karşımıza çıkar. Burada eseri tanıtıcı şu özelliklere de temas edelim. Bu kitabın ilk baskısı Meşrutiyetin ilanından üç yıl sonra 1911’de yapılmıştır. İçerisinde 3084 mısradan oluşan 44 şiir bulunmaktadır.
otuziki
Safer 1438
Tefrikanın ilacı; Tevhid...- 2 Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ NEÜ. İlahiyat Fakültesi Dekanı
Sosyal tevhidden kopmanın bir diğer sebebi de grupların başlarındaki liderleri, hatasız ve masum görme hastalığıdır. Burada ayrı bir öndere tabi olmak kınanmamaktadır. Kınanma, herbir önderin bir ada konumunda olan kendi topluluğunu diğer adalar arası geçişleri sağlayıcı ara köprüler kurmamasından dolayıdır. Sosyal ilişkiler bağlamında adalar arası köprülerin ortadan kaldırıldığı bir vasat, ümmetin birliğine değil, ayrılığına hizmet eder. Peşinen irade ve arzularını İslam milletinin birliğine, beraber¬liğine değil de şahsi kaprislerine tabi kılarak tefrika yönüne çevirenler hakkında Yüce Allah: “Kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık”(Maide 5/14) buyurmak suretiyle insa¬nın seçimini bozgunculuk yönünde her zaman kullanabileceğine dikkatlerimizi çekmiş, böylesi bir tavrın yeryüzünde düzeltici bir mü’min tavrı olmadığına işaret etmiştir. Öte yandan erdemli mü’minlerden beklenen davranış, ellerin, toplumun birlik ve beraberliğini boz¬maya değil, birleştirmeye uzatılmasıdır. Bedenlerin birliğinden önce, gönüllerin birliği gelir. Gönüller toplu vurmadıkça, bedenlerin birliği anlamsızdır. Gönüllerin birliğinin öncülü: “Rabbimiz, kalbi¬mizde iman edenlere karşı kin bırakma” (Haşr 59/10) şeklindeki fiili duaya sarılmaktır. Ancak bu şekilde tefrika de¬nilen ve toplumun sosyal dokusunu param parça eden nifak hastalığının üstesinden gelebiliriz. Bundan dolayı, İslam’ın bağlıları mütemadiyen hidayete uymaya, iyilik ve takvada yardımlaşmaya, ayrılığa düşmemeye ve varolmak için birlikte hareket gücünü korumaya davet edilir. Bu bağlamda İslam bütün dini akımların üzerinde kuşatıcı bir şemsiye gibidir. Herkes bu şemsiyenin altında toplanma hakkına ve sorumluluğuna sahiptir. İslamî vahdetin olmazsa olmaz ilkelerinden birisi “ehl-i kıble” oluşdur. Aynı inanç esaslarına bağlı ve namazda Kabe-i Muazzama’yı istikbâli kıble edinenlere ehl-i kıble denilir. İnancımıza göre ehl-i
kıble, tekfir edilemez. Esasen Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır.” (Nisa 4/94) buyrulur. Ayrıca dinde dışlamacılıktan sakınmak hususunda Hz. Peygamber’den gelen ağır uyarılar da sözkonusudur. O uyarılardan birisi şöyledir: “Kim bir insanı/ müslümanı kâfir diye çağırırsa yahut öyle olmadığı halde, “ey Allah düşmanı” derse, söylediği söz kendisine döner.” (Buhârî “Ferâiz” 29; Müslim “İmân” 27). Dolayısıyla, İslam’a mensubiyetin temel ilkesi sayılan şahadeti ikrar eden bir kimseyi dışlamak, bir mü’mine yakışmaz. Kişilerin kalbine ancak Allah muttali olur. Bu sebeple Müslümanlar kendilerini bir yargıç gibi değil, davetçi gibi görmelidirler. Maalesef günümüzde bazı Müslümanlar, ağyara tanıdıkları hoşgörü ahlakını, birbirlerinden esirgemektedirler. Yaşadığımız dünyada kimi Müslümanların sosyal tevhidi gerçekleştirmelerinin önünde en büyük engeller arasında zihin tekelciliği gelmektedir. Hâlbuki Kur’an cadde¬sinde olmak şartıyla; yürüyüşü, metodu ve anlayışı ne olursa olsun, bütün mü’minler birbiri¬nin kardeşidir. Müslümanlar, dinde zaruri olan noktalarda ittifak edip aralarında fer’i mes’eleleri anlaşmazlık sebebi yapmamalıdırlar. Dolayısıyla aynı caddede her mü’min yürüme hakkına sahiptir. Çağımızın bir âliminin ifadesiyle, bizim yolumuz ve metodumuz en doğru demek, diğerlerine o yolu kapatmak anlamına gelir. İşin doğrusu, bir Müslüman bizim metodumuz haktır diyebilir, hak olan sadece bizim metodumuzdur diyemez. Aksi bir tavır sosyal tevhidi zedeler. Bu sebeple, Müslümanların birbirlerine daima iletişim kanallarını açık tutmaları
bir zorunluluktur. “Müslümanların Allah’a en yakın olanları selamı önce verenlerdir” (Ebu Davut, Sünen, “Sünnet” 198) rivayeti bize bunu açıklar. Selâm, ötekine nasılsın demenin, yüreğini açmanın ve açık olmanın bir delilidir. Sosyal tevhitten kopmanın bir diğer sebebi de grupların başlarındaki liderleri, hatasız ve masum görme hastalığıdır. Böyle bir inanç beraberinde itikadi bir sapmayı getirir. Peygamberlerin dışında her hangi bir kimse hakkında ismet iddiasında bulunmak, peygamberliğini iddia eden yalancının durumuna düşmek gibidir. Aslında hiç kimse doğrudan kendisi hakkında ismet nitelemesi yapamaz, ancak ona aşırı derecede sevgi besleyenler bunu yapar. Çünkü aşırı sevgi gözü kör eder. Böyle bir kimse de çok sevdiği kimsenin eksik ve kusurlarını göremez. Aşırı nefret de gözü kör eder. Kişi, sevmediği kimsenin hep olumsuz taraflarını görür. Bunun ikisi de yanlıştır. Ortasını bulmak, hakkaniyet ve istikametten ayrılmamak gerekir. Sosyal tevhidin önünde en büyük engeller arasında taassup bir başka hastalık türüdür. Tefekkür, tezekkür ve tahkike dayalı bir iman ve İslam anlayışına sahip olmamak taassubu derinleştirir, Müslümanların birbirlerine yüreklerini kapatmalarına hizmet eder. Bu engeli ancak, eleştirel akıl anlayışıyla aşabiliriz. Müslümanların bilgi düzeyleri yükseltilmedikçe birlik çevresinde tartışılan sorunlarımız var olmaya devam edecektir. O halde gelin, miladi 12. yüzyılda “itikatta orta yol” diyen İmam-ı Gazali’nin çağrısını, yeni bir üslupla yeniden seslendirelim. Tekfir ve tefrika, sosyal tevhidin iki düşmanıdır. İslam âlemini “tekfir ateşi ve tefrika hastalığı” sarmadan ıslah etme yolunda ciddi adımlar atalım. Bu konuda ön şartımız, “ben müslümanım diyen bir kimseye, sen mü’min değilsin” deme hakkımızın olmadığını bilmemizdir.
Unutulan kardeşlik hukukumuz İslâm dininde kardeşlik, bütünüyle akide temeline dayanmaktadır. Allah (c.c), Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah’tan korkup sakının; umulur ki esirgenirsiniz.” (Hucurat, 49/10). Âyet-i kerimeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla biraraya gelenler kardeş olarak kabul edilmektedirler. Buna göre yeryüzünün neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyor olurlarsa olsunlar, hangi kavme mensup olurlarsa olsunlar veya hangi renge sahip olurlarsa olsunlar, bütün müminler kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin kardeşleridirler, yani birbirlerinin sadik dostlarıdırlar. Bu kardeşler kendi aralarında apayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi akidelerine saldıran veya imana karşı küfrü tercih eden kimselere -kendilerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar- asla sevgi beslemezler; bu anlamda sadece akide kardeşliğini esas tutarlar; Rabblerinin şu mealdeki uyarılarını asla unutmazlar: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluk bulamazsın ki onlar Allah’a ve Rasûlüne karşı başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar ister, babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir.” (Mücadele, 58/22); “Ey iman edenler, eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa, babalarınıza ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte zulme sapanlar bunlardır.” (Tevbe, 9/23) Kuşkusuz mümin gönülleri en sağlam ve köklü bir biçimde bağlayan bağ, iman ve takva esasından kaynaklanan kardeşlik bağıdır. Bu, Cenab-ı Allah’ın müminlere bahşettiği en güzel nimetlerden biridir. Âyet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmektedir: “Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın. Dağılıp ayrılmayın ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Yine siz tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size âyetlerini işte böyle açıklar.” (Âl-i İmrân, 3/103). Yüce Rabbimiz bizlere, cahiliyye döneminde birbirlerine düşmanlıklarıyla ün salmış Evs ve Hazreç kabilesine mensup fertleri iman bağıyla nasıl kardeşler haline getirdiğini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatma, insanlığa kumanda edecek insanların mutlaka akide bağını esas alan, yani hep birlikte Allah’ın ipine içtenlikle sarıları insanlar olmaları gerektiğini zımnen öne çıkartmaktadır. Dahası ve en önemlisi, insanlığa kumanda edecek müminlerin başarısını, Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp kardeşlik bağını kuvvetlendirmek şartına bağlamaktadır. İslam’da kardeşlik akide temeline oturtulduğu içindir ki, müminlerin arasını bozacak her türlü sunî ayrımlar ve böbürlenmeler de haram kabul edilmiştir. Irk, soy, cins vs. türünden cahilî değerler yerine takva kriteri getirilmek suretiyle toplumsal kardeşliğin ve ahengin bozulmaması sağlanmıştır. Bu konudaki âyet-i kerime her türlü tartışmayı sona erdirici niteliktedir:
otuzüç
Kasım 2016
Alimin ölümü, Alemin Ölümü gibidir... Hüseyin Türkmen
Örnek hayatıyla, İslami hassasiyetiyle bilinen Hacı Ahmet İslamoğlu’nu geçtiğimiz ay kaybettik. İlim yolunda büyük emek veren İslamoğlu Hoca’nın biyografisi pek bilinmiyor. Vefatından sonra ortaya çıkan vasiyetnamesi ise örnek bir Müslümana yakışır mahiyette...
Örnek vasiyet örnek Müslüman بسم هلل الرحمن الرحيم والصلوة والسالم على رسولنا ونبينا، الحمد هلل الذي خلق الموت والحيوة فقدره تقديرً ا وعلى آله،وشفيع ذنوبنا محمد صلى هللا تعالى عليه وسلم جعله هللا سراجا وقمرً ا منيرً ا وأصحابه خير الخلق فى الهداية والرشادة والتقوى...
Her can ölümü tadacaktır, O’ndan geldik ve muhakkak dönüşümüzde O’na dır. Bütün işlerin sonucu ALLAH’a döner. Dünya ve ahiret inancımızın temellerini bu anlamdaki ayetler ve hadisi şerifler oluşturmaktadır. Her canlı doğar yaşar ve ölür bu istisnasız bir sünnetullah tecellisidir. Ölüm insanlığa ve bilhassa ümmeti Muhammed’e kıyamete kadar inzar edici bir vaizdir . 1936 yılında Kayseri ili Develi ilçesinde dünyaya gelen ve 80 yıllık bir ömürden sonra ecel şerbetini içen Hacı Ahmet İslamoğlu Hocaefendi binlerce talebesi ve sevenlerinin omuzun da Develi’de defnedildi. Hacı Ahmet İslamoğlu hoca efendinin ailesi Irak’tan Anadolu ya göç eden ve seyitlik beratı bulunan bir aile. Kara Sefiri ailesi olarak bilinen aile alim ve fadıl kişileri yetiştiren bir ocak gibi. Nitekim ilkokul dördüncü sınıfa kadar Develi Dumlupınar İlkokulu’na giden Hacı Ahmet İslamoğlu hoca beşinci sınıfa İstiklal İlkokulu’nda devam etmiş ancak kazara bir çakı ile okulda eli kesilince sınıf öğretmeninin “ben bu sınıfta ahengi bozan bir talebe istemiyorum” sözlerine “bir daha bu ahengi bozan talebeniz sınıfa gelmeyecektir hocam” diye karşılık verir ve ilk öğrenimini tamamlamadan okuldan ayrılır. Daha sonra büyük dedesi Osman Çavuş’tan Kur’an-ı Kerim eğitimini alır. İlerleyen yıllarda İbrahim Turalı ve Hacı Eyüp Cebeci hocalardan Arapça dersleri alır. Develi Müftüsü’nden emsile bina maksut dersleri talim eden Ahmet İslamoğlu hoca bir süre terzi yanında çıraklıkta yapar. Babası Ali Efendi’den Kadiri tarikatının adap ve zikir dersini alan İslamoğlu hoca daha sonra Nakşibendi şehylerinden merhum Ramazanoğlu Mahmut Sami Efendi’nin Halifele-
rinden Yahyalılı Hacı Hasan Dinç Efendi’den Nakşibendi adabı ve evradını tahsil eder. İlk evliliğini Nevin hanımla yapan Hacı Ahmet İslamoğlu Hoca’nın bu evlilikten bir kızı oldu. Bu kız çocuğuna annesi Hanife hanımın ismini verdi.Ancak bu kız çocuğu daha altı aylıkken öldü. Eşi Nevin hanımda çok geçmeden hayatını kaybetti. Daha sonra Bahriye hanımla evlenen İslamoğlu hoca efendinin bu evlilikten Fatma ve Mustafa isimli evlatları dünyaya geldi. Bahriye hanımda genç yaşta hastalanıp vefat edince Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin tavsiyesi ile; Hacı Mehmet Turalı’nın kızı Fatma hanımla izdivaç eyledi. Askerliğini Van Erciş’de seyyar Jandarma olarak yapan Ahmet İslamoğlu hoca askerlik dönüşü dışarıdan imtihana girerek ilkokul diplomasını aldı. Develi Mehmet Akif Cami imam ve hatipliğine atandı. Bu camideki vaazlarında iman ahlak ve tasavvuf üzerine konuşmalar yaptı. “Sünnete uymayan amelde hayır yoktur” derdi.Ramazan aylarında sahur vaazları verirdi. Kayseri den çevre ilçe ve köylerden binlerce insan bu vaazlara katılırdı.Vaazlarında Risaleyi Nurlardan bölümlerde aktarırdı.Kandil gecelerinde vermiş olduğu vaazlarda cami dolup taşardı.Peygamber efendimizi andığında gözleri dolar gönlü çosar siması nurlanırdı.”Herkes ahret çeyizine dikkat etsin. Ahirete kirli bohçayla gitmeyiniz Amel bohcanız temiz olsun. Çok dikkat etmeli Allahu tealadan korkmalı ve sakınmalıyız.O gizliyide aşikarıda bilendir. Bize şahdamarımızdan daha yakın olandır .Allah cc dan daha doğru sözlü kim var.Allah bizlere akıl nimetini vermiştir.Bu akıl nimetini dünya ve ahret saadetimiz için doğru yolda kullanmalıyız. Nesillerimize sahip çıkmalıyız ölümü temenni etmemeliyiz.Hepimiz
وأشهد أن محم ًدا عبده ورسوله النبي. أشهد أن الإله إال هللا وحده ال شريك له:أما بعد صدق هللا. إنك ميت وإنهم ميتون. كل نفس ذائقة الموت. إنا هلل وإنا إليه راجعون.بعده العظيم. İşte Develili Ahmed İslamoğlu’nin Vasiyetnâmesi; VASİYETNÂMEM Sevgili, Muhterem Evlâd-ı İyâlim ve Yakınlarım! Evvelâ nefsime ve cümlenize Cenâb-ı Hak’dan ittikâyı tavsiye ederim. İnanç ve itikadım -الحمد هلل- Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancıdır. Bunca senelik irşâd hayatımda bu inancı yaşadım ve Allah için yaymaya çalıştım. Her kim hakkımda bundan gayrısını iddia ederse o, yalancı bir müfterîdir. Muhâkemeleşmemiz mahkeme-i kübra’ya aittir. İtikâden mezhebim Matûridî, amelen Hanefîdir. Meşreben Nakşîbendî ve Kâdirî tarîkına mensûbum. Dedelerimiz bir kaç asır evvel Arabistan’dan Türkiye’ye gelip yerleşmiştir. Şeceremizin Sâdât-ı Kirâm’a mülhak bulunduğu sabittir. Ancak şecerenin gaybûbeti ile bunun resmen ifşâ ve isbâtı mümkün olmamıştır. ()العلم عند هللا Ancak şurası unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hak katında kulun değeri soy sopla olmayıp ancak takva ve tâat iledir. “Ne sâl iledir, ne mal iledir, Beğim ululuk kemâl iledir.” Nakşibendî tarîkına intisabım fiilen ve resmen, H. Mahmud Hakkı Sâmi (Ramazanoğlu) Seyhanî Hazretlerine, miladî 1954 yılında, on yedi yaşındayken vukû bulmuştur. Seyr-i sülûk’u tekmil edememekle beraber gençliğimin baharında şeriata riayetim, tarikat ve üstazlarıma muhabbet ve
teslimiyetim nispetinde bu ulvî yoldan istifade ve istifâza eyledim. Envâr’a nâil oldum. Rûhânî hazz-ı saadete mazhar oldum. الحمد هلل Terzilik mesleğinde iken ilim yoluna intisabım ise, Üstazım Yahyalı’lı H. Hasan Efendi Hazretlerinin teşvik ve himmetleriyle oldu. 1948 senesinde on iki yaşındayken kendilerini gördüm ve candan âşık oldum. 1953 senesine kadar beş sene muhabbet ve hicranları ile yanıp kavruldum. 1953 senesi 1 Haziran Pazar ertesi günü ikindi namazını müteakip Develi’de ilk mülâkat ve sohbet-i seniyyeleri ile müşerref oldum. Daha ilk sohbette büyük bir teveccühâtı bâtınıyyeye mazhar oldum. Gönül ve gözlerimizi cilây-ı fuyûzatla parlattılar الحمد هلل. İmam Gazalî rahmetullahi aleyh hazretlerinin “El Munkizu Mine’d-Dalâl” isimli kitabında buyurdukları gibi: “Bir kimse ne kadar ilim ve malûmat sahibi olursa olsun sûfiyye hazerâtının ahlâk ve âdâbı ile mütehallık ve müeddeb olmaya muhtaçtır.” Ancak işin başı şeriattır. “Şeriattır cümle işlerin başı, Şeriatsız tarikat şeytan işi” Keza; Şeriatsız tarîk olmaz, Cahil sofu dinin bilmez, Belki camiye de gelmez, Bu kavimden kaçmak lazım.” buyurulduğu gibi Hak yolun ölçüsü şeriattır. Şeriatın hilafına olan hâl, ahvâl, aşk, şevk, keşif, kerametin hepsi bâtıldır. Sevgili ehl-i iyâl ve evlatlarım!
Devamı arka sahifede
otuzdört yolcuyuz o halde yolda çok ve boş konuşmak adaba aykırıdır. Kul hakkı konusunda da çok ama çok dikkatli olmalıyız”.Diye vaazlar verirdi. Çocukları çok seven ve merhamet eden Ahmet İslamoğlu hoca cebinde sürekli şeker taşır ve çocukları sevindirirdi. Çevresindeki fakir fukara ile ilgilenir halini arz edenlerin dışında ihtiyaçlarını dile getiremeyenleri araştırır ve sıkıntılarını gidermeye çalışırdı.İlmiyle amel etmenin sorumluluğunu çok hassas bir şekilde yaşayan hoca efendi bir yandan vaaz ve nasihatleriyle insanları şuurlandırırken. Diger taraftan caminin yanında kurmuş olduğu şahsi kütüphanesine klasik islami kaynak eserlerin yanında yeni yayınlanan kitapları da koyar bu kütüphaneden isteyen her taliblinin faydalanmasınıda sağlamıştır.Ahmet İslamoğlu hoca Develi ilçesinde imam hatip okulunun yapılmasınada öncülük etmiş maddi manevi katkılarla destek vermiştir.Talebelerini öz evlatları gibi seven hoca efendi hediyeleşmeyi ve ikramda bulunmayı da bizzatihi davranışlarıyla örnekleştirirdi .Celadetli bir o kadarda tevazuu sahibiydi ömrü emri bil mağruf ve nehi anil münker ameliyle geçti 1994 yılında emekli oldu Ancak sevenlerinin yoğun talepleri üzerine Pazar günleri ikindi namazından sonra camide sohbetlerine davam etti.Son vaktine kadar hem Nakşi hem kadiri evradıyla amildi.Çevresine hep erdemli olmayı tavsiye ederdi.İslamın sağlam ve aydınlık yolunda basiretle yürüyen biriydi.Ömrünün ahir vaktine kadar berrak ve güçlü bir hafızaya sahipti.” Pederin dediği değil kaderin dediği olur” sözünü sık sık tekrarlardı “saatlerinizi sağ kolunuza takınız” diye tavsiyede bulunurdu. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin.”Görelim mevlam neyler neylerse güzel eyler” şiirini vaazlarında zaman zaman dile getirirdi.Her gün iki cüz kuran okurdu. Şeker hastalığı sebebiyle dört buçuk aydır hastanede yatıyordu 11 ekim 2016 Salı günü ruhunu Rabbine teslim etti. Cenazesi Develi çarşı camiinde 12 ekim 2016 Çarşamba günü öğle namazına müteakip kılınan cenaze namazıyla binlerce seveninin omuzlarında tekbirler ve salavatlarla toprağa verildi. Cenaze namazını oğlu Mustafa İslamoğlu hoca efendi kıldırdı. Cemaatten her türlü hak için helallik istedi. “Kimin ne hakkı varsa buyursun istesin biz evlatları
Safer 1438
olarak buradayız” dedi .Cenazeye yurt içinden yurt dışından ve çevre il ve ilçelerden binlerce kişi katıldı. Cenazede Diyanet İşleri Başkan yardımcısı Hasan Kamil Yılmaz da kısa bir konuşma yaptı.Ölüm ve müminlerin sorumlulukları konusunu dile getiren Hasan Kamil Yılmaz “hepimiz yaşadığımız ve yaşanan hayatın şahitleriyiz” dedi. Daha sonra İlahiyatcı Prof.Mehmet Okuyan bir tezkiye konuşması yaptı. “İnşaallah Ahmet İslamoğlu hocamızı kitabını sağ eliyle alan ve cennet bekçilerine “buyurun, alın kitabımı okuyun.Ben bu güne inanmış ve iman etmiştim.Bugün için Salih amellerle hazırlanmıştım” diyecek. Cennette “selamün gavlen mirrabbirrahim” hitabına muhatap eylemesini niyaz ediyoruz dedi. Ahmet İslamoğlu hocanın oğlu Mustafa İslamoğlu babasının mümin ve muvahhid biri olduğuna şahadet edilmesini istedi. Cemaat “şahitlik ederiz” dedi. Daha sonra Bahaddin İslamoğlu babasının vasiyetini okudu. Hatıraları ve sohbetleri iki cilt kitapda toplanan Hacı Ahmet İslamoğlunun eski evini diyanet vakfına bağışladığını ve buraya kız kuran kursu ve yurdu yapılacağını açıkladı. Ayrıca 36 derslikli yeni imam hatip lisesine Ahmet İslamoğlu hocanın isminin verileceği de belirtildi. Hacı Ahmet İslamoğlu hoca efendinin cenazesinin oğlu Mustafa islamoğlu tarafından kıldırılması baba ile oğul arasında istismar konusu olan dedikoduların da güçlü bir tekzibi olarak kabul edildi. Bizde Sebilürreşad ailesi olarak merhum hacı Ahmet İslamoğlu hoacamıza rabbimizden sonsuz rahmet ve mağfiretler diliyor ailesine ve sevenlerine içten taziyelerimizi arz ediyoruz.
Rabbıma taalluk eden, namaz, oruç, hac, zekat, fıtra ve kurban gibi farz ve vacib olan kulluk vazifelerimde kusur ve sehvü nisyânımın dışında, borcumun olmadığına kat’i kanaatim hâkimdir, elhamdülillahi teâlâ. Ömür boyu devletten alınan maaşla vazifey-i imamette ve hitâbette bulundum. Zaruret olmadıkça haftalık ve senelik izinlerimi de kullanmamaya gayret gösterdim. Binaenaleyh vazifelerimde devlete ve millete ait hakların helalliği için infakta bulunulmasını umûr-ı ahiretim için vasiyette bulunuyorum. Vefat günlerimde de mümkin mertebe Allah için bol sadaka verilip ruh-i âcizâneme bağışlansın. Şu vasiyetnâmenin yazıldığı anda kimseye nakdî ve aynî bir borcumu hatırlamıyorum. Benim haklarım herkese helal olsun. Başkaları üzerinde unutulup kalmış nakdî ve maddî bir hak kalmış veya hasbel-beşer incitip rencîde ettiklerim varsa onlar da lütfedip bu abd-i fakîr, Ali oğlu Ahmed İslamoğlu’na umûmî haklarını helâl etsinler, bağışlasınlar, affetsinler. Cenâb-ı Hak katında mahkeme-i kübrâ’da zâyî olmaz, mükâfâta ve ecre mazhar olurlar İnşâallah. Kitaplarımın ağırlık tarafı Ara-
bca tefsir, hadis, fıkıh, ahlâk, tasavvuf, tarih, siyer ve emsâli mübarek klasik İslamî eserlerdir. Kırk yıllık bir mesaînin mahsûlüdür. Meâhız-ı İslâmiyyedir. Ehliyetli matlûbuna muhtaçtır. Kitablardan ve ibârâtından meânîy-i dakîkayı (ince manaları) çıkaracak kimseler olmazsa klasik Arabca kütüphanesi zayıf olan, ilmî tahkîkat ve tedkîkâta daima açık bulunan bir ilahiyat fakültesine -yalnız Arabca kitaplar vakf-ı sahîhlaulûm-ı şer’iyye-i münîreye hizmet için, Allah rızası için vakfım olur. İrtihalim Develi’de vaki olursa Fenese Yukarı Mahallesi Kabristanındaki aile mezarlığımızda, mümkünse boş bir mezara, değilse zevcem Bahriye merhûmenin kabrine, O da olmazsa Osman dedemin kabrine defnim yapılsın. Cenaze ve kabrim hizmetinde bulunanlar vaziyetlerine göre memnun edilsinler ve haklarını helal etsinler. Kabrim başında Kur’an okunsun diye kimse iz’ac edilmesin. Kabrimin başına mermer veya tek taş dikilsin. Kabrimin unutulmaması için ismim, soy ismim, tevellüd ve irtihal tarihlerim yazılsın. Kabrimin üzerine rahmet, rüzgâr ve yeşilliğe mani olan bir şeyler yapılmasın. Kabrimin üzeri toprak olarak açık kalsın. Çünkü hadis-i şerifte “yağan yağmur, esen rüzgâr, biten otlar, altındaki mevtânın mağfiretine vesiledir” buyurulur. Hulâsa; kabrim ulemâ-i kirâm hazerâtının şânına lâyık, bid’atten âri olsun. Sâde ve şer-i şerîfe uygun olsun. Cenab-ı Hak Celle Celâluhû Hazretleri kalbimizi ve kabrimizi pür nûr eylesin. Kabrin azab ve fitnesinden mahfûz buyursun. Cümlemize saadet-i dâreyn lütfeylesin. Âmin. 30 Şevval 1418 - 27 Şubat 1998 Cuma-Saat 23:11
otuzbeş
Kasım 2016
Sebîlürreşad, TBMM Gizli Celse tutanaklarında araştırdı - 2
LOZAN Lozan konferansı ile ilgili esas tartışmalar, 27 Şubat- 6 Mart 1923 tarihleri arasında gerçekleşen gizli celselerde yaşanmıştı... İşte Meclis’te o tarihte yaşanan gizli oturumun tutanakları üzerinden Lozan gerçeği... Hazırlayan: Ahmet Akgül/USTAD Başkanı
Necmettin Bey (Siirt) — Cevap olmadı. Reis Paşa Hazretleri cevap isterim. Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Kanaatimi tebdil etmedim, aynı kanaatteyim. Musul meselesi vilâyatı şarkiyemiz meselesidir. Vilâyatı Şarkiye meselesi Türkiye meselesidir. Vilâyatı Şarkiye tehlikeye düşerse Türkiye tehlikeye düşer. Sözlerimi bu kanaatte olarak söylüyorum. Necmettin Bey (Siirt) — Öyle ise Heyeti Vekile müttefik değildir. Dursun Bey (Çorum) — Lozan’dan müfarekatindcn evvel heyeti Murahhasamız bir mukabil proje verdiler. O projenin münderecatı nedir? O projeyi Hükümet direktif vererek mi vermiştir? Yoksa kendilerinden mi vermiştir? Bu Misakı Milli ile tearuz teşkil ediyor mu, etmiyor mu? Ve bu salahiyetleri dahilinde midir? Değil midir? Cemiyeti Akvamın Musul ile alâkası yoktur. Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Efendim maruzatıma başlarken onu ifade ettiğimi zannediyorum. izahat verirken tel’hisen demiştim ki, Heyeti Murahhasamız tasvibi âlinize iktiran eden Heyeti Vekile kararını talikten sonra böyle teşebbüsatı neticesinde inkita muhakkak olarak anlamış; fakat bu inkıtaı yaparken bizi daha sulhperver, daha ihtilafçı göstermek ve cihan efkârı umumiyesine tesir yapabilmek için hiç bir kaydı siyasiyi tazammun etmemek ve milletimizi hiç bir kayıt altına almamak şartiyle... (Ya kabul etseydiler sesleri) Rasih Efendi (Antalya) — Ya kabul etseydiler Mehmet Şükrü Bey (karahisarısahip) — Ya kabul etselerdi? Hüseyin Rauf Bey (Devamla)
— Ya kabul etmeselerdi?.. ki etmemişlerdir. Yusuf Ziya Bey (Bitlis) — Efendim Basri Beye cevap verirken bununla ne murat buyurdunuz? Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Musul meselesinin havalesi dolayısiyle söylemedim. Cemiyeti Akvam Misakı Millide bu kadar dediler: bendeniz hafızamda hata etmiyorum. Cemiyeti Akvam kelimesi vardır gibi geldi aklıma. (Yoktur sesleri) Müsaade buyurun Musul’un taliki dolayısıyle değil, ekalliyetler muahedesiyle Sen Jermen Muahedesinin kabul ettiği Misak-ı Milli kabul etmiştir. Yusuf Ziya Bey (Bitlis) — Ekalliyetlerin Musul i!e alâkası yoktur. Cemiyeti Akvamın Musul ile alâkası yoktur. Bunu ekalliyetlerle neye karıştırıyordunuz? Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Basri Bey buyurdular ki, Misakı Millide Cemiyeti Akvam yoktur, Bendeniz Musul ile alâkadar olmıyarak yalnız Cemiyeti Akvam şekli olarak Misak-ı Milli’de bulunduğunu ifade ettim. Ekalliyet bahsi filan diye değil. Musul Misak-ı Milli’de dahilinde mi, değil mi? Bize bir kelimede söyleyiniz Yusuf Ziya Bey (Bitlis) — Bir kelime lütfen bunu da söyleyiniz; Musul Misakı Millide dahilinde mi, değil mi? Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Dahilindedir. Sırrı Bey (İzmit) —Çanakkale’de, Karakaie’de İngilizler’e verilen arazinin mesahai sathiyesi Cebeli Tarık’taki İngilizlerin müstemlekesinden ne kadar büyüktür? Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Kıyası maal farıktır. Sırrı Bey (İzmit) — Rica ederim, ne kadar bü¬yüktür? Hüseyin Rauf Bey (Devamla)
— Kıyası maal farıktır. Müsaade buyurursanız tafsil etmeyeyim. Kürsüden bahsinde faide yoktur. Kıyasımaal farıktır ve buyurduğunuz derecede tehlike mevcut değildir. Avrupa sulh niyetinde mi değil yoksa zaafa düşüp bu sulh maddelerini götüreceğimizi mi hissetti? Pozan Bey (Urfa) — Suriye hudutlarının Lozan’da rnevzuubahis edilmesinden istifade etti mi etmedi mi? Sonra Suriye hudutları Misak-ı Milli’de dairi midir, değil midir? Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Efendiler: Misak-ı Milli’yi tebdil ve tağyir için mevcut ise yegâne kuvvet Meclisi Âlinizdir. Başka hiç bir kuvvet ve salahiyet onu tebdil edemez. Yegâne kuvvet sizdedir. Suriye hudutlarının Lozan Konferansında mevzuu bahis edilmesinden faide kuvvetle melhuz idi. Netice çıkamadığı için hiç birisinde faide yok dediler. Bir Mebus -- O halde neden rnevzuubahis edilmedi? Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Mevzuubahis edilseydi akde kalırdı ve mazereti vardır. Rasih Efendi (Antalya) — Efendim buyurdunuz ki; bu teklifimizle sulh geleceğine ümit o kadar yoktu. Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Kati değildi. Rasih Efendi (Antalya) — Bu katiyetsizliğin acaba Avrupa’nın bizimle sulh yapmamaya azmettiğinden mi ileri gelecek? Yoksa bizden şu teklifimizle hisedeeeği zaaftan mı neş’et edecek? Saniyen ikinci bir sualim daha: Musul bir sene veyahut altı ay sonraya talik edilince o cephedeki askeri terhi etmezseniz sulhun neticei tabiyesini elde etmeniş olursunuz. Musul’u tamamen terk etmiş olursunuz ki sulhun manası kalmaz. Altı yüz senelik bir maziyi tasfiye ediyoruz. Hararetli tartışmaların
dozu git gide artıyordu. Derken sitem sırası hükümet başkanı Hüseyin Avni Bey’e gelmiştir. Hüseyin Rauf Bey (Devamla) —………..Beyefendiler biz vazife ve vatan hizmetiyle iftihar ederiz, fakat bizimle eğlenilmeye tahammül edemeyiz. Hüseyin Avni Bey (Erzurum) — Hayır, siz bizimle eğleniyorsunuz. Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Rica ederim, gayet ciddi mesail üzerinde konuşuyoruz. Salahattin Bey kardeşimizin buyurduğu gibi bu günü değil istikbali temin veya sarsacak kararlar almak zaruretindeyiz. Benim kanaatim daha vardır. Altı yüz senelik bir maziyi tasfiye ediyoruz. Latifeye çıkmayacağını Hüseyin Avni Bey kadar ben de biliyorum. Onun için sözlerimizi samimi ve hepimiz aynı şeyden geçmiş ve aynı vatanperver olmak üzere kabul ediniz. Hiç birimizin diğerine teveffuk eder, ne vatanperverliği ve ne de başka türlü bir şeysi vardır. Benim ifademde sizi rencide edebilecek bazı noksanlar olabilir. Kudretsizliğime verirsiniz. Fakat, hiç bir zaman. geldiniz bizi atlatıyorsunuz gidin, ciddi olun da gelin demek yakışmaz. Avrupa bize verdiği 14 maddenin 12’sine değiştirilemez ve biz 2 tanesi üzerinde konuşuyorsak sulh abes değilmidir? Nusret Efendi (Erzurum) — Avrupa ceraitlerinin neşriyatından anlaşılıyor ki konferansın hitamına doğru düveli müttefika bizim murahhaslarimı- za ondört maddelik bir proje vermişler. Bizim teklifimize mukabil ve bu 14 maddenin, yani bizimki Millimize karşı bu ondört maddenin onikisi lategayyirdir ve üç madde üzerinde konuşabiliriz. Evvela bunun doğru olup olmadığını soruyorum. Olduğu takdirde ikinci bir kere sulhe teşebbüsün abes olduğunu görüyorum. Siz ne buyurursunuz?
otuzaltı Hüseyin Rauf Bey (Devamla) — Buyurduğunuz tahakkuk ederse hakikaten abes olur. Fakat öyle değildir. Malûmu âliniz; heyeti Murahhasamız müttefiklerin tevdi ettiği muahede projesini aldıktan sonra - arz ettiğim gibi - inkıtaa kani olarak bazı beyanatta bulunmuşlar ve fakat kabul edilmemek hiç bir teahhüdü kabul etmiyecek bir hal vukua gelmiştir. Bu beyanatları üzerine Lort Gurzon trene binmiş gitmiştir. Diğer kalan ikinci murahhaslar. Fransız murahhası, İtalya murahhası verdikleri muahede projesindeki bizim mucibi itirazımız olan gayri kabili kabul gördüğümüz maddelerden bazılarını tadil eder yolda, bulunduklarını beyan etmişlerdir. Yoksa üçü gayri kabili kabuldür, tarzında mes’ele yoktur. Zan ederim. Mustafa Kemal Paşa: Ba mes’eleyi asabiyetle görüşmek gayri caizdir. Ağır tartışmaları izleyen Mustafa Kemal Paşa — ……..Arkadaşlar mevzubahis olan mes’ele cidden mühim ve naziktir. Ba mes’eleyi asabiyetle görüşmek gayri caizdir. Onun için bütün arkadaşlarımı sükûta davet etmek cüretinde bulunacağım. Bunu af buyurunuz. Zan ediyorumki rüfekanın asabiyetini rnucib olacak nokta, meselenin neden dolayı ve ne mahiyette mevzubahis edildiğini tamamen anlayamamış ve ya anlatılamamış olmasından münbaistir. (Benim bildiğime göre, Heyeti Vekile buraya kat’i bir karar almak için gelmiş değildir. Yalınız müsaade buyurursanız safhayı benim anladığım gibi izah edeyim. ‘Malûmu âliınizdirki, makasıdi milliyemizi istihsal edebilmek için bir çok vasıtalara teşebbüs edilmiştir. ……….Fakat onların yapamayacağı bir şey vardır ki, huzuru âlinize gelmiş¬lerdir. Malumu âlileri olduğu veçhile o şey hudut meselesidir. Şimdi Heyeti Murahhasa Hey’eti Vekile ile müttefikan kararını vermiş bulunuyor. O kararda arazi meselesinden bazı mutedil şekiller kabul ederek ve bunun muhteviyatından bazılarını tamamen ihraç ederek üst tarafını imza etmek suretiyle sulha dahil olmak... Yapılacak noktalar; Birisi, Karaağaç’tan şimdiden sarfınazar etmek. İkincisi, ‘Musul vilâyeti meselesinin hallini ‘bir sene zarfında İngilizlerle Türkiyenin karşı karşıya geçerek intaç etmesine talik etmektir. En mühim mesele bu olarak geliyor. ………..
Safer 1438
Bu iki mes’eie ihraç olundukdan sonra diğer mesail şayanı kabul görüldükten sonra vereceğimiz karar, Karaağaç’dan şimdilik sarfınazar edeceğimizi ifade etmek ve Musul mes’elesinin bir sene sonra halline muvafakat etmek mes’elesi. ‘Buna muvafakat ettiğimizde zarar mı vardır? Kaideten şimdilik faide mi vardır. Buna muvafakat etmezsek ne yapmağa mecburuz? Bunları zan ederim, muhakeme edersek ve buna bir karar verirsek bu günün işi hal edilmiş olabilir. Musul’u vermemekte ısrar edersek muharebeye dahil oluruz. Bu gün suhuletle hepimiz anlayabiliriz ki, Musul’u vermemekte İsrar edersek muharebeye dahil oluruz. Binaenaleyh Musul mes’elesini bir seneye kadar hal etmek; üzere talik edip sulhe geçmek ve muharebeyi kabul etmemek mümkün müdür, kaibil midir ve faideli midir? Bu muhakemeyi suhuletle yapabiliriz ve bunun için zan etmemki vaziyeti askeriye hakkında. vaziyeti hariciye hakkında, vaziyeti siyasiye hakkında faz’a malumata arzı ihtiyaç edersiniz. İtiraz eden Milletvekillerine Mustafa Kemal Paşa’dan Misak-i Milli cevabı; “Bazı arkadaşlarımız, mesala Sırrı Bey gibi arkadaşlarımızın, medarı kelamı misaki milli oluyor. Heyeti Murahhasa Misak-ı Milli’yi mahvetmiş Heyeti Vekile, Misak-ı Milli’yi feda etmiş. Ben de diyorum ki Sırrı Bey Misaki Milinin ne olduğunu anlamamıştır. Misak-ı Milli’nin ne olduğunu evvela anlamalı ondan mütecavizlerin kimler ol-
duğunu meydanı koymalı. Efendiler arazi meselesi ve hudut meselesi misaki millinin, malûmu âliniz, birinci maddesinin dairei şümulünde’dir. Misak-ı Milli şu hat bu hat diye hiç bir vakitte hudut çizilmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Heyeti Celilenin isabeti hazarıdır. Yoksa bu haritası mevcut bir hudut yoktur. Bunun için de yapılmış olan işlerde veya yapılması teklif olunan işlerde hiç bir vakitte buna taaruz edilmemiştir. Bilakis riayet edilmiştir. Musul meselesinin hallini muharebeye girmemek için bir sene sonraya talik etmek demek, oradan sarfı nazar ermek demek değildir. Belki bumun istihsali için daha kuvvetli olabileceğimiz bir zaimana intizardır. Bu gün sulh yaparız, bir ay sonra iki ay sonra Musul meselesini hal etmeye kıyam ederiz. Fakat bu gün Musul meselesini halletmek istediğiniz vakit bu meselede karşınıza yalınız İngiliz değil, Fransız. İtalyan, Japon ve bütün dünyanın düşmanları vardır. Yalınız karşı karşıya kaldığımız zaman İngilizlerle karşı karşıya kalacağız ve yalınız olarak İngilizlerle karşılaşacağız. Bunda menfaat var mıdır, yok mudur. Bunu meydana çıkarmak gayet kolaydır. Maruzatımı ikmal ve itmam için tekrar ediyorum ki mesele bunu takdir etmek ve tağyir etmekten fazla Heyeti Murahhasayı müzakeratı sulhiyede mutavassıt teklifinden can alacak noktaya karar vermektir. Musul meselesini bu günden hal edeceğiz, Ordumuzu yürüteceğiz, bu gün alacağız desek bu mümkündür. Musul’u gayet kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul’u aldığımızı müteakip muharebenin hemen hitam bulacağına kani olamayız? Şubhesiz orada bir harp çebhesi açmış olacağız. Yani bunu ayrıca mevzubahis etmek isterseniz mahzurlar kendi ken-
dine meydana çıkar. Sözümün en sonu şudur: Hey’eti Vekileyi kendi mesuliyeti dahilinde Heyeti Murahhasaya yeniden talimat verip vazifesine devam ettirmek talep edilebilir ve yahut men edip hanbe başlamak olabilir.” Hülasa; 27 Şubat 1338 (1923) tarihinde Ali Fuat Paşa başkanlığında gerçekleşen 200. İnikat (oturum) 1. gizli celsede yaşanan genel manzaraya baktığımız zaman; 1-Milletvekilleri kısmen dahi olsa vakıf olmadıkları hayati bir konunun önlerine apar topar getirilmesinden oldukça rahatsız olmuşlardır. 2-Milletvekilleri hem zamanın hükümeti ve başkanı Hüseyin Rauf Bey’e, hem de zamanın Hariciye Nazırı İsmet Paşa’ya karşı tepkili duruş sergilemişlerdir. 3-Hükümet başkanı Hüseyin Rauf Bey milletvekillerinden gelen soruları cevaplamada konuya çok fazla hakim olmadığı görülmektedir. 4-Uzun bir süre gözlemlemeyi tercih eden Mustafa Kemal’in sonlara doğru yaptığı konuşma, hem olaya en hakim kişi olduğunu göstermiş, hem de milletvekillerine yaptığı çıkışların Hüseyin Rauf Bey’e verilen yanıtlar gibi karşılık bulamadığını görmekteyiz.
otuzyedi
Kasım 2016
Batının vahşi sanayileşmesinin bedeli iklim değişikliği - 2 Dr.Aydın Yıldırım Sözleşmenin amacı; atmosferdeki sera gazı emisyonlarını, iklim sistemi üzerinde insan kaynaklı tehlikeli etkiyi önleyecek bir düzeyde tutmak, böyle bir düzeye ekosistemin iklim değişikliğine uyum sağlamasına, ekonomik kalkınmanın sürdürülebilir şekilde devamına izin verecek bir zaman içerisinde ulaşmak, olarak belirlenmiştir. Sözleşmenin temel ilkeleri; - İklim sisteminin eşitlik temelinde, ortak fakat farklı sorumluluk ilkesine uygun olarak korunması, - İklim değişikliğinden etkilenecek olan gelişmekte olan ülkelerin ihtiyaç ve özel şartlarının dikkate alınması, - İklim değişikliğinin etkilerine karşı önlem alınması ve alınacak önlemlerin etkin maliyetli ve küresel yarar sağlayacak şekilde olması, - Sürdürülebilir kalkınmanın desteklenmesi ve belirlenecek politika ve önlemlerin ulusal kalkınma programlarına dâhil edilmesi, - Tarafların işbirliği yapmaları, şeklinde özetlenmiştir. Sözleşmede iklim değişikliğinin ortaya çıkmasında, tarihsel sorumlulukları bulunan ülkeler ile o tarihte OECD üyesi olan ülkeler gelişmişlik düzeylerine göre iki liste halinde gruplandırılmıştır.
minde insan faaliyetlerinin neden olduğu CO2 eşdeğeri toplam sera gazı emisyonlarının, 1990 yılı seviyelerinin en az %5 aşağısına indirmek için sayısallaştırılmış emisyon sınırlandırma ve azaltma taahhütlerine uygun hesapla tayin edilmiş miktarı aşmamasını sağlayacakları ve bu tarafların, 2005 yılına kadar bu protokoldeki taahhütlerini gerçekleştirme konusunda kanıtlanabilir bir ilerleme kaydetmiş olacakları belirtilmiştir. Bunun gerçekleşmesi halinde Kyoto Protokolü sayesinde sera etkisi yapan gazların emisyonlarında dünya genelinde yüzde 20’lik bir düşüş sağlanması planlanmıştır. Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girebilmesi için, 1990 yılı toplam CO2 emisyonlarının en az %55’ine sahip olan Ek-I ülkelerinin protokolü onaylaması gerekiyordu. 18 Kasım 2004 tarihinde Rusya Federasyonu’nun da onaylamasıyla Kyoto Protokolü 16 Şubat 2005 tarihinde fiilen yürürlüğe girmiştir. Kyoto Protokolünü kimler onayladı? ABD dışındaki tüm ülkeler onayladı. Bu olumsuz örnek devam etmektedir. ABD, 1997’de imzaya açılan Kyoto Protokolünü tam 10 yıla yakın bir süredir halen onaylamadı. Bu tutum iklim değişikliği felaketini onaylamak değilse nedir?
Rusya izliyor. Bu kirletme felaketini bir yarış halinde artırarak devam ettiriyorlar.
Sözleşmesi imzalandığında, imzacı ülkeler bunun yeterli olmadığını düşünüyorlardı. O nedenle ülkeleri daha fazla taahhüt ve yükümlülük altına sokacak bir çözüm bulmak amacıyla Japonya’nın Kyoto kentinde 11 Aralık 1997 yılında yapılan 3. Taraflar Konferansında, dünya çapında sera gazlarının azaltılması için bağlayıcı hedefler içeren “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne İlişkin Kyoto Protokolü” imzalaya açılmıştır. Bu protokolde, EkI’de yer alan taraflar; 2008-2012 yıllarını kapsayan taahhüt döne-
sonuna kadar 2 derecenin altında tutulması konusu 2020 yılına kadar uzatılmıştır. Yani Kyoto protokolü 2020 yılına kadar takoza alınmıştır. -Atmosferde en fazla sera gazı emisyonlarına neden olan ve % 24’le başı çeken Çin’de 2016 yılı kış aylarında yoğun hava kirliliğine bağlı zehirlenmeler ve ölümler nedeniyle haftada 3-5 gün okullar, resmi daireler ve işyerleri tatil edilmiştir. Yani kış aylarında bu ülkede hayat durmuştur. -Çin’ i, ABD, Avrupa Birliği ülkeleri, Hindistan, Brezilya ve
20. yüz yılı adeta savaşlar asrına dönüştüren batı dünyası, 28 Temmuz 1914’ten 11 Kasım 1918’e kadar I inci, 1939’dan 1945’e kadar da II. inci Dünya Savaşıyla da dünyayı insanlık için adeta cehenneme çevirmiştir. Sadece I. Dünya Savaşı 8,538,315 ölü, 21,219,452 yaralı, 7,750,919 insanın da kayıp olduğu 37,508,686 cana mal olmuş bir küresel cinayettir. Bu facia da bizim kaybımız ise, 325,000 şehit, 400,000 yaralı, 250,000 kayıp olmak üzere toplam 975,000 kişidir. Devam edecek
Türkiye’nin Kyoto süreci
Türkiye, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesine 24 Mayıs 2004 tarihinde 189. ülke olarak taraf olmuştur. Kyoto Protokolü’ne ise 2009 tarihinde taraf olan, Ek-I listesinde özel şartlara sahip bir ülke olarak yer almaktadır. Türkiye, “ulusal bildirim raporlarını, Ulusal İklim Değişikliği Stratejisini, Ulusal İklim Değişikliği Eylem Planını ve İklim Değişikliğine Uyum Stratejisi ve Eylem Planını” oluşturmuş ve sekretaryaya göndermiştir. 25-27 Mart 2015 tarihinde 21. Maddelik Uluslararası Safranbolu Deklarasyonuna ev sahipliği yapmıştır. Türkiye, küresel iklim değişikliği ile mücadele için 2030 yol haritasını da belirlemiş, sera gazıemisyonlarını % 21’e kadar artıştan azaltmayı hedeflemiştir. Yani bu rakam, 2030 yılına kadar ülke ekonomisinde tüm sektörlerin konumunu ve 2020 sonrası iklim değişikliği politikasını,“İklim değişikliği politikalarını kalkınma politikalarıyla entegre etmiş, temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımını arttıran bir ülke” olarak tanımlamaktadır.
Peki bu süre içinde neler kaybedildi? Küresel iklim değişikliği -Paris İklim Konferansında, kü- ile mücadelede Batı’ya ne BM İklim Değişikliği Çerçeve resel sıcaklık artışının yüzyılın kadar güvenebiliriz? Kyoto protokolüne giden süreç
otuzsekiz
Safer 1438
Sebîlürreşad okuyucusuyla hasbihal
Hatıra-i Sebîlürreşad
Ey aziz kârî Fatih Bayhan
İttihad-ı İslam çağrımızı yeniliyoruz 1011. sayımız yeni dönemin ilk hat kapaklı sayısı oldu. Ali İmran suresi 103. Ayet-i kerimeyi Hattat Mesut Dikel kaleme aldı ve bizlerle buluşturdu. Şekil olarak önemli olan bu eserin biz müslümanlara verdiği mesaj daha önemli. Son günelrde bu ayeti daha çok okumalı ve yaygınlaştırmamız gerektiğini düşünüyoruz. Belki mezhebini, mezhebini dini haline getirenler ayıkırda, din kardeşine zulmetmekten çekinir. Biz, mezheb,i meşrep kardeşliğini bilmeyiz, bildiğimiz yalnız “din kardeşliğidir”… Bu kardeşliğide kan bağıyla elde ettiğimiz “karındaşlık” bağından daha da önemseriz. Bu yüzden İttihad-ı İslam çağrısını her daim yürekten seslendirmeye devam edeceğiz. Bu sayımızı yayına hazırlarken Asma Köprü derneğinin Ankara’daki merkezinde konuşmacı olarak davet edildik. “Mehmet Akif’in Ümmet Davası” konulu konferansımızla Ankara’da okuyan yirmi bayancı ülkeden gençlerle buluştuk.
Afganistan, Pakistan, Hindistan, Pathani, Tayvan, Suriye başta olmak üzere üniversite tahsili için Ankara’ya gelen gençlerle hasbihal etme fırsatımız oldu. Onlarla Mehmet Akif’in Necip çöllerinde ümmet davası için İslam coğrafyasını geziden bir şairin hayat hikayesini konuştuk. Gençlere Sebilürreşad’ı ve yayın çizgisini anlatarak, Mehmet Akif’in ümmet davasında yoldaşının Sebilürreşad olduğunu ifade ettik. Akif Üstad Gölgeler şiirinde İslam coğrafyasının halini anlatırken; “Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım; O gün akşama kadar İslâm’ın garibliğine, müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım...” der ve bu şiirini Şimal (Rusya) müslümanlarından Atâullah Behâeddin’e ithaf eder. İnanın o gün aynı ruh halini yaşadım. Günahkar bedenime isyan ederek, yüzümü kaldıramadan Rahman’ın kapısında el açtım, dua ettim. Yarabbi, bizi bu izzete merbut eyle, bu zilletten kurtar.
Hece Yayınları’na müteşekkiriz Geçtiğimiz sayı “Afrikalı Bilge Adam” kapak dosyamızı yayınlamıştık. Ana yazımızda Ali Mazrui’nin hayat öyküsünü, eserlerini, hizmetlerini ele almaya çalıştık. 12 Ekim onun vefat günüydü, bizde Ekim sayımızda Mazrui’yi gündemimize alarak bir vefa göstermek ve hatta Türkiye Müslümanları başta olmak üzere, dünya Müslümanlarına Ali Mazrui’yi hatırlatmak istedik. Okuyucularımızdan yoğun bir şekilde teşekkür aldık. Çünkü Ali Mazrui ismini Sebilürreşad aracılığıyla duyduklarını, Afrika’da ve ABD’de İslam’a hizmet etmiş önemli bir mütefekkirden habersiz olmaktan dolayı da hicap duyduklarını ifade ettiler. Sebilürreşad islam davasına hizmet eden mütefekkirlerimize olan vefasını uzun soluklu hizmetiyle zaten tescillemiş durumda ama yeni dönemde de inşallah aynı çizgide yolumuza devam edeceğiz.
Ali Mazrui konusundaki yazımızda birde eleştiride bulunmuş ve “Neden Ali Mazrui’nin kitaplarının Türkçe’ye çevrilmediği yolunda bazı sözler sarf etmiştik. Ancak dergimizin yayınından hemen sonra Ankara’da Hece Dergisi adresimize Ali Mazrui kitabı gönderdi. “Dünya siyasetinde Kültürel etkenler” adını taşıyan Ali Mazrui kitabı Çağla Taşkın tarafından çevrilmiş ve Haziran 2016’da yani daha birkaç ay önce yayınlanmış. Ancak kitabın henüz dağıtımı olmadığı için haberdar değiliz. Bu vesileyle Ali Mazrui kitabını hem sizlere takdim ediyoruz, hem Hece Yayınlarına teşekkür ediyoruz. Çevirmen Çağla Taşkın’a da verdiği eserden dolayı şükran borçluyuz. Kitabı Hece Yayınlarından temin edebilirsiniz. Meraklısına adres; (Konur sk. Nu: 39/1-2 Kızılay Çankaya/Ankara)
Sebilürreşad Mecmuası’nın 1948’den sonra yayınlanan 129.nüshası kapak konusu Hintlilerin tapındığı Fil ilah. Eşref Edip bu kapağa dair yazısını bir sonraki nüshada neşr edeceğinide ilan ediyor.
Sosyal medya adreslerimiz Teknolojik iletişimin içerisinde de yer alan Sebîlürreşad’a sosyal medya üzerinden de ulaşabilirsiniz; facebook/sebilurresaddergisi twitter/sebilurresad_d instagram/sebilurresad_d
Enver Paşa’nın torunu, Osman Mayatepek yaşamını yitirdi
Enver Paşa’nın hayatta kalan iki torunundan biriydi Osman Mayatepek. Geçtiğimiz yıl uzun bir çalışmada beraber olduk. “Dedem Enver Paşa” kitabını hazırladık. Yayından sonra da sürekli görüşmeye devam ettik. Bir Enver paşa müzesi düşüncemiz vardı, hayli de çalıştık. Ancak bu yaz pek rahat değildi. Antalya’nın Alanya İlçesi’nde Alanya Kalesi’ndeki evinde yaşayan ve Brezilya’nın Alanya Fahri Konsolosu olan 66 yaşındaki Osman Mayatepek, çoklu organ yetmezliği nedeniyle yaklaşık 10 gündür tedavi gördüğü Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesinde 30 Ekim günü akşam saat 22.20 sıralarında hayatını kaybetti. Allah rahmet eylesin.
otuzdokuz
Kasım 2016
‘IN MUHTEREM OKUYUCULARINA Elli yıl fasıladan sonra yeniden neşredilmeye başlayan Sebîlürreşad, bir dava ve aksiyon dergisi olduğu kadar, bir ilim ve fikir mecmuası, edebi ve tarihi bir vesikadır. Sizlerin bu bilinçle Sebîlürreşad’ı takibe başladığınıza inanıyoruz. Mehmet Âkif ve Eşref Edip Bey’in 1908’de Sırat-ı Mustakim adıyla başlattıkları bu yayın çizgisi, sadece bir dergi olmanın ötesinde bir misyonu temsil etmiştir. O misyon Devlet-i Aliye’nin dağılmaması, Müslümanların bir arada, güç birliğini koruması inancını temsil ediyordu. Bugün Sebîlürreşad’ın misyonu ve inandığı ilkelerin bize ne kadar doğru istikamet çizdiği aradan geçen bunca yıl sonra yeniden kıymetli hale gelmiştir. Mehmet Âkif Bey’in, “Ehli Salip” olarak tanımladığı ve “Sözüne güvenilmez” diye not düştüğü Batı medeniyeti, bizi bir bedenin parçaları gibi gördüğü için ayırmak istemişti. Bunda başarılı olmuştur. Ancak bu ayrılış 108 yıldır ne ayrılana, ne de asıl bedene huzur, sükûnet, güç ve iktidar getirmemiştir. Hatta bu ayrım, cetvel koyarak haritalandıran Batı medeniyetini dahi huzurlu kılmamıştır. Şimdi Lozan’ın 100. Yılına giriliyor. Sevr’i fiili kılamayan Ehli Salip, yeni planını devreye soktu. Ancak bu sefer Ümmeti Muhammed daha organizeli, daha cesur, biraz daha ne istediğini bilir durumdadır. Bu yüzden işleri kolay olmayacaktır. İslam coğrafyasına “Arap Baharı” adını vererek uygulamaya soktukları “sosyal darbeler” ümmetin maddi manevi mahvına neden olurken 15 Temmuz’da bu kez ümmetin kalbine darbe indirmek istemişler, ancak muvaffak olamamışlardır. Bu tahlile neden ihtiyaç var; zira Sebîlürreşad çizgisi aradan geçen bunca karanlık yılların ye-
niden aydınlık günlere çevrilmesi için ayakta durması gereken, bayrağının dalgalanması gereken bir fikir ocağıdır. Bu ocak, manevi inkişaf için gayret gösteren samimi insanların ocağıdır. Vatan, millet, bayrak ve din için fedakarlık yapabilen, kalbi islam coğrafyası için atan sevdası büyük insanların ocağıdır. Mehmet Âkif’in, Eşref Edip’in eli vardır üzerimizde. Giriştiğimiz manevi sorumluluğun idrakindeyiz. Okuyucularımızın da bunun idrakinde olduğunu biliyoruz. Bu yüzden Sebîlürreşad’a abone olarak, dostlarınızı buna abone yaparak, uygun olursa reklam vererek, toplu alım yaparak, mecmuayı gençlere ulaştırarak sorumluluk sahibi olduğunuzu gösteriniz. Eşref Edip üstadımızın bu dergiyi 1966’da “ekonomik nedenlerle”, yani abonelerinin dergi bedellerini zamanında göndermemesi yüzünden kapattığını unutmayınız. İlk sayımızı 10 bin adet basıp başta Türkiye’mizin tüm vilayetlerine, aydın ve mütefekkirlerine, saniyen İslam coğrafyasına ulaştırdık. İnternet gibi ortak bilgi havuzunun bulunduğu bir dönemde yazılı mevkuteyi ayakta tutmak zor denilebilir. Lakin öyle değil. Sebîlürreşad’ı hediye edebilirsiniz ama, onu dijital olarak sadece tavsiye edebilirsiniz. Dokunabileceğiniz, okuyabileceğiniz bir mecmua için emek veriyoruz. Bulunduğunuz vilayette il temsilcimiz aracılığıyla abone olabileceğiniz gibi, banka hesap numarası adresine havale yaparakda abone olabilirsiniz. Dua istiyoruz. Dua ediyoruz. Allah islam coğrafyasını kültürel istiladan korusun… Abone olmak ve Sebîlürreşad’a sahip olmak için iletişim bilgileri aşağıda. Allah yardımcımız olsun.
Mehmet Âkif’in eseri Safahat Milli Şairimiz, Vatansever Mehmet Âkif Ersoy’un tüm eserlerini toplayarak adını verdiği eseridir. Sebilürreşad yayınevi olarak Safahat’ı onun temiz vicdanıyla hazırladığı orijinal haliyle yayına hazırladık. O, İstiklal Marşı’nı dahi eserine almamış ve, “Onu milletime armağan ettim” demiştir. YAYINEVİ
Sayfa Sayısı: 552 Baskı Yılı: 2014 Dili: Türkçe Ederi: 16 TL
Ve Fatih Bayhan’ın hazırladığı;
Gençler için Safahat
YAYINEVİ
Sayfa Sayısı: 256 Baskı Yılı: 2016 Dili: Türkçe Ederi: 12 TL
Asım
YAYINEVİ
Sayfa Sayısı: 120 Baskı Yılı: 2016 Dili: Türkçe Ederi: 10 TL
Safahat’ı ve onun vatansever Milli Şairini yeni nesil gençlere en iyi şekilde anlatabilmek amacıyla Fatih Bayhan tarafından hazırlanan eser, Safahat’a giriş kitabı olarak da adlandırılabilir. Milli şairimizin hayat öyküsü, örnek ahlakı, şahsiyeti ve Safahat’tan şiirlerin yer aldığı eser gençlere tavsiyemizdir.
Milli Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un o çalkantılı günlerde idealize ettiği genç tipi Asım’dır. Asım, İslam coğrafyasındaki büyük ahlaki, ilmi, edebi çöküntüye son verecek, gayretli çalışkan, faziletli karakterli bir gençtir. Fatih Bayhan, o’nun Asım karakterini bir çizgi karakterle resmettirmiş, Mehmet Âkif Ersoy’un Asım şiiri ve hikayesiyle eserini oluşturmuştur. Gençlik, Asım’la tanıştığında tüm dünyaya umut vaad edecektir.
ABONELİK İLETİŞİM BİLGİLERİ Abone ve Dağıtım İletişim: 0 541 673 85 80 Anafartalar cd. Sakarya Apt. No: 50/12 Altındağ/Ankara Abone mail: sebilürresadabone@gmail.com Abone için: Yıllık bedel: 120 TL, 6 Aylık bedel : 70 TL Nezihe Bayhan adına Hesap no : TR0500 2090 0000 0975 1700 0001 ZİRAAT KATILIM BANKASI ULUS ŞB.
İnternet üzerinden abone olmak için web adresimizi ziyaret edebilirsiniz; www.sebilurresad.com.tr
rda şla atı pılır s lu ya Top irim ind
YAYINEVİ Sipariş Hattı:
GSM:0 541 673 85 80 Anafartalar cd. Sakarya Apt. No: 50/12 Altındağ/Ankara
Eserlerin Telif Geliri Milli Şairimizin ailesine Fatih Bayhan tarafından bağışlanmıştır.
Safer 1438
Zeynel Abidin TÜRKOĞLU TKGM Arşiv Dairesi Başkanı
SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD Safer 1438, Kasım 2016
Sultan’ın Emlak-ı Şâhânesi ortaya çıktı Hazine-i Hassa’nın hazırladığı Emlakı Şahane’de Sultan II. Hamid’in şahsi emlakı vefat ettiği 10 Şubat 1918’den bugüne mirasçılarına devrolmadığı, Sultan’ın Balkanlardan, Afrika’ya, Ortadoğu’dan Anadolu’ya milyonlarca dönüm şahsi mülk kayıtları olduğu gerçeği Tapu Kadastro arşivinde ortaya çıktı. Osmanlı Devleti’nin son dönemine damgasını vuran II.Abdülhamid Han her yönüyle tartışmaların ortasına kaldı. Kimine göre müstebit bir padişah kimine göre de ulu hakan oldu. Ancak devletin 33 yıl boyunca iç ve dış saldırılara rağmen ayakta kalmasını sağladı. Siyasi dehası yanında şehzadeliğinden itibaren ticari bir zekaya sahip olması da bir çok kez yazıldı çizildi. II. Abdülhamid Han daha şehzadeliğinde hatırı sayılır bir servete sahip olmuştu. Bu servetini Avrupa borsalarında yatırımlar yaparak elde edecek kadar uyanıktır. Borsa haricinde çok değişik işlere girer ve servetini artırır. Padişahlar şehzadeliklerinde mülk edinirler ancak iktidar olunca artık bunlardan uzaklaşırlar. II.Abdülhamid Han devlet yönetimindeki uygulamalarında olduğu gibi bu konuda da bir istisnadır. Vasfi Şensözen’e ait “Osmanoğulları’nın Varlıkları ve II. Abdülhamid’in Emlaki” kitabında “II. Abdülhamid Han’a kadarki padişahlar şahısları ve makamları adına mülk edinme konusunda oldukça mütevazi davrandılar ancak bu durum Abdülhamit’le beraber tamamen tersine döndü. Yavuz Sultan Selim’den beri halifelik makamını elde bulunduran Osmanlı padişahları kendilerini peygamber vekili olarak gördüklerinden ve İslamiyet’in ilk halifelerinin kendi üzerlerinde mal bulundurmama törelerine uyarak mal sahibi olmakla olmamak arasında idareli ve ortalama bir tutum takındılar. Genellikle şehzadelikle-
Balkanlar’da; 2843 adet Yunanistan, 1424 adet Arnavutluk, 8 adet Bulgaristan ve 5 adet Makedonya’da toplam 4280 adet. Bu taşınmazların 220.023 dekarı kayden II.Abdülhamid Han adına kayıtlı olup tedavül etmemiştir. 560.231 dekarı hazineye, 1328 dekarı da bilahare şahıslar adına tedavül görmüştür.
Afrika, Arap yarımadası ve Cezire’de; 390 adet Suriye, 333 adet Lübnan, 233 adet Filistin, 83 adet Irak, 60 adet Arabistan, 10 adet İsrail, 8 Adet Libya’da olmak üzere toplam 1107 adet taşınmaz kaydı bulunmaktadır.Yurtdışındaki kayıtlar için ilgili ülkelerin iç hukuk yolları araştırılabilir.
Anadolu ve Trakya’da; Birçok ilde toplam 2369 adet taşınmaz kaydı bulunmaktadır. Bu taşınmazların 1.256.947 dekarı kayden Osmanlı Devleti kayıtlarında II. Abdülhamid Han adına kayıtlı olup tedavül görmemiştir. 391.573 dekarı hazineye, 8627 dekarı da bilahare şahıslar adına tedavül görmüştür.
ri sırasında şahsi mal mülk edinir ancak tahta çıktıklarında böyle bir gayeden uzak kalırlar. Ancak Sultan II.Abdülhamit’le beraber padişahların bu genel tutumu da kökünden değişir” şeklinde değerlendirilir. Şehzadeliği döneminde aksak olarak ödenen şehzade maaşıyla yetinmeyen sultan, çiftliklerinde buğday ektirip gelir elde ettiği gibi koyun yetiştiriciliğiyle de uğraşır. Her sene getirttiği beş altı yüz koyunun sütünü ve yünlerini değerlendirdiği gibi, bir kısmını da satarak kâr elde eder. Yine şehzadelik döneminde giriştiği ticari işlerden biri de yurt dışından boya hammaddesi getirerek satmak olur. Osmanlı devletinde miri arazi, arazi rejiminden mülkiyet arazisi rejimine (modern anlamda tapu sicil sistemi) 21 Mayıs 1847 yılında geçildi. Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü’nün de kuruluşu olarak kabul edilmiş olan bu tarihte devlet üst kullanım hakkını verdiği vatandaşına mülkiyet hakkını devretmiş oldu. Araziler ve mülkler satılabi-
lir ve miras bırakılabilir hale geldi. Bu kayıtlar iki nüsha halinde tanzim edilmiş olup bir nüshası merkezde bir nüshası ise mahallinde kalmıştır. Bu sayede kayıtlar mahallinde bir zarara uğrasa dahi merkezden yapılan yeniden düzeltmeler ile tapu sistemi sapasağlam ayakta kalmıştır. Bu kayıtlara güzel örneklerden biri de II.Abdülhamid Han’ın mülklerinin kayıtlarının bulunduğu 3 adet defterdir. Bu defterler bizzat II.Abdülhamid Han tarafından talep edilmiş olan asıl defterin ikinci nüshasıdır. Bu defterlerde II. Abdülhamid Han adına kayıtlı 1869-1908 yılları arasında Balkanlar, Anadolu, Arap Yarımadası, Cezire diye adlandırılan Suriye, Irak, Ürdün bölgesi ve Libya’da arazi, tarla, bağ, bahçe, mera, çayır, koru, çalılık, çiftlik, konak, hane, değirmen, zeytinlik, kahvehane, dükkan vs. aktif ve pasif olarak toplam 7756 adet taşınmaza ait tapu kaydı bulunmaktadır. Bununla beraber özellikle çiftlik kayıtları ve emlake ilişkin büyük bir kısmının miktarı sicilinde yazılı
olmadığından yukarıda belirtilen miktarlara yansıtılamamaktadır. Halep’te bulunan iki adet çiftliği gösterir harita da üç defterle birlikte TKGM Arşiv Daire Başkanlığı’nda muhafaza ediliyor. Yukarıdaki bahsi geçen tapu kayıtlarının hukuki değerlendirmesi uzun zamandır değişik platformlarda konuşuluyor ve tartışılıyor. 431 sayılı kanun ve 3402 sayılı Kadastro Kanunu Türkiye Cumhuriyeti dahilindeki tapu kayıtlarının değerlendirilmesindeki en önemli iki kanunudur. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi sayesinde Orada ‘1 No’lu Protokol’, mülkiyet hakkının kutsallığıyla ilgili. “Mülkiyet hakkını, ancak rıza veya kamu yararı varsa alabilirsin, kamu yararında da bedelini ödemekle yükümlüsün” diyor. Yani yargı yolu çok net, açık. Biz bu mülklerin II. Abdülhamid’e ait olduğunu ortaya koyarsak, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne göre mülk hakkının tesis edilmesi lazım.