Sebîlürreşad, Sayı: 1008 Cilt: 41, Ağustos 2016

Page 1

Ağustos 2016

Yeniden

SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD ZİLKÂDE 1437

Mehmet Akif Ersoy

Peyami Safa

EDERİ: ALTI LİRA

Eşref Edip Fergan

Sait Halim Paşa

Adnan Menderes

Yahya Kemal

Hasan Basri Çantay

Muhammed İkbal

AĞUSTOS 2016

Ali Fuat Başgil

Babanzade Ahmet Naim

Ömer Nasuhi Bilmen Nihat Sami Banarlı

SAYI: 1008

CİLT: XLI

Ali Ekrem Bolayır

İzmirli İsmail Hakkı

Mithat Cemal Kuntay

Yusuf Akçura

Cevat Rıfat Atilhan

Ahmet Hamdi Akseki

Nurettin Topçu

Mehmet Şevket Eygi

Allah’ın inayetiyle, devam...

108 yaşında, kapanışının üzerinden 50 yıl sonra Eşref Edip ve Mehmet Akif Bey’in fikir koşusu ilk günkü şevkle sürüyor

1908 - 1925

1948 - 1966

1007 sayı, 40 cilt, bitmeyen mücadele azmi... 50 yıl aradan sonra Sebîlürreşad yeniden... MÜNDERECAT: Allah’ın inayetiyle Sebîlürreşad’a başlıyoruz (Fatih Bayhan) - Mehmet Akif Kürsüsünden (Selma Ersoy) - İslâmî Büyük Islah Projesi (Mehmet Şevket Eygi) - Sebîlürreşad’ın Hikayesi (Muharrem Coşkun) - Eşref Edib Bey’le bir hatıra (Mehmet Cemal Çiftçigüzeli) Sebîlürreşad’a emek verenler (Muharrem Coşkun) - Hurufât-ı çantasında mecmua (Şükrü Altun) - Ka’be, hac ve değişim üzerine (Prof. Dr. Ramazan Altıntaş) - Unutulan masum istasyon (M.Akif Işık) - Sebîlürreşad’ın vakti gelmişti (Hamza Türkmen /Mülakat) - Asım’ın nesline ideolojya örgüsü - Kıssa’dan Destan’a Mehmet Akif’in şiiri (Sıtkı Caney) - Muhammed Ali Clay’ı Türkiye’ye davet (Hasan Aksay) - Ortadoğu’daki sancının asıl nedeni yapay sınırlar (Mehmet Poyraz) - Yeni Osmanlı fikri (Tunus, Dr. Muhammed Adil) - Reddiye (Serkan Yorgancılar) - Biz Müslümanlarla vahdet üzerine müttehid olacağız (Abdurrahman Dilipak) - Duaların en güçlüsü Fatiha’dır (Prof. Dr. Ali Akpınar) - İman ve fikir atlasımızın büyük muzdaribi: Mehmet Akif (İhsan Şenocak) - Müdahaleler Doğu’da müdahiller Batı’da! (Fatih Bayhan) - Anâsır-ı İslam Türkiye için tek yürek - 35.Maddenin değiştirildiği gün darbeye kalkışmak! - Tankların üstüne çıkan halkın sosyolojisi (Erol Erdoğan) - Dostluk ve Mehmet Akif Ersoy (Mehmet Cemal Çiftçigüzeli) Dostları onun için devrin Âkif’i derler (Cevat Rıfat) - Is the West suffering from Erdoganophobia? (Mahmut Aytekin) - Mehmet Âkif’e bile ‘bunlar’ yazılabildi (Fikri Akyüz) - Ey darbeciler önünüzde halk var (Durdu Güneş) - Milli irade nöbetinden notlar (Fahreddin Ergün) - İslam Coğrafyası (Halit Özdüzen) - Aşk tutulması (Talip Işık) - Değerler darbe kabul etmez (Recep Garip) - Saatimizle birlikte kaybolan çevremiz (Dr. Aydın Yıldırım) - Halil İnancık hakka yürüdü - Muhammed Ali İslam’ın neferiydi - Sebîlürreşad’ın muhterem okuyucularına - Din Şûrası Bildirgesi - Kervan (Sezai Karakoç)


iki

Zilkâde 1437

Başyaz

FATİH BAYHAN

ALLAH’IN İNAYETİYLE Sebîlürreşad’a başlıyoruz

Bu söz bir “ba’su ba’delmevttir…” yani bir tekerrür. Tarihin tekerrürü. Eşref Edip 1908’de Srat- Mustakim olarak çklan”doğru yol’da, 1912’de, 1925’de, 1960’da kesintilere uğrayan müthiş bir yayn yolculuğu yapmşt. Bu yolculukta yoldaş; Mehmet Akif’ti. 1948’de ikinci defa çkş için neşre hazrlandğnda heyecandan yerinde duramadğn biliyoruz. İşte o heyecanl sayya Eşref Edip üstad şu başlkla bismillah demişti… “Allah’n inayetiyle Sebilürreşad’a başyoruz”… Kendisi 22 yllk ayrlğn ardndan yeni sayya bu duayla başlamşt, biz şimdi 50 yl sonra ayn duayla başlyoruz. Bu elli ylda çok şey oldu. Türkiye, evvela 1970 darbesini, on yl sonra 12 Eylül 1980 darbesini yaşad. 98’de Postmodern bir müdahale daha yaşanrken, toplumun dinine, imanna, din ve sosyal hayatna tezat hayat dayatld. Tek parti istibdatnn yaşandğ günler kadar feci günler yaşadk. Camiler kapanmad, ezanlar susmad ama; imam hatipler’in kapatlmas anlamna gelen Orta öğretim ksm tek celsede kapatld, okullar devlet düşman gibi muamele gördü. Vakf hizmetleri durduruldu. İrtica paranoyas 31 mart sahte paranoyadan bu yana böyle feci bir şekle bürünmemişti. Devlet dairelerinden dindar milletimizin evlatlar şlenerek temizlendi. Onlarn oy verip iktidara getirdiği siyasi hareket kapatld, onlara üye olanlar suçlu ilan edildi. İslam coğrafyasyla Devlet-i Aliye’den sonra yeni yeni kurulmaya başlayan irtibat tekraren kesildi. Zira Postmodern darbeyi arzulayanlarn ana hede islam coğrafyasyla temasa girilmesine, milletin, devletin tarihi geçmişiyle, tarihi gerekçesinin idrakinde hareket etmesine mani olmakt. Sadece Milli eğitimden 3 bin öğretmenin işine son verildi. Binlerce memur, işçi görevden el çektirildi. Feci günlerdi. Ancak 2002’de bu feci günler yeni seçimlerle halk tarafndan durduruldu. Ülkeye idare eden siyaset, siyaset adamlar değişti. Ülke giderek o karanlk günlerin kâbusundan uyand, geçmişiyle barşt, milletiyle bütünleşti. Cuma namaz klyor diye muhabbet beslediği bir Cumhurbaşkan vard. Şim-

di Cuma namaz kldran, Kur’an- kerimi tecvidiyle okuyabilen, hitabeti güçlü bir imam-hatip mezunu Cumhurbaşkan var. Geçirdiğimiz elli ylda yaşadğmz çok şey oldu. 28 Şubat’n ardndan 27 Nisan Muhtras, gezi olaylar, 17/25 olaylar derken geçtiğimiz 15 Temmuz’da başarsz olsada yeni bir darbe kalkşmasyla yaşadk. Halkmz basiretli davranmasayd, liderlik gösterilmeseydi bu darbe başarl bir darbeye dönüşebilirdi. Ayn millet, 1960 darbesinde mantar tabancas patlatmamş, ama içten içe gözyaş dökmüştü. Halk göğsünü siper etti, tanklar bertaraf etti. İçimizden çkmş bir hain, din ve diyanet adna söz söyleyerek insanlar etkileyen FETÖ lideri, milleti hayal krklğna uğratt. Ülkeye gelmek, yargya teslim olmak yerine yaşadğ ülkenin merhametine sğnan, onlara “size hizmetkarm” diyen F.G.’nin Almanya’ya bağl bir Kardinal olduğunu da öğrendik. “Coğrafya kaderimizdir”… Yaşadklarmz o kaderin bir tecellisidir. *** Elinizdeki Sebilürreşad 1008. Say. 1966’da1007. Saydan sonra yayna ara vermişti. Ancak Eşref Edip vasiyetiyle; “Bizden sonra bu davaya hizmet edecekler gelecek, onlar bu mecmuay devam ettirecekler” diyerek bizi bu yolun hizmetkar durumunda brakt. Ba’su ba’del mevt… Bayrak düşmedi. Sebilürreşad 1008. Saysyla işte elinizde. Eksiklerimiz vardr, affola. Bizi yalnz brakmayan Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un ailesi ve aile adna Selma Ersoy A. Hanmefendiye, Sebilürreşad adn duyduğunda heyecann saklayamayan şair, edip, mütefekkirlere teşekkür borçluyuz. Yazlaryla mecmuaya yeniden can verdiler. Ayrca desteğini esirgemeyen Mimar Hasan Sar ve arşivini esirgemeyen Mehmet Soydan Beyefendilere, Mecmua’nn ilk saysnda bizi yalnz brakmayan, Sebilürreşadn en kdemli yazar Mehmet Şevket Eygi üstadmza da şükranlarmz sunuyorum. İslam coğrafyasnn güçlü sesi olarak 108 yl önce çklan bu yolda, kaldğmz yerden yolumuza devam ediyoruz. Allah bahtmz açk etsin…

KURUCUSU: EŞREF EDİP - MEHMET AKİF ERSOY Kuruluş: 1908 - İSTANBUL CİLT: 41

YIL: 1

SAYI: 1

ABONE BEDELİ: 6 Aylık 70 Türk Lirası 12 Aylık 120 Türk Lirası sebilurresadabone@gmail.com Hesap no : TR0500 2090 0000 0975 1700 0001 ZİRAAT KATILIM BANKASI ULUS ŞB. (Nezihe Bayhan adna)

Mehmet Âkif’in Kürsüsü...

14 AĞUSTOS 2016 Dizgi - Tasarım: SEBÎLÜRREŞAD YAYINEVİ İrtibat Telefon: 0541 673 85 80

sebilurresad.editor@gmail.com

torunu

SELMA ERSOY ARGON “Mehmet Âkif Kürsüsü’nden ad verilen bu köşe esasnda Dedem Mehmet Âkif’in Sebîlürreşad’da yazlarn yaynladğ köşesidir. Onun eski yazlar zaman zaman bu köşede yine yaymlanacaktr. Ancak ilk say olunca onun dostlaryla onun ailesinden birisi olarak yazmak istedim. Bu makama layk değiliz, biliyorum. Ancak eksikliğini her daim içimizde hissettiğimiz o gayrete merbut olabilmek maksad içimizde diridir. Onun açtğ fazilet, ahlak ve ideal yolunda ömrü hayatm bereketlendirmek, canm canana siper etmek, kalbimi ağyara açmak maksadyla bu yaşmda yollara düştüm. 7 yl boyunca evladm Fatih Bayhan’la Anadolu’yu, Avrupa’y bir uçtan bir uca konferanslarla, sohbetlerle nakşediyoruz. Hamdolsun Anadolu Mehmet Âkif’i, İstiklal Marşnn ruh ve maneviyatn idrak içinde. Hangi noktaya selam versem o noktadan gür sada yükseliyor. Gönlüm, kalbim, ruhum o denli huzurluki, dedemin inşaa için giriştiği ruh ve mana yolunda bir nebze katk vermeye gayret gösteriyorum. Cenab hak bizi muvaffak klsn. 108 yl önce Srat- Müstakim adyla başlayan, sonra Sebîlürreşad’la devam eden bu halka, Safahat’n, İstiklal Marşmzn, milli mücadelemizin mücahit ve gazi bir yayndr. Annem, Dedem Mehmet Âkif’in İstanbul’da evdeyken bir akşam sivil bir asker eliyle gelen telgraa Anadolu’ya çağrldğn anlatrken gözleri dolard. Evet, Dedem Anadolu’ya Mustafa Kemal’in davetiyle gitti. Annem henüz küçük bir kz çocuğu, dedem onlar İstanbul’da brakarak ağabeyleri Emin’i, Emin daym yanlar-

Yeniden

SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD Siyasi, Dini, İlmi, Edebi ve Ahlaki Aylık Mecmua Neşre Bilfiil Hazırlayan: FATİH BAYHAN

Sebîlürreşad Ceride-i İslâmiyesi ayda bir nüsha yayınlanır ve sadece abonesine gönderilir facebook.com/sebilurresaddergisi - twitter.com/sebilurresad_d www.sebilurresad.com.tr

na alarak Anadolu’ya geçiyor. Ancak o gece Eşref Edip Beyle görüşmeleri var. “Biz çağrldk, sende hurufat- toparla Anadolu’ya gel” diyor. Hurufat dediği Sebîlürreşad… O yüzden Mücahit diyorum. Annemin ve nineciğimin Anadolu’ya geçişi daha bir olay. Bir gemi vastasyla önce İnebolu’ya, oradan Kastamonu, sonra da Ankara’ya… Yolculuk esnasnda çok olaylar anlatmşt. Zaman yeri geldikçe sizlerle paylaşacağm. Mecmua’nn kurtuluş sürecinde verdiği mücadeleyi biliyoruz. İslam coğrafyasnn nabz bu mecmuada atyor adeta. Sebilürreşad ne yazacak? Kaygs her yerde var. Bir yanda kalemiyle müeddip Mehmet Akif, bir yanda cesur yazlaryla Eşref Edip. İkisi öncüdür. Ancak Anadolu bu isimlerin işaretlerine bakarak olaylar hakknda kanaat geliştirirler. Bu açdan da Sebîlürreşad bir kir öncüsüdür. Şimdi Fatih Bayhan evladm üzerine büyük bir vazife ald. Elli yl önce ekonomik sebeplerden dolay kapatlmş bu büyük Gazi Mecmuay yeniden yayn hayatna hazrlyor. Allah ondan raz olsun. Zor bir görev ve mesuliyet. Ancak onun bu işin üstesinden samimiyetle geleceğine inanyorum. Ülkemizin yine zor günlerden geçtiği bir döneme rastgelen Sebîlürreşad’n yayn tarihi, islam coğrafyas üzerinde oyun oynayanlara karş en güzel cevap olacaktr. Bizde aile olarak bu vazifede gücümüz ölçüsünde yer alacağz. Sebîlürreşad, dosdoğru yol…Allah vatanmza kasd edenlere frsat vermesin, islam coğrafyasndaki dirliği düzeni yeniden tesis etsin. Sebîlürreşad hayrl olsun. BAŞMUHARRİRİ: MEHMET AKİF ERSOY

ZİLKÂDE 1437

CİLT: XLI SAYI: 1008

İDARE YERİ: SEBÎLÜRREŞAD YAZIHANESİ Anafartalar Caddesi Sakarya Apt. No: 50/12Altındağ/ANKARA Basıldığı Yer:

Sahibi: İmay Yapım A.Ş. Mecideyeköy Mah. Cemal Sahir Sok. No.29/31 Şişli- İstanbul

AFŞAR MEDYA MATBAACILIK A.Ş. Ostim Mah., 21.Cad 1424 Sk. No:8/2 Ostim O.s.b. Yenimahalle / Ankara / Turkey - T: 0 312 472 96 66

TEMSİLCİLER: KAYSERİ: Hüseyin Türkmen ÇANKIRI: Şükrü Altun KASTAMONU: Levent Kenan


üç

Ağustos 2016

Mehmet Şevket Eygi Üstadımızın kaleminden...

İslâmî Büyük Islah Projesi On dört maddeden oluşan bir ISLAH PROJESİ taslağını Ümmet-i Muhammed’in ziyalılarının, sorumlularının, hal ve akd ehlinin dikkatlerine arz ediyorum. İSLÂM dünyası param parça olmuş. Artık Ümmet birliği ve teşkilâtı yok. Ümmetin başında, kendisine biat ve itaat edilen râşid, âdil ve muktedir bir İmam-ı Kebir yok. İslam ülkelerinde tefrika, nifak şikak, anlaşmazlık, azgınlık, fısk fücur, câhillik, gafillik, terör, darbeler kol geziyor. Siyasî birlik elden gitmiş. Müslümanlar birbirlerini sevmiyor, desteklemiyor. Holiganlıklar, militanlıklar, fanatizmler, hizipçilik gırla gidiyor. Ümmet birliği, İmamet ve iman kardeşliği elden gidince zillet ve esaret hâkim oluyor. Türkiye’de İslam medreseleri ve Tasavvuf tarikatları yıkılınca, İmana İslama Kur’ana Sünnete Şer’-i şerife Ümmet-i Muhammed’e (Salat ve selam olsun ona) hizmet edecek yeterli miktarda ve yüksek seviyede icazetli ulema, fukaha, ziyalılar, ehliyetli hizmetliler yetişmiyor. Bu ortam içinde firak-ı dalle, Fırka-i Nâciyeye her taraftan saldırıyor. Şer ve nifak güçleri, şirkin ve küfrün hesabına, içi boş bir İslam türetmeye çalışıyor. On milyonlarca Müslüman, musalli olmaktan çıkmış, musallâ Müslümanı olmuş. İslam toplumunda, islamî kriterlere göre azgınlık olan bütün günahlar açıkça, açıkta, küstahça işlenir olmuş. Müslüman halkın çoğu, yararına ve zararına, lehine ve aleyhine olan iyi ve kötü şeyleri bilmiyor. Bilinmesi farz olan ilmihal bilgileri, doğru olarak ve yeterli miktarda halka öğretilmiyor. Böyle bir durum karşısında ilk yapılması gereken şey nedir? Hiç şüphe yok ki, büyük topyekûn bir ıslah plan, program ve projesi yapmak ve bunu uygulamaya koymaktır. Aşağıda, on dört maddeden oluşan böyle bir ISLAH PROJESİ taslağını Ümmet-i Muhammed’in ziyalılarının, sorumlularının, hal ve akd ehlinin dikkatlerine arz ediyorum.

1. Müslümanların kurtuluşu, yücelmesi, izzet bulması için mutlaka, zarurî olarak tek bir Ümmet olmaları gerekir. Bütün Müslüman halka Ümmet şuuru aşılanmalıdır. Tek bir Ümmet bünyesi içinde toplanmazsak kurtulamayacağımızı, zilletten izzete geçemeyeceğimizi, esaret altında kalacağımızı kardeşlerimize anlatmalıyız. 2. Bu tek Ümmetin başında, Resulullah efendimizin (Salat ve selam olsun ona) vârisi vekili halifesi durumunda olan; râşid, âdil, muttaqi, veli, fakih, mürşid-i kâmil, müdebbir, ehliyetli, liyakatli, sâlih, zâhid, müeyyed min indillah, afif, mustakim bir zat bulunmalı ve Müslümanlar ona biat ve itaat etmelidir. 3.Dünya çapında bir TEBLİĞ ve İRŞAD VAKFI kurulmalı bu müessese bütün Müslüman halkı uyarmak, aydınlatmak, bilgilendirmek, doğru yola çağırmak için her türlü vasıta ile çok faydalı, çok lüzumlu, çok etkili yayınlar yapmalıdır. Bu vakıf herhangi bir cemaatin, tarikatin, hizbin veya fırkanın kontrolünde ve tekelinde olmamalı, Ümmet-i Muhammed’in ve insanlığın tamamının hizmetinde olmalıdır. Vakfın hizmetleri paraya, ücrete, maaşa, şöhrete, benliğe, prestije, siyasete, hizipçiliğe, arivistliğe alet edilmemelidir. 4. Müslümanları ıslah etmek istiyorsak, elbirliği ile KUR’AN, SÜNNET, İCMÂ, CEMAAT, EHL-İ SÜNNET İslamlığı için çalışmalı; her türlü reformculuktan, dinde yenilik ve değişimden, bid’atten, sapık fırka holiganlığından, light ve ılımlı İslamcılıktan, tarihsellik dininden, sekter zihniyetten uzak durmalıyız.

5. Müslüman halkı çekip çevirecek icazetli ulema ve fukaha yetiştiren gerçek İslam medreseleri açılmalıdır. 6. Dinin zâhirine, Şeriata bağlı olmak, her birinin başında fakih, âlim, ârif icazetli şeyhler bulunmak, ehliyetli bir Meclis-i Meşâyih tarafından sıkı şekilde denetlenmek şartıyla tasavvuf tekkeleri açılmalı ve buralarda olgun vasıflı hayırlı Müslümanlar yetiştirilmelidir. 7. Kaliteli ve iyi insanlar, yine kaliteli ve iyi Müslümanlar yetiştirecek mükemmel İSLAM MEKTEPLERİ açılmalıdır. Bu mekteplerin biri veya birkaçı İngiltere’deki Eton Kolejinden üstün olmalı, bunların birkaçı dünyanın en iyi yirmi lisesi listesinde yer almalıdır. 8. Vaktiyle Osmanlı imparatorluğunda olduğu gibi; iş ticaret çalışma iktisat finans dünya işlerini tanzim ve kontrol edecek bir FÜTÜVVET TEŞKİLATI, ahîlik tarikatı kurulmalıdır. 9. Türkiye Müslümanları birleşip, dünyanın en güçlü gazetelerine, tv istasyonlarına, dergilerine, yayınevlerine, dağıtım şirketlerine sahip olmalıdır. Bunlar İslam ve Ümmet adına yapılmalı, alt kimliklere hizmet etmemelidir. 10. Dinimizin temel değerlerinden biri de emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmaktır. Bu farzı eda edecek, bu hizmeti yapacak bir teşkilat kurulmalı, İslamın hükümlerine ve günün şartlarına uygun etkili faaliyette bulunmalıdır. 11. Tarihî ârızalar, kazalar, kopukluklar yüzünden yüksek İslam kültür ve medeniyeti darbelenmiş, yığınlar maalesef bedevîleşmiştir. Bunun çaresi bulunmalı ve

Müslümanlar ilim, irfan, kültür, sanat, görgü bakımından yükseltilmelidir. 12. İslam ülkelerinin birlik, federasyon, konfederasyon mu olur, hangi şekilde olacaksa; en kısa zamanda mutlaka iktisadî, kültürel, para konularında birleşmeleri, bir ülkeden öbürüne vizesiz, bilahare pasaportsuz geçiş olması için çalışmak ve propaganda yapmak gerekir. 13. İslam ülkelerinin temizlik, şeffaflık, ahlak notlarının yükselmesi için çalışılmalıdır. 14. Türkiye için söylüyorum: İslam aleminden ve dünyanın her yerinden en vasıflı beyinlerin ülkemize çekilmesi ve dinimize, ülkemize, halkımıza hizmet ettirilmesi için çareler bulunmalıdır. Osmanlıların devşirme sistemi gibi. ** Topyekûn ıslah projesini hazırlayacak ehil bir heyet kurulmalıdır. Bu heyete kesinlikle toplanma ve telif ücreti ödenmemelidir. Ehl-i Sünnet ve Cemaat dairesinden dışarıya çıkılmamalıdır. Bu heyetin içinde lüks ve israflı bir hayat süren, bildiklerini hayatlarına uygulamayan iki yüzlü kimseler bulunmamalıdır. Bendeniz bir “Müslüman yazar” olarak ortaya böyle bir ön teklif atıyorum. Bunu hayata geçirmek, bazısı milyarlarca dolarlık bütçelere sahip islamî sivil toplum kuruluşlarının başındaki muhterem zevatın vazifesidir. Şu hususu da belirteyim ki, Türkiye Müslümanları böyle bir ıslah projesini hayata geçirecek maddî imkanlara sahiptir. Hem de fazlasıyla. Niçin yapmıyorlar? Bunu fakire değil, yapmayanlara sormak gerekir.


dört

Sebîlürreşad’ın Hikâyesi MUHARREM COŞKUN muharice@gmail.com

Zilkâde 1437

‘İdam sehpasından.. Yeniden dirilişe..’

SEBÎLÜRREŞAD 14/27 Ağustos 1908’de Eşref Edib Fergan’ın sahipliğinde Mehmet Akif ’in başyazarlığında yayın hayatına başlayan Sırat-ı Müstakîm/Sebilürreşad, 5 Mart 1925 yılında 17 yaşında iken idam edilmişti.. Milli Mücadele’de cephelerde dağıtılan gazete, zafer sonrası yolların ayrılması ile birlikte sakıncalı sayılıyordu...

“Allah’ın inayet ve tevfikine güve-

108 Yıl Sonra Yeniden... Ve bugün... Evet bugün de Sırat-ı müstakim/Sebilürreşad’ın ilk kez yayın hayatına başlamasından (14/27 Ağustos 1908) tam 108 yıl sonra yeniden karşınızdayız... Eşref Edib Fergan ve Mehmed Akif Bey’lerin ömrünü verdikleri, yaşatmak için büyük bedeller ödedikleri Sebilürreşad 108 yıl sonra yeniden sizlerle buluşuyor.. Keşke Eşref Edib’lerin, Mehmed Akif’lerin, Babanzade Ahmed Naimlerin, Said Halim Paşaların, İskilipli Atıf’ların, Tahir’ül Mevlevilerin.. Ve daha onlara otorite ismin yazdığı Sebilürreşad kalitesini yakalayabilsek.. Ne yıllardı o yıllar.. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği, Balkan Harbi, Birinci Cihan Savaşı, Çanakkale, Milli Mücadele, Cumhuriyetin ilanı, devrimler, yasaklar, idamlar, ve demokrasiye geçiş.. En çalkantılı dönemin tanığı idi Sebilürreşad.. Tüm bu amansızlıklara rağmen ilkelerinden taviz vermemiş, ‘İslam ümmetinin sesi’ olmaya, en

Eşref Edip

İlk sayısı adeta yağmalandı

Sırat-ı Müstakim’in logosu

nerek bugünden itibaren Sebilürreşad’ı yeniden neşre başlıyoruz. Bu bir ba’s(ü) ba’del mevttir. Milletin manevi varlığını hançerleyenler, artık Sebilürreşad’ı bir daha dirilemez demişlerdi. Allah’ın inayetiyle dirildi işte..” (Sebilürreşad, S.101, Mayıs 1948) Evet böyle yazıyordu Sebilürreşad’ın Sahibi ve Mesul Müdürü Eşref Edib Fergan 68 yıl evvel.. Zira Fergan ve Mehmed Akif Ersoy’un 14/27 Ağustos 1908’de büyük hayallerle kurdukları Sırat-ı müstakim/Sebilürreşad henüz 17 yaşında iken Mart 1925’te Takrir-i Sükun Kanunu ile kapatılmış, aşağıda da anlatacağımız gibi Eşref Edib Bey ‘Vatana ihanet’ suçlamasıyla İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanmıştı. Demokrasinin yeşermeye başladığı 1948’de ise Sebilürreşad yeniden çıkarken Fergan, işte yukarıdaki satırlarla selamlamıştı okuyucularını.. ‘Öldükten sonra yeniden diriliyoruz..’

efkarına hizmetkar değildir. O, yalnız bir Müslüman hükümetinden başka bir şey olmayan hükümet-i Osmaniyye’nin menafi’-i meşruasını müdafaa eder. (183. Sayı- c.8, No: 183- 8 Mart 1912) Gazetenin yazı kuruluna göre basın; Müslüman toplumunun aynı anda vicdanı, öğretmeni, sözcüsü ve avukatı olmak zorundaydı. Her gün Batı övgüsüyle çıkan gazeteler ise Sebilürreşad’ın eleştirisine hedef oluyordu

ri şu şekilde belirtilmişti: ‘Müessesleri: Ebülulâ Zeynelâbidin- H. Eşref Edib’, ‘Mahal-i İdaresi: Bâbıâlî Caddesinde dâire-i mahsûsadır’. Abone şartları: ‘Dersaâdet’te (seneliği) 65, (altı aylığı) 35; Vilâyâtta (seneliği) 90, (altı aylığı) 50; Memâlik-i Ecnebiyede, (seneliği) 100, (altı aylığı) 55 kuruştur.’ Bab-ı ali Caddesi’ndeki idarehanesinde hazırlanan gazetenin ilk baskıları ise Matbaa-ı Amire’de yapılacaktı. İlk sayısının başlığı

zor dönemde millete ümit vermeye çalışmıştı.. Dilerseniz bu ilk sayımızda sizleri 108 yıl öncesine götürelim ve henüz Osmanlı tarih sahnesinden çekilmeden, Abdülhamid Han tahtta iken, Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşad nasıl yola çıktı, hangi badireleri atlattı birlikte bir yolculuk yapalım.. II. Meşrutiyet’in ilanıyla (1908) birlikte, yarım gazete boyutunda haftalık çıkan en önemli gazetelerden biri de ‘Sırat-ı Müstakim’di. Ebul Ula ‘(Mardini) (1881-1957) ile Eşref Edib Fergan (1883-1971) öncülüğünde çıkarılan gazete, ‘İttihad-ı İslam’ düşüncesi ekseninde yayın yapacaktı. Sırat-ı Müstakim, II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra (10 Temmuz 1324/23 Temmuz 1908) 14 Ağustos 1324/27 Ağustos 1908 Perşembe günü itibariyle İstanbul’da yayın hayatına başlamıştı. Gazetenin, Sahibi ve Mes’ul Müdürü Eşref Edib Fergan, Sermuharriri (Başyazarı) Mehmed Akif Ersoy’du. Sırat-ı Müstakim’in kimlik bilgile-

altında, ‘Din, Felsefe, Edebiyat, Hukuk ve Ulumdan bahis Haftalık gazetedir.’ yazarken, ikinci sayısında ‘Gazetedir’ ifadesi kaldırılarak, yerine; ‘Risaledir’ denilmişti. 50. Sayıdan (19 Ağustos 1909) tarihinden itibaren logo altı yazı değiştirilerek, ilk defa ‘Siyasi’ olduğundan bahsedilmişti.

Gayesi; ‘Müslümanların Sesi Olmak’ Eşref Edib Fergan, Sırat-ı Müstakim yoluna Sebilürreşad olarak devam edeceği 1912 yılının Mart ayında da şu ifadeleri yazacaktı: “Geçenlerde taşradaki kariın-ı kiramımıza (Aziz okuyucularımıza) beyannamede demiştik ki; ‘Sıratimüstakim’in neşrinden yegane maksad müslümanların intibahına, Müslümanların tealisine hizmettir. Onun için bu hususta, elden gelen fedakarlığın dirığ olunmayacağı tabiidir. Şu hakikatı bütün Müslümanların bilmesi lazımdır ki; risalemiz hiç bir fırkanın amaline, hiç bir cemiyetin

Gazete ilk sayıda büyük ilgi görmüştü; Gazetenin Sahibi Eşref Edib ilk günü şöyle anlatacaktı; “İlk nüsha çıkınca, Müvezzilerin, ‘Sırat-ı Müstakim, Sırat-ı Müstakim’ avazaleri ortalığı kapladı. 24 saat sürmedi on binlerce nüshası yağma oldu. Tekrar bastık, yine bitti. Arkasından ikinci nüsha yetişti. Memleketin her tarafından telgraflar yağmaya başladı. Matbaalar gece gündüz çalıştığı halde yetiştiremez oldular. Az zamanda, İşkodra’dan Bağdat’a ve Yemen’e kadar bütün memleket Sırat-ı Müstakim’le doldu ve bütün İslam Dünyasına taşmaya başladı” 31 Mart 1909 Vakası (13 Nisan 1909) sırasında çıkan isyanda, asilerin hedefindeki adreslerden biri de çiçeği burnundaki Sırat-ı Müstakim olmuştu. Gazete ilk darbeyi bu olayda yiyecek, dizilen yazıları isyancılar tarafından etrafa savrulacaktı. Sırat-ı Müstakim bu olaydan dolayı 25 gün çıkamayacaktı. Sırat-ı Müstakim, 31 Mart Vak’ası’nın görünüşte dini, ama hakikatte ise siyasi bir olay olduğunu yazdı.

Sırat-ı Müstakim’e ilk yasak 31 Mart faciasını; Arnavutluk İsyanı, Trablusgarp’ı İtalyan İstilası ve Eşref Edib’in ifadesiyle ‘En büyük facia Balkan Harbi’ izleyecekti. Sırat-ı Müstakim’e ilk yasak ise Rusya’dan gelecekti. Rus Müslümanları arasında büyük ilgi gören gazete, dönemin Çarlık Rusyası tarafından sakıncalı görülerek yasaklanacaktı. Sırat-ı Müstakim Mayıs 1911 yılında ise


beş

Ağustos 2016

kaldığı Mondros Mütarekesi’nin ilk ciddi sansürle karşılaşacaktı. Yayınlanan bir makalede, ardından İttihatçılar kaçmış, ardınMehmed Akif’in şiirlerinden dan İstanbul İşgal edilmişti.. İstanörnekler verilirken, ‘İstibdad’ bul’da işgalden sonra kontrolün tamamen İngilimanzumesindeki zler’de olması “Şu korkuluk gibi hasebiyle gazete dimdik duran herif ciddi sansürlere mi Paşa!” mısrasıyla maruz kalıyordu. başlayan bölümde, İşgal Kuvvetleri “Evler yıkan bir istSansür Heyeti, ibdat paşası”nı tasgazetedeki pek vir eden kısım vardı. çok haber ve Bu mısralarla, Haremakaleyi sıkı ket Ordusu ile Örfi denetime almış, İdare Kumandanı işlerine gelmeyve Harbiye Nazırı eni çıkarıyorMahmut Şevket du. 1920 yılının Paşa’yı kastettiği başından itibarzannedilince, gazete en Sebilürreşad süresiz olarak kapaGazetesi’nin tılmıştı. Gazete ancak, işin aslı an- Kastamonu’da basılıp cephelerde idarehanesi Milli Mücadele’ye laşılınca yeniden yayın dağıtılan Sebîlürreşad katılmak için hayatına başlayabiAnadolu’ya geçmiş olanlarla, lecekti. İstanbul’daki yakınları arasınVE SEBÎLÜRREŞÂD da haberleşmenin merkezi de Sırat-ı Müstakim, yedinci cildi olmuştu. İstanbul’da Millet Meclitamamlanınca, Prof. Ebu Ula Marsi’nin özel posta ofisi gibi çalışan din gazete yönetiminden ayrılmış, gazete, halkı Milli Mücadele’ye üniversiteye dönmüştü. Bu sırada teşviki ve Balıkesir Hitabesiyle Tâhir’ül Mevlevî’nin daha önce de Ankara’nın dikkatini çekmişti. imtiyazını aldığı ancak neşrine Mustafa Kemal Sebilürreşad’ı Anbaşlamadığı bir gazete ismi vardı; kara’ya davet ediyordu. Zira MilSebilürreşad.. Sebilürreşad ismi, Mehmed li Mücadele için Sebilürreşad’ın Akif’in Tahir Bey’den ricası yayınlarına büyük ihtiyaç vardı. üzerine Eşref Edib’e hediye edilecek, böylece uzun bir yolcu- Mustafa Kemal’e göre luk da başlamış olacaktı. Sırat-ı Sebîlürreşad Müstakim gazetesi, 183. Sayısın- Mehmed Akif ve Eşref Edip’in dan itibaren yani 8 Mart 1912 tari- daha önce davet edildikleri Ankahinden sonra artık Sebilürreşad’dı. ra’ya birlikte gelişleri ise Aralık Bu yıllar Sebilürreşad için de ayı sonunda gerçekleşecekti.. Ansıkıntılı yıllardı. 4 Haziran 1914’te kara’da İstasyondaki küçük bir İttihat ve Terakki’nin gadrine odada Mehmed Akif ve Eşref uğrayacak, 299. sayısında, yine Edip’le görüşen Mustafa Kemal, Mehmed Akif’in ‘Fatih Kürsüsü’ adlı eserinde yer alan “Bu kukla herif bir büyük seciyye taşır” diye başlayan 60 mısralık eseri, hükümetin tepkisini çekecek ve gazete kapatılacaktı. Bunun üzerine gazete, ‘Sebilünnecad’ adıyla okuyucuya ulaşacaktı. Gazete, yasağın kalkmasıyla 302. sayıdan itibaren hiç açıklama yapmadan yeniden Sebilürreşad adıyla yayınını sürdürmeye devam etti. Zaman zaman kağıt verilmeyen gazete, 1916 yılında yine 20 ay müddetle kapatılacaktı. Sebilür- Sebilürreşad’dan övgüyle bahsereşad, yayınına ancak Sultan Va- decek, dahası talepte bulunacaktı. hidettin’in cülus günü yani 4 Tem- Mustafa Kemal şunları söylüyordu; muz 1918 tarihinde 361. sayısıyla “Sevr Antlaşması’nın memleket devam edebilecekti. için ne kadar feci bir idam hükmü Cepheden cepheye koşan olduğunu Sebilürreşad kadar hiçbir gazete gazete memlekete neşredemedi. Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim Manevi cephemizin kuvvetlenmes1918’de imzalamak zorunda ine, Sebilürreşad’ın büyük hizmeti

EŞREF EDİP’İN VASİYETİNDEN; “Belki bizim ömrümüz o güzel inkışaf günlerini görmeye müsait olmaz. Fakat zararı yok. Bizim vazifemiz son nefese kadar hak ve hakikat yolunda mücadelede devamdır. İnşallah bizden sonra gelenler, bu davayı yürütmekte devam ederler.” oldu. Her ikinize de bilhassa teşekkür ederim.” (Eşref Edip Milli Mücadele Yılları, sh. 92,Beyan yayınları)

Mustafa Kemal haksız da sayılmazdı. Örneğin Mehmed Akif Bey’in Kastamonu Nasrullah Camii’nde yaptığı vaazın yer aldığı Sebilürreşad gece gündüz vilayet matbaalarında basılmış, cephelerde askerlere dağıtılmıştı.

Başlıyoruz” başlıklı, ülkenin ve milletin geleceğine dair ümit dolu yazısıyla başlar. Birinci dönemde (1908-1925) kısmen destekledikleri İttihat ve Terakki hakkında yeni dönemde (1948-1966) ciddi eleştiriler gazetede yer almaya başlarken, Sultan II. Abdülhamid’e de özlem ifadeleri kendini gösterecektir.

‘Kahraman’lıktan ‘Hain’liğe doğru Milli Mücadele bitmiş, Sebilürreşad da yeniden İstanbul’a taşınmıştır. 1922’de saltanat, 1924’te de hilafet kaldırılmış, medreselere kilit vurulmuş, Tevhid-i Tedrisat kabul edilmişti. 1925 yılından itibaren ise Türkiye’de bambaşka bir rüzgar esmekteydi. 4 Mart 1925’te çıkarılan Takrir-i Sükun yasası, gazeteciler için adeta kabusa dönüşecekti. Hükümet, Takrir-i Sükun yasasının hemen ardından, 5 Mart 1925’te 5 gazete ve 3 dergi hakkında kapatma kararı verecektir. Bunlardan biri de Sebilürreşad olacaktır. Akif Mısır’a gitmek durumunda kalmış, Eşref Edib ise Vatan’a ihanet suçlamasıyla Şark İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmaktadır.

Ve yeniden SEBİLÜRREŞAD

1925’teki kapatılma ve İstiklal Mahkemeleri’ndeki yargılanmanın üzerinden uzun süre geçmiştir. Bu sürede Sebilürreşad’ın başta baş yazarı Mehmed Akif olmak üzere bazı yazarları vefat etmiş, Şemseddin Günaltay gibi bazıları da CHP iktidarında görevler almışlardır. Eşref Edib Fergan, demokrasinin yeşerdiğini hissettiği Nisan 1948 tarihinde Sebilürreşad’ı yeniden çıkarmaya karar verecektir. Sebîlürreşad 22 yıl aradan sonra, Mayıs 1948’de “Siyasî, Dinî, İlmî, Edebî, Ahlakî Haftalık Mecmua” tanımlamasıyla yeniden çıkmaya başlar. Gazetenin çıkışı, “Yeniden Diriliş” olarak adlandırılacak, ilk sayısı da İstanbul’da Şaka Matbaası’nda basılacaktır. Sebilürreşad’ın ikinci döneminin bu ilk sayısı, Eşref Edib’in “Allah’ın İnayeti İle Sebilürreşad’a

Eşref Edip Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanırken (Sağ üst köşedeki Eşref Edip’tir)

Sebîlürreşad’ın vedası ve sonrası Yıllar geçmiş, tutuklamalar, uzun ve yorucu mücadeleler, hapisler, Eşref Edib’i hem yaşlandırmış hem de bıktırmıştır artık.. İslamcı düşüncenin ilk ve en uzun soluklu yayın organı olan (58 yıl) Sebilürreşad, yayın hayatına 1966 yılında son vermek zorunda kalacaktır. Eşref Edib’in Sebilürreşad’daki son yazısı, Ağustos 1964 tarihli Sayıdaki “İslam Devletinin İlk Anayasası” başlıklı makalesi olmuştur. Sebülürreşad, Şubat 1966 tarihinde 362. Sayısıyla okuyucularına veda eder. Eşref Edib Fergan ise gazetesi kapandığında tam 84 yaşındadır.. “Belki bizim ömrümüz o güzel inkışaf günlerini görmeye müsait olmaz. Fakat zararı yok. Bizim vazifemiz son nefese kadar hak ve hakikat yolunda mücadelede devamdır. İnşallah bizden sonra gelenler, bu davayı yürütmekte devam ederler.” (Eşref Edib Fergan -1882-1971)


altı

Zilkâde 1437

Eşref Edip Bey’le bir hatıra... Mehmet Cemal Çiftçigüzeli anlatıyor

Sebîlürreşad’a emek verenler Eşref Edib Fergan - 1 Muharrem Coşkun

Darağaçları bile mücadeleden vazgeçiremedi

Gazetecilerin en zor dönemi işsiz olduğu günlerdir. Yine böyle haftalar geçiyordum. 1971 Muhtırasının gerilimi de bütün fikir emekçilerinin üzerindeydi. Sıkıyönetimde gazetecilik yapmak bir ayrıcalıktı bir düşün emekçisi için, böyle bir tecrübe de yaşamak istiyordum doğrusu. Haftalık bir dergi çıkarmaya karar verdik. Paramız pulumuz yoktu ama cehdimiz ve idealizmimiz vardı. Hayırsever bir müteşebbisimiz Bursalı Sabri Özpala, Elazizli Mehmet ve Ömer Fırat Kardeşler ekibimize moral ve imkan verdi. İstanbul Cağaloğlu Meydanındaki köşede bir yazıhane tuttuk. Başladık çalışmaya. Komşumuz ise hemen bitişiğimizdeki binada Sebîlürreşad Yazıhanesi idi. Bu yakınlığa sevindim. Ta ortaokuldan beri iyi bir Sebîlürreşad okuyucusuydum. Çünkü Kilis’te talebesi olduğum Hafız Kamil Kıdeyş bu dergiye aboneydi(1957). Gözleri görmediği için her gelen yeni sayısı bana ve arkadaşlarımıza okuturdu. Satır satır Sebîlürreşad’ı okurduk. Kamil Hoca bazı yerleri tekrar ettirirdi. Biz de defalarca okurduk. Lise için İstanbul’a geldiğimde Sebîlürreşad Yazıhanesi’nin de yerini öğrenmiştim. Eşref Edib Fergan rahmetli, bizim bir dergi için ofis kiraladığımızı duyunca gelip gidiyordu. Yayınlanmak üzere TCK’nun 163. Maddesiyle alakalı bir çalışmaya başlamıştım. Bu madde inananların üzerinde Demoklesin Kılıcı gibi duruyordu. Hergün neredeyse tutuklanmalar oluyordu. Çalışmamı sürdürdüm. Bu sırada Eşref Edip Bey’in ‘Kara Kitap’ı yayımlanmıştı. Kara Kitap’dan da istifade ettim. Eşref Edib Bey çalışmamıza moral veriyordu. “Bir asrın çerçevelediği ömrünün son günlerinde çiçeği burnunda gençler kadar dinçti. 88 merdiveni, elindeki bastonu ile çıkar, daha teri soğumadan yeni getirdiği dokümanları masaya yayar “Bu çalışmanı neticelendirmelisin” derdi. Rahmetle anıyorum merhum Üstad Eşref Edib Fergan’ı” Gerçekten 20 bin basılan YÜZALTMIŞÜÇ isimli 350 sahifelik(Yunus Emre Yayınevi/Fatih Yayınevi Matbaası 1974 İstanbul) bu eserimi hazırlarken hem Sebîlürreşad koleksiyonlarından istifade etmiş ve hem de Eşref Edib Bey’den moral ve katkı görmüştüm. “Teşekkür ve minnet borcu” olarak da yukarıdaki paragrafı kitabımın ilk sahifesine almıştım. Mekanı cennet olsun. Daha sonra hep önceki görüşmelerimle teselli olacaktım.. Ancak kendisi vefat ettiğinden bu çalışmam ne tefrika edilmiş ve ne de kitap olarak yayınlanmıştı. Nurlar içinde (1882 Yunanistan Serez-15 Aralık 1971 İstanbul) de yatsın. (Fotoğraf: Mehmet Cemal Çiftçigüzeli)

Tevkif edildi.. Şark İstiklal Mahkemesi’ne gönderdiler.. Olağanüstü rejim mahkemesi.. Hakim; ‘Seni bırakırım, ama bir şartla; dergini kapatacaksın, yok artık Sebilürreşad’ demiş.. Böyle yakayı kurtarabildi.. Fakat Eşref Edib hiç bir zaman fikriyatından vazgeçmedi.. Cesur adamdı..”

ve kadim dostu Mehmed Akif Bey, İttihat ve Terakki’yi koşulsuz desteklememiş, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında İttihat Terakki’nin yanlışlarına ciddi eleştiriler yöneltmişlerdi. Bu durum zaman zaman gazetelerinin kapatılmasına kadar varıyordu. Milli Mücadeleye koşulsuz destek veren Eşref Edib Fergan, Sebilürreşad’ı Ankara, Kastamonu ve Kayseri’de yayımlamak zorunda kaldı.. Gazetenin pek çok sayısı cephelerde askerlere dağıtılıyordu.

Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesini, Sultan Abdülhamid’in hal’ini (1909), 31 Mart Vakası’nı, Birinci Cihan Harbi, Çanakkale, Milli Mücadele ve Cumhuriyetin ilanına tanıklık eden Sırat-ı Müstakim/ Sebilürreşad gazetesi ve yazarları hiç kuşkusuz hafızalarda silinmez izler bırakacaktı. Ağustos 1908’de Mehmed Akif Bey’in baş yazarlığında Sırat-ı Müstakim/ Sebilürreşad’ı çıkaran Eşref Edib Fergan ise, aslında bizin dünyamızda yeterince kadri bilinmiş, anlaşılabilmiş ve anlatılabilmiş bir isim değildir (maalesef). Eşref Edib Fergan, 1882 yılında İslam Ağa ve Nefise Hanımdan, Türkistanlı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti.. Selanik’e bağlı Serez’de doğan Fergan, Sıbyan Mektebi’ni ve Rüştiye’yi burada bitirmiş, Müftü Ümaduddin Efendi’den ilimler tahsil etmişti. Kadim dostu gibi Arnavut bir ailedendi.. ‘Biz vaktiyle Türkistan’dan Fergana Vadisi’nden geldiğimiz için ‘Fergan’ soyadını aldım’ diyordu. ‘Hafız’ ve hukuk doktoru olan Fergan, Arapça dersler de okumuştu. Bir yıl kadar Mahkeme-i Şeriyye’de kâtip olarak çalıştıktan sonra İstanbul’a gelmiş, Mektebi Hukuk’a devam ederken Atik Ali Paşa Camii’nde Medrese derslerini de takip etmişti. II. Meşrutiyetin ilanından sonra ise yayıncılığa karar vererek Mehmed Aktif Bey’le birlikte ilk sayısı 14/27 Ağustos 1908 tarihinde yayımlanan Sırat-ı Müstakim’i de İstanbul’da çıkardı. Eşref Edib Fergan

‘Hey Gidi Günler’ Dönemi Milli Mücadele (mücahede) zaferle sona erip, Cumhuriyet ilan edilince yollar da ayrılmaya başlamıştı. Takrir-i Sükûn Kanunu ile 17 yaşındaki çocuğu gibi büyüttüğü gazetesi Sebilürreşad kapatılmakla kalmamış, kendisi de tutuklanarak Şark İstiklal Mahkemeleri’nde idamla yargılanmıştı (1925). Milli Mücadele’yi adeta örgütleyerek ‘Manevi cephenin mimarı’ olan Sebilürreşad’ın kapatılması Sahibi Eşref Edib’i ve Başyazarı Mehmed Akif’i derinden yaralamıştı. Bundan sonrası, Eşref Edib ve dostu Mehmed Akif için “Hey gidi günler”in başladığı dönem olacaktır artık.. Sebilürreşad’ı kapatma hadisesinden 1 ay sonra da polis önce Eşref Edib’i tutuklamış, ardından da, Sebilürreşad’ın yönetim yerini basmıştır. İstiklal Mahkemeleri’nde, Eşref Edib’i en fazla yaralayan ve mahcup eden soru Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya’dan, nam-ı diğer Kel Ali’den gelir; “Milli Harekat sırasındaki hizmetlerinizi anlatınız..?” Bu soru karşısında oldukça mahcup olur Eşref Edib Bey.. “Vatan ve millet yolunda yapılan hizmetleri söylemek yakışıksız olmaz mı efendim” der. Mahkeme başkanı ısrar edince de; Yunanlıların Anadolu sahiline ilk asker çıkarması üzerine, Mehmed Akif’le yaptıkları Balıkesir çıkarmasını, Kastamonu’da yaptıklarını, Mehmed Akif’le verdikleri mücadeleleri, şimdi kapatılan Sebilürreşad’ın o zaman cephelerde askere nasıl dağıtıldığını, ezile büzüle anlatmak zorunda kalır.. Devam edecek


yedi

Ağustos 2016

Hurufât-ı çantasında bir

Sebîlürreşad’ın

Kastamonu Hikayesi Araştırmacı - Yazar

ŞÜKRÜ ALTUN Yazdı...

MECMUA

Sebîlürreşad, İstanbul’un işgaline merkezini Kastamonu’ya taşıyarak tepki verdi

Sitemsiz bir destanın savaşıydı. Kulluğun yükselişi vatansız olmazdı. Bayrak hangi toprağın üstünde dalgalanacaktı? Türk Milleti tek yürek olmuştu. Türkiye Büyük Millet Meclisi karar alarak Mehmet Âkif’in bir buçuk aylığına Kastamonu’ya gitmesini istedi. Milli mücadele hususunda halkı aydınlatması için gönderiliyordu. Konu ile ilgili “Matbuat İstihbarat Müdürlüğü’nün” yazısı şöyleydi: “Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine, Burdur Mebusu Mehmet Âkif Bey’in berâ-yı irşad Kastamonu havalisine izam edilmesi mücih-i fevaid görülmüş, mumaileyh müftehî-i azimet bulunmuş olduğundan kendisine me’zûniyet i’tasiyle keyfiyetin heyet-i idareye tebliği istirham olunur, efendim. 4 Teşrini evvel 1336, Matbuat ve İstihbarat Müdir-i Umûmîsi Galip Bahtiyar.” Meclisin verdiği izin sonunda Mehmet Âkif, hazırlığını yaparak Çankırı (Kengırı) Mebusu Hacı Tevfik Bey ve Binbaşı Halim Bey ile 7 Ekim 1920 günü sabah erkenden yola çıktılar. Kurşuni ufuklarda nal sesleri anne ninnisi gibi geliyordu. Kalecik İlçesi üzerinden Âkif, 12 Ekim’de arkadaşlarıyla Çankırı’ya geldi. Çankırı’da Kafkas Topçu Alayı Kumandanı Yahya Bey karşıladı. Gelen misafir çok önemli bir kişiydi. Savaş esintileri arasında bütün Çankırı’nın ileri gelenleri telaşla toplandılar. Ağızlardan tekbir sesleri arasında vatan, kurtuluş, mücadele kelamı dökülüyordu. Mehmet Âkif, Çankırı’da işgale karşı direniş ruhunun coşkusunu ve heyecanını görünce memnun oldu. 15 Ekim 1920

Cuma günü Çankırı Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti reisi Balcızade Müfti Ata Efendi, Encümen-i liva azasından Şeyhzâde Hilmi Efendi, Meclis-i İdare azalarından Hacı Şükrü Efendi, Dumluzade İsmail Efendi, Fevzizade Abdullah Efendi, Belediye Reisi Cemal Efendi ve Saraçzade Hasan Efendi’nin katıldığı Çankırı’nın en büyük camisi “Ulu Camii’nde” bir vaaz verdi. Âkif için mücadele daha yeni başlamıştı. İstiklâl Savaşı’nın en önemli duraklarından birisi de Kastamonu’ydu. Şeyhül Muharrir ve Büyük İslam Şairi tekrar yollara çıktı. Mehmet Âkif’i Çankırı halkı şehir çıkışına kadar uğurladılar. Âkif, at üzerinde Ilgaz Dağları’nı aşarak 18 Ekim 1920 günü Kastamonu’ya geldi. Âkif’in Kastamonu’ya ilk gelişiydi. Şehir girişinde şehrin ileri gelenler ve halk sevgi ile karşıladı. Âkif’in çevresinde toplanan gençler ondan istifade etmek için peşini bırakmıyorlardı. Âkif Olukbaşı semtinde bir evde kısa bir süre ikamet etti. Daha sonra Nasrullah Camisi İmamı, Hacı Ömer Fazıl Aköz’ün yakın ilgisi ile camiye yakın Hepkebirler Mahallesindeki Hafız Sadık Efendi’nin evine taşındı. KASTAMONU’DA AÇIKSÖZ GAZETESİ COŞTU… Kastamonu’da yayınlanan ve Milli Mücadele’yi destekleyen ilk yerel yayın organlarından olan Hüsnü Açıksöz’ün sahibi olduğu Açıksöz Gazetesi 21 Tişrinevvel 1336 (21 Ekim 1920) tarihli sayısında şu haberini yaptı; “Mehmet Âkif şehrimize geldi...” Halkta bir coşku olmuştu. 21 Ekim 1920 tarihli Kastamonu Açıksöz Gazetesi’nin, “Mehmet Âkif şehrimize geldi,” yazısı altında aynen şöyle yazıyordu: “Mehmet Âkif Bey Şehrimizde, Büyük İslam şairi edip-i âzam, Mehmet Âkif Bey Efendi iki gün evvel Şehrimize gelmiştir. Sebilürreşad’ın yazıları ve bir çok anar bir güzidesiyle İslamlık âleminin yegâne şairi tanınan Âkif Bey Efendi gazetemiz namına beyan hoş imdi eyleriz. Açıksöz Gaze-

tesi’nin 21 Tişrinievvel 1336 (21 Ekim 1920) günkü orijinal baskısı;

AÇIKSÖZ GAZETESİ ÂKİF’İN NASRULLAH VAAZINI DUYURUYOR… Mehmet Âkif Kastamonu’da Milli Mücadele’yi destekleyen Hüsnü Açıksöz’ün sahibi olduğu Açıksöz Gazetesi’ni ofis olarak kullanıyordu. Açıksöz Gazetesi 5 Kasım 1920 tarihli baskısında “Nasrullah kürsüsünde” manşetini atarak Âkif’in ünlü vaazını halka duyurdu. 5 Teşrinisâni 1336 Açıksöz Gazetesi’ndeki haberde aynen şöyle yazıyordu: “Nasrullah Kürsüsünde, Yarın Cuma namazından evvel Sebilürreşad baş muharriri Mehmet Âkif Bey Efendi tarafından Nasrullah Camii Şerifinde bir vaaz irad buyurulacaktır.” 5 Teşrinisâni 1336 (5 Kasım 1920) tarihli Açıksöz Gazetesi’nin orijinal baskısından;

6 Kasım günü Cuma Namazı öncesi Nasrullah Cami’si tıklım tıklım cemaat ile doldu. Âkif kürsüde adeta haykırıyordu. Ayetlerle, hadislerle halkı gözyaşlarına boğdu. İstiklâl Savaşı’nı hitabetiyle cephede yaşar gibi vaaz etti. Nasrullah Camisi’nden çıkan cemaat gözyaşlarını siliyordu. Gençleri cephede çarpışan Kastamonu’nun ihtiyarları askerlik şubesine koşmuştu. Cepheye gitmek için uzun kuyruklar oluştu. Analar cephelerden kınalı kuzularının sağ haberini meraklanırken Kastamonu’nun bir kö-

yünde hiç erkek kalmamıştı. Ersiz (erkeksiz) kalan köyün adı Ersizler olarak kaldı. Küre İlçesinde İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü yaptığım yıllarda Ersizler Köyü’ne gittim. Köyün sakinlerinden dinlediğimde şaşırmıştım. “Milli mücadele yıllarında köyümüzde hiç er kalmadı,” dediler. “Bütün erkekler cepheye gittiler. Köyümüzün adı oradan ersiz olarak kaldı,” dediler. Erkeksiz anlamında “Ersizler Köyü” olarak isimlendirilmişti. O günlerde Âkif Kastamonu’da ilçeleri dolaşarak vaazlarına devam etti. Ayrıca başyazarı olduğu Sebilürreşad Dergisi’ni de orada yayınladı. Kastamonu Anadolu’nun en çok şehit veren illerin başında geldi. Açıksöz Gazetesi’nde Sebîlürreşad Dergisi’nin Kastamonu da yayınlanacağı ile ilgili o günkü haberi;

Bütün âlemi İslam’da büyük şöhret ve itibarı olan Sebilürreşad cerideyi İslamiyenin ilk nüshası Kastamonu’muzda itisad eylemiştir. Sebîlürreşad’ın Anadolu’da yayımlanması memleketimiz için pek büyük bir şereftir. Sebîlürreşad Dergisi sanki İstiklâl Savaşı’nın resmi yayın organı gibiydi. Mehmet Âkif’in arkadaşı Eşref Edip İnebolu üzerinden vapur ile gazetenin klişelerini Kastamonu’ya getirmişti. Kastamonu’da 464. 465. 466. sayıları yayınlandı. Açıksöz Gazetesi’nin o günkü haberi aynen şöyleydi: “Sebilürreşad Ceride-i İslamiyesi,Kastamonu’muzun şerefine ilk nüshası bu Pazar günü şehrimizde neşredilecektir. Devamı sonraki sahifede


sekiz Bütün İslamlık aleyhinde pek büyük bir te’sir-i dinisi olan muhterem risalenin baş muharriri Mehmet Âkif ve müdürü Eşref Edip Beğlerin şehrimizde kaldıkları müddet-i yıllarla garp ve saliple olan mücadelelerine devam edeceklerini memnuniyetle haber aldık. Büyük ve her Müslümanca muhterem olan risalenin temâdî-i teşrif-i temennî ile tebrik eyleriz.” Açıksöz Gazetesi 22 Teşrinisâni 1336 (22 Kasım 1920) tarihli nüshasında Sebilürreşad Dergisi’nin Kastamonu’da yayınlandığını duyuruyordu;

İstanbul işgal altındaydı. Sebilürreşad ise yayın hayatındaydı. O bir gazeteden öte bir savaşçıydı. Vatanı İslamiye için gözyaşları kurumuyordu. Milli mücadelesine Kastamonu’dan devam etti. 25 Teşrinisai 1336 tarih ve 464 sayı ile yeniden bir güneş gibi doğmuştu. Kastamonu’da yayınlanan ilk baskısında bir başka şahlanmıştı. Başmuharriri Mehmet Âkif’in Nasrullah Camisi’ndeki vaazı “NASRULLAH KÜRSÜSÜNDE” manşeti ile yeniden yayınladı. Aşağıda Sebilürreşad Dergisi’nin o gün yayınlanan 464 sayısının orijinal baskısını aşağıda görmekteyiz;

Zilkâde 1437

tüfekle, zırhlı ordularla, uçaklarla yıkılmıyor, yıkılmaz… Milletler ancak aralarındaki bağlar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatini temin ermek sevdasına düştüğü zaman yıkılır. Kale içeriden alınır. Evet, dünyada bu kadar sağlam, bu kadar şaşmaz bir düstur yoktur. İslam tarihini şöyle bir gözümüzden geçirecek olursak ne kadar Müslüman devlet varsa hepsinin tefrika yüzünden, fitneler, fesatlar, nifaklar yüzünden istiklâllerine veda ettiklerini, başka milletlerin esareti altına girdiklerini görürüz. Ey cemaat-i Müslimîn! İngiliz›in asıl düşmanlığı bizedir. Çünkü biz asırlardan beri hilâfeti elimizde tutuyoruz. Asırlardan beri âlem-i İslam’ın başında olarak, Haç ehli ile çarpışıyoruz. Dünyanın bütün Müslümanları selâmetlerini, kurtuluşlarını istiklâllerini bizden bekliyorlar. Yüzlerce milyon Müslümana nispetle bizim bir avuç mesabesinde olan halkımızın ne ehemmiyeti vardır? Demeyiniz. Haçlılar boynunu uzat! Kafanı da ver! Diyorlar. Mademki teklif bu kadar ağırdır, artık bunu hiç kimse kabul edemez, ister istemez dişiyle, tırnağıyla uğraşır, çabalar, son nefesine kadar müdafaaya bakar… Ey cemaat-i Müslimîn! İşte bugün bizden istedikleri, ne filan vilayet, ne falan sancaktır, doğrudan doğruya başımızdır, boynumuzdur, hayatımızdır, devletimizdir, hilâfetimizdir, dinimizdir, imanımızdır... (Nasrullah Kürsüsünden) Bir hafta sonra yine Sebilürreşad’ın Kastamonu’da yayınlanan 465 sayısındaki manşeti şöyle çıkmıştı:

25 Teşrinisâni 1336 (25 Kasım 1920) tarihli ve 464 sayılı Sebilürreşad orijinal baskısı… 25 Kasım 1920 tarih ve 464 sayılı Sebilürreşad Dergisi’nin manşeti aynen şöyleydi: “Nasrullah Kürsüsünde, Üstadı Muhterem Mehmet Âkif Bey Efendi’nin Kastamonu’da Nasrullah Camii Şerifi’nde irad buyurdukları mevzuları hülasasıdır.” Mehmet Âkif Kur’an’dan ayetler okuyarak başladığı vaazında şu konuları vurgulamaktadır…. Ey cemaat-i Müslîmîn! Milletler topla,

Aralık 1920 tarih ve 466 Sayılı Sebilürreşad Dergisi yeni manşeti şöyle atmıştı: “Bir gün icma (toplantı) ümmet Anadolu’dadır…”

Âkif’in vaaz ettiği Nasrullah Camii Kürsüsü Sebilürreşad Dergisi’nin 13 Kanun-evvel 1336 tarih (13 Aralık 1920) ve 466 sayılı Kastamonu’da yayınlanan sayısı… SEBİLÜRREŞAD BAŞMUHARRİRİ ÂKİF ANKARA’YA GİTTİ Mehmet Âkif 24 Aralık 1920 tarihinde Kastamonu’dan ayrılmıştı. Fakat vatan sevgisinin şahlanışını ve arkasında bıraktığı dostlukları unutmamıştı. Bazı şiirlerini Açıksöz Gazetesinde yayınlamıştı. O günlerde yazdığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 25 Mart 1921 tarihinde oybirliği ile kabul edilen İstiklâl Marşı, bir ay kadar önce, ilk olarak Açıksöz gazetesinin 21 Şubat 1921 tarihli ve 125. sayısında yer aldı. Gazetenin birinci sayfasının tamamını kaplayan marşın üst başında ise şu satırlar vardı: “Şair-i muazzam ve muhterem Mehmet Âkif Beyefendi üstadımız, “İstiklâl Marşı” ünvanlı bedia-ı nefiselerinin ilk neşri şerefini gazetemize lütuf buyurdular. Her mısraında Türk ve İslâm ruhunun ulvi ve mübarek sesleri titreyen bu bedia-i sanat-ı kemâl-i mübâhât ile derceyliyoruz.” Açıksöz Gazetesi’nin 21 Şubat 1921 tarihli İstiklâl Marşı’nı yayınladığı orijinal sayfası aşağıda görülmektedir;

Mehmet ÂKİF’in torunu Selma Argon ve Sebilürreşad Dergisi’nin Çankırı temsilcisi Araştırmacı-Tarihçi Yazar Şükrü Altın’ın Çankırı hatırası… Araştırmacı-Gazeteci Yazar Fatih Bayhan Bey’in öncülüğünde Sebîlürreşad Dergisi yeniden yayın hayatına başladı. Bir daha o kara günlerin gelmemesi dileklerimizle…

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz, bu yol ki hak yoludur dönmek

Sebilürreşad Dergisi’nin 3 Kanun-evvel 1336 tarih ( 3 Aralık 1920) ve 465 sayılı Kastamonu’da yayınlanan sayısı… İslam’a Büyük Müjde, O zalim sulh muahedesi Allah’ın inayetiyle Şark tarafından yırtıldı… 13

bilmez yürürüz Mehmet Âkif


dokuz

Ağustos 2016

Hac mevsimi yaklaşırken

Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

NEÜ. İlahiyat Fakültesi Dekanı

Ka’be, hac ve değişim üzerine Kur’an-ı Kerim’e göre Kâbe’nin manevi konum ve nüfuzunu artıran özelliklerden birisi, onun, “insanlar için bir kıyam merkezi” kılınmış olmasıdır. Âyette bu durum şöyle anlatılır: “Allah; Ka’be’yi, o saygıdeğer evi, haram ayı hac kurbanını ve (bu kurbanlara takılı) gerdanlıkları insanlar(ın din ve dünyaları) için ayakta kalma (ve canlanma) sebebi kıldı. Bunlar, göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah’ın bildiğini ve Allah’ın (zaten) her şeyi hakkıyla bilmekte olduğunu bilmeniz içindir.” (el-Maide 5/97) Çünkü Kâbe, İslam’da tevhid inancının müşahhas bir göstergesidir. Kur’an’da buyrulduğuna göre, her birey ve toplumun yüzünü kendisine doğru çevirdiği bir Kıble’si vardır. “Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (el-Bakara 2/148) Bu manada Kâbe de, mü’minlerin namaz kılarken bedenleriyle birlikte benliklerini de çevirdiği bir kıbledir/yöndür. Bizim kıblemiz Aziz Kur’an’ımızda şöyle anlatılır: “(Ey Muhammed!) Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. (Ey mü’minler!) Siz de nerede olursanız olun, yüzünüzü Mescid-i Haram’a doğru çevirin ki, zalimlerin dışındaki insanların elinde (size karşı) bir koz olmasın. Zalimlerden korkmayın, benden korkun. Böylece size nimetlerimi tamam-

“Allah; Ka’be’yi, o saygıdeğer evi, haram ayı hac kurbanını ve (bu kurbanlara takılı) gerdanlıkları insanlar (ın din ve dünyaları) için ayakta kalma (ve canlanma) sebebi kıldı.”

layayım ve doğru yolu bulasınız.” (el-Bakara 2/150). Mecazi anlamda Allah’ın evi kabul edilen Kâbe, aynı zamanda dünya Müslümanlarının hayat tarzı olarak benimsediği İslam’ın, mü’min gönüllerde temsili olarak soyut ve somut manada bir rol kazandırılan kutsal mekânın adıdır. Onun kutsallığı, sadece maddi yönüyle değil, Allah’ın bir meşâiri/işareti olarak bizzat Kur’an’da değerlendirilmesiyledir. (el-Hac 22/29, 33). KÂBE VE HİDAYET İLİŞKİSİNDEN SÖZ EDER MİSİNİZ?

Diğer yandan bir güven mahalli olan Kabe, umre ve hac görevini

yerine getirenler için birçok ferdi ve sosyal faydanın yanında, yeryüzü ehli için bir bereket ve mecazi anlamda hidayet kaynağıdır. Kur’an’ın ifadesiyle, onun bereket/ bolluk ve hidâyet kaynağı oluşu, tüm insan topluluklarını içine almaktadır. “Doğrusu insanlar için ilk kurulan ev, Mekke’de, dünyalar için mübarek ve doğru yol gösteren Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân 3/96). Sözlükte ‘mübarek’ sözcüğü, artmak ve çoğalmak anlamındadır. Mekke’nin ‘mübarek’ vasfıyla anılması, manevi anlamda Kâbe’de yapılan ibadetlerin Allah katındaki karşılığının bol olmasına bir işarettir. Nitekim bu konuda Hz.

Peygamber (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mescid-i Haram’ın Mescid-i Nebevi’ye olan üstünlüğü, Mescid-i Nebevi’nin diğer mescitlere olan üstünlüğü gibidir.” (Buhari, Mesâcid, 1; Dârimî, Salah, 2.) Bilindiği gibi Kâbe, gerek câhiliye ve gerekse İslam döneminde hem dini ve hem de iktisadî merkez olma yönünü sürdürmüştür. Meseleye bu açıdan baktığımız zaman günümüzde Mekke’nin şahsında Kâbe’nin ‘bereket’ vasfını, manevi zenginliğin yanında maddi zenginlik anlamında yorumlamak da mümkündür. İster Müslüman olsun, isterse olmasın, dünyada değişik ülkelerin ürettiği mallar bir şekilde bu beldeye geliyor, hem ihracat yapan ülkeler ve hem de ziyaretçilerin alış-verişleri sayesinde belde halkı büyük kazanç sağlıyor. Bu kazançtan her iki taraf da istifade ediyor. Bir başka açıdan Kâbe, Allah’ın varlığına işaret eden ‘apaçık delillerin varlığı’ (Âl-i İmran 3/97) yanında, “bütün bir insanlık için hidayet” vesilesi oluşuyla da ayrı bir önem kazanmaktadır. (Bkz. Âl-i İmran 3/96) Arapçada gayeye ulaştıran rehber, işaret anlamına gelen hüdâ sözcüğü, Kâbe söz konusu olunca, bütün insanlar için kıble, kendi vasıtasıyla Allah’a ulaşılan mekân ve Hâlık-i Muhtar’a bir delil olma gibi özellikleri bünyesinde taşır. Kâbe’nin âlemler için hidayet kaynağı olmasında ana etken, onun emin bir sığınak teşkil etmesiyle de ilgilidir. Devam edecek

UNUTULAN KAVRAMLAR

SİLSİLE-İ MERATİP Modern dünyada “Hiyerarşi” olarak tanımlanan farklı medeniyet, kurum ve geleneklerde farklı anlamlar yüklenen bir yapıyı ifade eder.. Mürit, Halife, Şeyh, Gavs gibi bir silsile yanında, Şeyhin Şeyhinin Şeyhi üzerinden Hz. Ali ya da Hz. Ebubekir’e (RA), Oradan Hz. Muhammed’e (SAV), Hz. Muhammed üzerinden Miraç hadisesi ile ilişkilendirilerek “Sidre-i Münteha” ve “Levh-i Mahfuz”a kadar uzayan

bir bilgi ve yetki bağı ve hiyerarşisi oluşturan anlayışı ifade eder..Bu anlamda en sıkı silsile ve meratip, (Bir vesile ile birbirine bağlı olan mertebeler) İslam dışı topluluklar arasında Yahudiler’de “Beni İsrail”de görülür. Aynı gelenekten gelen Masonlar ve Tapınakçılar arasında da görülür. Hind geleneğinde negatif bir silsile anlayışı da vardır. “Tenasüh” diye adlandırılan bu silsilede ruhun tekamülü ya da tereddi-

si sözkonusudur. Bu çerçevede Kastlar oluşur. Paryalar bu kast sisteminde en alt sınıfı oluşturur.. İslam toplumları içinde en katı silsile-i meratip Şia’da görülür.. 12 imam geleneği çerçevesinde, onların masumiyeti ve nübüvvetin devam eden temsilcileri olarak Kayıp imam Mehdiye ulaşılır ve oradan kıyamete yakın Mehdi’nin yeniden zuhuru ile ilişkilendirilir.. Fetullah Gülen’cilere göre, Hz. Peygamberden son-

ra 13 alim gelecek ve 13.sü Saidi Nursi olacak. Sonuncusu ise Fetullah Gülen olacaktı.. Bu konuda Tahşiye’cilerle Gülen’ciler arasında ihtilaf vardır. Said-i Nursi’den önce ise ona manen yol gösteren Ahmed-i Hani’dir, Ahmed-i Hani’ye yol gösteren Mele-i Cezeri, ona manen yol gösteren ise Muhiddin-i Arabi’dir.. Bu silsile sonunda Hz. Ali’ye, oradan Peygamberimize, ya da Hz. Fatıma üzerinden peygamberimize ulaşır.


‫‪on‬‬

‫‪Zilkâde 1437‬‬

‫ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد‬ ‫ﻣﻦ ﻣﻨﺼﺔ اﻻٕﻋﺪام ‪ٕ ...‬اﱃ اﻟﺒﻌﺚ ﻣﻦ ﺟﺪﻳﺪ‪...‬‬

‫ﺑﻌﻮن ﷲ وﺗﻮﻓﻴﻘﻪ ﻧﺒﺪ ٔا اﻋﺘﺒﺎر ًا ﻣﻦ اﻟﻴﻮم ﺑﻨﴩ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد‪ .‬إﻧﻪ“‬ ‫ٌ‬ ‫ﺑﻌﺚ ﺑﻌﺪ اﳌﻮت‪ ،‬ﻓﺎذلﻳﻦ ﻗﺎﻣﻮا ﺑﻄﻌﻦ اﻟﻮﺟﻮد اﳌﻌﻨﻮي ﻟ ٔﻼﻣﺔ ﰷﻧﻮا ﻗﺪ‬ ‫ﻗﺎﻟﻮا‪ :‬إن ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻻ ﳝﻜﻦ ٔان ﺗُ ْﺒ َﻌ َﺚ ﻣﻦ ﺟﺪﻳ ٍﺪ‪ ،‬وﻫﺎ ﱔ ﺗُ ْﺒ َﻌ ُﺚ‬ ‫”‪...‬ﻣﻦ ﺟﺪﻳ ٍﺪ ﺑﻌﻨﺎﻳﺔ ﷲ وﺗﻮﻓﻴﻘﻪ‬ ‫)ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ص ‪ٔ 101‬ااير ‪(1948‬‬

‫‪Muharrem Coşkun‬‬ ‫ﺧﺪﻣ ًﺔ ﻛﺒﲑ ًة ﻟﺘﻘﻮﻳﺔ ﺟﳢﺘﻨﺎ اﳌﻌﻨﻮﻳﺔ‪ .‬وأﺷﻜﺮ ﰻ واﺣ ٍﺪ ﻣﻨﻜﲈ‬ ‫ﻋﲆ وﺟﻪ اﳋﺼﻮص“‪) .‬أﴍف أدﻳﺐ‪ ،‬ﺳـﻨﻮات اﻟﻨﻀﺎل‬ ‫‪).‬اﳌﲇ‪ ،‬ص ‪ ،92‬ﻣﻨﺸﻮرات ﺑﻴﺎن‬ ‫ّ​ّ‬ ‫وﰷن ﻣﺼﻄﻔﻰ ﻛﲈل ﻋﲆ ﺣﻖ ﰲ ﻫﺬا‪ ،‬ﻓﻌﺪد ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد‬ ‫اﻟﱵ ﲪﻠﺖ اﻟﻮﻋﻆ اذلي أﻟﻘﺎﻩ ﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ ﺑﻚ ﰲ ﺟﺎﻣﻊ‬ ‫ﻧﴫ ﷲ ﰲ ﻗﺴﻄﻤﻮﱐ ﻋﲆ ﺳﺒﻴﻞ اﳌﺜﺎل ﻃﺒﻌﺖ ﰲ ﻣﻄﺎﺑﻊ‬ ‫‪.‬اﻟﻮﻻايت ﻟﻴﻞ ﳖﺎر‪ ،‬ووزﻋﺖ ﻋﲆ اﻟﻌﺴﺎﻛﺮ ﰲ اﳉﳢﺎت‬ ‫‘ﻣﻦ ’اﻟﺒﻄﻮةل’ إﱃ ’اﳋﻴﺎﻧﺔ‬ ‫اﳌﲇ ﻗﺪ اﻧﳤـﻰ‪ ،‬وﻋﺎدت ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻣﻦ ﺟﺪﻳﺪ‬ ‫ﰷن اﻟﻨﻀﺎل ّ ّ‬ ‫إﱃ إﺳﻄﻨﺒﻮل‪ ،‬وأﻟﻐﻴﺖ اﻟﺴﻠﻄﻨﺔ ﻋﺎم ‪ ،1922‬واﳋﻼﻓﺔ ﻋﺎم‬ ‫‪ ،1924‬ووﺿﻌﺖ ا ٔﻻﻗﻔﺎل ﻋﲆ اﳌﺪارس ]أي اﻟﱵ ﲤﺎرس‬ ‫اﻟﺘﻌﻠﲓ ﻋﲆ اﻟﻨﻈﺎم اﻟﻘﺪﱘ‪ ،‬ﲞﻼف ا ٔﻻوﻛﻮل[‪ ،‬وﰎ إﻗﺮار‬ ‫’ﺗﻮﺣﻴﺪ اﻟﺘﺪرﻳﺴﺎت’ ]ﻗﺎﻧﻮن ﺗﻮﺣﻴﺪ اﳌﺪارس[‪ .‬وﰷﻧﺖ ﺗﺮﻛﻴﺔ‬ ‫رايح ﳐﺘﻠﻔ ٌﺔ ﲤﺎﻣ ًﺎ اﻋﺘﺒﺎر ًا ﻣﻦ ﻋﺎم ‪ .1925‬وﲢﻮل‬ ‫ﲥﺐ ﻋﻠﳱﺎ ٌ‬ ‫ُّ‬ ‫ﻗﺎﻧﻮن ﺗﻘﺮﻳﺮ اﻟﺴﻜﻮن ]ا ٔﻻﺣﲀم اﻟﻌﺮﻓﻴﺔ[ إﱃ ﰷﺑﻮس ﳐﻴﻒ‬ ‫‪.‬ﻋﲆ اﻟﺼﺤﻔﻴﲔ‬ ‫ﻓﻔﻲ أﻋﻘﺎب ﻗﺎﻧﻮن ﺗﻘﺮﻳﺮ اﻟﺴﻜﻮن ﻣﺒﺎﴍةً‪ ،‬ﺗﺘﺨﺬ اﳊﻜﻮﻣﺔ ﰲ‬ ‫‪ 5‬ﻣﺎرت ‪ 1925‬ﻗﺮار ًا ابٕﻏﻼق ﲬﺲ ٍ‬ ‫ﲱﻒ‪ ،‬وﺛﻼث ﳎﻼت‪.‬‬ ‫وﺗﻜﻮن ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد واﺣﺪة ﻣﻦ ﻫﺬﻩ اﻟﺼﺤﻒ‪ .‬وﻳﻀﻄﺮ‬ ‫ﻋﺎﻛﻒ ﻟﻠﺴﻔﺮ إﱃ ﻣﴫ‪ ،‬وﻳﺘﻌﺮض أﴍف أدﻳﺐ ﻟﻠﻤﺤﺎﳈﺔ‬ ‫أﻣﺎم ﳏﺎﰼ اﺳـﺘﻘﻼل اﻟﴩق واﳌﻄﺎﻟﺒﺔ ﲝﲂ اﻻٕﻋﺪام ﺑﳤﻤﺔ‬ ‫‪.‬اﳋﻴﺎﻧﺔ اﻟﻮﻃﻨﻴﺔ‬ ‫وﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻣﻦ ﺟﺪﻳﺪ‬ ‫ﰷﻧﺖ ﺳـﻨﻮ ٌ‬ ‫ات ﻃﻮﻳ ٌةل َّﻣﺮت ﻋﲆ إﻏﻼﻗﻬﺎ ﻋﺎم ‪ ،1925‬واﶈﺎﳈﺔ‬ ‫اﻟﱵ ﺗﻌﺮض ﻟﻬﺎ أﻣﺎم ﳏﳬﺔ الاﺳـﺘﻘﻼل‪ .‬وﰷن ﻋﺪد ﻣﻦ ﻛﺘﺎب‬ ‫اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ وﰲ ﻣﻘﺪﻣﳤﻢ ﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ ﻗﺪ واﻓﳤﻢ اﳌﻨﻴﺔ‪ ،‬وﺗﻮﱃ‬ ‫ﺑﻌﻀﻬﻢ ﻣﻨﺎﺻﺐ ﰲ ﺣﻜﻮﻣﺔ ﺣﺰب اﻟﺸﻌﺐ اﶺﻬﻮري‪ .‬واﲣﺬ‬ ‫أﴍف أدﻳﺐ ﻓﺮﻏﺎن اذلي أﺣﺲ ﺑﺪﺑﻴﺐ اﳊﻴﺎة ادلﳝﻮﻗﺮاﻃﻴﺔ‬ ‫ﻗﺮار ًا ابٕﺻﺪار ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻣﻦ ﺟﺪﻳ ٍﺪ ﰲ ﻧﻴﺴﺎن ﻋﺎم ‪.1948‬‬ ‫وﺗﻌﺎود اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ﺻﺪورﻫﺎ ﰲ أاير ﻋﺎم ‪ ،1948‬وﺗُ َﻌ ّ ِﺮ ُف ﻧﻔﺴﻬﺎ‬ ‫ﺑﺎٔﳖﺎ ’ﶍﻮﻋ ٌﺔ ﺳـﻴﺎﺳـﻴ ٌﺔ دﻳﻨﻴ ٌﺔ ﻋﻠﻤﻴ ٌﺔ أدﺑﻴ ٌﺔ أﺧﻼﻗﻴ ٌﺔ ٔاﺳـﺒﻮﻋﻴﺔ’‪.‬‬ ‫وﺳﻴﺴﻤﻲ ﺻﺪورﻫﺎ ﻣﻦ ﺟﺪﻳﺪ ابﰟ ’اﻟﺒﻌﺚ ﻣﻦ ﺟﺪﻳﺪ’‪،‬‬ ‫وﻳﻄﺒﻊ ﻋﺪدﻫﺎ اﳉﺪﻳﺪ ا ٔﻻول ﰲ ﻣﻄﺒﻌﺔ اﻟﴩق ﰲ إﺳﻄﻨﺒﻮل‪.‬‬ ‫وﻳﺼﺪر اﻟﻌﺪد ا ٔﻻول ﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﰲ ﻋﻬﺪﻩ اﻟﺜﺎﱐ‬ ‫ﺑﳫﻤﺔ اﻟﻌﺪد اﳌﻔﻌﻤﺔ اب ٔﻻﻣﻞ ﲟﺴـﺘﻘﺒﻞ ا ٔﻻﻣﺔ ﲢﺖ ﻋﻨﻮان‬ ‫‪””.‬ﺑﻌﻨﺎﻳﺔ ﷲ ﻧﺒﺪ ٔا ﰲ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻣﻦ ﺟﺪﻳﺪ‬ ‫وﰲ اﻟﻌﻬﺪ اﻟﺜﺎﱐ )‪ (1966 – 1948‬ﲢﻤﻞ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ا ٍ‬ ‫ﻧﺘﻘﺎدات‬ ‫ﺟﺎد ًة ﶺﻌﻴﺔ الاﲢﺎد واﻟﱰﰶ اﻟﱵ دﲻﳤﺎ ﺟﺰﺋﻴ ًﺎ ﰲ ﻋﻬﺪﻫﺎ‬ ‫ا ٔﻻول )‪ ،(1925 – 1908‬وﻇﻬﺮت ﻓﳱﺎ ﻋﺒﺎرات اﳊﻨﲔ‬ ‫‪.‬ﻟﻠﺴﻠﻄﺎن ﻋﺒﺪ اﶵﻴﺪ اﻟﺜﺎﱐ‬ ‫!وداﻋ ًﺎ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد‬ ‫ُ‬ ‫ُ‬ ‫والاﻋﺘﻘﺎﻻت ورﺣ ُةل اﻟﻨﻀﺎل‬ ‫اﳌﺜﻘﻼت‬ ‫ـﻨﻮن اﻟﻄﻮ ُال‬ ‫ﰷﻧﺖ اﻟﺴ ُ‬ ‫اﻟﻄﻮﻳةل اﳌﺮﻫﻘﺔ؛ ﻗﺪ ﺗﺮﻛﺖ آاثرﻫﺎ اﻟﻌﻤﻴﻘﺔ ﰲ أﴍف أدﻳﺐ‬ ‫ﺣﱴ ﺳـ ِﺌ َﻤﻬﺎ‪ ...‬واﺿﻄﺮت ﺳﺒﻴ ُﻞ اﻟﺮﺷﺎ ِد وﺳـﻴ ُةل اﻟﻨﴩ ا ٔﻻوﱃ‬ ‫اﻟﱵ ﲤﺜﻞ اﻟﻔﻜﺮ اﻻٕﺳﻼﱊ‪ ،‬واﻟﺼﺤﻴﻔ ُﺔ ا ٔﻻ ُ‬ ‫ﻃﻮل ﻧ َﻔﺴ ًﺎ )‪58‬‬ ‫ﻋﺎﻣ ًﺎ( إﱃ إﳖﺎء ﺣﻴﺎﲥﺎ ﰲ اﻟﻨﴩ ﻋﺎم ‪ .1966‬وﰷﻧﺖ اﳌﻘﺎةل‬ ‫ا ٔﻻﺧﲑة اﻟﱵ ﻛﺘﳢﺎ أﴍف أدﻳﺐ ﰲ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻋﺎم ‪1964‬‬ ‫ﱔ ﺑﻌﻨﻮان‪” :‬ادلﺳـﺘﻮر ا ٔﻻول ﻟدلوةل اﻻٕﺳﻼﻣﻴﺔ“‪ .‬وودﻋﺖ‬ ‫ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻗﺮاءﻫﺎ ﺑﻌﺪدﻫﺎ ‪ 362‬اﻟﺼﺎدر ﰲ ﺷـﺒﺎط ﻋﺎم‬ ‫‪ .1966‬وﰷن أﴍف أدﻳﺐ ﻗﺪ ﺑﻠﻎ ﻋﺎﻣﻪ اﻟﺮاﺑﻊ واﻟامثﻧﲔ ابﻟامتم‬ ‫‪ ...‬واﻟﻜﲈل‬ ‫رﲟﺎ ﻻ ﺗﺴﻌﻔﻨﺎ أﻋﲈران ﺑﺎٔن ﻧﺮى أايم الاﻧﻜﺸﺎف اﶺﻴةل“‬ ‫ﺗكل‪ .‬ﻟﻜﻦ ﻻ ﺑﺎٔس‪ ،‬ﻓﻮﻇﻴﻔﺘﻨﺎ أن ﳕﴤ ﰲ ﺳﺒﻴﻞ ﺑﻴﺎن اﳊﻖ‬ ‫واﳊﻘﻴﻘﺔ ﺣﱴ آﺧﺮ ﻧﻔﺲ ﻣﻦ أﻧﻔﺎﺳـﻨﺎ‪ ،‬وا ٔﻻﺟﻴﺎل اﻟﻘﺎدﻣﺔ ابٕذن‬ ‫‪”.‬ﷲ ﺳـﺘﺤﻤﻞ ﻫﺬﻩ ادلﻋﻮة ﻣﻦ ﺑﻌﺪان‬ ‫‪”).‬أﴍف أدﻳﺐ ﻓﺮﻏﺎن‪(1971 – 1882” ،‬‬

‫‪.‬‬

‫واﺣﺘﻼل إﻳﻄﺎﻟﻴﺔ ﻟﻄﺮاﺑﻠﺲ اﻟﻐﺮب و’اﻟﻔﺎﺟﻌﺔ اﻟﻜﱪى ﺣﺮب‬ ‫اﻟﺒﻠﻘﺎن’ ﺣﺴﺐ ﺗﻌﺒﲑ أﴍف أدﻳﺐ‪ ،‬وﻳﺎٔﰐ ﺣﻈﺮﻫﺎ ا ٔﻻول‬ ‫ﻣﻦ روﺳـﻴﺔ‪ .‬وﲢﻈﺮ روﺳـﻴﺔ اﻟﻘﻴﴫﻳﺔ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ اﻟﱵ ﻟﻘﻴﺖ‬ ‫اﻫامتﻣ ًﺎ ﻛﺒﲑ ًا ﻣﻦ اﳌﺴﻠﻤﲔ‪ .‬وﰲ أاير ﻋﺎم ‪ 1911‬ﰷﻧﺖ اﻟﴫاط‬ ‫اﳌﺴـﺘﻘﲓ ﺗﻘﻒ ﻣﻊ اﻟﺮﻗﺎﺑﺔ اﳉﺪﻳﺔ وهج ًﺎ ﻟﻮﺟﻪ‪ .‬ﻓﲀﻧﺖ إﺣﺪى‬ ‫اﳌﻘﺎﻻت اﳌﻨﺸﻮرة ﰲ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ﺗﺼﻮر ’ابﺷﺎ الاﺳﺘﺒﺪاد اذلي‬ ‫ﳞﺪم اﻟﺒﻴﻮت’ ﻣﻘﺘﺒِﺴ ًﺔ أﺑﻴﺎ ًات ﻣﻦ ﻣﻨﻈﻮﻣﺔ ’الاﺳﺘﺒﺪاد’ ﻣﻦ‬ ‫أﺷﻌﺎر ﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ‪ ،‬واﻟﱵ ﻳﻘﻮل ﻓﳱﺎ‪” :‬أﻫﺬا اﻟﺮﺟﻞ اذلي‬ ‫ﻳﻘﻒ ﺷﺎﳐ ًﺎ ﰷﻟﻔﺰاﻋﺔ ﻫﻮ اﻟﺒﺎﺷﺎ!“‪ ،‬وﺣﺴـﺒﻮا أن اﳌﻘﺼﻮد ﲠﺬﻩ‬ ‫ا ٔﻻﺑﻴﺎت ﻗﺎﺋﺪ اﻻٕدارة اﻟﻌﺮﻓﻴﺔ وﺟﻴﺶ اﳊﺮﻛﺔ وانﻇﺮ اﳊﺮﺑﻴﺔ‬ ‫ﶊﺪ ﺷﻮﻛﺖ ابﺷﺎ‪ ،‬وﻫﻜﺬا أﻏﻠﻘﺖ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ إﱃ أﺟﻞ ﻏﲑ‬ ‫‪.‬ﻣﺴﻤﻰ‪ .‬وﻟﻦ ﺗﻌﻮد اﳊﻴﺎة ﻟﻠﺼﺤﻴﻔﺔ إﻻ ﺑﻌﺪ ﺟﻼء ﺣﻘﻴﻘﺔ ا ٔﻻﻣﺮ‬ ‫!ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد‬ ‫ﻋﻨﺪ اﻛامتل اجملدل اﻟﺴﺎﺑﻊ ﻣﻦ اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ ﻳﻨﺴﺤﺐ‬ ‫ا ٔﻻﺳـﺘﺎذ ادلﻛﺘﻮر أﺑﻮ اﻟﻌﲆ ﻣﺎردﻳﲏ ﻣﻦ إدارة اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ‪،‬‬ ‫وﻳﻌﻮد إﱃ اﳉﺎﻣﻌﺔ‪ .‬وﻳﻮاﻓﻖ ذكل أن ﻳﻜﻮن ﻃﺎﻫﺮ اﳌﻮﻟﻮي ﻗﺪ‬ ‫ﺣﺼﻞ ﻋﲆ اﻣﺘﻴﺎز ﲱﻴﻔ ٍﺔ ﱂ ﻳﺒﺪ ٔا ابٕﺻﺪارﻫﺎ ﺑﻌﺪ‪ ،‬إﳖﺎ ﺳﺒﻴﻞ‬ ‫‪ ...‬اﻟﺮﺷﺎد‬ ‫ﺑﻨﺎء‬ ‫وﻳﻘﻮم ﻃﺎﻫﺮ ﺑﻚ ابٕﻫﺪاء اﰟ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ٔﻻﴍف أدﻳﺐ ً‬ ‫ﻋﲆ رﺟﺎء ﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ‪ ،‬وﺗﺒﺪ ٔا اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ رﺣ ًةل ﻃﻮﻳ ًةل اﻋﺘﺒﺎر ًا‬ ‫ﻣﻦ اﻟﻌﺪد ‪ 183‬أي ﺑﻌﺪ اترﱗ ‪ 8‬ﻣﺎرت ‪ ،1912‬وﺗﺼﺪر‬ ‫‪.‬اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ ابﰟ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد‬ ‫ﰷﻧﺖ ﻫﺬﻩ ا ٔﻻﻋﻮام ﻋﺼﻴﺒ ًﺔ ﻋﲆ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد أﻳﻀ ًﺎ‪ ،‬ﻓﺘﺘﻌﺮض‬ ‫ﻟﻐﺪر الاﲢﺎد واﻟﱰﰶ ﰲ ‪ 4‬ﺣﺰﻳﺮان ‪ ،1914‬ﺑﺴﺒﺐ ﻗﺼﻴﺪة‬ ‫ﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ اﳌﻨﺸﻮرة ﰲ اﻟﻌﺪد ‪ ،299‬واﻟﱵ ﻧﻈﻤﻬﺎ ﰲ ‪60‬‬ ‫ﺑﻴﺘ ًﺎ ﺑﻌﻨﻮان ’ﻛﺮﳼ ﻓﺎﰌ’‪ ،‬وﺗﺒﺪ ٔا ﺑﻘﻮهل‪” :‬ﻫﺬا اﻟﺮﺟﻞ ادلﻣﻴﺔ‬ ‫ﳛﻤﻞ ﲭﻴﺔ ﻋﻈﳰﺔ!“‪ ،‬ﻓﺘﺜﲑ اﳊﻜﻮﻣﺔ وﺗﻐﻠﻖ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ‪ ،‬وﺗﻌﻮد‬ ‫إﱃ ﻗﺮاﲛﺎ ابﰟ ’ﺳﺒﻴﻞ اﻟﻨﺠﺎة’‪ .‬ﰒ ﺗﻌﻮد ﻟﻠﺼﺪور ابﰟ ’ﺳﺒﻴﻞ‬ ‫اﻟﺮﺷﺎد’ ﻣﻦ ﺟﺪﻳ ٍﺪ اﻋﺘﺒﺎر ًا ﻣﻦ اﻟﻌﺪد ‪ 302‬ﲟﺠﺮد زوال اﳊﻈﺮ‬ ‫‪.‬دون ﺑﻴﺎن ﺗﻔﺴﲑ‬ ‫وﺗﻌﺮﺿﺖ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ﻟﻠﺤﻈﺮ ﻋﲆ اﻟﻮرق ﻣﻦ ﺣﲔٍ ﻻٓﺧﺮ‪ ،‬ﺣﱴ‬ ‫ﺣﻈﺮت ﻋﺎم ‪ 1916‬ﻣﺪة ‪ 20‬ﺷﻬﺮ ًا‪ ،‬وﱂ ﺗﻌﺎود ﺻﺪورﻫﺎ إﻻ‬ ‫ﺑﻌﺪ اﻋﺘﻼء اﻟﺴﻠﻄﺎن وﺣﻴﺪ ادلﻳﻦ ﻋﲆ اﻟﻌﺮش ﰲ ‪ 4‬ﲤﻮز‬ ‫‪ 1918.‬ابﻟﻌﺪد ‪361‬‬ ‫اﳌﲇ‬ ‫! اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ودورﻫﺎ ﰲ اﻟﻨﻀﺎل ِ ّ ّ‬ ‫ﰷن الاﲢﺎدﻳﻮن ﻋﻘﺐ ﻫﺪﻧﺔ ﻣﻮﻧﺪروس اﻟﱵ ُ ِﲪﻠَ ْﺖ ﻋﻠﳱﺎ‬ ‫ادلوةل اﻟﻌامثﻧﻴﺔ ﰲ ‪ 30‬ﺗﴩﻳﻦ ا ٔﻻول ﻋﺎم ‪ 1918‬ﻗﺪ ﻻذوا‬ ‫ابﻟﻔﺮار ‪ ...‬ووﻗﻌﺖ إﺳﻄﻨﺒﻮل ﲢﺖ الاﺣﺘﻼل‪ ،‬وﺗﻌﺮﺿﺖ‬ ‫اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ﻟﺮﻗﺎﺑ ٍﺔ ﺷﺪﻳﺪ ٍة ﲝﲂ وﻗﻮع إﺳﻄﻨﺒﻮل ﲢﺖ ﺣﲂ‬ ‫‪.‬اﻻٕﳒﻠﲒ‬ ‫وﰷﻧﺖ ﻫﻴﺌﺔ اﻟﺮﻗﺎﺑﺔ اﻟﺘﺎﺑﻌﺔ ﻟﻘﻮات الاﺣﺘﻼل ﺗﺮاﻗﺐ ا ٔﻻﺧﺒﺎر‬ ‫ﲝﺰ ٍم‪ ،‬وﲢﺬف ﻣﺎ ﻻ ﻳﻨﺎﺳـﳢﺎ‪ .‬واﻋﺘﺒﺎر ًا ﻣﻦ ﻣﻄﻠﻊ ﻋﺎم ‪1920‬‬ ‫ﲢﻮﻟﺖ إدارة ﲱﻴﻔﺔ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد اﻟﱵ اﻧﺘﻘﻠﺖ إﱃ ا ٔﻻانﺿﻮل‬ ‫ﻟﻼﻧﻀﲈم إﱃ اﻟﻨﻀﺎل اﻟﺸﻌﱯ ﻣﻊ اﳌﻘﺮﺑﲔ ﻟﻬﺎ ﰲ إﺳﻄﻨﺒﻮل إﱃ‬ ‫ﻣﺎ ﻳﺸـﺒﻪ ﻣﺮﻛﺰ اﺗﺼﺎﻻت‪ .‬وﺗﺜﲑ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ اﻟﱵ ﲢﻮﻟﺖ إﱃ‬ ‫ﻣﺎ ﻳﺸـﺒﻪ ﻣﻜﺘﺐ اﻟﱪﻳﺪ اﳋﺎص جملﻠﺲ اﻟﺸﻌﺐ ﰲ إﺳﻄﻨﺒﻮل‬ ‫اﳌﲇ وﺧﻄﺎب ابﻟﻜﺴﲑ‪.‬‬ ‫اﻧﺘﺒﺎﻩ أﻧﻘﺮة ﺑﺘﺤﺮﻳﻀﻬﺎ اﻟﺸﻌﺐ ﻟﻠﻨﻀﺎل ّ ّ‬ ‫وﻳﻘﻮم ﻣﺼﻄﻔﻰ ﻛﲈل ﺑﺪﻋﻮة ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد إﱃ أﻧﻘﺮة‪ ،‬ﻓﻘﺪ‬ ‫ﰷﻧﺖ اﳊﺎﺟﺔ ﻣﺎﺳ ًﺔ ﳌﻨﺸﻮرات ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻣﻦ أﺟﻞ اﻟﻨﻀﺎل‬ ‫‪].‬اﳌﲇ ]واﻟﺸﻌﱯ‬ ‫ّ​ّ‬ ‫ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻋﻨﺪ ﻣﺼﻄﻔﻰ ﻛﲈل‬ ‫ﺗﺘﺤﻘﻖ زايرة ﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ وأﴍف أدﻳﺐ ٔﻻﻧﻘﺮة ﺗﻠﺒﻴ ًﺔ ﻟدلﻋﻮة‬ ‫ﰲ ﳖﺎايت ﰷﻧﻮن ا ٔﻻول ‪ ...‬وﻳﻠﺘﻘﻲ ﲠﲈ ﻣﺼﻄﻔﻰ ﻛﲈل ﰲ ﻏﺮﻓ ٍﺔ‬ ‫‪:‬ﺻﻐﲑ ٍة‪ ،‬و ُ‬ ‫ﻳﺘﻨﺎول ﲱﻴﻔ َﺔ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ابﳌﺪح‪ ،‬ﻓﻴﻘﻮل‬ ‫ﱂ ﺗﺴـﺘﻄﻊ أﻳﺔ ﲱﻴﻔﺔ ﻧﴩ ﻣﻌﺎﻫﺪة ﺳـﻴﻔﺮ ﻋﲆ أﳖﺎ ﰲ ﺣﲂ“‬ ‫إﻋﺪا ٍم ﲾﻴﻊ ٍ ﻟﻠﺒدل ﻛﺴﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد‪ .‬ﻟﻘﺪ ﰷﻧﺖ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد‬

‫‪Çeviri: Mustafa Hamza‬‬

‫ﻧﻌﻢ ﰷن ﻫﺬا ﻣﺎ ﻛﺘﺒﻪ أﴍف أدﻳﺐ ﻓﺮﻏﺎن ﺻﺎﺣﺐ ﺳﺒﻴﻞ‬ ‫اﻟﺮﺷﺎد وﻣﺪﻳﺮﻫﺎ اﳌﺴﺆول ﻗﺒﻞ ‪ 68‬ﻋﺎﻣ ًﺎ ‪ ...‬وﰷﻧﺖ اﻟﴫاط‬ ‫اﳌﺴـﺘﻘﲓ ‪ /‬ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد اﻟﱵ أﺳﺴﻬﺎ ﻓﺮﻏﺎن ﻣﻊ ﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ‬ ‫ٍ‬ ‫أرﺻﻮي ﰲ ‪ 27 / 14‬أﻏﺴﻄﺲ ﻋﺎم ‪ 1908‬ﺑﺎٓﻣﺎلٍ‬ ‫وﻃﻤﻮﺣﺎت‬ ‫ﻛﺒﲑ ًة ﻗﺪ ُٔا ْﻏ ِﻠ َﻘ ْﺖ ﰲ آذار ﻋﺎم ‪ 1925‬ﺑﻘﺎﻧﻮن ﺗﻘﺮﻳﺮ اﻟﺴﻜﻮن‬ ‫]أي ا ٔﻻﺣﲀم اﻟﻌﺮﻓﻴﺔ[ وﱔ ﻻ ﺗﺰال ﰲ ﲻﺮﻫﺎ اﻟﺴﺎﺑﻊ ﻋﴩ‪،‬‬ ‫وﺣﻮﰼ اﻟﺴـﻴﺪ أﴍف أدﻳﺐ أﻣﺎم ﳏﺎﰼ الاﺳـﺘﻘﻼل ﺑﳤﻤﺔ‬ ‫’ﺧﻴﺎﻧﺔ اﻟﻮﻃﻦ’‪ .‬وﰷﻧﺖ اﻟﺴﻄﻮر أﻋﻼﻩ ﲢﻴﺔ ﻓﺮﻏﺎن ﻟﻘﺮاﺋﻪ‬ ‫ﺣﲔ ﻇﻬﺮت ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﰲ ﻋﺎﱂ اﻟﻨﴩ ﻣﻦ ﺟﺪﻳ ٍﺪ ﰲ ﻋﺎم‬ ‫ْﴬ ﻣﻦ ﺟﺪﻳﺪ‬ ‫‪ ،1948‬اﻟﻌﺎم اذلي ﺑﺪأت ﻓﻴﻪ ادلﳝﻘﺮاﻃﻴﺔ َﲣ َ ُّ‬ ‫‪” ......”.‬وﻫﺎ ﳓﻦ ﻧ ُ ْﺒ َﻌ ُﺚ ﺑﻌﺪ اﳌﻮت ﻣﻦ ﺟﺪﻳﺪ‬ ‫‪”).‬أﺷﺮف أدﻳﺐ ﻓﺮﻏﺎن‪(1971 – 1882” ،‬‬

‫وﺻﺪرت ﻃﺒﻌﳤﺎ ا ٔﻻوﱃ ﻣﻦ ﻣﻄﺒﻌﺔ اﻟﻌﺎﻣﺮة‪ .‬وﺑﻴامن ﰷﻧﺖ ﻋﺒﺎرة‬ ‫)ﲱﻴﻔﺔ ٔاﺳـﺒﻮﻋﻴﺔ ﺗﺒﺤﺚ ﰲ ادلﻳﻦ واﻟﻔﻠﺴﻔﺔ وا ٔﻻدﺑﻴﺎت‬ ‫واﳊﻘﻮق واﻟﻌﻠﻮم( ﺗﺎٔﺧﺬ ﻣﲀﳖﺎ ﲢﺖ ﻋﻨﻮان اﻟﻌﺪد ا ٔﻻول؛ ﰎ‬ ‫ﰲ اﻟﻌﺪد اﻟﺜﺎﱐ ٕازاةل ﳇﻤﺔ ’ﲱﻴﻔﺔ’ ﻟﻴﺤﻞ ﳏﻠﻬﺎ ﳇﻤﺔ ’رﺳﺎةل’‪.‬‬ ‫واﻋﺘﺒﺎر ًا ﻣﻦ اﻟﻌﺪد اﶆﺴﲔ ﺑﺘﺎرﱗ )‪ 19‬أﻏﺴﻄﺲ ‪ (1909‬ﰎ‬ ‫‪.‬ﺗﻐﻴﲑ ﺷﻌﺎرﻫﺎ وذﻛﺮت ﺑﺎٔﳖﺎ ’ﺳـﻴﺎﺳـﻴﺔ’ ﻟﻠﻤﺮة ا ٔﻻوﱃ‬ ‫ﻏﺎﻳﳤﺎ‬ ‫‪.‬أن ﺗﻜﻮن ﺻﻮت اﳌﺴﻠﻤﲔ ‪:‬‬ ‫ﰒ ﰷن ]ﻣﻦ ﻗﺪر[ أﴍف أدﻳﺐ ﻓﺮﻏﺎن أن ﻳﻜﺘﺐ ﰲ ﺷﻬﺮ‬ ‫آذار ﻋﺎم ‪ 1912‬أن اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ ﺳﺘﺘﺎﺑﻊ ﻃﺮﻳﻘﻬﺎ ﻛﺴﺒﻴﻞ‬ ‫‪:‬اﻟﺮﺷﺎد‬ ‫ﻛﻨﺎ ﻗﺪ ﻗﻠﻨﺎ ﰲ ﺑﻴﺎﻧﻨﺎ اﻟﺴﺎﺑﻖ ﻟﻘﺮاﺋﻨﺎ اﻟﻜﺮام ﰲ ا ٔﻻﻃﺮاف؛“‬ ‫أن اﳌﻘﺼﺪ اﻟﻔﺮﻳﺪ ﻣﻦ ﻧﴩ اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ ﻫﻮ ﺧﺪﻣﺔ ﻳﻘﻈﺔ‬ ‫اﳌﺴﻠﻤﲔ ورﻓﻌﺔ اﳌﺴﻠﻤﲔ‪ .‬ذلكل ﰷن ﻃﺒﻴﻌ ّﻴ ًﺎ أﻧﻨﺎ ﻟﻦ ﻧﺪّ ﺧﺮ‬ ‫وﺳﻌ ًﺎ ﰲ ﺗﻘﺪﱘ أﻳﺔ ﺗﻀﺤﻴﺎت ﳑﻜﻨﺔ ﲠﺬا اﳋﺼﻮص‪ .‬ﻻ ﺑﺪ‬ ‫ﶺﻴﻊ اﳌﺴﻠﻤﲔ أن ﻳﻌﺮﻓﻮا ﻫﺬﻩ اﳊﻘﻴﻘﺔ‪ :‬إن رﺳﺎﻟﺘﻨﺎ ﻟﻴﺴﺖ‬ ‫اتﺑﻌﺔ ﻟﻌﻤﻞ أﻳﺔ ﻓﺮﻗﺔ وﻻ ٔﻻﻓﲀر أﻳﺔ ﲨﻌﻴﺔ‪ .‬ﺑﻞ ﺗﺪاﻓﻊ ﻋﻦ‬ ‫اﳌﻨﺎﻓﻊ اﳌﴩوﻋﺔ ﻟﻠﺤﻜﻮﻣﺔ اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﻟﱵ ﻟﻴﺴﺖ ﺳﻮى ﺣﻜﻮﻣﺔ‬ ‫‪).‬إﺳﻼﻣﻴﺔ‪) .‬ﻋﺪد ‪ - 183‬ج ‪ ،8‬رﰴ‪ 183-8 :‬ﻣﺎرت ‪1912‬‬ ‫ﻓﺎﻟﺼﺤﺎﻓﺔ ﻣﻦ وهجﺔ ﻧﻈﺮ ﳎﻠﺲ ﲢﺮﻳﺮ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ﳚﺐ أن‬ ‫ﺗﻜﻮن ﲷﲑ اجملﳣﻊ اﻻٕﺳﻼﱊ وﻣﻌﻠﻤﺘﻪ واﻟﻨﺎﻃﻘﺔ ابﲰﻪ وﳏﺎﻣﻴﺔ‬ ‫دﻓﺎﻋﻪ‪ .‬وﰷﻧﺖ ]ابﻟﻄﺒﻊ[ ﳏ َّﻞ اﻧﺘﻘﺎ ٍد دا ٍﰂ ﻣﻦ اﻟﺼﺤﻒ اﻟﱵ‬ ‫‪.‬ﺗﻠﻬﺞ ﲟﺪﱖ اﻟﻐﺮب‬ ‫ﻧﻔﺎد ﻋﺪدﻫﺎ ا ٔﻻول ﺑﴪﻋﺔ ﻫﺎﺋةل‬ ‫انﻟﺖ اﳉﺮﻳﺪة اﻫامتﻣ ًﺎ ﻛﺒﲑ ًا ﰲ اﻟﻌﺪد ا ٔﻻول‪ ،‬وﻗﺪ ﺗﻨﺎول ﺻﺎﺣﺐ‬ ‫اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ أﴍف أدﻳﺐ اﻟﻴﻮم ا ٔﻻول ﲠﺬا اﻟﺸﲁ‪ :‬ﻣﻊ ﺻﺪور‬ ‫ُ‬ ‫ﺻﻴﺤﺎت اﳌﻮزﻋﲔ )اﻟﴫاط‬ ‫ﻓﺎق‬ ‫اﻟﻨﺴﺨﺔ ا ٔﻻوﱃ َﻃ َّﺒ َﻘ ْﺖ اﻻٓ َ‬ ‫اﳌﺴـﺘﻘﲓ‪ ،‬اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ(‪ ،‬وﻧﻔﺪت ﻋﴩات ا ٔﻻﻟﻮف ﻣﳯﺎ‬ ‫ﺧﻼل ‪ 24‬ﺳﺎﻋﺔ‪ ،‬ﻓﻘﻤﻨﺎ ﺑﻄﺒﺎﻋﳤﺎ اثﻧﻴ ًﺔ ﻟﺘﻨﻔﺪ اثﻧﻴﺔ‪ ،‬ﰒ ﺗﺒﻌﳤﺎ‬ ‫ﻃﺒﻌﺔ أﺧﺮى‪ ،‬واﳖﻤﺮت اﻟﱪﻗﻴﺎت ﻣﻦ ﰷﻓﺔ أﳓﺎء اﻟﻮﻃﻦ‪ ،‬وﱂ‬ ‫ﺗﺴـﺘﻄﻊ اﳌﻄﺎﺑﻊ اﻻٕﻳﻔﺎء ابﳊﺎﺟﺔ رﰬ ﲻﻠﻬﺎ اﳌﺘﻮاﺻﻞ ﻟﻴ ًﻼ وﳖﺎر ًا‪،‬‬ ‫ووﺻﻠﺖ اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ إﱃ ﰷﻓﺔ أﳓﺎء اﻟﻌﺎﱂ اﻻٕﺳﻼﱊ‬ ‫ﺧﻼل ﻓﱰ ٍة زﻣﻨﻴ ٍﺔ ﻗﺼﲑ ٍة‪ ،‬واﻣﺘﻼٔت ﰷﻓﺔ اﳌﺪن ﰲ اﻟﻮﻃﻦ ﻣﻦ‬ ‫‪”.‬إﺷﻜﻮدرة إﱃ ﺑﻐﺪاد واﻟﳰﻦ ابﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ‬ ‫ﰷﻧﺖ اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ اﻟﱵ ﺗﺒﺪي زﻫﺮاﲥﺎ ا ٔﻻوﱃ إﺣﺪى‬ ‫ا ٔﻻﻫﺪاف اﻟﺮﺋﻴﺴـﻴﺔ ﻟﻠﻤﳣﺮدﻳﻦ ﺧﻼل واﻗﻌﺔ اﻟﳣﺮد ﰲ ﻣﺎرت‬ ‫]آذار ابﻟﺘﺎرﱗ اﻟﻌامثﱐ[ ﻋﺎم ‪ 13) 1909‬ﻧﻴﺴﺎن ‪.(1909‬‬ ‫وﺗﺘﻠﻘﻰ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ﰲ ﻫﺬﻩ اﳊﺎدﺛﺔ ﴐﺑﳤﺎ ا ٔﻻوﱃ‪ ،‬وﺗﺘﻨﺎﺛﺮ‬ ‫ﻗﻮاﰂ اﳌﻘﺎﻻت ﰲ ﰷﻓﺔ ا ٔﻻﳓﺎء ﻋﲆ أﻳﺪي اﳌﳣﺮدﻳﻦ‪ ،‬وﺗﺘﻮﻗﻒ‬ ‫اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ ﻋﻦ اﻟﺼﺪور ‪ 25‬ﻳﻮﻣ ًﺎ‪ ،‬وﺗﻜﺘﺐ اﻟﴫاط‬ ‫اﳌﺴـﺘﻘﲓ أن ﺣﺎدﺛﺔ ‪ 31‬آذار ﺣﺎدﺛ ٌﺔ دﻳﻨﻴ ٌﺔ ﰲ ﻇﺎﻫﺮﻫﺎ‪،‬‬ ‫‪.‬ﺳـﻴﺎﺳـﻴ ٌﺔ ﰲ ﺣﻘﻴﻘﳤﺎ‬ ‫أول ﺣﻈﺮ ﻋﲆ اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ‬ ‫وﺳﺘﺘﺎﺑﻊ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ ﻓﺎﺟﻌﺔ ‪ 31‬آذار وﻋﺼﻴﺎن ا ٔﻻرانؤوط‬

‫‪...‬ﻣﻦ ﺟﺪﻳ ٍﺪ ﺑﻌﺪ ‪ 108‬أﻋﻮام‬ ‫واﻟﻴﻮم‪ ...‬ﻧﻌﻢ ﻫﺬا اﻟﻴﻮم ﳓﻦ أﻣﺎﻣﲂ اثﻧﻴ ًﺔ‪ ،‬ﺑﻌﺪ ﻣﺮور ‪108‬‬ ‫أﻋﻮا ٍم ابﻟﻀﺒﻂ ﻋﲆ الاﻧﻄﻼﻗﺔ ا ٔﻻوﱃ ﻟﻠﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ ‪/‬‬ ‫ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﰲ ﻋﺎﱂ اﻟﻨﴩ ﰲ )‪ 27 / 14‬أﻏﺴﻄﺲ ‪(1908‬‬ ‫‪ ...‬وﻫﺎ ﱔ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد اﻟﱵ أﻓﲎ ﻓﳱﺎ أﴍف أدﻳﺐ ﺑﻚ‬ ‫ٍ‬ ‫ﺗﻀﺤﻴﺎت‬ ‫وﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ ﺑﻚ ﲻﺮﳞﲈ ﻻٕﺣﻴﺎﲛﺎ‪ ،‬وﻗﺪﻣﻮا ﻣﻦ أﺟﻠﻬﺎ‬ ‫ﻛﺒﲑةً؛ ‪ ...‬ﻧﻌﻢ ﻫﺎ ﱔ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﺑﻌﺪ ‪ 108‬أﻋﻮا ٍم ﺗﻠﺘﻘﻲ‬ ‫‪ ...‬ﻣﻌﲂ اثﻧﻴ ًﺔ ﻣﻦ ﺟﺪﻳﺪ‬ ‫ﻟﻴﺘﻨﺎ ﻧﺴـﺘﻄﻴﻊ أن ﻧﺒﻠﻎ ﻣﺴـﺘﻮى ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد اﻟﱵ ﻛﺘﳢﺎ‬ ‫اﻟﺴﺎدة أﴍف أدﻳﺐ وﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ وأﲪﺪ ﻧﻌﲓ ابابﻧﺰادة‬ ‫وﺳﻌﻴﺪ ﺣﻠﲓ ابﺷﺎ وﻋﺎﻃﻒ اﻻٕﺳﳫﻴﺒﲇ وﻃﺎﻫﺮ اﳌﻮﻟﻮي‬ ‫‪ ....‬وﻏﲑﱒ ﻣﻦ اﻟﻌﻠﲈء أﲱﺎب ا ٔﻻﻗﻼم ا َﶈ َّﳬَﺔ‬ ‫‪...‬اي ﻟﻬﺎ ﻣﻦ أﻋﻮام ﺗكل ا ٔﻻﻋﻮام‬ ‫ﰷﻧﺖ ﻓﳱﺎ ﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﺷﺎﻫﺪ ًة ﻋﲆ ٔاﻛﱶ اﻟﻌﻬﻮد اﺿﻄﺮا ًاب‬ ‫ﺑﺪء ًا ﻣﻦ ﺣﺮوب اﻟﺒﻠﻘﺎن‪ ،‬واﻧﺴﺤﺎب ادلوةل اﻟﻌامثﻧﻴﺔ ﻣﻦ‬ ‫ﻣﴪح اﻟﺘﺎرﱗ‪ ،‬واﳊﺮب اﻟﻌﺎﳌﻴﺔ ا ٔﻻوﱃ‪ ،‬وﺣﺮب ﺟﻨﻖ‬ ‫ﻗﻠﻌﺔ‪ ،‬واﻟﻜﻔﺎح اﻟﻮﻃﲏ‪ ،‬وٕاﻋﻼن اﶺﻬﻮرﻳﺔ‪ ،‬واﻟﺜﻮرات‪،‬‬ ‫واﻻٕﻋﺪاﻣﺎت‪ ،‬واﻟﻘﻤﻊ واﳊﻈﺮ واﳌﻤﻨﻮﻋﺎت‪ ،‬والاﻧﺘﻘﺎل إﱃ‬ ‫ادلﳝﻘﺮاﻃﻴﺔ ‪ ...‬ﰻ ذكل وﺳﺒﻴﻞ اﻟﺮﺷﺎد ﻻ وﱂ ﺗﺘﻨﺎزل ﻋﻦ‬ ‫ا ٍ ّٔي ﻣﻦ ﻣﺒﺎدﲛﺎ رﰬ ﰻ ﻫﺬﻩ اﳌﻬﺎكل واخملﺎﻃﺮ‪ ،‬وﲻﻠﺖ ﻋﲆ‬ ‫أن ﺗﻜﻮن ”ﺻﻮت ا ٔﻻﻣﺔ اﻻٕﺳﻼﻣﻴﺔ“ ﲤﻨﺢ ا ٔﻻﻣﻞ ﰲ أﺻﻌﺐ‬ ‫‪ ...‬ﻓﱰاﲥﺎ‬ ‫إن ﺷﺌﱲ اﺻﻄﺤﺒﻨﺎﰼ ﺧﻼل ﻫﺬا اﻟﻌﺪد ا ٔﻻول إﱃ ﻣﺎ ﻗﺒﻞ‬ ‫‪ 108‬ﺳـﻨﻮات‪ ،‬إﱃ اﻟﻮﻗﺖ اذلي ﻣﺎ زاﻟﺖ ﻓﻴﻪ ادلوةل اﻟﻌامثﻧﻴﺔ‬ ‫ﻋﲆ ﻣﴪح اﳊﻴﺎة‪ ،‬واﻟﺴﻠﻄﺎن ﻋﺒﺪ اﶵﻴﺪ ﺧﺎن ﻻ ﻳﺰال ﻋﲆ‬ ‫ﻋﺮﺷﻪ‪ ،‬ﺣﱴ ﻧﺮى ﻛﻴﻒ ﺷﻘَّﺖ اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ ‪ /‬ﺳﺒﻴﻞ‬ ‫‪ ...‬اﻟﺮﺷﺎد ﻃﺮﻳﻘﻬﺎ‪ ،‬وﻛﻴﻒ ﺗﻐﻠﺒﺖ ﻋﲆ اﻟﻌﻘﺒﺎت‬ ‫ﰷﻧﺖ اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ واﺣﺪة ﻣﻦ أﱒ اﻟﺼﺤﻒ اﻟﱵ ﺗﺼﺪر‬ ‫ٔاﺳـﺒﻮﻋﻴ ًﺎ ﻋﲆ ﺷﲁ ﻧﺼﻒ ﲱﻴﻔ ٍﺔ ﻣﻊ إﻋﻼن اﳌﴩوﻃﻴﺔ‬ ‫اﻟﺜﺎﻧﻴﺔ )‪ .(1908‬وﰷﻧﺖ ﻫﺬﻩ اﻟﺼﺤﻴﻔﺔ اﻟﱵ ﺻﺪرت ﺑﺮايدة‬ ‫أﺑﻮ اﻟﻌﲆ )ﻣﺎردﻳﲏ( )‪ (1881-1957‬وأﴍف أدﻳﺐ ﻓﺮﻏﺎن‬ ‫)‪ (1883-1971‬ﺗﺮﻳﺪ اﻟﺴﲑ ﻋﲆ ﳏﻮر ﻓﻜﺮ ”الاﲢﺎد‬ ‫اﻻٕﺳﻼﱊ“‪ .‬ﻓﻔﻲ أﻋﻘﺎب إﻋﻼن اﳌﴩوﻃﻴﺔ اﻟﺜﺎﻧﻴﺔ )‪ 10‬ﲤﻮز‬ ‫‪ 23 / 1324‬ﲤﻮز ‪ (1908‬ﰷﻧﺖ ﲱﻴﻔﺔ اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ‬ ‫ﻗﺪ ﺑﺪأت ابﻟﻈﻬﻮر ﰲ إﺳﻄﻨﺒﻮل اﻋﺘﺒﺎر ًا ﻣﻦ ﻳﻮم اﶆﻴﺲ )‪14‬‬ ‫أﻏﺴﻄﺲ ‪ 27 / 1324‬أﻏﺴﻄﺲ ‪ .(1908‬وﻗﺎم ﺻﺎﺣﳢﺎ‬ ‫و“ﴎ ﳏﺮر“‬ ‫وﻣﺪﻳﺮﻫﺎ اﳌﺴﺆول أﴍف أدﻳﺐ ﻓﺮﻏﺎن‪ْ َ ،‬‬ ‫اﻓﺘﺘﺎﺣﻴﺎﲥﺎ ﶊﺪ ﻋﺎﻛﻒ أرﺻﻮي‪ .‬ﰷﻧﺖ ﻫﻮﻳﺔ اﻟﴫاط اﳌﺴـﺘﻘﲓ‬ ‫‪:‬ﻋﲆ اﻟﺸﲁ اﻟﺘﺎﱄ‬ ‫ﻣﺆﺳﺴﻬﺎ‬ ‫أﺑﻮ اﻟﻌﲆ زﻳﻦ اﻟﻌﺎﺑﺪﻳﻦ ‪: -‬‬ ‫‪.‬اﻟﺴـﻴﺪ أﴍف أدﻳﺐ‬ ‫‪.‬ﺟﺎدة اﻟﺒﺎب اﻟﻌﺎﱄ ادلاﺋﺮة اخملﺼﻮﺻﺔ ‪ :‬ﻣﻘﺮ إدارﲥﺎ‬ ‫ﴍوط الاﺷﱰاك‬ ‫الاﺷﱰاك اﻟﺴـﻨﻮي ﰲ دار ‪:‬‬ ‫اﻟﺴﻌﺎدة ‪ 65‬ﻗﺮﺷ ًﺎ‪) .‬ﺳـﺘﺔ أﺷﻬﺮ( ‪ 35‬ﻗﺮﺷ ًﺎ‪ .‬ﰲ اﻟﻮﻻايت‬ ‫)ﺳـﻨﻮي( ‪ 90‬ﻗﺮﺷ ًﺎ‪) .‬ﺳـﺘﺔ أﺷﻬﺮ( ‪ 50‬ﻗﺮﺷ ًﺎ‪ .‬ﰲ ا ٔﻻراﴈ‬ ‫‪.‬ا ٔﻻﺟﻨﺒﻴﺔ )ﺳـﻨﻮي( ‪ 100‬ﻗﺮﺷ ًﺎ‪) .‬ﺳـﺘﺔ أﺷﻬﺮ( ‪ 55‬ﻗﺮﺷ ًﺎ‬ ‫وﰎ إﻋﺪاد ﻋﺪدﻫﺎ ا ٔﻻول ﰲ ﻣﻘﺮ إدارﲥﺎ ﰲ ﺟﺎدة اﻟﺒﺎب اﻟﻌﺎﱄ‪،‬‬


onbir

Ağustos 2016

‘Türkiye’de İslamcılık ve Özeleştiri’ kitabının yazarı; Hamza Türkmen’le sınırları olmayan mülakat

Sebîlürreşad’ın vakti gelmişti Sebîlürreşad Mülakatları - 1

Hamza Türkmen

*14 Ağustos 1908’de Sebilürreşad’ın da doğumuna neden olan fikri ve siyasi gelişmeler hakkında neler söylersiniz? İlmiyye, kalemiyye, seyfiyye zümresinden bazı müellifler Osmanlı Devleti’nin iç çürümesini ve dış saldırıları durdurmak için çare arayan bazı çalışmalar yaptılar, lahiyalar yazdılar. Endülüs’ü kaybetme sürecimizle birlikte İslam Ümmetinin ve Müslim devletlerin zaaflarıyla ilgili durumu vahyi ölçülerle okuma konusunda en önemli çalışma İbn Haldun’un (ö.1406) Mukaddime’si idi. Müslümanların fikri, siyasi ve askeri zaaflarıyla ilgili çözümlemesi, bilindiği kadarıyla ilk defa sünnetullah/toplumsal yasalar çerçevesinde Mukaddime’de yapılmıştı. Kınalızade Ali (ö.1571), Koçi Bey (ö.1650) gibi müellifler padişahlara arz ettikleri ve daha sonradan kitaplaştırılan raporlarında görebildikleri arızaları ifade ettiler. Ama İbn Haldun’un yolunu takip ederek konuyu nesnellik temelinde sünnetullah çerçevesinde işleyen en önemli çabalar Katip Çelebi’nin (ö.1657), Naima’nın (ö.1716) ve Ahmet Cevdet Paşa’nın (ö.1895) lahiyaları oldu. Bu raporlarda zaten Osmanlı Devleti’nin kemal döneminin bittiği ama ümmetin tek temsilcisi olarak ömrünün nasıl uzatılacağı konusu işleniyordu. Osmanlı sisteminin aldığı en önemli darbe, 1833’te imzalanan Kütahya Antlaşması ile başlamıştır. İngilizler, bu antlaşmayla Osmanlıyı Mısır’dan gelen Mehmet Ali Paşa/İbrahim Paşa ordusundan ve Beykoz sırtlarında 30 bin askerle konuşlanan, Büyükdere Limanı’nda hazır bekleyen Rus donanmasından koruyup kurtarmış ve Osmanlı topraklarında da büyük ticari imtiyazlar elde etmişti. İngilizlere verilen imtiyazları güvence altına almak için de Osmanlı şer’i hukukunu bozan 1839’da Tanzimat Fermanı ilan edilmişti. *O zaman 1876 Kanun-ı Esâsi 1839 şartlarının bir devamıydı. 1876 yılında Sultan II. Abdulha-

mid tarafından yürürlüğe konan “Kanun-ı Esâsi”, Tanzimat Fermanı’yla başlayan Osmanlı düzenini siyasi ve ekonomik olarak yeni oluşan modern Avrupa idari ve ekonomik süreçlerine uydurmayı amaçlıyordu. Aslında Saray ricali de Avrupa eksenli idari bir reform arayan elitler de kendi mağlubiyet nedenlerinin nass temelli nesnel bir çözümlemesini yapabilmiş değillerdi. Batı’nın modern, idari, ekonomik, eğitimsel düzenlemesine hayranlık içindeydiler. 93’harbi nedeniyle II. Abdulhamit tarafından Kanun-ı Esasi’ye dayanan I. Meşrutiyet kaldırılmış olsa da, yüksek okullarda modernleşme ve pozitivizm zihniyeti ve yine II. Abdulhamid tarafından önü açılan Süleyman Paşa ve Mizancı Murat ile Türkçülük akımı güç kazanmıştı. Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad mecmualarında yazan Said Halim Paşa’nın işlediği gibi çözümü yeniden “İslamlaşmak”ta arayanların adımları daha yeni yeni mesafe almaya başlamıştı. Tarihi süreç içinde Osmanlı elitlerinin önemli bir kısmı taassup ve taklitçiliğe düçar olarak veya yeni oluşmakta olan Batılı paradigmaya öykünerek vahyi değerlerden ciddi bir yabancılaşmayı yaşamışlardı. Avrupa’nın Sanayi Devrimi, Aydınlanma Felsefesi ve uluslaşma süreci ile Roma İmparatorluğu’nun feodal ve Kilise merkezli yapısından büyük toplumsal kopuşa ve

sekuler yapılanmasına, pozitivist ilerlemeci çizgisine öykünen ve Osmanlı’nın geleceğini de tam da kavrayamadıkları bu ilerlemeci çizgiyle bütünleştirmek isteyen genç elitler kendilerine Genç Osmanlılar dese de, Avrupa onları Jön Türkler, Jön Araplar, Jön Kürtler olarak tanımladı. Özellikle İngiltere’nin ve Fransa’nın Pan-İslamizm dediği İttihad-ı İslam yaklaşımı Avrupalı sömürgecilerin fikri ve fiziki sömürgeci emelleri için bir barikat oluşturuyordu. Bu nedenle de Batı, içimizdeki İttihad-ı İslam çizgisine karşı hep gayr-ı Müslimlerle; ayrıca Garplılaşmak isteyen ya da Jön Türkler, Jön Araplar, Jön Kürtler olarak algıladığı öykünmeci elitlerle iş tuttu gücü oranında onların önünü açtı. 1908 yılında çıkmaya başlayan Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad’ta Osmanlı sisteminin zaafları ve toplumsal konumuyla ilgili en fazla işlenen ayetler “Kur’an’ın mahcur bırakılması” (25/30), düşkünlüğümüzün sebebi olarak “nimet”i kaybetmiş olmamız (8/53), yeniden bir “ıslah” ve diriliş için öncelikle kavmimizin/ümmetimizin “nefislerindekini değiştirmek” (13/11) ve iman edenlerin “yeniden iman” etmesi (4/134) idi. Devlet olarak da ümmet olarak da Osmanlı yapısının düştüğü fikri ve siyasi sürecimize hitap eden bu ayetler kümesi, 1884’de İslami oluşum ve hareketler için ilk dergi/ gazete olma özelliğine sahip olan Urvetu’l Vuska’da da işlenen temel

konulardı. İşte Sebilurreşad’a 1908-1923 yılları arasında temel rengini veren ve istikamet oluşturan baş yazarı yani Sermuharrir’i Mehmet Akif de düştüğümüz yerden kalkmak için Kur’an merkezli bir arayışla şiirlerinde veya isimli, isimsiz veya müstear olarak kaleme aldığı düz yazılarında fikri ve siyasi uyanışımız ve dirilişimiz için en fazla Urvetu’l Vuska’da ısrarla işlenen bu ayet kümelerine dayandı. Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad Osmanlının ve ümmet varlığının ciddi düşüşler yaşadığı dönemde İttihad-ı İslam idealiyle Müslümanların kalan gücünü birleştirip bir diriliş hamlesine adım atmak azmiyle yayın hayatına başlamıştı. Ayrıca yayın hayatına başladığı süreçte ise Âlem-i İslam’ın en makûs günleriyle karşı karşıyaydı. 1911 Trablusgarp Savaşı, 1912-1913 Balkan Harbi; 1913-14 Ermeni ayaklanmaları, 1914-1918 Birinci Dünya Harbi ve şimdiki Türkiye sınırları içinde ise 1919-1922 YunanTürk Savaşı. Bu savaş ortamında Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad hem ümmete moral oluşturmaya hem çözüm üretmeye çalıştı. Gücü ise henüz başlangıç aşamasındaydı. *Sebilürreşad diğer neşriyatlardan neden farklıydı? Avrupa sömürgeciliği karşısında zaaf ve mağlubiyetlerimizden, ayrıca iç çöküş sürecimizden kurtulmanın arayışı, Saray ricali tarafından da Avrupa’ya öykünen elitler tarafından da o dönemlerde tartışılan başat konulardandı. Yusuf Akçura’nın 1904’te Kahire’de yazdığı ve sonradan kitap olarak neşredilen “Üç Tarzı Siyaset”te çözüm süreci olarak Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük işleniyordu. Tanzimat Fermanı ile işlenen Müslim ve Gayrimüslim hep birlikte ABD ulusu gibi ulusal/national bir perspektifle vatan temelli işlenen seküler bir Osmanlı ulusu olmak hedefi; Bulgar, Yunan, Ermeni ulusal hareketleri ve özellikle çoğunluğu Müslim olan Arnavutluk ulusal hareketleri nedeniyle kadük hale gelmişti.


oniki İttihad-ı İslam çözümünü ve sembolik Hilafet söylemini ön plana çıkartan yaklaşıma ise Avrupalılar Pan-İslamizm, Yusuf Akçura da İslamcılık dedi. Urvetu’l Vuska’nın düşüşümüzle ilgili sünnetullah bütünlüğündeki çözümlemeleri Katib Çelebi’den, Naima’dan, Ahmet Cevdet’ten çok daha ilmi ve kapsamlıydı. İşte Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad da bu çerçevede okuyucusuna bir tarih ve toplum değerlendirmesi sunabilmek için genellikle nass temelli şu vurgular üzeride durdu: Nass temelli ölçüyü yani nimeti kaybeden toplumların halini Rabbimiz bozacaktı (8/53); toplumsal değişim için Rabbimizin gaybi yardımı ise kavimlerin nefislerindekini değiştirmesine bağlıydı (13/11). Bunun için de Kur’an’ı tahkik ederek kavramak gerekliydi (4/82) ve öncelikle iman edenlerin yeniden iman etmeleri gerekirdi (4/134). İman edenler zihinsel ve kimliksel arınması ve hicreti (74/45) şüheda olmakla tanıklaşmalı (4/143), zulümattan sabikunun yoluna yönelinmeliydi (35/32). İttihad-ı İslam idealini İngiliz ve Fransız emperyalizmine bütün baskı ve sürgün politikalarına rağmen Hindistan’da ve Mısır’da iken mayalandıran Cemaleddin Afgani, 1870’te Sultan Abdülaziz tarafından İstanbul’a davet edilmişti. Ancak Kur’an, Sahih Sünnet ve ıslah temelli bütünlükçü İslami görüşleri o zamanki sultayı rahatsız ettiği için Mehmet Akif’in Sebülürreşad’ta konunun arka planını yazdığı üzere Afgani büyük bir zulme, yalan ve iftiralara maruz kaldı. İstanbul basını bu nedenle ikiye bölündü ve sonunda Sultan, Cemaleddin Afgani’yi 1871’de Mısır’a geri gönderdi. Sultan II. Abdülhamid için de İttihad-ı Terakki kadroları için de Devlet-i Ali’yi kurtarmak amacıyla Müslümanların kalan gücünden yararlanmaya dönük bir İttihad-ı İslam veya İslamcılık cereyanını savunmayı, alternatif bir Türkçülük arayışı içinde imkânlı görülüyordu. Ama özellikle Balkan Savaşları’ndan sonra Osmanlı’nın anavatanı olan Bursa-Edirne-Üsküp hattı yerine Ön Asya’yı yani Avrupalıların ifadesiyle Anadolu’yu ana vatan yapıp burada modern çağın gereklerine uyarak bir Türk ulusu inşa etmenin arayışı içinde olunmuştu. Anadolu’ya sığınmayı düşünmek çaresizliğin bir sonucuydu; ama Osmanlı bakiyesi ve anadili farklı Müslüman kavimlerden yani Anasır-ı İslam’dan oluşturulacak yeni yapılanmanın ortak paydası seküler Türk ulus ideolojisine mi yoksa İslam’a mı dayanacaktı? İşte Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad Osmanlı için ya da muhtemel Osmanlı Devleti sonrası için çözüm arayışında ulusçuluğa veya Avrupa’nın diğer liberal, sosyalist, pozitivist akımlarına öykünen;

Zilkâde 1437 ya da mevcuda zaaflarını aşarak yeni içtihadi çözümler getirmeyen ya da getiremeyen saltanatçı, mezhepçi ve batini yaklaşımlara karşı Kur’an ve Sünnet temelli bir ıslahı yani köklü değişimi ve İttihad-ı İslam stratejisini çıkar yol olarak görüyordu. *Urvetu’l Vuska ile irtibatı? Afgani’nin Muhammed Abduh’la oluşturduğu bir ekiple, 1884’te tüm Alem-i İslam’a gönderilen ve Müslümanların küresel ölçekte ilk iletişim ve irtibat ağını kuran Urvetu’l Vuska dergisini çıkartmıştı. Ayrıca Afgani 1892’de Sultan II. Abdülhamid’in yakın adamı Ebu’l-Huda tarafından tekrar İstanbul’a davet edildi. Vefat ettiği 1897’ye kadar İstanbul Maçka’da

inkılâbi ıslah fikirlerinden çekinen Sultan Abdülhamid tarafından hayatının son üç yılında kaldığı konakta hapsedilmiş ve tüm ilişkileri kesilmişti. Bu program 1908 yılında İstanbul’da çıkmaya çalışan Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad’ta takip edildiği kadar; 1898’de Muhammed Abduh’un yardımıyla Muhammed Reşid Rıza tarafından Mısır’da çıkartılan el-Menar ile; 1925’te Bin Badis öncülüğünde Cezayir’de eş-Şihab ile; 1927’da Hindistan’da ki daha sonda Mevdudi editörlüğünü yaptı Tercüman-ı Kur’an ile; 1936’da İbn Âşur öncülüğünde Tunus’ta Mecelletu’z-Zeytuniyye ile hem takip edildi, hem geliştirildi. Ayrıca İhvan-ı Müslimin de, Ulema

Cemaleddin Afgani

Muhammed Abduh

Afgani ve Abduh öncülüğü veya Urvetu’l Vuska ıslah çizgisinden ve bu çizginin biyografisiyle ilgili yazılmış tüm tutarlı kitaplardan çıkarttığımıza göre 5 temel kaide ile ıslah program ve projesinin ana hatlarını çizmek mümkündür: 1. İlmin kaynağı ve hayat ölçümüz olarak Kur’an ve Sünnet’e yeniden dönmek, 2. Yaşanan çağdaş koşullar karşısında zorunlu olarak içtihad kapısını yeniden açmak, 3. Dini telakkilerimizi nass ile çelişen bid’at ve hürafelerden arındırmak, 4. Sömürgecilere karşı mücadele etmek ve dayanışmak, 5. İstibdatı tasfiye edip şura modeline yönelebilmek. kendisine bir konak tahsis edildi. Ve hem Osmanlı yıkılışını hem Ümmet coğrafyasının işgalini önlemek için irtibatlı olduğu farklı memleket ve şehirde bulunan Müslüman kanaat önderlerine ve alimlere Sultan adına 600’ü aşkın İttihad-ı İslam davasının gerekliliğini anlatan mektuplar yazdı ve olumlu olarak bir çoğunun geri dönüşü oldu. Ama meşhur tarih analizcisi Tonbee’nin belirttiği gibi de onun ıslah ve İttihad-ı İslam fikri saltanatı korumak, ümmetin gücünden saltanata güç katmak için değil, dağılmış ümmeti yeniden uyandırmak, güçlendirmek ve aşağıdan gelen ümmetçi bir dalga oluşturmak içindi. Tabii ki temas kurabildiği oranda bu yaklaşımıyla etkilediği gençler oluyordu. Bu etkiyi onunla aynı idealleri ve usulü paylaşan arkadaşı Muhammed Abduh’un, Ferid Vecdi’nin makalelerinin çevirilerine Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad’ta yer verilmesinden anlıyoruz. Dolayısıyla Cemaleddin Afgani’nin çevresinde oluşturduğu

Hareketi de, Cemaat-i İslami de, Nahda Hareketi de, İran’daki usuli arınma hareketi de bu dergi havzalarında mayalandı. Lakin Cumhuriyet Dönemi’nde Sebilürreşad dergi havzasında bu mayalanma olamadı; çünkü dergi irticai kalkışmanın öznesi olarak gösterildi, yazarı İskilipli Atıf asıldı, okuyucuları sürek avına uğratıldı, yöneticileri ve yazarları 1925’te bir hain gibi İstiklal Mahkemeleri’ne havale edildi; Mehmet Akif de muhtemelen İskiliplinin veya Ali Şükrü’nün başına gelen kendi başına gelmemesi için doğduğu, büyüdüğü, istiklali için mücadele ettiği bu topraklardan Mısır’a hicret etmek zorunda kaldı. Şiirinde bu durumu da ironik olarak ifade etti. “Git bana kumda oyna dediler”. Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad kadrosunun 19. Yüzyıldaki ıslah, direniş ve İttihad-ı İslam hareketinin en önemli öncüsü Cemaleddin Afgani ile olan ilişkilerini satır aralarından çıkartıyoruz. Mehmet Akif, Babanzade Ahmed Naim, Ebül’ulâ Mardin, İsmail Hakkı

gibi bu derginin velud yazarlarının İstanbul’da gençlik yıllarına rastlayan o dönemlerde Afgani ile nasıl bir irtibat içinde oldukları da tahkike muhtaçtır. *Sebilürreşad’ın yayın hikayesini fikri çizgi bakımından nerede görüyorsunuz? İttihad-ı İslam söylemi çerçevesinde Sırat-ı Mustakim’in çıkması için bu işe ilk teşebbüs edenler Daru’l Fünun’da müderris olan Ebül’ulâ Mardin ve aynı üniversitede hukuk doktorasını yapmakta olan Eşref Edib oldular. Ancak öncelikle Mehmet Akif’i baş yazarlığa ikna etmeleri gerekiyordu. Şehzadebaşı’nda Direklerarası’ndaki Hacının Çayhanesi’nde mükerreren konuştular. Akif, Hacının Çayhanesi’ni bir nevi buluşma yeri, kulüp veya ders halkası oluşturduğu bir mekân olarak kullanıyordu. 1898’te Urvetu’l Vuska’nın takipçisi olarak Muhammed Abduh’un yardımıyla Muhammad Reşid Rıza’nın Kahire’de çıkarttığı el-Menar dergisi de tevziat için muhtemelen bu çayhaneye geliyordu. Akif hem şiirlerini, hem el-Menar’dan yaptığı çevirileri yakın çevresi ile bu mekânda mütalaa ediyordu. Ve 1908’de Sırat-ı Mustakim olarak yayınlanmaya başlayan dergi, yayın hayatına 8 Mart 1912 tarihinden 1923 yılına kadar Sebilürreşad ismiyle devam etti. Sonrası İstiklal Mahkemeli, sürgünlü ve yasaklı, İslami değerlerin sürek avına maruz kaldığı yıllar. Derginin ıslah çizgisindeki editörlüğüne adeta Mehmet Akif ve Ahmed Naim ön ayak oluyordu. Yani Cezayir’den Mısır’a, Suriyeden Kazan’a, Hindistan’a uzanan ıslah, direniş ve diriliş zincirinin orta halkasını İstanbul’dan kalkarak Sebilürreşad’la oluşturmak istiyorlardı. Ama Lozan’da İngilizler’e, Fransızlar’a, İtalyanlar’a verilen taahhüdle Türkiye Cumhuriyeti üzerinde Kemalist resmi ideolojinin tahakküm kurması sonucunda yapılan kırım, sürgün ve katliamlarla maalesef bu en önemli zincir, yani Sebilürreşad misyonu susturulmuş ve kadrosu ise kırılmış oldu. *Farklı fikirlere ifade etme hakkı sunduğunu ve tartışma zeminini koruduğunu düşünüyor musunuz? Sebilürreşad tabii ki İttihad-ı İslam çizgisinde yayın yapıyordu; ama bu çizgiyi ümmeti yeniden uyandırmak ve ıslah etmek isteyen Mehmet Akif, Babanzade Ahmed Naim, Ebül’ulâ Mardin, İsmail Hakkı, Ali Haydar Efendi gibi müelliflerle; bu stratejiyi mağlubiyetlerimizi aşmak ve yeni bir Türk ulusu oluşturmada manivela olarak kullanmak isteyen Ali Suavi, Yusuf Akçura, Şemseddin Günaltay gibi müelliflerin arasında, çok fazla yazmasalar da, farklar vardı. Dini değerleri tahfif ve tezyif etmemek şartıyla düşkünlükten ve


onüç

Ağustos 2016

kuşatılmadan kurtulmak için dergi yazarları arasındaki İttihad-ı İslam çizgisindeki bu buluşma bir ittifak idi. Yazarlar arasında yaşayan bu farklar ve farklılıklar Atatürk öncülüğünde oluşturulan Türkçü resmi ideoloji bağlamında sonradan radikal şekilde belirginleşti. Ayrıca İslam’ı yorumlama formunda Abduh, Akif, Reşid Rıza, Ahmed Naim gibi tahkiki ön plana çıkartan müelliflerle; düşkünlüğümüzü oluşturan itikêdi ve mezhebi taklitçiliği aşmaktan çok İttihad-ı İslam stratejisinin siyasi boyutuyla ilgilenen din bilginleri arasında da yer yer metodolojik konularda bir uyum sorunu görülmektedir. *Sebilürreşad birşeyler söyleme iddiasında olan isimlerin öncülüğünde çıktı ama sizce söyledikleri ne kadar tesir etti? Akif’in dizelerinden hatırlayarak söyleyecek olursak harap olmuş türap olmuş medreselerimizle, “dini nezih fıkhı sağlam” alim eksikliğimizle, şarap fonksiyonu görmeye başlayan muharref tasavvufi sapmalarımızla, Kur’an’ı mezarlıklar için veya fal bakmak için okuyan savrulmuşluğumuzla, sosyal çözülmüşlüğümüz ve bidat-hurafelerimizle yaşayan bir halkı uyarmada “leş mi kesildin nedir” diyecek kadar tebliğcilerini bunaltan ümmet çapında bir düşkünlüğü yaşıyorduk. Ama Akif’in ıslah damarı insanımızı Süleymaniye kürsüsünden uyarmaya devam etmiştir. O nazm-ı celili okumaya davette bulunmuştur. Okuduğumuz Kur’an’dan aldığımız ilhamla asrın idrakine İslam’ı haykıracak yeni bir dirilişi, bu dirilişin Asım neslini yetiştirmeyi hedeflemiştir.

HASAN AKSAY (Eski Devlet Bakanı)

Hilal Dergisi

Sebilürreşad “Ümmetten bin millet/ulus yaratma” yabancılaşmasının yaşandığı bir süreçte, vahyi kavramlarımızın korunmasında ve işlenmesinde, toplumsal çözülüşümüzün sünnetullah çerçevesinde tahlili ve çıkış yolunun gösterilmesinde, İslami telakkilerimizin ıslah edilmesi ve dünya ölçeğindeki gelişmeleri takipte ümmeti yeniden uyandırma hamlesinin münevver alimleriyle fikri bir öncülük hareketiydi. Osmanlı bakiyesi halkın uyandırılmasında ise tedrici bir sürece ihtiyacı vardı. Sebilürreşad, ıslah çizgisindeki yazı ve mücadele kadrosu ile mücadeleyi mücadele içinde kazanacak bir öncülük oluşturmaya başlamıştı. Ama filiz halindeki bu çıkışın önü Lozan görüşmelerinde kesilmişti. Ümmetten bir ulus yaratılacak ve İslami bütünlüğü savunan tüm hamleler ezilecekti. İlk darbe Frenkleşmeye karşı bir risale yazdığı için İskilipli Atıf Hocamıza geldi.

Sonra asırların alfabesine, arşivlerine, İslami tedrisata, vakıflarına… Ve Akif “İstiklâl Marşı şairinin İstiklâl Mahkemelerinde yargılanma utancını Müslümanlara yaşatmamak için” kendini gönüllü olarak sürgüne mahkûm etti. Ve1925 yılında derginin tüm faaliyetleri cebren tasfiye edildi. Dağılmış ve I. Cihan Savaşı’ndan çıkmış yaralı ümmeti uyandıracak, ruhlarını ve imkanlarını tedavi edecek Âlem-i İslam’daki ıslah hareketlerinin Türkiye’deki ocağı kapatılınca, Müslümanlarda uyanış ve bilinçlenme yollarında ıslah önderlerinin rehberliğinden uzun yıllar mahrum kaldı. Urvetu’l Vuska çizgisini takip eden El-Menar, İhvan-ı Müslimin; eş-Şihab, Ulema Hareketi; Tercüman-ı Kur’an, Cemaat-i İslam hareketleri ile ümmetin uyanışına öncülük ettiler. Ama Sebilürreşad’ın Bir Asımın Nesli, bir Kur’an Nesli, Bir Diriliş Nesli olarak neşvünema oluşturamadı. Çünkü Krallardan,

MUHAMMED ALİ CLAY’I TÜRKİYE’YE DAVET

Hizmetleriyle tarihimizde önemli bir yeri olan Sebilürreşad Dergisinin çocukluğumda derin hatıraları vardır. Babam çıktığı tarihten itibaren abonesiydi. Babam onu, o babamı bırakmadı. Arada kesintiler olurdu ama çıktığı zaman aboneMuhammed Ali’yi ilk davetim O’nun Müslüman olması üzerine yapılan bir davetti. Arkası arkasına büyük başarılarla boks şampiyonu olan Muhammed Ali, nihayet dünya şampiyonu da olmuş ve Müslüman olmuştu. 20. Asrın başında Birinci Dünya Savaşıyla yenik düşen Osmanlı parçalanmış, dolayısıyla siyasi irade olarak İslam dünyasını ve haklarını temsil eden otoriteden mahrum kalınmıştı. Açık ve gizli düşmanlar, münafıklar, İslam’ın doğurduğu eşsiz potansiyeli çok iyi biliyorlardı. Bunun içinde içeriden ve dışarıdan

Sebîlürreşad

Şeyhlerden, Şahlardan, Cemahiriyye diktatörlerinden ve İngiliz valilerinden daha zalim ve yasakçı iç vesayet tarafından her şeyi ile önü kesildi. Sırat-ı Mustakim/Sebilürreşad’ın 1925’lere kadar taşıdığı evrensel ıslah çizgisindeki misyonu, daha sonra Büyük Doğu Nesli, Diriliş Nesli ve Yeniden Kur’an Nesli söylemleri ile bir özlem olarak hep yaşadı. Ve kısmen bu misyonla irtibat ağımızı 1958 yılından itibaren Hilal mecmuası’yla yakaladık. Çünkü bu dergi özellikle 1960’lı yılların ortalarında bizi Akif’in irtibatlı olduğu el-Menar, eş-Şihab, Tercüman-ı Kur’an, Mecelletü’z-Zeytuniyye havzalarıyla yeniden buluşturdu. Bu çizginin 1970’lerde öne geçen kadroları Düşünce, Aylık Dergi, Mavera, Şura, Tevhid, İslami Hareket, Hicret dergileriyle bugüne doğru kanat çırptı. Şimdi sıra yeniden Sebilürreşad’ta olmalı… Yayın hayatını ele aldığınızda İslam coğrafyasının siyasi ayrışma hikayesini nasıl bir düzlemde okuyorsunuz? Düşüşümüzle ilgili Katib Çelebi’nin, Naima’nın, Ahmed Cevdet Paşa’nın sınırlı çözümlemelerine ek olarak sünnetullah çerçevesinde en kapsamlı izahı ilk olarak Urvetu’l Vuska çizgisinin getirdiğini belirtmiştik. Ve I. Dünya Savaşı’na duçar kaldık. 1916 Sykes-Picot Antlaşması, 1917 Rus Komünist Devrimi’nden ve tüm ümmet coğrafyası işgal olunduktan sonra Churchill Başkanlığında 40 Avrupalı harita mühendisiyle yapılan 1921 Kahire Toplantısı ile revize edildi. Devamı arka sahifede

Müslümanları, maddi ve manevi ağır baskılar altına alıyorlardı. Adı kimseler tarafından, “Gerici, yobaz” gibi iftiralarla yıpratılmak, ümidini kaybettirmek isteniyordu. Bu tip saldırganlar, “İlerici; aydın” gibi sahte unvanlarla taçlandırılıp, ödüllendiriliyordu. Hatta milletin ahlak, edep, adalet insanlık örneği tarihine, ecdadına saldırmak marifet haline geliyor, İslam düşmanlığını esas alan siyasi bir atmosfer dünyayı kuşatıyordu. Bu ağır ve kirli havada Müslümanlar adeta nefes alamaz oluyordu. Ama İslam ahlak ve hayatının güzelliği de insanlık vicdanını fethe-

liğin yenilenmesini beklemeden, babama gönderirlerdi. Onu komşulara ben okurdum. Aynı inanç, ahlak ve kararlılıkla yeşeren bu yeni filizin, milletimiz ve bütün ümmet için hayırlı hizmetler ifa etmesini Allah’tan niyaz ediyorum. diyor. Şöhretin, ilmin, başarının zirvesindeki insanlar dahil dünyanın her yerinde İslam’a dönüş gözle görülür şekilde yaşanıyordu. Yusuf İslam’lar Roger Garaudy’ler gibi birçok isim sayılabiliyordu. Müslümanlar bu isimlerle biraz ferahlıyor; münafıklar “Aydın” görünüp ödüllenmek, Batılılaşma cephesinde itibar görüntüsü elde etmek isteyenler de bunu fırsat bilip hücumlarını artırıyorlardı. Muhammed Ali, dünya şampiyonu olarak Müslüman oldu. Hem de pervasız konuşuyordu. Kelebek gibi uçuyordu ama, her yumrukta da karşısındaki yenilmez görünen

güçlüleri deviriyordu. Muhammed Ali Müslüman olunca, boksla hiç alakası olmayan, hatta böyle bir spordan hiç hoşlanmayan Müslümanlar dahi, gündüzden sözleşip, gece yarılarında kalkıp, dost-arkadaş televizyonlarında maç seyrediyorlardı. O zaman çoğu evde televizyon yoktu. Televizyon komşu misafirlikte seyredilirdi. Amerika’daki maçların çoğu da Türkiye saatıyla gece yarısını geçerdi. Ama 15 Temmuz darbesinde millet nasıl sabaha kadar meydanlara dökülmüşse; Müslüman olan Muhammed Ali’nin maçlarını seyretmek Devamı arka sahifede


ondört

Kahire toplantısında tüm ümmet coğrafyası belki bugüne yakın cetvelle çizilmiş gibi ulusal sınırlara ayrıldı. İçimizden Frenkleşenler ve adi işbirlikçilerle bu ulusal sınırlar içinde başımıza krallık, şeyhlik, şahlık ve cumhuriyet biçimli iç ve dış vesayet ayarlı ulus devletler inşa edildi. Urvetu’l Vüska’nın tüm ümmet coğrafyasını kucaklamaya ve küresel bir iletişim ağı kurmaya dönük fonksiyonu, Cezayir, sonra Hindistan, Mısır ve Tunus ve Türkiye’nin tamamen birbirinden kopartılmasıyla, bu bölgelerde yeni fıkhî açılımları gerekli kıldı. İşte bu bölgelere has ama aynı zamanda ümmet dayanışmasını İttihad-ı İslam çizgisinde takip eden Ürvetu’l Vuska’nin mahalli formları olarak ıslah ekolünün zikrettiğimiz dergileri çıktı. Sebilürreşad’a düşen de kendi topraklarının ve çevresinin fıkhına göre çözümler üretmekti. İslamcılık fikri hakkında neler söylersiniz? İslamcılık, yakın kültürümüzde bir tarz-ı siyaset olarak ilk kez İttihad-ı Terakki mensuplarının zikrettiği bir ifade. Bu kavramın sınırlayıcı zaaflarından kaçındığı için ıslah ekolünün dışa dönük aksiyonlarına Said Halim Paşa “İslamlaşma” dedi; Ahmed Naim ise Müslim veya İslam kavramlarının “cılık, cilik” eki alamayacağını belirtti. Bu iki müellif de Sebilürreşad’ın yazarlarındandı. Ancak İslami aksiyonu ifade etmek anlamında İslamcılık kavramı Arapça’da “İslamiyyin” olarak Hicri 4. Yüzyıldan bu yana kullanılmaktadır. Bugün ise iktidar merkezli sınırlı bir İslamilik anlamında kullanılan İslamcılık ifadesi zaaf içeriyor. Ama İslamcılık, İslam’ı itikâdi, siyasi, ekonomik, idari, ibâdi, nefsi, sosyal bütün alanları kapsayan bir dünya görüşü olarak kullanıldığında hangi muslih, muttaki, şahid, alim, sıddık, salih “İslamcı değilim” diyebilir ki? Türkiye Cumhuriyeti 1920’de Ulusçuluk akımını rehber edinerek sizce tarihi ve coğrafi olarak doğru bir gerekçeye yaslandı mı? Akif’in kavmiyetçiliği reddeden mısraları Ahmed Naim’in “İslam Kavmiyetçiliği Reddeder” başlıklı makaleleriyle devam eder. Türkçülerin Türk Yurdu, bir Türk nation/ulusu yaratabilmek için Kur’an’da 15 yerde kullanılan ve şeriat ile insanların dini anlamında kullanılan “millet” kavramını, nation yerine kullanıp Türk uluslaşmasını dindar kesimlere kabul ettirebilmek ve İslam’ı Türk ulusçuluğuna destek veren bir parça haline getirebilmek için Ziya Gökalp öncülüğünde İslam Mecmuası’nı çıkartmıştı. Millet kavramının Türkçüler tarafından istismar edilmesine zemin hazırlayan İslam Mecmuası’na da en tutarlı cevapları Sebilürreşad’daki yazılarıyla Babanzade Ahmed Naim vermişti. Sebilürreşad’a göre galat-ı meşhur olarak millet kavramı 5 bin yıllık sarı ırk Orta Asya Türklüğü için de, 7 bin yıllık beyaz ırk Hitit-Sümer Türklüğü için de kullanılmamalıydı. Türklüğün ırk temelli izah edilemeyeceğini be-

Zilkâde 1437

lirten Ziya Gökalp’in dil temelli izahı da paganlıktan kurtulamıyordu. Sebilürreşad’ın galat-ı meşhur olarak kullandığı millet ise Osmanlı bakiyesi olan anasır-ı İslam idi. Yani bugün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın birçok kere ifade ettiği gibi ana dili farklı 33 etnik Müslüman unsurun oluşturduğu Türkiye toplumu. Daha ötesi ise ümmet. Ama hala resmi ideolojinin Anayasal kıskacı içinde Türkiye’deki topluluğa Türk Milleti deniliyor. Hatırlanacak olursa AK Parti’nin 2005 yılında hazırlattığı anayasa taslağında Türk Milleti ifadesi yerine, daha birleştirici bir ifadeyle Türkiye Milleti yazıldığında bir nevi kıyametler kopmuştu. Bir de bu soruyu şu anda 3 milyon civarında Suriyeli muhacir kardeşimizi barındırdığımız sürecin kökenine giderek soralım. 1921 öncesi Suriye’deki şu anki Halep şehri, Osmanlının bir eyaletiydi. Ve bu eyalete Suriye’deki Rakka, Tarsus; Türkiye’deki Urfa, Antep, Maraş, Adıyaman şehirleri bağlı idi. Aramıza cetvel gibi çizilen ulusal sınırı, adı Avrupalılar tarafından konulan Suriye ve Türkiye halkları mı çizdi? Ellerimizi ve kardeşliğimizi 1921 yılında birbirinden kim koparttı? Ulusal sınırlar ümmet kardeşliğini bölen yapay statülerdir. Tarihi kökleri ortak değerlere dayanan tüm Müslüman halklar bu yapay sınırları gittikçe hem kafalarında hem hayatlarında silikleştirmelidirler. Herbiri ayrı bir aşiretin etrafında kurulan islam coğrafyasını Yeni Osmanlı fikri toparlayabilir mi? Bizim Osmanlı hintarlantı ile ilişkilerimizi zindeleştirmeye, tabii ki siyasi, ekonomik ve kültürel olarak ihtiyacımız var. Ama ilişki ve ittihad hedefimiz bizi kavmi üstünlük asabiyesine sevk etmemelidir. Türkiye toplumu bile etnik olarak 33 farklı Müslüman kavmin mozaiğinden oluşmaktadır. Resmi ideolojinin bilinç altlarımıza kazıdığı Türklük edebiyatı, Oğuz boyunun sülukunu rencide etmeyecek şekilde yeniden değerlendirmeli ve elbisemize sıçrayan Batalı paradigmaya ait ulusçuluk kırıntıları ve kirleri temizlenmelidir. “Dünya Beşten Büyüktür” diyen bir çağrı çok daha evrensel ve fıtratla barışık bir mecrayı yeniden diriltmeli ve yapılandırmalıdır. Zihinlerimizi de işgal etmeye çalışan yerel ve küresel vesayetin algılarından arınmamız, yabancılaşmayı durdurmamız anlamına gelecektir. Diller ve renkler Allah’ın kevni ayetleridir. Ne reddedilebilir ne de kutsanabilir. Çünkü onlar araç, asıl olan ise takva yarışıdır. Bizi biz yapan, ümmet yapan Kur’an’ın evrensel ilkeleriyle hem kimliğimizi yeniden ıslah etmek, yani köklü dönüşümü, dirilişi, inkılâbı gerçekleştirmek ve sünnetullah çerçevesinde kendi tarihimizi dünya gerçeklerini gören ve yönlendiren bir basiretle yeniden oluşturmanın yollarını tartışmaya başlamalıyız. Adil bir dünya arayışı hem insani hem İslami görevimizdir. Sebilürreşad’ın yeni hamlesinin yolu da bu istikametle taçlansın inşallah.

MUHAMMED ALİ CLAY’I TÜRKİYE’YE DAVET

Muhammed Ali Clay ve dönemin MSP’li Bakanı Hasan Aksay

için televizyon bulunan komşu evleri gece yarıları şenlenirdi. Münafıklar da Müslümanların bu sevincinden ciddi surette rahatsız olduklarını saklayamaz hale gelirler, kendilerince Müslümanlarla istihza ettiklerini zanneder, “Aydın geçinme” etiketlerini cilalar, parlatırlardı. 1961’de TBMM’nin en genç milletvekili; 1962’de de Adalet Partisi Genel İdare Kurulu üyesi; İlahiyat Fakültesi mezunu olarak da ilk milletvekiliydim. Bir İlahiyatçının bir yere gelmesinden ciddi olarak rahatsız olanlar vardı. Fakülteyi bitirdiğimde imtihanla yurt dışı bursu kazanmıştım. “İlahiyatçı ihtisasına gerek yok” diye iptal edildi. Osmaniye Özel Lisesi müdürü olduğum zaman, Adana Milli Eğitim Müdürü, “İmamdan lise müdürü tayin etmem” diye aylarca dayattı. Mecliste de, namaz kılan bir milletvekilinin paltosunun yanından geçerken arkadaşına, “Paltonu oraya asma, sonra hacı yağı kokar” diye espri yaptığını zannedenler olabiliyordu. Muhammed Ali’nin Müslüman olduğu zaman böyle bir iklim hakimdi. Gurup salonuyla Meclis salonu arasındaki koridorda oturmuş birkaç milletvekili, hem islamafobik karınlarının şişini indirmek, hem de, bir taşla iki kuş vurmak için Muhammed Ali ile ve benim İlahiyat mezunu olmamla istihzaya çalışarak yüksek sesle konuşuyorlar, hayali bir davetten bahsediyorlardı. İtiraz ettim, “Muhammed Ali’yi davet etmek gerekiyorsa, onu bir müslüman olarak ben davet ederim” dedim. tartışma başladı ve biraz sertleşiyordu. İki parlamento muhabiri Can Pulak (Turgut Özal zamanı Cumhurbaşkanlığı basın müşaviri oldu) ve Barlas Küntay (Milletvekili, senatör ve bakan oldu) koşup geldiler. Hem sertleşen tartışmayı bitirmek hem de bu olaydan bir haber çıkarmak için istiyorlardı. “Kütüphaneye gidelim hem bu daveti resmileştirelim, hem de bir röportaj yaparak yayınlayalım” dediler. Ben davet mektubumu yazdım. Gazeteciler, bir gazete sayfasından çok daha fazla tutacak kadar uzun bir röportaj yaptılar. Davet mektubunun resmiyle beraber, bu röportaj Zafer Gazetesinin son sayfasında tam sayfa olarak, Can Pulak imzasıyla neşredildi. Ve o sene Can Pulak bu röportajıyla birincilik aldı. İlk davet böyle gerçekleşti. İkinci davet, Bakanlığım döneminde, 1976 yılında yapıldı ve gerçekleşti. O’nun hikayesi uzun...

Erbakan, Muhammed Ali’yi karşılarken


onbeş

Ağustos 2016

‫ﻣﺎذا وراء اﻟﱰوﱕ ﳌﺼﻄﻠﺢ اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﳉﺪﻳﺪة ﰲ ا ٕﻻﻋﻼم ادلوﱄ‬ ‫ ﶊﺪ اﻟﻌـﺎدل‬.‫) * ( د‬ MEHMET POYRAZ

Ortadoğu’daki sancının asıl nedeni yapay sınırlar 2.Dünya Savaşı’na Türkiye’nin de kendi saflarında katılması için defalarca öneride bulunan dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill çok çaba göstermişti. Churchill, Türkiye’nin bu savaşa girmesi hususunda gayri resmi görüşmelerin yanı sıra resmi toplantılarda yapmıştı. Yine o dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile 30 Ocak 1943 yılında Çukurova’da buluşan Winston Churchill’e Türkiye tarafından olumsuz cevap verilmişti. İngiliz kurt siyasetçi Churchill pek niyetliydi Türkiye’yi savaşa sokmaya. 1943 yılının sonlarına doğru, Churchill’in önderliğinde; Mısır’ın başkenti Kahire’de 2. Dünya Savaşı’nın konu edildiği art arda iki konferans gerçekleştirildi. Bu konferanslar dizisinde Türkiye’nin de savaşa girmesi istendi. Kahire Konferansı ve İkinci Kahire Konferansı başlıkları adı altında gerçekleşen bu buluşmalarda Türkiye tarafı savaşa girmeyi kabul etmedi. Churchill çok içerlemişti Türkiye’nin savaşa girmemesini, yaşamı boyunca hemen hemen tüm arzuladıkları gerçek olan bu siyasetçinin bizleri savaşa sokma düşüncesi hayalden öteye geçemedi. İngiltere’de 5 Bakanlık görevinde bulunan, Kahire konferanslarında ülkesini Başbakan olarak temsil eden Churchill, 1. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin Denizcilik Bakanı idi. 1921 yılında, Kahire’de bugünkü Arap ülkelerinin sınırlarının çizildiği toplantıya başkanlık eden Churchill, İngiltere’nin Sömürge Bakanlığı koltuğunda oturmaktaydı. Bu

toplantıda kendisine Lawrence ve Gertrude Bell gibi bölgenin ünlü İngiliz ajanları ve 40 harita mühendisi eşlik etti. Elinde cetvelle keyfine göre alkollü vaziyette ülke sınırlarını çizerken, Lawrence ve Gertrude Bell’in bazı bölgelerin itirazıyla karşılaşsa da o çizmeye devam etti. Ürdün ve Suudi Arabistan arasındaki düz çizgi halindeki sınırın hiç sebep yokken çıkıntılı olmasını da tarihçilerin çoğu şöyle yorumlar; Churchill o masada alkollüydü, yemeği de fazla kaçırmıştı, aşırıda kilosu vardı tam çizim için eğildiğinde hıçkırığı tutar ve o esnada elinden kalem kayarak bugünkü Ürdün ve Suudi Arabistan arasındaki tuhaf çıkıntı meydana gelir. Bölge insanının çoğu bu çıkıntıdan “Churchill’in hıçkırığı” diye bahsetmekte. Hıçkırıktan dolayı meydana geldiği öne sürülen Suudi Arabistan’dan Ürdün’e doğru giden çıkıntının hikayesi ne kadar doğrudur bilinmez ama, kesin olarak şunu söyleyebiliriz; 1921 yılında nahoş kafayla çizilen, Osmanlı Devleti’ni parçalayan bugünkü Arap ülkelerinin sınırları gerçekte yapaydır. 1921 yılında çizilen o sınırların yapaylığına gelince, Osmanlı Devleti’nin ardından bu bölgedeki, üst akılların deyimi ile Ortadoğu’da yaşayan mazlum insanların neler çektiğine son doksan yıldır hepimiz şahitlik etmekteyiz. Günümüze baktığımızda, İslam coğrafyasının önemli bir kısmının barındığı bu bölgenin hali dehşet verici. Batı dünyası burada dehşet saçmaya devam ediyor.

‫ﻛﺘﺎابت ﻛﺜﲑة ﲢﺪﺛﺖ ﻋﻦ ﻫﺬا اﳌﺼﻄﻠﺢ اﳉﺪﻳﺪ ” اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﳉﺪﻳﺪة ” ﻟﻜﻦ ﻣﻌﻈﻤﻬﺎ ﺑﻘﻲ ﻏﺎرﻗﺎ ﰲ ﺳﻄﺢ‬ ‫اﻟﻌﺒﺎرة دون ﲻﻘﻬﺎ‬ ‫ﻓﻜﻴﻒ اﻧﻄﻠﻖ ﻫﺬا اﳌﺼﻄﻠﺢ ؟ ﺑﺮز ﻣﺼﻄﻠﺢ ” اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﳉﺪﻳﺪة ” ﰲ اﻟﺼﺤﺎﻓﺔ اﻟﻔﺮﻧﺴـﻴﺔ ﰒ ﺗﺪاوﻟﺘﻪ وﺳﺎﺋﻞ‬ ‫اﻻٕﻋﻼم اﻟﻌﺮﺑﻴﺔ دون ﺗﺮدد‬ ّ ‫ﻻﺷﻚ ان اﺳـﺘﺨﺪام ﻫﺬا اﳌﺼﻄﻠﺢ واﻟﱰوﱕ هل ﻳﻨﺪرج ﲷﻦ ﲻﻠﻴﺔ ﺗﺸﻮﻳﻪ ﳑﳯﺠﺔ ﻟﱰﻛﻴﺎ اﳉﺪﻳﺪة اﻟﱵ اﻧﻄﻠﻖ‬ 2002 ‫ﻣﴩوﻋﻬﺎ ﻣﻨﺬ وﺻﻮل اﻟﺰﻋﲓ رﺟﺐ ﻃﻴﺐ ٔاردوﻏﺎن وﺣﺰﺑﻪ اﱃ اﻟﺴﻠﻄﺔ ﰲ ٔاﻧﻘﺮة ﰲ ﻧﻮﳁﱪ‬ ‫ﳁﺼﻄﻠﺢ ” اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﳉﺪﻳﺪة ” ﻫﺪﻓﻪ اﻟﺮﺋﻴﴘ ﲣﻮﻳﻒ اﻟﻐﺮب واﻟﻌﺮب ﻋﲆ ﺣﺪّ ﺳﻮاء ﻣﻦ ﻣﴩوع ﺗﺮﻛﻴﺎ اﳉﺪﻳﺪة‬ ‫اﻟﱵ ﺑﺪ ٔات ﺗﻨﻔﺾ اﻟﻐﺒﺎر ﻋﳯﺎ وﺗﻨﻄﻠﻖ ﰲ ﳖﻀﳤﺎ الاﻗﺘﺼﺎدﻳﺔ واﻟﻌﻠﻤﻴﺔ واﻟﻌﺴﻜﺮﻳﺔ‬ ‫ ٔاﻣﺎ اﻟﻌﺮب ﻓدلﳞﻢ ﻗﺮاءات ﳐﺘﻠﻔﺔ ﻟﻠﺘﺎرﱗ‬،‫ﳁﻌﻈﻢ ا ٔﻻوروﺑﻴﲔ ﻳﻌﺘﱪون ادلوةل اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﻟﻌﺪو اﻟﺘﺎرﳜﻲ ا ٔﻻوﺣﺪ ﳍﻢ‬ ‫ﻳﺘﺠﺰ ٔا ﻣﻦ اترﳜﻪ واﻟﺒﻌﺾ اﻻٓﺧﺮ ﻳﻌﺘﱪ ادلوةل‬ ّ ‫اﻟﻌامثﱐ ﻓﻜﺜﲑ ﻣﳯﻢ ﻳﻔﺘﺨﺮ ابدلوةل اﻟﻌامثﻧﻴﺔ وﻳﻌﺘﱪﻫﺎ ﺟﺰءا ﻻ‬ ‫اﻟﻌامثﻧﻴﺔ ﻣﺴـﺘﻌﻤﺮا ﻟﻠﻌﺮب وﺳﺒﺐ ﲣﻠّﻔﻬﻢ واك ّٔن ادلول اﻟﻌﺮﺑﻴﺔ ﰷﻧﺖ ﻣﺘﻘﺪّ ﻣﺔ ﻗﺒﻞ ذكل‬ ‫ذلكل وﺟﺪ ﻣﺼﻄﻠﺢ ” اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﳉﺪﻳﺪة ” ﺻﺪاﻩ ﰲ اﻟﺼﺤﺎﻓﺔ اﻟﻌﺮﺑﻴﺔ اﻟﱵ اﺟﳤﺪت ﰲ ﺗﺮوﳚﻪ دون اﻟﻨﻈﺮ ﰲ‬ ‫ ﻟﻜﻦ ﻗﺎدة‬،‫ ﻓﱰﻛﻴﺎ اﳉﺪﻳﺪة ﻻ ﺗﺪﻋﻮ اﱃ إﻋﺎدة إﺣﻴﺎء ادلوةل اﻟﻌامثﻧﻴﺔ ابﳌﻔﻬﻮم اﻟﺴـﻴﺎﳼ ﻟﻠﻌﺒﺎرة‬،‫ﲻﻖ اﳌﺼﻄﻠﺢ‬ ‫ﺗﺮﻛﻴﺎ اﳉﺪﻳﺪة ﺣﺮﺻﻮا ﻋﲆ إﻋﺎدة اﻻٕﻋﺘﺒﺎر ﻟﻠﺘﺎرﱗ اﻟﻌامثﱐ اذلي ﰎ ﲥﻤﻴﺸﻪ وﺗﺸﻮﳞﻪ داﺧﻞ ﺗﺮﻛﻴﺎ ﻋﲆ ﻳﺪ اﳌﺪرﺳﺔ‬ ‫اﻟﻜﲈﻟﻴﺔ‬ ‫ وﻟﻌﻞ ٔاﺑﺮز‬،‫اﻟﻌﺰة ﻣﻦ اترﱗ ادلوةل اﻟﻌامثﻧﻴﺔ‬ ّ ‫ﻛﺬكل ﺳﻌﻰ ﻗﺎدة ﺗﺮﻛﻴﺎ اﳉﺪﻳﺪة إﱃ اﺳـﺘﻠﻬﺎم روح اﻟﻘﻮة واﻟﻮﺣﺪة و‬ ‫ وﻫﻮ ﻣﺎ‬،‫ﻣﺎ ّﰎ اﺳـﺘﻠﻬﺎﻣﻪ ﻣﻦ اﻟﺘﺎرﱗ اﻟﻌامثﱐ ﻫﻮ روح اﳌﺴﺆوﻟﻴﺔ اﻟﺘﺎرﳜﻴﺔ ﻟﱰﻛﻴﺎ ﲡﺎﻩ ا ٔﻻﻣﺔ اﻻٕﺳﻼﻣﻴﺔ وﻗﻀﺎايﻫﺎ‬ ‫ﻳﻔﴪ ﺗﻮ ّﺟﻪ ﺗﺮﻛﻴﺎ اﳉﺪﻳﺪة ﰲ ﻣﺴﺎر ﻣﺼﺎﳊﺔ اترﳜﻴﺔ ﻣﻊ ﳏﻴﻄﻬﺎ اﻟﻌﺮﰊ واﻻٕﺳﻼﱊ وا ٔﻻﻓﺮﻳﻘﻲ‬ ّ ٓ ٔ ‫ﺗ‬ ‫وﺣﺮﻛﻮا اﻟﻴﺎﻟﳤﻢ‬ ّ ‫ﻫﺬﻩ اﻟﺮؤﻳﺔ ﻟﱰﻛﻴﺎ اﳉﺪﻳﺪة اﻟﱵ ﺴـﺘﻠﻬﲈ ﻣﻦ اترﳜﻬﺎ اﻟﻌﺮﻳﻖ أﻗﻀّ ﺖ ﻣﻀﺠﻊ اﻻوروﺑﻴﲔ ﺧﺎﺻﺔ‬ ‫ ﻓﺎﻟﻐﺮب ﻻ ﻳﻘﺒﻞ ٔان ﺗﻜﻮن ﺗﺮﻛﻴﺎ‬،‫اﻻٕﻋﻼﻣﻴﺔ ﻟﺘﺸﻮﻳﻪ ﻫﺬﻩ اﻟﺘﺠﺮﺑﺔ اﻟﱰﻛﻴﺔ اﳉﺪﻳﺪة ﰲ ﰻ ﻣﲀن وﺷـﱴ اﻟﻮﺳﺎﺋﻞ‬ ‫ و ٔان ﻳﻜﻮن ﻟﻬﺎ رؤﻳﳤﺎ‬،‫ وﻻ ﻳﺘﻘﺒّﻞ ٔان ﺗﻜﻮن ٔاﻧﻘﺮة ﻣﺴـﺘﻘةل ﰲ ﻗﺮارﻫﺎ اﻟﺴـﻴﺎﳼ‬،‫دوةل ﻗﻮﻳﺔ اﻗﺘﺼﺎداي وﻋﺴﻜﺮاي‬ ‫وﺣﺴﺎابﲥﺎ اﻟﻮﻃﻨﻴﺔ‬ ‫ ذلكل ﻋﺎش ﺣﺎةل ﻣﻦ اﻟﻬﻴﺴـﺘﲑاي ﺣﲔ اﺳـﺘﻔﺎق ﻟﻴﺠﺪ ﺗﺮﻛﻴﺎ‬،‫ اتﺑﻌﺔ‬،‫ ﻣﺴـﺘﺠﺪﻳﺔ‬،‫ﻓﺎﻟﻐﺮب اﻋﺘﺎد ﻋﲆ ﺗﺮﻛﻴﺎ ﺧﺎﻧﻌﺔ‬ ، ‫ و ٔاﺻﺒﺤﺖ ٔاﻧﻘﺮة رﳃﺎ اﻗﻠﳰﻴﺎ ودوﻟﻴﺎ ﲤﺘكل اﻟﺸﺠﺎﻋﺔ ٔان ﺗﻘﻮل ﻻ‬،‫اﳉﺪﻳﺪة ﻗﺪ ﻗﻄﻌﺖ ﺷﻮﻃﺎ ﻃﻮﻳﻼ ﰲ ﳖﻀﳤﺎ‬ ‫وﺗﻨﺎﻓﺲ ﺑﻘﻮة ﰲ ﺳﺎﺣﺎت اﻟﺼﻨﺎﻋﺔ واﻟﻌﲅ واﻟﺘﻜﻨﻮﻟﻮﺟﻴﺎ ﻟﺘﺘﺤﻮل ﰲ ﺳـﻨﻮات ﻗﻠﻴةل اﱃ دوةل ﻣﺎﳓﺔ وﻟﻴﺲ ﺑدلا‬ ‫ﻳﻘﻒ ﻋﲆ ٔاﻋﺘﺎب اﻟﺒﻨﻚ ادلوﱄ ﻟﻴﻘﱰض‬ ‫ﻻﺷﻚ ٔان اﻟﱰوﱕ ﳌﺼﻄﻠﺢ ” اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﳉﺪﻳﺪة ” ارﺗﺒﻂ ﺑﺸﲁ ﻣﺒﺎﴍ ﻣﻊ ﺗﺮﻛﻴﺎ اﳉﺪﻳﺪة وﻫﺪف ﺑﺸﲁ رﺋﻴﴘ‬ ‫ وﱂ ﻳﺴﺘﻨﺪ ﻣﺼﻄﻠﺢ ”اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﳉﺪﻳﺪة ” اﱃ رؤﻳﺔ ﻋﻠﻤﻴﺔ‬،‫ﻟﻌﺮﻗةل ﳖﻀﳤﺎ وﻗﻄﻊ اﻟﻄﺮﻳﻖ ٔاﻣﺎم ﻣﴩوﻋﻬﺎ اﳊﻀﺎري‬ ‫ وﱔ ﻓﻜﺮة ﻋﺸّ ﺸﺖ ﻓﻘﻂ‬،‫ٔاو واﻗﻌﻴﺔ ﻓﻼ وﺟﻮد ﰲ ﺗﺮﻛﻴﺎ ﻟﻔﻜﺮة اﻗﺎﻣﺔ دوةل ﻋامثﻧﻴﺔ ﺟﺪﻳﺪة ﲟﻔﻬﻮهمﺎ اﻟﺴـﻴﺎﳼ‬ ‫ﰲ ﻋﻘﻮل ا ٔﻻوروﺑﻴﲔ ٔﻻﳖﻢ ﻳﻌﻴﺸﻮﳖﺎ ﰷﺑﻮﺳﺎ ﻻ ﻳﻔﺎرﻗﻬﻢ‬ ،‫ﻓﺎﻟﻔﺮق ﺷﺎﺳﻊ ﺑﲔ ان ﻳﻌﻴﺪ ا ٔﻻﺗﺮاك اﻻٕﻋﺘﺒﺎر ﻟﺘﺎرﳜﻬﻢ وﺧﺎﺻﺔ اﻟﺘﺎرﱗ اﻟﻌامثﱐ وﻳﺴـﺘﻠﻬﻤﻮن ﻣﻨﻪ اﻟﻌﺰة واﻟﻘﻮة‬ ‫وﺑﲔ اﳌﻔﻬﻮم اذلي ﺗﺮوج هل ٔاﺑﻮاق ادلﻋﺎﻳﺔ اﻟﻐﺮﺑﻴﺔ ﳌﺼﻄﻠﺢ ” اﻟﻌامثﻧﻴﺔ اﳉﺪﻳﺪة“ ﳈﴩوع ﺳـﻴﺎﳼ وﳘﻲ ﻻ‬ ‫وﻣﺮوج ﻣﺘﻄﻮع ﳌﺼﻄﻠﺢ اﻟﻌامثﻧﻴﺔ‬ ّ ‫ وﻣﻌﻈﻢ وﺳﺎﺋﻞ اﻻٕﻋﻼم اﻟﻌﺮﺑﻴﺔ ﱔ ﳎﺮد انﻗﻞ ﳎﺎﱐ‬،‫ﻳﺴﺘﻨﺪ اﱃ اﻟﻮاﻗﻊ‬ ‫اﳉﺪﻳﺪة دون إدراك‬ ‫وﻗﺪ ﺑﺪا واﲵﺎ ٔان اﻟﻐﺮب اذلي ﻓﺸﻞ ﰲ ﲪﻼﺗﻪ اﻻٕﻋﻼﻣﻴﺔ و اﻟﺴـﻴﺎﺳـﻴﺔ اﳌﻨﻈﻤﺔ واﻟﻘﻮﻳﺔ ﻟﻌﺮﻗةل ﻣﺴﲑة ﺗﺮﻛﻴﺎ‬ ‫ﲢﻮل ﻣﺆ ّﺧﺮا اﱃ اﺳـﺘﺨﺪام ﳖﺞ ﺟﺪﻳﺪ ﰲ ﻣﻮاهجﺔ اﻟﺘﺠﺮﺑﺔ اﻟﱰﻛﻴﺔ ﻛﺼﻨﺎﻋﺔ اﻻٕرﻫﺎب والاﻧﻘﻼابت‬ ّ ،‫اﳉﺪﻳﺪة‬ ‫اﻟﻌﺴﻜﺮﻳﺔ‬.. ‫ ﶊﺪ اﻟﻌـﺎدل‬.‫* د‬ ‫ ٔاﻧﻘﺮة‬/ ‫رﺋﻴﺲ اﳌﻌﻬﺪ اﻟﱰﰾ اﻟﻌﺮﰊ ﻟدلراﺳﺎت اﻻٕﺳﱰاﺗﻴﺠﻴﺔ‬


onaltı

Zilkâde 1437

ABDURRAHMAN DİLİPAK

Biz Müslümanlarla VAHDET üzre MÜTTEHİD olacağız Dostumuz da belli, düşmanımız da.. Allah’ın dostları dostumuz, düşmanları düşmanımızdır.. Bize düşmanlık edenler düşmanlığı kendileri seçti. Bir diğer düşmanımız ise nefsimiz, nefsimize taht kurup oturan Şeytan ve onun işbirlikçileridir.. İnsanlar çeşit çeşittir.. kimilerinin bir günü öbür gününe uymaz.. Biz ne belli bir zamanı ne de belli ırkı, belli bir coğrafyada yaşayan insanları, cinsiyeti ve derisinin rengi sebebi ile, sadece o aidiyeti dolayısı ile yüceltmez ya da aşağılamayız. İnsanlar ya dinde kardeşimiz, ya tende bir eşimizdir. Müslümanlar bizim kardeşimiz, yeryüzünün mazlumları ve erdemli insanları ile ittifakımız var bizim. Bize açıkça düşmanlık içinde olmayan, değer üreten herkesle nimet-külfet dengesine dayalı itilaflar kurabiliriz. İttifakımızın tarafları, şartları, Allah, resul ve kitapla mukayyeddir. İttifakın şartları ittihadımıza, itilafın şartları ittifakımıza aykırı olamaz.. Aralarında hiyerarşik bir sıra vardır. İttihadımız, bizi din milliyetçisi yapmaz. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalime karşı olacağız.. Zalim babamız da olsa, mazlum düşmanımız da olsa. Kitap “Bir kavme olan düşmanlığınız sizi onlar hakkında adaletsizliğe sevketmesin” der. İşi ehline vereceğiz. Ehliyet ve liyakat imandan önce gelir bizim için. Müslümanlar eşitler içinde birincidir sadece.. Müslümanlara sırtımızı dönüp kafirleri veli edinmeyeceğiz.. Ancak mü’minler birbirlerinin velileridir.. Şüphesiz münafıklar kafirden eşeddir ve cehalet küfre en yakın yoldur.. İsrail ve Rusya ile başlatılan işbirliği süreci içinde öyle laflar edilmeye başlandı ki, noluyoruz, nereye gidiyoruz diye sorası geliyor insanın.. İmam ne yaparsa, cemaat ne yapmaz ki. Bu ilişkilerin toplum hayatındaki yansımalarına dikkat etmek gerek..Bu gün İsrail’le yakın, sıcak “dostluk” ilişkileri kurabiliyorsak, Rusya ile

Yeni Asya’dan alınmıştır

Yeryüzünün bütün açları ümmetin yetimidir, yeryüzünün bütün erdemli insanları ve mazlumları ile MÜTTEFİK olacağız.. Yeryüzünde değer üreten herkesle, nimet ve külfet dengesine dayalı İTİLAF üzre olacağız..

aynı şekilde yakınlaşabiliyorsak, öbür gün Esed ya da Sisi ile de aynı çizgiye gelebilir miyiz? O zaman onlarla birlik olabiliyorsak, Ergenekon, PKK ve Paralel yapı ile de aynı şey mümkün olabilir mi? Tamam, tevbe ederler, vazgeçerlerse niye olmasın. Hattap b. Ömer Hz. Peygamberi öldürmeye geliyordu. Hz. Hamza’yı şehid eden kişi Müslüman oldu. Hz. Yusuf kardeşlerini affetti. Peygamberimiz de ayağına taş atıp, yoluna diken örenlerden pişmanlık duyanları affetti.. Affetmek yüceliktir. Ama elbette öte yandan zalimler için yaşasın cehennem. Hiç birimiz alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberden daha merhametli olamayız.. Konjonktürel bir zaruretten kaynaklanan itilafı ittifakmış gibi göstermeye, ittifakı ittihad gibi göstermeye hakkımız yok. Bunlar farklı şeylerdir.. Hele alttan gelenlerle birlik olup üsttekilere karşı surat asma hakkımız hiç yok. Alttan gelenlerin üsttekilere yönelik uslublarına da dikkat etmemiz gerek.. İtilaf için İttifak, İttifak için İttihad feda edilemez. Bu konuda ne yaptığımız kadar, bunun nasıl anlaşılacağına dikkat etmemiz gerek.. “’Raina’ demeyin ‘Unzurna’ diyin” mealindeki ayetin nüzul sebebi üzerinde düşünmemiz gerek. Birilerinin sözlerimizi kimlere karşı nasıl kullanacakları konusunda ihtiyad etmemiz gerek.. İsrail denilen yerde Müminlerde

vardır, “müellefetül gulub” insanlar da, ittifak yapacaklarımız da vardır, itilaf yapacaklarımız ve saldırılarsa savaşacaklarımız da vardır.. Bu her zaman heryerde böyledir.. İsrail’deki yönetimin nasıl bir yönetim olduğunu biliyoruz. Mescidi aksa hala işgal altında. “One minute” politik bir slogan değildi.Şunu iyice anlamamız gerek, kim ne yaparsa yapsın, hiçbir sonuç ölümlü insanın iradesinin eseri değildir.. O kadiri mutlak ve bir olan Allahın iradesinin eseridir. Şeytan da, Amerika da, İsrail de, zalimler, fasıklar, kafirler herkes onun iradesi içindedir. Biz de öyle, melekler, cinler de öyle. İman edenler onun rızasına tabidir. Kimse onu kıyamete, iktidara, servete zorlayamaz. Ondan ekmeği, bilgiyi çalamaz. O bizi mallarımız, canlarımız, sevdiklerimizle kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecektir. Kuyudaki Yusufu Mısıra sultan eden de odur. Ehlibeytin kaynağı, ilmin kapısı Hz. Ali’ye iktidar vermeyen de. Hz. Süleyman’ı bütün zamanların en zengini yapan da odur, Eba Zer’i acından öldüren de.. Hiç kimse güç ve serveti kendindenmiş gibi davranmamalı.. Veren Allah alır da. Rivayet edilir ki, Karun, Hz. Musa ve Harun’dan sonra Tevrat’ı en iyi bilen kişi idi.. Sahip olduğu güç ve serveti kendi iradesinin eseri olarak görüyordu. Ve sonuç felaket oldu.. Ben , sen, o, biz, siz, onlar, hepimiz bu konuda malımı-

za gücümüze, şöhretimize, ilmimize mağrur olmamamız gerek.. Çoklukla övünmememiz gerek.. Allah dostları ile, malları, canları, sevdikleri ile Allah yolunda yürüyenleri bırakıp, Kafirler, fasıklar, münafıklar, kibirliler, cimriler, tamahkarlık yapan, muhteris bir takım insanları kendilerine dost edinenler konusunda dikkatli olmamız gerek.. Kalem suresinde kitap bizi uyarır ve şöyle der: Onlar şunu arzu ettiler, sen onlara yaranmaya çalışsaydın, onlar da sana yaranmaya çalışacaklardı. Şunların hiç birine aldırma: Çok yemin edene, değersiz olana, insanları ayıplayana, koğuculuk yapıp gezene, hayırı engelleyene, tecavüz edene, günahkara, bundan başka kaba, saygısıza ve soysuza mal ve oğulları vardır diyene meyletme! Müslümanlar eğer vahdete erişmek istiyorlarsa, din büyüklerini İlah ve Rab edinmekten vazgeçmeleri gerek. Ve tabi mezheplerini, tarikatlarını din edinmekten de.. Bugün Müslümanlar arasındaki ihtilafın temelinde, din algısı ve bunun yanında Selefi, Sufi, Şii ihtilafı geliyor. “Dine karşı bir din” dayatılıyor. Dinde reform tartışmaları, radikal islam, ılımlı İslam, siyasal islam, Folk islam gibi tartışmalarla toplum neye inanacağını bilemez hale getirilmeye çalışılıyor.. Kimi geleneği din zannediyor, “Atalarının dini” ile yetiniyor, kimi dinlerararası diyalogla yeni bir karma din icad etmeye çalışıyor. Sufiler büyük ölçüde Ehli Suffe geleneğinden uzaklaştı, Selefiler, selefi salihinin yolundan saptılar, Şia ise Ali Şiası’nı bırakıp Safevi Şiasının peşine düştü. Oysa her üçü de İslam tarihinde en temel 3 sosyolojik ve tarihsel evreyi ifade ediyor. Bugünün Şia’sı, ehli sünnet geleneğini din dışı kabul ediyor, Sünnileri Yezid gibi görürken gidip Esed ile işbirliği yapabiliyor. Onların gözünde Sufi’ler ve Selefiler mürted hükmündedir sanki. Günümüz selefilerine, daha doğrusu Vehhabi geleneğine bakarsanız, Şia’yı kafir görüyor, Sufiyi müşrik.. Sisi’ye iteat ediyor, Mursi’yi reddediyor.. Sufi’lere gelince, Şia


onyedi

Ağustos 2016

5. Mezhep, rafizi, Selefiler de aynı şekilde mürted. Oysa İmam-ı Caferi sadık, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin hem hocası hem de üvey babası değil mi idi. Zeydilerle Şafiler arasındaki fark, Şafilerle Hanefiler arasındaki fark kadar değil mi idi? Kaldı ki, bizim Nurcularımız bile kendi içinde 13 fırkaya bölünmüştür ve bir çoğu birbirine selam bile vermezler.. Bazı Tarikat mensupları Seyyid Kutup ve Mevdudiyi tekfir eder. Düşünsenize, Allahın emrine uymazsanız haram, resulün sünnetine uymazsanız mekruh, ama birileri gibi düşünmez, onların peşine takılır ya da eleştirirseniz dinden çıkarsınız! Kim bunlar, böyle bir şey mümkün mü? Haşa birileri birilerinin gaybı bildiğini ve kalpler üzerinde tasarruf sahibi olduğunu, haşa cebraile bile gerek kalmadan Yaradanla görüştüğünü bile söyleyebiliyor ve insanlar da buna inanabiliyor.. Yarın eğer Şii ya da Sünni Mehdi çıkartılırsa, kensinlikle kimse ötekinin Mehdisinin peşinden gitmeyecek, Müslümanlar arasında büyük bir fitne çıkacak. O zaman Amerikano bir Mehdiye hazır olun.. Şiiler, Hasen el Askerinin kayıp oğlunu bekliyor.. Sünnilerinki farklı. Sünniler de bu konu iman meselesi olmasa da Şiada iman meselesi kabul ediliyor genel olarak.. Müslümanlar büyük ölçüde istişare ve şurayı bıraktılar ve ihtilafları konusunda kendi zanlarını sanki muhkem bir delilmiş gibi inat ediyorlar. Oysa bize hayır gibi gelende şer, şer gibi gelende hayır olabileceği gibi, bu dünyada tartışıp durduğumuz şeylerin hakikati bize öbür dünyada gösterilecektir. Hiç kimse gaybı bilemez ve gayb hazinesinin anahtarı hiç kimsenin elinde değildir.. İhtilaf edip de uzlaşmamız gereken konularda hakeme gitmemiz gerekirken bu konuda da ihmalkar ve isteksiz davranıyoruz.. Müslümanların bir kısmı muhkemleri bırakıp müteşabih’lerin arkasına saklanarak birbirini tekfir ediyorlar.. Bunu yaparken de her biri kendine göre bir ayeti te’vil ederek adeta Allah’ın ayetlerini savaştırıyor. Kur’anı bir bütün olarak anlama konusunda isteksiz davranıyorlar. Öyle ki, Allah’ın emrine iteat etmeyen haram, resulün sünnetine uymayan mekruh bir iş yapmış olurken, birileri gibi düşünmeyince o kişi kafir oluyor.. Allah’ın cahil, zalim, kafir ve fasıklara yardım etmeyeceğini biliyoruz. Hatta “vay o namaz kılanların haline ki” diye

Müslümanların vahdeti için

manifestomuz:

Biz Müslümanlarla VAHDET üzre MÜTTEHİD olacağız. Yeryüzünün bütün açları ümmetin yetimidir, yeryüzünün bütün erdemli insanları ve mazlumları ile MÜTTEFİK olacağız.. Yeryüzünde değer üreten herkesle, nimet ve külfet dengesine dayalı İTİLAF üzre olacağız.. Biz adaletten, barıştan özgürlükten yana, insan hakları, hukuk devletinden yana, katılımcı, çoğulcu, şeffaf, insanların mallarının, canlarının, akıllarının, inançlarının, namuslarının güvende olduğu, herkesin inandığı gibi yaşadığını, düşündüğünü özgürce ifade edebildiği bir dünya istiyoruz. İşin ehline verildiği, ehliyet ve liyakatın imandan önce değerlendirildiği, haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana, zalimlere karşı durulduğu bir düzen.. Zalim babamız da olsa, mazlum düşmanımız da olsa bu böyle olmalı. Bir topluluğa olan düşmanlığımız bile bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevketmemeli. Merhametimiz gazabımıza, sevgimiz nefretimize galib gelmeli.. Bizim sadece 2 düşmanımız var. Biri bizi düşman görenler, Allaha, resulüne ve kitaba, buna iman edenlere düşmanlık edenler, diğeri ise nefsimiz, nefsimize taht kurup oturan Şeytan. Başka düşmanımız yok bizim.. Firavunun sarayında bile dostlarımız vardı bizim, Peygamberin evinde düşmanlarımız olduğu gibi. Özetlemek gerekirse, “El Emin” olacağız. Adil şahidler olacağız, işi ehline vereceğiz. Ehliyet ve Liyakat imandan önce gelecek. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana, zalimlere karşı olacağız.. Adalet yoksa barış da yok. Adalet ve barış yoksa hiçbir özgürlük garanti altında değildir.. başlayan ayette namaz kılıp da, yetimleri görüp gözetmeyenlerin nasıl tehdit edildiğini de biliyoruz.. “İman ettik” demekle yakamızın bırakılıvermeyeceğinin de farkında olmamız gerekmektedir.. Kurban bir ibadettir, ama bilmemiz gerekir ki kestiğimiz hayvanın eti, kemiği, derisi Allaha ulaşacak değildir. Allaha ulaşacak bizim takvamızdır. Eğer Safa ile Merve arasında koşarken Hacer annemizin ayak izlerinde koştuğumuzun farkında değilsek, onun eteklerinden tutunmuyorsak, sadece koşuşturduğumuz için cennete gidecek değiliz.. Biz eğer Vahdete erişmek istiyorsak, birbirimize kendi mezhebimize, tarikatımıza, liderimize, örgütümüze, ideolojimize değil Allaha, resulüne ve kitaba çağırmamız gerekir.. Bilmemiz gereken bir diğer husus ise kişiyi kurtaracak olan kendi amelleri olduğudur. Yoksa babamız peygamber olsa gelse bizi kurtaramaz. Eğer öyle olsaydı, peygamberler, babalarını,

eşlerini, çocuklarını kurtarırlardı.. Peygamberlerin kurtarıcı gücü yok, onlar kurtuluşa çağırırlar. Onun için Mesih, Mehdi gelip bizi kurtaracak değildir. Herkes için yaptığının karşılığı vardır, “misgale zerretin hayran yerah ve misgale zerretin şerran yerah” ölçüsünde.. Halife çıkıp geldiği zaman ümmet vahdete erişecek de değildir. Ümmet vahdete ererse içlerinden biri, kendilerini temsil etmek üzere tayin edeceklerdir.. Bugünkü şartlarda ümmetin birliği siyasi çevrelerden çok sivil çevrelerden gelen bir taleptir. Hatta bir çok ülkenin siyasi yöneticileri böyle bir oluşumu kendilerinin geleceği açısından tehdit olarak görmektedir.. Sivil kesim ise temelde ikiye bölünmüş durumdadır. Şii dünyası masum bir imam hatta gaip imamın zuhuruna odaklanmışken, Sünni dünya Hilafet ve Halife’den sözetmektedir. Yine her iki kanatda da kendilerini merkeze alan, Fırka-i Naciye olarak tanımlayan ve kendilerini

aklayacağına inandıkları bir Mehdi beklentisi içinde bulunmaktadırlar.. Bugün Şia da kendi içinde bütün değildir..Suriye, Irak, İran, Yemen ya da Türkiye’deki Şii topluluklar aynı şeyi söylememektedir. Caferiye, İmmiye, Zeydiye gibi farklı mezhepler yanında Alevi, Kızılbaş, Nuseyri gibi kolay kolay bir araya gelmeyecek grublar Şii çatısı altında değerlendirilmektedir.. Bunların da kendi aralarında siyasi, ideolojik, teolojik görüş farklılıkları bulunmaktadır.. İmamı Caferi Sadık ile İmamı Azam Ebu Hanife arasında bir sorun olmasa da, her iki zatın takipçileri arasında derin fıkhi sorunlar bulunmaktadır.. Müslümanların önemli bir bölümü dinin gerekleri hakkında yeterli bir bilgi ve disipline sahip değildir. Büyük bir bölümü seküler bir hayat tarzı içindedir.. Ya da din bir gelenek, kültürel bir aidiyet anlamı ifade etmektedir.. Biz kendi hakkımızdaki hükmü değiştirmeden Allah’ın bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyeceğini bilmemiz gerekiyor.. “İman ettik” demekle yakamızın bırakılıvermeyeceğini bilmemiz gerekiyor. “Yeniden iman etmemiz” gerekiyor.. Aynı Allaha, resulüne, kitabına inananlar olarak tek bir ümmet, tek bir millet ve tek bir cemaat olduğumuzun farkına varmamız gerekiyor. Şunu bilmemiz gerekir ki, dinimizin önüne ve sonuna hiçbir isim ve sıfat eklemeyeceğiz. İslam Allah’ın dinidir. Kim ki ona bir şey ekler ya da ondan bir şey çıkartırsa, kişi eklediği ve çıkarttığı ile başbaşa kalır, din aradan çekilir.. Şunu bilmemiz gerekir ki, doğduğumuz ana babayı biz seçmedik, Doğduğumuz yeri, zamanı, derimizin rengini ve cinsiyetimiz biz seçmedik. Bundan dolayı üstün ya da geri olamayız.. Bunlar Allah’ın takdiridir.. Allah bizi kabileler halinde yarattı, ki bilişelim diye. Mutluluklarımızı, kederlerimizi paylaşalım, aramızda muhabbet olsun diye.. Bunları düşmanlık ve ayrılık sebebi sayanlar aslında Allahın rızasına karşı savaş açanlardır. İlk lanet, ilk haram ırkçılıktır ve ilk sabıkalı kişi de Şeytandır. Peygamber kavmiyetçiliği lanetler. Fikri kavmiyeti tel’in eder peygamber. Arabın aceme üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir. Biz alemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin ümmetiyiz.. Bütün insalığın hayrına olmayan bir çözüm önerisi bizim önerimiz olmayacaktır.. Selam ve dua ile


onsekiz

Tefsir Prof. Dr. Ali AKPINAR Bu satırlar nostaljik bir yaklaşımla Ah eski günler, eski bayramlar, eski dostluklar, eski mecmualar, eski yazılar ve eski yazarlar diyerek geçmişe özlem medhiyeleri düzmek için kaleme alınmadı. Elbette köklerimizden alacağımız çok şey var. Bu yazı serisi, geçmişte dile getirilen hikmet yüklü gerçeklerle beslenip, bu hikmet gıdaları ışığında âtiyi inşa ve ihya edebilmek için yazıldı. Zaten biz, bugüne ait ve bugünden sorumlu değil miyiz? Bizim için dün geride kalmış, yarın da muhtemeldir. Kesin olan bugündür, onun için bugünü dolu dolu yaşamakla yükümlüyüz. Hazreti Kur’ân’ın Yaradan Rabbinin adıyla oku emrini yerine getirebilmek ve o oku fermanındaki ilmi kuşanma, doğru bilgi ile donanma, hayatı o bilgi ışığında kurma ve etrafı onun nuruyla aydınlatabilme arzusu ile bu seri yazılacak inşallah. Bu yazı serisinde, Mushaf tertibi üzere Hayat Düsturumuzun öncelikle bilmemiz gereken, bize göre en çarpıcı mesajları, seçme bir şekilde sizlerle buluşacak. Ayetler ışığında sizlere sunmaya çalışacağımız bu seçki, siz kardeşlerimizle öncelikle paylaşmayı uygun gördüğümüz ayetler bağlamında olacak. Elbette isabet ettiklerimiz yanında, hata ve kusurlarımız da olacak. Ortaya koyduğumuz tüm doğruların O’na ait ve O’nun engin hikmet deryasından katreler olduğunu itiraf ederken, muhtemel hatalarımız için de O’nun affını dileriz. FATİHA’DAKİ HİKMETLER Kur’ân’ın ilk suresi ve serlevhası olan Fatiha suresi, Kur’ân’ın özeti mesabesinde eşsiz bir hazinedir. Onun hikmetleri bitmez tükenmez bir deryadır. Sure ele aldığı Rububiyet ve Ubudiyet konularıyla Allah-insan ilişkisini en güzel şekilde özetler. Onun için tefsir külliyatımızda Fatiha suresi ile ilgili çok sayıda müstakil eser yer almıştır. Biz bu yazımızda bütünüyle sureyi açıklamak yerine, ondan birkaç hikmete dikkatlerinizi çekmeye çalışacağız. Hayat Kitabımız, Fatiha duasıyla başlar. Dua ile başlayan, dualarla devam eden ve dualarla sona eren bir hayat kitabı. Biz bize düşeni yapacağız, ancak dua ile Rabbin onayını da alacağız. Zira O, onaylamazsa hiçbir şey olmaz. Fatiha duasıyla başladı Hz. Kur’ân. Gönlümüz Fatiha duasıyla dolsun, beynimiz onunla inşa olsun, kalemimiz o duayı yazsın, dilimiz o duayı okusun diye. Fatiha duasıyla

Zilkâde 1437

Duaların en güçlüsü Fatiha’dır Fatiha suresinin en can alıcı ve çarpıcı cümlesi: Yalnızca Sana ibadet ederiz ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet. Bizler, aracısız olarak doğrudan Rabbimizden istediğimiz bu mertebeye, surenin ilk cümlelerinde yer alan ve bizzat Yüce Rabbimizden öğrendiğimiz hamd ü sena cümleleriyle ulaştık.

KUR’ÂN’DAN HAYATA YANSIMALAR yolumuz açılsın, hayatımız o duayla şekillensin diye. Fatiha, Yüce Yaratıcının bize sunduğu ve öğrettiği en güzel, en anlamlı, en kapsamlı dua örneğidir. O dua olmasaydı, biz layıkıyla O’na hamd edemezdik, kulluğumuzu O’na sunup yardımını hak edemezdik. Diğer Kur’ân duaları gibi, Fatiha duası da gerişi dönüşü olmayan makbul duaların başında gelir. Bunun içindir ki hidayet talebi dile getirilen bu duaya cevap, gecikmeden Bakara suresinde geldi ve işte bu kitap, müttakîler için hidayet rehberidir buyruldu. Bismillah. Allah adıyla. O’nun ismiyle başlar her şey. Var olan her şey, O’nun Rahman ve Rahîm isimlerinin tecellisidir. Kur’ân da bu özlü cümle ile başlar. Zira Kur’ân, bize O’nun Rahman sıfatıyla tecelli edişinin en açık göstergesidir. Onun için Rahman suresi, Rahman, öğretti Kur’ân, diye başladı. Başka bir ismiyle değil de Rahman ismiyle Kur’ân’a dikkat çekildi. Evet, biz, layığı ile hamd etmeyi O’ndan öğrendik. Bütün hamdler, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O’na yaraşır hamd, ancak bu özlü cümle ile gerçekleşir. O’nun gösterdiği yolda olursak ve o yolda ilerlersek yükselir ve menzile erişiriz. Ve işte o eriştiğimiz noktada, O’nun huzurunda, doğrudan O’ndan istiyoruz, hem de aracısız olarak: Yalnızca Sana ibadet ederiz ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bizi dosdoğru yola ilet. Duada ‘Biz’ Kalıbı Duada biz kalıbı çok anlamlıdır. Bu, duayı bir başımıza da okusak, dua bize cemaat ruhuyla dua etmemiz gerektiğini öğretir. Duada bencilliği önler. Hem biz, kendi kulluğumuzu O’na sunsak, eksik ve kusurludur bizim kulluğumuz. Yalnızca kendimiz için istesek, bencillik yapmış oluruz. Onun için çoğul kalıpla dua ediyoruz. Bu biz kalıbına, tüm tevhid ehli girer ve onların içerisinde nice adanmış

gerçek kullar vardır. İşte biz, onların kulluğu ile O’nun huzuruna çıkıyoruz ve O’ndan yardım istiyoruz. Bu, o seçkinlerin kulluğu arasına katılan, kendi kulluğumuza da çeki düzen vermeyi gerektirir. Seçkinlerin kulluğuna yakışan bir kulluk olmalı, bizim kulluğumuz da. Bizi dosdoğru yola ilet, cümlesi de cemaat ruhunu hatırlatır bize. Zira hemcinsleriyle bir arada yaşamak durumunda sosyal bir varlık olan benim tek başıma doğru yolda olmam yetmez, çevremdeki insanlarla doğru yolu bulursam ve o yolda kalırsam, layıkıyla hidayeti bulmuş ve hidayet üzere yaşamış olurum. Bir müminin, İslam’ı bir bütün olarak yaşayabilmesi ancak içerisinde yaşamış olduğu toplumun İslamlaşması ile mümkündür. Fatiha duasını okuyan olarak aslında hidayetteyiz biz, ancak Bizi dosdoğru yola ilet duasıyla hidayette dâim ve kâim olmayı istiyoruz, hidayet kalitemizin artmasını istiyoruz. Çünkü hidayete ermekle iş bitmiyor. Daha önemlisi hidayette kalıcı olmak ve hidayette mesafe kat etmektir. Fatiha duasındaki bu biz kalıbının hikmeti ile ilgili iki yaklaşım vardır. Bunlardan ilki bilinen bu yaklaşımdır: Cemaat-Ümmet ruhuyla istemek. Biz ümmet olarak yalnızca Sana kulluk eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. Bize ümmet olarak hidayet et.İkinci hikmet ise çok daha anlamlıdır. Şöyle ki: İnsan, tek başına bir ümmettir. Ruh ve beden olarak insan, küçük âlemdir. Kalbin önderliğinde bütün organlarıyla bir cemaattir insan. Kalp bütün organların diri kalması için çırpınır, sağlıklı bir bünye için bütün organlar kalp ile irtibatlı ve uyumlu olmak zorundadır. Zira kalp ile bağlantısı zayıflayan veya büsbütün kesilen organ kangren olup çürümeye ve ölmeye mahkûmdur. İşte âlemlerin Rabbi Yüce Allah’ın huzurunda yalnızca Sana ibadet ederiz derken, bütün organlarımızla O’na ait olduğumuzu ve

O’nun emrinde olduğumuzu itiraf etmiş olmaktayız. Aynı şekilde yalnızca Senden yardım dileriz derken de bütün organlarımız adına O’ndan yardım dilemekteyiz. İbadette devamlı olma, hakkıyla ibadet yapabilme, güç yetiremeyeceğimiz-söz geçiremeyeceğimiz şeyler konusunda, bizi kulluk ve ibadetten alıkoymak isteyen şeytanlarla savaşımızda, bulunduğumuz konumumuza katlanabilme konusunda O’nun yardımını istiyoruz. Buna göre ibadet ve kulluğu yalnızca kalbimizle yahut sadece kalıbımızla yapmamız bu itirafa ters düşecektir. Doğrusu hem kalbin hem de kalıbın Huzur’da hazır olmasıdır. Ne yalnızca bedenin Huzurda durması kâmil manada ibadettir, ne de kalbin Huzurda durması tek başına yeterlidir. Bugün maddî bedenlerini Huzur’a çıkaramayıp biz kalbimizle ibadet halindeyiz diyenler de, kalpleri başka meşgaleler içerisinde yalnızca bedenlerini Huzura çıkararak ibadet yaptıklarını sananlar da aldanmışlardır. Asıl olan kalbin imametinde tüm kalıbımızla Huzurda esas duruşta olabilmektir.Bütün organlarımızla ibadet cemaatine katılmalıyız ki yardımı bütün organlarımızla hak edebilelim. Aynı şekilde bize hidayet et duasını hak edebilmek için de bu özellikte ibadete mecburuz. Yoksa yalnızca kalbin hidayette olması yahut yalnızca dilin ya da bünyenin ibadet halinde görünmesi yeterli değildir. Kalpte kökleşen imanın, dil ile cihana ilan edilmesi ve davranışlara yansıması nasıl gerekli ise, bütün organlarımızla hidayet yarışında olmak da o kadar elzemdir. Sözgelimi bir mümin namaz kılarken bedeni kıbleye döndüğü halde, beyni ve gönlü başka kıblelerle meşgul oluyorsa… Bedeni kıble tarafına yöneldiği halde, zihni günah kurguları yahut dünyanın aşağılık meşgaleleri içerisinde kayboluyorsa. Dili peygamberlerin söylediğini söylediği halde, gözü, kulağı, eli ayağı azgınların işlerine seferber oluyorsa… Böyle bir kimse, bir bütün olarak hidayette değildir. Onun için diyoruz ki bize hidayet et. Gönlümüze, beynimize, dilimize, elimize, kısaca tüm organlarımızla bize hidayet et! İşte Peygamberler yolu, cennet yolu, Kur’ân ve Sünnet yolu olan Sırat-ı Müstekîm’i en veciz bir şekilde tarif eden, bununla kalmayıp o istikamet yoluna götüren Fatiha suresinin bize söylemek istediklerinden bir kısmı böyle. Yüce Rabbim istikamet yolunda daim ve kâm olanlardan eylesin!


ondokuz

Ağustos 2016

Vereset-ül Enbiya’dan… Dostları onun için bu devrin Âkif’i Derler! CEVAT RIFAT Ali Ulvi Kurucu’dan bahsediyoruz. İsmiyle müsemma bir insandı. Rasulullah’a olan aşkı o denli yüksekti ki, şiirlerine yansıttığı gibi, hayatına da yansıtmaya gayret etti. Onsuz yaşayamadı; Medine-i münevvereye hicret etti. Orada yaşadı, ona yakın yaşadı, ona yakın haldeyken vefat etti ve ona yakın beldeye defnedildi. Allah onları şerefli kıldı. Bizi de onlarla şerefli kılsın. Gençlerimiz onun gibi örnek zatları tanımıyor. Bilumum medyamız, TV’lerimiz, radyolarımız bu zatları tanıtmıyor. Ancak Sebîlürreşad okurları için Ali Ulvi Kurucu ismi bir temel isimdir. Tıpkı Mehmet Akif gibi…Onu anmadan bir Sebîlürreşad neşri düşünülemez. Hepsine rahmet olsun….Onun kısa tarihçe-i hayatını sizlere arz edeceğiz. Ardından da bir şiirini… 1922 yılında Konya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini konya’da tamamladı. Arapça öğrendi. Hâfızlığını tamamladıktan sonra 1938 yılında ailesi ile birlikte Medine’ye göç etti. İki erkek ve bir kız çocuğa sahipti. Yüksek öğrenimini Kahire el-Ezher Üniversitesinde tamamladı. Medine’de uzun süre Evkaf Dairesinin İnşaat ve Sicillat Emini olarak görev yaptı. Daha sonra Sultan Mahmud’un yaptırdığı Mahmudiye Kütüphanesi’nde, bir süre sonra da Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanesi’nde çalıştı. 1985’te emekli oldu. Medine’de 60 yılını Peygamber Efendimiz’in (a.s.m) yanı başında geçirdi. Emekli olduktan sonra Medine’ye dünyanın her tarafından gelen ilim adamlarını ağırlardı. Senenin belli bir dönemini, Türkiye’de geçirmeye özen gösterirdi. Kur’ân hâfızıydı ve geniş bir hadis kültürüne sahipti. Tarih, mûsikî ve hat konularına özel ilgi duyardı. Şair kişiliği ile ön plana çıktı. Aruz ölçüsüyle şiirler yazdı. Ayrıca nesir sahasında da çeşitli eserler verdi. Şiirleri Gümüş Tül ve Alevler olarak, makale ve röportajları da Gecelerin Gündüzü adıyla yayınladı. 3 Şubat 2002 tarihinde Medine’de vefat etti. Cennetü’l-Bakî mezarlığında toprağa verildi. Ali Ulvi Kurucu’dan bir natı-ı şerif; RÛHUM SANA ÂŞIK Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim, Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim. Ecrâm ü felek, Levh u kalem, mest-i nigâhım, Dîdârına âşık Ulu Yezdân dır Efendim. Mahşerde nebîler bile senden medet ister, Rahmet, diyen âlemlere, Rahman dır Efendim. Tâ Arşa çıkar her gece âşıkların âhı, Medheyleyen ahlâkını Kur an dır Efendim. Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim, Sensiz bana cennet bile hicrândır Efendim. Doğ kalbime bir lahzacık ey Nûr-i dilârâ Nûrun ki gönül derdime dermândır Efendim. Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın Feryâdı bütün âteş-i sûzândır Efendim. Kıtmîriniz ey Şâh-ı rüsûl, kovma kapından, Âsîlere lûtfun yüce fermândır Efendim.

Ali Ulvi Kurucu

Ecrâm ü felek: Gök cisimleri, yıldızlar Levh-u kalem: Allah tarafından takdir edilip yazılmış olan Mest-i nigâh: Hayran olarak bakma Dîdâr: Yüz, çehre Yezdân: Allah, hayırları yaratan mâbûd Mahşer: Kıyametten sonra insanların yeniden dirilip toplanacağı yer Nebiler: Peygamberler Medet: Yardım Kıtmîr: Ashâb-ı Kehfin köpeğinin adı Şâh-ı rüsûl: Peygamberlerin şahı Buhurdan: Tütsü Hicrân: Ayrılık Lahzâ: Kısa zaman, bir bakış Dilârâ: Gönül alan Âşık-ı zâr: Ağlayan aşık

İman ve fikir atlasımızın büyük muzdaribi:

İhsan Şenocak

MEHMET AKİF

Ulu Mücahitlerin mirasını ehliyetsiz ellere teslim ettiğimiz yıllar… İhtişamıyla “Beyazıd” ayakta fakat kürsüde “Ebûssuud” yok. Sokaklarda “zafer tabur’’larımız yerine hezimet haberleriyle sarsılan mazlum millet yürüyor… Bir tarafta omuzlarında “mushaf ” asılı çocukların ve sarıklı gençlerin gittiği medreseler; diğer tarafta ise millet bünyesine mikrobun sirayet noktaları olarak faaileyet gösteren “Ecnebî Okulları”… Medrese, “özden kopma”, “kültürel dönüşüm” gibi ameliyelerle zemin kaybederken, “ecnebî okulları” devletin en mahrem bölgelerinde “ayrık otları” gibi çoğalıyor. O kadar ki, 1905 yılında Devlet tarafından tesbit edilebilen yabancı okul sayısı 600’e ulaşır. Bu sayıya ruhsatsız faaliyet gösteren okullar da eklendiğinde rakam daha da artmaktadır. 1 Aralık 1833 tarihinde Amerika’dan Anadolu’ya gönderilen misyonerlere verilen talimatta da belirtildiği gibi bu okulların esas gayesi, “Mukaddes ve vaad edilmiş Anadolu topraklarının silahsız bir haçlı seferiyle geri alınmasıdır.”87 İlk açıldığı yıllarda Müslümanlar tarafından “gavur okulları” olarak nitelenen ve bu yüzden itibar görmeyen ecnebî okulları zamanla ilgi odağı haline gelmiş, devlet yapısı içerisinde “farklılık psikolojisi” ve “isyan kültürü”ne sahip nesillerin yetişmesine öncülük etmiştir. Ecnebî okulları, Batılı ülkelere ait sefaretlerin açık ve gizli faaliyetleri, dış memleketlerde okuyan öğrencilerin “zihniyet dönüşümü” ile birlikte değerlendirildiğinde siyasî, ictimâî ve iktisadî sorunların buhrana dönüşmesinin esas nedeni de ortaya çıkmaktadır. Ecnebî okullarının niçin ve nasıl kurulduğunu, gönüllü işbirlikçilerinin kimlerden oluştuğunu müşahhas bir örnek çerçevesinde görebilmek için konuyu “Robert Koleji” özelinde tahlil edelim. İlk olarak 16 Eylül 1863 tarihinde İstanbul Bebek’te bir misyoner evinde kurulan ve günümüze kadar devam eden “Amerikan Koleji”nin başında, misyoner Cyrus Hamlin vardır. Hamlin, kuruluş gerekçesini çocuklarını denizaşırı ülkelere göndermeyen babaların yavrularını Hristiyan ahlakına göre eğitmek olarak açıklar. Hamlin’in şu ifadeleri bu tarz okulların nihaî hedeflerini de resmetmektedir: “Okulu, Müslümanlığın İstanbul’a giriş noktası olan Rumeli Hisarı’na taşımak istiyorum. Burada kurulacak bir okul Hristiyanlığın İstanbul’a giriş kapısı olacaktır.” Mezun ettikleri öğrencilerden bu okulların küfür fidelikleri olduklarını fark eden millet, yüksek fiyatlar teklif

1.Bölüm

edilmesine rağmen mütevellilere okul binası için arsa satmamakta ısrar eder. Cahil halkın bu mustakîm duruşuna rağmen kimi müstağrib devlet ricali bu okullara her nevî yardımda bulunur. Bu çerçevede Ahmet Vefik Paşa, Rumeli Hisarı’nda “malum gaye” için kurulması planlanan okul için iki aşamada arsasını satar. Vezir Ali Paşa, Ahmet Vefik’e, satış akdini feshetmesi durumunda her nevi ihtiyâcının karşılanacağını taahhüt etmesine rağmen Paşa, satıştan vazgeçmez. Okul çeşitli yardım kuruşlarının katkılarıyla bir protestan koleji olarak yapılır ve Boğaziçi Üniversitesi’nin olduğu yerde eğitime başlar. Ahmet Vefik Paşa’nın tasarrufundan ziyadesiyle müteessir olan II. Abdülhamid, Paşa öldüğünde (1891) nereye gömülmesi kendisine sorulunca; “Kayalar Kabristanı’na defnediniz. Robert Koleji’nde çalınan çan sesleri kıyamete kadar kulaklarında çınlasın”der. Robert Kolejini 1901’de AB (en yüksek ikinci not) derecesiyle bitiren, feminist yazar Halide Edip Adıvar’ın İslâm kadının modernleşmesindeki rolü ve Kurtuluş Savaşı esnasında ısrarla Amerikan mandasını savunması, ecnebî okulların etkisini resmetmesi açısından önemlidir. Bu okulların millet bünyesindeki tahribatı o yılların medyasında geniş bir şekilde yankı bulmuştur. Kızını Amerikan Kız Kolejine veren Müslüman bir baba okul yıllarında çocuğunda meydana gelen değişimi Resimli Ay Mecmuası’nda şu ifadelerle anlatmıştır: “Evvela çocuk evdeki şeyleri beğenmez oldu. Kızımda bu değişikliği görünce mektep hakkında tetkîkâta başladım. Mektebe gidip hocalarla temasa geçtim… Bütün bu tetkikat bana şu neticeyi verdi: Amerikan Koleji denilen bu yer, muhteşem binalar içine gizlenmiş bir manastırdan başka bir şey değildir. Muallimleri âli tahsil görmemiş, pedagoji nedir anlamamış, cahil ve zavallı bir takım rahiplerdir... Bütün emelleri çocuklara Hristiyanlığı telkin etmek, onlara Protestanlığı sevdirmektir. Bunun için her hafta Hristiyan ahlakına ait konferanslar verirler... Çocuk bu kozmopolit arkadaşlar arasında yavaş yavaş kendi benliğini kaybeder... Kızım mektebe girerken Türk’tü fakat çıkarken kozmopolit olmuştu... Amerikan kolejlerinde okuyan Türk çocuklarından Hristiyan olanlar bile vardır. Hatta bazen çocuklar imtihanlarda sınıf geçmek için kendilerini Hristiyanlığı kabul ediyor gibi gösterirler...” Devam edecek


yirmi

Zilkâde 1437

Müdahaleler Doğu’da, MÜDAHİLLER BATI’DA! Darbelere ait bir sicil oluştu. İhanet tatlı bir su gibi ikdarın güç ve kudret şehve yle çarpar, onu elde etmek için yahut onu elde tutmak için herşeyi mübah kılar.

Recep Tayyip Erdoğan

FATİH BAYHAN

Darbelere ait bir sicil oluştu. İhanet tatlı bir su gibi iktidarın güç ve kudret şehvetiyle çarpar, onu elde etmek için yahut onu elde tutmak için her şeyi mubah kılar. Sezar’a ihanet eden Brütüs Sezar’ın himaye ettiği biriydi. Ancak Sezar’a hançeri saplayan Brütüs oldu. İslam tarihide bu nevi ihanetlerin yaşandığı sahnelerle doludur. Hz.Ömer, onun adil olmadığına inanan biri tarafından hemde camide şehit edilmişti. Katil, camide arkasında saf tutmuştu ve secde anında hançeri sapladı. Hz. Osman’ın şehadeti de farklı değil. Rasulullah’ın torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in şehadetleri de müslümanlar eliyle olmadı mı? İslam tarihi, Hz. Ömer’den başlayarak kurumsal bir yapıya dönüştükçe atanan Vali ve idarecilerle ilgili kararnameler neredeyse büyük ölçüde tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Hz. Ömer’in Mısır, Şam Valilerine özel gönderdiği mektuplar bilinmektedir.

Mısır Valisi Saad Bin Abu Vakkas (r)’a yazdığı mektup çok mühimdir ve okunmalıdır. İdarecilik, adil olmayı gerekli kıldığı gibi, halkında idareciye tabiiyeti elzemdir. Aksi takdirde nifak ve ifsad hareketleri zemin bulur. İslam tarihi boyunca, Halifelik devrinden başlayarak, Emevi Saltanatı, Selçuklu ve Osmanlı idaresi dönem dönem askeri çalkalanmaları doğurmuş, din ve inanç temelli hareketler toplumsal zeminde yer edindiğinde devletin bekasına ilişkin sorunların da kaynağı haline gelmiştir. Şeyh Bedreddin olayı Osmanlı’nın ilk dönemine rastlar ve neredeyse fetret döneminin en mühim hadisesi haline gelmiştir. Devlet yokolmayla karşı karşıya gelmiştir. Özellikle Osmanlı döneminde ifsad olmuş fikir ve hareketlerin dahi serbest bırakıldığı, ancak takip edildiği ve halkı ifsada devam ederek yayıldığı anlaşıldığında derhal önünün kesildiği yüzlerce olay yaşanmıştır. Batıl

sayılan dini meşrep ve mezhep hareketlerinin iç tehdide dönüşmesine asla müsaade edilmediği görülmüştür. Müslüman toplumun dini inanç ve samimiyetini istismar ederek, onları sünneti seniyyeden, Kur’an ve ahlakından yanaymış gibi görünerek, şahsi düşüncelerine tabi kılanlar her dönemde olmuştur. Elbette bunların devlete, topluma verdiği zararlarda açık olan düşmandan daha fazla tesir etmiş ve toplumu ifsada kadar sürüklemiştir. Hasan Sabbah olayı Melikşah’ın ifsadını, Selçuklu’nun yıkılışını beraberinde getirmiştir. Oysa Sabbah olayının özünde Nizamülmülk’ün onu önce istihbarat başkanı olarak vazifelendirmesi, ardından da görevden alması yatar. Sabbah, bu görevden almayı hazmedememiştir ve başkent yakınlarında bir dağa yerleşmiş, kendisine inanan bir güruhla orada toparlanmaya ve hedefine ulaşmak için beklemeye başlamış. Sabbah’ın hedefi Selçuklu’yu ele geçirmek tabiki öncesinde Nizamülmülk’ü katletmek vardır. Bu hedefine sabırla ve azimle ulaşır. Hemde bizatihi Melikşah’ın hanımıyla temas ederek yapar bunu. Kendi evlatlarından birinin Selçuklu’nun başına geleceğine inandırılan Hanım Sultan, önce Nizamülmülk’ün katledilmesini sağlar, ardından da Melikşah’ın öldürülmesiyle devletin sonunu getirir. İktidar kavgası hiçbir zaman güç ve irade getirmemiş, aksine güç ve iradeyi zayıf kılarak toplumdaki birlik ve beraberliği ilzam etmiştir. Yakın tarih daha feci hadiselerle doludur. Ayaklanan Yeniçeriler’in kazan kaldır-

Anâsır-ı İslam Türkiye için tek yürek BOSNA Hersek Reisul Uleması Hüseyin Efendi Kavazoviç, Başkan Görmez’e gönderdiği mesajda, o gecenin bir imtihan gecesi olduğunu belirterek, “Dost ve kardeş ülke Türkiye’deki gelişmeleri büyük bir endişe ile takip ettik, Allah’ın Türkiye’deki kardeşlerimize yardımcı olması için dualar ettik. Bosna Hersek Diyaneti olarak Türk halkının özgürlüğünü muhafaza etmesi ve demokrasi geleneğini sürdürmesi için Türkiye Cumhurbaşkanı’na, Türkiye hükümetine ve dostumuz Türk halkına tam bir destek verdiğimizi ifade etmek isterim. Siz sadece Türk halkının hürriyetini ve bağımsızlığını korumadınız, bütün İslam ümmetinin hürriyetini ve umudunu korudunuz. Türk devlet kurumlarının ve Diyanet’in bu imtihandan daha da güçlenerek çıkması için yüce Allah’a dua ediyorum.” ifadelerini kullandı. FİLİSTİN “Yüce Allah’ın dünyanın dört bir yanındaki mazlumların umudu, destekçisi ve dostu olan Türkiye’yi selamete ulaştırması münasebetiyle zatıalinize ve kardeş ülke Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a en kalbi tebriklerimizi sunarız.” ifadesini kullanan Filistin Evkaf ve Din İşleri Bakan Vekili Hasan Yusuf es-Sayfi de şu mesajları verdi: “Bizler biliyoruz ki, bu sapkın güruhun böyle bir teşebbüse yeltenmesinin muharrik sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm mazlum halkları ve özellikle Filistin halkını destekleyen duruşudur. Filistin meselesiyle ilgili yaşanan bütün süreçlerde Filistin halkını destekleyen insani ve siyasi duruşunuzu ve bütün şartlar altındaki desteğinizi unutmuyoruz ve asla da unutmayacağız.” KOSOVA Kosova İslam Birliği Başkanı Naim Ternava da “değerli kardeşim” diye hitap ettiği Mehmet Görmez’e Türkiye’nin istikrarsızlığa düşmesinin kendileri için de kabul edilemez bir durum olduğunu kaydetti. Türk halkına ve yöneticilere desteklerini ifade eden Ternava, “Hükümetiyle ve halkıyla Türkiye bizim hem dostumuz hem destekçimiz hem de müttefikimizdir.


yirmibir

Ağustos 2016

Anâsır-ı İslam Türkiye için tek yürek

maları devletin sürekli kesintiye uğramasına, ayarının bozulmasına neden olmuş ve eli silahlı unsurlara hakim olma arzusu ile devleti yönetme arzusu birleşmiştir. Devletin koruyucu ve kollayıcı unsuru olarak görevlendirilen, yasayla bütçe ve imkan sarfedilen silahlı unsurlar Genç Osman kalkışmasında olduğu gibi Sultan’ın feci şekilde şehit edilmesini, Sultan Hamid’in tahttan indirilmesini, Sultan Abdulaziz’in katledilmesini doğurmuştur. Aynı silahlı unsurların Enver Paşa döneminde de İttihat ve Terakki eliyle vatan savunmasını cephe savaşıyla kazanma gayretine de şahit olduk. Keza Mustafa Kemal’de bir askerdi ve Sultan Vahdeddin, Anadolu’yu birleştirme maksadıyla önce Samsun’a, ardından Osmanlı Mebusan Meclisinin lağvedilmesiyle yeni meclisin inşaasıyla görevlendirdi. İstanbul’u işgal edenler, Anadolu’daki bu hareketi okumakta geç kaldı. Sultan, tüm Anadolu’yu birleştirmiş ve kendisini hedef haline getirerek vatana sadakatini göstermişti. Bu elbette başka bir mevzudur. Ancak şu bakımdan mühimdir, zira “Her Türk asker doğar” sözü bizi millet olarak askerliğe yakın, yatkın ve muhabbetli kılmıştır. Anadolu insanı askerliğini yapmayana kız vermez, iş vermez. Hatta adamdan saymaz. Adam olmak için askerlik vazifesini, ifa etmiş olmayı elzem görür. Sultan II. Mahmud’un “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” diyerek tanımladığı Türk ordusu, “Muhammed (s) ‘ın yardımcı kuvvetleridir”.. Adına bu nedenle “Mehmetçik” denilmiş. Halk dilinde de “Peygamber Ocağı”

tanımı yapılmıştır. Sosyolojiyi bilenler askerlik mevzusuna Anadolu halkının bu yaklaşımını da çok iyi bilirler. Vatanı işgalden kurtaran Ordu, TBMM’yi kurup faaliyete başaltınca askeri elbiselerden arınanlarca yeniden inşaa edilmiş ve siyaset kurumu işle-

darbe, toplumla asker arasındaki ilişkide yaşanan ilk kırılmadır. Halk, oy verip iktidara getirdiği siyasetçisine sahip çıkamamış, darağacında idam hükmü okunduğunda ördek avına giderken kullandığı tüfeğini dahi askıdan indirmemiştir. Ardından gelen 12 Mart 1970 muhtırası, 12 Eylül 1980 askeri darbe artık Türk halkının askeriye ile arasındaki ayracı iyice açmıştır. Halk, dini kimliğini askeri makamlardan uzak yaşar hale gelmiştir. Bu tehlikeli ayraç tamda bazı dini yapılanmalara fırsat doğurmuş, devlet-ordu ve millet arasındaki din ve inanç ayrışması bu din kisveli yapılanmalar için buluşma zeminine dönüşmüştür. Bunun bizatihi sorumlusu bin yıllık tarihiyle arasına mesafe koyan anlayıştır. Bu milmeye let Müslümandır, Müslüman Menderes başlamıştır. kalacaktır. Bundan memnun Kurucu unsur asker ol- olmayan, bunu değiştirme unca milletimizin askere gayretine girenler her dönembakışı daha bir değişmiş ve de milletle arasını açmış, uzun bütünleşmiştir. Bu nedenle dönemde de milletin tokadını yeni Cumhuriyet’in sosyal yemiştir. inkılaplarına karşı toplumun 15 Temmuz başarısız kılınan aşırı reaksiyon göstermeden askeri darbe, milletin batepki vermesi askerine duy- basının, dedesinin Adnan Menduğu sadakattendir. deres’e sahip çıkmadık ağıtına 1960 askeri karşı yeni bir ağıt yakmayacağız çıkışıdır. 15 Temmuz gecesi bir kadının Boğaziçi köprüsü başında karşısındaki tanklara yürürken söylediği; “Dedem Menderes için ağladı, Babam Özal için üzüldü, Ben Erdoğan için ağlamayacağım, sokaklara çıkacağım” sözü toplumsal refleksi izaha yeter. Uzun yıllar TSK içine sızma gayreti izhar olan Fethullah Gülen örgütü, aslında 1983’ten beri sıkı takip altındaydı. TSK buna karşı bir reaksiyon geliştirmişÖzal ti. 1914 doğumlu olan F.G., Erzurum’da mazbut bir

MAKEDONYA Makedonya İslam Birliği Başkanı Süleyman Recebi de her zaman Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, hükümetin ve Türk milletinin anında olduklarını ifade ederek, “Halkın iradesini tanklarla ayaklar altına alacaklarını zannedenler büyük bir hüsran içindedirler. Dileğimiz odur ki, bu olaya karışan herkesin yasalar çerçevesinde en şiddetli bir şekilde cezalandırılmasıdır. Olaylarda şehit edilen emniyet güçleri ve sivil vatandaşlara Allah’tan rahmet, yaralananlara acil şifalar, başta en yüksek devlet erkanı olmak üzere kahraman Türk halkına başsağlığı diliyorum. Cenabı Allah Türkiye Cumhuriyeti devletini ilelebet payidar etsin. Türkiye’nin birlik ve beraberliğine kasteden bütün şer odaklarını kahru perişan eylesin.” şeklinde dua etti. SURİYE Suriye İslam Konseyi Başkanı Üsame Er-Rıfai ise Türk adaletinin, dünyaya bu girişimin gerçek yüzünü göstereceğini belirterek, “Yüce Allah batılın mağlup olmasını hakkın ise galip gelmesini takdir etmiştir. Suriye İslam Konseyi olarak, Türk hükümetini, halkını ve müesseselerini tebrik ederken Türkiye’yi ve tüm İslam beldelerini kötülerin şerrinden ve zalimlerin tuzaklarından korumasını ve bu tuzakları kuranların kendi tuzaklarında helak olmalarını Yüce Rabbimizden niyaz ederiz.” şeklinde dua etti. IRAK Iraklı Alimler ve İmamlar Derneği Başkanı Said El-Lafi ise “Aziz memleketinize ve seçilmiş liderlerine karşı yapılan darbe girişimi haberlerini duyunca tüm halkımızın, yurt içindeki ve yurt dışındaki Arap ve Müslüman kardeşlerinizin gözlerine gece boyunca uyku girmedi. Derneğimiz adına ve Türkiye’deki tüm Irak toplumu adına darbe girişimi karşısında ortaya koyduğunuz başarıdan dolayı büyük Türk milletini ve liderlerini tebrik ediyoruz. Allah, Türkiye’yi ve bütün İslam ülkelerini korusun.” mesajını Başkan Görmez ile paylaştı. KARADAĞ Karadağ İslam Birliği Başkanı Rifat Fejzic de Türkiye’nin sadece Türk vatandaşları için değil, bütün İslam ümmeti için önemli bir ülke olduğunu vurgulayarak, yaşanan olayların sonunda Allah’ın büyük bir lütfu ve yardımı olduğuna inandığını bildirdi. Feizic, Müslümanların Türk devletine ve halkına bundan sonra daha da çok dua edeceğini belirterek, “Türk halkı ne kadar büyük bir halk olduğunu 15 Temmuz akşamı göstermiştir.”


yirmiiki

aile çocuğu olarak dünyay a gelmiş. Genç yaşta hafız olup dini terbiye almış. 9 çocuklu bir ailenin içinde büyüyen F.G. diyanet teşkilatına Edirne’de başladığı imam-hatiplik vazifesiyle girmiş, Selimiye Camiinde de vaaz etme fırsatı yakalamıştır. Cami kürsüsünden vaaz verme şansı onu dini mevzular üzerinden yeni bir yapılanmaya gitmek için zemin sağlamıştır. Ancak onu asıl gençlerle bir araya getiren şehir izmir’dir. Burada cami cemaatinin güvenini kazanıp kurduğu cemiyet eliyle öğrencilere ulaşmış, burs ve yardım organizeleriyle bir kitle kazanmıştır. Onun din bilgisi, dini hayatı diğer cemaat ve yaklaşımlar dışında farklılıklar arz etmeye başlamıştı. Bunu en çok Türkiye’nin siyasi hayatına Milli Nizam Partisiyle giriş yapan Erbakan görecekti. Ancak şaşırtıcı olansa Erbakan’ın siyasi alanda kazandığı, kazandırdığı dini hayata dair açılımlar en çok F.G.’e yaramış, öğrenciler marifetiyle önce Türkiye’nin değişik vilayetlerine ulaşmış, ardından Yeni Ümit adlı bir dergiyle bu gençlerle irtibatta kalmayı başararak herkesi bulunduğu vilayette yeni bir yapı kurarak birbirine bağlamıştır. Onu giderek tehlikeli gören TSK, ilk raporunu yazdığında henüz bu denli bir organizasyon yapısına girmemişti. Ancak garip şekilde adı çokça anılmaya başlayan F.G. ile ilgili Erzurum’da babası kendisine sorulan bir soruya şöyle cevap verecekti. Kendisine sorarlar, oğlun büyük vaiz oldu. Her yerde adı dolaşıyor denilince. – Oğlum Fethullah büyük vaiz oldu ama, bende bilmirem kimin vaizi oldu, niye büyüdü, kim büyüttü? Bu kavuğun içi boş oğlum, der. Aslında babasının bu sözleri meseleyi de özetler gibi. Ancak F. G. İçin ilk görevin MİT eliyle olduğu konuşulur. Buna göre Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın zihninde şeriat fikri var mı yok mu? öğrenmek için MİT F.G.’ye bir görev verir. F.G. bu ilk görevinde dönemin Diyanet İşleri Başkanı Ömer Nasuhi Bilmen Hocayı konuşturur ve sözlerini kayda alır. Belkide FETÖ’nün ilk gayrı resmi istihbarat işi Bilmen hocayla ilgili bu vazi-

Zilkâde 1437

28 Şubat’ta ABD’nin Ankara Konslosluğu’ndan Pentagoan’a çekilen faks

Bu yazı, ABD Ankara büyükelçiliğinden önce Atina’ya oradan da pentagona faxlanıyor. Yazı Erbakan hükümetinim islam ülkeleriyle ittifak kurmayı hedeflediğini, bu yakınlaşmanın kendileri açısından (düşmanca) olduğunu ifade ediyor. fedir. Ama iş burada kalmaz. Devamı gelecektir. FETÖ ile rahat anlaşan mekanizmalar ondan başka başka görevlerde ister. Muhtemelen kendisi de devletin işleyişi içinde bir yerim olur düşüncesiyle bu vazifelere uzak durmaz. Ancak onu bu vazifelerin iğdiş ettiği bugün çok rahat görülüyor. Özellikle askeriye içine sızmak, devlet dairelerine adam yerleştirmek hedefi ile gizli ev örgütlenmelerine girişmek, okul yanlarında ev tutmak, üniversite talebeleriyle ilgilenmek, evlerde bir silsile oluşturmak daha sonra geliyor. Bu süreçte sürekli büyüyen bir cemaate dönüşüyor. Diyanetten istifa ediyor, serbest vaiz olarak çeşitli vilayetlerde konuşmalara gitmeye başlıyor. Kendisine yakın insanlardan bir kadro çıkartmaya başlıyor. Dergilerin sayısı artıyor. Sızıntı çıkıyor, günlük bir gazete satın alınıyor. (zaman gazetesi) ardından yayınevi kuruluyor. Giderek ekonomik varlığını artıran bir yapıya dönüşüyor. Aslın-

da işlerin sıralamasına baktığınızda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor. İşsiz bir vaizin önce kitaplarını okuyabilecek bir kitleyi organize etmesi, ardından bu kitleyi oluşturup kitaplarını basmaya başlaması, ardından da o kitapları basacak, dağıtacak organizasyona sahip olması gibi basit, anlaşılır bir süreç görüyorsunuz. Bu yapı siyaset ve sosyal olaylar eliyle giderek büyüyünce tabiki ekonomik bir varlık haline de geliyor. F.G. sadece vaiz olmadığını gösterircesine, bu kitleyi her yanıyla kullanmaya, ekonomik değeriyle de varlığını güçlendirmeye devam ediyor. “Himmet” adı verilen para toplama seansları giderek bir mecburiyete dönüşüyor. Devletin içine sızan her yeni üye, gönüllü bu mekanizmanın dişlilerini oluşturuyor. Bu yapıyla beraber F.G.’nin fıkıh anlayışı, dini yorumları, hadis, tefsir ve dini hayata dair sözleri, açılımları daha yakından izlenir hale geliyor. 28 Şubat’ta patlak veren başörtü krizinde ortaya koyduğu “fu-

ruat” tanımı hala tartışılıyor. Başörtmenin islamın temel argümanı olmadığını, bundan vazgeçilebileceğini ifade ederek; okul önlerindeki başörtü direnişlerini kırıyor. Giderek cemaat, dini tebliğ etmeyi ana gaye edinmek yerine, okul, dershane, şirketler eliyle oluşturduğu yapının ekonomik işleyişinde de söz sahibi olmaya çalışıyor. Mesela bu yapının içinde biriyseniz; sabah evinize zaman gazetesi gelecek, şirketinizde onların okulundan mezun olanları çalıştıracaksınız, şirketinizin ihtiyacı olan kırtasiyeyi cemaatin kırtasiye işinde olan arkadaştan alacaksınız, öğlen yemeğinizi cemaat üyesinin lokantasından yiyeceksiniz, market alış verişiniz aynı cemaat üyesinden olacak, şirketiniz kargosuna kadar emaatin kargo şirketini kullanacaksınız. Böylece bir şirkete ait tüm ekonomik yan unsurlar cemaatin oluşturduğu bir yapılanmayla paralel hale getirilerek ekonomik varlık büyütüldü. Bu mekanizma şirket sahibinin de işine geliyordu. Kendisine hazır bir müşteri kitlesi oluşuyor, kendiside ayda bir himmet seansında gönlünden kopanı vererek bir çarkı işletiyordu. Ancak bu yapı giderek şu hale geldi. Kendileri dışındakilerle tüm irtibatı kestiler, alış verişi kesitler. Dahası bu yapıya davet edip gelmeyen, himmet vermeyenleri “seni bitiririz” cümleleriyle tehdide yeltendiler. En büyük dram kamuda yaşanmaya başlandı. Kritik yerlere getirilen abiler, devlete alımlarda tercihen “şakirt malını” alıyor, onu güçlendiriyordu. Eleman ihtiyacını da buradan karşılamaya başladılar. Ancak kamuda en büyük sorun yazılı ve sözlü sınavlardı. Onu da “Gülen Fıkhı” geliştirerek “soruları üyeleriyle paylaşarak” aştılar. TSK içindeki yapıları daha farklıydı. Buradaki şakirtler diğer şakirtlerle temas ettirilmiyor. Deşifre olmalarından endişe edildiği için her türlü önlemi alıyorlardı. Bir defa harp okulunda okuyan talebelerin gidip geldiği ev, mekan ayrıydı. Buraya giriş çıkışlar belli ve dikkat çekilmeden yapılıyordu. Öyleki bir üst yapıdakilerle alt yapıdakiler birbirini tanımıyordu. Peki ya islami yaşantıları nasıldı? O da “Gülen Fıkhı” açılımıyla; savaş fıkhı anlayışıyla açılım yapılan, savaş ortamında herşey caizdir, felsefesine dayanan bir yaşantıydı. Namaz olmayabilir, içki kullanılabilir, gerekirse dekolte giyilebilirdi. En büyük korku deşifre olmaktı ve “büyük günahtı”… 28 Şubat’ta TSK içinde ve dışında ne kadar dindar insan varsa kamudan fişlendiğinde cemaat büyük endişe yaşamadı. Çünkü bir şekilde o yapı devlet içinde kalmayı başarırken, iktidardan alaşağı edilmiş Refah Partililer kamudan tasfiye edildi. Dini hayatın yeniden dizayn edildiği bir süreç olarak yaşadığımız 28 Şubat süreci, FETÖ dışında tüm cemaatleri dini tarikatları tasfiye ederken, FETÖ’yü garip şekilde korudu ve kolladı. Mesela elimizde 31 Mart 1998’de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e yapılan bir arz dosyası var. Bu dosyada Fethullah Gülen hakkında şu cümleler var: “Fethullah Gülen’in hedefi okullarında beyinlerini yıkadığı gençlik ile oluşturacağı toplum vasıtasıyla Laik, Demokratik ve Sosyal Hukuk Devleti olan TC’ni sona erdirip yerine şer’i yasaların hakim


yirmiüç

Ağustos 2016

olduğu islam devleti kurmaktır” diyor. Bu not yazılı ama, Gülen grubu her nasılsa TSK ve kamuda yuvalanmaya devam etti/ettirildi. Zaman gösterdiki kendisini Humeyni gibi ruhani lider olarak ittihaz edip ABD’nin güdümünde bir devlet yönetme hayalinde. Nitekim sığındığı ABD, ona CIA’ya ait 400 dönüm arazi vermiş, orada güvenliğini de CIA vasıtasıyla güvence altına almıştır. Devletin bu örgüte karşı reaksiyoner olduğunu bu bilgilerden anlıyoruz. Ama dosyada bilgiler devam ediyor: “F.G. tarikatının yurt içinde 182 okulu, 300 dershanesi, 25 bin kapasiteli 240 yurt ve pansiyonu mevcuttur. Ayrıca 200 civarında vakıf ve yine bu sayıda şirket tarafından bu müesseseler desteklenmektedir. Bugün için 52 ülkede6 üniversite, 236 ilkokul ve ortaokul derecelireçeli6 dershane olmak üzere 248 okul/dershane ve 21 öğrenci yurdu açmıştır. Bu okullarda 3 bini yabancı olmak üzere toplam 7 bin eğitici/idareci görev yapmaktadır. Bugüne kadar yapılan yatırımların toplam değeri 350 trilyon civarındadır.” Tarikatın hükmettiği bütçe hakkındaki rakam 1998 yılına ait. O yıldan sonra bu rakamın en az 3 kat arttığını düşünüyorum. Peki Yurt dışında bu kadar kolay nasıl açılım sağlayabildi? Bu soruya TSK raporundan ilginç yorum geliyor: “Papa ile görüşmesi ve Türkiye’de rahip yetiştiren bir ruhban okulu açılmasını desteklemesinin gayesi, yurt dışındaki faaliyetlerinin Hristiyan ülkelerce engellenmemesini sağlamaktır.” Diyor. Eski Başbakan Erbakan, partisinin kapatılması tehlikesiyle yüzleşirken, F.G. yeni kurulan hükümetle kolkola girmiş, işbirliği yapmıştı bile. Refah Partisi’nin “radikal dinci” gösterildiği dönemde F.G. , “Biz onlardan değiliz, ılımlı İslam”ı tercih ediyoruz dediği günler Grahm Fuller’in ona vazife verdiği günlerdir. Kendisi gibi yüze yakın isimle bizatihi görüşmeler yapan Fuller (CIA Ortadoğu şefi) hülasa şu teklifle gelmiştir. “Biz Ortadoğuda olacağız, sizinde burada hayalleriniz var, biz olmadan buraya giremezsiniz. Bizde siz olmadan burada varlık gösteremiyoruz. Ortadoğudaki islami varlığı kontrol altına alalım, bizimle işbirliği yapın” diyordu. Gittiği hemen çok kapıdan “hayır” cevabı aldı Fuller. Ancak F.G. “evet” diyecekti. Bunun karşılığında vaad edilen, “sınırsız oturma hakkı,

Fuller ve Gülen işbirliği

1998’de Erbakan iktidarda “radikal dinci” diye

1998’de Erbakan iktidarda “radikal dinci” diye köşeye sıkıştırılırken, F.G. , “Biz onlardan değiliz, ılımlı İslam’ı tercih ediyoruz dediği günler Grahm Fuller’in ona vazife verdiği günlerdir. Fuller Türkiye’de kendisi Gülen gibi islami topolumda etki edecek yüze yakın isimle bizatihi görüşmeler yapmış hülasa şu teklifle gelmiştir: “Biz Ortadoğuda olacağız, sizinde burada hayalleriniz var, biz olmadan buraya giremezsiniz. Bizde siz olmadan burada varlık gösteremiyoruz. Ortadoğu’daki islami varlığı kontrol altına alalım, ‘Ilımlı İslam Projesi’nde bizimle işbirliği yapın” diyordu. Gittiği çok kapıdan “hayır” cevabı alan Fuller’e ancak F.G. “evet” diyecekti. Bunun karşılığında vaad edilen, “sınırsız oturma hakkı, ekonomik destek, düşünceni yayma gücü” gibi vaatler F.G. için ABD hayatının başlangıcı anlamına geliyordu. Nitekim öyle yaptı. Daha çok okul açma, daha büyüme ideali gibi görünen, ancak ABD’nin din ve İslam tipine hizmet eden (Kiliseye benzer camii, papaza benzer imam) bu anlayışın önü açıldı. Bir anda 134 ülkeye yayılan, yıllık hacmi duran varlıklarıyla 54 milyar doları bulan, dolaşan varlıklarıyla 25 milyarı bulan bir mekanizma ortaya çıktı. Bu, tamda “endüstrileştirilmiş bir din ve din adamı” içinde iyi bir örnekti. Bu işbirliği ABD’den Gülen’in neden verilmeyeceği ile Neden ABD’de olduğu gerçeğini açıkça izah ediyor. ekonomik destek, düşünceni yayma gücü” gibi vaatler F.G. için ABD hayatının başlangıcı anlamına geliyordu. Nitekim öyle yaptı. Daha çok okul açma, daha büyüme ideali gibi görünen, ancak ABD’nin din ve islam tipine hizmet eden (Kiliseye benzer Cami, Papaza benzer imam) bu anlayışın önü açıldı. Bir anda 134 ülkeye yayılan, yıllık hacmi duran varlıklarıyla 54 milyar doları bulan, dolaşan varlıklarıyla 25 milyarı bulan bir mekanizma ortaya çıktı. Bu, tamda “endüstrileştirilmiş bir din ve din adamı” içinde iyi bir örnekti. ABD bu tür örneklerle doludur. FETÖ’nün ABD’den neden verilmeyeceği ile Neden ABD’de olduğu gerçeği böyle.

Ancak asıl gerçek sizi daha çok sarsabilir. Bu da onun Almanya bağlantısı. Ne yazık ki Almanya’ya bağlı bir Kardinal. İslam coğrafyasında ve özellikle Türkiye’de görevli ikinci Kardinal. Diğeri ise kamuoyunun yakından tanıdığı bir başka isim. Hatta öyleki Akademik hayattan alınıp Devlet Bakanı yapıldı, Diyaneti de ona bağladık. Dinle ilgili yaptığı aykırı ve özgür yorumlar nedeniyle kısmen Yaşar Nuri Öztürk’e “fikir akrabası” sayılan M.A. ne yazıkki F.G. ile birlikte Türkiye’deki dini hayatın içi boşaltmakla görevli iki Kardinal’dir… 1998’deki TSK raporunun bir cümlesi 15 Temmuz darbe girişimine atıf yapar gibi. “Tarikatın gelişme politikası birey-

lerden başlayan, sonra aileler ve oradan da topluma ulaşmayı hedefleyen bir sistemi kapsamaktadır. Toplumda bu tarikatlara yönelik bilinçsiz yanılgı devam ettiği sürece uygun vasıtanın oluşmasına bağlı olarak pek yakında zorla KABUL ETTİRME döneminin başlayabileceği kuvvetle muhtemel görünmektedir.” 1998’deki bir Rapor, üzerinden 18 yıl sonra gerçeğe dönüşüyorsa bunu yeniden okumak ve devletin ona göre yeni tedbirler almasını da gerekli kılmaktadır. 18 Yıl sonra bu yapı, ABD’nin lojistik gücünü de arkasına alarak Türkiye’de yeni bir askeri darbeye yeltenmiş, ancak halkın gösterdiği karşı koyuşla darbeyi başaramamıştır. Bu kalkışma, milli iradeye kelepçe vurmayı amaçladığı gibi, TBMM’yi, Cumhurbaşkanlığı Sarayını, Genelkurmayı ve halkı hedef almış kanlı bir çatışmaya dönüşmüştür. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde halk, 15 Temmuz darbesinde gösterdiği reaksiyonu göstermemiştir. Bu bakımdan da bu karşı koyuş mühimdir. Halk, iradesine sahip çıkmıştır. wBu darbe kalkışmasında gözden kaçan bazı detaylar da var. Tıpkı 28 Şubat postmodern kalkışmasında olduğu gibi. Belgesini ilk defa burada neşrettiğimiz belge ABD Ankara büyükelçiliğinden önce Atina’ya oradan da pentagona faxlanıyor. Yazı Erbakan hükümetinim islam ülkeleriyle ittifak kurmayı hedeflediğini, bu yakınlaşmanın kendileri açısından (düşmanca) olduğunu ifade ediyor. Bu tutuma karşı Türk hükümetinin yıkılmasını, buna karşı ABD’nin güçlerinin harekete geçirilmesi isteniyor. Bir başka belge 1960 darbesiyle ilgili. Yine dış unsurlar, bu kez İngiltere darbenin destekçisi. Peki 15 Temmuz darbesinde dış unsur nedir? Bir defa darbenin başaktörlerinin ifadeleri okundukça dış unsurun rengide açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu darbe FETÖ’nün kurmaylarınca tasarlanmış, ABD’nin lojistik destek verdiği, Avrupa’nın da başarılı olması için dua ettiği bir askeri darbe girişimidir. ABD, AB, BM nasıl Mısır darbesinde gecikmeden SİSİ ile irtibatlanıp yola devam ettiyse, Türkiye’de de aynı yaklaşımı sergilemekten geri durmayacaktı. Bu gerçeği görüyoruz. Ancak hesap edemedikleri halkın tanklar üzerindeki reaksiyonuydu. Bu reaksiyon askeri unsurlarla Türkiye’de halka rağmen bir darbenin yapılamayacağını da gösterdi. Halk, buna rağmen ordusuna sahip çıktı, polisiyle el ele verdi.


yirmidört

Anâsır-ı İslam Türkiye için tek yürek HİNDİSTAN Hindistan İslam Fıkıh Akademisi Yönetim Kurulu adına Emin el-Usmani ise “Allah’ın muhafazası ve yardımıyla düşmanlarının parçalamasından ve uluslararası güçlerin kurduğu oyunlara gelmekten kurtulan Türk halkını tebrik ediyoruz. Hindistan alimleri olarak bizler düşmanın mağlup olması ve kahraman Türk halkının zaferi münasebetiyle hissettiğimiz sevinci ve mutluluğu ifade etmek isteriz.” görüşünü paylaştı. SOMALİ Mogadişu Üniversitesi Rektörü Ali Şeyh Ahmed ise Somali Mogadişu Üniversitesi adına, darbe girişimini kınayarak, “Bizler, Türkiye’nin anayasal düzenini ortadan kaldırmak amacıyla harekete geçen şer güçlerinin mağlup olduğunu öğrenmekten büyük bir memnuniyet duyduk. Günümüz modern dünyasında Türkiye’nin gözle görünür, tarihi gelişim ve ilerleyişini durdurmaya yönelik olan bu alçakça eylem asla kabul edilemez.” ifadelerini kullandı. TANZANYA Tanzanya Müslüman Alimler Kurulu Başkanı Süleyman Imran Kilimili de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Türk halkını, “bir grup hain tarafından vatanlarına karşı düzenlenen komplosunu boşa çıkaran cesur ve dik duruşu vesilesiyle kutladıklarını” kaydetti. Kilimli, “Sayın Cumhurbaşkanı tüm dünyayı şaşırtacak derecede sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda başarılara imza atmıştır. Buna rağmen bu alçak hainler Türkiye’yi bir uçuruma sevk etmeye kalkmıştır. Allah’tan Sayın Cumhurbaşkanına ve Türk halkına refah, daimi huzur ve kalkınma ihsan etmesini niyaz ederiz.” şeklinde dua etti. ARJANTİN Arjantin İslam Merkezi Başkanı Anibal Beşir Bakir de şu mesajla destek verdi: “Ümmetin bütün fertleri gibi Arjantin’de yaşayan Müslümanlar ve özellikle Arjantin İslam Merkezi olarak gözlerimizi de kalplerimizi de sevgili Türkiye’ye doğru çevirdik; büyük bir dikkatle bu şer girişimini takip ettik. Halkıyla ve hükümetiyle Türkiye’yi muhafaza etmesi için Allah’a dua ve niyazda bulunduk. Arjantin İslam Merkezi ve Müslümanları olarak halkın iradesine dayalı seçilmiş hükümete karşı bir avuç uşak tarafından gerçekleştirilen bu başarısız darbe girişimini kınıyor, Türk halkının, ordusunun ve bütün partilerin demokrasi ve meşruiyet için adeta bir dönüm noktası olan duruşunu takdirle karşılıyoruz.”

Zilkâde 1437

Uyarı-yorum

Fahreddin Ergün

Milli İrade nöbetinden notlar *Saat sabaha karşı 04:00, meydanda ciddi bir kalabalık var, şu an burada olmalarının kişisel hiçbir gerekçesi yok, çoğunluğu alt sosyal gelir gurubuna mensup, heyecanlı gençler, endişeli anneler, orada durmayı ibadet sayan dindarlar, vatan elden gidiyor refleksini hayat tarzı haline getirmiş MHP’liler, Ben aslında AKP’li değilimi her şeyi eleştirerek göstermeye çalışan Milli Görüşçüler, olanları hala çözememiş kafası karışık CHP’liler, o gece dışarıda canını ortaya koymuş ama hala şokunu atlatamamışlar, tehlikenin farkında vakurlar, meraklı gözler. *Bu kitle, AK Parti dahil hiçbir siyasi partinin miting kitlesindeki demografiye uymuyor, Ak Parti dahil diğer siyasi partilerin teşkilatlarında görev alan, miting tecrübesi olan bir kitle de değil. *Gecenin bu saatinde şu an karşımda tayt giymiş genç bir kızla, sarıklı cüppeli yaşlı adam Genç Osman mehter marşı çalarken coşku ile omuz omuza bayrak sallıyorlar ama ikisi de farklılıklarının farkında değil. *Meydanın etrafındaki mağazaların önüne serilmiş hasır ve kartonların üstüne çocuklarını uyutmuş aileler var, bu ailelerden çarşaflı ve başörtülü kadar başı açık, askılı tişörtlüler de var. Bitkinliklerini çekirdek çitleyerek gidermeye çalışıyorlar. *7 kişilik genç bir grup, Recep Tayyip Erdoğan şarkısına bozkurt işareti yaparak eşlik ediyor. MHP ve Ülkü Ocaklarında görev almamış, sadece çevresindeki HDP-PKK sempatizanı kürtlere karşı duruş kimliği olarak ken-

iD ğer lerin t a a cem

dini ülkücü olarak tanımlayan ciddi bir genç kitle var. Bunların MHP ile organik bağı yok, lider olarak Cumhurbaşkanını görüyorlar, şu an Ak Parti Gençlik Kolları nargile fokurtusunun sesinden bu kitleyi duyamıyor, dumanından göremiyor. Önemli bir ayrıntı; Bozkurt işareti yapan bu kitle, o gece darbeyi protesto etmek için sokağa inmedi, direk Cumhurbaşkanını kurtarmak için Havalimanına koştu. *Uşşaki dergahından dervişler Koton Mağazasının önünde zikir halkası kurmuş def ve ilahiler eşliğinde zikir yapıyorlar, belki hayatında ilk defa bu sahneyi görenler hiç garipsemeden onlara eşlik ediyorlar. *Muhafazakar camianın yaşam tarzları ve giyimleri ile dikkat çeken undergraund grupları meydanda, ama kimse onları garipsemiyor. Aynı şekilde rüküş çizgisinde açık giyinmiş bayanları ağırlığı muhafazakar kitlenin garipsemediği gibi. *Bu kadar geniş yelpazede farklı sosyal katmanlardaki insanlar aynı meydanda tüm farklılıklarını unutarak tek bir kitle davranışı sergiliyorlar. SONUÇ: Bu milletin sosyal DNA’sına, vatan, millet, bayrak kavramları, tarihten gelen tecrübelerin aktarımı ile “Allah-din-iman” potasında beraber işlenmiş ve vücutların kontrolü OHAL pskilolojisinde bu “Son Kale” nin savunması için otomatik pilota bağlanmış. Devletin yoksa dininin de yoktur, namusun da yoktur, şerefin de yoktur. Önümüzde Suriye’liler canlı örnek olarak duruyor.

“FETÖ-LEŞME TEMAYÜLÜ”

1-Devlet şirk kabul etmez, kim devletin genel ve sistemli kurallar bütünü içerisindeki bürokratik yönetim mekanizmasının haricinde başka bir yönetim mekanizması kurarsa, devlet o yapıyı varlığına tehdit görür ve imha eder. Bunun dini bir yapı olmasına da gerek yoktur. isterse bu yapının başında devletin başındakinin kardeşi olsun, devlet kendi varlığı için acımasızca mücadele eder, bunun tarihte örneği çoktur. 2- Herhangi bir cemaat mensubu devlet memurun en çok düştüğü hata; emrinde çalıştığı devleti ve yaptığı işi ile “Allah” arasında irtibat kuramamasıdır. Yaptığı kamu görevini “Allah için” kategorisinde niyetleyemediğinden dolayı Allahın rızasını kazanmak adına, o makamın veya yetkinin gücünü kendi aidiyet duyduğu yapının emrinde kullandırarak Allah rızasını kazanma yoluna sapmaktadır. Bu da felaketin başlangıcıdır. 3- Muhafazakar kesimin birey-devlet ilişkisi 200 yıldır bozulduğu için bu konuda anlayış düzeltmesine ihtiyaç vardır. Her sabah evden çıkarken, Ya Rabbi rızkımı kazandığım, dinimi ve namusumu ko-

ruyan, dünyadaki mazlumlara hamilik yapan devletime senin rızan için hizmet etmeye gidiyorum” niyeti bu ikilemin panzehiridir. 4-Bu olanlardan ders almayıp, çevresindekileri organize ederek kamudaki FETÖ’nün boşalttığı boşluğu ben doldurayım hevesine kapılarak kadrolaşmaya giden hangi yapı olursa olsun sonu hüsrandır. 5-Devlet kademesinde bir cemaat mensubu olmak marka değeri haline gelirse, bu durumdan en çok zarar görecek olan o cemaattir. Çünkü bürokratın kafası faydacılığa modlanmıştır. Örneğin Allah göstermesin HDP iktidara gelse, şimdi o cemaat bu cemaat etiketi taşıyan bürokrat gider Kandil’den referans getirir. 6-Son 10 yıldaki FETÖ organizasyonunun icraatları, gücü ve yükselişi, diğer cemaatleri de asli görevleri ve varlık sebeplerinden uzaklaştırarak, siyasi, ekonomik ve medya gücü elde etme hevesine sürüklemiştir. Diğer cemaatler acilen “Fetö-leşme Temayülü” hastalığından kurtularak kendine misyon ve vizyon tanımlaması yapmalıdır.


yirmibeş

Ağustos 2016

Erol Erdoğan

27 Mayıs 1960 darbesine siyaset, millet ve medya direnmedi, hatta alkışlayanlar oldu. Menderes’in asılmasına üzülen vatansever insanlar ise onun için sessiz hıçkırıklarla ağlamakla yetinmek zorunda kaldı. Osmanlı dönemindeki Yeniçeri isyanlarını dikkate aldığımızda, darbe tarihimizin hayli gerilerden başladığını kabul etmekle beraber, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk askeri darbesi 27 Mayıs 1960 tarihlidir. Bu ilk darbeden sonra günümüze kadar 15’ten fazla darba, darbe girişimi ve muhtıra yaşadık. 1960 darbesi kanlı bir darbeydi. Darbeyle birlikte Cumhurbaşkanı ve bakanlar tutuklandı, 235 general ve 3 bin 500 civarında subay emekliye sevk

Tankların üstüne çıkan

HALKIN SOSYOLOJİSİ edildi, 147 öğretim üyesi görevden alındı ve bazı üniversiteler kapatıldı, 520 hâkim ve yargıç darbeciler tarafından görevden uzaklaştırıldı. Başbakan Menderes ve arkadaşları idam edildi. 27 Mayıs 1960 darbesine siyaset, millet ve medya direnmedi, hatta alkışlayanlar oldu. Menderes’in asılmasına üzülen vatansever insanlar ise onun için sessiz hıçkırıklarla ağlamakla yetinmek zorunda kaldı. Daha vahimi ise, darbe tarihi olan 27 Mayıs günü, darbeciler tarafından Hürriyet ve Anayasa Bayramı ilan edildi. 27 Mayıs günü, 1963’ten 1980 darbesine kadar bayram olarak kutlandı. Ayrıca, hükümetin devrildiği ve başbakanın asıldığı bu kanlı darbe, son dönemlere kadar ders kitaplarında ‘darbe’ olarak değil ‘halk hareketi’ anlamında ihtilal olarak tanımlandı. Bugün bile Kemalistler ve bazı solcular 27 Mayıs’ı darbe değil ihtilal olarak tanımlamayı sürdürmektedirler. 12 Eylül 1980 darbesi de 27

Mayıs gibi geniş çaplı bir sindirme sürecine sahne oldu. 1980 darbesinde 650 bin kişi gözaltına alındı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 7 bin kişi için idam cezası istendi, 50 kişi idam edildi, 171 kişi işkenceden öldü. Maalesef 12 Eylül darbesine de karşı konulamadı. Öyle ki, darbecilerin siyaset yasağı koyduğu Demirel, Erbakan, Türkeş ve Ecevit’in yasakları ancak 7 yıl sonra referandumla yüzde 51 gibi düşük bir oyla kaldırılabildi. Oysa cuntanın anayasası, yüzde 91 gibi yüksek oyla kabul edildi. Türkiye’de darbe karşıtı ilk seslerin yükselmeye başlaması Turgut Özallı yıllara rastlar. Dünyadaki gelişmelere de uygun düşen bu değişimde Özal’ın açılımcı ve kalkınmacı politikalarının hayli etkisi bulunmaktadır. Özal’ın şortla asker denetlemesi o dönem gazetelerde haber olmuş ve vatandaş arasında memnuniyet uyandırmıştı. Ekrem Pakdemirli, ‘Özal’ın Mirası’ adlı kitabında Turgut Özal’ın şortla askeri

35. Maddenin değiştirildiği günde darbeye kalkışmak! Darbecilerin yasal gerekçelerinden biri sayılan TSK iç hizmetler kanununun 35. Maddesi çok tar şılmış TBMM’de kurulan Darbeleri Araştırma Komisyonu, 2 cilt halinde hazırladığı raporunun sonuç bölümünde de hükümete tavsiye niteliğinde acilen iç hizmetler kanunu 35. Maddenin değiştirilmesi gerektiğini yazmıştı. Hükümet bu tavsiyeden bir yıl sonraya, yani 14 Temmuz 2013’de değişiklik tasarısını TBMM gündemine getirdi. TBMM Genel Kurulu’nda TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesini değiştiren yasa maddesi kabul edildi. Buna göre “Silahlı kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” ifadesi, “Silahlı kuvvetlerin vazifesi; yurtdışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askeri gücün muha-

fazasını ve güçlendirilmesini sağlamak, TBMM kararıyla yurtdışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına yardımcı olmaktır” şeklinde değiştirildi.O gün, büyük tartışmalarda yaşanmıştı. Ancak bu tartışmalara rağmen hükümet TBMM’deki sayısal üstünlükle yasal değişikliği gerçekleştirdi. Dönemin Milli Savunma Bakanı o gün TBMM’de ilginç bir konuşma yapıyor. Konuşma ilginç çünkü, “TSK darbe yapmaz, darbeyi çete yapar” diyor. Konuşmanın ilginçliğini bugün daha net anlıyoruz. TSK darbeye direniyor, çete darbe için çatışıyor. Ve işin en garip tarafıda TBMM’de 35. Maddenin değiştirildiği güne denk getiriliyor darbe teşebbüsü. Hemde tam iki yıl sonra 15 Temmuz…

birlik denetimini, “TSK, Suriye ordusuna benzemesin” diye yaptığını yazmaktadır. Özal’ın şortla asker denetlemesi “Artık darbe olmaz” algısı dahi oluşturmuştu. Tabii ondan sonra 28 Şubat, 27 Nisan, 17-25 Aralık, 15 Temmuz yaşandı. Gelelim 28 Şubat’a. Darbe karşıtı siyasi, sivil ve toplumsal direniş örneklerine ciddi anlamda ilk olarak 28 Şubat sürecinde rastladık. Başbakan Necmettin Erbakan başta olmak üzere RP kanadı, fire vermeden darbeye direndi. Diğer siyasi partilerden, medya ve STK’lardan da darbeye direnenler oldu. 28 Şubat sürecinde, doğrudan baskılara maruz kalan liseliler, üniversiteliler ve sivil halkın da çoğu darbeye ayak diredi. Darbe önlenememiş olsa bile, darbe karşıtlığının sosyolojik ve siyasi olarak ilk tohumları 28 Şubat’ta boy verdi. 2000’li yıllara ulaştığımızda, 28 Şubat’ın etkisiyle, toplumun her kesiminde darbe karşıtlığı yaygınlaştı. Devamı sonraki sahifede

Şair - Yazar

Mustafa Özçelik Safahat Dersleri ile Sebîlürreşad’da

Eylül sayısında


yirmialtı

Darbe karşıtlığının fonksiyonel biçimde arttığı tarih ise 27 Nisan 2007’dir. O gece, zehir zemberek bir muhtıra yayınlandı. Muhtıra amacına ulaşırsa muhtemelen darbeye dönüşecekti. Herkes şoktaydı, olacakları tahmin etmekte zorlanılıyordu. O sabah, AK Parti büyük bir cesaretle muhtırayı reddetti. Toplumun çoğunluğu bu reddedişi sahiplendi. Sonrasında 7 Şubat 2012 tarihli MİT Krizi, 28 Mayıs-30 Ağustos 2013 tarihleri arasında gerçekleşen Gezi protestoları, 17-25 Aralık darbe denemelerinde darbe karşıtlığı ciddi oranlarda artarak sosyal ve kültürel formlara dönüşmeye başladı. Darbe karşıtlığının zirvesini 15 Temmuz 2016 gecesi yaşadık. FETÖ öncülüğünde başlatılan darbe girişimine karşı millet büyük bir aşkla vatanına, devlete, hükümete, Cumhurbaşkanına ve sokaklara sahip çıktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım süreci doğru yönetti. Medya ve siyasi partiler gecikmeden darbe karşısında yer aldılar. Millet artık darbenin düşman olduğunu biliyordu. Zaten darbeciler de düşman gibi saldırıyordu. Adım Adım Darbe Karşıtlığına Darbe tarihimizi kısaca özetledikten sonra, darbe severlikten veya darbeye karşı sessiz duruşlardan sokaklara çıkarak darbe karşıtı noktasına gelinen sürecin sebeplerini maddeler halinde sıralamak istiyorum. •Turgut Özal ile başlayan Necmettin Erbakan ile aşama kaydeden AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan ile yaygın şekilde kendini ortaya koyan devlet-millet-siyaset yakınlaşması ile icraat ve yatırımların artması, siyasete güven duygusunu arttırdı. •Darbelerde yabancı devletler ile yabancı istihbarat kuruluşlarının varlığının su yüzüne çıkması, darbelerin emperyalist ve işgalci yönünü ortaya koydu. •Darbelerin sadece siyaset değil milleti de hedef almaya başlaması, günlük yaşama ciddi kısıtlar getirmesi, her darbenin aynı zamanda ekonomik bir darbeye dönüşmesi, darbecilerin milletin dini-inancı ile uğraşmaları darbelerin daha fazla sorgulanmasını sağladı. •Üst düzey bazı komutanların, özellikle 2000’li yıllarda, darbe girişimi ve yolsuzluk gibi konulara isimlerinin karışması, güvenilen kurumlar endeksinde orduyu üst sıralardan aşağılara doğru indirdi. •Ordunun terörle mücadelede ve sınırlarımızın güvenliğini sağlamada yetersiz kalması, ordu içindeki bazı grupların asıl görevlerini yapmak yerine siyasetle uğraşmaları olarak yorumlanmaya başlandı. •Darbeler başta olmak üzere derin devlet ve karanlık ilişkileri konu edinen diziler, filmler, kitaplar, belgeseller (Kurtlar Vadisi, Ertuğrul vb.) her yaştan insanda darbe karşıtlığı duygusunun gelişmesine katkı sağladı. •Türk darbeciliğinin fikri temelleri (Batıcılık, Kemalizm, Seçkincilik, Kutsal

Zilkâde 1437

Ordu vb.) üzerinde aykırı tartışmaların yapılması ve bu fikirlere karşı ciddi muhalif söylemlerin gelişmesi de darbecilerin aleyhine duruşları çoğalttı. •12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbelerinin yargılanması ve Adnan Menderes ve arkadaşlarına iade-i itibar yapılması darbe karşıtlığının artmasına katkı sağlayan unsurlar arasında yer aldı. 28 Şubat süreciyle başlayan darbe karşıtı duruşlar, yukarıdaki faktörlerin de etkisiyle, 27 Nisan, Gezi olayları, 17-25 Aralık süreçlerinde sürekli arttı, çeşitlendi, güçlendi, toplumun her kesiminde kültüre dönüştü. 15 Temmuz: Darbe Karşıtlığının Zirvesi İlk örneklerini Özallı yıllarda gördüğümüz ancak 28 Şubat süreciyle birlikte toplumsallaşmaya başlayan darbe karşıtlığı, günümüze kadar çok sayıda unsurun etkisiyle gelişti ancak 15 Temmuz gecesi, darbe karşıtlığımız, dünyaya örnek olacak biçimde zirve yaptı. 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimine karşı ortaya konan karşıtlıkta, yukarıdaki faktörlerle birlikte, o geceye has olan bazı unsurlar da rol oynadı. Bunları maddeler halinde yazacağım. •Darbecilerin Boğaz Köprüsü, TBMM, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Başbakanlık, MİT, Hava Yolları gibi her yere saldırmaları ve daha ilk andan itibaren sivilleri vurmaya başlamaları halkta “bunlar sanki düşman ordusu gibi” düşüncesinin doğmasına sebep oldu. •Darbenin arkasında, çoktandır kendisine güvensizliğin arttığı ve artık hain olduğundan kimsenin şüphesi olmayan FETÖ’nün olduğunun anlaşılması, darbecilere tepkinin hızlı ve yaygın biçimde ortaya konulmasını sağladı. •Başbakan Binali Yıldırım ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Sokaklara ve meydanlara çıkın” çağrısı, ülke çapında karşılık bulduğu için darbeciler her yerde karşılarında ölümüne direnen insanlarla karşılaştılar. •Cumhurbaşkanı ve Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan, işgalci ve darbeci cuntaya, ölümüne direneceğinin biliniyor olması, insanları darbeye ölümüne direnç göstermesini sağladı. İnsanlar, bu inançla sokaklara çıktılar, TBMM’nin önüne koştular, Boğaz Köprüsünde tankların karşısına çıktılar, meydanları doldurdular. •Sadece AK Parti’nin değil MHP ve CHP dâhil tüm siyasi partiler medyanın çoğunluğunun darbe karşısında durması da o gece herkesin, vatanına ve özgürlüğüne sahip çıkmasını sağladı. Darbe karşısındaki bu birlik, darbeye destek verebilecek kişi ve kuruluşları da engelledi. 15 Temmuz Darbe Girişimi başarılsaydı, hiç şüphesiz dünya tarihinin en kanlı darbesi olacaktı. ABD’nin ‘bizim çocuklar’ dediği emperyalist cuntacılar 12 Eylül 1980’de darbeyi başarmışlardı, 15 Temmuz’da ise milletin çocukları başardı, darbeyi sokaklara gömerek adını dünya tarihine ‘darbeyi bastıran halk’ olarak yazdırdı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve

Türk Milleti’ne mektup! Bahreyn Fıkıh Kurulu Başkanı, Uluslararası İslam Fıkıh Akademisi Üyesi, Darul-Ul’um Pakistan Karaçi Üniversitesi Başkan Yardımcısı Mufti Muhammed Taki el-Osmani Hoca, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Türk milletine mektup yazdı. Mufti Muhammed Taki el-Osmani Hoca besmele ile başladığı mektubunda şu ifadelere yer verdi; Bismillahirrahmanirrahim Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’ya hamd; Yüce Peygamber Efendimiz Hazreti Muhammed’e ashabına ve kıyamet gününe kadar onlara en güzel şekilde tabi olanlara salat ve selam olsun. Sayın Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan! Allah’ın selamı rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Size; sevgili Türk halkının teyakkuz hali ve sizin ferasetli önderliğiniz neticesinde bütün milletlerin tarihinde benzerine çok az rastlanacak bir şekilde asi teröristlerin yüzüstü bırakılması ve şerlerinin def edilmesi hususunda, Allah Teâlâ’nın bahşettiği bu şanlı zafer için en değerli tebrik ve takdirlerimi iletirim. Doğusundan batısına tüm İslam ümmetinin gururlanıp gıpta edeceği ve her türlü övgüye layık olan şekilde; vatan uğrunda feda duygusu, ata mirası cesaret, kesin kararlılık, Allah’ a güven ve tekbir naraları dışında elinde herhangi bir silah olmayan Türk halkı topyekûn, ölüm makinaları olan uçak ve tankların önünde sağlam bir set olup asi teröristlerin karşısında durmuşlardır. Sayın Cumhurbaşkanı! Size Pakistan âlimlerinin sevgi ve kardeşlik duygularının yanı sıra Allah Teâlâ’ya sizi ve kardeş ülke Türkiye’yi düşman komplolarından koruması, onların tuzaklarını kendilerine çevirmesi ve gayretlerini boşa çıkarması için olan iltica ve dua niyazlarını takdim ederim. İslam ve Müslümanları ilgilendiren tüm meselelerde müslümanların gözünü aydın kılan ferasetli ve cesur duruşunuzdan dolayı siz ve ülkeniz için bütün İslam ümmetinin elleri Allah Teâlâ’ya kaldırılmıştır. Allah Teâlâ’dan niyazımız; sizi hikmetli gidişatınızda başarılı kılması ve bütün Müslümanların ümitlerinin bağlı olduğu Türkiye’ye önceki şan ve şerefini iade etmesidir. Bu yüce amacı hedefleyen tavırlarınızda sizinle birlikte olacak ve zikri geçen yüce hedeflere yürüyüşünüzü kolaylaştırmak için bizden mümkün olan her türlü hizmet için Türk kardeşlerimizin çağrısına icabet edeceğiz.


yirmiyedi

Ağustos 2016

Asım’ın Nesline İdeolojya örgüsü - 1 Sen ki, üç asırdır zillete sürüklenen bir dimağın mümessilisin. Tüm ehli salip büyük bir ittifakla üstüne gelirken, sana iki şartla hayat hakkı tanıyorlar. Bunlardan birincisi; kendileri gibi olmandır. Onlara benzersen, onlar gibi dünya hayatının bir parçası olur, dünya vatandaşlığına kabul edilirsin. Her an’ın ve her günün seni dünyaya bağlayacak. Dünyanın zevk-ü safasıyla meşgul olacaksın. İkincisi ise; İslam’a ait olmamandır. Yani ya bize ait olacaksın, yahut islama ait olmayacaksın. İslam’ın nur-u ndan uzak duracaksın. Bu iki şartı kabul ettiğinde huzur vaad ediyorlar, mutluluk vaad ediyorlar. Aldanma! Ehli salib, kendi yakalayamadığı mutluluğu sana asla veremez. Avrupa’nın ve dahi Amerika’nın sokaklarında huzur kol gezmiyor. Kameralarla donatılan sokaklar yinede korku dolu. Yapay bir cennet vaadi. Alış verişin faizle bereketinin eritildiği, Afrikalı siyah zenci çocuğun umut ve geleceğinin Amerika sokaklarında yok edildiği bir gerçeğin üstüne inşaa edilmiş, kanlı bir mutluluk. Bir yanıyla sana gösterilen o mutluluğun altındakinin gözyaşı ve akan kanı değil, onun üzerindekinin yukarıda olmanın verdiği keyifle yaşadığı mutluluktur.

Aldanma!

Zalimler güruhundan zulm sadır olur, adalet değil. Seni üç asırdır ye’se düşürenler seni mutlu kılamaz. Ruhuna vurulan prangaları sök, at. Esaret, zincirleri kırmakla biter. Filhakika bu zincirler sadece ellerimizi, ayaklarımızı değil, gözlerimizi bağlar ki, hakikate engel olsun. Onuda Kur’an nuruyla aydınlatırsan hakikate erişirsin. Onlar her daim insan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik gibi süslü cümlelerin ardında gizlerler zulumatı.

Aldanma!

Bugün dünya’da bunca plana, programa rağmen milyonlarca insan aç, susuz yaşıyorsa, bunun müsebbibi dünyayı iktidar ve güç hırsıyla yönetme arzusunda olan ehli salibindir. Ehli salib, Anasır-ı İslamı’ da aynı karanlığın, bedbaht geleceğin içinde hapsetmeye kalktı. Benim verdiğim kadar karnın doyar, benim müsaade ettiğim kadar su içer, ben izin verdiğimde özgür kalırsın. Ben müsaade edersem hava’nı, güneşini,, toprağını işlersin. İşte bu hal, ehli salib’i, zali,m, diğer insanlığı mazlum kılar. Lakin mazlumların karanlıktan kurtulma gayreti, bir ışık yakma azmi olmalı ki, zulumat yok olsun.Bize özgürlükten, demokrasiden bahsedip kendi diktatoryalarını inşaa ettiler.

Aldanma!

Toprağını işleyemeyen bir millet aç kalmaya mahkumdur. Mesele yalnız karın doyurmak değildir elbet. Lakin aç bir toplumun önceliği midesidir. Ehli salib kendi cennetini bizim suyumuzla suluyor, toprağımızla besliyor, havamızla yeniliyor, güneşimizle aydınlatıyor. Bize bıraktığıysa dünyamızın cehenneme dönüşmesidir. Kalk ve kazma, küreği eline al. Toprağı işle, su’yu toprağa sal. Sana verdiği gübreye aldanma. Tohumunu toprağa at’ma. Ehli salib’in işi ihya değil, imhadır. Kimyasallarıyla bizim toprakalrımız kanser ederken, kendi yüzyıllık geleceğinin tahıl ambarını inşaa etti.

Kıssa’dan Destan’a Mehmed Akif’in şiiri SITKI CANEY

Hayatı şiire, şiiri hayata sokan şairdir Akif. Yaşadığı dönemin ‘şimdiki zaman’ın hayatıdır şiire giren. Geçmiş zaman da, yer yer şimdiki zamanı anlatabilmek için kıyas bakımından yer alır Mehmed Akif’in şiirinde. (Yahya Kemal’in tersine) Yahya Kemal’de geçmiş, sadece özlenilen ve hayranlık duyulan olarak yer alır şiirde. Aynı şekilde şiiri düşünceye düşünceyi şiire sokmuştur Mehmed Akif. Mehmed Akif’in şiirlerinde düşünce ve duygu öyle kaynaşmıştır ki birbirinden asla koparamazsınız ve bu yüzdendir ki bu durumu İdeoloji güdümlü edebiyat yapma bahsine de asla dâhil edemezsiniz.Mehmed Akif’in şiirinde hayat bütün gerçekliğiyle ve yalınlığıyla yer alır. Halkın yoksulluğu, ümitsizliği, tembelliği hatta bunların kadere atfedilmesi yine zaman zaman halkın diliyle söylemiyle yer alır şiirde. Bu yüzden şiir yer yer hikâyeleşir, hatta kıssa’laşır. Akif bunu bile isteye yapar halkın Kıssa’dan Hisse alacağı umuduyla… Elbette Akif’in bu umudunu güçlü kılan, sorunların tespitini İslam ışığında yapmasıdır. İslam’ın evrensel ışığını bütün şiirlerinde tüm meseleler üzerinde adeta bir projektör gibi kullandığını görürüz Mehmed Akif’in. “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” mısrası üzerinde etraflıca düşündüğümüzde Akif’in niyet ve çabasını daha iyi anlarız. Evet, Kıssa’dan Destan’a uzanan bir şiirdir Mehmed Akif’in şiiri. Bu şiirin biçimlenmesinde Akif’e tesir eden temel şartları; Üstad Sezai Karakoç, “Mehmed Akif” adlı eserinde şöyle sıralıyor: 1- Klasik kültür ve Sadi’de mükemmel örneğini bulan ve ahlaki bir sonucu hedef tutan Doğu manzum hikâyeciliği, 2- O günün sanat okulları içinde birinci planda bulunan Batı Realizmi, 3- İslam ideali, 4- Tarihin en trajik günlerini yaşayan bir devlet ve bir millet, 5- Realiteye objektif ve tahlili bakma alışkanlığı veren müspet bilgiler tahsili. Bu şartlar altında şiiri kendi potasında yoğuran Akif; Sadi’nin aksine bireye değil tüm topluma hitap eden adeta kendi zamanının kıssa’larını yazmıştır, Sonra da destanlarını. Kıssa diyebileceğimiz şiirleri daha çok yeis içindeki toplumun sorunlarının tespiti ve çözüm yollarına ilişkinken, destan diyebileceğimiz şiirler yüreklerdeki umut atının kamçılanışı, İslam milletinin İslam ile yeniden dirilişine olan inancın haykırılışıdır. “Çanakkale Şehitlerine” şiirinden “İstiklal Marşı”na kadar mücadele dönemindeki

şiirlerin birçoğu bu çerçevede destan şiirlerdir. Bütün şiirlerinin ölçüsü, o zamana kadar İslam Edebiyatının müşterek vezni olan “Aruz”, Akif’in şiirine öyle yerleşmiş ve kaynaşmıştır ki bilmeyenlere sanki aruzla yazılmamış gibi gelir. Kıssa’dan Destan’a uzanan bir şiirler bütünü olarak “Safahat” ki “Dönemler” anlamına gelir, adı gibi Milletin mücadele sürecindeki savaş öncesi, savaş ve savaş sonrası dönemlerini yansıtan bu dönemlere tanıklık eden adeta hazine değerinde tarihi bir belgedir. Sezai Karakoç‘un deyişiyle “bir toplumun bir ömür başından geçenleri şiirle anlatması da diyebiliriz Safahat’a” 7 bölümden oluşan Safahat’ın ilk 4 bölümünü “Kıssa” çerçevesinde değerlendirmek mümkün. 5. Bölümde ise özellikle “Necid Çöllerinden Medine’ye” şiiriyle destansı söyleyişe doğru bir gidiş vardır. 6. Bölümde(Asım) ise tamamen “Destan” şiirler vardır ki “İstiklal Marşı” ve “Bülbül” şiirini de, 6. Bölümdeki şiirlerle aynı zamanda yazıldıklarından bu bölüme dâhil edebiliriz, her ne kadar Bülbül şiiri 7. bölümde yer almış olsa da… Bu destan şiirlerde gelecek zaman vardır. Gelecek nesle Asım’ın nesline önemli atıflar yapılırken bir yandan da gelecek zaman şimdiki zamana taşınmıştır adeta. Geçmiş zamanın da şimdiki zamana taşındığı gibi. Asılnda Safahatın ilk 4 bölümünde Kıssa şiirlerle bir yandan bu destan şiirlerin temelleri atılmıştır dersek abartmış olmayız herhalde. Onun için Safahat’ı her zaman bir bütün olarak değerlendirmek ve anlamak zorundayız. Bunu yapabildiğimizde göreceğiz ki Mehmed Akif Safahat ile aslında İslam Milletinin neredeyse yarım asırlık bir döneminin destanını yazmıştır. Bunu görebildiğimizde bunu anlayabildiğimizde ancak o zaman Safahat’ı ve Mehmed Akif’i anlayabiliriz. 7. bölümde ise bir ırmak gibi çağlayan şiirler artık sakin bir denize kavuşmuştur adeta. Bu bölümdeki şiirlerde dünyadan uzaklaşan ötelere yönelmiş metafizik bir hava vardır. Ancak derinden derine yine de bu şiirlerde de destan şiirlerin ırmak çağıltısını hissedebilirsiniz. Örnek olarak Naat diyebileceğimiz “Bir Gece” şiirini burada anmak isterim. Hatta bu şiirin son iki mısrasıyla bitireyim yazımı: Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet… Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret. Resulullah’a ehli beytine ve ashabına selam olsun Ve Üstad Mehmed Akif’e Allah’tan rahmet olsun.


yirmisekiz

Zilkâde 1437

Dostluk ve Mehmet Akif Ersoy Mehmet Cemal Çiftçigüzeli Dostluk öldükten sonra da devam eder ve ahiret kardeşliği olarak bir sonraki nesillere örnek olarak aktarılır. İslam Peygamberi dostluğun ve bunun devam etmesi hususunda şöyle diyor “Dostluğu sürdürmek imandandır. Dostlukta kıdem de esastır-Ömer Nasuhi Bilmen(1882/1971) Büyük İslam İlmihali” Bizim neslin çok iyi tanıdığı insan mühendisi merhum Fethi Gemuhluoğlu(1923-1977) da hep Dosta Dair’dir söyledikleri ve eylemleri. “Sen hiç aşık oldun mu?” sorusundan başka derdi ki ”Önce refik, sonra tarik!.” Yani evvelen dost, sonra güzergah, yani yol! Dost ve dostluk sıralamada birincidir. İsyan Ahlakı’nın teorisyeni sosyolog rahmetli Nurettin Topçu(1909-1975) ise dostluk ve ahlakı birbiriyle örtüştürür. “Menfaat yaşamak, ahlak ise yaşatmak ister. Bir arada barınamazlar.” diye hatırlatır. ABDULLAH EFENDİ GÖREVDEN ALINIYOR VE HASAN TAHSİN’İN ÜÇ EVLADI İstiklalimizin ve istikbalimizin şairi Mehmet Akif Ersoy(1873-1936) ise dostluk konusunda Safahat’ının ve hayatının satır aralarına bakalım neler sığdırmış? Abdullah Bey, İkinci Meşrutiyet yıllarında(1908-1920) İstanbul Baytar Müdür-i Umumisidir ve yardımcısı da Baytar Mehmet Akif Ersoy’dur. Aynı zamanda İstanbul Halkalı Baytar Mektebinden de sınıf arkadaşıdırlar bu iki isim. Haksız bir şekilde Abdullah Bey görevinden alınınca Mehmet Akif Ersoy da bütün ısrarlara rağmen görevinde kalmak istemez, o da istifa ederek ayrılır. Baytar Mektebi’nden bir başka sınıf arkadaşı da Hasan Tahsin Beydir. Daha öğrenci iken iki arkadaş aralarında şöyle bir söz keserler: -Kim erken vefat ederse, geride bıraktığı çocuklarına bakacak! Hasan Tahsin Bey daha önce hayata gözlerini yumar. Üç evladı yetim kalır. Akif’in “hamasi şairimiz” dediği Mithat Cemal Kuntay (1885-1956) bir gün üstadın evine gider. Bahçesi çocuk yuvası gibi cıvıl cıvıldır. Çocuklar oyun oynuyorlar. Önce dikkatini çekmez. Ancak bir sonraki ziyaretinde aynı durumda karşılaşınca sorar. Mehmet Akif ısrarla bahçede oynayan sekiz çocuğun da misafir değil, ısrarla

kendi evlatları olduğunu anlatmaya çalışır. Gerçekten de Mehmet Akif Ersoy yetim bu üç çocuğu kendi evlatları Cemile, Feride, Suat, Emin ve Tahir’den hiç ayırt etmez. Öyle ki bu çocuklardan Süheyla Hanımı 1927’den itibaren beş dönem milletvekilliği yapacak olan Hayrettin Karan(1890-1964) ile evlendirir. Bu ne muhteşem bir dostluk ve sözünü yerine getirmedir. SOFRA DOSTLUĞU.. KOMŞU DOSTLUĞU Yine meşrutiyet günleri.. Dahiliye Nazırı Mehmet Akif’in görüş ve yazılarından rahatsız. Bunu söylemek üzere görevlendirdiği biri Sebîlürreşad yazıhanesine geliyor. Mehmet Akif o sırada bir kağıt üzerine serdiği peynir ekmeğini yemekle meşgul. Görevli tehditkar bir ifade ile başlıyor konuşmasına ve kendisine çeki düzen vermesi gerektiğini anlatıyor Akif’e. Mehmet Akif de dayanamıyor konuşuyor bu tehdide karşı “Git nazırına söyle, ben böyle peynir ekmeğe razı olduktan sonra nazırın kendisine çeki düzen versin!” Mehmet Akif Ersoy ekmek ile sofra ile dost. Nimet ile dost. Sanatçı, şair Mehmet Akif Ersoy dostsuz yapamaz, evini değiştirirken bile dostlarına yakın olmasını ister. Ankara’da Burdur milletvekili iken en yakın dostlarından biri suikastta öldürülen Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’e (1884-1923) de yakın otururdu. Özellikle de tercih etmişti. İstanbul günlerinde ise Kandilli Rasathanesinin kurucusu Hoca Mehmet Fatin Gökmen’e(1877-1955) yakın olmak için Beylerbeyi’nde kirada oturdu. Bir gün Akif, Fatin Hoca’nın evinde buluşmak üzere sözleştiler. O gün de öyle bir yağmur başladı ki yolları sel götürdü. Gök gürledi, şimşek çaktı. Hava erken karardı. Akif zor mevsim şartlarına rağmen Fatin Hoca’ya yürüyerek gitti. Kapıyı vurdu. Karısı, Fatin Hoca’nın evde olmadığını söyledi. Akif gönül koydu ve “Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülür” diyerek Beylerbeyi’ne o kışta kıyamette geri döndü. Gönül koydu. Fatin hoca ise “Böylesi mevsim şartlarında evinden kimse çıkmaz” diye aklından geçirdiği için Akif’i beklememiş meğer. Ancak iki dost daha sonra yine hep beraber oldular. Devamı yan sayfada


yirmidokuz

Ağustos 2016

TAŞ

DURDU GÜNEŞ

EY DARBECİLER! ÖNÜNÜZDE HALK VAR, UFKUNUZ ÇOK DAR BE! “Bir kahkahanın eşlik etmediği her hakikati sahte saymalıyız” Nietzsche Ey, tankı halkı üzerine süren asker. İnançlı bir halk karşısında tankınız yürümedi. Tanklar işe yaramadı, bir şeyler kafanıza dank etti mi? ** ** Darbe darala darala darbecilere dar (Farsça’da ağaç anlamına gelir) oldu Halk şimdi bu darağacı olsun istiyor. ** ** Darbe, inançlı halk karşısında önce darb-ı mesel, sonra masal oldu. Artık askerler kepinini önüne koyup düşünmeli. Halkın karşısında değil yanında olmalı. ** ** Artık dipçik dipte kaldı, postal ayak altında. Artık düşmana aman vermemek niyetindeyiz. Elde Türk bayrağı, dilde İstiklal Marşı demokrasi nöbetindeyiz. ** ** Asker ocağı, “Peygamber ocağıdır.” Darbeciler onu yangın yerine çevirdiler. Asker ocağı yine “Peygamber ocağı” olarak kalacaktır. Ancak darbeciler çıkardığı yangında yanacaktır. ** ** Madem “Asker elbisesi giymiş terörist” OHAL’de önce elbiseye hakaretten yargılanmalıdır. ** ** Demokrasinin de bir sınırı ve siniri vardır. Darbeye geçit vermez. ** ** Kışlanın içinden bazı densizler hadlerini aşıp dışarı çıktılar. Halk, kışt kışt deyince çil yavrusu gibi dağıldılar. Şimdi ise kodese toplama zamanı. ** ** Narı nur eyledik, darbeyi dar eyledik, demokrasiyi var eyledik. ** ** Maşa da kullansalar paşa da kullansalar, boşa kullanırlar. Bu vatanın sahibi var beyler! Nöbetteyiz, bekliyoruz.

Yeni sayıda Eşref Edip’in kaleminden; “Akif’in Kur’an Tercümesi” yazı dizisi... Tercemeye nasıl başladı, sonra niçin yakıldı?

Sebîlürreşad Eylül sayısında!

KARŞI TAVRI İSLAH İLE KARŞILAMAK Çok aziz ve kadim dostu hukukçu, gazeteci, yayıncı Eşref Edip Fergan’a (18821971) “Sebilürreşat’ın mührünü al, milli mücadele için Anadolu’ya geçiyoruz” diyerek birlikte İstiklal Savaşı’na katıldı. Azab-ı Mukaddes’in müellifi, sanatçı, taşlama üstadı Neyzen Tevfik( 1879- 1953) Kolaylı alkol müptelasıydı aynı zamanda. Vazgeçemiyordu. Ancak Akif’in dostu idi. Neyzen Tevfik Akif’e ney öğretirdi. Akif de şiir. Mehmet Akif son olarak gittiği Mısır’da(1925- 1936) bulunduğu süre içinde Neyzen o günün şartlarında bile Akif dostunu hiç ihmal etmedi, Kahire’ye gitti. Bir gün Akif abdest almış, kurulamak üzere havlusunu alacaktı ki, Neyzen ondan önce davranıp havluyu Akif’e uzattı. “Elimi yeni yıkadım” diyen Mehmet Akif havluyu almayarak Neyzen’e ve herkese güzel bir dostluk dersi vermişti. Akif Neyzen’den Neyzen de Akif’ten vazgeçmeyen bir dostluk kurmuşlardı. Herkese dost elini uzatmış ve gönlünü vermişti İstiklal Marşı Şairi. Mehmet Akif Ersoy, hiciv ustası, yolsuzlukların üzerine cesaretle giden Şair Eşref’in bir dizesinden aldığı “Kişi hissettiği nispette yaşar” adını verdiği şiirde kendisine “beyni sağır, göz kör” diyen Robert Kolejli bir gence kendisine yakışır bir olgunlukla cevap vermiştir; Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren Bırak tahsili evladım, sen ilkin bir haya öğren!” İŞTE DOSTLAR, İŞTE DOSTLUK Mehmet Akif’in dostlarına ve dostluklarına bakıyorum tümünde birer nişanesi mevcut. Bir kısmına şiir ithaf etmiş. Bir kısmına hayatında yer vermiştir. İşte dostları Akif’in; Mehmet Ali, Ulemadan İbrahim Bey, Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem Bolayır (1869-1937), TBMM Kurucu Miletvekili Hüseyin Avni Ulaş(1887-1948), Ali Şevki Efendi, milletvekili ve müfessir Hasan Basri Çantay(1884-1964), Şerif Ali Haydar Paşa, Sami Paşazade Sezai(1860-1936), Şair Süleyman Nazif(1870-1927), Şairi azam Abdülhak Hamit Tarhan((1852-1937), Şerif Ali Haydar Paşa, Hanedan-ı Hilafetin erkanı muazzamasından, son Halife Abdülmeci’tin oğlu Ömer Faruk Efendi( 1898-1969), “Akif her zaman bir Abbas Halim bulur fakat, ben bir Akif bulamam” diyen Emir Abbas Halim Paşa (18661934), “Kardeşim” dediği Binbaşı Ömer Lütfi Bey, Safahat’ın Asım bölümünde adı zikredilen , Mısır Apartımanı mükimi “Kardeşim” diye hatırlattığı Fuat Şemsi İnan, Fahr’n Nisa Emire Hatice, mütefekkir Mahir İz(1895-1974), Üstadı Hakim diye vasıflandırdığı Ferit Bey, Şairi Hakim Arif Hikmet Bey, İbnül Emin Mahmut Kemal (1871-1957), Hersekli Arif Hikmet Bey, Abdulvahap Azam(18941954), Filozof Şair Rıza Tevfik Bölükbaşı(1869-1949), Mısırlı Abulillah, “Enisi ruhum Akif’e” diyen dini ve felsefi musahabeleri olan Ferit Bey, Edremitli Ruhi, öğrencisi Ali İlmi Fani Bey. 4 yaşında vefat eden hemşirezadesi Selma Hanımı da dostluğundan istifade ettiriyor şiiriyle. Kalıcı kılıyor. Dostluğunu arkadaşlarının vefatı sonrasında da devam ettirmiştir. Her kesimden ve herkesten idealizmi içinde dostu olmuştur, dost olmuştur. Zaten gerçek

dostu olmayanın kötü bir yalnızlık içinde olacağını en iyi fark eden ve yansıtan bir sanatçımızdır Mehmet Akif. VATAN DOSTU Mehmet Akif Ersoy, sanatçı, bestekar Şerif Muhittin Targan’ı (1892-1967) “Şarkın tek dahii sanatçısı” diye anlatır. Şerif Muhittin Bey New York’ta iken iki dönem ABD Başkanlığı yapan Theodure Roosevelt’in(1882-1945) oğlunun sanatçımız Şerif Muhittin Bey’e karşı gösterdiği dostluk, mihmandarlık, sanatseverlik üzerine San’atkar adlı şiirini “Mister Archibald Bullok Roosevelt Cenaplarına” diye ithafta bulunmuştur. İki yönlü bir dostluk göstermiştir. Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’taki dramalarının tümü sosyolojik bir vak’a olarak dostluk üzerinedir. Halkalı Ziraat Mektebinde geçen olayı dramatize eden Akif Hasta şiirinde bütün hastaların dostudur. Meyhane’de bütün reisleri sarhoş olan fakir, mağdur ve mazlum ailelerin de dostu kalmıştır. Küfe’de çocukların ve fakirlerin. Kocakarı ve Ömer’de adaletin, adil yöneticilerin dostu olmuştur. İstiklal Marşı ve Çanakkale Destanı başta olmak üzere Safahat’ta milletin ve devletin örnek aydın sorumluluğu içinde dostu olarak bayraklaşmıştır. Asım ile gençlerin ve istikbalin dostudur. Sözcüsüdür. El Cezire Kumandanı Nihat Paşa’yla görüşmeden dost oluyorlar. Çünkü Akif Kastamonu Nasrullah Camii’nde verdiği ve Sebîlürreşad’ta yayınladığı vaazında halkın moralini artırarak istiklal savaşına çağırıyor. Bu aynı zamanda bir itibar ve güvenin yansımasıdır. Nihat Paşa da bu vaazı Diyarbakır’da çoğaltarak bölgede dağıtıyor ve Akif’’e de çektiği telgrafla teşekkür ediyor, bilgi veriyor. Sadece bir vaazdan fışkıran bir dostluk ve bir yurtseverlik örneği bu. Hemen akabinde ise Ali Fuat Cebesoy Paşa (1882-1968) başkanlığında mebusların da içinde bulunduğu bir heyetle büyük savaş öncesinde cepheleri dolaşarak vatan dostu olarak bir başka fedakar dostluğunu gösteriyor. DOSTLUK NEYİ GEREKTİRİR? Kahire Üniversitesi’nde Mehmet Akif Ersoy öğrencilerine ders verirken bir olayı hatırlatıyor. İskenderiye’deki Seydülbeşir Kuveysna Osmani Usera-i Harbiye Kampında 15 bin Osmanlı Cihan Devleti esiri bulunmaktadır. İngiliz Komutan ve esir kampının ermeni doktoru bit kırma bahanesiyle krizol maddesi attıkları havuzlara attıkları askerlerin tümünün gözünü kör ediyor.(1918-1920) Havuzda başını suya sokmak istemeyen askerlerin ise kafalarına dipçikle vurarak mecbur ediyorlar. Havuza giren Türk askerlerinin tümünün gözü kör oluyordu. Mehmet Akif Ersoy Milletvekili olarak Edirne Saylavı(mebusu) Şeref Aykut ve Faik Bey ile birlikte bir önerge vererek(25 mayıs 1921) olayın araştırılmasını talep ediyorlar. Ancak yeni kurulan bir cumhuriyetin bir çok sorunu olduğundan önerge kadük oluyor. Öte yandan daha sonra Myanmar (Arakan) Müslümanları olarak tarihte yerini alacak olan başka İngiliz kamplarındaki Osmanlı esirleri ise tren ve gemilerle Hindistan ve Pakistan’a götürülerek çiftliklerde amele olarak çalıştırıyorlar. Uluslararası toplum sus pus. Akif coğrafyaya, insanlığa, tarihe, barışa, ıslaha dost. Yeni katliamlar, ihanetler, yangınlar, sürgünler, göçler, facialar olmasın istiyor. Dostluk da zaten bunu gerektirmiyor mu? Böyle bir şey değil mi?


otuz

Zilkâde 1437

Is the West suffering from MAHMUT AYTEKİN Researcher at the INSAMER Humanitarian and Social Research Center

Erdoganophobia?

Western media outlets and human rights organizations seem to have ulterior motives. Rather than conveying the true facts globally, a selective approach can be seen regarding non-western countries in serving the Western agenda. On July 15, 2016 Turkey had gone through a gloomy and rough night as a junta within the Turkish Armed Forces had attempted to perform a coup d’état, primarily to topple down President Recep Tayyip Erdogan and the current democratically elected government in office. The attempted coup resulted in civilian resistance taking place by the Turkish public, regardless of ideology or religion. Coup soldiers in retaliation to the resistance put up by the civilians had planted snipers on the Bosphorus Bridge (recently renamed as the 15 July Martyrs Bridge), crushed civilians with army tanks and injured many civilians by shooting them. Human rights watchdogs and Western Media outlets on the other hand had only a few sentences regarding the deceased and injured of the coup, but had pages targeting the democratically elected president of the Republic of Turkey for so called ‘authoritarianism’ and ‘crackdowns’ during the very frenzied time of incidents. The hypocrisy of western media outlets could be seen as the curtain of obscurity was being lifted regarding the attempted coup on July 15. As the military coup was being attempted in Ankara and Istanbul, rather than tweeting or making headlines of the current situation of the coup, The New York Times had tweeted ‘A look at Erdogan’s controversial rule in Turkey, published just days ago’ while the Russian media agency Sputnik had tweeted of ‘images from the ground in Turkey’ showing people who pushed back the tanks as celebrating the coup within reality this not being the case. Though it just does not end there. As Turkish President Erdogan had called for the general public to resist the attempted coup and flock to the streets, The Daily

President Recep Tayyip Erdogan Beast and American NBC had stated that ‘Erdogan reportedly was denied asylum in Germany, and now headed to London’, with deliberate intention of keeping people in their houses, and aiding the attempted coup to be successful. Though does it all conclude here? Of course not. Fox News in the name of ‘unbiased journalism’ had spread propaganda with the underlying motto of ‘If the coup succeeds, the Islamists lose and we win’. Let’s not forget The Independent Newspaper though. As civilian deaths were taking place, The Independent contested the coup attempt was ‘faked’ by President Erdogan himself stating ‘Turkey Coup: Conspiracy theorists claim attempt was faked by Erdogan’, comparing Erdogan to the Nazis of Germany, and demonizing him. Finally, Business Insider had cheered on the disarray put forth by these media outlets tweeting ‘Erdogan could use the latest coup attempt to

further tighten his grip in Turkey’. The double standards of Western Media outlets regarding democracy in Turkey can clearly be seen with the articles published on July 15. Rather than concentrating on civilian deaths and injuries, the parliament building being bombed, and the assassination attempt of President Erdogan in his hotel in Marmaris, Erdoganophobia can be observed. Is Erdoganophobia just limited with western media outlets? Sadly no, as so-called human rights organizations have also been seen to possess double standards towards non-western countries. One clear example of this is Amnesty International otherwise known as AI. Amnesty describes itself as ‘a global movement who take injustice personally’. First being set up in 1961; AI has grown to being an ‘International movement’, though with all this in mind, there is a twist: Amnesty has been turning a

blind eye to the civilian deaths and injuries in result of the coup attempt in Turkey. With an article titled ‘Human rights in peril’, AI has made various accusations which can be seen to be full of great bias, and also evidence not being present to back up accusations. A state of emergency was declared in Turkey on July 20, 2016 following the military coup attempt. The failed coup had resulted in the Turkish parliament being bombed by F-16 fighter jets – first time in its history, the National Intelligence Agency building also being bombed and shot at by helicopters, civilians being shot at with automatic M-6 machine guns within the Sarachane Square, and also the infrastructure of the National Police Special Operations Unit being destroyed to rubble. Though why have human rights organizations not mentioned these civilian casualties in their articles or observations condemning the plotters? Do western human rights organizations possess a methodology problem in gathering their data or Erdoganophobia? Do they hold selection bias in whose ‘rights they defend’? Amnesty had stated that an ‘exceptional crackdown [was taking place] by any standards – and of a scale not witnessed in Turkey since the dark days of military dictatorship in the 1980s’. Once again, a biased contention made with no evidence present. What also prompts one to think of selection bias present is the FETO Organization – a group currently present as a terrorist entity in the Turkish National Security Document, not being mentioned at all, but given the name ‘opposition’. So who is the FETO organization? A legitimate peaceful opposition group? The FETO organization, first being


otuzbir

Ağustos 2016

established in the 1960’s is a nonstate organization set up by cleric Fetullah Gulen. The organization has been involved in so-called infiltration operations into the state apparatus to establish control of it and conduct terrorism activities. The group has had a track record of establishing “a parallel government” other than the real democratically elected one, as recent testimonies of the arrested coup member’s show. FETO has shockingly not been affected by any military coup’s in Turkish history. The FETO group leader Gulen is recorded to have stated to Cevik Bir, leader of the 1997 coup ‘the Gulen schools are in his [Cevik Bir] command and use’, bringing about an organic form of partnership between the two. Throughout the 1960’s onwards, the FETO has managed to form a multi-level organization consisting of local, national and international levels. On a local level, the FETO organizational structures separate into suburbs and towns which consist of an ‘imam’ and his assistants. The local leader connected to a city ‘imam’ is responsible for recruitment to the organization, especially youth. Indoctrination takes place within the local level. Youth, primarily students are brought into so called ‘gatherings’ and ‘circles’ within student houses or dormitories whereby the books of organization leader Gulen are read. Testimonies have shown that reading the Quran or any other Islamic source is prohibited. Rapport is produced on this level between the organization and its sympathizers who are later placed into various state apparatus as mentioned above. In addition to this, the answer keys of exams conducted to become public servants (KPSS exam) have been reported to being leaked by FETO members in the OSYM (Measuring, Selection and Placement Center) who are responsible for writing up the exam questions of the KPSS exam. Leakage of exam questions is not only limited to the KPSS exam but also university entrance exams as well. Students taken to exam venues by bus have been given the answer keys to the questions nights before to be memorized. The year of 2013 was going to be an important turning point for Turkey. FETO members who had occupied the important positions in the governmental structure of Turkish State and bureaucratic headstones, had ears dropped into top secret telephone calls of the President, the Prime Minister, the

Foreign Minister, and most dramatically Intelligence Chief Hakan Fidan. The methodology used to ears drop include the recovery of encryption keys of the crypto and cipher’s used for the phone calls from FETO members present in the Scientific and Technological Research Council of Turkey (TUBITAK). In addition to this, FETO prosecutors had intended to arrest President Erdogan and the ministers present in the cabinet based upon false allegations and fabricated evidence. Finally, prosecutors who are in connection with the FETO organization were given commands to arrest generals and soldiers resulting in the Ergenekon and Balyoz cases in 2010 and 2011. The primary aim of these two cases as seen later on were to liquidate army generals from their positions in order to place their own members paving way to today’s coup attempt. The Jamaat’s journalists and media outlets had also taken roles in these two FETO operations by justifying the operations. Though where were western media outlets and human rights organizations – including Amnesty International, when the democratically elected President of the Republic of Turkey was targeted by the illegal FETO organization? Why has the west kept a blind eye to all the crimes the FETO has committed? Western media outlets and human rights organizations as stated earlier seem to have ulterior motives. Rather than conveying the true facts globally, a selective approach can be seen regarding non-western countries in serving the Western agenda. The failed coup has been a turning point not only in Turkish history but also world history too, as civilians have shown resistance and halted the coup. In lieu of concentrating on the amount of deaths and injuries coming about as a result of the crimes committed by the Junta, western media outlets and human rights organizations ironically targeted President Erdogan and his government instead. It is compelling and frightening to see a democratically elected president and his government being targeted by coup plotters and the West only watching even making statements that can be regarded as support for the putschists. Taking all these into consideration, are western organizations ‘defending human rights’ or suffering from Erdoganophobia?

FİKRİ AKYÜZ

Mehmet Âkif’e bile ‘bunlar’ yazılabildi Yüz yıl boyunca Âkif’in şiiri hiç unutulmadı ama onun şairliğine de vatan sevgisine de nahoş söz edenleri tarih kayde . Mehmet Akif Ersoy, biliyorsunuz, Mısır’a1926’da gitti ve 1936’da Türkiye’ye döndü. Türkiye’ye gelmek üzere iken yolda hastalandı ve birkaç ay yatağa bağlı kalarak aynı yıl Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda vefat etti. Cenazesine devlet erkânından tek bir kişi bile gelmedi, tek bir devlet yetkilisi bile taziye mesajı vermedi. O döneme ait tanınmış kişiler Mehmet Akif Ersoy için ağza alınmadık laflar etti. Ama mühim olan, bu hakaretlerin mevcudiyeti değil, önemli olan o dönemde fikir dünyasına sirayet etmiş olan bakışın ne kadar sakat olduğudur. Aşağıda iki ismin yazdıklarına yer vereceğim. Bu iki isim prototiptir. İlk isim marksist, ikinci isim ise ırkçı yazar olarak nam salmıştır. Bu iki ismin “düşünce dünyası”, bu memlekette on yıllardır makes bulabiliyor, ama tamamını toplasanız bir Mehmet Akif etmiyor. Zira malumdur ki “yel, kayadan ne alırdı?” Nurullah Ataç: “Mehmet Akif ’i eskiden de sevmezdim. Onda fikir aramak fikre hürmetsizliktir. Din şairi, din filozofu değil, mahalle kahvesi hatibi idi. Mütemadiyen ‘namazımızı kılalım, orucumuzu tutalım, ibadet edelim’ diyor. Okuyun başka bir şey bulamazsınız. Eski zaman hasretinden dem vurmaktan başka ne yapıyor? Hangi eski zaman? Ayağı poturlu, ağaların kalaylı maşrapadan şerbet içip namaz kıldıkları devir… Ben öm-

rümde Akif ’in kitapları kadar basit kitaplar okumadım.” (Akşam, 30 Ocak 1937) İsmet Rasim Tümtürk: “Akif, Türk değildir. O bir İslamcıdır. Bizim ona sevgimiz de yoktur, saygımız da... Zira sevgimiz, saygımız sadece bizim gibi Türk olanlara karşıdır. Bir kimse nüfus cüzdanında Türk yazıyor diye Türk olamaz. Olabilmesi için o adamın damarlarındaki kanın Türk olması lazımdır. ‘Türk Arapsız yaşayamaz, kim ki yaşar der, delidir’ diyen Akif ’in Türklükle ne alakası olabilir? O bir Arnavut’tur. Onun kafasının içi memleketimizde yaşamış bir ecnebininki kadar bize uzaktır. Çanakkale şehitlerine yazdığı mersiyede kalkıp ‘Bedr’in aslanları ancak bu kadar şanlı idi’ diyen Akif, Çanakkale’deki kahramanlarımızı namert Arap çapulcularına benzetebilmiştir. Ecdat deyince onun aklına Harunüreşit, Ebubekir, Peygamber Muhammet gelir ama bir Cengiz, bir Mete, bir Oğuz gelmez.” (Ek bilgi: Tümtürk, Cenap Şahabettin’in oğludur.) (Yücel Dergisi, Şubat 1939) Evet, bu satırlara yorum morum yapmıyorum. Ama şu kadarını söyleyeyim: Bazen şahsıma çok ağır eleştiriler yapılınca canım sıkılmıyor değil. Bu satırları görünce, hele hele bu yazıların muhatabının Mehmet Akif gibi bir isim olduğunu görünce kendi kendime “Fikri, sen kendini ne zannediyorsun?”diyorum. Başka da bir şey demiyorum.


otuziki

ŞİİR

Zilkâde 1437

TALİP IŞIK

Aşk Tutulması Cahit Zarifoğlu’na bir uzun soluk, bir göverti kopar kopar şehrin yüreğimize yaslanmış bakışları ses kopar, insan topraktan yağmur buluttan kopar tenimize yapışır ırmaklar tutulur kaldırımlarda yontulmuş fesleğenler tutulur karartıda aşkı gövdesinden ayıran kelimler yüzlerine günışığı düşmüş çocuklar kalakalır eteklerinde sevdanın aşk tutulur hercai yalnızlıklar serperek toprağa tutulur kan kırmızı yüreğinde zamanın şimdi dağlan kalbim dağlan acıyı harla içimizde yansın fenerler şimdi dağlan kalbim dağlan suların gölgesinde kıvranır melekler acı seğirtir, kıyılar çekilir yüzümüzden aşk tutulur, gözlerinde çoğalır hüzün denizleri şimdi dağlan kalbim dağlan unutulan her acı için dağlan bakırdan güneşlerin gölgesinde kalbimin köklerine değiyorsun ey aşk sen de dağlan sevgilinin incelen nefesiyle sen de dağlan son bir acı daha düşsün toprağa atlar toynaklarıyla yırtsın düşlerimizi yalnız mavi gök kalsın aramızda aşk çekilsin, ay tutulsun gece hoyrat bakışlarıyla bir kez daha yoklasın kalbimizi çorak yağmurlar konsun pencerelere gök sussun sessiz bir isyana dönüşsün ırmaklar şimdi dağlan kalbim dağlan aşkları yağmalanmış her ülke için dağlan yalınayak yollara düşsün Züleyha düş kursun çölde dağ olsun dağlansın umut olsun sonsuz bir seraba yaslansın dağ göversin zarif bir acıyla yeniden dağlansın Züleyha gözlerinle dokun yaşamın kışkırtan yanlarına sularda isyan köpürsün diriliş muştusuyla uyansın Kudüs ellerinle dokun göğümde yankılanan ezan seslerine kadınlar çocuklar devşirsin buğday başaklarından hasreti mü’mince bakan yürekler kanatlarıyla yıksın şehrin putlarını şimdi yitik bir seyyah ol İslam haritasında her kapıyı çal her pencereden gir içeri her mazlumun kalbine kurul Ebâbil ol taşla inancı örten karanlıkları şimdi dağlan kalbim dağlan unutulan her acı için dağlan

Değerler darbe kabul etmez RECEP GARİP Bir düşüncenin tekamülleşmesi için gazi. Bu makamı bugün alacağız. Yalasırlar gerekir. Değerler bu süreçte nızca bugünümüz var. Bundan sonolgunlaşır, hayat bulur. Toplumları rası yok. Bugün kazanılacak şehadet var eden bu durum düşüncenin değer- için elbiselerimizi giyip, kılıçlarımızı ini, inancın kıymetini ve imanın ayrı- kınından çıkarıp Allah adına şehadete calığını ortaya koymaktadır. ulaşmak için ölümüne savaşacağız” Düşünce, bir sisteme bağlı olarak diyor ve en önde askeriyle birlikte gelişmez. Sistemi var eden bizatihi savaşıyor. düşüncenin kendisidir. Dolayısıyla Başkomutan savaşınca asker asla düşünceyi var eden irade, inancın ha- tereddüt etmez. Bugün Türkiye’de yat bulmasıyla, hayatla örtüşmesiyle, yaşadığımız fetö terörünü çözen taritoplumsal kabullerle ilintilidir. De- hine derinliklerine gömen irade Başmem odur ki bizim kadim geçmişimiz komutan, Devlet Başkanı Recep Tayydüşüncenin hayatla hayatın da düşünc- ip Erdoğan’ın “ay yıldızlı bayrağımızı eyle buluştuğunun ispatıdır. Geçmiş alın ve evlerinizden şehir meydanasrılar boyu dünya insanlığına altın larına inin, birazdan bende sizlerle harflerle şiir, sanat, estetik, düşünce, meydanda olacağım” sözleriydi. Türk ilim ve irfan bırakmış milletinin yüceliğini, olan Büyük Cihan Değerler kolay kazanıl- şehadete özlemini, esDevletleri kurmuş arete boyun eğmediğimadığı için kolay da olan ecdadımızın inni, ve Çanakkale terkedilemez. Toplum geçilmez celiğini, hassaslığını, dedirten hafızamızda var olan hayata bakışını, insanı ruhun bu kez Anadolu yoğuruşunu, medeni- olayların, kazanımların, geçilmez denildiğinin değerlerin belleğimizi ateşiydi, muştusuydu, yeti inşa edişini ve maddeye dokunuşunu ve hayatımız süslediğini çağrısıydı. iyi bilmekle müDeğerler darbe kabul içinde yaşarken fark kellefiz. İmdi diyelim edemesek de herhangi etmez. Çünkü halkın, ki, tarih okumaları tar- bir vurgunda herhangi toplumun, milletin, ih şuurunu, coğrafya bir olay esnasında ya da devletin, medeniyetin okumaları coğrafya herhangi bir tedirgin- imbiğinden süzülerek şuurunu, medeniyet hayat bulur. Değerlerlikte ne kadar aziz ve okumaları medeniyet imiz üzerinde oynanan şuurunu oluşturur. kıymetli olduğunu idrak oyunlara karşı da aynı etmekteyiz. Edebiyat, şiir, sanhassasiyetle durmaat ve estetik ilimsiz ya mecburuz. Asırlar ve irfansız olmaz. Dünya insanlığına boyu dünya insanlığını beslemiş olan altın harflerle düşünce üreten, sanat kadim düşüncemizi şimdi yeniden ve edebiyat üreten, medeniyeti inşa alevlenmiştir. Yeniden Yeni Türkieden ecdadın geçtiği ve geçirdiği der- ye’nin Büyük Cihan Devleti Türkiye tler, tasalar, sıkıntılar, sevinçler ve olduğu asla unutulmamalıdır. başarılar tamamıyla geleceğe yönelik Yeni Türkiye, geleceği imar eden Türayna durumundadır. Aynaya bakarken kiye’dir. geçmişin iyi okunması ve olan olay- Yeni Türkiye, mazlumların sesi olan, ların geçmişi doğru kavranıldığında mağdurlarına sahibi olan, sürgünlere dosdoğru olmanın gerekliliği de or- dur diyebilen Türkiye’dir. Bastığımız taya çıkacaktır. Dolayısıyla vurgun toprak bizim kutsal değerimizdir. yenildiğinde nereden geldiği biline- Üstünde yaşadığımız vatan vaz geçilbilsin. mezimizdir. Üstümüzde duran gök Bizim toplumumuz büyük uygar- bizim rahmetimizdir. Ezanlarımız, lıkların toplumudur. Dağına göre salâlarımız ruhlarımızın, gönüllerimyağan kar Anadolu coğrafyasına her izin, idraklarımızın besin kaynağıdır. zaman şiddetli yağmıştır. Bilinmelidir Ay yıldızlı bayrağımız şehadetimizki bu aziz toprakların fethiyle başlayan in remzidir. Yedi düvel yedi koldan özellikle Anadolu’nun Türkleşme- saldırdıkça saldırıyor asırlardır. sinde kıymetli olan Malazgirt Meydan Yedi düvelin haçı paramparça olmuş Muharebesinin Başkomutanı Alp Ar- dünya insanı bu paramparça oluşu slan’ın Cuma namazını kıldırarak du- görmüştür. Yol uzun, yol tufan ve yol alar etmesi ve ardından kefen sayılan meşakkatlidir lakin bu yoldur bizi ebebeyaz kıyafetini giymesiyle savaşın de taşıyan, imanı yaşatan, özgürlüğün akıbeti değişir. İmdi bu ve buna ben- anlamını kazandıran. Olanda rahmet zer savaşlar bugün içinde yaşanılan vardır. Olanda hayır vardır. Şer vahşetin, terörün lanet olası durumu- gördüğümüzde rahmet yağmurlarının na ayna tutması açısından önemlidir. gök katlarında biz beklediğini bilmeliOlaylar biribirini takip ediyor ve olay- yiz. Buna sebeptir ki değerlerimiz lar birbirine ışık tutuyor. darbe yapılamaz. Çünkü her değerAlp Arslan şöyle söylüyordu: “Şimdi lerimize bize Allah ve resul ölçüsüyle şehadet vaktidir ya şehit olacağız ya intikal etmektedir vesselam.


otuzüç

Ağustos 2016

İslam, batılı bilincin kendi barbar ve zalim yanını örtbas edebilmesi için kirletiliyor Samuel Morse birçokları tarafından sadece telgrafı icad eden bir mucit olarak bilinir. Telgrafın icadı hikayesinin biraz unutulan kısmında Osmanlı devleti vardır. Morse, yeni icadına destek bulmak amacıyla en yakın dostu Chamberlain’i önce Avrupa’ya yollar. Orada beklediği desteği bulamayınca da Osmanlı’nın kapısını çalar. Payitaht bu ilginç buluşa sıcak bakar ama ilkel bir biçimde tasarlanmış telgrafın daha güzel bir sunumla padişahın huzuruna çıkarılması kararını verir. Telgrafın Avrupa’da daha güzel bir işçilikle yapılarak tekrar İstanbul’a dönülmesi kararlaştırılır. Chamberlain’de Avrupa’ya Tuna üzerinden giderken bindiği geminin batması sonucunda arkadaşlarıyla birlikte ölür. Telgrafın Osmanlı ile ilgili kısmı sekteye uğrarken Morse icadını geliştirir ve tarihe geçer. Bu hikayede bahsedilen mucit Morse’nun dışında bilinmeyen daha ilginç bir yanı daha vardır. O da Morse’un Amerikan toplumu için icad edilmiş korkuları inşa eden ve bu korkuları temellendiren “Birleşik Devletlerin Özgürlüklerine Karşı Yabancı Komplosu” adında bir eseri vardır. Morse, 1835’te kaleme aldığı bu eserde İrlandalı ve Alman göçmenlerin Katolikliği yayarak Protestanlığı yok etmeye çalıştıklarından bahseder; “Yılan bedenimizi sarmıştır ve zehrin verdiği uyuşukluk ağır ağır ilerlemektedir” der. Düşmanlık ruhunda var Amerikan toplumu için imal edilmiş karşıtlıkların bir endüstriye dönüşmesi tam da bu eserin yayınlanması sonrasında başlamış ve toplumsal bir zemin bulması sonucunda da genişlemeye devam etmiştir. Bu nefretin en barbar çıktısı da bir Katolik kilisesinde 22 İrlandalı ve Alman’ın dövülerek öldürülmesi vahşetidir. Amerikan’ın kendi toplumsal bağlarını güçlendirmek için her dönemde kendi için bir canavar yarattığı ve bu yaratılan canavar imajının her daim diri tutulması için bir endüstri oluşturduğunun

*Avrupa: Korkmayın, ona ifade özgürlüğünüzün olduğunu söyledim küçük bir örneğidir bu. Ama bu örneklik özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra çok başka bir biçim alarak doğrudan Müslümanlar üzerine yönelmiştir. Saldırıdan birkaç gün sonra Logan Havaalanına park edilmiş bir araçta Atta’nın bagajı bulunuverir. Bagajda da Usame Bin Ladin’den bir mesaj (Ölmek için niyetini tazele, namazını cemaatle kıl, Allah’ı düşün, bunun Allah için bir savaş olduğunu unutma vs.) ve altın renkli, deri ciltli bir Kur’an-ı Kerim vardır. Yani bundan sonra ki düşmanın sembolik tasnifini sıradan Amerikalı’nın zihninde inşa etmeye yarayacak deliller. Algıları yönet, düşmanını yarat İslamofobi basit tanımlamaların çok ötesine geçerek islam ve Müslüman karşıtlığına hatta düşmanlığına dönüşmüştür. Barış ve esenlik dini olan mukaddes İslam, batılı bilincin kendi barbar ve zalim yanını örtbas edebilmesi için kirletilmeye çalışılmaktadır. Bu kirliliği yaratmak için gene birçoğu kendi kurguları olan şiddet ve barbarlık görsellerini ustalıkla işleyerek uluslararası pazara sunmaktadırlar. Uzmanlar Fobi kelimesinin kökeni Yunanca phobos kelimesine dayanır ve Yunan mitolojisinde dehşet tanrısı anlamına gelmektedir. Fobi, herhangi bir şeye karşı duyulan tedirginliği, olağan dışı korkuyu ifade eder ve kişinin yaşamını olumsuz

etkiler. Ancak korku düzeyinin kişinin kontrolünden çıkarak rahatsızlık vermesi ve anksiyeteye dönüşmesi normal olan bir takım korkuların fobiye dönüştüğü anlamına geldiğini söylüyorlar. Çok kadim bir inanış biçimi olarak Batılılar, İslam’ın demokrasi başta olmak üzere kendi kültür ve yaşam biçimleriyle uyuşmadığına inanıyorlar. Hatta uyuşmamakla kalmayıp kendi varlıklarına karşı bir tehdit olarak algılıyorlar. Ya da birileri böyle algılanmasını istiyor, toplumun büyük bir kısmı da buna uygun davranışlarda bulunuyor. İslamofobiyi sürekli canlı tutmak isteyenlere göre İslam bir barış dini değildir, baskı, kontrol ve cinayet dinidir. Özellikle Orta Doğu’da ki cinayet şebekeleri, teröristler, acımasızca insan başı kesen İŞİD’ciler, mezhep çatışmaları sonucunda birbirlerinin ibadet yerlerini bombalayan insanların varlığı aslında hep islamofobicilerin işine gelmektedir. İslamofobicilere göre Müslümanlar kadın hakları konusunda son derece geridirler. Kapalı toplumlarda cinsellik bastırılmış ve sapkınlıklar ortaya çıkmıştır. Camiler sadece birer ibadet hane değil cihadçılar için bir tanışma ve ağ kurma yerleri haline gelmiştir. Öyleyse böyle yerlerin varlığına müsaade edilmemeli edilse bile son derece sıkı kontrol altında tutulmalıdır.

Reddiye SERKAN YORGANCILAR İslamofobi neden büyümeye devam ediyor. İslamofobi özellikle batıda yaşanan kanlı terör saldırılarından sonra gözle görülür bir biçimde artmaya devam ediyor. Müslümanlar, İslam adına terör eylemleri düzenleyen aşırılıkçı grupların tahrifatını engellemede son derece yetersiz kalıyorlar. Bunun birçok nedeninin olduğunu bilmekle birlikte Müslümanların üzerine düşen ve suçu başkalarına atmakla kurtulamayacakları sorumluluklarının da olduğunu ifade etmek gerekir. Suçu her zaman dışarda aramak, suçluyu hep ”öteki” ilan etmek, her türlü olayın ardında siyonizmi-emperyalizmi aramak üzerimize düşen görevden kaçmaktan başka bir işe yaramıyor. Müslümanlar olarak kendi üzerimizde oluşturulmaya çalışılan ön-yargıları yıkmak için sistematik çalışmalar yapmak zorundayız. Tezlerimizin güçsüzlüğü ve reel yaşamda göstermekte zorlandığımız iyi örneklerin yoksunluğu bizi daha da içinden çıkılmaz bir durumla karşı karşıya bırakmaktadır. Özellikle sosyal alanda geri kalmışlığımızın ve kültürel sıçramayı hala yeterince yapamamış olmamızın ağır bedelinin böylesi bir durumla yüzleşmek olduğu düşünüldüğünde, İslamofobiyle baş etmede kat etmemiz gereken çok yolun olduğunu görmemiz gerekmektedir. Sonuçta İslamofobi hernekadar İslam düşmanı ırkçılar tarafından sistematik olarak körükleniyor olsa da bu alanda bizde varlığımızı ortaya koymalıyız. İslamofobinin tahrif ediciliği ve zararları yok sayamayacağımız kadar büyüktür. Alemlere rahmet olarak gönderilmiş Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV)’in mesajını öncelikle kendi pratiğimizde ortaya koyabilmeliyiz. Yeniden büyük medeniyet olmak gibi bir iddia sahibiyiz ve bu büyük medeniyetin kurucu kodları da Allah Resülünün ahlaki ilke ve mesajlarında gizlidir. *Karikatür pcb.org.br’den alınmıştır


otuzdört

ECDADIN BIRAKTIĞI İZ - 1 M. AKİF IŞIK

Zilkâde 1437

Unutulan mahsun istasyon

MEDİNE

Rasûllullah (S.A.V)’ın ruh-u manevisi rahatsız olmasın diye raylarına keçe sarılan Medine İstasyonu ecdadın İslam coğrafyasını bir uçtan bir uca bağlama hayalinin kutsal durağıydı. Bugün ecdata ait izler taşıyan o mahsun istasyon açılacağı günü bekliyor...

Hicaz Demiryolu güzergah haritası

1908 Hicaz Demiryolu’nun açılış gününe ait fotoğraf

Medine İstasyonu’nun önünde

Medine İstasyonu’ndan bir başka kare

Anadolu’dan kutsal topraklara hem rahatça asker taşıyabilmek ve hem de hacıların rahat ve güvenli bir şekilde hac ibadetlerini yerine getirebilmeleri için Sultan II. Abdülhamit zamanında “Hamidiye Hicaz Demiryolu” projesi uygulamaya geçirilmiştir. (Projenin adı II. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte “Hicaz Demiryolu” olarak değiştirilmiştir. Projenin bir bölümü olan, o zaman Osmanlı toprakları içerisinde bulunan Şam ile Medine-i Münevvere arasındaki 1300 kilometrelik 1. Etap demiryolu inşaatına 1 Eylül 1900 tarihinde Şam’da yapılan bir törenle başlanmıştır. Demiryolu inşaatında Türk ve yerel halktan işçiler çalışmış, Projeyi Türk ve Alman mühendisler birlikte yönetmiştir. Hicaz Demiryolu projesi için Sultan II. Abdülhamit kendi şahsi hesabından 2,5 milyon altın bağışta bulunmuştur. Demiryolu inşaatı 1903 yılında Amman’a, 1904 yılında Maan’a, 1905 yılında Hayfa’ya, 1906 yılında Medayin Salih’e ve 1908 yılında da Medine-i Münevvere’ye ulaşarak tamamlanmıştır. Proje kapsamında Şam’dan itibaren 96 istasyon binası inşa edilmiştir. Trenin ilk seferi 27 Ağustos 1908 tarihinde Şam’da yapılan bir törenle başlamış ve Medine Tren istasyonuna üç gün

sonra 30 Ağustos 1908 tarihinde varılmıştır.(Tren Medine’ye yaklaşırken peygamber efendimizin mübarek ruhu şeriflerinin gürültüden rahatsız olmaması için raylara keçe sarılmıştır.) Deve kervanları ile 40 gün süren bu yolculuğun üç günde tamamlanması, bölgede Osmanlı Devletine büyük bir prestij kazandırmıştır. Elbette ki bu durumdan gerek İngilizler ve gerekse Fransızlar hiç memnun olmamışlar ve nitekim Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra İngilizler hattı bombalayarak Maan-Medine arasındaki bölümü tahrip etmişlerdir. Dönemin İngiliz Casusu Lawrance tarafından sinsi bir plan uygulanmış, ray ve traversleri getirenlere birer altın verileceği söylenmiş, bunun üzerine o bölgede yaşayan bedevi eşkıyalar tarafından ray ve traversler sökülmeye başlanmıştır.

Bizi gözyaşlarına boğan sahne Bu hattın Suriye ve Ürdün topraklarında kalan kısımlarında halen yük ve yolcu taşımacılığı yapılmaktadır. 1990 yılında Kültür Bakanlığında Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürü olarak görev yaparken bir heyetle Ürdün’e gitmiştim. Ürdün’deki görevimiz sırasında Amman’dan

Akabe istikametine doğru karayolu ile yaptığımız seyahat sırasında yol güzergâhında gördüğüm tren istasyonları dikkatimi çekmişti. (Hicaz demiryolu buradan geçiyordu ve İstasyon yapıları mimari olarak bizdekinin aynı idi.) Bu istasyonlardan biri-

ni görmek istediğimi Ürdün Turizm Bakan Yardımcısına söyledim. İsteğimi kabul etti ve bizi yol güzergâhımızda bulunan İstasyonlardan birine götürdü. Demiryolu faal durumda idi. Binayı dıştan gördükten sonra İstasyon Müdürünün odasına gittik. İçeri girince ilk gözüme ilişen İstasyon Müdürünün arkasındaki duvarda asılı olan fotoğraf oldu. Fotoğrafı görür görmez ağzımdan hayret nidası şeklinde “Sultan Abdülhamid” sözcüğü çıkıverdi. Devam edecek...


otuzbeş

Ağustos 2016

Gazze’ye selam eder, Filistin’e muhabbet ederiz. Ancak vazgeçilmezimiz Kudüs’tür. Şairin dediği gibi;

İlk kıblesi benim ulu Nebi’nin, unuttumu bunu acaba herkes Haçlı

ordusu 4 Temmuz 1187 de Hittin savaşında Selahadinin ordusuna büyük bir yenilgiye uğramış, Kudüs kralı da esirler arasındadır. Haçlı Kudüs kraliçesi Selahaddin Eyyûbi ile barış şartlarını ve Kudüsün teslimini görüşmek üzere çok yakın olan “Soylu İbelinli Balian’ı” komuta çadırına gönderir. Kont Selahhadin Eyyûbiye sorar: “Sizce Kudüs nedir ? Selahaddin gayet vakur cevap verir. “ Kudüs hiç bir şey, Kudüs her şey” İşte maalesef Kudüs’ün konumunu anlayamayan Müslümanlar için Kudüs hiç birşey, anlayanlar için de her şeydir. Asrımızda milyonlarca insanın ziyaret ettiği, hakkında pek çok şiir, methiye, ağıt seyahat notu, inceleme yazısı, kitaplar yazılmış olan Kudüs’ü, üzülerek belirtmek gerekirse Müslümanlar tarafından yeterince algılanamamış ve dini önemi anlaşılamamıştır. Eğer yeterince anlaşılabilmiş olsaydı her yıl yüzbinlerce Hacı ve umre adayını Hicaza götürmekte olan Diyanet orası içinde özel turlar düzenler ya da, turları Hicaza giderken oraya da uğratırdı. Kısa Tarihçesi Filistin bölgesinde yer alan en büyük şehirlerden birisi olan Kudüs’ün ne zaman kurulduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak tarihçiler bu şehrin 6 bin yıllık bir geçmişi olduğunu tahmin etmektedirler. Tarihi kaynaklara göre Arap-ların o yörede yaşayan eski bir kabilesi olan YABUSİLER’in M.Ö. 5000 yıllarında bu şehri kurarak şehre YABUS adını verdikleri belirtilmektedir.. Daha sonra Çeşitli kavimlerin eline geçen Kudüs’e M.Ö 1050 civarında İsrail Oğulları yerleşmeye başlamıştır. Şehir,Hz. Davud’un krallığı döneminde DAVUT ŞEHRİ olarak anılmaya başlanmış. M.Ö. 980’de Hz. Süleyman buraya bir mabed yaptırmıştır. Daha sonra İsrail Oğullarını şehirden çıkartan Farisiler, M.Ö. 586 yılında şehre egemen olmuş. M.Ö 332 yılında YUNANLILAR; MÖ 63 yılında da ROMALILAR şehirde hüküm sürmüştür. Roma hükümdarı “Hadiryan” miladi üçüncü asırda şehre İLİYA

İslam coğrafyası HALİT ÖZDÜZEN

KAPTULİNA İsmini vermiş. M.S. 330 yılından Kudüs Bizanslıların yönetimine geçmiştir MS.7.YY bir müddet Pers hakimiyetine giren şehir. M.S 636 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmişti.. MS. 1100’lü yıllarda Haçlıların hakimiyetine giren Kudüs’te Haçlılar 90 yıl süren bir Haçlı krallığı kurmuşlardır. 1187 yılında Haçlılardan alınan Kudüs, 1512 yılında Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Kudüs ve çevresi 400 yıl Osmanlı’da kaldıktan sonra İngiliz mandası olarak yönetilmiştir. 1950 de kurulan İsrail Devletine Batı Kudüs teslim edilmiştir. 1968 savaşları ile İsrailler pek çok Filistin şehri gibi Kudüs’ün tamamını ilhak etmişltir.. 1968 yılındaki savaşlardan sonra BM. Onlarca karar alarak İsrailin Savaştan önceki konumuna geri çekilmesi ve doğu Kudüsün Filistinliere verilmesi konusunda kararlar almışsa da İsrail bu kararların hiçbirine uymadığı gibi Yeni yerleşim yerleri yapmaya devam etmiştir. Kudüs’ün Kutsiyeti Müslümanlar için Mekke ve Medine’den sonra 3. Sırada kutsiyeti olan, gerek tarihi misyonu, gerek üç semavi dinin merkezi olması nedeniyle önemli bir şehirdir. Müslümanlar İçin Kutsiyeti: Hadis Külliyatında Abuzer Gaffari yoluyla Hz. Resullahtan gelen bir

Kabe’den, 40 yıl sonra orada “ Beyt’ül maktis” (kutsal ev) İnşaa edilmiştir. Ayrıca bazı rivayetlere göre Hz. İbrahim o şehirde oğlu İsmaili kurban olarak sunmuştur. Kur’anda zikri geçen pek çok peygamber ya o şehirde yaşamış ya da o şehre uğramıştır. Hz. Süleyman Beyt’ül Maktisin yerinde bir mabed inşa etmiş, o mabed Babilliler tarafından yıkılmıştır. Daha sonra Romaya bağlı Yahudi kral Herot tarafından yeni bir mabed yapılmıştır. Hz. Meryem bu mabede inzivaya çekilmiştir. İlerleyen yıllarda o mabede Romalılar tarafından yıkılarak ortadan kaldırılmıştır. Kudüs İslam’ın İlk kıblegahı olmuştur. Hz. Muhammedi’n Miraç hadisesi bu şehirde gerçekleşmiştir. Bütün peygamberlere imamlık yaparak namaz kılınan mekanda bu gün Mescidi Aksa Camii Miracın gerçekleştiği mekanda ise Kubbet’ül Sahra mescidi bulunmaktadır. Hz. Peygamberden nakledilen bir rivayette İbadet Maksadı ile seyahat edilebilecek “üç mescitten biri Mescid-i Aksadır.” Yine diğer mescitlere nazaran Kabe ve Mescidi Nebi’den sonra yapılan ibadette en çok sevabın olacağı mescit de bu mescit olarak zikredilmiştir. Nitekim Hicaz coğrafyasının, Kuzeyinde kalan pekçok şehirlerde yaşayan müslümanlar yıllar-

ziyaret etmiş daha sonra Medine ve Mekkeye geçerek Hacı olmuşlardır. Müslümanlar için bir başka önemli kutsiyeti ise Hz. Ömer Tarafından fethedilmiş 80 yıllık haçlı dönemi ve son 60 yıllık Yahudi hakimiyeti hariç asırlarca İslam Hakimiyetinde kalmış olmasıdır. O dönemden günümüze kadar pek çok Sahabe, veli ve alimin yaşadığı bir mekan olmuştur. Nitekim bir çoğunun Kabri şerifi ve makamı bulunmaktadır. Ayrıca çok fazla sayıda mescit,medrese ve diğer dini mekanlar şehre İslamın damgasını vurmuştur. Bunların çoğu günümüzde de varlığını koruyarak işlevlerini sürdürmektedir.. Türkler Açısından Kudüs’ün Önemli : 1512 de Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı coğrafyasına katılan Kudüs, 4 Asırdan fazla Türk hakimiyetinde kalmıştır.Bu dönem içerisinde sayısız mescid cami, medrese vakfiye ve hayrat çeşmeler ve surlar yapılmıştır. Şehirde Anadolu’daki bir çok şehirden daha fazla Osmanlı eserlerini görmek mümkündür. Bu nedenle Kudüs, İstanbul ve Bursa kadar Osmanlı ve Türk izlerini taşıyan ata yadigarı bir şehrimiz olması bakımından bizim için oldukça önemlidir.

KUDÜSHz. Adem, tarafından rivayette,

Fotoğraf: Joseph-Philibert Girault de Prangey, KUBBET’ÜL SAHRA VE 1844 ca Hacca giderken önce Kudüs’ü

Devam edecek...


otuzaltı

Zilkâde 1437

Saatimizle birlikte kaybolan çevremiz

DR. AYDIN YILDIRIM Saat kavramı, zaman-mekan ve insanın birlikteliğini, bazen de mücadelesini anlatır. Bu noktada aslında kendimizi çok hayati bir kavşakta buluruz. Peki, kavşakla saatin birlikteliği nedir? Getirdikleri-götürdükleri. Ama bildiğimiz saatin en azından son yüz yılda, kat ettiği zaman içinde hayatımızdan neleri götürdüğünü, bırakın toplamayı, düşünmeye bile zamanımızın olmadığı bir boyuttayız. 15 milyon nüfuslu İstanbul’da, sadece işine, okuluna, uçağa, hastaneye yetişmek için gözü hiçbir şey görmeyen bizlerin, gidenlerin muhasebesinden ne kadar uzak olduğumuzu hepimiz yaşıyoruz. Bunca bilginin ayaklar altında dolaştığı bilgi çağı, bu hesabı yapamadan, konuyu iletişim çağına aktardı. Ne var ki iletişim çağı da bu hesabı yapmayı göze alamıyor. Peki bu gidişatın adı ne? Evet bu soruya tam bir cevap olmasa bile, bir nebze olsun gidişatı tasvir edebiliriz. Bunun için belki de yukarıdaki üçlü ve onun kombinasyonundan faydalanabiliriz. Evet orada ne demiştik? Zaman-mekan ve insan. Burada insan, önce zamanı arkasına aldı, yani o boyuttan uzaklaşmaya çalıştı. O andan

itibaren adeta delirmişçesine mekana saldırmaya başladı. Bütün ilmini, fennini ve aklını mekanla mücadeleye, hatta savaşa yoğunlaştırdı. Mekan üzerindeki tahribatı ve ilerleyişi ona müthiş bir galibiyet hissi verdi. Vardığı aşamalar onu daha da saldırganlaştırdı. Bu yolda ekibini ödüllere boğdu. Fazla mesailer, ikramiyeler, bonuslar, promosyonlar gırla gitti. Hatta kendisini “doğa savaşçısı” ilan etti. Kavak-söğüt, kayın-gürgen derken, hızını alamayıp; üzerindeki meyveleriyle birlikte zeytin, böğürtlen ve palamut ağaçlarına kadar katliamını sürdürdü. Aradaki boş zamanlarında ise başarı ödülleri, plaket törenleri düzenledi. Yılın EN’ lerini(!) seçti. O parıltılı gecelerde tenekeden yapılmış yapraklardan rozetler, plaketler dağıttı. Gündüz yerle bir ettiği ağaçlara, çevreye verdiği zararlara hiç aldırış etmeden aklınca bir “sosyal sorumluluk projesi” başlatıyordu. Kendisi, adaylar-ödül-jüri ve iş yemekleri arasında nefes nefese bir gidişat içindeyken bir anda sendeledi, bir de baktı ki, zaman büyük bir hızla kendisini sollamış gidiyordu. Onu yakalamalıydı. Ne yaptıysa olmadı. Zaman bazen su, bazen yel, gibi akıp gitti. Uzun bir

kovalamacanın sonunda zamana ulaştı, onu yakaladı ve derin bir nefes almak istedi. Ama ne görsün orada nefes alınacak gibi değildi. Sanki katran gibi bir hava vardı. Yere baktı, her taraf beton bloklarla sarılı, açlıktan içinin geçtiğini anladı ve klasına uygun bir lokantaya attı kendini. Tavsiye edilen, getirilen hiçbir yemekten tat alamadı. Sahile inip kafa dinleyip biraz yürümek istedi. Oda ne? sahil falan yok. Nasıl yani? Evet tüm sahil yerleşime açılmış, yürünecek-duracak yer kalmamıştı. Geriye doğru dönüp yürümeye başladı. Birden uzakta, çocukluğundan kalma eski evlerini gördü, sevinçle koştu bahçe kapısına dayandı. Tabi yıllardır evlerinde yaşayan yoktu. Kapıyı zorladı açamadı. Kapı kalaslarla çivilenip kapatılmıştı. Oradan geçenlere sordu, bu kapı niye açılmıyor? Dediler orası kamulaştırıldı. Peki ne yapacaklar? diye sordu. Dediler buraya bir adliye binası ve hemen şu yan tarafa da

hapishane yapılacak. Ama olmaz ki dedi. Bu kadar çıldırmış insana bu kadarcık hapishane yetmez ki, işin daha da zoru; hangi adalete bina? Hem de “biz burayı bu güne kadar koruduk, yazık değil mi bize, gidip o doğayı katledenlerin kendi yerlerine yapsınlar” bu hapishaneleri dedi. Oracıkta kafasında adeta şimşekler çaktı. Desenize biz epeyce zarardayız ve ekledi zararın ötesinde hasar çok büyük, hem de korkunç; “Asra yemin olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, salih amel (iyi işler) işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye eden ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır” düsturunu hatırladı. Eee bu durumda bizim konumumuz nedir? Bu işin konumu falan yok, öncelikle saatimiz kayıp, onu bulduktan sonra zararımızın boyutlarını anlamaya çalışırız diye söyleniyordu ki, birden eski bir komşuları çıka geldi. Devamı yan sahifede

M.Ertuğrul Düzdağ

“İslamcılık siyasi bir hareket değil, dini bir harekettir” Yeni nesil ‘mücahitler’ lakır ve fokurtu arasında dava goygoyluğu yaparken, İslamcılıkta bunlara kalmış oluyor. Oysa Düzdağ hocamız “İslamcılık siyasi bir yolculuk” değildir diyerek yine sarsıcı ifadeler kullanıyor.

Bir Dava ve Hizmet adamı; Mehmet Ertuğrul Düzdağ’ı bu sütunda hayırla ve minnetle anıyoruz. Bir defasında, “Akif’in samimiyeti 40 yıldır beni ona hizmet ettiriyor” demişti. Ne müthiş bir ikrar… Halen hizmete devam ediyor. Sebilürreşad’ın 50 yıl sonra neşredilen ilk nüshasında Düzdağ üstadımızın namı olmasaydı eksik olurdu. Bu nedenle onun bizi sarsan bu söylemini Sebilürreşad ile paylaşmak istiyoruz. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif üzerine uzun yıllar çalışmış bir araştırmacı olarak İslamcılık ile ilgili de bazı orijinal tespitlerini paylaştı. Bu konuda söz söyleme yetkinliğine sahip isimlerin başın-

da gelen Ertuğrul Düzdağ şunları söyledi: “Bundan birkaç ay önce bir İslamcılık tartışması yapıldı. Hatta yazılanları bir dosyaya koydum. Çok sathî idi, çok siyasi idi. Ve İslamcılıkla da alakası yoktu. İslamcılık siyasi bir hareket değildir. İslamcılık dinî bir harekettir. Bu hareketin içinden bazı insanlar çıkıp siyaset yaparlar. İslamcı hareket İslam ahlakını kaybetmiş Müslümanlara İslam ahlakını yaşatma düşüncesidir. ‘Müslümanlık kâfi değil miydi’ deniliyor. Kâfi gelmedi. Milyonlarca Müslüman var ama bakıyorsunuz İslam ahlakını yaşamıyor. Şu durumda Müslümanların içinden aydın bir grup çıktı ve dedi ki; ‘Müslümanlar içinde İslamiyet’i öğretelim, beraberinde de ahlaklı

yaşamayı öğretelim.’ İşte bu harekete İslamcılık dendi. Eşref Edip’in 1937 veya 1938’de çıkan Mehmed Akif adlı büyük bir kitabı var. Bu kitabı Beyan Yayınları yeniden bastı. Orada Nevzat Ayaz Bey’in ‘Akif ve İslamcılık’ diye bir yazısı var. Bunun içinde Akif Bey’in İslamcılığı anlatıldıktan sonra kısa bir özet var; orada diyor ki: ‘Hülasa olarak İslamcılık şudur: Evvela Müslümanları İslam ahlakına getirmek. Sonra Müslüman milletler arasındaki tesanütü yani yardımlaşmayı temin etmek.’ İşte bu kadar... Çok fazla dallandırıp budaklandırmaya lüzum yok. İslam çok sade bir dindir, inanırsın amel edersin. Bir yere çıkıp saatlerce İslamcılığı konuşup sonra namazı kaçırmak mesela, bu İslamcılık değil. Bunlar ümmet-i Muhammed’i oyalıyor.”

Mehmed Akif isyancıları yatıştırdı

Mili Mücadele yıllarında isyan çıkması muhtemel yerlerde Mehmed Akif’in vaaz vererek Milli Mücadeleyi desteklediğini söyleyen Ertuğrul Düzdağ, Akif’in milletvekili seçilmesi ile ilgili de şunları söyledi: “O zaman Konya’ya bağlı olan Burdur’dan birisi milletvekili adaylığından çekilince M. Kemal; ‘Onun yerine Akif Bey’i seçin’ diyor. Bigalıların bundan haberi yok, onlar da Akif’i seçiyor. Hem Burdur’da hem Biga’da Akif Bey en yüksek oyu alan adam oluyor. Akif Bey Burdur milletvekili oluyor.”


otuzyedi

Ağustos 2016 Ona durumu sordu, bizim güzelliklerimiz nerede? Dedi ve neler olduğunu anlatmalarn istedi eski komşularndan. Yaşl adam başn eğdi ve ksk bir sesle; saatimiz kaybolunca dedi. Ya öyle mi demekle yetindi. Peki bu saatimizin kayboluşunu ve nerede olduğunu hiç mi gören olmamş myd? Olmaz m? Bakn bu durumu günümüzden neredeyse yüz yl önce 1921 ylnda gören Ahmet HAŞİM, bakn bizim kaybettiğimiz saatimizden haber veriyor. Tam da ondan, bizim saatimizden bahsediyor. Buyurun kaybolan saatimizi hep birlikte aramaya. Bakalm saatle birlikte başka nelerimizi kaybettiğimizi, uğradğmz zarar-ziyan tespitle işe koyulalm. Yitirdiğimiz bunca nimeti, havay-suyu-toprağ, hatta anasr- erbaya kavuşabilecek miyiz? Kim bilir belki de bulduğumuzda kayplarmz da tanyamayacağz. Yani saatle birlikte kaybolan hafzamz, evet kayp hafzamz geri kazanabilecek miyiz? Aslnda hafzamz bulabilsek her şeyimizi yeniden bulabiliriz. Evet, o halde bahsettiğimiz gibi, bizim kayp saatten başlayalm arayşmza. Artk evimizdeki saat, başka bir alemin vakitlerini değil bizim diyarlarn vaktini göstersin, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde değil, asli haliyle versin. Bundan böyle biz, çölde yolunu şaşranlar gibi zaman içinde kaybolan değil, vaktin edasn ve çalşmann meyvelerini toplayanlar olalm. Bu çok zor olmasa gerek, haydi bir gayret, öyle ya sonuçta, “künfe yekün”. Buyurun … İşe Müslüman Saatini tetkikle başlayalm. MÜSLÜMAN SAATİ (*) İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşrtan istilalarn en gizlisi ve en tesirlisi yabanc saatlerin hayatmza girişi oldu. “Saat”ten kastmz, zaman ölçen alet değil, fakat bizzat zamandr. Eskiden kendimize göre yaşayşmz, düşünüşümüz, giyinişimiz ve kendimize göre, dinden, rktan ve ananeden hayat alan bir zevkimiz olduğu gibi, bu üslub- hayata göre de “saat”lerimiz ve “gün”lerimiz vard. Müslüman gününün başlangcn şafağn parltlar ve nihayetini akşamn ziyalar tayin eder. Madenden sağlam kapaklar altnda mahfuz tutulan eski masum saatlerin yelkovanlar yorgun böcek ayaklar tarznda, güneşin sema üzerindeki seyriyle az çok münasebetdar bir hesaba tebaan, minenin rakamlar üzerinde yürürler ve sahiplerini, zamandan takribi bir shhatle, haberdar ederlerdi. Zaman namütenahiy bahçe

ve saatler orada açar, gah sağa gah sola mail, güneşe rengarenk çiçeklerdi. Ecnebi saati iptilasndan evvel bu iklimde, iki ucu gecelerin karanlğyla simsiyah olan ve srt, muhtelif evkatn krmz, sar ve lacivert ateşleriyle yol yol boyal, azim bir canavar halinde, bir gece yarsndan diğer bir gece yarsna kadar uzanan yirmi dört saatlik “gün” tanlmazd. Ziyada başlayp ziyada biten, on iki saatlik, ksa, haf, yaşanmas kolay bir günümüz vard. Müslümann mesut olduğu günler, işte bu günlerdi; şerei günlerin vakayiini bu saatlerle ölçtüler. Gerçi, feleki hesabata göre bu “saat” iptidai ve hatal bir saatti, fakat bu saat hatratn kudsi saatiydi. Zevali saati adat ve muamelatmzda kabulü ve ezani saatin geri safa düşüp camilere, türbelere ve muvakkt hanelere braklmş metruk bir “eski saat” haline gelişi, hayat tarz- rüyetimizin üzerinde vahim bir tesiri haiz olmamş değildir. Giden saatler babalarmzn öldüğü, annelerimizin evlendiği, bizim doğduğumuz, kervanlarn hareket ettiği ve ordularn düşman şehirlerine girdiği saatlerdi. Bunlar, hayat etrafmzda serbest brakan geniş lakayt dostlard. Gelen yabanclar ise hayatmz onu meçhul bir düstura göre yeniden tanzim ettiler ve ruhlarmz için onu tannmaz bir hale getirdiler. Yeni “ölçü” bir zelzele gibi, zaman manzaralarn etrafmzda zir ü zeber ederek, eski “gün”ün bütün sedlerini harap etti ve geceyi gündüze katarak saadeti az, meşakkati çok, uzun, bulank renkte bir yeni “gün” vücuda getirdi. Bu Müslümann eski mesut günü değil, bedmestleri, evsizleri, hrszlar ve katilleri çok ve yeraltnda mümkün olduğu kadar fazla çalştrlacak köleleri saysz olan büyük medeniyetlerin ac ve nihayetsiz günüdür. Unutulan eski saatler içinde eksikliği en ziyade hasretle tahattur edilen saat akşamn on ikisidir. Artk “on iki” solgun yeşil sema altnda, ilk yldza karş müezzinin müslümanlara hitap ettiği, sokaklarn lacivert bir sisle kaplandğ, şklarn yandğ, sinilerin kurulduğu ve yarasalarn mahzenlerden çkp uçuştuğu o müessir ve titrek saat değildir. Akşam telakkisinden koparak, gah öğlenin hararetinde ve gah gece yarlarnn karanlğnda mevhum bir zaman bildiren bu saat, şimdi hayatmzda renksiz ve şaşkn bir noktadr. Yeni saat, Müslüman akşamnn mahzun ve muşaşa dakikasn dağttğ gibi, yirmi dört saatlik yabanc “gün”ün getirdiği maişet şekli de bizi fecraleminden me-

hcur brakt. Başka memleketlerde fecri yalnz krdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle muztariplerin şişkin kapaklar içinden bakan krmz ve perişan gözleri tanr. Bu zavalllar için fecrin parltlar, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanl ilmeğini aydnlatan bir ziyadr. Halbuki fecir saati, müslüman için rüyasz bir uykunun nihayeti ve ykanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangcdr. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokular gibi fecrin en güzel tecellilerindendir. Kubbe ve minareleri o alaca saatte görmemiş olan gözler, taşa en ilahi manay veren o muhayyirü’l-ukul mimariyi anlamş değillerdir. Esmer camiler, fecrden itibaren semavi bir altn ve semavi bir çini ile kaplanr ve İslam ustalarnn natamam eserleri o saatte tamamlanr. Bütün mabetler içinde güneşten ilk ziya alan camidir. Bakr oklu minareler, güneşi en evvel görmek için havalarda yükselir. Şimdi heyhat, eski “saat”le beraber akşam da, fecir de bitti. Birçoklarmz için fecir, artk gecedir ve birçoklarmz güneş, yeni ve acayip bir uykunun ateşlerinden, eller kilitli, ağz çarplmş, bacaklar bozuk çarşaara dolanmş, kvranrken buluyor. Artk geç uyanyoruz. Çünkü hayatmza sokulan yeni ve fena günün eşiğinde çömelmiş, kin, arzu, hrs ve haset sürülerinin bizi ateş saçan gözlerle beklediğini biliyoruz. Artk fecri yalnz kümeslerimizdeki dargn ve mağrur horozlara braktk. Şimdi müslüman evindeki saat, başka bir alemin vakitlerini gösterir gibi, bizim için gece olan saatleri gündüz ve gündüz olan saatleri gece renginde gösteriyor. Çölde yolunu şaşranlar gibi biz şimdi zaman içinde kaybolmuş kimseleriz. Metinde geçen baz terimler ve

matbaa reklam

TÜRKİYENİN İLK ONLINE MATBAASINDA

TÜRKİYE GENELİNDE

BAYİMİZ

OLMAK

İSTER MİSİNİZ? SANAL VE FİZİKİ BAYİLİK HAKKINDA DETAYLI BİLGİ İÇİN

0850 840 84 84

karşlklar:

Mahfuz: Saklanan, Ziya: Işk, aydnlk, Mine: Saat kadran Namütenahi: Sonsuz, ucu bucağ olmayan, İptila: Düşkünlük, tiryakilik, Vakayi: Vaki olup zuhur eden hususlar, Rüyet: Görmek, bakmak, Bedmest: Kendinden geçmiş derecede sarhoş, Mevhum: Asl olmayp evham mahsulü olan. Vehim, Muşaşa: Gösterişli Muhayyir-ül Ukul: Akllara hayret veren. Akllar şaşrtan, akllar durduran, Feleki: Astronomik, Azim; Büyük, yüce, çok ileri, Kudsi: Mukaddes, kutsal, muazzez, Tahattur: Hatrlamak, İptidai: ilkel. Müessir: Dokunakl, Telakki Karşlamak. Almak. Kabul etmek. Fecr: Tan yerinin ağarmas. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan, evvel şarkta hâsl olan kzllk, (*) Müslüman saati, Ahmet HAŞİM

MATBAA DEVRİ BİTTİ MATBUU DEVRİ BAŞLADI


otuzsekiz

Zilkâde 1437

Halil İnancık hakka yürüdü Prof. Dr. Halil İnalcık, Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezince, dünyada sosyal bilimler alanındaki sayılı 2 bin bilim adamı arasında gösterilmiş .

“Tarihçilerin duayeni” olarak anılan ve 100 yaşında hayatını kaybeden Prof. Dr. Halil İnalcık, 20’nci yüzyıl sona ererken Cambridge Uluslararası Biyografi Merkezince dünyada sosyal bilimler alanındaki sayılı 2 bin bilim adamı arasında gösterilmişti. Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü’nün kurucusu Prof. Dr. İnalcık’a, 2005’te Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, 2008’de TBMM Onur Ödülü ver-

ilmişti. Tedavi gördüğü hastanede akşam saatlerinde yaşamını yitiren Prof. Dr. İnalcık, 7 Eylül 1916’da İstanbul’da doğdu. İlkokulu Ankara Gazi Mektebi’nde okuyan İnalcık, Sivas Muallim Mektebi’nde başladığı orta öğretimini Ankara’da Gazi Muallim Mektebi’nde bitirdi. Lise eğitimini, dönemin en iyi okullarından biri olan Balıkesir Necati Bey Muallim Mektebi’nde alan İnalcık, yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi (AÜ) Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde (DTCF) tamamladı. Üniversiteden 1940’ta mezun olan İnalcık, 1942’de Türkiye’de sosyo ekonomik tarih yazıcılığının ilk örneklerinden biri olan “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” başlıklı teziyle doktor oldu. Osmanlı tarihi üzerine çok sayıda eseri bulunan İnalcık, 7 dil biliyordu.

Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş vefat etti Türkiye siyase nin kıdemli isimlerinden eski milletvekili Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, kalp krizi sonucu 83 yaşında haya nı kaybe . 21 ve 23. Dönem Milletvekillliği görevinde de bulunan Yalçıntaş, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da Milli

Türk Talebe Birliğinde hocalığını yapmıştı. 15 Temmuz tarihinde İstanbul’da hakka yürüyen merhum Yalçıntaş, Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Yeni Topkapı Mezarlığı’na defnedildi.

Enver Paşa’nın vefatının 96.yılı 23 Kasım 1881’de İstanbul’da doğan Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa 4 Ağustos 1922’de Tacikistan’ın Balçıvan bölgesinde Ruslarla savaşırken şehit olmuştur. Enver Paşa’nın kızı Türkan Sultanın oğlu, torun Osman Mayatepek dedesinin ölüm yıldönümü nedeniyle Sebîlürreşad’a yaptığı özel açıklamada şu ifadelere yer verdi; “41 yaşında şehit olan, ölümden korkmak bir tarafa, ölümün

mevhum olarak ne olduğunu bile bilmediğini tasavvur edebileceğimiz Enver Paşa, son günlerinde ‘muvaffak olamazsak hiç olmazsa ölüm mertebesine ulaşarak Türklüğün istikbaline hizmet ederiz’ diyecek kadar cesurdur.”

Asım Taşer hocamızı kaybettik!

İnançlı bir nesil yetiştirme gayretiyle tanıdığımız değerli hocamız, İlim Yayma Vakfı’nın eski başkanlarından Asım Taşer, Fatih Cami’nde kılınan cenaze namazıyla son yolculuğuna uğurlandı. Cenazeye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eski Başbakanlardan Ahmet Davutoğlu da katıldı. Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un eniştesi de olan İlim Yayma Vakfı’nın eski başkanlarından Asım Taşer 93 yaşında hayatını kaybetti. Taşer’in cenazesi, Fatih Cami’nde öğle namazını müteakiben kılındı. Asım Taşer’in cenazesi Yeni Topkapı Mezarlığı’na defnedildi. Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır ve İslam coğrafyasına baş sağlığı diliyoruz.

Peyami Safa unutulmadı

Sebîlürreşad’ın eski yazarlarından Peyami Safa ölümünün 55.yıldönümünde anıldı. 1899 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Safa 15 haziran 1961 yılında 62 yaşında iken hakka yürüdü. Roman yazarlığının yanı sıra hikayelerde kaleme alan Peyami Safa gazetecilikte yapmıştı. Safa’nın bazı eserleri şöyle; Fatih Harbiye, Biz İnsanlar, Sosyalizm Marksizm Komünizm, Eğitim Gençlik Üniversite, Türk İnkılabına Bakışlar, Şimşek, Bir Tereddüdün Romanı, Bir Akşamdı, Mahşer, Atillâ, Cumbadan Rumbaya, 20. Asır Avrupa ve Biz, Kadın Aşk Aile, Osmanlıca Türkçe Uydurmaca, Cânân, Din İnkılab İrtica, Yazarlar Sanatçılar Meşhurlar, Sanat Edebiyat Tenkit, Sözde Kızlar.

Muhammed Ali İslam’ın neferiydi Dünya boks şampiyonu olmasının yanı sıra İslamiyet’e yapmış olduğu katkılarla da bilinen Muhammed Ali 3 haziran 2016 günü hakka yürüdü. 17 ocak 1942’de ABD’nin Kentucky kentinde dünyaya gelen Muhammed Ali spor dünyasının boks dalında birçok başarıya imza atmış, profesyonel döneminde sadece 5 kez yenilen, Olimpiyat ve Dünya Şampiyonu olan, 36 yaşına kadar bütün şampiyonlar için tek isim olmayı başarmış ve 37’si nakavt olmak üzere 56 maç kazanmıştı. Vatandaşı olduğu ABD’nin Vietnam işgali sırasında bu ülkeye savaşmak için gitmeyeceğini belirterek hafızalara kazınan şu sözleri söylemişti; “Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım.” 2001 yılındaki ABD’deki 11 Eylül saldırıları üzerine Muhammed Ali, başında New York İtfaiye Müdürlüğü şapkası ile Sıfır Noktasına giderek destek ve dayanışmasını göstermek gereği duymuş ve şöyle demişti; “Beni asıl inciten, ‘İslam’ adının bulaştırılması ve ‘Müslüman’ adının bulaştırılması ve sorun çıkarılıp nefret ve şiddete yol açılması. İslam, katil dini değildir. İslam, barış demektir. Evde öylece oturup insanların sorunun kaynağı olarak Müslümanları yaftalamalarına seyirci kalamazdım.”


otuzdokuz

Ağustos 2016

‘IN MUHTEREM OKUYUCULARINA Elli yıl fasıladan sonra yeniden neşredilmeye başlayan Sebilürreşad, bir dava ve aksiyon dergisi olduğu kadar, bir ilim ve fikir mecmuası, edebi ve tarihi bir vesikadır. Sizlerin bu bilinçle Sebilürreşad’ı takipe başladığınıza inanıyoruz. Mehmet Akif ve Eşref Edip Bey’in 1908’de Sırat-ı Mustakim adıyla başlattıkları bu yayın çizgisi, sadece bir dergi olmanın ötesinde bir misyonu temsil etmiştir. O misyon Devlet-i Aliye’nin dağılmaması, Müslümanların bir arada, güç birliğini koruması inancını temsil ediyordu. Bugün Sebilürreşad’ın misyonu ve inandığı ilkelerin bize ne kadar doğru istikamet çizdiği aradan geçen bunca yıl sonra yeniden kıymetli hale gelmiştir. Mehmet Akif bey’in, “Ehli salip” olarak tanımladığı ve “Sözüne güvenilmez” diye not düştüğü Batı medeniyeti, bizi bir bedenin parçaları gibi gördüğü için ayırmak istemişti. Bunda başarılı olmuştur. Ancak bu ayrılış 108 yıldır ne ayrılana, ne de asıl bedene huzur, sükûnet, güç ve iktidar getirmemiştir. Hatta bu ayrım, cetvel koyarak haritalandıran Batı medeniyetini dahi huzurlu kılmamıştır. Şimdi Lozan’ın 100. Yılına giriliyor. Sevr’i fiili kılamayan Ehli salip, yeni planını devreye soktu. Ancak bu sefer ümmeti muhammed daha organizeli, daha cesur, biraz daha ne istediğini bilir durumdadır. Bu yüzden işleri kolay olmayacaktır. İslam coğrafyasına “Arap Baharı” adını vererek uygulamaya soktukları “sosyal darbeler” ümmetin maddi manevi mahvına neden olurken 15 Temmuz’da bu kez ümmetin kalbine darbe indirmek istemişler, ancak muvaffak olamamışlardır. Bu tahlile neden ihtiyaç var; zira Sebilürreşad çizgisi aradan geçen bunca karanlık yılların

yeniden aydınlık günlere evrilmesi için ayakta durması gereken, bayrağının dalgalanması gereken bir fikir ocağıdır. Bu ocak, manevi inkişaf için gayret gösteren samimi insanların ocağıdır. Vatan, millet, bayrak ve din için fedakarlık yapabilen, kalbi islam coğrafyası için atan sevdası büyük insanların ocağıdır. Mehmet Akif’in, Eşref Edip’in eli vardır üzerimizde. Giriştiğimiz manevi sorumluluğun idrakindeyiz. Okuyucularımızın da bunun idrakinde olduğunu biliyoruz. Bu yüzden Sebilürreşad’a abone olarak, dostlarınızı buna abone yaparak, uygun olursa reklam vererek, toplu alım yaparak, mecmuayı gençlere ulaştırarak sorumluluk sahibi olduğunuzu gösteriniz. Eşref Edip üstadımız bu dergiyi 1966’da “ekonomik nedenlerle”, yani abonelerinin dergi bedellerini zamanında göndermemesi yüzünden kapattığını unutmayınız. İlk sayımızı 10 bin adet basıp başta Türkiye’mizin tüm vilayetlerine, aydın ve mütefekkirlerine, saniyen islam coğrafyasına, aydın ve mütefekkirlerine ulaştıracağız. İnternet gibi ortak bilgi havuzunun bulunduğu bir dönemde yazılı mevkuteyi ayakta tutmak zor denilebilir. Lakin öyle değil. Sebilürreşadı hediye edebilirsiniz ama, onu dijital olarak sadece tavsiye edebilirisiniz. Dokunabileceğiniz, okuyabileceğiniz bir mecmua için emek veriyoruz. Bulunduğunuz vilayette il temsilcimiz aracılığıyla abone olabileceğiniz gibi, banka hesap numarası adresine havale yaparakta abone olabilirsiniz. Dua istiyoruz. Dua ediyoruz. Allah islam coğrafyasını kültürel istiladan korusun… Abone olmak ve Sebilürreşad’a sahip olmak için iletişim bilgileri aşağıda.

ABONELİK İLETİŞİM BİLGİLERİ Abone ve Dağıtım İletişim: 05052019409 Anafartalar cd. Sakarya Apt. No: 50/12 Altındağ/Ankara Abone mail: sebilürresadabone@gmail.com Abone için: Yıllık bedel: 120 TL, 6 Aylık bedel : 70 TL Nezihe Bayhan adına Hesap no : TR0500 2090 0000 0975 1700 0001 ZİRAAT KATILIM BANKASI ULUS ŞB.

Mehmet Âkif’in eseri Safahat Milli Şairimiz, Vatansever Mehmet Akif Ersoy’un tüm eserlerini toplayarak adını verdiği eseridir. Sebilürreşad yayınevi olarak Safahat’ı onun temiz vicdanıyla hazırladığı orijinal haliyle yayına hazırladık. O, İstiklal Marşı’nı dahi eserine almamış ve, “Onu milletime armağan ettim demiştir. YAYINEVİ

Sayfa Sayısı: 552 Baskı Yılı: 2014 Dili: Türkçe Ederi: 16 TL

Ve Fatih Bayhan’ın hazırladığı;

Gençler için Safahat Safahat’ı ve onun vatansever Milli Şairini yeni nesil gençlere en iyi şekilde anlatabilmek amacıyla Fatih Bayhan tarafından hazırlanan eser, Safahat’a giriş kitabı olarakta adlandırılabilir. Milli şairimizin hayat öyküsü, örnek ahlakı, şahsiyeti ve Safahat’tan şiirlerin yer aldığı eser gençlere tavsiyemizdir.

YAYINEVİ

Sayfa Sayısı: 256 Baskı Yılı: 2016 Dili: Türkçe Ederi: 12 TL

Asım

Mehmet Âkif’in ideal nesli

ASIM Fatih Bayhan

YENİ YAYINEVİ

Sayfa Sayısı: 120 Baskı Yılı: 2016 Dili: Türkçe Ederi: 10 TL

rda şla atı pılır s lu ya Top irim ind

Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un o çalkantılı günlerde idealize ettiği genç tipi Asım’dır. Asım, islam coğrafyasındaki büyük ahlaki, ilmi, edebi çöküntüye son verecek, gayretli çalışkan, faziletli karakterli bir gençtir. Fatih Bayhan, o’nun Asım karakterini bir çizgi karakterle resmettirmiş, Mehmet Akif Ersoy’un Asım şiiri ve hikayesiyle eserini oluşturmuştur. Gençlik, Asım’la tanıştığında tüm dünyaya umut vaad edecektir.

YAYINEVİ Sipariş Hattı: GSM: 0 505 201 94 09 Anafartalar cd. Sakarya Apt. No: 50/12 Altındağ/Ankara

Eserlerin Telif Geliri Milli Şairimizin ailesine Fatih Bayhan tarafından bağışlanmıştır.


Dindar halkımız, Müslüman kamuoyunun dikkatine

Zilkâde 1437

“Dini kullanan Truva atı”

DİP, geçte olsa FETÖ için Şura’yı topladı ve önemli kararlar aldı 1- FETÖ dini bir cemaat ve grup kabul edilemez. 2- Hiç kimse kendisini kayıtsız ve şartsız kendisine bağlılığa çağırmaz. Mutlak itaat İslam’da Allah’a aittir. Bu çerçevede bir kimsenin özel seçilmiş ve yanılmaz olduğu iddiası kabul edilemez. 3- FETÖ açıkça bir din istismarı hareketidir. Allah adı kullanılarak çeşitli hizip ve gruplara davet dine yapılmış en büyük haksızlıktır. 4- FETÖ din kisvesi adı altında bir çıkar hareketidir. Böylece her tür kirli işlerini din ile perdelemek genel tutumlarıdır. 5- FETÖ sahte bir mehdi hareketidir. Tarih boyunca pek çok buna benzer fitne hareketi çıkmıştır. Hırs, karizma, menfaat elde etmek amacıyla kullanılmışlardır. 6- FETÖ’nün dini kaynakları şaibelidir. Rüyalar ve gizemler revaç bulmuş. Masum kitleler efsunlanmış. Sohbet vaaz yoluyla kitleler aldatılmıştır. Yapılan hatalı işler Peygambere intisap ettirilerek kitleler etki altına alınmaya çalışılmıştır. 7-FETÖ İslam ümmetini parçalamak amacıyla ortaya çıkmış bir örgüttür. Hakikati kendi tekeline alarak herkesi dışlayan anlayış İslami kabul edilemez. 8- FETÖ bir sır hareketidir. Mali

yapı ve danışman kadronun açık ve şeffaf olmaması şaibeleri beraberinde getirmektedir. Bu yapı dini kendi amaçları doğrultusunda kullanmıştır. 9- FETÖ gayri ahlaki bir harekettir. İki yüzlülük, kod adı kullanma, şantaj, mahremiyeti engelleme, gizli görüşmeleri kaydetme gayri İslamidir. Başta soru hırsızlığı yapmak üzere hedefine gitmek için her yolu mübah gören yapı İslami kabul edilemez. 10- FETÖ dinler arası diyalog adına tevhidi parçalayan bir yapıdır. Batının muhabbetini çekme adına pek çok sırlı ve gizemli ilişki ile Müslümanların aleyhine uygulanacak projelerin uygulanması için çalışmalar başlatan bu örgüt tevhit dışıdır. Dinlerarası diyalog adı altında ortak bir dini kültür oluşturma çalışması hiçbir şekilde kabul edilemez. Allah Resulünün risaletini göz ardı etmek tevhide aykırıdır. 11- Bu yapı gönül coğrafyamızda orta Asya ve İslam ülkelerinde kurdukları hegemonya tespit edilecek. Eylül ayında Avrasya İslam ülkeleri toplantısında bu yapının İslam coğrafyasında yaptığı tahribatlara yönelik çalışmalar başlatılacaktır. 12- Diyanet ve İlahiyat camiasının ortak çalışma ile

örgütü ve liderini yüceltici yayınlar bilimsel açıdan değerlendirilerek verdiği zararlar tespit edilecek. İslam’ın temel kavramlarına dair tahrifatları tespit edilip açıklanacak. 13- Din eğitim ve öğretim politikaları her seviyede gözden geçirilmelidir. Bu tür yapılara müsade eden eğitim sistemi gözden geçirilecek ve gerekli tedbirlerin alınması için tavsiye kararlar alınacaktır. 14- Benzer hataların yapılmaması için dini kurum ve kuruluşlar ile ortak çalışmalar yapılacaktır. Özgürlüklerine müdahale edilmeden tüm gruplarla bir araya gelinecektir. 15- Ortaya çıkan boşlukta din eksenli yapılar ortaya çıkmıştır. Bu yapıların tekrar ele alınması bir mecburiyettir. 16- Dini ve manevi yapıyı kirleten bu yapılan genç nesillerin dimağını kirlten bu yapıların zihin kirleten çalışmalarına karşı uyarıcı ve bilgilendirici çalışma yapmaları için gerekli çalışmalar yapılacaktır. 17- Allah için yapılması gereken ibadetler farklı amaçlar için istismar edilemez. Zekat ve sadaka gibi mali ibadetlerin din istismarı ile başka süfli duyguları beslemek için kullanılması kabul edilemez.

SEBÎLURRESAD SEBILURRESAD Zilkâde 1437, Ağustos 2016

*Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, (FETÖ) darbe girişiminin ardından, Din Şûrasını olağanüstü topladı. Yerinde bir toplantı. İslam dünyası bu tür olaylar karşısında geçte olsa refleks geliştirme kabiliyetine sahip. Ancak hazır yeri gelmişken ifade edelim. Eğer sayın Cumhurbaşkanı bu konuda bir siyasi duruş ve net tutum sergilemeseydi Diyanet teşkilatı böyle bir Şura’yı toplayabilirmiydi? Bu tür yapılanmaların devletin varlığına, milletin bölünmesine ne denli tesir ettiği yıllarca ortadayken. *Din, Allah, Peygamber adına bunca ihanet, istismar işlenirken Diyanet teşkilatımız bunu erken görmeli, dindar halkımızı uyandırmalıydı. Geç vakte kaldı, dindar halk adeta cemaatlerin elinde “sağılan” kullanılan bir kitleye dönüştü. Bunu bir dostane eleştiri olarak kayda alalım. İslam İşbirliği Teşkilatı nasıl uluslararası alanda tesirsiz, zayıf ise maatteessüf din şuramızda cemaatler konusunda biçare durumdadır. Bu konuda da önderliği siyasi iradeye bırakmış durumdadır. Oysaki dini alan konusunda söz sahibi kuruluş diyanet işleri başkanlığımızdır.

Usta’lara Selam olsun...

Kervan Mecnun bu olgunluk yıllarında Koştu kervandan kervana Hizmet ederek insanlara Erdi teselli pınarına Zamanı hatıraya karşı kullandı Aşka karşı hakikatle donandı Şefkat merhamet ve hakikat Aşka karşı aşkla birlik silah ve at Ve Tanrı’nın saltanatı tek saltanat Bu görüşle karışıp insanlara Buldu çoklukta tek bir manzara Her işin sonu başı Tanrı Alınyazımızın heykeltraşı Tanrı Tek var olan O...gerisi gölgeler Sabah uyanıp karşılamak yeniyi Ufuklara bakıp beklemek yeniyi Kudüs’ü gördü Şam’a vardı Biri güneşin parça oluşu Biri aydan düşmüş bir mezardı Biri selvi biri çınardı Biri ayna biri duvardı Kervanları şehirlere şehirleri kervanlara Çevirerek içinde sürüp gitti bu macera Eşyada alevlenip alevlenip sönüş

Dolaşıp dolaşıp Tanrı’ya dönüş Tenha kaldığıan çadırlarda Kalbine inerdi bal rengi bir levha Yeni bir yazı çözmeğe uğraşırdı İnsanlara kapalı harflerdi savaştığı Bir gün Leyla’nın evlendiğini duydu İçinde bir ses dedi: ne acı düğün bu Başkaldırdı bu sese: hayır hayır dediKendine, şeytana karşı haykır dedi Lekeleri gitti lekelenmez ismin Öyleyse alkış tut öyleyse Mecnun sevin Geceler, yıldızlar, yakın yıldızlar Toplanın Leyla’nın oraya yıldızlar Saçın saçına çiçekler yıldızlar Benden bir şimşek çizin havaya Bir dokunur dokunmaz gibi bir esiş gibi İyilik dileklerimi bırakın yıldızlar

Böyle düşünüp sevinme ve üzülme arasında Günlerce düğünün akında kabusun karasında Zorladı ölümle hayatın sınırlarını Bir uçtan bir uca var ve yok olmanın sırlarını Annenin ölümü babanın ölümü En kara haberler düğümü Geldi gitti yıktı Mecnun’u Aylarca bilinmezle pençeletti O’nu Bir kez bir kez daha vurdu yere Tunçlaştı çelikleşti Kays işte böylece Ve alıştı bütün bu olanlara Yaz kış durgunluk ve fırtına Aynı varoluşun dönüşümleri Gün değişiminin aynadaki izdüşümleri Gibi bir etkiye dönüştü O’nda Böyle bir yoruma kavuştu sonda O ve Leyla aynı kadere susamaktalar Birlikte de olsalar ayrı da olsalar

Aynı günün biri gecesi biri gündüzü Aynı alınyazısının cevheri ve yüzü Sevgi gözde değil gönüldedir Vücut değil ruhtur aşka kadir Hersey havada bir toz gibi döner durur da Yok olur sonunda Tanrı’nın varlığında Yaşamak Tanrı uğruna Tanrı içindir Geri ne varsa tahttan indir Ruh hürdür Tanrı sevgisiyle Bağlı değil zaman ve yer ilgisiyle Artık buluşmuşlardır Tanrı katında Bir yersizlik ve zamansızlık saltanatında Bir şey değişmez gelse de gelmese de Leyla Farketmez gitse de gitmesede Mecnun O’na

Sezai Karakoç


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.